Print Friendly and PDF

[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] YÜZ ALTINCI KISMI

 


Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla

YÜZ ELLİ YEDİNCİ BÖLÜM

Melekî Nebilik Makamının Bilinmesi

Allah Teâlâ kendisine ibadet eden meleklerine vahyetti Emrini; onlar yasakla yükümlü değildir

Onlar özel kullardır, mukabilleri yok Cömertlik anahtarları onlara bahşedildi

Onlar emirlerinden çıkmak nedir bilmezler Başkanları bir melek, Kalem’dir adı

Ona bilgisinden kimsenin bilemeyeceklerini verdi Kadimlikte onun bir hükmü vardır

Hurma çekirdeği hakkında buyurduğu gibi Kalp suresinde, hükmü aziz Yaratanımızın sözü

Onların hepsi sevgili nebilerdir

Hiçbir farklılık yokken, ümmetlerdendir onlar

Meleklerden her birinin bir mertebesi var Bilinir ve bir alamet gibi göze görünür


Hepsi üstün olsa da-, bir kısmı daha yakındır Cevamiü’l-kelim onlara aittir

Allah Teâlâ İblis’e şöyle der: ‘Kibirlendin mi, yoksa büyüklerden mi ol­dun.’66' ‘Büyükler’, ulvî ruhların en üst derecesidir. Onlar, isim yönün­den meleklerden sayılmaz. Çünkü ‘melek’ adı, bilhassa elçi olanlar için konulmuş bir addır. Binaenaleyh melekler, elçiler demektir. Melek, ‘meleke’ kelimesinin bozularak türetilmiştir. Bunun kökü olan ‘elûlke’, risalet ve elçilik demektir. Me’luke ise, risalet demektir. Öyleyse risalet, belirli bir cinse tahsis edilmemiştir. Bu nedenle, Allah Teâlâ meleklerine ‘secde ediniz662 dediğinde, İblis de secde emrine muhataptı. Çünkü o da risalette kullanılanlardandır ve öyleyse o da bir elçidir. Allah Teâlâ ona emir vermiş, o ise ‘büyüklenmiş663 ve ‘ben ondan hayırlıyım, onu topraktan beni ateşten yarattın664 demiştir. O halde risalet, bütün saygın ruhları, saygın yazıcıları, insanları ve cinleri kuşatan genel bir cinstir. Her sınıftan gönderilen resuller olduğu gibi (başkasına gönderilmediği halde kendi­ne özgü şeriatı olan) gönderilmeyenler de olabilir.

Meleğin nebiliğine -hemze ile (nebee)ilk tabaka ulaşabilir. Onlar, Arş’ın etrafında dönenlerdir. Bu nedenle onlar, Rablerinin övgüsünü yüceltirler. Meleklerin bir kısmı, Kürsü ve Göklerin melekleridir. Başka bir grup, uruç (yükseliş) melekleridir. Başka biri, yakın göğün sahibi İsmail’dir. Her biri, kendine özgü bir şeriata sahiptir ve özel ibadetiyle ibadet eder. ‘Her birimizin belli bir makamı vardır5665 ayetinin anlamı bu­dur. Böylelikle sınırında durdukları ve aşamadıkları bir sınırları olduğu­nu itiraf ederler ki şeriatın anlamı da budur. Onlara vahiy gelip Allah Teâlâ’nın sözünü duyduklarında, kanariarını çırparlar. Onu taş üstündeki bir yağmur sesi gibi duyarlar. Allah Teâlâ’nın diledilderi, bayılıp düşer, sonra çağ­rılırlar. Bu çağrıyla ayılırlar ve şöyle derler: ‘Nedir o?’ Onlara ‘Rabbiniz’ denilir. Onlar da ‘Hakk, Hakk’ derler. İşte bu, onlar hakkında Allah Teâlâ’nın söylediği ‘Kalplerinden korku gidince nedir o? derler, rabbiniz denilir, onlar da ‘Hakk, O Yüce ve Büyük’tür’ derler666 ayetinde belirtilen durumdur. Bu­rada Allah Teâlâ’nın büyüklüğünü anlatmak için el-Alî ismini söylemişlerdir -Ki bu onların sözüyse böyledir-. Bununla birlikte Allah Teâlâ’nın sözü de olabile­ceği gibi Allah Teâlâ onların sözünü de aktarmış olabilir.

. Yüce melekler, ayıldıklarında (nedir o diye sorduklarında) diğer meleklere ‘Rabbiniz’ diyen ve onlara nida eden meleklerdir (bu sayede bayılanlar ayılmıştır). Onlar, yüce meleklerdir ve bu nedenle el-Alî (Yü­ce) adını zikretmişlerdir. Çünkü her varlık, Rabbini sadece kendinden bilir. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Kim kendini bilirse, Rabbini bilir’ buyurdu. Burada ‘men (kim)’ edatı getirildi, bu, tüm bilenleri içeren belirsizlik ifadesidir. Belirlilik ise Rabb’e bağlandı. Aynı şekilde bu yüce melekler, ayılanlar (nedir o diye) soru sorduklarında, ‘Rabbiniz’ demiş, ‘ilahınız’ dememiştir. Onlar, yüce meleklerdir ve bu nedenle el-Alî ve elKebîr ismini zikretmişlerdir;

Bilmelisin Ki, Allah Teâlâ’nın dışındaki her şeyde, ibadet iki kısma ayrılır: Birincisi zâtî ibadettir. Bu, Allah Teâlâ’nın zâtının Hakk ettiği ibadettir ve ilahi tecelliden meydana gelir. İkincisi emre bağlı olarak gerçekleşen ‘vad’i (konulan)’ ibadettir. Bunun (kaynağı) nebiliktir. Emriyle O’na ibadet eden ve O’nun belirlediği sınırda duran herkes, meleklerin nebileridir. Bunlara örnek olarak, saf saf duranlar, zikredenler, iş yönetenler, öne geçenler, rüzgâr gönderenler, açıp saçanlar, ayıranlar, bölenler -Ki bun­lar yöneten meleklerin kardeşleridir ve mertebeleri birbirine komşudurgibi sınıflardır. Bütün bunlar, nebi meleklerdir. Onlar, Allah Teâlâ’ya Allah Teâlâ’nın nitelediği şekilde ibadet ederek sürekli makamlarında bulunurlar. Birine emir verilirse, onu tebliğ ederler. Bu konu, meleklerin risaleti bahsinde açıklanacaktır. Bu durum, Cebrail’in ‘Rabbinin emriyle ineriz7 sözünde dile getirildi. Onlar, kendilerine özgü isim yönünden Muhammed’in Rabbine amade meleklerdir.

Allah Teâlâ’nın yeryüzünde seyahat eden ve zikir meclisleri arayan melek­leri de vardır. Allah Teâlâ’nın adının zikredildiği bir meclis bulduklarında, bir­birlerini çağırır ve ‘geliniz, aradığınız buradadır’ derler. Onlar, Allah Teâlâ’nın Âdemoğlunun nefeslerinden yarattığı meleklerdir. Bu nedenle zikreden insan, Allah Teâlâ’yı gözetmeli, O’ndan utanmalı, kendisine gelen halin farkına varmalı ve neyin Allah Teâlâ’nın şanına yaraştığını bilmelidir. Bunun yanı sıra, vaaz verirken taşkınlıktan sakınması gerekir. Çünkü melekler, Allah Teâlâ ve seçilmiş kullar hakkında yaraşmayan sözleri duyduklarında acı çekerler. Onlar, (vaizin anlattığı) hikâyeleri bilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Bir kul yalan söylerse, yalanın kötü kokusu nedeniyle melek ondan üç mil uzaklaşır.’ Böylelikle melekler onu terk eder.

Zikreden (ve anlatıcı), böyle meleklerin zikir meclisinde bulundu­ğunu bildiğinde, doğruyu araştırmalıdır. Allah Teâlâ’nın övdüğü ve seçtiği in­sanların sürçmeleri hakkında Yahudilerden alıntılar yapan tarihçilerin sözlerine dalıp bu sözleri Allah Teâlâ’nın kelamının yorumu yaparak ‘müfessir­ler der ki’ dememelidir. Böyle rivayetlerin Allah Teâlâ’nın kelamıyla bağdaştı­rılması uygun değildir. Örnek olarak, Yusuf, Davud, Muhammed (as.) vb. kıssalarının bozuk te’villerle ya da zayıf isnatlarla yorumlanmasını verebiliriz. Bu yorumlar, Allah Teâlâ hakkında kendilerinden aktardığı sözleri söyleyen kimselerdir. Zikreden insan, böyle bir sözü meclisinde söyler­se, melekler onu azarlar, ondan kaçar ve Allah Teâlâ da onu cezalandırır. Dindarlığında zayıflık bulunan insan, peygamberlerin sürçmelerinden söz eden böyle bir insanın ifadesinde işlediği günaha bir izin bularak şöyle der: ‘Nebiler böyle hatalara düşmüş iken, ben de kim oluyorum ki?’ Haşa! Nebiler, Yahudilerin isnat ettikleri davranışlardan münezzeh­tir!

Anlatıcı (ve zâkir), meclisinde oturan (meleklere) saygı göstermeli, şanına yaraştığı şekilde Allah Teâlâ’yı yüceltmeli, cenneti teşvik etmeli, ateşten sakındırmalı, Mahşer’deki ve Allah Teâlâ’nın huzurunda durmadaki tehlikeler­den uyarmalıdır. Bunu meclisindeki tembellere ve ihmalkârlara karşı yapmalıdır. Biz Allah Teâlâ’nın kitabında peygamberlerin geçtiği kısımları on­ları yüceltecek şekilde yorumladık ve bu yorumlar gerçekte Allah Teâlâ’nın ki­tabının açıklamasıdır. Tarih anlatıcılar ise, cahil oldukları için, -Allah Teâlâ’nın kelamının değilYahudilerin nakilcileridir. Binaenaleyh tarih anlatıcısı, (dinleyenlerinde) nebilere saygıyı ve Allah Teâlâ’dan utanma duygusunu yer­leştirmeli; nebiler hakkında anlattıkları ve müfessirlerin -böyle müfessirlerin Allah Teâlâ müstahakkını versinonlardan naklettikleri hikâyelerde Yahudileri taklit etmemelidir. Başka bir şart ise, meclisinde seyahat eden melekleri dikkate almaktır. İşte böyle bir insan başkalarına öğüt verebi­lir. Böyle birinin meclisi dinleyenlere rahmet ve yarar haline gelir.

YUZ elli sekizinci bolum

Risalet ve Sırları

Bakınız! Risalet bir berzahtır Sahibi ise niyete muhtaç değil

Yapısına güçlerini verdiğinde Güçleriyle onu telakki eder

Alim, hikmetli ve adaletli olur Yaratıkların fiillerini yönetir

Onları yönlendirir ve çekip çevirir Yüce mertebelerinin gerektirdiği şekilde

Haklarında söylediğimizi anlayan kimse ;

Aklın verdiği yargıları olumsuzlar

Çünkü seçilmişlik onun şartıdır Eş’arilerin söylediği gibi

Amel ve bilgi resullük şartı değil Arınmış bir nefs de onun şartı değil

Fakat adettir onu görmek Beğenilen hal ve iyilikte!

Bilmelisin Ki, (nebilik ve risalete göre) velilik, daha kuşatıcı ve ge­neldir. Bu yönüyle o, büyük dairedir. Hükümlerinden biri de, Allah Teâlâ’nın dilediği kullarını nebilik göreviyle görevlendirmesidir ki bu da veliliğin hükümlerinden biridir. Bazen Allah Teâlâ kulunu risalet göreviyle görevlendi­rir -ki o da veliliğin hükümlerindendir. Her resulün nebi olması gere­kir. Her nebinin ise velî olması gerekir. Aynı şekilde, her resulün velî olması gerekir. O halde risalet, velilikteki özel bir makamdır. Melekle­rin resullüğü de dünya ve ahirette sabittir. Çünkü onlar, dünya ve ahirette birbirlerine, sınıflarına ve Allah Teâlâ’nın dilediği kullarına gönderdiği elçilerdir. İnsan türünde resullük ise, sadece dünyada olabilir, ahirette hükmü kesilir. Cennet ve cehenneme girildikten sonra da, şeriat getiren nebilik kesilse bile, genel nebilik kesilmez.

Risalet, ilahi isimlerde bir dayanağa sahiptir. Hakikati ise, konu­şandan dinleyene sözü ulaştırmaktır. Öyleyse o bir makam değil haldir. Gerçekleştikten sonra ise sürekliliği yoktur ve o yenilenir. Bu durum ‘Rableritıden onlara her bir yeni (hâdis) söz geldiğinde66'1 ayetinde dile geti­rilir. Onu getirmek, resullüktür. Resulün gönderildiği dinleyicinin duyduğu yeni söz, resulün getirdiği ve risalet diye isimlendirilen söz­dür. Başka bir ifadeyle o, gönderilen kişiye ulaştırılan bilgidir. Bu ne­denle risalet bilgisi, (rüyada) süt (sembolüyle) görünmüştür. (Risaletin türetildiği) Risl kelimesi ise, süt demektir. Fakat risaletin Allah Teâlâ katında bir makamı vardır ki, oradan Allah Teâlâ peygamberleri gönderir. Bu nedenle onun makamının Kürsü’de olduğunu kabul ettik. Burası risalet ve şeriat getiren nebilik makamıdır. Onun üzerinde ise, risalet değil, nebilik var­dır. O halde, resul olmaları balcımından resuller, birbirlerinden üstün değildir. Fakat Allah Teâlâ resullerin ve nebilerin bir kısmını bir kısmından üstün yapmıştır.

Bir topluluk bir yerde ortak ise, ortak oldukları hususta eşittirler. Başka haller nedeniyle ise, bir kısmı diğerlerinden üstün olabilir. Fakat bu üstünlük, ortak konuda değildir. Bazen üstünlüğün gerçekleşmesini sağlayan durum, eşidiğe yol açabilir. Bu, sûfı topluluk içinde Ebu’lKasım b. Kasi ve benzerlerinin görüşüdür. Ona göre, resullerden her biri, bir açıdan (diğerlerinden) üstün iken bir açıdan aşağıdadır. Her bi­ri başkasında bulunmayan bir durum nedeniyle üstün olabilir. Üstün olan ise, diğerinde bulunmayan bir durum nedeniyle üstündür. Böyle­likle daha aşağıdaki resul, kendine özgü yönden ondan üstün olandan daha üstün olabilir.

Bize göre, bazen eşitlik olmaz ve tek birisi hepsinde bulunan bütün özellikleri kendinde toplayabilir. Böylelikle onlardan biri, bir kısmının diğerinden üstün olmasını sağlayan özellikleri kendinde toplayarak -yoksa başka bir nedenle değilhepsinden üstün olabilir. Böyle bir pey­gamber, tek tek bütün peygamberlerden üstündür ve hiç biri (herhangi bir yönden) ondan üstün olamaz. Bu durumda o, bu toplama sahip olarak, (peygamberler) topluluğunun efendisi haline gelir. Dolayısıyla, cinsin tek tek üyelerinde bulunmayan bir özellik kendisine tahsis edil­mez. Bütün cinslerde durum gerçekte böyledir. Resul, nebi, velî, insan, canlı, bitki, maden ve meleklerden her tür içinde bir imam bulunmalı­dır. Daha önce, seçimler bahsinde buna dikkatini çekmiştik.

O halde, risalet makamının yeri Kürsü’dür. Çünkü ilahi kelime, haber ve hükme Kürsü’de bölünür. Velî ve nebilerin (kendilerine) özgü haberleri var iken şeriat getiren resuller (başkalarını da bağlayan) hü­küm ve haber verirler. Sonra hüküm, emir ve yasak diye iki kısma ayrı­lır. Emir, serbest bırakılan-mubah ve teşvik edilen kısım diye ikiye ayrı­lır. Bu kısım, yapmayanın dince kınandığı kısım -ki bu kısım farz ve va­ciptir. Yasaklama da iki kısma ayrılır. Birincisi, yapanın' kınandığı bir işi yasaklamaktır ki bu kısım, haram diye isimlendirilir. İkincisi, yapma­manın övüldüğü bir işten engellemektir. Böyle bir davranışın yapılması kınanmaz ve bu kısım mekruh diye isimlendirilir. Haber de iki kısma ayrılır: Birincisi Hakk’ın bulunduğu durumla, diğeri alemin kendisinde bulunduğu durumla ilgilidir. Hakk’ın durumuyla ilgili haber iki kısma ayrılır: Birincisi bilinir, diğeri bilinmez. Bilinmeyen, O’nun zâtıdır. Bi­linen de iki kısma ayrılır: Birincisi, benzerliğin olumsuzlanması ve iliş­kinin olmayışını gerektirir. Bu kısım, Allah Teâlâ’nın tenzih ve selbî nitelikle­riyle ilgili bilgidir. Örnek olarak ‘O’nun benzeri yoktur’, ‘el-Kuddus’ vb. ifadeleri verebiliriz. İkinci kısım ise, benzerliği gerektirir. Bu kısım ise, fiilî nitelilder ve alemin (varlığını) gerektiren her ilahi isimle ilgili ha­berlerdir. Bütün bu kısımlar, risaletin toplamı olduğu gibi peygamber­ler de bu toplamı getirmiştir.                                                   ,

Allah Teâlâ’nın resul gönderdiği ve risaletin -bir kazanım değililahi bir tahsis olduğu kesin ise, risalet, Hakk’ın el-Mütekellim (Konuşan), yani kelam niteliğiyle nitelendiğini gösterir. Çünkü resul, kendisine ‘söyle’ denilen şeyi bildirendir. Risalet sahibi yanındaki bir bilgiyi veya içinde bulduğu bir bilgiyi tebliğ ediyor olsaydı, resul değil, bir bildirici olabi­lirdi. Her resul bildirendir, fakat her bildiren resul değildir.

Risalet içerdiği bu kısımlar nedeniyle ‘risalet’ diye isimlendirildi. Bunlar olmasaydı, risalet de olmayacaktı. Başka bir anlam kendisine eş­lik etmeksizin, bir durumun tebliği, dinleyen insanda bir sonuç meyda­na getirmez, çünkü onu anlayamaz. İlahi zât da bunun için bilinemez, çünkü onun karşısında (bilinmesini sağlayacak) bir ‘başka’ veya ‘öteki’ yoktur. Ulûhiyct ve rububiyet ise bilinir, çünkü bunların ‘ötekisi’ mc’luh ve merbubdur. İşaret ettiğimiz şeye dikkat edersen, saklı bilgiyi öğrenir. ‘Gönderilenler669, ardışıklık ve çokluğa işaret eder. Birbirini ta­kip edenler ise, peş peşe gelir. Öyleyse risaletin bir kısmı bir kısmını ta­kip eder. Bu nedenle de bölümlere ayrılır. Hidayete ulaştıran. Allah Teâlâ’dır.

YÜZ ELLİ DOKUZUNCU BÖLÜM

Beşerî Risalet Makamı

Resul, beşer için Hakk’ın dili Emreder, yasaklar, bildirir ve anlatır

Zekidir onlar, fakat onları uzaklaştırmaz Sahip oldukları nurdan

Görmez misin onları ‘hurmayı aşılamada?’

Söylendiğine göre, ondan bir zarar var mı? '

Şeriat getirirlerse, fikir kaynaklı değildir                                 -

İnsanlar hakkında helal ve haram hükmü verirken

Dünyada risalet sona ermiştir

Hadiste bildirildiği gibi, bulunduğumuz anda

Dünya ve ahirette hükmü kalktı Onun artık dışta bir izi yok

Yükümlülükler olmasaydı, ayrışmazdı Başkasından vahiy ve teorik akıl nedeniyle

Arıya sürekli vahyedilir Kıyamete kadar, evinde ve ürününde

Risalet, gönderilen ile gönderen arasında aracı olan kevnî bir nite­liktir. Bazen gönderilen şey de ‘risalet’ diye ifade edilebilir. Risalet, resülün hali de olabilir. Bu yönüyle risalet -makam değilbir hal ilişkisidir ve tebliğin kesilmesiyle bilfiil biter. Hükmü ise, tebliğin tamamlanma­sıyla sona erer. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Resul üzerinde tebliğ görevi vardır.’670 Tebliği Peygamber’e zorunlu kılarak şöyle der: ‘Sana Rabbinden indirile­ni tebliğ et. Bunu yapmazsan, risaleti yerine getirmemiş olursun.’671 Burada risalet, peygamberin getirdiği ve bildirdiği şeydir. Kuran-ı Kerim’de geçtiği her yerde risalet bu anlamıyla geçer. Resul, onu güvenilir Ruhu’l-kuds vasıtasıyla alır. Ruhu’l-kuds bazen risaleti Peygamber’in kal­bine indirirken bazen de melek ona bir adam şeklinde görünür. Bu ni­telikten yoksun hiçbir vahiy ‘beşeri risalet’ diye isimlendirilemez. Böyle bir şey, ‘ilham’, ‘nefes’, ‘ilka’, ‘vücud (vecd)’ diye isimlendirilebilir. Risalet ise, söylediğimiz şekilde olabilir. Bu nitelik ise, beşer peygambe­re ait olabilir. Bunun dışındaki türler, nebi ve resul olmayanlara aittir.

Nebi ve resul arasındaki fark şudur: Ruh nebiye zikredilen şeyi ak­tardığında, bu (vahyin içerdiği) hüküm kendisiyle sınırlıdır, başka biri­nin onu takip etmesi yasaktır. İşte bu kişi nebidir. Ona ‘sana indirileni tebliğ et672 denildiğinde, bu yönden ‘resul’ diye isimlendirildiği gibi ge­tirdiği şey de ‘risalet’ adını alır. Bu tebliğ, ya belirli bir gruba -Ki örnek olarak Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in dışındaki diğer nebileri verebilirizya da bü­tün insanlara yöneliktir, ikinci durum, sadece Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem için gerçekleşmiştir, daha önce kimse adına gerçekleşmemiştir. Bir resul (tebliğ ettiği hükümlerin dışında) kendine özgü hükümler alabilir ve bunları başkasına tebliğ etmesi yasaklanabilir. Bu yönüyle o, resul ol­makla birlikte, (aynı zamanda) nebidir. Gönderildiği kimseleri bağla­mayan bir hüküm kendisine tahsis edilmemişse, nebi değil, resuldür. Kast edilen, velîlere ait olmayan şeriat nebiliğidir. Öyleyse kendisiyle il­gili bir hükmün tahsis edilmediği her peygamber, resuldür, nebi değil­dir. Tebliğ göreviyle birlikte, (bazı hükümler özel olarak ona) tahsis edilirse, hem resuldür ve hem nebidir. Bu yönüyle, hiç kuşkusuz, her resul nebi olmadığı gibi her nebi de resul değildir.

Varisler, bir hükmü tebliğ etmeleri emredilen tabilerdir (uyanlar). Örnek olarak, Hz. Ali, Muaz ve Dıhye gibi Peygamber elçilerini verebi­liriz. Tebliğ emri alan Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e kesintisiz bir şekilde ulaşıncaya kadar, nesilden nesle tebliğ göreviyle görevlendirilmiş herkes, resul diye isimlendirilir. Burada kast edilen, kesilmiş olan risalet değildir. Kesilmiş risalet, daha önce de belirttiğimiz gibi, ilahi emrin Ruh vasıtasıyla insan kalbine indirilmesidir. İşte bu, kapısı kapanmış risalettir. Başka bir ifa­deyle bu, kesilmiş risalet ve nebiliktir. Halbuki (başkasını bağlayan hü­küm anlamında) bir şeriat getirmeksizin ilham, ortadan kalkmadığı gibi kabul edilmiş bir hükmün doğruluk ya da yanlışlığını bildiren ilahi bil­dirimler de kesilmemiştir. Kendisini ezberlemiş oldukları halde, Kuran’ın velîlerin kalplerine ‘inmesi’ de kesilmemiştir. Onlar Kur’an-ı ez­berlemiş olsalar bile, kendileri için indirmenin ‘zevkini’ tecrübe ederler. Ebu Yezid’in Kuran’ı ‘istizhar’ edene kadar ölmediği aktarılır. Başka bir ifadeyle onu ‘indirme’ yoluyla almıştır. Bu ise Kuran’ı ezberleyen -yani bu şekilde ezberleyenkimse hakkında Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in söylediği ‘ne­bilik onun iki yanı arasına girmiştir’ hadisinin anlamıdır. Hadiste ‘gö­ğüs’ denilmemiştir. İşte Kuran’ın ‘istizhar’ edilmesinin anlamı budur. Başka bir ifadeyle ezberleyerek almak demektir. Böyle biri için Allah Teâlâ’nın dilediği kullarında devam eden bu iniş tarzı gerçekleşir. Bu durum, ‘Ru­hu emrinden dilediği kullarına ilka eder673 ayetinde dile getirilir. O halde, resuller, müjdeleyen ve korkutan kimselerdir. Varisler ise, -müjdeleyen değilkorkutanlardır. Fakat onlar, müjdelenenlerdir. Velî herhangi bi­rini müjdelerse, o da bu kapsama girer. Üstelik, burada müjdeleme, mudunun tespitidir. Nebilerin müjdelemesi ise, meşru amele bağlıdır. Bu ise, ‘şu ameli yapana cennette şu vardır’ ya da ‘Allah Teâlâ onu şu amel nedeniyle cehennem ateşinden kurtarır’ şeklindedir. Böyle bir müjdele­me resullere ait olabilir, velînin bu bahiste bir payı yoktur. Velîye -amele bağlamadanmüjdeyi belirlemek verilmiştir. Böylelikle, inkâr halindeki kâfir için ‘mududur’ der. İman halindeki mümin için ‘bed­bahttır’ der. Böylelikle velînin sözünü onaylamak üzere, mutluluk ve bedbahdığı gerektiren sebebe göre her biri son nefesini verir. İşte -şeri­at getiren nebilikten değilbildirme nebiüğinden velîler adma (müjde­lemeyle ilgili) kalan kısım bu kadardır.

Resullüğe ait harf, illet Ya’sıdır. İddia ve mucize ona aittir ve sahibi sorumludur. Belirli vakitlerde keşf ona aittir. Bu durum ‘Aceleyle dilini hareket ettirme674 ayetinde dile getirilir. Risalet Kürsü’den inmiş olsa.bi­le, geri döndüğünde Sidre’yi aşamaz. Risalet, manaları indirir ve bu manalar, kulun inşa ettiği suretler olarak Sidre’ye döner. Buradan kula verilen isim, hallak (yaratıcı) ismidir. Risaletin miracı, Burak ve Refref üzerinde gerçekleşir. Fakat gölderden (uruç) eder. Onu indiren ruhların başkanı, peygamberlerin hocası ve bu makamla görevli kimse olan Ceb­rail’dir. Bu makam için bir nesih düşünülemez, sadece şahıslar değişir. Her şahıs, belirli bir süre orada görevlidir. Bu nedenle ve’l-mürselat ayeti geldi. Başka bir ayette ise ‘Elçilerimiz5675 buyruldu. Risalette bir dereceleniş yoktur, iki peygamber arasındaki üstünlük, peygamber olma­ları bakımından değil, başka bir yönden gerçekleşebilir.

Peygamberin gönderildiği kimselere kanıt sunması şart değildir. Aksine risalet, zorlayıcıdır. Bu nedenle, kanıtın varlığıyla birlikte, risaletin ulaştığı herkesin iman ettiğini görmeyiz. Bazı insanlar iman eder. Şayet iman kanıttan kaynaklansaydı, genelleşirdi. Halbuki biz, ka­nıt görmeyenlerde de imanın bulunduğunu görürüz. Bu durum, ima­nın Allah Teâlâ’nın dilediği kullarının kalplerine attığı bir nur olduğunu göste­rir, yoksa iman, kanıttan kaynaklanmaz. Öyleyse iman, müminin kal­binde bulduğu ve kendinden uzaklaştıramadığı zorunlu bir bilgidir. Kanıttan dolayı inanan herhangi bir insanm imanına itimat edilmez. Böyle biri, imanını zedeleyecek kuşkulara maruz kalabilir, çünkü onun imanı -zorunlu değilteoriktir. Burada herkesin bilmediği kapalı bir sır­ra dikkatini çektik.

Resul için (günahtan korunmuşluk anlamında) ‘ismet5 de şart de­ğildir. İsmet, özel anlamda, Allah Teâlâ5tan aktardığı hususlarda şarttır. Pey­gamber, tebliğin muhatabı hakkında kanıtın ortaya çıkabilmesi için, an­laşılacak şekilde getirdiğini açıklamak durumundadır. Başka alanda ma­sum olması, (risalet nedeniyle değil) başka bir yönden gerçekleşir. Bu yön ise, gönderildiği kulların ona uymayla yükümlü olmalarıdır. Bu du­rumda peygambere uymak, ilke haline gelir. Bir hüküm kendine özgüy­se, onu açıklaması gerekir ve bu kaçınılmazdır. Nitekim hibe nikâhı hakkında Peygambere ‘sana özgü olarak5 denildi. Bu makam sahibinin kalbi, teorik düşünceden arınmış olmalıdır ve bu nedenle o rahattır. Çünkü peygamber, sadece kendine vahyedilen şeyi yasa yapmıştır.

Peygamberin arkadaşlarıyla istişare etmesine gelirsek, istişare şeria­tın dışındaki hususlardadır. Risaletin kapsamındaki konularda istişare etmez. Risalet görevine halifelik de eklenirse, bu kez peygamber halife­lik nedeniyle istişare yapabilir. Peygamber Allah Teâlâ5m halifelerinden biri olduğu için ona ‘onlarla işlerinde istişare etK76 denildi. Öyleyse, halifelik ile risalet arasındaki farkı da öğrenmelisin.

YÜZ ALTMIŞINCI BÖLÜM

Meleklerin Resullüğü

Bir gece vakti melekler kalbime indi Kalp dairesinin etrafında döndüler

Lanetlinin ilhanımdan onu korumak üzere

Gayb bilgilerinin kalbime inişini gördüklerinde.                          ,

Allah Teâlâ’nın korumasıdır bu bizim gibilerde Resullerinde ise ‘ismet’ denir ona

Biz ve resuller himaye edilerek korunduk İsimler yakınlık mertebesinden bize hitap ediyordu

iki sınıf dönüşte ayrılır

En yüce müşahede yerinden toprak alemine doğru

Biri risaleti hüküm olarak ortaya koyar Hükümleri ve sınırları Ruhtan ve Rab’den alarak

O, makamını gizlemeyle memurdur Zevk ve meşrepte ona yakın olsa bile

Cömertliğinden varlığı vereni tenzih ederim Onu keşf ve perde için ikiye ayırdı

Fazileti ve inayetin öne geçişini gösterdi Perdenin ardında günahsız olarak durdurdu

Dur, saygılı ol, karıştırıp deme ki:

‘Günahsız olarak perdelendim’, bu da günahtır

Dikkat edin! Ceza sırrı ortaya çıkanadır O uzaklığı ve yakınlığı günahta ve azapta görür

Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Saygın sayfalarda yükseltilmiş ve temiz­lenmiş...’677 Kastedilen, tezkiredir ki risalet demektir. ‘Elçiler eliyle...’678

Elçiler, meleklerin resulleridir. ‘Cömert (melekler).’679 Bunun nedeni, el­çiliklerinde risaletin ulaştırıldığı kimselere yaptıkları cömertliktir. Berere yani, ihsan edicidirler. Onlar, unsurlar aleminde uygulamak istediği hükmü getiren Hakk’ın yaratıklarına dönük elçileridir.

Allah Teâlâ yaratıklarında bir emri uygulamak isterse, bu makama en ya­kın meleğe emirlerini uygulamasını vahyeder. Emirlerin bulunduğu yer, Kürsü’dür. Ardından emri farklı şekillerde kendisine vahyeder, sonra da aldığı emri kendisinden sonra gelene vahyetmesini söyler. O da, ken­dinden sonra gelene emri vahyeder. Emri alan kendinden sonra gelene emri bir sonrakine ulaştırmasını vahyeder. Böylelikle emir yukarıdakinden aşağıdakine bize ulaşana kadar iner. Kelime’nin bölünmesi bu de­mektir. Kelimenin tekliği yönünden ise, bu süreç, zülfa (yakınlık) mer­tebesinden ‘edna (daha da yakın’ makamına, oradan ‘ezha’ (en büyük­lük) makamına, oradan ‘esna’ (en yüce) makamına, oradan ‘Refref-i ebha’ (en parlak refref) makamına, oradan Arş-ı a’lâ (en yüce arş) ma­kamına, oradan Kürsü-i ecla (en açık Kürsü) makamına inişidir. Burada kelime bölünür. Başka bir ifadeyle, Allah Teâlâ’nın dilediği hüküm ve haber ortaya çıkar. Sonra, Sidre’ye iner. Buradan ise, gök gök aşağı inerek, yakın göğe kadar iner.

Yakın göğe indikten sonra, su meleği çağrılır ve risalet ona bırakı­lır. O da risaleti suya bırakır. Sonra ilham melekleri çağrılır -ki onlar kalplerin melekleridir-. Bunlar risaleti alır ve kulların kalplerine ‘ilham­lar’ olarak yerleştirirler. Şeytanlar, meleklerin getirdiği ilhamı tanıyarak onların benzerlerini yaratıkların kalplerine getirirler. Diller, kalplerde bulduğu (manaları) söyler. Bunlar, henüz yaratılmamış bir şey için ‘şöy­le olacaktır’ şeklindeki düşüncelerdir. Henüz olmamış şey de, tesadüfen söylendiği gibi meydana gelir. Bu noktada söyledikten sonra gerçekle­şen şey meleklerin getirdiğinden kaynaklanırken gerçekleşmemiş olan ise şeytanların ilhamından kaynaklanır. Bu durum, alemde söylenti, ifti­ra diye isimlendirilen şeydir. Sıradan insanlar ise, onu ‘yaratılışın öncül­leri’ diye görürler.

Su meleği kendisine vahyedilen emri, suya ilham eder. İnsanların ve cinlerin dışında, sudan içen her canlı bu sırrı bilir. Fakat hayvan, bu sırrın nereden geldiğini ve nasıl gerçekleştiğini bilemez. Ocağa inen be­la, buradan gerçekleşir. İçinde su bulunan kapatılmamış her kaba bu sır girer. Görünen ve belli bir sebep olmaksızın, insanın birinden nefret etmesi ya da birini sevmesi de, bu konuyla ilgilidir. Bu sır, duyma ve görmeyle (öğrenilebilir). Bu konuda rivayeder vardır. Alemin yararları için konulan ve kesinti (fetret) dönemlerinde ve nebilerin bulunmadığı zamanlarda şeriat tarafından getirilmemiş aklî yönetim (siyaset-i hikemiyye) de konuyla ilgilidir. İlham ve ilka melekleri, onları zamanın ve vaktin hakimlerinin kalplerine indirir, onların -sırlarına değildüşün­celerine ilham eder. Hakimler de onları yasa haline getirir ve halkı ve hükümdarları onlara yöneltirler. Onlarda şirkin hiçbir türü bulunmaz. İşte alemin yararlarıyla ilgili meleklerin risaleti budur. Bunlar, Allah Teâlâ’nın -kendi rızasını gözeterekhakkıyla yerine getirenleri övdüğü güzel alış­kanlıklar ve adetlerdir. Bu bağlamda, genel anlamda alenidekileri birbi­rine hizmet ettirerek, meleklerin eliyle gerçekleşen başka risaleder de vardır.

YÜZ ALTMIŞ BİRİNCİ BÖLÜM

Sıddîklık ve Nebilik Arasındaki Makam: Kurbiyet Makamı

Allah Teâlâ adamlarından bir grup inkâr eder bu makamı Bilmediklerini inkâr, onlara yaraşmaz halbuki

O tanıklarının ortaya çıktığı bir makamdır

(Gemiyi) Yaralamada, (çocuğu) öldürmede ve yaptığı diğer işlerde

Onlar düşünselerdi Kuran’ı, görünürdü Gafil oldukları işin gerçeği

Bu makam tahsis edilmiştir Rahman’dan öğrenen kimselere

Ebu Bekir o makamdandır ve ayrıcalığı da budur Hükmümüze baksalardı, kemale ererlerdi

Ebu Bekir ve arkadaşı arasında yoktur -Söylediğimi düşünürsenbir adam

Kanıtlar bu doğruyu gösterir

Amel eden Allah Teâlâ adamlarının keşlerinde

Kurbiyet, ilahi bir nitelik ve bilinmeyen bir makamdır. Peygamber­lerin seçkini,1 kendisine muhtaç iken ve Allah Teâlâ arkadaşı (Hızır) hakkmda adil ve güvenilir diye tanıklık etmiş iken, bu makamı inkâr etmiştir.. Bu makam, Hz. Musa karşısında Hızır’ın makamıydı. Musa’yı yanıltan şey, peygamberlerde yaratılan ve elleriyle getirdikleri Allah Teâlâ’nın şeriatı hakkm­da duydukları gayret idi. Başka bir ifadeyle onlar, bu makamı Allah Teâlâ için inkâr etmişlerdi. Salih kul soru sorarken kendisini uyardıysa da, Hz. Musa birkaç kez tepki gösterdi. Çünkü (şeriat hakkında duyulan) gay­ret, (şer'î hükümle görünüşte çelişen davranışa) itiraz etmede diretti. Çünkü Musa’nm şeriatı, onun için ‘zevk’ iken başkasından (Hızır) gör­düğü ise -doğru bilgi olsa bileona yabancıydı. Zevk daha üstün ve hal daha etkindir. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e ‘De ki, Rabbim bilgimi ar­tır**0 demesi emredildi. ‘Halimi artır’ demek emredilmedi. Peygam­ber’in hali artsaydı, (görünüşte haliyle çelişen durumlar hakkındaki) in­kârı da artardı. Bilgisi arttığında ise, açıklığı, keşfi, genişliği, inşirahı ve farklı tarzlarda tecrübesi artmıştır. Bu farklı tarzlar, satırların arasından, perdelerinden, kapalı noktalarından ve simgesel anlatımlarından ortaya çıkar. Böylelikle darlık ve sıkıntı kalkmış, eksiklikte kemal görülmüştür.

Bu yüce makama uyarıcı ve işaretçi olarak Ulaştığımda Dedim ki:

Ben beni arzulayan nedeniyle arzu duyarım Çünkü bilen için, kemal onunla gerçekleşir

Eksikliği korkarak getirdi

Ayın sonundaki dolunay gibi                                             .

Gördüğünüz dolunay eksilmedi *Fakat o düşünceyi aşan için yine dolunaydır

Aydınlığında onu tam ve kâmil görür Bâtında ve zâhir de en yetkin bir halde

Oluşta gerçek bir eksiklik olmasaydı . Hakk’ın varlığı eksilirdi

Benim ile Hakk’ın varlığı kâmil oldu Eksiklikle birlikte; şiirimin içerdiğine bak!

Firdevs’ten bir ceylan süslenerek geldi Benden dolayı; yaptığı şey Allah Teâlâ’ya gizli değil

Dedim ki ona: Hoş geldin, safa getirdin Gönlüme yerleşmiş olan ve sevginin hayatı          '

Her durumda ona sevgimi veririm Ölüm ve hayatta, kıyamette ve haşirde

Bir gün yolculuk yaptı, güzellikleri parladı Onun Kadir gecesi olduğunu bildirir

Sevgiyle secde ettim ona görünce                                                .

Başkasında bağlanmadığımı anladım

Kendimi arzuladığım için saygıyla tekbir getirdim Zâhirim sırrımı kendine aşık etti

Anladım ki kimi sevdim ise oyum ben Artık uzaklıktan ve ayrılıktan korkmadım

Bağdat benim diyarım, başka bir yerim yok Zor gelirse, çeker giderim Mısır’a

Beş yüz doksan yedi senesinin Muharrem ayında bu makama gir­miştim. O esnada Mağrib’in Ibcisel diye isimlendirilen bir yerde dolaşı­yordum. Sevinçten bayılmıştım. Orada kimseyi bulamadım. Yalnızlık­tan endişelendim. Ebu Yezid’in (Hakk’m mertebesine) horluk ve muh­taçlıkla girişini hatırladım. O yerde kimse yoktu. O yer, benim evimdi ve bu nedenle korkmadım. Çünkü vatan sevgisi, her varlıkta özü gereği bulunurken korku gurbette olabilir. Bu makama yalnız girip o makam­da birisi beni gördüğünde, beni yadırgayacağını anladım. Bunun üzeri­ne, oranın köşe ve gediklerini kovuşturmaya başladım. Kendisini tam­sam bile adını bilmiyordum. Makama tam olarak ulaşsam bile, adını bilmiyordum. Allah Teâlâ’nın o makama tahsis ettiği şeyleri de bilmiyordum. Hakk’ın emirlerinin bana geldiğini görüyordum. Elçileri ise, benimle dostluk yapmak ve benimle oturmak üzere bana iniyordu.

Ben de o halde yalnız kalma korkusundan kurtuldum. Ünsiyet, hemcinsle olabilir. ‘Aennehal’ denilen bir yerde, Allah Teâlâ adamlarından bi­riyle karşılaştım, camisinde ikindi namazı kıldım. Emir Ebu Yahya Vâccuten geldi. Arkadaşımdı, beni görünce sevindi, yanında konakla­mamı istediyse de kabul etmedim. Israr ettim ve kâtibinin yanında ko­nuk oldum. Aramızda bir dosduk vardı. Mutlu olduğum bir makamda yalnızlıktan duyduğum rahatsızlığı kendisine şikâyet ettik. Biz sohbet ederken, birinin gölgesi gözüktü. Yatağımdan ona doğru kalktım. Belki onun yanında rahadarım diye düşündüm. Bana sarıldı. Meğerse o, Ebu Abdurrahman es-Sülemi imiş. Ruhu benim için bedenlenmişti. Allah Teâlâ bana rahmet ederek, onu bana göndermişti. Ona ‘Seni bu makamda görüyorum’ dedi. Şöyle dedi: ‘Orada canım alındı ve öldüm, orada di­riltileceğim. Daima oradayım.’

Ben de çektiğim yalnızlık ve dost bulamayışımdan ona şikâyedendim. Şöyle dedi: ‘Gurbetteki insan korkar. Allah Teâlâ sana inayet ettiğinde, O’na hamd et ve bunun kimden dolayı gerçekleştiğine bak! Arkadaşının Hızır olmasından memnun kalmaz mısın? Allah Teâlâ güvenilirliği hakkında tanıklık etmişken, Musa Hızır’ın halini inkâr etmişti. Halbuki Allah Teâlâ ona kendi halinden başka bir şeyi göstermemişti. Öyleyse Musa kendi halini görmüş ve onu inkâr etmişti. Musa sabretmiş olsaydı, Allah Teâlâ ona bin mesele hazırlamıştı ki bunların hepsi Musa adına gerçekleşip Hızır’da inkâr edeceği şeylerdi.’

Şeyhimiz Ebu’n-Neca -ki Ebu Medyen diye bilinirşöyle der: ‘Hı­zır Musa’nın resuller arasındaki yerini ve üstün konumunu anlayınca, Allah Teâlâ’ya ve peygamberine itaat etmek üzere onun koyduğu yasağa uydu. Çünkü Allah Teâlâ şöyle der: ‘Size peygamber neyi verirse, onu alın, neyi yasak' larsa ondan sakının.’681 Musa ikinci kez ‘Bir daha bir şey sorarsam, benimle arkadaşlık etme682 elemişti. Hızır da ‘baş üstüne’ demişti. Üçüncü soru gerçekleşince, Musa ‘Bana indireceğin iyiliğe muhtacım683 dediği duru­munu unutarak, ihtiyacı var iken sulama karşılığında (kızların babasın­dan) ücret kabul etmemişti. Hızır ise, neye tepki gösterdiğini açıkladık­tan sonra Musa’dan ayrıldı. Sonra ‘Ben bunu kendiliğimden yapmadım4 demişti. Çünkü Hızır, bu esnada Rabbinden bir şeriat ve yönteme göre hareket ediyordu. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemden sonraki durum ise farklıdır. Çün­kü Peygamberler arasında Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem emsalsizdir ve kimse ona denk değildir.

Bunun üzerine ona şöyle dedim: ‘Ebu Abdurrahman! Bu makamı ayırt etmemi sağlayacak bir ad bilmiyorum.’ Bana ‘Bu makam kurbiyet makamıdır, ona ulaş’ dedi. Ben de o makama ulaştım ve büyüle bir ma­kam olduğunu gördüm. İçtihat ehli olan şekilci bilginlerin de onda de­rin izleri vardır. Fakat onlar bunu bilmez. İlahi yardımın onlara bura­dan ulaştığını gördüm. Onlar, kendilerinde zevk gerçekleşmeyip müşa­hede ve keşf vasıtasıyla kimden yardım aldıklarını bilemedikleri için, birbirlerini yanlışlarlar. Halbuki her biri haklıdır. Müçtehitlerin bu du­rumu gibi, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den önceki her nebinin bir şeriat ve yöntemi vardı. Söz konüsu nebilerin şeriadarına inanmak bütün müminlere va­cip iken bizi sadece bize farz kılınanlar bağlar.

Binaenaleyh şeriat bilgini müçtehider, yasa koymada peygamberle­rin varisleridir. Onlarm kanıdan, kendileri için vahiy konumundadır. Hükümlerin değişmesi de (nebilerin) hükümlerinin değişmesine ben­zer. Fakat onlar, keşf sahibi olmadıkları için, resuller gibi değildir. Çünkü resuller birbirlerini destekler. İçtihat yapan keşf sahipleri de böyledir. Keşf ehli olmayanlar ise birbirini suçlar. Arkadaşlığının başın­da Hızır Hz. Musa’ya ‘Benim yaptığımı gördüğün hiçbir şeyi kendili­ğimden yapmadım’ deseydi, Musa ona tepki göstermeyecek ve karşı çıkmayacaktı. Fakat Allah Teâlâ Hz. Musa’yı ‘Beni sabredici bulacaksın, Allah Teâlâ’nın izniyle, emrine asi olmayacağım5 diye söyletmişti. Sabır, çetin bir işe karşı olabilir. Hz. Musa, Muhammedi’nin yaptığı gibi sabrı önceleseydi, sabreder ve itiraz etmezdi. Çünkü Allah Teâlâ Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e öğret­mek üzere onu öncelemiştir.

Allah Teâlâ’nın yaratıklarındaki bilgisinin öğrenmek isteyen kimse eşyada­ki dizilişi de öğrenmelidir. Böylelikle Allah Teâlâ’nın öne aldığını öne alır ve geride bıraktığını geride bırakır. Allah Teâlâ’nın isimlerinden birisi, elMukaddim ve el-Muahhir’dir (öne alan, arda bırakan). Öne aldığını ge­ride bırakmak, mahrumiyete yol açan gizli bir didişmedir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Bir şeyi yapacağım deme, AUah izin verirse demeden.™6 Burada istis­nayı geride bırakmıştır. Hz. Musa ise, onu öne almış, fakat sabredememişti. Geriye bıraksaydı, sabrederdi. Bu ayet, Tevrat’ta İbranice zik­redilmiştir.

Bu Muhammedi dinden (millet-i Muhammediye) olan kardeşle­rim! Allah Teâlâ’nın size açıkladığı ayetlerini iyice öğrenin. Size belirlediği şey­leri aşmayın. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem veda haccında Safa’ya çıkarken şu ayeti okumuştu: ‘Safa ve Merve AUah’m ay etler indendir.™7 Sonra ‘Ben Allah Teâlâ’nın başladığıyla başlarım’ demiştir. Bunu ise bize saygıyı öğretmek üzere yapmıştı. Sa’y ederken Merve ile başlamak caiz olsaydı, bunu söyle­mezdi. Halbuki Peygamber buradaki bağlaç nedeniyle bu konuda Allah Teâlâ’nın başladığını serbest bırakılana tercih etmişti. Çünkü Allah Teâlâ’nın önce zikrettiği şey, O’nun bildiği bir sır nedeniyle önce gelmiştir. Bunu dik­kate almayan kimse, yararından mahrum kalır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Hac uygulamalarını benden öğrenin.’ Safa’yı öne almak, (Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den öğrenilmesi gereken) uygulamalardan birisidir.

Bu hususta bir Yahudi'den garip bir hikâye bana aktarılmıştı. Hi­kâyeyi bana Musa b. Muhammed el-Kurtubî el-Kabbab anlatmıştı. Mekke’de Meşcid-i Haram’ın müezzini olan bu zât, Hazevvere kapısın­da ve Ecyad kapısındaki Menare’de beş yüz doksan dokuz yılında an­latmıştı. Şöyle demişti: ‘Kayravan’da hacca gitmek isteyen bir adam vardı. Denizden mi yoksa karadan mı gideyim diye tereddüt etmektey­di. Bazen deniz yolculuğu yapmak daha uygun geliyordu. Kendi kendi­ne şöyle dedi: ‘Yarın sabah karşılaşacağım ilk kişiyle görüş alış verişinde bulunacağım. Benim adıma neyi tercih ederse, ben de onu uygulayaca­ğım.’ Karşılaştığı ilk kişi bir Yahudi idi. Bunun üzerine üzülmüş, sonra kararlılık göstererek şöyle demiş: ‘VAllah Teâlâi, ona soracağım.’ Şöyle demiş: ‘Ey Yahudi! Bu yolculuğum hakkında seninle görüş alışverişinde bu­lunmak istiyorum. Denizden mi gideyim, yoksa kara yoluyla mı?’ Ya­hudi kendisine şöyle demiş: ‘Subhanallah! Böyle bir soru ancak senin gibi bir müslümana sorulabilir. Kitabınızda size ‘Sizi karada ve denizde yürüten odur’688 denildiğini okumadın mı? Allah Teâlâ sizin için karayı denize öncelemiş. Allah Teâlâ’nın bu konuda bir sırrı olmasaydı -ki o sizin için daha uygundur-, karayı öncelemez ve denizi geride bırakmazdı. Ancak yolcu karadan gitme imkânı bulamazsa durum değişir. Adam şöyle demiş: ‘Onun söylediklerinden şaşırdım ve karadan gitmeye karar verdim.’ Adam şöyle der: ‘VAllah Teâlâi, öyle bir yolculuk daha görmemiştim. Allah Teâlâ o yolculukta bana arzuladığımın çok üzerinde ihsanlar vermişti.’

Ebu Hamid el-Gazzâlî bu makamı inkâr ederek ‘Sıddîldık ve nebi­lik arasında bir makam yoktur’ demiştir. Ona göre ‘sıddîkların boynunu (boyunu) aşan kimse, nebilik makamına düşer. Nebilik ise kapanmış bir kapıdır.’ Ayrıca şöyle derdi: ‘Sıddîkların boynunu aşmayınız.’ Hiç kuş­kusuz, nebiler şeriat getiren kimselerdir ve onlar yaratıklar içinde en üs­tün kullardır. Bununla birlikte, Allah Teâlâ’nın birisine (söz gelişi Hızır’a) di­ğerinde bulunmayan bir bilgi tahsis etmesi mümkündür. Onun bu fark­lılığı, bu bilgi nedeniyle diğerlerinden üstün olduğunu göstermez. Ak­sine Hızır Musa’ya şöyle demişti: ‘Ben Allah Teâlâ’nın bana öğrettiği ve senin bilmediğin bir bilgiye sahibim. Sen de Allah Teâlâ’nın sana öğrettiği ve benim bilmediğim bir bilgiye sahipsin.’ Halbuki ‘ben senden daha üstünüm’ demedi. Aksine Hızır Musa’nın hakkını ve ona layık olan şeyi bilmiş, kendisine arkadaşlık etmesini yasakladığında emrine uymuştur. Bu du­rum, Hızır’ın Musa’nın makamına ve üstün konumuna saygı gösterme­sinden kaynaklanmıştı. Hz. Musa da Hızır kendisinden ayrılırken sus­muş, yasaklama emrini kaldırmamıştı. Çünkü o da, Hızır’ın kendi yasa­ğını dinleyeceğini biliyordu. Bilhassa Hızır şöyle demişti: ‘Yaptığımı kendiliğimden yapmadım.™9 Bunun üzerine Musa Hızır’ın ondan Rabbi­nin emriyle ayrıldığını anlamış, bunun üzerine kendisine karşı çıkma­mıştı. Böylelikle Musa’nın amacı gerçekleştiği gibi Hakkın da ona saygı öğretmesiyle ilgili amacı da gerçekleşmişti. Bu süreçte Musa şunu öğ­renmişti: Allah Teâlâ’nın bazı kulları vardır ki, bunlar, Musa’nın sahip olmadı­ğı bir bilgiye Allah Teâlâ katından sahiptirler. Üstelik bu bilgi, varlıklarla ilgili keşf ilimlerinden idi -ki bu, sülük yapan müriderin hallerindendir. Bir de ilahi mertebeyle ilgili ilimlerden -ki ya muhkem veya müteşabih ola­caktıolsaydı nasıl olurdu?

Bu makamdan Ebu Bekir es-Sıddîk için içinde ağırlık yapan o sır meydana gelmişti. İnceliğiyle birlikte onun gücü ortaya çıkmıştı. Hz. Aişe, hastalığı esnasında Ebu Bekir’in insanlara namaz kıldırmasını em­reden Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e şöyle demişti: ‘O üzüntülü biridir.’ Halbuki Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Ebu Bekir’deki bulunan bir insanların kendisinden ha­berdar olmadığı o sırrı biliyordu. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem vefat etti­ğinde, Ebu Bekir’den başka kendini kaybetmeyen, aklı karışmayan ve durumu olduğundan farklı söylemeyen kimse kalmamıştı. Ebu Bekir’e ise böyle bir hal gelmemişti. Aksine o minbere çıkmış, insanlara hitap etmiş, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in öldüğünü söylemiş ve şöyle demiştir: ‘İçiniz­den Muhammed’e tapan varsa, işte, Muhammed ölmüştür. Kim Allah Teâlâ’ya tapıyorsa, Allah Teâlâ ölümsüzdür.’ Sonra şu ayeti okumuştur: ‘Sen de ölecek­sin, onlar da ölecektir.’690 ‘Muhammed sadece bir peygamberdir.’69' Bu ko­nuşmayla insanlar sakinleşmiştir. Hz. Ömer şöyle der: ‘VAllah Teâlâi, sanki bu ayeti o gün duymuştum.’

İşte bu, ‘Ölüm geldiğinde kimse ağlamasın’ hadisinin doğruluk öl­çütüdür. Ölümden önce ise, ağlamak övülmüştür. Nitekim Ebu Bekir de bir keresinde öyle yapmıştı. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ayağa kalkarak şöyle demiş: ‘Serbest bırakılıp da Allah Teâlâ’ya kavuşmayı tercih eden bir adam hakkında ne dersiniz?’ Bunun üzerine, orada bulunanlar içinden sadece Ebu Bekir ağlamış, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in kendisini kast ettiğini anlamıştı. Sahabe ise, Ebu Bekir’in ağlamasına bir anlam verememişti. O ise on­lardan daha bilgiliydi. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem öldüğünde ise, insanlar ağlamış, Ebu Bekir ise, ‘Ölüm geldiğinde kimse ağlamasın’ hadisine uyarak ağ­lamamıştı. Bütün bunlar, bu makamın Ebu Bekir’e verdiği sırdan kay­naklanır.

Söylenmesi gereken şey şudur: ‘Ebu Bekir ile Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem ara­sında kimse yoktur.’ Yoksa, nebilik ile sıddîklık arasmda makam yoktur denilmemelidir. Çünkü sıddîk, iman yoluyla uyandır. Uyduğu neyi in­kâr ederse, o da onu inkâr eder, neyi onaylarsa o da onaylar. İşte bu, sı­dık olmak bakımından sıddîkın payıdır. Başka bir makam olması yö­nünden ise, sıddîklık hali onun üzerinde hüküm sahibi olmaz. Bunu bilmelisin!

Yüz elli altıncı kısmın sona ermesiyle on dördüncü sifir de sona er­di.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar