[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] YÜZ YİRMİ DÖRDÜNCÜ KISMI
Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın
Adıyla
VASIL
Unsurî Cisimlere
İlişen Cisimlerdeki Doğanın Eklentileri
Unsurî
cisimlere cisimlerdeki doğanın eklentilerinden pek çok şey
ilişir. Bunlardan birisi, unsurun hareket ve durağanlığıdır. Acaba o, feleğin
hareket ve durağanlığından -var sayılırsafarklı mıdır, değil midir? Yoksa onun
durağanlığı sadece -aramızdan şe’nleri kabul edenlerin dile getirdiğigöğün
durağanlığı gibi midir? Feleğin hareketine gelirsek, felek, doğal
cisimlerdendir, çünkü o, kendisi olmayan bir muharrikin (hareket ettirici)
hareketiyle hareket eder. Alemdeki bütün hareketliler ve duranlar, özü gereği
hareketli olmadığı gibi kendisi nedeniyle hareket ettiren ve durduran da
değillerdir. Onu hareket ettiren özü gereği hareket ettiren olmalıdır ya da
hareket ettirmeyi irade eden olması yönüyle hareket ettirmelidir. Hareket
ettiren özü gereği hareket ettiren ise, bu görüşü söyleyen kişi, hareketin
cisimde yaratılmış olduğunu söylemiş olur. Hareket ise, bulunduğu şeyde özü
gereği hareketi sağlar. Öyleyse
i hareket, harekediyi özü gereği hareket ettirir. Durağanlık da
öyledir. Hareket ettiren hareketi irade eden ise, bazen vasıtayla bazen
vasıtasız olarak hareket ettirir. Yani onu hareket ettirmeyi irade edici
olmakla nitelenmeyen bir vasıtadan söz etmekteyiz. Vasıta irade sahibi
olabilir. Veya rüzgarın hareketiyle dalı hareket ettirîneyi verebiliriz. Bu
hareketi zorlamayla meydana getirir. Örnek olarak, elinde bir sopayı sallayan
insanı verebiliriz. Ya da hareketli zatında iradeyle hareket eden biri olabilir.
Örnek olarak, insanm yönlerinde hareket etmesi iradi harekettir. Bize göre,
felek insanm yönlerde hareket etmesi gibi, harekedidir. Çünkü o, akıllıdır,
yükümlüdür ve Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in devesinin emre bağlı olduğunu
söylemesi gibi memurdur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, güneşin doğmak
için Rabbinden izin istediğini söylemiştir. Güneş doğacağında kendisine izin
verilir. Batıdan doğma vakti gelince de, ‘Geldiğin yere dön’ diye emredilir ve
battığı yerden doğar. Bu vakit, artık kişiye imanın fayda vermediği vakittir.
Öyleyse felek, göğünde bulunan ilahi emri vermek için, iradeyle hareket eder.
Söz konusu emir, unsurlarda ve türeyenlerde bir takım şeyleri meydana getirir.
Feleklerin bu hareketleriyle de, zaman ortaya çıkar. Öyleyse zaman, kendini
ortaya çıkartanda hüküm sahibi değil iken aşağısındaki şeylerde hüküm
sahibidir. O halde, zamanın feleklerin hareketinde hükmü yoktur. Çünkü onu
ortaya çıkartan felektir. Feleklerde, göklerde ve ulvi âlemde ortaya çıkan ve
gözüken hadiselerin ise, zamandan başka sebepleri vardır. Feleklerin hareketleri
sıralı ve tıpkı bir değirmenin hareketi gibibir yolda parçaları peş peşe
gelecek şekildedir. Bu harekette hiçbir parça komşusundan ayrılmaz. Unsurlarınla
ise, öyle değildir. Unsurun hareketi, girişiktir ve her bir parça bitişik
olduğu komşudan ayrılmış, bulunduğu mekânından başka mekânları doldurmuştur.
Öte yandan unsurun hareket sebepleri de, feleğin hareket sebeplerinden
farklıdır. Çünkü feleğin hareketi, unsurlara verdiği hareketlenmeden ve
yıldızlarının ışınlarından başkasını bilmez. Bunu ise, Allah Teâlâ’nın
kendilerine verdiği akıl, ruh ve bilgiyle bilirler. Söz konusu hareket, maden,
bitki, canlı, insan, cin veya amelden veya tespih, zikir ve tilavet yapan
nefesten yaratılmış melek gibi türeyenlerin bireylerine tam olarak neyi
verdiklerini bilir. Bunun nedeni, feleğin Allah Teâlâ’nın kendisine bıraktığı
şeyi bilmiş olmasıdır. Bu durum ‘Her göğe emrini vahyetti’274 ayetinde dile getirilir. Keşfi
olmayan insan, bütün bunların feleklerin seyrinden oluştuğunu ve feleklerin
onları meydana getirmek üzere hareketlerinde amade olduklarını zanneder. Bu
durum, var etmek istediği bir sureti var etmek üzere bir sanatçının alet kullanmasına
benzer. Söz gelişi ahşapta veya başka bir şeyde bir suret oluşturmak isteyen
insanı verebiliriz. Araçlar ne için kullanıldıklarını ve kendilerinden neyin
ortaya çıkacağını bilmez. Hâlbuki bu suretler söz konusu araçlarla gerçekleşir.
Vardığımız görüşü iddia eden kişiler de, böyledir. Bizim ve keşif-vecd sahibi Allah
Teâlâ ehlinin vardığı görüşten başka görüşe sapanların görüşü böyledir. Biz ise
şöyle deriz: Marangozun aleti, onu kullananın bildiğinden daha çoğunu
bilebilir, çünkü o da canlı, düşünen, Yaratanını bilen ve O’nun övgüsünü
tespih eden ve yaratılış nedenini bilen biridir. Keşif ehli, böyle düşünür.
Çünkü Allah Teâlâ bir insanın gözünü ve kulağını açınca, yeryüzündeki ağaçlar
ve bitkiler kendisine verebilecekleri yarar ve zararları ona söyler. Nitekim
taşlar, Davud’a şöyle dermiş: ‘Ey Davud! Beni al, ben Calut’u öldürebilirim.’
Başka bir taş ise ‘Beni al, çünkü ben onun askerini kırarım’ dermiş. Her taş
yaratılış nedenini bilir. Davud da taşları alır, durum taşların söylediği gibi
gerçekleşirmiş. Bazı insanlar bu dereceye ulaşamayıp bunu göremeyince, bu
durumu inkâr etmişlerdir. Hâlbuki öyle davranmaları uygun değildir. O halde
âlemdeki bütün hareketliler, neye doğru hareket ettiğini bilir. Bunun
istisnası, insanlar ve cinlerdir. Onlar, bazen neye doğru hareket ettiklerini
bilmez. Hatta Allah Teâlâ’nın dilediği keşif sahiplerinin dışındakiler, bunu
bilmez. Allah Teâlâ göklere ve yere şöyle demiştir: ‘Dileyerek
veya zorla gelin. Onlar da itaat edici olarak geldik demiştir:275 Yeryüzünün gelmesi çağrıldığı işe
doğru intikal ve harekettir. Ve o, itaatkar olarak gelmiştir. Alemdeki her
parça kendisinden neyin istenildiğini bilir. Öyleyse her şey, basirete
sahiptir. İnsan bedeninin parçalarına varana kadar, her şey için bu durum
geçerlidir. insanda ise, düşünce gücünü kullanmaya veya iman nuruyla bakmaya
yönlendirilmiş yükümlü ‘latif (latife-i insaniye) parçası neye doğru hareket
ettiğini bilemez, iman nuruyla baktığında, nur onun gözünde ortaya çıkar ve
kendisi için hayırlı olan şeyleri keşf eder. Unsurun hareketinin girişiklik
veya -bütününe değilparçalarına ilişen durağanlık nedeniyle feleğin
hareketinden farklı olabilir demiştik. Buradan, unsurda hareketin hükmünün
felekteki hükümden farklı olduğunu kesin olarak öğrendik. Herhangi bir unsurun
hareketi, hava veya su gibi iki unsur arasında gerçekleşebilir veya ateş ve
toprak gibi iki unsur arasmda gerçekleşmeyebilir. Bu durumda hava unsurunun hareketinde
bir etki ortaya çıkar. Bu etki, üzerinde veya altında bulunan şeye temasa göre
ortaya çıkar. Su unsurunda da durum böyledir. Ateşin hareketine gelirsek, ona
hava etki edebilir. Toprağın hareketinde ise, su ve hava etki edebilir ve bu
sayede bu unsur ateş unsurundan ayrılır.
Ateş diğer unsurlarda ısınma etkisi
yaptığında, iki durum söz konusudur: ya büyük yıldızın ışınları vasıtasıyla
-ki güneştirısınma gerçekleşir. Güneşin ışınları esire uğrar ve oradan
sıcaklığında niceliksel bir artış kazanır. Ya da ocaktaki ateş vasıtasıyla
ısıtabilir. Kendi dışındaki unsurdan kaynaklanan bu etkilerin sürmesi, söz
konusu unsurdan yardım gelmesine bağlıdır. Aksi halde, etkinin ortaya çıktığı
unsur, ona hakim olur ve kendisini yok eder. Bu da unsurların cisimlerinde
ortaya çıkan oluş ve bozuluş türlerinden biridir.
Sonra bilmelisin ki, hareket ve durağanlıkta
işin gerçeği şudur: Bunlar, doğal ve mekânlı veya -imkân cinsinden isemekânı
kabul eden zatlara ait iki nispettir. Şöyle ki: Mekânı olan bir şey, özü
gereği, var olduğu anda işgal edeceği bir yere sahip olmalıdır. O şey üzerinden
ikinci veya daha fazla bir zaman geçer ve aynı yerde bulunabilir. Bu,
durağanlık denilen durumdur. Ya da, ikinci zamanda başka bir yerde bulunurken,
üçüncü zamanda İkinciden sonraki bir yerdedir. Böylelikle söz konusu şeyin
bulunduğu yerleri doldurması ve onlarda gözükmesi, bir yerden başka bir yere
intikal tarzında gerçekleşir. Bu ise, bir intikal ettirici sayesinde mümkün
olabilir ve intikal, ‘hareket5 diye isimlendirilir. Bununla
birlikte, sadece mekânlı ve mekânın bulunduğunu da biliriz. Onun daha önce
işgal ettiği mekânına bitişik ve komşu başka bir mekânı işgal etmesi imkânsız
değildir. Burada, hareket diye isimlendirilen ve bulunduğu şeyin bir yerden
başka bir yere intikalini zorunlu lalan bir varlık olduğunu iddia edenlerin
kanıt getirmesi gerekir. Öyleyse hareket eden, bir taşıyıcı nedeniyle hareket
etmiştir. Taşıyıcı irade sahibiyse, iradesiyle ya da kendisini bir yerden
başka bir yere taşıyan başka bir taşıyıcıyla hareket ettirmiştir. Öte yandan
bir araya gelme ve ayrılma da, mekânlılar için iki nispettir. O halde bir araya
gelme, iki mekânlının aralarında üçüncünün düşünülemeyeceği şekilde iki mekânda
bulunması iken ayrışma aralarında üçüncü veya daha fazla şeyin
düşünülebilmesidir.
Zaman ve mekân da, doğal cisimlerin
eklentilerindendir. Zaman dışta varlığı olmayan mevhum bir şeydir. Onu
feleklerin hareketleri veya ‘ne zaman?5 sorusu kendilerine
iliştiğinde mekânlıların hareketleri ortaya çıkartır. Öyleyse mekân ve zamanın
dışta varlığı yoktur. Varlık, harekedi ve durağanların zadarına aittir. Mekân
ise, mekânlıların içinde değil, üzerinde yerleştikleri ve karar kıldıkları bir
şeydir, içinde karar kılınan, mekân (yer) değil, hayyız diye isimlendirilir.
Öyleyse mekân, mevcut bir şeyde nispi bir durumdur. Mekânlı onun üzerine
yerleşir veya -içinde değil deüzerindeki intikallerle onu kat eder. Hayyızda
(doğal mekân) bulunanlar komşuluk yoluyla özel bir tarzda bitişik olurlarsa ve
bunlarda bir girişiklik meydana gelmezse, bu, bitişme diye ifade edilir.
İntikaller halden Hakk ve ardışık olarak gerçekleşirse, bu, ardışıklık ve peş
peşe olmadır (tevali). Bu esnada araya zaman girmez. Bir kısmı diğerine girer
de iki bitişik arasına giren onlardan ayrılmazsa, bu, kaynaşmadır (iltiham).
Ondan varlığa giren şey, sonluluk ile nitelenirken girmeyenin ise -sonsuza dek
sürekli olduğu var sayılırsasonsuz olduğu söylenir. Bu intikaller oluş veya
bozuluş şeklinde bir durum meydana getirirse, bir şeyin yokluktan varlığa
intikali oluş (kevn) diye isimlendirilir. Ortaya çıkan oluşun suretinin yok
edilmesi ise, bozulma diye ifade edilir. Bir şey varlıktan yine varlığa intikal
ederse, hareketli diye isimlendirilir. Cisimlere ilişen renk, şekil, hafiflik,
ağırlık, kirlilik, yoğunluk, yumuşaklık, katılık vb. eklentiler ise, farklı
nedenlerden kaynaklanır.
Renklere gelirsek, renkler, iki
kısımdır: Bir kısmı renklinin kendisiyle var olurken bir kısmı göze gözükür,
hâlbuki o, şekillerin farklılaşması ve ışığın cisme verdiği özellik nedeniyle
renklenenin kendisinde yoktur. Çünkü idrak, ışık vasıtasıyla gerçekleşir. Aynı
şekilde şekiller de, renkler gibi, iki duruma döner: ya şekli taşıyana veya onu
idrak edenin duyusuna!
Zikrettiklerimizin dışında cisimlerin
eklentilerine gelirsek, onlar, kendilerine veya bunlarla nitelenen şekillere
-ki onlar doğal cisimlerdirdeğil, idrak edenlere racidir. Bizim görüşümüz
budur. Çünkü hava gibi latif bir şey ışığın suretini tutamaz. Kesif cisim ise,
onu izhar eder. Kesifliğin perdelemediği kimseleri gördük. Kesif şeylerin
sureti, o kişiye göre idrakin nüfuzu bakımından, latifler gibiydi. Söz konusu
şeyler, ancak bu nüfuza sahip olmayan kimse nezdinde kesiftir. Aramızdan bazılarını
duvar perdelemez veya herhangi bir şey kendisine ağır gelmez. Bu nedenle, böyle
niteliklerin kendilerini algılayana dayandığı ortaya çıkar. Cisimlerin
zatlarına ait olsalardı, bu konuda cisimlikte ortaklık gerçekleştiği gibi,
idrakte de eşitlik gerçekleşirdi. Öyleyse eklentilerin hükmü, bize göre,
cisimlerin zatlarına dönmez. Doğa bilimciler ise, bu konuda aralarında görüş
ayrılığı bulunsa bile, bu bilgide bizim yöntemimizi takip etmezler.
Bilmelisin ki, hakikati bir olan bir
şeyden farklı eserler ortaya çıktığında, söz konusu eserler, o şeyden -kendisi
yönüyle değilkabiliyetleri bakımından ortaya çıkar. Buradan hareketle bu konuyu
incelersen, filozofun ‘Bir’den bir çıkar’ sözü geçersizleşir. Bu meselenin
incelediğimiz unsurdaki durumuna gelirsek, ateş, ateş olması bakımından bir
hükme sahiptir. Eserlerinin ise, hükümleri farklı farklıdır. Bazı cisimleri
aydınlatırken bazı cisimleri aydınlatmaz. Hâlbuki onlar da tutuşma ile aydınlanan
cisimlerdir. Hava, ateşe yardımcıdır. Ateş bazı şeyleri birbirine bağlarken
bazı şeyleri eritir, bazı şeyleri siyahlaştırır, ısıtır, yakar pişirir,
donukları eritir. Hâlbuki o, tek bir hakikate sahiptir. Kabiliyetlerin istidadan
ise, kendisinden ortaya çıkan eserlerin hükümdeki farklılıklarını ortaya
çıkartır.
Hakikat bir, hüküm
farklı! '
Bilgi, gözün görmediğini idrak eder.
Bilmelisin ki, eşyanın yalnız başına
bir hükmü olduğu gibi karışım halinde de tek başına birisine olmayan bir
hükümleri daha ortaya çıkar. Gerçekte, iki karışandan hangisinin etkin olduğu
bilinemez. Acaba hüküm, onlardan birisine mi aittir, yoksa etkide bulundukları
şeyde her birinin bir gücü mü vardır? Gerçekleşen şey, inkâr edilemez. Çünkü
biz, daha önce yok iken mürekkebin siyahlığının kara ve mazının karışımdan
çıktığını biliriz. Acaba mazı mı karaya rengini vermiş ve etkin olmuştur? Bu
durumda kara etkilenen olurdu. Böyle olsaydı, mazı daha önce karışmadan ve
karanın suyunun rengini almadan bulunduğu hal üzere kalmış olurdu. Hâlbuki
görülen, bunun aksinedir. Aynı şey, mazı için söylenir. Tek ihtimal olarak,
karışımın hakikati kalmıştır. Karışımın hakikati, onlardan herhangi birisine
ait olmayan, siyahlığı meydana getiren şeydir. Söylediğimiz hususun ilahi
mertebedeki karşılığı, ‘Ey insan ve cinler sizin için
boşaltacağız5276 ayetidir. Allah
Teâlâ, kıyamet günü ayrım ve hüküm vermek üzere gelir, elinde terazi vardır,
alçaltır ve yükseltir. Hâlbuki âlem yoktur. Acaba bu fiilin gerçekleşmesiyle
nitelenebilir mi? Alem ile, zuhur etmeyen şey zuhur etmiştir. Hâlbuki âlem
yoktu ve hüküm eşit değildi. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Allah
Teâlâ vardır, O’nunla birlikte başka bir şey yoktur’ buyurur. ‘O şimdi de
bulunduğu hal üzeredir’ demedi. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, Allah Teâlâ’yı
en iyi bilen yaratık iken bunu nasıl söylerdi ki? O Allah Teâlâ’nın nezdinden ‘0 her gün
bir iştedir’277 ve ‘Sizin
için boşaltacağız’1278 ayetlerini
getirmişti. ‘Rabbin şunu ve bunu tamamlar5, ‘Rabbimiz göğe iner.’
Hâlbuki gök ve âlem yoktu. Acaba Rab, birisine inmekle nitelenir mi? Veya bir
yerden inmekle nitelenebilir mi? Hâlbuki ‘den’ veya ‘nerede’ yoktur. Sonra,
eşyayı var etti ve böylelikle nispetler meydana gelmiştir. O ise, (Arş üstüne)
istiva etmiş, teraziyi almış, yükseltmiş ve alçaltmıştır. Arzularından
kurtulmuş akılların reddedemeyeceği rivayetler, bunları bildirmiştir ve
hepsine inanmak vaciptir. Bunların nasıl olduğu ise bilinemez. Öyleyse Allah
Teâlâ birdir, yaratandır, ahaddır, maciddir, ‘benzeri
yoktur.’279 Nefesin
varlığı ve nefes alıp verende mahreç istidadı bulunmasaydı, harfler ortaya
çıkmazdı. Bir araya gelme olmasaydı, ke-, limeler bir araya gelmezdi. Varlık
birbirine bağlıdır. Sıkıntı ve darlık olmasaydı, Rahman’ın nefesinin anlamı kalmazdı.
Çünkü nefes alıp verme, darlığı gidermek demektir. Öyleyse yokluk, sıkıntının
ta kendisidir. Çünkü yok olan şeyin varlığı, mümkündür. Mümkün yokluk halinde
olabilme imkânını öğrenince, varlığa dönük özlemin sıkıntısını çeker. Bu
varlığı ise, iyilikten payını almak üzere, onun hakikati kendisine verir.
Rahman’ın nefesi ise bu sıkıntıyı ortadan kaldırır ve o şeyi var eder. Bu
nedenle mümkünün sıkıntısını gidermek, yokluğu izale etmek demektir. Allah
Teâlâ’nın dışındaki her varlık, mümkündür ve bu niteliğe sahiptir. Rahman’ın
nefesi, mümkünlerin suretlerine (hakikat) varlık verendir. Nitekim nefes de
harflerin varlığını verir. Âlem, bu nefes yönünden, Allah Teâlâ’nın
kelimeleridir. Nitekim Allah Teâlâ, ‘Meryem’e
attığı kelimesidir’280 demiştir. O, Hz.
İsa’nın kendisiydi. Allah Teâlâ, kelimelerinin tükenmez olduğunu bildirmiştir.
O halde O’nun yaratıkları sürekli var olurken O sürekli yaratandır.
Öte yandan, unsurdan oluşan
cisimlerde suretleri, şekilleri ve mizaçları farklı durumlar görmekteyiz. Bu
farklılık, onları tek bir tanımın ve hakikatin bir araya getirmesini
engellemez. Söz gelişi, tür ve şekillerin farklılığına rağmen, hayvan
bireylerini verebiliriz. Söz gelişi kuşlarda gözüken miktar, şekil ve renk
farklılığı onları kuş olmaktan çıkartmaz. Buradan, bu farklılığın bir şeyin
insan veya kuş olmasından kaynaklanmadığını anladık. Çünkü her bireyde
insanlık, farklılığın ortaya çıkmasıyla değişse bile, tektir. Dolayısıyla
akledilir başka bir hakikatin farklılığın nedeni olması gerekir. Bu farklılığın
sebebini ise, varlığın kendisine bağlı olması nedeniyle, konumuzu teşkil eden
ilahi ilimde aradık. Gördük ki, Allah Teâlâ herhangi bir tecelliyi iki kez
yenilemez. Allah Teâlâ inkâr edileceği bir surette tecelli edebileceği gibi
tanınacağı bir surette de tecelli edebilir. Hâlbuki ilk surette veya ikinci ve
bütün suretlerde tecelli eden, Allah Teâlâ’dır. Böylelikle tecelli edilen suretler,
uluhiyet mertebesinde bir türün bireylerinin suretlerinin değişmesinin
karşılığıdır. Buradan, türün bireylerindeki farklılığının bu ilahi hakikatten
kaynaklandığını anladık. Böylelikle, Haktan bize gösterdiği şeyi öğrendiğimizi
öğrendik. Allah Teâlâ tür olması bakımından bir türe tecelli eder, o şey,
türlüğünü yitirmez. Aynı şekilde Allah Teâlâ, ilahlığında da ilah olmayı sürdürür.
Sonra bu tür için zatının gerektirdiği tarzda farklı suretlerde tecelli eder.
Böylece türün bireylerinde -kendi ölçü ve miktarlarına göresuretler değişir.
Şekil, renk ve miktarlarda şahıs nedeniyle başkalaşan bir türün istidadında -ki
onu ait olduğu türün dışına çıkartmayan durumlardır bunlarbu değişim
olmasaydı, başkalaşmayı kabul etmez ve bir suret üzerinde kalırdı. Kesif, kesif
olmasına rağmen, sanatçının yaptığı farklı suretleri kabul edicidir. Söz gelişi
ahşap, sanatçının kendisinden yaptığı ürünleri ve onun zihnindeki farklı suretleri
kabul edicidir. Latif ise, su ve hava örneğinde olduğu gibi, değişimi daha
hızla kabul eder. Kim daha latif ise, farklılığı kabulde daha hızlıdır. O halde
şunu öğrendin: Latiflik bakımından yücesinden kesiflik bakımından süflisine
kadar âlemdeki suretlerin değişmesi, zuhur ettiği her bir surette Rahman’m
nefesi olmaktan kendisini çıkartmaz. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Sizi yerden
bitiren Allah Teâlâ'tır.™ Yer, birdir. Hâlbuki otun sureti
nerede, ağacınla nerede? Bunların türleri birbirinden farklıdır, insanınla
nerede, hayvanın sureti nerede? Bunların hepsi, unsur kaynaklı olmaları
bakımından, göründükleri suret değişse bile, unsurdan olma özelliğini
yitirmemiştir. Öyleyse tüm âlemin başkalaşması, varlıkta tek hakikat bulunduğu
gerçeğini değiştirmez. Zeyd Amr değildir, hâlbuki her ikisi de, insandır.
Onlar insandır ve başkası değillerdir. Buradan -doğru düşünürsenâlemin İdm
olduğunu ve kendisindeki gerçeği öğrenirsin. ‘Nefislerinizde
ayet vardır görmez misiniz?™2 Kastedilen düşünen nefistir. O,
akleden, düşünen, tahayyül eden, ezberleyen, beslenen, tasvir eden, büyüyen,
beslenen, iten, çeken, hazmeden, tutan, işiten, gören, yiyen, koklayan, dokunan
ve bu durumları algılayan nefistir. Bu güçlerin ve kendilerine verilen
isimlerin farklılığı, düşünen nefse ilave değildir. Aksine o, her suretin
aynıdır. Maden, bitki, hayvan, felelder ve meleklerin suretlerinde de aynı
durumu görürsün. ‘Onların aynı iken, eşyayı izhar edeni tenzih ederim!’
Gözüm O’nun yüzünden başkasına bakmadı
Kulağım O’nun sözünden başkasını duymadı
Her varlıkta O’nun varlığı var Her
şahısçık kendi uykusundadır
Rüyanın tabirine uykumuzda ulaştık
Kim kınarsa, onu kendi kınayışına katsın
Bu konuyla ve su unsuruyla ilgili
başka bir husus, bu ikisinde ortaya çıkan ve güneşin varlığından meydana gelen
ışınların ısıtıcılığıdır. Acaba ilahi bilgide bu ışınların kaynağı nedir? Çünkü
yeryüzündeki toprak ve su kaynaklı cisimlere güneşin ve yıldızların ışınları
temas ettiğinde, bazı cisimler ışınlar nedeniyle ısınırken bazı cisimler
ısınmaz ve soğur. Bununla birlikte ışınlar, tıpkı zemherir gibi, onu
tutuşturur. Havanın üzerinde kalan şeylerde ise, güneş ışınlarının
sıcaklığının etkisi yoktur.
Bilmelisin ki, ilahi yüzün (zat)
yakıcı tecellileri vardır. Perdeler olmasaydı, onlar âlemi yakardı. Bu
perdeler, ya âlemdendir. Hâlbuki tecelliler perdelerin üzerine yayılmasaydı,
onlara perde olmazlardı. Veya tecelliler yakıcılığı gerektirirse, perdeleri de
yakarlardı. Sonra, perdeler ya kesiftir veya latif! Latif iseler, perde
olmazlardı. Hava güneşin yer cisimlerine ulaşmasını engellemez. Bir duvar gibi
vb. kesif iseler, gediksiz ve girişik bir şekilde yapıldığında duvarın güneş
ışınlarıyla ısınacağı açıktır. Sonra, ışığı karanlık perdelemez, çünkü karanlık
ışıktan kaçar ve dolayısıyla onunla bir araya gelmez. Karanlığı var eden
perdenin ardından ona komşu olabilir ve karanlık ışığa bitişir. Öyleyse
karanlık, ışınlara komşudur ve karanlığı meydana getiren şey, ışınların
üzerine yayılmasına elverişlidir. Karanlık, bu yorumla perde haline gelemez.
Karanlığın perde olduğu ise sabittir. Işığın yüzün (zat) ışığına perde
olmasına gelirsek, ışık ışıkla güçlenir, onu perdelemez. Öyleyse yüzün (zat)
tecellilerinin hakikatini ve onların zati deliller olduklarını anla! Zuhur ettiklerinde,
varlık olarak değil, nispet olarak yakarlar. Böylelikle onların varlıkların,
yani (her varlıktaki özel yön anlamındaki) yüzün kendisi oldukları ortaya
çıkmıştır. Bu durumda bilgisizlik kalkar. Bu bilginin ürünü, âlemin zatın aynı
olmadığını (öğrenmektir). Alem sureti üzerinde kalır ve tecelliler onu yok
etmez. Aksine onu ispat eder ve Hakkın yüzünün ne olduğunu açıklar. Öyleyse
perde, manevidir ve nispet yakmıştır.
OTUZ İKİNCİ FASIL
el-Aziz İsmi
O’nun madenleri var etmeye yönelmesi. Ona ait Harf Zı, Menzillerden
ise Sadu’z-zabih’tir.
Bilmelisin ki, zata ‘nitelikler’ diye
isimlendirilen yedi nispet tahsis edilmiştir. Bütün isim ve nitelilder, bu
yediye döner. İsim ve niteliklerin bu yedi niteliğe nasıl döndüğünü
İnşa’ü’l-cedavil adlı eserimizde açıkladığımız gibi bizden önceki kimseler de
onu açıklamıştı. Şu var ki ben, öncekilere el-Mücib isminin eş-Şekûr ismiyle
birlikte kelam niteliğine katılışım ekledim. Bizden öncekiler, eş-Şekûr ismini
el-Mücib ismine katmamışlardı. Gökler yedi tane olduğu gibi gezgenler de
yedidir. Yerler yedidir, günler yedidir. Allah Teâlâ, madenleri yedi gezegenin
büyük felekte bulunan yedi felekte seyrinden ve yüzüşünden yarattı. Onlardan
yedi madeni var etti. el-Aziz ismi onları var etmeye yöneldiğinde, madenler bu
isimden başkasını görmemiştir. Bu nedenle, onların varlığında bir izzet ve
engelleme (özelliği) vardır. Türeyenlerde ve ana unsurlarda hüküm sahibi olan
başkalaşmanın otoritesi, onların direncine karşı koyamamıştır. Başka bir
ifadeyle, diğer türlerde hüküm sahibi olduğu gibi, onları da süratle bir
suretten başkasına dönüştürememiştir. Çünkü başkalaşma diğer türeyenlerde daha
hızlı gerçekleştiği gibi eksilme, artma ve kendilerine bir suret giydirme gibi
fiilleriyle onlardaki otoritesi daha hızlıdır. Madenlerde ise, bu etki süratle
gerçekleşmez. Taşlar, aradan uzun zaman ve dönemlerin geçmesiyle, uzun bir
süreden sonra başkalaşabilir. Bunun nedeni, el-Aziz ilahi isminden kazandıkları
izzettir. Bu isim, ilahi mertebeden onları var etmeye yönelmiştir. Sonra, bıı
işim onları var etmeyle, kendileri için kemal mertebesini talep etti ki, onlar
da izzet özelliğiyle özdeşleşsinler. Dolayısıyla onlara başka bir ilahi isim
etki etmemiştir. Bunun nedeni, o ismin kıskançlığıdır. Çünkü Aziz ismi,
madenlerin kendisine ait olmasını istemiştir. Bilginler, onların varlığını bu
isme izafe edildiğini bilir. Dolayısıyla madenlerin ulaşmak istediği gaye,
kemalin bulunduğu tek surettir ki, o da, altın olmaktır. Yolda iken, ed-Dar ve
kardeşleri olan isimlerden madene bir takım arazlar ilişerek varlıklarını hasta
eder, onları yollarının dışına çıkartır. Böylece uğradıkları o mertebe üzerler
bir ismin (kendine ait mertebeden) olması, mümkün değildir, çünkü ev s a
Onlar, ilahi edep sahibi ve edep öğretmenleridir. Böylece
el-Aziz ismi, bu mertebede madenin cevherini korumak üzere kalmıştır.
Mertebenin sahibi olan isimler ise, onun -cevherin e değil- suretine etki
etmiştir, isimlerin doğalardan ve unsurlar-Türeyenlerde ve unsurlarda ilahi dan
koruyucuları vardır. Onlar, bu eşyada mertebenin sahibinin hükmüne göre -ki o
ilahi isimdirtasarruf eder. Bunlar, maden, onun sıcaklığı, kışın soğukluğu,
yazın sıcaklığı, genel anlamda sıcaklık, yaşlık ve kuruluktur. Bu
zikrettiklerimizden her birinin kendine özgü bir hükmü vardır. Bu hüküm,
türeyenlerde ve unsurların cevherlerinde ortaya çıkar. Böylece seyrekleştirir,
yoğunlaştırır, soğutur, ısıtır, ıslaklık verir, kurutur. Kemal mertebesi ise,
bütün bu hükümlerin eşitlenip birisinin hükmünün diğerinin hükmünü izaleye güç
yetiremeyeceği şekilde dengelendiği yerdir. Cevher etkiden kurtulup suretini
kendisinden çıkarttığında ve kendisini etkiden koruduğunda, kemal mertebesine
ulaşmış demektir. Bu özellik, madenler arasında sadece altına özgüdür. Diğer suretlerde
ise, hastalık ve illeder vardır ve bunlar madenleri kemalden uzaklaştırır.
Böylece cıva, kurşun, demir bakır ve gümüş ortaya çıkar.
Maden toprak unsurundaki yerini terk
ettiğinde, hastalık üzere sürekli illetli kalır. Maden uzmanı bilgin bu durumu
bilip de öyle bir madeni kemal mertebesine ulaştırmak istediğinde, bunu
hastalığı ortadan kaldırmakla yapabilir. Hastalık, ya bir fazlalık veya
eksiklik iken, tıpta tedavi eksikliği gidermek veya fazlalığı azaltmakla
mümkündür. Doktor eksiğe ilave yapan veya fazlayı eksilten kimsedir. Böylece
madenleri tedavi ederken uzman doktor, madeni demire veya bakıra veya herhangi
bir şeye dönüştüren nedeni inceler ve o özellik ile altın olma arasına engel
koyar. Böylece maden menziline ulaşır ve altın sureti kendisinde gözükür. Maden
kemal derecesini elde eder ve izzeti -etkiden kurtulacak şekildegüçlenir, aziz
olur.
Bu doktora feleklerinde yüzen yedi
yıldızın yüzüşü yardım eder. Bunlar Ay, Müşteri, Katip, Zühre, Merih, Güneş ve
Keyvan’dır. Bunlar, güçleriyle ve birbirlerine zamanın değişmesiyle verdikleri
özelliklerle, doktora yardım ederler. Her zamanın hükmü, kendisini takip eden
zamanın hükmünden bir açıdan farklı iken bir açıdan uygun, bütün açılardan ise
farklıdır. Bütün açılardan uygun olması, mümkün değildir. Uygun olsaydı, onun
aynı olurdu ve iki tane olmazlardı. Hâlbuki onlar, iki tanedir. Binaenaleyh her
bakımdan uyum gerçekleşmemiştir. Zamanların tekrarlanmasının ve iki yeninin
peş peşe gelmesinin ise, unsurlarda etkisi olduğu gibi cevherini düzenlemede
ve itidale kavuşturmada çocuğun varlığında da etkisi vardır. Onu düzenleyip
itidale kavuşturması, Hakkın kendisinde terkip etmek istediği bir sureti kabul
eden bir cevhere dönüştürmesidir. Öyleyse suretler farklılaşmıştır. Bu nedenle
bitkiler suret nedeniyle fraklılaştığı gibi hayvanlar da böyledir. Doğal
cevheri bakımından ise, tek bir hakikattir. Bu nedenle, cevheri yönünden bir
tanım onları birleştirir. Suret nedeniyle ise, farklılaşma olmuştur. Baba ve
annede de durum böyledir. Hatta bütün âlemin cevheri, cevher olmak bakımından
bir iken suret ve kendisine ilişen arazlar nedeniyle farklılaşır. Âlem,
birleşen-ayrışan, bir-çoktur. Zat ve isimlerde ilahi mertebenin sureti de
böyledir.
Böylece uzman doktor, hasta cevheri
-ki onu hastalığı kemal yolundan alı koymuştutekrar yoluna çevirir. Bu sayede
onu yönetmesi mümkün olur ve sağlığını koruyabilir. Ayrıca, kemale ulaşma
yolunda, kendisiyle kemal mertebesi arasında engel teşkil edecek ‘başkalaşma’
menzillerinin kalıntılarından da onu korur. Allah Teâlâ, bu cevhere kemale
ulaşma yolunda böyle yapmış, onu hasta ve malul ederek maksadına -kemal
mertebesiulaşmasını engelleyecek kimseleri ona musallat etmiştir. Bunun nedeni,
insan türünün maslahatıdır. Çünkü Allah Teâlâ insanın zorunlu olarak bir takım
araçlara muhtaç olduğunu bilir. Bu araçları elde etmesi ise bu cevherde söz
konusu hastalıkların bulunması ve onun yolundan ayrılmasıyla mümkün olabilir.
Bu nedenle Allah Teâlâ, kendi ehlinden olan güvenilir insanların
dışındakilerden, cevherdeki hastalıkları gidermenin bilgisini gizlemiştir.
Onlar ise, Allah Teâlâ’nın âleme yerleştirdiği hikmeti bulunduğu halde
bırakacağını bilenlerdir. Böylece onlar, altında veya başka madenlerde
bulunmayan yararları nedeniyle, demiri demir olarak bırakırlar. Allah Teâlâ ‘Demiri
indirdik™3 der.
Burada, onu kemal derecesinden indirmeyi kasteder. Bunun nedeni ise, demirdeki
yararlardır. Hastalıktan iyileşseydi, asileşir, yükselir ve bu yararlar
meydana gelmez, varlığın amacı olan insan ancak demirde bulunabilecek yararlardan
mahrum kalırdı. Nitekim Allah Teâlâ onun hakkında ‘büyük
bir güç ve insanlar için menfaat vardır’284
der. Diğer madenlerde de insanlar için yararlar vardır. Onlar ortaya çıkmış ve
insan kendilerini kullanmıştır. Allah Teâlâ’nın insan türüne olan inayetinin
büyüklüğüne bakınız. İnsan ise Allah Teâlâ’dan habersiz, nimetleri karşısında
nankör bir halde intikamına doğru kayar.
Allah Teâlâ bilir ki, insanlık âlemi
içinde güvenilirlikten mahrum bırakılan ve ilahi sırları yayma özelliğiyle
rızıklandırılmış kimseler vardır. Allah Teâlâ’nın ezeli bilgisinde güvenilir
olmayan bu kişinin de ‘madeni tedbir’ bilgisini elde edeceği belirlenmiştir. Allah
Teâlâ onu hemcinslerine karşı hırs duygusuyla rızıklandırmıştır. O, cimrilik
yapar, haset eder ve başkasının kendisi gibi olması istemez. Böylece, sevap
almadan ve Allah Teâlâ’nın rızasını gözetmeden, onunla ameli bırakır. Allah
Teâlâ madenleri çoğaltmış ve bu insan için bir eser meydana getirmemiştir.
İnsanın sadece elde ettiğinde ve elde etme umudu olanlarda etkisi vardır. Bu
kısımda onun tedbiri ve sanatı ortaya çıkar. Böylece akıllılar ve hakimler,
onun Allah Teâlâ’nın kendisine verdiği şeyde güvenilir olmadığını anlar. Çünkü Allah
Teâlâ’nın bu konuda bir izni yoktur. Allah Teâlâ hükümdarlar için o bilgiye dönük
bir arzu yaratır. Güvenilir olmayan biri onlarm nezdinde bulununca, bilgiyi
ondan isterler. Onları reddederse, haset ederek veya öfkeye kapılarak,
kendisini öldürürler. Onlara bu bilgiyi verirse, bu kez kendisinden korkarak
ve kıskanarak, kendisini öldürürler.
Maden uzmanı bilgin, hükümdarlar
karşısında böyle bir durumu olabileceğini anlayınca, bilgiyi hükümdarlara veya
haberi hükümdarlara ulaştıracakları için sıradan insanlara açıklamaz. Böyle
yapmasının nedeni, güvenilir olduğu için değil, canı hakkında korkmasıdır. Bu
nedenle bu sanatı bilen insan, genellikle kendini göstermez. Onda bilgi sahibi
olduğu zannedilen kişi ise, içinden bu konuda bilgisi olmadığını bilir ve
hükümdara yalan iddiada bulunduğunu söyler. Bu sayede öldürülme tehlikesinden
kurtulur ve kendi yönünden ona ulaşacak makam ve malla tatmin olur. Bu sanatı
bilen insan, kesinlikle kendini göstermez ve Allah Teâlâ kendisine emanet
vermiş olsa bile, ilahi gayret gereği onu izhar etmez.
Bu ilahi isimden nefis taşlar var
olur. Örnek olarak zeberced, zümrüt, mercan, inci, yakut ve incileri
verebiliriz. Allah Teâlâ bütün bunları insanın gücüne yerleştirmiştir. Yani o,
kendisinden bunları oluşturmaya kabiliyetlidir. Veliler için bu durum,
harikulade diye isimlendirilir. Bu konulardaki hikâyeler çoktur. Fakat bu
makama terbiye ve tedbir yoluyla ulaşmak, ilahiyat alanında, himmeti ve
doğruluğuyla onu oluşturmaktan daha değerlidir. Çünkü bilgideki üstün şeref,
(bir şey) oluşturmada değil, oluşturmayı bilmededir. Oluşturma, delalet
makamına dayanır. Tedbir ederek kendisinden bir şeyin oluştuğu kimse,
bilgindir. Harikulade sahibinin ise, kendisinden oluşan şeyin sureti ve onun
yakın zamanda oluşumunun niteliği hakkında bilgisi yoktur. Alim ise, bunu
bilir.
OTUZ ÜÇÜNCÜ FASIL
Rezzak İsmi
Bu isim, türeyenlerden bitkiyi var etmeye yönelir. Ona ait
harf Se, menzil Sa’d-ı Bel’dir.
Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah
Rezzak ve zü’l-kuvveti’l-metindir.m5 Başka bir
ayette ise ‘Yaktığınız ateşi gördünüz mü, siz mi ağacını
yarattınız, biz mi? Onu bir öğüt ve meta’ yaptık™6 denilir. Böylece onu bilenler için
öğüt yapmıştır. Rezzak ismi, rızık verenlerin farklılığı nedeniyle, mübalağa
kipinde gelmiştir. Bütün rızıklar, çokluk ve farklılıklarına rağmen, Allah
Teâlâ’dandır, başkasından değildir! Kazıklananların rızıklan kabulleri ise,
birbirinden farklıdır. Öyleyse hayvanın kendisinden gıdalandığı herhangi bir
şey başka bir hayvan için elverişli değildir. Çünkü rızık almadaki amaç
rızıklananın bekasıdır. Canlı ölümüne yol açacak bir şeyi yediğinde, onunla
beslenemez ve o şey onun rızkı değildir. Başka bir şeyin varlığı ise, ona
bağlı olabilir. Bu nedenle Allah Teâlâ, mübalağa kipiyle Rezzak (çok rızık
veren) diye isimlendirilmiş, ayrıca zü’I-kuvve (güç sahibi) diye de
nitelenmiştir. Allah Teâlâ onunla nitelenseydi, za’l-kuvve diye mansup okunması
gerekirdi. Binaenaleyh Allah Teâlâ isminin delaleti bakımından nitelenmesi
doğru değildir, çünkü o, iki zıddı kendinde toplayan isimdir. Öyleyse lafızda
ortaya çıksa bile, kastedilen ondan özel bir isimdir. O ismi, kendisinden sonra
gelen ve bu ismin kendisi için zikredildiği hakikate göre, hal karinesi talep
eder. Rızık talep eden ve rızka muhtaç olan kimse ‘Allah Teâlâ’m! Beni
rızıklandır’ diyebilir. Allah Teâlâ ise, aynı zamanda el-Mani’dir (vermeyen).
Dolayısıyla dua eden insan, hal diliyle Rezzak isminden rızık istemiş, mana
olarak ‘Rezzak beni rızıklandır5 demiştir. Allah Teâlâ’dan duasına
karşılık isteyen kimse, o işe uygun ilahi bir isimle dua eder ve istediği şeyi
olduğu kadar başka Hususları da içeren bir isim ile dua etmez. Ya da,
isimlendirilenin zatına delaleti yönünden bir isimle dua etmez. Bir isme sahip
olduğu anlam yönünden dua edilir. Bu isim, söz konusu anlam için gelmiş ve
diğer isimlerden -lafız yoluyla değilanlamca ayrışmıştır.
Bilmelisin ki, rızıkların bir kısmı,
manevi; bir kısmı maddidir. Kazıklananların bir kısmı makul (aklî), bir kısmı
maddi kimselerdir. Her kesimin rızkı, beka ve nimetinin bağlı olduğu şeydir.
Buna göre rızık, -rızıklanan nimetlenen ise veya canlı isehayatın bağlı olduğu
şeydir. Rızıklar kendilerini toplayana değil, beslenene aittir. Anlatılır ki,
hareketli ve durağan bir araya gelince hareketli şöyle demiş: ‘Rızık hareketle
meydana gelir.’ Durağan ise, rızık hareket ile olduğu gibi durağanlık ile veya
Allah Teâlâ’nın dilediği şekilde gerçekleşir. Allah Teâlâ rızık verme işini
tamamlamıştır.’ Bunun üzerine hareketli şöyle demiş: ‘Ben hareket ediyorum, sen
duruyorsun, görelim kim rızık veriyor?’ Ardından harekete geçmiş. Bir kapı
açılmış ve bir buğday tanesi bulmuş. Sonra şöyle demiş: ‘Allah Teâlâ’ya hamd
olsun ki, arkadaşımı yendim.’ Sevinmiş bir halde arkadaşının yanına girerek,
‘Hareket ettim ve rızık buldum’ der. Ardından taneyi duranın yanma atmış.
Duran taneyi alıp yemiş ve Allah Teâlâ’ya hamd ederek şöyle demiş: ‘Durdum ama
rızkı ben yedim. Rızık getirenin değil, yiyenindir.’ Harekedi şaşırarak
duranın görüşünü kabullenmiş. Hikâyede anlatılan husus, rızkın beslenene ait
olmasıdır.
Rezzak isminden ortaya çıkan ilk
rızık, ilahi isimlerin beslendiği eserlerinin âlemde ortaya çıkmasıdır. Onların
beka ve nimederi, sevinç ve neşeleri buna bağlıdır. Binaenaleyh varlıkta ilk
rızıklanan, ilahi isimlerdir. İsimlerin varlıklara etkisi ise, beslenmelerinin
kendisiyle gerçekleştiği ve bekalarının bağlı olduğu rızıklardır. İşte bu
onların (sûfilerin) ‘Rabliğin bir sırrı vardır ki, ortaya çıksaydı Rablik batıl
olurdu’ demelerinin anlamıdır. Çünkü izafe ve görelilik, iki göreli arasında
varlığın bekasıdır. İki görelinin göreli olmak bakımından bekası ise,
göreliliğe bağlıdır. Öyleyse izafet, görelilerin rızkıdır ve onların gıdası ona
bağlıdır. Göreli iki şeyin bekası ise, birbirine ‘göredir.’ İşte bu Rezzak
isminin ihsan ettiği manevi rızkın bir yönüdür ve o da rızıklananlardan biridir.
Öyleyse Rezzak, verdiği rızıkla ilk beslenendir. Bu durumda ilk rızık verdiği,
kendisidir. Sonra her bir isme uygun rızıkla ilgili diğer isimlerin rızıkları
gelir. Bu durum, Rezzak isminin akledilir ve duyulur âlemdeki etkisidir.
Rezzak ismi, ilahi isimlerin
ardından, ilahi nefese iner. Burada melekî ruhları bulur ve onlara tespih rızkını
verir. Sonra, ilk akıl’a iner, onu ilahi bilgi ve aşağısındaki âlemle ilgili
bilgilerle besler. Böylelikle sürekli her varlığa doğru iner ve ona beka ve
hayatının bağlı olduğu rızkını verir. En sonunda bütün âlemi rızıkla kuşatarak
Rezzak olur. Bitkilere ulaşıp onların muhtaç olduğu rızkı gördüğünde,
beslenmelerinin bağlı olduğu şeyi onlara verir. Bitkinin besininin büyük
kısmının suda bulunduğunu görür. Bunun üzerine bitkiye ve âlemdeki tüm canlılara
su verir ve suyu onların rızkı yapar. Sonra, suyu diğer canlıların da rızkı
yapar. Sonra, bitkiyi hayvanların rızkı yapar. Bitki ve hayvan, hem rızık hem
rızıklanandır. Böylece rızıklanır, ardından başkası kendisiyle rızıklanır. Bu
durumda ise, rızık olur. Bütün beslenen ve kendisiyle beslenilen hayvanlar
böyledir: Her biri, rızık ve rızıklanandır.
Su bütün canlıların rızkıdır, çünkü
o, soğuk ve yaştır. Alem ise, kendinde sıcaklık ve kuruluğun baskın geldiği bir
şeydir. Bunun nedeni, âlemin bir kabzada (avuç) tutulmuş olmasıdır ve bu
özellikten ayrılamaz. Çünkü o, bütün mümkünler üzerinde hüküm sahibi olan
zorunluilahi tuştur. Dolayısıyla ancak böyle olabilirdi. Bir şeyin tutulması ve
kabzı, hiç kuşkusuz, bir kuruluktur. Bu nedenle âleme kuruluk hali egemendir.
Âlem, özü gereği kuruluğun kendisine baskın gelmesi nedeniyle, kendisini
yumuşatacak ve yaş Hakk getirecek bir şeyi arar. Rezzak, kuruluğu yönünden
âlemin yaşlığa muhtaç olduğunu görür. Âlemin soğukluğa muhtaçlığına gelirsek,
âlem, ilahi surete göre yaratılmıştır ve suretine göre yaratıldığı kimsenin
‘salt varlık’ ve ‘dilediğini yapan’ olduğunu görür. Bunun üzerine bu Hakk sahip
olmak ve kabz edilmişlikten çıkmak ister. Böylelikle oluşta herhangi bir
daralma olmaksızın serbesdeşmek arzular. İmkan ise, buna elvermezken ilahi
suret ona bu talebi için güç verir. Sonuçta âlem, amacına ulaşamaz ve
kandırıldığını (hisseder). Bunun üzerine kendini koruma güdüsüne kapılır ve
sıcaklık kendisine baskın gelerek eziyet çeker. Bu durumda ise, yok olmaktan
korkarak, soğukluğu aramaya yönelir. Bu sayede hissettiği sıcaklığın acısını
dinginlemek ve soğukluk vasıtasıyla canını korumak ister. Alemin kabz edilmiş
olmasının kuruluğu, yaşlığı talep eder. Böylelikle bir gıda arayarak, Rezzak
ismine bakar. Gıda onun canlılığını sağlayacak olan soğukluktur ve bu soğukluk
vasıtasıyla sıcaklığa ve onun otoritesine karşılık verir. Bu durumda ise, yaş Hakk
gelir. Yaşlık ile âlem, kuruluğun otoritesine karşılık verir. Böylelikle de
suyu soğuk ve yaş olarak bulur. Allah Teâlâ ‘her şeyi
ondan canlı yaptı.™7 Burada,
kendisine layık olduğu tarzda, her sınıf kastedilir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Her
şeyi sudan canlı yaptık. İnanmazlar mı?5288 Yani bunu tasdik
etmezler mi? Bu hükme iman bitiştirilmiştir, bunun nedeni, akla göre söylenenin
-ki vakıa odurtersinin gerçekleşme ihtimalidir. Şöyle ki: Kendisine hakim olan
şeyden farklı bir şey ona hakim olsaydı, onu yok ederdi. Dolayısıyla onun
hayatı, kendisine hakim olan özelliğin zıddına bağlıdır. Bakınız! Soğukluk ve
yaşlık kendisine hakim olsaydı, âlem yok olur ve hayatı sıcaklık ve kurulukla
mümkün olabilirdi. Bu durumda şöyle denilirdi: ‘Her şeyi ateşten canlı yaptık.’
Yaşlık ve kuruluk kendisine hakim olsaydı hayatı havaya bağlanır ve ‘Her şeyi
havadan canlı yaptık’ denilirdi. Sıcaklık ve yaşlık kendisine baskın gelip
hayatı toprağa bağlı olsaydı, ‘Her şeyi topraktan canlı yaptık’ denilirdi.
Böyle bir şey söz konusu olsaydı, bütün bu taksim ihtimal dahilinde olurdu.
Alemde vakıa, sıcaklık ve kuruluğun kendisine baskın gelmesidir. Bunun nedeni
ise, zikrettiğimiz üzere, ilahi suret ve kabzadır. Bu nedenle, sıcaklığın
otoritesi ve kuruluk, âleme egemen olmuştur. Bu durumda âlem, ancak yaşlık ve
soğuk ile hayatını elde edebilmiştir ki, o da sudur. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘Her
şeyi sudan canlı yaptık, inanmazlar mı’289 buyurdu. ‘Sudan’ ifadesine
bakmazlar mı? Baksalardı, suyun doğasını ve etkisini öğrenirlerdi. Su kime etki
eder, onunla uzaklaştırılan şey nedir? Alemin suyun gerektirdiği şeyin zıddıyla
nitelenmiş olduğunu da öğrenirler ve onun hakkında böyle hüküm verirlerdi.
İlacın doğasını araştıran kimse, hastaya yerleşmiş olan hastalığın doğasına
karşılık gelen şeyi bulur. Rahman ondan bu hastanın bulduğu sıkıntıyı giderir.
Bu da, Rahman’ın nefesindendir. O halde, muhakkike göre, bütün rızıklar bir
ilaçtır. Çünkü bütün âlem, kendisi hakkında yok olmadan korkar. Çünkü varlığı
yokluktan çıkmış ve varlığa aşık olmuştur. Ona göre, kendisine baskın gelip
onu yokluğa katacak bir şey bulunduğunda, bekasını sağlayacak ve hastalığın
hükmünü ya da hastalık korkusunu ortadan kaldıracak şeyi aramaya süratle koşar.
O, kendisiyle hayat bulduğu rızkı ve şifasının bulunduğu ilaçtır. Hangi türde
olursa olsun durum böyledir. Gelişme özelliğindeki her şey, bitkidir.
Gelişmesini sağlayan şey ise, onun rızkıdır.
Sonra, rızık, âleme adaletin
yerleştirilmesi için konulan mizana -ki adalet, şeriat demektirgöre iki türdür:
Birinci tür, haram, ikinci tür helal diye isimlendirilir. Bu, Allah Teâlâ’nın
bildirdiği ‘bakiyesidir (kalan kısım). ‘Allah
Teâlâ’nın bakiyesi sizin için daha hayırlıdır, eğer mümin iseniz’290 denilir. İşte bu, ‘Yeryüzündeki
her şeyi sizin için yarattı’291 ayetinden
müminler adına kalan kısımdır (bakiye), iman, şeriatla gerçekleşir. Bu söz, terazi
ve ölçü sahibinin kıssasında zikredilmiştir. Öyleyse bu, Hakkın bildirmesinden
öğrenilmiş bir bilgidir. Rezzak ise, anahtarın elinde olduğu kimsedir. Öyleyse
Allah Teâlâ’nın rızkı bazı bilginlere göre sayesinde beslenmenin gerçekleştiği
helal ve haram şeylerdir. Çünkü ‘Yeryüzündeki her canlının rızkı Allah
Teâlâ’ya aittir’292 buyurur.
Bu, bir nass değil, bir olgudur. Bir ayette ise ‘Onu bırakın,
Allah Teâlâ’nın arzında yesin’293 buyrulur. Başka bir ayette ise ‘Allah
Teâlâ hesapsız olarak dilediğini rızıklandırır’294 buyrulur.
Allah Teâlâ bizi haramla beslenmekten
men etmiştir. Allah Teâlâ’nın rızkı haramda bulunsaydı, biz ondan men etmezdi.
Öyleyse haram Allah Teâlâ’nın rızkı değildir, fakat bir rızıktır. Allah Teâlâ’nın
rızkı, helal olandır. Helal, Allah Teâlâ’nın bazı rızıkları bize haram
kılmasının ardından bizim adımıza geride bıraktığı kısımdır. Bilmek gerekir
ki, hakikat yönünden hitabın konusu, tasarrufun yasaklandığı şeyin kendisi
değil, yükümlünün fiilidir. Öyleyse hepsi Allah Teâlâ’nın rızkıdır. Yasak ise,
rızkı yiyene konulmuştur, rızka değil! Öyleyse Rezzak, sana ancak senin rızkını
verir ve onun verdiği kınanamaz. Bu nedenle kınama, yenilmesi yasaklanan şeye
değil, yükümlünün fiiline bağlanmıştır. Söz gelişi onun sahibinin onu alması
yasaklanmaz. Haram ise, sahiplenilemez. Bu, şekilci alimler nezdinde hakkında
uzunca görüş belirtilen bir meseledir.
‘Allah Teâlâ’nın
sizi rızıklandırdığı şeylerden helal ve hoş olarak yiyin’29S ayetine
gelirsek, şeriatın zâhiri, ayetteki amilin ‘sizin
rızkınız’296 olduğunu
gösterir. Çünkü burada ‘Allah Teâlâ’nın sizi rızıklandırdığı şeyden’ ifadesindeki
min (den) edatı, kısım değil, açıklama bildirir. Çünkü kısmilik ifade etmesinin
anlamı yoktur. Kısım, aklın kesin hükmüyle, idrak edilen bir şeydir. Doğal
olarak, bütün rızkın yenilmesi imkânsızdır. Burada edat açıklama ifade
ediyorsa, onun konusu ‘yiyiniz’ olmalıdır. Böylelikle Allah Teâlâ’nın rızkının
helal olduğu ortaya çıkar. Bir kimse haram kılınan şeyi yerse, Allah Teâlâ’nın
rızkını yemiş sayılmaz. Düşün ve hayatının kendisine bağlı olduğu şeye bak!
İşte o senin rızkındır ve onda bir yasaklama yoktur. Onun başkasının mülkü
olup olmaması birdir. İşte bu, bu konuyu özedeyen bir işarettir. Bunu talep
eden ise, Rezzak ismidir. Çünkü ‘zorda kalana yasaklama yoktur.’ Bunun
dışındaki ise, hayatının bekası ona bağlı olduğu için, rızık yemez. O nimedenmek
üzere onu yer. Hâlbuki rızık, hayatın bekasını sağlayan şeydir. Şeriat
bilginlerinden herhangi birinin reddedemeyeceği bir ayrıma dikkatini çektik. Allah
Teâlâ ‘Ancak zorda kaldığınız hariç, taşkınlık yapmadan’297 buyurur. İşte bu, bizim konumuzu
teşkil eden rızıktır ve onu Rezzak vermiştir. Allah Teâlâ bizi kendileri rızık
-çünkü Allah Teâlâ bizi yerden bitki olarak bitirmiştirolmayan rızıklananlardan
etsin!
VASIL
Bitkilerin Hareketlerinin Açıklanması
Bitkilerin hareketi üç kısma ayrılır: Bitkilerde baş, hareketleri talep
eden parçadır. Bitkinin başı hangi yöne yönelirse, hareket oraya nispet edilir.
Başka bir yönü talep ederse, bu bir ters hareket olur. Bilginler, yönleri
insanın varlığıyla dikkate alarak doğruluğu onun yaratılışına ve baş yönüne
doğru hareketine dayandırmışlardır. Bu durumda onun hareketini, ‘doğru hareket5
diye isimlendirmişlerdir. Her bitki başının yönüne doğru hareket eder. İnsanın
hareketinin karşısında bitkinin her hareketi baş aşağı hareket diye
isimlendirilir ki, bu, ağaçların hareketidir. Hareket bu ikisinin arasında
bulunursa, hareketli başıyla ufkun karşısında bulunur. Bu hareket, yatay
hareket diye isimlendirilir. Duyuşuz fakat gelişme özelliğindeki bitkilerin
hareketi, baş aşağı harekettir. Cennet ağaçları ise, öyle değildir, çünkü
onların hareketi, hayatiyederinin ortaya çıkması için doğrusal harekettir.
Çünkü cennet diyarı, canlılık yeridir.
Duyusu olan bitikler, iki kısma
ayrılır. Bir kısmı, insan gibi doğrusal harekete sahip iken bir kısmın
hareketi yataydır. Bu ikisinin arasında, ‘vasıtalar’ vardır ve bunlar insanın
başlangıcı ile hayvanın sonu olur. Böyle bir şey, insanın gücüne sahip olmadığı
gibi hayvan hükmüne de sahip değildir. Örnek olara, maymunu verebiliriz.
Bitkiyle hayvan arasında hurma gibi ara bitkiler var iken, maden ile bitki
arasında mercanlar gibi ara mertebeler vardır. Öyleyse bitkilerin hareketi,
baş aşağıdır. Onların bir kısmı muhallak (yaratılışı tam), bir kısmı muhallak
olmayandır (yaratılışı tam olmayan). Birincisi ağaç diye isimlendirilir ve kökleri
üzerinde büyüyen bütün bitkilerdir. Muhallak olmayan ise, otlardır. Bu kısım,
kökü olmayan, aksine doğan ve yeryüzünde gözüken bütün bitkilerdir. Bu durum, ‘ağaçlar
ve necm secde eder,2n ayetinde dile getirilir. Başka bir
ifadeyle, kökü olan ve olmayan bitkiler secde eder. Bitkilerde yaratılışın
tamlığı, kök üzerinde var olmaktır. Bu nedenle, ‘necm’ bitkisi tam yaratılmış
sayılmaz. Aynı şey, insanın yaratılışı hakkında geçerlidir. ‘Sonra
mudğadari>299 ayetinde
zikredilir. Hepsi ise ‘Her şeye yaratılışın verdi’300 ayetine girer. Öyleyse Allah Teâlâ
‘muhallak olana’ yaratılışını verdiği gibi böyle olmayana da yaratılışını
vermiştir. Eksikliğin kendisinde bulunması da, varlığın kemalinin bir yönüdür.
Bilginler bitkilerin hareketinin
söylediğimiz şekilde baş aşağı olduğuna hükmederken, araştırmaya hakkını
vermemişlerdir. Aksine bitkinin hareketi, bize göre doğrusaldır. Çünkü o,
ancak yetişmek üzere hareket eder. Hayvan veya insan, bu hareketi ancak bitki
olması bakımından yapar. Bitkilerin hareketinin bitki olmak bakımından farklı
olduğu söylenemez. Onların hareketleri, gelişmeden başka amaç taşıdığında
farklı olabilir. Örnek olarak, yönlerdeki hareketleri verebiliriz. Çünkü
harekedinin yönlerdeki hareketi, hareket ettiricinin söz konusu cismi hareketlendirme
iradesine bağlıdır. Bazen hareket ettiren, iradî hareketteki gibi,
hareketlinin kendisidir. Bazen hareketlideki hareket, başka bir harekediden
kaynaklanabilir. O, başka hareketlinin de başka bir hareket ettireni vardır. Bu
sayede, bu hareketlerden ortaya çıktığında, kaşıdı hareket edene veya hareket
ettiriciye ulaşılır.
Cisimlerde artış için olan harekete
gelirsek, bu, hayvan veya başka bir şeyde cismin bitki olması yönüyle
gerçekleşir. Bu hareket, tek bir harekettir ve o tohumun kökünden kaynaklanır.
Cisim gelişme hareketiyle ondan çıkar ve bütün yönlerde o yönlere verilen
yardıma göre genleşir. Bazen hareketi sağa doğru olabilir. Bu hareket, yukarıya
doğru harekete göre daha az gelişme ortaya çıkartır. Diğer yönler de böyledir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem yaratılışın kuyruk sokumu kemiğine bağlı olacağını
belirtmiştir. Ayağı, topuğu, baldırı ve oturak yerini ortaya çıkartan hareket,
baş aşağı harekettir. Kuyruk sokumundan başa kadar ortaya çıkan kısım ise,
doğrusal hareketten meydana gelir. Sağa, sola, arkaya ve öne doğru genişlemek,
yatay hareketten meydana gelir. Bütün bunlar, doğrusal hareketlerdir. Baş
aşağı hareket, bize göre, hareketlide doğasının gereğine aykırı olarak meydana
gelen her harekettir. Bu ise, doğal harekette değil, zorlamak harekette
gerçekleşir. Kendisinden daha büyük olana doğru bir cismin hareketi, onun doğal
ve doğrusal hareketidir. Örnek olarak, alevin esire doğru, taşın yere doğru
hareketini verebiliriz. Ateşin yere ve aşağı doğru hareketi veya taşın yukarı
doğru hareketi, baş aşağı ve zorlamalı harekettir.
Büyüme cismin -büyüme bakımındankabul
edemeyeceği bir dereceye ulaştığı halde cisim yine de (büyüme) yönüne doğru
harekete geçerse, onun hareketi büyüme ve gelişme hareketi sayılmaz. Örnek olarak,
boyu tam zirvesine ulaşan bir cismi verebiliriz. Artık onun o yönde gelişme
hareketi kalmamıştır. Böyle bir cisim uzamaya doğru hareket ederse, bütünüyle
hareket eder ve bunun amacı uzamak değildir. Aksine kendi mekânından, aşağı
veya yukarı doğru olan, uzunluk mekânına intikal eder.
Bitkilerin hareketinin baş aşağı
hareket olmadığı hakkındaki açıklamalarımıza dikkat ediniz! Tohumların
(dalları) yukarı doğru uzarken, (kökleri) aşağı doğru uzar. Onların beslenmesi,
yerin altında bulunan ve kökler diye isimlendirilen kısımlarının gıdayı alması
değildir. Bitkiler gıdayı bu dalların kendisinden ortaya çıktığı tohumdan
alırlar. Bu nedenle alttaki dalların bir kısmında kuruluk meydana gelir.
Nitekim yaprak ve meyve taşıyan ortaya çıkan dallarda da aynı şey gerçekleşir.
Bununla birlikte, kalan kökler ve dallarda hayat devam eder. Aynı şekilde, kan
ciğerden damarlara oradan -yukarı veya aşağıdiğer organlara yayılır.
Manevi ve duyusal hareketlerde
söylenmesi gereken şey, onların üç hareket olmasıdır. Birincisi, ortadan
harekettir ve bu hareket, doğal cisimlerin kendisinden meydana geldiği kökten
ortaya çıkan şeyi verir, ikinci hareket ise, ortaya doğru harekettir. Bu ise,
ilahi yardımdır. Üçüncüsü ise, ortadaki harekettir. Bu ise, kökün varlığını
sayesinde ayakta kaldığı şeydir. Her bitki, bir ilaç ve hastalıktır. Başka bir
ifadeyle, bedensel mizaçların ve istidadarın kabulüne göre, her bitkide bir
yarar ve zarar vardır. Bazı mizaçlar için zararlı olan şey, başka bir mizaca
fayda verenin ta kendisidir. Bu özellik bitkinin kendisine ait olsaydı, onun
hükmü değişmezdi. Bu özellik, kabul edene aittir. Kabul eden de, tıpkı kabul
ettiği gibi, bir bitkidir. Öyleyse bitkinin zararı ve faydası, kendiliğinde
‘bitki’ olması yönünden gerçekleşir. Şahısları çok ve bu nedenle birbirinden
farklılaşsa bile durum böyledir.
Burada, âlemdeki şahısların
varlıklarına ve birbirlerine etkilerine dikkat çektik. Varlık tanım bakımından
bir, geçici suretleri bakımından çoktur. Pek çok yerde, zuhur eden âlemin kim
olduğunu, cevherinin başkalaşmadığını, bu tek şeydeki başkalaşmanın kimin adma
ortaya çıktığını belirttik. Bu durum, görenin yapısının değişmesiyle veya
bazen aynaya yansıyan şeylerdeki değişmesiyle, aynalardaki görüntülerin değişmesine
benzer. Ayna, görenin gözüne bu durumun (suretlerdeki değişmenin) gözüktüğü
yerdir. Öyleyse Amâ -ki ilahi nefestirbütün bu suretleri kabul edendir. Bunu
bilmelisin! ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru
yola ulaştırır.’301
OTUZ DÖRDÜNCÜ FASIL
Müzil İsmi
Bu isim, hayvanı yaratmaya yönelmiştir. Ona ait harf, Zel,
menzili se Sa’du’s-suûd’dur.
Allah Teâlâ şöyle der: ‘Hayvanları onlar için zelil kıldık, bir kısmına binerler,
bir kısmını yerler.’302 Başka bir ayette ise ‘Göklerde ve yerdeki her şeyi size amade kıldı’303 buyurur. Hayvan, bu kısma girer. Bu, âlemde Müzil isminin
boyun eğdirme şeklindeki hükmüdür. Bir şeyin amade kılındığı kimselerin bir
kısmını da Allah Teâlâ, yine el-Müzil ismiyle başkalarına amade kılmıştır.
Çünkü hepsinin aslı, topraktır ve toprak ise, Allah Teâlâ tarafından zelil
yaratılmıştır. Asıl bakımından ise, toprak yüce ve azizdir. Alem bize amade
kalınmış olmakla birlikte, onun bir kısmının bir kısınma amade kılınmasının nedeni budur. Bize amade kılınması
ise, bir kısmımızın diğerlerinden amade kılınanın kendisine muhtaç olduğu
derece bakımından üstün olmasından kaynaklanır. Allah Teâlâ şöyle der: Bir kısmını diğerlerinden üstün yaptık ki, hizmetçi edinsinler.’304
Allah Teâlâ seni bir ruh ile
desteklesin, bilmelisin ki, ben bu ilahi nefesteki varlıklar hakkında, bilhassa
onlarla ilgili olarak zikrettiğim ilahi ismin hükmü yönünden konuşmaktayım. Bu
ismin özellikle bu varlık karşısındaki etkisinin bir kısmını belirtiyorum.
Bilmelisin ki; amade kılmak, bazen bir şeyi zelilleştirme olabilirken bazen
kendisine amade kılınan kimsenin muhtaç olduğu bir şeyi gerçekleştirmek
olabilir, iki amade kılma tarzı arasındaki farkı, amade kılınan şey ile
kendisine amade kılınanın hakikati ortaya çıkartır. Bu bağlamda kul -ki
insandır-, söz gelişi, atına ve bineğine amade kalınmıştır. Atının ve bineğinin
beslenmesiyle, sulanmasıyla ve hallerini gözetmeyle ilgilenir. Onlar ise, boyun
eğme yoluyla, yüklerini taşımak, binilmek ve diğer maslahadarında kullanılmak
üzere ‘boyun eğmek’ yoluyla insana amade kılınmışlardır, insan türü içinde derecelerin
yükseltilmesi de, böyledir. Bir dereceyle insanlar birbirine amade kılınır. Söz
gelişi hükümdarlık, halkı kendi iradesine boyun eğdirmeyi gerektirir. Bunu ise,
kişisel maslahatını karşılamak üzere -ki buna gerek duyaronları boyun
eğdirmekle yapar. Halkın ve yönetilenlerin derecesi de, kendilerini koruma,
sıkıntıyı uzaklaştırma, düşmanlarıyla savaşma, aralarında gerçekleşen
hasımlaşmalarda ve Hakk arayışlarında hüküm vermek üzere, hükümdarı boyun
eğdirirler. Bu ise, zelil yapma değil, kıyam (başa geçirme) amadeliğidir. Bunu
ise, halk veya hükümdar olma derecesi meydana getirir. İlahi isimlerden
elMüzil, her iki tarafta da hüküm sahibidir.
Bu konuda keşif, garip bir durumu
bildirir. Kuran onu söylemiş, müşahede tanık olmuştur. Allah Teâlâ şöyle der: ‘0 göklerde ve yerde Allah Teâlâ’dır.’305 Başka bir ayette ise ‘Size
göklerde ve yerdeki her şeyi amade kıldı’306 buyurur. Lokman oğluna ‘Miskal
tanesi hardal çölde veya yeryüzünde veya göklerde olsa, Allah Teâlâ onu
getirir’307 der. Çünkü
Allah Teâlâ, yerdedir, göktedir ve çöldedir. Allah Teâlâ, her nerede isek,
bizimle beraberdir. Yaratan yarattığından ayrılmaz. Zelil eden, zelil etmekten
ayrılmaz. Ayrılmış olsaydı, nitelik de kendisinden ayrılmış, bu isim ortadan
kalkmış olurdu. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Cinleri ve insanları
bana ibadet etsinler diye yarattım.’301 Yani, bana karşı zelil olsun ve boyun
eğsinler diye yarattım. Onlar, benim üstünlüğümü ve izzetimi bilmedikçe,
karşımda zelil olamazlar. Allah Teâlâ onları el-Müzil ismiyle yarattı, çünkü
onları kendisine ibadet etsinler diye yaram. Allah Teâlâ kendisini yaptığı her
iş karşılığında bütün nefisler üzerinde ‘kaim olan’ kayyum diye nitelemiş ve
şöyle buyurmuştur: ‘Onları korumak kendisine ağır gelmez’309 Allah Teâlâ, göklerde ve yerdeki her
şeyi korumakla kendisini nitelemiştir. Binaenaleyh bir dereceyle Allah Teâlâ
âlemin talep ettiği varlığının korunmasının yerine getirirken, bir dereceyle
âlem, Allah Teâlâ için korunmuş olur.
O halde şunu öğrenmiş olmalısın:
Efendi bir dereceyle kulu boyun eğdirirken köle de haliyle efendisini boyun
eğdirir. Efendi, bunu kölenin zorlaması veya boyun eğdirmesiyle
değilefendiliğinin sürmesi için yapar. Öyleyse köle efendiyi ancak onun hazzı
için ‘amade kılar.’ Bakınız! Kölesini sattığında veya kölesi ölünce, efendi,
‘efendi’ adını yitirir.
Bu ismin hükmünün ne kadar garip
olduğuna bakınız! O, iradenin hükmü ortaya çıksın diye, canlıya tahsis
edilmiştir. Ayrıca o iradeye sahip olduğu için, direnmeye de istidadıdır.
Müzil ismi kendisine yöneldiğinde, onun hükmü, iradesi ve kudreti olmayanın
hükmü altına girmektir. Bunun nedeni, bu iki niteliğin bulundukları kimseye
verdikleri izzettir. Allah Teâlâ dilediği kimseye yoksulluk, muhtaçlık ve
ihtiyaç özelliği verir. Böyle biri, zelil olan (kul) karşısmda zelildir. Görür
ki, muhtaç olduğu şey, o zelildedir. Allah Teâlâ, bütün varlığı bu ilişkiye
bağlamıştır ve âlemin nizamı bu sayede gerçekleşir. Müzil ismi kadar âleme
genel anlamda nizam kazandıran ve ilahi mertebede aynı hükme sahip başka bir
isim ilahi isimler arasında yoktur.
Bu ismin hükmü, dünya ve ahirette
süreklidir. Allah Teâlâ bir ârifi bu müşahede mertebesine yerleştirir ve bu
isimden kendisine tecelli ederse, Allah Teâlâ’nın kulları arasında ondan daha
mudusu olmaz. Keşif yoluyla Allah Teâlâ’nın sırlarım ondan daha iyi bilen
yoktur.
Bu bölümde
ilahi ve kevni amadelik hakkında bu kadar ima yeterlidir. Bu bilgi efendiyi
köleye, köleyi efendiye katar. ‘Allah Teâlâ doğru söyler ve doğru yola
ulaştırır:110 .
OTUZ BEŞİNCİ FASIL
el-Kavi İsmi
Bu isim, Melekleri yaratmaya yönelmiştir. Ona ait harf Fe,
takdir edilmiş menzil ise Sa’du’l-ahbiye’dir.
Allah Teâlâ şöyle der: ‘O’nun
üzerinde şiddetli ve güçlü melekler vardır.’311 Melekler hakkında ‘ise emredileni
yaparlar’312 buyurur.
Başka bir ayette ise, ‘Allah Teâlâ kişiyi gücü ölçüsünde
yükümlü tutar’313 buyrulur.
Aksi halde onu yapamazdı. Emir, yükümlülük demektir ve böylece meleklerde güç,
elKavi isminin yardımıyla ortaya çıkmıştır. Bu isim, kuvvetiyle onlara yardım
eder.
Yaratılmış âlemde kadından daha
güçlüsü yoktur. Bunun nedenini, sadece âlemin niçin yaratılmış olduğunu, Hakkın
âlemi hangi hareket ile var ettiğini ve onun iki öncülden meydana gelmesini
bilen anlayabilir. Çünkü âlem bir neticedir. (Neticeyi elde etmek üzere) Nikah
ilişkisi bir taleptir ve talep eden muhtaç, talebin konusu ise amaçlanan
şeydir. Talep edilen şey, izzet sahibidir ve şehvet kendisine baskındır, çünkü
ona ihtiyaç vardır. Kadının yaratıklar içindeki yerini belirtmiş, ilahi
mertebede ona neyin benzediğini ve gücünün niçin ortaya çıktığını açıklamıştık.
Allah Teâlâ kadına tahsis ettiği güce Hz. Aişe ve Hz. Hafsa hakkında söylediği
‘Ona karşı dayanışmaya girerlerse’314 ayetinde dile getirmiştir. Bunun
anlamı, peygambere karşı yardımlaşırlarsa demektir. ‘Allah
Teâlâ onun efendisidir.’315 Yani yardımcısıdır.
‘Ve Cebrail, salih müminler ve melekler ona yardım eder.’316 Bütün bunlar, iki kadına karşı
koymak için zikredilmiştir. Burada Allah Teâlâ, şiddet ve güç sahibi kimseleri
zikretmiştir. Çünkü salih müminler, himmet gücüyle etkindir ve bu en güçlü
etkidir. Bunu anladıysan, hiç kuşkusuz, seni yola sevk ettik. Allah Teâlâ,
kendisini zikrettikten sonra, melekleri, Cebrail’i ve salih müminleri yardımcılar
konumuna yerleştirmiştir. Hâlbuki Allah Teâlâ’dan başka güç sahibi yoktur. Bu
durum el-Kavi isminin meleklere bakışının, diğer yaratıklara göre onlarda daha
çok gücün bulunmasını sağladığını gösterir. Çünkü Allah Teâlâ onları bu isimden
yaratmıştır. Kime karşı yardım istenirse, yardım istenilen hususta yardım
isteyenden güçlüdür. Allah Teâlâ’nın kadınların nefeslerinden yarattığı her
melek, meleklerin en güçlüleridir, çünkü o, daha güçlünün nefesinden
yaratılmıştır. Öyleyse Kavi ismi, kadınların nefeslerinden yaratılmış meleklere
diğer meleklerden daha çok güç vermiştir.
Meleklere güç tahsis edilmiştir,
çünkü onlar, nurdur ve nurdan daha güçlüsü yoktur. Çünkü zuhur ona ait olduğu
gibi zuhur onunla gerçekleşir. Her şey zuhura muhtaçtır! Zuhur ise, ancak yüce
ve aşağı âlemde nur vasıtasıyla gerçekleşir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah
Teâlâ göklerin ve yerin nurudur.’317 Bir rivayette ise, Allah Teâlâ’nın
peygamberi kendisine ‘Rabbini gördün mü?’ diye sorulunca, şöyle demiştir:
‘Nurdur, nasıl göreyim?’ Başka bir hadiste ise, ‘Zatının tecellileri gözün
idrak ettiği her şeyi yakardı’ denilir. Tecelliler, nurlardır. Öyleyse onlar,
eşyayı izhar eden ve onları gizleyen şeylerdir. Işığın gölgesi yoktur ve âlem
ise bir gölge, Hakk ise nurdur. Bu nedenle âlem tecelli esnasında silinir,
çünkü tecelli nurdur. Nefsi görmek ise, bir gölgedir. Tecelliye mazhar olan
kimse, Allah Teâlâ’yı görürken kendini görmez. Perde çektiğinde ise, gölge
ortaya çıkar ve şahit ile haz alınır.
Bu bölümde kıymetli bir bilgi vardır.
Aktarılması veya sırrının açıklanması mümkün değildir. Onu bilen, âlemin nasıl
ortaya çıktığını bilir. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru
yola ulaştırır.,31S
OTUZ ALTINCI FASIL
el-Latif İsmi
Bu isim, Cinleri yaratmaya yönelmiştir. Ona ait harf Be,
menzillerden ona ait menzil ise Dâlî’nin ön kısmıdır.
Allah Teâlâ cinler hakkında şöyle
der: ‘O ve kabilesi
sizi görür, sizin olan görmediğiniz yönden.’319 Allah Teâlâ, onları latiflik ile
nitelemiştir. Allah Teâlâ, cinleri karışık ateşten yaratmıştır ki, merc (maric)
karışım demektir. Öyleyse cinler, bileşik bir ateşten meydana gelmiştir. Bu
ateşte ise, yaş maddeler de vardır. Bu nedenle onun alevi ortaya çıkar ki, bu,
havanın tutuşmasıdır. Öyleyse o, sıcak ve yaştır.
Şeytanlar, cinlerin bir kısmıdır.
Onlar, Allah Teâlâ’nın rahmetinden uzaklaştırılmış bedbahtlardır. Mutlular
ise, cin adını korur. Onlar, melekler ile insan, yani beşer arasında yaratılmış
kimselerdir. Cin unsurdan yaratılmış ve bu nedenle büyüklenmiştir. Unsurun
hükmü bulunmaksızın, sırf doğal olsaydı, büyüklenmez ve melekler gibi kalırdı.
O, yaratılışı yönüyle, ara bölgededir: bir yönü nurani ruhlara bakar. Bu yönü,
ateşin latif yönüdür. Bu nedenle cin, gizlenir ve şekillenebilir. Bir yönü ise,
bize dönüktür. Bu yönüyle cin, unsurdan yaratılmıştır ve karışıktır, elLatif,
ona Ademoğlunun damarlarında -kendisi farkında olmaksızındolaşma imkânı sağlamıştır,
Şâri, şeytanın insanların gönüllerine verdiği vesvese ve kuruntulara dikkat
çekmeseydi, keşif ehlinden başka kimse onun varlığını bilemeyecekti. el-Latif
in şeytanlar -ki cinlerdendirhakkındaki bu hükmüyle ilgili olarak Allah Teâlâ
İblis’e şöyle der: ‘Gücün yettiklerini sesinle yoldan
çıkar. Onlara tuzak kur, onların mallarına ve çocuklarına ortak ol, onlara
umut ver.’310 İblis
şöyle der: ‘Senin izzetine yemin olsun ki, ihlaslı kullarının
dışında hepsini saptıracağım.’321 Burada Hakkın kendisine
ayırdıklarını ve seçtiklerini kast eder. Böylece Allah Teâlâ, İblis için ihsanından
bir ilgi yaratmıştır. İblis, Allah Teâlâ’yı bilenlerin kendisini bildiği, özel
bir yerde ona bağlanır. Allah Teâlâ şeytanın insanları fakirlikle korkutacağını
bildirmiştir. Çünkü Allah Teâlâ ona ‘insanlara
vaatte bulun’322 demiştir.
Bu korkutmaya, İblis’in farkına varmadığı yönden, rahmet dahildir. İblis bu
Rahmanı yanıltmanın farkına varsaydı, ihsanın kendisinden böyle bir rahmet
istemezdi. Fakat hal delilleri, onun Hakkın ilahi emirdeki niteliğini
yorumlayışından kendisini perdelemiştir.
el-Latif, cinlerin insanların
gözlerinden gizlenmesini sağlamıştır. Gözler onları ancak bedenlendiklerinde
görebilir. Allah Teâlâ, kendilerine okunan Kuran’ı insanlardan daha iyi dinlediklerini
söylemiştir, çünkü insan el-Cami (toplayan) isminden meydana gelmiştir ve
-diğer karşıt isimler olmaksızıntek başına Latif ismi vasıtasıyla
yaratılmamıştır. Allah Teâlâ’nın peygamberi onlara Rahman suresini okuyunca,
bir ayette ‘Rabbinizin hangi nimetini yalanlarsınız?’323 deyince, cinler ‘Hiç birini yalanlamayız’ demişlerdir.
Ardından sahabeye şöyle demiştir: ‘Bu sureyi cinlere okudum ve sizden daha iyi
dinledirler.’ Allah Teâlâ ‘Kuran okununca, onu dinleyin ve susun’324 diye emreder. Cinlerden ise, şöyle bildirir: ‘Sana
ayet okuduğumuzda, cinler Kuran’ı dinler, ‘onun huzurunda bulunurken susun
derler.’ Dinledikten sonra kavimlerine döner ve onları uyarırlar. Ey kavmimiz!
Biz Musa’dan sonra onun getirdiğini tasdik eden bir kitap duyduk. O, Hakka ve
doğruya ulaştırır. Kavmimiz! Allah Teâlâ’nın davetçisine kulak verin ve ona
inanın. Sizin günahlarını
bağışlar ve acı azaptan sizi kurtaxxx5325
Allah Teâlâ herhangi bir insandan
böyle bir söz aktarmadığı gibi böyle bir şey rivayet de edilmemiştir. Bu
nedenle el-Latif onlara etki etmiş, bu etki onlardan müminlerde ve şeytanlarda
gerçekleşir. Kafir insanlardan İblis’in sözünün bir benzeri aktarılmış mıdır?
O ‘Beni saptırdın, onların hepsini saptıracağım, ihlaslı
kulların hariç’326 demiştir.
Bunu ise ‘Benim kullarım üzerinde senin otoriten yoktur’327 ayetinden sonra söylemiştir. Bunun
üzerine onların üzerinde bir otorite ve hükmü olmasından ümit kesmiştir.
Onlar, içlerinde masum ve korunmuş kimseler iken dışlarında ise Allah Teâlâ’nın
yasaklarına düşme tehlikesinden korunmuşlardır. Korunmuş kimselerin bütün
düşüncesi, ya Rabbani veya Melek veya nefs kaynaklıdır. Masumda bunun alameti,
vacibi yapıp yapmama hususunda bir tereddüdün bulunmamasıdır. Tereddüt, mendup
ve mekruhta bulunabilir. Ya da, terki farz olan bir şeyi terk ederken de içinde
tereddüt olmaz. Bu iki durumda tereddüt, şeytanın düşüncesidir. Kendisinde bu
alameti bulan kişinin masum olduğu anlaşılır. Şeytan ‘Onları
saptıracağım’328 der. Bu
ise, ‘beni saptırman nedeniyle’329 ayetine göre, ahlaklanmak amacı
taşıdığı gibi ‘onlara vaatte bulun’330 ayetindeki emre uyma amacı taşır
-çünkü bu onu da içerir.Dolayısıyla İblis, kullarına yaptığı işlerde
el-Latifin emrinin dışına çıkmamıştır. Bu emri, hal karinesi tehdide
dönüştürmüştür. Zahir ise, hükümle ilgilidir. Bunun nedeni, Rahman’ın Arş
üstüne istiva etmesi ve rahmetin onu kuşatmasıdır. Her şeyde rahmet hüküm
sahibidir ve hükmünün bir yönü de, ‘gücün yettiklerini saptır’331 ayetinde belirtilir.
Dostum! Bu ismin cinlerdeki hükmü,
onların mümin ve kafirlerini içerir. Keşif ve vecd ehli değilsen, Allah
Teâlâ’nın Kuran’da onların haber, fiil ve sözlerini aktarışına bak! Allah Teâlâ,
onların mümin ve kafirlerinden bunlan aktarır. el-Latif isminin bir etkisi de,
İblis’in Âdem’e söylediği ‘Sana ebedilik ağacını göstereyimnn sözünde
tezahür eder. Böylece onu doğrulamıştır, hâlbuki o yalancıdır ve yalancılık
‘ben ondan daha hayırlıyımm3 sözünde geçerlidir. Sonra neden gösterip ‘beni ateşten
yaratın’334 demiş,
bilgisizlik ile yalanı birleştirmiştir. Çünkü İblis, Allah Teâlâ’nın katında
veya yaratılışında Âdem’den daha üstün değildi. Üstünlük unsurlar arasındadır,
yoksa hakikatlerde unsurlar arasmda bir üstünlük söz konusu değildir. Böylece
İblis, saptırmada latifleşmiştir. Bu durum, aldatanın aldatışında, tuzakçmın
tuzağında, hilekarın hilesindeki latifliğine benzer.
İsimlerden Latif, malumdur Onun
lütfu-yaratıklarda açık ve zahir
Latiftir O, gözükmez gözümüze Nasıl
idrak edilsin ki, zatın lütfü malum
Bize dönük lütfü, bize ve O’na bir
nitelik O lütuf sahibi olmak durumundadır
Bilmelisin ki, cisimsel suretteki
ateş kaynaklı ruhlar, insan cismine kıyasla, surette gerçekleşen ilahi
tecelliye daha yakındır. Bu mertebeye yakın nispeder, latiflik bakımından daha
uzak olana göre güçlüdür. Öyleyse ateş kaynaklı ruhun sureti, insanlar
tarafından bilinmez. O, ancak ilahi bildirimle öğrenilir. Çünkü o, doğruluktan
kendisini çıkartacak bir şeyin katışmadığı bilgidir. Aynı şey, melekî ruhların
bildiriminde geçerlidir. Bilgi cinden gelirse, ona itimat etmeyiz, çünkü onun
aslı unsurdur. Her unsurî varlık, tıpkı aslı gibi, başkalaşır. Bir vasıta
olmaksızın, doğadan meydana gelen varlık ise, başkalaşmaz ve bu nedenle onun
verdiği habere yalan katışmaz. Onun latifliği ise, kendisini gizlemiştir ve
sureti bilinmez.
Şöyle diyebilirsin: ‘Melekî ruhlara
el-Kavi ismini tahsis ettin. Hâlbuki el-Latif isminden gelen bu latiflik,
onlarda bulunur.’ Şöyle deriz: ‘Haklısın! Bilmen gerekir ki, mümkünlerden
herhangi bir sınıfın yaratılışına belirli bir ismi tahsis etmemin nedeni, o
varlıkta baskın olan ismin o olmasından kaynaklanır. Söz konusu ismin hükmü o
sınıfta etkindir. Bununla birlikte var olan her mümkünde varlıkla ilgili ilahi
isimlerin bir etkisi vardır. Fakat bir kısmı belirli bir mümkün smıfmda diğer
isimlere göre daha güçlü ve daha etkindir ve bu nedenle mümkünü o isme nispet
ederiz. Nitekim Cumartesi gününü yedinci göğün sahibine, Pazar’ı dördüncü göğün
sahibine nispet ederiz. Her günü, belli bir göğün sahibine nispet ederiz.
Bununla birlikte her gök sahibinin her günde bir hükmü ve etkisi vardır. Fakat
bir günü kendisine nispet ettiğimiz göğün sahibi, o günde daha etkili ve
diğerine göre daha güçlüdür. Bunu bilmelisin! ‘Allah
Teâlâ doğruyu söyler ve doğru
yola ulaştırır.’3,s
OTUZ YEDİNCİ FASIL
el-Cami (Toplayan) İsmi
Bu isim, insanı
yaratmaya yönelmiştir. Ona ait harf, Mim, takdir
edilmiş menzillerden ise, Arka Fer’dir.
el-Cami, ‘Allah Teâlâ’ ismidir. Bu
nedenle Allah Teâlâ, Adem’in bedenin yaratılışında iki elini kullanarak şöyle
demiştir: ‘iki elimle yarattığım”36 Gökleri ise, ellerle yaratmıştır
ki, güç demektir. Çünkü eller, güç demektir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Elleri
olan DavudI’337 Bunun
anlamı, güç sahibi demektir. Yoksa burada eller, elin çoğulu değildir. Âdem
ile ilgili bir hadiste ‘Rabbimin sağ elini seçtim, her iki eli sağ ve
mübarektir’ denilir. Allah Teâlâ, insanın yaratılışının kemal üzere olmasını
dileyince, iki elini bir araya getirmiş ve kendisine âlemin bütün hakikatlerini
vermiş, bütün isimlerinde o yaratılışa tecelli etmiştir. Böylece Âdem’in
yaratılışı, ilahi ve kevni sureti haiz olmuş, Allah Teâlâ kendisini âlemin
ruhu, âlemin bütün sınıflarını ise -kendisini yöneten ruh karşısındabedenin
uzuvları gibi yapmıştır. İnsan âlemden ayrılsaydı, âlem ölürdü. Öte yandan
âlemdeki başka bir şeyden ayrılsaydı, bu sınıftan ayrılması, bedendeki
organlarda gerçekleşen felç gibi olurdu. Söz konusu organ büyüyen ve algılayan
ruhun kendisinden ayrılmasıyla işlevsizleşirdi. Nitekim dünya da, insanın
ayrılmasıyla işlevsizleşir. O halde dünya hayatı, âlemin organlarından birisi
iken insan bu bedenin ruhudur.
el-Cami ismi insana ait olunca, insan
zatıyla iki mertebenin karşısında bulunmuş, böylelikle halifelik, âlemi
yönetme ve tafsil etme insan
adına geçerli olmuştur, insan kemal
mertebesini elde etmeseydi, dış sureti insan suretine benzeyen bir hayvan
olurdu. Burada biz, kamil insandan söz etmekteyiz, çünkü Allah Teâlâ,
öncelikle bu tür içinden kamil olanı yarattı. O, Âdem’dir. Sonra Hakk, kemal
mertebesini bu türe açıklamıştır. Bu kemale ulaşan kimse, kastettiğimiz
insandır. O mertebeden aşağıda kalanda ise, kendisindeki kemal ölçüsünde
insanlık bulunur. Varlıklar içerisinde insandan başka Hakkı sığdıran yoktur.
Onun Hakkı. sığdırması, (ilahi) sureti kabul etmesinden kaynaklanır. Öyleyse
insan, Hakkın tecelligahı, Hakk ise âlemin hakikatlerinin ruhuyla
-insandırbirlikte yansıdığı bir aynadır.
Allah Teâlâ, ona arka tarafı tahsis
etmiştir, çünkü insan, ortaya çıkan son türdür. Onun başı Hakk, sonu halktır
(yaratılmış). İlahi sureti bakımından ilk, kevni sureti bakımından sondur. Her
iki suretiyle de zâhir ve ilahi surete sahip olması nedeniylekevni suretten
bâtın olandır. Bu durumun hükmü, meleklerin onun konumunu bilemeyişinde ortaya
çıkmıştır. Hâlbuki Allah Teâlâ, Âdem’in ‘halife’338 olduğunu söylemişti. Allah Teâlâ, bu
bilgiyi onlara vermeseydi, durum nasıl olacaktı? Meleklerin Âdem’i tanımayışı,
onun meleklere gizli kalmasından kaynaklanır. Onlar, yüce âlemden ahirette
olanları ve dünyada olanların ‘bir kısmını’ bilenlerdir. Dünyada olan her şeyi
bilselerdi, kendilerine bildirilmiş olmasına rağmen, Âdem’in mertebesinden
habersiz kalmazlardı. Onu âlemde sadece Levha ve Kalem bilir. Bunlar, yüce
olanlardır ve onu inkâr edemezler. Kalem onu yazmış, Levha içermiştir. Çünkü
Kalem kendisini yazınca, mertebesini ve kendisinden meydana gelecek şeyleri de
yazmıştır. Levha ise, Kalem’in yazdığını zevk yoluyla öğrenmiştir. Allah Teâlâ
İblis’e şöyle der: ‘Kibirlendin mi, yoksa Yücelerden mi
oldun.’339 Bu,:
işin gerçeğini bilerek, bir takrir sorusudur. Böylece İblis’i konuşturarak,
onu kendisine karşı tanık tutmuştur. İblis ise şöyle der: ‘Ben
ondan daha hayırlıyım.’340 Böylece
İblis, Allah Teâlâ’nın emrine karşı değil, Âdem’e karşı büyüklenmiştir. Hâlbuki
o, yüce meleklerden değildi. Allah Teâlâ onu bu sözü nedeniyle cezalandırmıştır.
İblis de, Âdem’e secde etme emri esnasında, Allah Teâlâ’nın nimetine nankörlük
yapanlardan olmuştur. Hâlbuki Allah Teâlâ kendisini bu hitapta ‘yüce topluluğa’
katmış, onu unsur yaratılışının uğursuzluğundan uzaklaştırmıştır.
Allah Teâlâ Âdem’i yaratırken iki
elini kullanmasaydı ve bu sayede Âdem iki sureti elde etmemiş olsaydı, iki ayak
üzerinde yürüyen bir hayvan
olacaktı. Bu nedenle Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Erkeklerden pek çoğu kemale ermiş, kadınlardan ise
Asiye -Firavun’un karısıve İmran kızı Meryem kemale ermiştir’ buyurdu.
Kamiller, halifelerdir. Allah Teâlâ, âlemin tümünü Adem’in hizmetine sunmuştur.
Yüce ve aşağı âlemdeki her suri hakikat, insana bakar ve her varlık Allah
Teâlâ’nın kendisine yerleştirdiği sırrı bir emanetçi gibiAdem’e ulaştırmak
ister. Burada ‘suri hakikat5 dedik, yani âlemde mekânına ve
mertebesine yerleşmiş belirli bir sureti olan hakikat demektir.
Rahman’ın nefesinden, insan türünde
el-Cami isminin hükmüyle ilgili bu kadar açıklama, maksadı anlatmak için
yeterlidir. Rahman’ın nefesi, bütünüyle Amâ’ya yerleşmiştir. Bu nedenle, sureti
bakımından ona ait harf son harf olan Mim’dir. im’den sonra mertebelere ait
olan Vav harfi gelir. Mertebenin genelliği nedeniyle, Hakk ve halk o harfe
dahildir. Şimdi, onu bu bölümün devamındaki bölümde zikredeceğiz ve ona ait
ismi ele alacağız. Şöyle deriz:
OTUZ SEKİZİNCİ FASIL
Refiü’d-Derecat ve Zi’l-Arş isimleri
Bu isim,
mertebeleri belirlemeye -var etmeye
değilyönelir. Mertebeler, varlıkla nitelenmeyen nispetlerdir, çünkü
hakikatleri yoktur. Ona ait harf Vav, takdir edilmiş menzil Reşa’dır. Reşa,
fer’e ait iptir ve hamiş’te şekli vardır.
Bilmelisin ki, bütün mertebeler, asıl
balcımından ilahi iken hükümleri oluşta ortaya çıkar. En yüce ilahi mertebe,
insan-ı kamilde ortaya çıkmıştır. Mertebelerin en üstünü ise, ‘her şeyden
müstağniliktir.’ Bu mertebe, zatı bakımından, Allah Teâlâ’ya aittir. Alemdeki
mertebelerin en üstünü ise, ‘her şey ile müstağniliktir’ (muhtaçlık). Şöyle de
diyebiliriz: ‘Her şeye muhtaçlık.’ Bu ise, kamil insanın mertebesidir, çünkü
her şey, onun adına ve ondan dolayı yaratılmış, Allah Teâlâ, ihtiyacını bildiği
için, her şeyi kendisine amade kılmıştır, insanın her şeyden müstağni kalması,
mümkün değildir. İhtiyaç, yerine getirebilecek kimseye olabilir. Gerçekte ise,
her şeyin sahibi Allah Teâlâ’dır. Öyleyse insan-ı kamil için Allah Teâlâ, ‘her
şeyin’ suretinde tecelli etmelidir. Bu sayede Allah Teâlâ, muhtaç olduğu ve
varlığının kendisine bağlı olduğu şeyi insana ulaştırır.
Allah Teâlâ kulları için gayret
özelliğiyle nitelenmiş, gayretin hükmünü izhar etmiş, onlara her şeyin
suretinde tecelli edenin kendisi olduğunu açıklamıştır ki, ancak O’na muhtaç
olunabilir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ey insanlar! Siz Allah Teâlâ’ya
muhtaçsınız.’341 Bunu anla
ve insanların surî sebeplere boyun eğmesi ve onlara muhtaç olmasını düşün! Allah
Teâlâ, insanların başkasına değilsadece kendisine muhtaç olduklarını belirtmiş,
kendilerine sebep suretinde tecelli edenin yine kendisi olduğunu açıklamış, suretlerden
ibaret olan sebeplerin kendisine perde olduğunu belirtmiştir. Alimler,
mertebeleri bildikleri için, bunu anlarlar.
Bilmelisin ki, ilahi isimlerden her
birinin başkasına ait olmayan bir mertebesi vardır. Alemdeki her suretin ise,
başkasına ait olmayan bir mertebesi vardır. Mertebeler sonsuzdur ve
derecelerdir. Onların arasında yüksek-daha yüksek olan vardır ve derecelerin
ilahi veya kevni olması birdir, çünkü kevni (âleme ait olan) rütbeler de
ilahidir. Öyleyse her rütbe ve mertebe, yüksektir ve yükseklikte derecelenme
vardır. Buradan insan ve cinlerin nihayetlerini, zevk yoluyla öğrenirsin, çünkü
onların sonu, zorunlu olarak, ilahi mertebeye dayanır, insan ve cinlerin dışındakilerin
varacağı yer ise, Allah Teâlâ ehli olan bilginlerce bilinir. Onların varacağı
yerin mertebesini, sadece Allah Teâlâ’yı bilenlerin seçkinleri bilebilir.
Bu isme ait harf, VavMır, çünkü
Vav’ın sayısal değeri, altıdır. Altı ilk tam sayıdır. Alemdeki kemal ise,
mertebeyle mümkün olabilir. Böylece ona (mertebelere ait olan) Yay’ı verdik.
Ona ait menzil, Reşa’dır. Reşa bir iptir ve ip kavuşmak demektir ve ona
bağlanılır. Nitekim ip Allah Teâlâ’ya bağlıdır ve Allah Teâlâ ipi kendisinin
yerine koymuştur. İpin rütbesi bunu gerektirmeseydi, ‘Allah
Teâlâ’nın ipine sarılın’342 ayetinin
anlamı olmazdı. Nitekim başka bir ayette ‘Allah
Teâlâ’ya sarılın’343 buyrulur.
Öyleyse ipin yerinin neresi olduğunu ve hangi isme bitiştirdiğini ve hangi
isme izafe ettiğine bakınız!
Bilmelisin ki, suretler olmasaydı,
varlıklar ayrışmaz, mertebeler olmasaydı eşyanın miktarları bilinmez ve her
suret kendi konumuna yerleşmezdi. Hz. Aişe bir sözünde ‘İnsanları konumlarına
yerleştirin’ demiştir. Rütbe vasıtasıyla üst ve ast tanınır. Yine onunla Allah
Teâlâ ile âlem
ayırt edilir. Mertebeler ile ilahi
isimlerin üzerinde bulundukları genellik ve özellik şeklindeki hakikatler
ortaya çıkar. Bu bölümde harflere ait olarak zikrettiğimiz ilahi isimlerin
ilişkilerini ele alacağız. Onları ve hepsi birbiriyle irtibatlı olsun diye
ortaya koyduğumuz menzilleri ele alacığız. Amâ mertebesi varlıkların
suretlerini kendinde topladığı gibi -ki o ilahi nefestirinsanın nesi de
harfleri kendinde toplar veya felek de yıldızların kendisine yerleşmesi için
belirlenmiş menzilleri toplar. Bunlar, Atlas feleğinde burçların sayısını
açıklayan şeylerdir.
Şöyle deriz: Biz bu konuda âlemin
yaratılış tertibini ve onun önce şu sonra şu şekilde yaratılmış olduğunu
açıklamayı hedeflemedik. Çünkü âlemin yaratılış sıralamasını biz bu kitapta
zikretmiştik ve onun filozofların söylediğinin aksine olduğunu belirtmiştik.
Burada biz ilahi isimlerin mümkünlerdeki etkilerini açıklamayı hedefledik. Bunu
ise, zikredilenden önce olup olmamasına bakmadan her mümkündeki etkisi olarak
ele aldık. Ayrıca varlıkların nitelik ve sınırlılıklarında bulundukları haldeki
rütbelerini dikkate almadık. Menzilleri ilk konuluşlarında ve mahreçlerdeki
harflerin sıralanışına göre bulundukları sıraya göre zikrettik. Fakat buradan
onların şimdi bulundukları sıraları ortaya çıkmaz.
' İlk kelime orta harflerden ‘kün
(ol)’ gibi olabilir. Onun öncesinde ise, mahreçlerin harfleri vardır ve
onlardan öncedir. Böylece bu kelime âlemde başlangıçta etkisi olmayı gerektiren
ilahi isme bakar. Bu ismin el-Bedi’ ismi olduğunu görür. el-Bedi, âlemin
örneksiz yaratılmasında hüküm sahibi iken el-Mübdi aynı hükme sahip değildir.
el-Muid elMübdi ismini talep ederken el-Bedi ismini talep etmez. El-Bedi ahiret
yaratılışında bizde hüküm sahibi iken dünya yaratılışında hüküm önündür. Çünkü
dünya yaratılışı, örneksizdir. Bu durum ‘İlk
yaratılışı öğrendiniz'3*4 ayetinde
dile getirilir. Yani onun bir örneğe göre olmadığını öğrendiniz. Allah Teâlâ
şöyle der: ‘Sizi yarattığımız gibi döneceksiniz”45 Yani örneksiz bir şekilde yeniden
yaratılacaksınız. O halde, el-Bedi -hükmü her nerede ortaya çıkarsa çıksın,
örneği ortadan kaldırır. Örneği olmayan bir şey ise, ilktir. Böylece ona gün
zamanının ilkini verdik. O ise, koç burcunda güneşin varlığıyla ortaya
çıkmıştır. Onun başlangıcı ise, Şartîn’dir. Harflerden ise, he harfini ona
tahsis ettik. Çünkü o, ilk mahreçten çıkar. İsim ise, mevcut hakikati verir.
Bu hakikat ise, ‘ne zaman?’ sorusuna göre bir hadisenin diğeriyle
karşılaştırılmasından ibaret olan zamanın kendisiyle ortaya çıktığı şeydir.
Varlık bir maddede nefs sahibi
ise, harfi verir. Menzillerin tertibi
ise, güneşin mevsimleri ortaya çıkartmak üzere (burca) girmesiyle gerçekleşir.
Türeyenlerin varlığı bu mevsimlere bağlıdır.
Yarlıklar fail ve edilgen diye
ayrılır. Bunu öğrenince, her bir ilahi ismin genel olarak ilgili olduğu şeye
nispet edersin. Bununla birlikte başka bir ismin de o şeyde hükmü olabilir. Bu
konulardan söz edilmişti. Onun ilgili olduğu şey herhangi bir varlık veya bir
varlıktaki bir hükümdür. Sonra varlığı fail ve edilgen, cevher, araz, mekân
zaman ve görelilik gibi eşyanın taksimlerine göre birbirine bağlamıştır. ‘Allah
Teâlâ doğruyu söyler ve doğruya ulaştırır.”46
OTUZ DOKUZUNCU FASIL
Nefeslerde Nakil Konusu
Bilmelisin ki,
‘nakil’ derken, el-Ahir (Son) isminin hükmünün
elEvvel’e (İlk) taşınmasını ve onun el-Ahir’de ilk olan hükmünün elEvvel’deki
yerini son yapmayı kastediyorum. el-Ahir’den ise bu hükmün kendisinde ortaya
çıktığı şeyi izale eder. Hakikat ise birdir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘O
Evveldir, Ahirdir.’347 Hüviyet
ise, aym hakikattir. Hüküm, aynı hakikatte Ahir’den Evvel’e geçmiştir. Bu
bölümde bu özel nakil, bir varlığın güçlük halinden rahatlık haline, zorluktan
kolaylığa taşınması şeklinde olabilir. Nakil, rahmetin varlığına giden yolu kolaylaştırmaktır.
Bu nakil üç mertebede ortaya çıkar: Birinci mertebe, duyulur suret tarzında
‘misal suretlerinde’ ortaya çıkmasıdır. Bu durumda mertebenin hükmü,
duyulurların hükmüdür, fakat (kendileri) duyulur değillerdir. Onlar bir yönden
duyulurdur ve bu nedenle bu hüküm onlara geçer (intikal). Bunun amacı,
tesirden uzak herhangi bir varlıktaki zuhur kendisinde ortaya çıktığı suretin
hükmüne sahip olmasının öğrenilmesidir. Böylelikle hüküm, daha önce kendisini
kabul etmeyen şeye ait olur. Aynı şekilde, bedenin hükmü de, bedenle ortaya
çıktığında ruha intikal eder. Kim bir surette zuhur ederse, o suretin hükmünü
alır. Buradan, Allah Teâlâ’nın kendi suretine göre yarattığı insan-ı kamilin
mertebesi öğrenilir. Bu suretin de bir hükmü vardır ve hüküm surete tabidir. Allah
Teâlâ’nın yaratıkları içinde, isimlerin hükümleriyle ve vekillik hükmüyle
ortaya çıkan insandan başka hiç kimse, kendi adma ilahlık iddiasında bulunmadı.
Böylelikle insan, Firavun ve benzerleri gibi, itaat edilen bir hükümdar
olmuştur.
Bazen nakil (yer değiştirme), marifet
mertebesinde ortaya çıkabilir ki, ikinci mertebedir bu. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Kendini bilen rabbini bilir.’ Bu, Allah Teâlâ’dan
başka varlık olmadığını öğrenince, insanın kendisine ait hükmü rabbine
taşımasıyla gerçekleşir. Naklin üçüncü mertebesi, bütün mertebelerdeki yer
değiştirme ve intikaldir. Bu durumda mertebenin hükmü, ona yerleşen kimseye
geçer. Mertebenin övülen veya kınanan mertebe olması birdir. Hüküm intikal
edince, o mertebe hakkındaki örfte, adette ve şeriatta belirlenmiş hüküm de mertebeye
yerleşen kişiye geçer. Bakınız! Bir cinninin ruhu yılan suretine girdiğinde,
-bizde yılanla ilgili hüküm onu öldürmek olduğu için-, sureti nedeniyle onu
öldürürüz. Hâlbuki cin olduğunu bilseydik, öldürmezdik. Suretin hükmü cine
geçerek, onun ‘yılan’ olduğu hükmünü verdiği gibi biz de bu hükme göre
davrandık ve söz konusu (yılan) suret hakkında hüküm verdik. Bize cinlerden
bir şahıs bir hadis aktarmıştır. Topluca Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
selleme geldiklerinde, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, diledikleri her
surete girebilme özelliğine sahip olunca, ‘kendi dışındaki bir surete girip de
öldürülen kimse hakkında diyet yoktur’ demiştir. Çünkü bir yılan veya akrep
öldüren kimse, bu nedenle öldürülmez ve diyet ödemez. Söz konusu varlıklardan
birinin suretiyle gözükene de, gözüktüğü suret hakkındaki hüküm işler.
KIRKINCI FASIL
Açık ve Gizli Nefesler
Açık (celi), ortaya çıkan, gizli (hafi) ise, örtülü
kalandır. Gizlenme ve örtünme ise, benzerlerde olabilir. Benzerlerin
dışında ise, söz konusu değildir. Çünkü benzerden başkası, kendisi gibi
olmayanın suretini kabul etmez. Bakınız! Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem bir hadisinde şöyle der: ‘Allah Teâlâ kulunun diliyle şöyle demiştir: ‘Allah
Teâlâ kendini öveni duydu.’ Çünkü Allah Teâlâ insan hakkında, onu kendi
suretine göre yarattığını ve onu bir ‘benzer1 yaptığını
bildirmiştir. Sonra bu benzere bir şeyin benzemesini olumsuzlayarak şöyle
buyurmuştur: ‘O’nun benzeri bir şey yoktur,’348
Başka bir ifadeyle O’nun benzerinin (insan) benzeri olan bir şey yoktur.
Böylece Allah Teâlâ, benzere benzemeyi olumsuzlamıştır. Bu durumda Hakk, ‘Allah
Teâlâ kendini öveni duydu’ ifadesinde, kulunun suretiyle gizlenmiştir. Çünkü
kendisi adına konuşulan (mütercem anh, Hakk), kendisinden istenilen şeyler
hakkında ‘benzeşme’ yoluyla aktaranın suretiyle gizlenir. Söz konusu şeylerin
ise, Hakkın onun dilinde bunları bilmesi bakımından, kendilerine aktarılanların
nezdinde bir sureti yoktur. Böylelikle kendisi adına konuşulan, adına konuşanın
manevi suretiyle ve kendilerine aktarılanların maddi suretiyle gizlenir.
Böylelikle her iki suret ile de ortaya çıkar. Çünkü onu kul diye
isimlendirmiştir. O, Haktan aktaran kuldur. Onun dili de, ‘Allah Teâlâ kendini
öveni duydu’ ifadesinde Hakkın dilidir ve bu konuda kul olarak kalmayı sürdürür.
Öyleyse Allah Teâlâ, bazen bizi izhar eder ve kendisine ait bir konuda
kendisini gizler. Bazen ise, hikmetinin gereği olarak mertebelere göre,
kendisini izhar eder ve bizi gizler. Allah Teâlâ ehlinden kamil insan,
hadiselerde Allah Teâlâ’nın neyi murat ettiğine bakar. Böylece Hakk neyi izhar
etmek isterse, onu izhar eder. Allah Teâlâ hangi şeyi gizlemeyi irade etmişse,
onu gizler. En genel anlamıyla edebin gereği şudur: Şeriata ve örfe göre güzel
olan bir şey, Hakka nispet edilir. Kamil insan hakkı o şeyde izhar eder, O’nu
gözlere ve iç gözlere gösterir. Örfe ve şeriata göre çirkin olan bir şeyi ise,
insan -dilersekendine nispet eder ve onda kendini izhar eder ve gösterir. Ya
da -dilersesöz konusu şeyi şeytana nispet ederek şeytanın varlığını onda izhar
eder ve açığa çıkartır. Böyle bir şeyin bâtını ise, Haktır. Çünkü Allah Teâlâ ‘Ona günah
ve takvasını ilham etti’349 buyurdu. Hepsi Allah
Teâlâ katındandır. Bununla birlikte, bir örnek yok ise onu örneğe dönüştürmesi
gerekir. Bu durumda ise onu gizler. Aksi halde, gizlenmez. Çünkü insandan
başka bir benzer ve örnek yoktur. Öyleyse insan gizlenir, insanın dışındaki
şeyler ise, gizlenmez, çünkü o, (Hakka) benzer değildir ki! Bir şeyi Haltta gizlemek
istersen, onu bir örneğe çevirirsin ve bu durumda gizlenmeyi ancak dönüşmeyle
kabul edebilir. Öyleyse insanın dışındaki bütün sebepler, örtüdür. Allah Teâlâ
şöyle buyurur: ‘Peygambere itaat eden kimse, Allah
Teâlâ’ya itaat etmiştir.’350 Böylelikle
onu kendi ismiyle izhar etmiştir. Sonra açık iken, kendisini gizleyerek ‘Sana
biat edenler, Allah Teâlâ’ya biat etmiştir5351 der. Burada
ise, birinci tekil şahıs zamiriyle onu izhar etmiştir. Başka bir yerde ise
kendisini gizleyerek ‘Sen atmadın, attığında, fakat Allah
Teâlâ attı’352 ayetinde
kendisini gizlemiştir. Aynı şekilde Allah Teâlâ burada, ayırdı, belirledi,
farklılaştırdı ve şöyle buyurdu: ‘Allah Teâlâ’ya, peygambere ve aranızdan
emir sahiplerine itaat ediniz, bir işte görüş ayrılığına düşerseniz, onu Allah
Teâlâ’ya havale ediniz’353 buyurdu.
Havale ‘hüküm’ bakımından Allah Teâlâ’ya, ‘varlık’ bakımından peygambere
yapılır. Allah Teâlâ ehlinden böyle bir makama yerleştirilen kimse, ruhu ve
bedeni olan bir yaratılış geldiğinde, duyulur hareket ile ruhun fiilini gözden
örterken hareket ettiren ile de bedenin hareketini iç gözden gizler. Burada
insan yaratıcı haline gelir. Hakk ise yaratanların en güzelidir. Allah Teâlâ
ehlinden bazıları, Allah Teâlâ’dan başkasını görmez. Dolayısıyla böyle birinin
nezdinde gizlenme yoktur. Allah Teâlâ ehlinden bazıları ise, sadece yaratıkları
görür. Dolayısıyla onlarda da zuhur yoktur. Hepsi de haklıdır. Edepliler ise
kamillerdir. Böylelikle onlar, bu gibi durumlarda, Allah Teâlâ’nın gizleme,
gözükme, tecelli, saklama, izhar gibi verdiği hükümlere göre hüküm verirler.
Nitekim daha önce bundan söz etmiştik. ‘Allah
Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’354
KIRK BİRİNCİ FASIL
Nefsin İtidal ve Sapması (inhiraf)
Bilmelisin ki,
bu konuda Allah Teâlâ ehli üç kısma ayrılır: Bir
kısmı, Hakkın meyletmeyeceğini ve kendisine meyledilemeyeceğini ileri sürmüştür.
Onlar, daimi gecede, sevenden sevilen için sevgiyi tanımlarlar, ikinci kısım,
insanın surete göre yaratılışının itidali gerektirdiğini ileri sürer. İtidal
olmasaydı, insan (ilahi) surete göre (var) olamazdı. İnsan, Hakkın yöneldiği
yere yönelir. Nitekim Allah Teâlâ ‘Bu benim doğru yolumdur’355 der. Kastedilen, özel şeriattır. ‘Ona uy,
başka yollara uyma, yoksa seni O’nun yolundan çıkartırlar.’356 Sonra şöyle der: ‘Size
böyle tavsiye eder.’357 Böylece Allah
Teâlâ, bu bildirmeyi kendisiyle amel edilsin diye bir tavsiye yapmıştır. Bu ise
‘îşin bütünü O’na döner’358 ayetinden veya ‘her
şeyin perçeminden tutmuştur’359 ayetinden bir meyil ve sapmadır.
Öyleyse itidal ehli, iki sapma arasında duranlar iken itidalden sapanlar, kevni
fiillerde ulvi-süfli ve Hakkı -yaratıkları değilispat edenlerdir. Onlar bir
gruptur. Bir grup daha vardır ki, onlar da fiilleri -Hakka ait
saymadanyaratıklara ait sayarlar. Her ikisi de, hakikat olarak böyle düşünür,
yoksa mecazen değil. Onlar, ‘Haktan sadece bir çıkmıştır’ diyenlerdir. İşte bu
Allah Teâlâ karşısında edepli insanların halidir. ‘Allah
Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’360
KIRK İKİNCİ FASIL
Eksiğe Dayanma ve Ona Yönelme
Bu bölüm,
insan-ı kamilden başka sebeplere dayanmayla ilgili
bölümdür. Insan-ı kamile dayanmak ise, (ilahi) surete göre ortaya çıktığı
için, eksik bir sebebe dayanmak demek değildir. Onun dışındaki sebepler ise,
bu mertebeden aşağıdır ve eksiktir. Bu eksiklik, kadının erkekten aralarındaki
bir dereceyle eksik olmasına benzer. Kadın kemale erse bile, bu derece
nedeniyle, erkek gibi kemale ulaşamaz. Bu bağlamda söz konusu dereceyi
Havva’nın Âdem’den meydana gelmesi sayanlara göre, Havva ancak Âdem vasıtasıyla
zuhur edebilir. Bu nedenle de Âdem’in Havva’dan üstünlüğü, sebepliliktir.
Dolayısıyla Havva hiçbir zaman (sebebi olan) Âdem’e yetişemez. Bu bir yargıdır.
Fakat buna İsa’nın varlığında Meryem’in durumuyla karşı çıkarız. Öyleyse
buradaki derecenin sebebi, Havva’nın Âdem’den ortaya çıkması değildir. Kadın
edilgenlik yeri iken erkek böyle değildir. Edilgenlik mahalli ise, etkinlik
mertebesinin sahibi olamaz ve bu nedenle de ‘eksiktir.’ Bu eksikliğe rağmen
erkek kadına yönelir, ona itimat eder ve kadında ve onun vesilesiyle
gerçekleşecek etkiyi kabul etmesi için ona yönelir. Allah Teâlâ sebepleri boş
yere koymamıştır. Onları koymuştur ki, kendilerini benimseyelim, onlara itimat
edelim. Bu itimat, ilahi hikmetin kendisini gerektirmesi nedeniyle, Hakkın
(emrettiği) bir itimattır. Bununla birlikte her edilgende (özel) yöne
bakmalıyız. Söz konusu sebebin o (özel) yönün farkında olması veya olmaması
birdir. Binaenaleyh saygılı ve edepli hakim, sebepleri Allah Teâlâ’nın
yerleştirdiği yere koyan kimsedir. Herhangi bir edilgende ‘özel yönü’ gören
kimse, şöyle der: ‘Allah Teâlâ bu sebep vasıtasıyla değil, vesilesiyle fiil
yapar.’ Özel yönü görmeyen ise şöyle der: ‘Allah Teâlâ fiillerini bu sehepler
vasıtasıyla gerçekleştirir. Allah Teâlâ sebepleri araç olarak yaratmıştır.’ Bu
insan sebepleri kabul eder fakat onları Allah Teâlâ’ya izafe etmez. Bir
marangoz, bir sandığı veya sandalyeyi ancak ahşap, testere vb. araçlarla
yapabilir. Yapım işi bu araçlar vasıtasıyla -yoksa vesilesiyle değiltamamlanır.
Böylelikle araçlar kabul edilir, fakat sandığın yapımı araçlara izafe edilmez.
Sandığın yapımı, marangoza ve kendisinden ortaya çıkan fiili bilen ve onu
idare edebilene aittir. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru
yola ulaştırır.,m
KIRK ÜÇÜNCÜ FASIL
İade (Tekrar)
İade, benzerlerin yenilenmesi veya varlıktaki bir hakikatin
yenilenmesi demektir Ki bu mümkündür, fakat gerçekleşmiş değildir. Tekrarın
olmayışının nedeni, ilahi genişliktir. Fakat insan ‘yeni
yaratılıştan kuşku içindedir.™1 Öyleyse bunlar, benzerliğin gücü
nedeniyle, ayrılmaları çetin olan benzerlerdir. O halde iade, sadece hükümde
olabilir. Söz gelişi bir hükümdar bir valiyi görevlendirir, sonra onu
görevinden alır, sonra azilden sonra tekrar görevlendirir. Öyleyse tekrar,
görevlendirmededir. Görevlendirme ise, dışta var olmayan bir nispettir.
Bakınız! Kıyamet günü iade, (bedeni) tedbirde mi olacaktır? Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem dünya yaratılışı ile ahiret yaratılışını ayırt
etmiştir. Dünya yaratılışını yöneten ruh, ahiret yaratılışını da yönetmeye
döner. Öyleyse bu, yok olan sonra var olan bir varlığın iadesi değil, hükmün ve
nispetin yenilenmesidir. Küçük-büyük abdest bozanın mizacı nerede, böyle bir
özelliği olmayanın mizacı nerede? Hakikatler (a’yan) -ki cevherler
demektirvarlıktan kaybolmadı ki, tekrar ona döndürülsünler. Aksine onlar
sürekli vardır. Öyleyse bir varlık var iken iade söz konusu olamaz. İade,
yapılar (heyet) ve nispî karışımlardan ibarettir. Yapı ve ortadan kalkmış olan
mizaçta iadenin mümkün olduğunu söyledik, bunun nedeni ‘dilerse
onu neşreder5363 ayetidir.
Demek ki dikmemiştir. Çünkü Allah Teâlâ’dan haber veren (peygamber), dünya
yaratılışı ile ahiret yaratılışını ayırt etmiş, mutluların yaratılışları ile
bedbahtların yaratılışını da ayırt etmiştir. Buna göre mutluların yaratılışı,
latif ve incedir. Burada şeriata uyan, kalpleri kırık, sürekli Peygambere Hakk
gözüyle bakan kimseleri kastediyorum. Onlar, yine de, peygamberin beşeri yönünü
ve hemcinslerinden birisi olduğunu da bilirler. Bir cinsin özelliği, hem cinsi
üstün olduğunda, haset etmektir. Hâlbuki haset bu insanlardan kalkmıştır.
Onlara yeryüzünden ve gökten bereket kapıları açılır. Buna karşın, bedbahtlara
da azap ve artış kapıları açılır. Bu artış, şeriadarı ortaya koşmak üzere ilahi
ayeder geldiğinde kalplerinde bulunan hastalığın artmasından kaynaklanır. Öyleyse
her ikisine de ‘açılacak’? Fakat ne açılacak? Bunu bilmelisin! Çünkü bu,
nefesler ilminde ince bir konudur. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru
yola ulaştırır.’364
KIRK DÖRDÜNCÜ FASIL
Latif Nefesin Kesif, Kesif Nefesin Latif Olarak Dönmesi ve Bunun Sebebi
-örnek olarak sesini yükselten ve alçaltan kimseyi verebiliriz-
Bilmelisin
ki, latifliğin kesifleşmesi mümkün değildir, çünkü
hakikaüer başkalaşmaz. Fakat latif, kesif Hakk dönüşebilir. Söz gelişi sıcak
olan, soğuk Hakk gelebilir veya soğuk olan şey, sıcak Hakk gelebilir. Bilmelisin
ki, ruhlar latiftir. Bedenlendiklerinde ve cisimlerin suretleriyle ortaya
çıktıklarında, kendilerini görenin gözünde kesifleşirler. Cisimler de, şeffaf
olan ve olmayan kısımlarıyla kesiftir. Görenin gözünde suretlerde
başkalaştıklarında veya (kendilerini idrak eden) oradayken perdelenseler, hiç
kuşkusuz, ruhanileşmiş olurlar. Başka bir ifadeyle, gizlenmede ruhlara ait
olan hüküm, bedenlere geçer ve (kesif iken) arazlar üzerlerinde çeşitlendiği
gibi bu kez suretler onlarda çeşitlenir. Bu suret değişimine örnek olarak,
utanan insanın kızarmasını veya korkan insanın sararmasını verebiliriz. Bu,
sebepleri var olduğunda, ruhların suretlerde başkalaşma güçleri bulunduğunu
bildiren bir örnektir. Latiflik âleminden olan ruhların kesifleşmesine
gelirsek, bunun nedeni onlarm doğadan yaratılmış olmasıdır. Onlarm cisimleri
nurani olsa bile bu nur, tıpkı kandilin ışığı gibi, doğanın nurundandır. Bu
nedenle de kesifleşmeye elverişlidirler ve böylelikle kesif cisimlerin
suretleriyle gözükürler. Nitekim, kendilerindeki karşıtlık, tezat ve zıtlık
nedeniyle de, hasımlar onlarda doğanın hükmünü etki eder. Karşıt olan,
karşıtıyla tartışandır. Allah Teâlâ’nın kendisinden aktardığına göre, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle demiştir: ‘Onlar
hasımlaştığında, Mele-i a’la hakkında benim bilgim yoktur.’365
Hasımlığın kendilerine kazandırdığı
bu gerçekten onlar, kesif cisimlerin suretlerinde bedenlenirler. Kesifin latif
Hakk gelmesinin sebebi ise, ayrışmadır (tahlil). Çünkü kesiflik, başkalaşma âlemindendir.
Başkalaşmayı kabul ederi her şey, birbirine zıt farklı suretleri de kabul
eder. Bu durum en çok, telhin ehlinde gözükür. Binaenaleyh ‘ses’ olması bakımından
sesin sureti değişmez. Telhin yapan insan, amaçladığı mertebeye göre, bir
yerde onu kalın okur bir yerde ise inceltir. Okuyanın amacı, bu sayede
dinleyenlerin doğalarında sevinç, neşe, açılma veya üzüntü, daralma ve tasa
şeklinde bir etki gerçekleştirmektir. Bu nedenle bunu musikide dört yere
koymuşlardır; bum, zir, müsenna ve müselles. Çünkü bu seslerin kendisinde etki
etmesini istedikleri yer, kendileri gibi iki acı, kan ve balgamdan bileşiktir.
Böylelikle bu sesi duymak, kendi benzeri olan ve dinleyenin sahip olduğu
karışımları (ahlat) heyecanlandırır. Böylelikle hüküm, telhin yapanın amaçladığı
belli bir sebebe göre gerçekleşir. Öyle ki bu, kişinin ‘Bizim
bir şeye sözümüz oldur ve o olur’366 ayetindeki aslı öğrenmeye sebep olur.
Öyleyse bu, telhin yapanın amacıdır. ‘Ona ol
demektir.’367 Burada
sözü zikretmiştir ki, o, dinleyende duymanın kendileriyle gerçekleştiği
harflerin varlığın izhar etmek üzere mahreçlerde kesilen ve uzayan sestir.
Kırlangıçların sesine bakınız! Onların nefeslerinde kesilen harfleri olmasa
bile, hallerinin değişmesine göre seslerini değiştirirler. Böylelikle dinleyene
bu sesle amaçladıkları şeyi duyururlar. Bu bağlamda acıkınca kırlangıcın sesi
incelir, kısılır ve latifleşir. Heyecanlandığında ise, kalınlaşır, yükselir ve
ara vermez. Bu durumda onun sesinden heyecanlı olduğu veya acıktığı anlaşılır.
Ses, sese tepkisine göre incelik ve şefkatle veya başka bir durumla, dinleyene
etki eder.
Sonra, bu bahiste Hakkın inkâr edilen
suretlerde veya rüyada görülen suretlerde tecellisi ortaya çıkar. Hakk, hayal
mertebesinin etkisiyle yaratıkların suretinde görülür. Çünkü mertebeler
kendilerine yerleşen üzerinde hüküm sahibidir ve ona dilediği suretleri
giydirir. Bu tecelli nerede, ‘O’nun benzeri bir şey yoktur’*** ve ‘Rabbin
onların nitelemelerinden münezzehtir’369 ayeti nerede! Öyleyse hüküm mertebe
ve hazrete aittir. Çünkü hüküm hakikat ve manalara aittir ve onlar hükümlerini
bulundukları kimsede gerektirirler. İlahi bilgide hüküm geçerli olunca, aynı
hükmün yaratıkların varlıklarında zuhuru daha kabul edilebilirdir. Bunun
nedeni, aradaki imkân bağıdır. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru
yola ulaştırır.’370
KIRK BEŞİNCİ FASIL
Yaratılmışların Aslına İtimat
Yar atılmışlar m
aslı, zatlarına bakma tamamlandıktan sonra kendisine
dönülen şeydir. Bu durum Şâri tarafından ‘Kendini bilen, rabbini bilir’ diye
ifade edilmiştir. İnsanın kendisini bilmesinin akabinde gerçekleşen ‘Allah Teâlâ’yı
bilmek’, söz konusu bilgiye ulaşmada insanın acizliğini bilmek olabilir. Bu
durumda insan, bilinmeyen biri olduğunu öğrenir ve alameti ‘alamet’ olarak
bırakır. Kuşkusuz Hakk, yaratıklarından ‘olumlu’ özellikleriyle değil, ‘olumsuz
(nitelikleriyle) ayrışmıştır. Bazen Allah Teâlâ’yı bilmek, O’nu ilah olarak
bilmek olabilir. Bu durumda insan, mertebenin Hakk ettiği şeyi bilir. Ardından
o özelliği, söz konusu mertebenin kendisiyle fiilen var olduğu ve onda ortaya
çıkanın niteliği sayarlar. Bu durumda onların mertebenin gereğine göre olan
bilgileri, o mertebenin sahibini bilmek haline gelir, çünkü mertebeyle (ve onun
özelliğiyle) nitelenen, odur. Öyleyse mertebenin sahibi, kendisiyle nitelenmesi
yaraşan her özellikle nitelenendir. Gerçekte insan, bunun mertebenin sahibini
değil, mertebeyi bilmek olduğunu da bilir. Fakat yine bilir ki, mümkün, teorik
araştırma ve deliller bularak bundan daha fazlasını bilemez. Hakk kendisine
tecelli ederek mümkünün gözünü açarsa (keşf), bu durumda işin gerçekte nasıl
olduğunu öğrenir. Bu durumda gerçek, onun bildiği gibidir. Akılcılardan bir
kısmı, tecelliye mazhar olanın Verdiği bu hükmü dile getirir, fakat bu hükmünde
kararlı değildir. Çünkü zevki olmadığı için, bu konuda yanılmaktan korkar.
Başka bir ifadeyle akılcı, aynı hükmü kabul eder, fakat onu izhar edemez.
Bu ilkeye itimat edenler,
hallerindeki farklılık nedeniyle, tabaka tabakadır: Bir kısmı, zuhuru ve
gözükmesi halinde her şey hakkında bu ilkeye itimat eder. Bir kısmı, kendileri
gözükmezden önce eşya hakkında ona itimat eder. Bir kısmı ise, eşyayı
kendisine irca ederek, daha önce eşyaya itimat ediyorken, bu kez asla itimat
eder. Bütün bunlar, onların istidatlarına dayanan durumlardır.
Bilmelisin ki, bu bölüm, durağanlık
ve hareketin ilmini içerir. Başka bir ifadeyle sübut ve yerleşme ile
başkalaşma ve yer değiştirme ilmini içerir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Duran
her şey O’na aittir.”71 Yani sabit
olan şey! Çünkü Kadim’in niteliği sabit iken yaratılmışların niteliği,
kendileri sabit iken sabit, ortadan kalktıklarında ise yok olur. Bunun yanı
sıra nitelikleri başkalaşır, çünkü yaratılmışlar, başkalaşma özelliğindedir.
Çünkü onlar yoktu ve sonra var olmuşlardır. Dolayısıyla yokluk halinde sabit
kalmamışlardır. Yaratılmışların aslı bir halden başka bir Hakk yer değiştirme
olunca, kendilerindeki nitelikler de başkalaşmıştır. Öyleyse yaratılmışlar,
belli bir nitelikte değil, ancak başkalaşma halinde kalıcıdır. Durağanlık ise,
hareketin olmayışı demektir ve onda bir iddia olamaz. Bu nedenle Hakk, onu
kendisine izafe etmiştir. Hareket ise hareketin bulunduğu kimseye eşlik eden
bir iddia taşır. Bu nedenle Hakk ‘hareket eden şeyin’ kendisine ait olduğunu
söylememiştir. Çünkü hareket edenlerin iddiası, o harekete dahil olur. İşin
gerçeği ise, yokluk değil, sübuttur. Öyleyse sübut Allah Teâlâ’ya, yok olma ise
âleme aittir. Alem sabit olsa bile, bu, kendinden değil, onu sabit kılandan
kaynaklanır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şair Lebid’in:
Dikkat ediniz! Allah Teâlâ’dan başka
her şey yok olucudur
sözü kendisine ulaştığında, şöyle
buyurdu: ‘Bu Arapların söylediği en doğru sözdür.’ Eşya mevcut olsa bile, onlar
yok hükmündedir. Bunun nedeni, gerçekleşmemiş olsa bile, gerçekleşme
ihtimalidir. İtimat ve dayanma, hiç kuşkusuz, itimat edilen karşısında
durağanlaşmaktır ki, bunun böyle olması zorunludur. Sadece varlığın
sabitliğinin sahibine itimat edilebilir. O, başkalaşma kabul etmez, sabit
halinden ayrılmaz. Sabitlik halinden ayrılma özelliğinde birisine itimat
edilemez. Çünkü böyle bir durum, kendisine itimat edene ihanettir. Çünkü o
sabit olmayan birisine bağlanmıştır. Binaenaleyh bir yaratılmışa ancak keşif ve
ilahi bildirimle itimat edilebilir. Allah Teâlâ, hakkında kesin hükme
varmadığımız o kişinin dürüstlüğünü kanıtlayan mucizelerle bu bildirimi yapar.
Aynı şekilde, yer değiştirmeyenin sabitliği hakkında da kesin hüküm veremeyiz.
Çünkü nesih mümkündür. Bütün bunlar, şeriattır ve onlara iman gerekir. Çünkü
nesih bir hükmün süresinin dolmasından ibaret olduğuna göre, onu başka bir
hüküm takip eder. Yoksa ilk hüküm başkalaşmış değildir. Aksine süresi dolduğu
için geçerlilik süresi bitmiştir. Çünkü hüküm, esas itibarıyla Allah Teâlâ’nın
kendisini bildiği -biz bilmesek bilebelirli bir süreyle irtibatlıdır. Aynı
şekilde, doğal bir sebebe de ancak Allah Teâlâ’nın o sebebin hükmünün sabit
olduğu hakkmdaki bir bildirimi olmaksızın itimat edemeyiz. Buna örnek olarak,
kendisiyle birlikte mutluluğun gerçekleştiği imanı verebiliriz. Böylece insan
o imana itimat eder ve biz de şöyle deriz: Kuşkusuz mutluluk, Allah Teâlâ’ya ve
O’nun nezdinden gelen şeylere iman etmeye bağlıdır. Çünkü Hakk bunu bildirmiştir.
Hâlbuki, mümin olduğunu gördüğümüz bir şahısta bulunması nedeniyle imana
itimat edemeyiz (ve böyle bir hüküm veremeyiz). Çünkü (mümin olarak gördüğümüz)
o insan ile muduluğu sağlayan imanı araşma girebilecek geçici bir durum ortaya
çıkabilir. Bu durumda ise, imanı yitirdiği için mutluluk da kendisinden
uzaklaşır. Bilgi ise böyle değildir. Çünkü bilgi sabittir ve gaflet kendisine
etki etmez. Çünkü bilenin bilgisi hakkında her an bilinçli olması gerekmez.
Çünkü insan, Allah Teâlâ’nın kendisini görevlendirdiği işleri yönetmekle ilgili
bir validir. Bu nedenle Allah Teâlâ’yı bilen olmaktan gafil kalabilir. Bu
gaflet ise, (idrak) mahallinde gaflet, uyku gibi bilgiyle çelişen şeyler var
iken de, ‘Allah Teâlâ’yı bilen’ olmak özelliğini ondan çıkartmaz. Bilgiden
sonra bilgisizlik asla yoktur. Fakat bilgi, aklî bir delili araştırmanın
sonucunda elde edilmiş olabilir. Böyle bir bilgi ise, bize göre, bilgi
değildir, çünkü söz konusu insan, bilgiyi elde etse bile, kuşkulara maruz
kalabilir. Bilgi, sahibi kuşku taşımayan bilgidir. Böyle bir bilgi ise, zevk
bilgisinde söz konusu olabilir. İşte bizim hakkında ‘bilgidir’ dediğimiz şey
odur. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’372
Açılmış Varlık Sayfasında Yazılmış Levhasında Yazılmış
Kitap Olması Bakımından Aleme İtimat
Bilmelisin
ki, bu itimat, sahibi Hakk tarafından bilgilendirilmiş
olmadıkça, geçerli olmaz. Şöyle ki: Alemi böyle zikretmemizin nedeni, âlem
derken onun ‘alamet’ olarak yaratılmasını kastettiğimizi belirtmektir.
Bilindiği gibi varlık Haktır ve farklı suretlerin varlıkta zuhuru mümkünlerin
sabit hakikatlerinin hükümlerine bir delildir. Hakta hüküm itibarıyla zuhur
eden -ki bu zuhur defterde Ki tabın ortaya çıkmasına benzerbu suretler, âlem
diye isimlendirilmiştir. Onları ise Allah Teâlâ’nın ez-Zahir ismi izhar
etmiştir. Daha doğru bir ifadeyle ez-Zâhir ismi bu suretlerle zuhur etmiştir.
İşte bu, hakkın kendisinde yaratıklardan ayrıştığı bir konudur. Suretler
çeşitlense bile, bu suretlerin kendisinde ortaya çıktıkları hakikatte etki
etmezler. Niteldm cevher, kendisine ilişen haller ve arazlar nedeniyle cevher
olmaktan çıkmaz. Çünkü zuhur eden bu şey, bâtındaki anlamın hükmüdür ve onun
sadece kendisine baltanın gözünde bir hükmü vardır. Öyleyse onun hükümleri,
sabit olsalar bile, ne vardır ne yoktur! Öyleyse âleme alamet olması bakımından
itimat edilir. Âlem Allah Teâlâ’ya alamet değildir. Çünkü ‘Allah Teâlâ âlemlerden
müstağnidir.”73 Âlem,
Hakta zuhur eden bu hükümlerin ait olduğu anlamların sübutuna alamettir.
Öyleyse âlem, kendine alamet ve delildir. Her şey de böyledir. Binaenaleyh
hiçbir şey kendisine kendisinden daha güçlü delil değildir. Çünkü bir şeyin
kendine delil olması, ortadan kalkmayacak bir delalettir. Başkasının delil
olması ise, kaybolur ve sabit olmaz. Âleme bu yönden itimat eden kimse,
değişmeyecek olan doğru bir şeye itimat etmiş demektir. Gerçekte itimat da,
ancak Allah Teâlâ’ya olabilir. Çünkü Hakk her gün bir işte (şe’n) ise, o işin
ne olacağı bilinemez. Dolayısıyla zihninde (nefsinde) neyin bulunduğu
bilinmeyen birisine de itimat edilemez. Allah Teâlâ ehlinden kamil olanlar,
işlerin değişmesi nedeniyle halden Hakk girer. Çünkü Hakk varlıkta ancak
şe’nlerin (işler) suretleriyle zuhur eder. Böylelikle bu şahsın itimadı, ilahi
bir itimat haline gelir. Başka bir ifadeyle bu davranışında insan, Hakka
kendileriyle tecelli ederken şe’nleri kabul edişinde hakkın niteliğiyle
nitelenmiş olur. Bu ehli olma-
yana verilmekten sakınılmış bir
bilgidir. Bunu bilmelisin! Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.
KIRK YEDİNCİ FASIL
Varlığından Önce Vaade İtimat Etmek -vaadin doğruluğu nedeniyle var
olmayana itimat-
Bilmelisin
ki, bu bölüm, Allah Teâlâ’nın kendisiyle kullarını rahatlattığı
-Rahman’m nefesişeylerdendir. Doğru haber, hüküm olmazsa neshe konu olmaz.
Rivayette vaat ve tehdit gelmiştir. Ardından Rahman’ın nefesi, vaadin sabit ve
geçerli olduğunu bildirirken herhangi bir şahıs hakkındaki tehditte çekince
bulunduğunu bildirmiştir. Çünkü şeriat peygamberin kavminin diliyle inmiştir ve
onlara alışık oldukları şekilde hitap etmiştir. Söz konusu insanların cömertlik
ve kemal özelliğine sahip olan birisi hakkında aşina oldukları hususlardan
birisi de, vaadi gerçekleştirmek iken tehdidi geçersiz kılmaktır. Dilciler
övgü bağlamında şöyle demiştir:
Onu tehdit etsem veya bir vaatte bulunsam Tehdidimden cayarım,
vaadimi yerine getiririm
Sahih bir rivayette ‘Allah Teâlâ’ya övülmekten
daha sevimli gelen bir şey yoktur’ denilir. Hata yapanı bağışlamak nedeniyle
övülmek, övgünün en ileri noktasıdır. Öyleyse Allah Teâlâ bu övgüye daha
layıktır. Vaatte doğru sözlülük ise övgü nedenlerinden birisidir. Allah Teâlâ şöyle
buyurur: ‘Allah Teâlâ’nın peygamberlerine olan vaadinden
döneceğini zannetmesinler:374 Burada vaadi zikretmiş ve ayeti
tamamlarken tehditten haber vermiş ve şöyle buyurmuştur: ‘Allah
Teâlâ yücedir ve intikam sahibidir.’375 Allah Teâlâ tehdidi meşiyetine
bağlamış, vaadin ise geçerliliğinden söz etmiştir ki, bu zorunludur. Hâlbuki
vaadi iyilik yapan hakkında mutlak iradesine (meşiyet) bağlamamıştır. Fakat
günahkar hakkında meşiyetini bağışlama ve cezaya bağlamıştır (dilerse
bağışlar, dilerse ceza verir). Bu nedenle Allah Teâlâ’nın vaadine itimat
edilir. Söz konusu vaat ise, vaat edilen şeyle ortaya çıkabilir. O ise, var
olduktan sonradır. Ona itimat ise, dildeki kullanım bunu gerektirdiği için ve
ilahi haberin doğruluğu nedeniyle, zorunludur. Allah Teâlâ kulunun kendisi
hakkındaki zannına göredir. Bu nedenle Allah Teâlâ hakkında iyi zanda (hüsnü
zan) bulunmak gerekir. Burada zan, bilgi anlamında yorumlanmalıdır. Nitekim
aynı şey, sözlerinden dönen ve Allah Teâlâ’dan yine Allah Teâlâ’ya kaçış
olabileceğini zanneden üç kişi hakkında bildirilmiştir. Başka bir ifadeyle
onlar, bunu öğrenmiş ve kesin olarak inanmışlardır. Dil bilimciler bu konuda
şöyle der:
Dedim ki onlara, tamamen silahlı
olduklarını ‘zannedin’
Burada zan,
kesin inanmak ve bilmek demektir. Çünkü zarının mertebesi ara mertebedir. Bu nedenle
onun bilgiye dönük bir yönü varken bir yönü de bilginin zıddına (bilgisizlik)
dönüktür. Sonra, hal karinesi, zandaki bilgi yönünü gösterince, (bu yerlerde)
zannı bilgi olarak yorumladık ve onu kesin inanç saydık. Bununla birlikte,
hükmü kalmasa bile, ‘zan’ ismi kendisinde kalmıştır. Çünkü zan, kuşkudan (şek)
ayrışmasını sağlayan bir tür tercihin varlığıyla söz konusu olabilir. Hâlbuki
kuşkuda (şek) tercih yoktur. Zanda ise bilgi yönüne dönük bir tercih vardır.
Nitekim Allah Teâlâ ‘Ben kulumun bana dair zannındayım, hakkımda iyi zanda
bulunsun’ demiştir. Burada Allah Teâlâ zanda bir tercih bulunduğunu
açıklamıştır ki, bu tercih, iyiye veya kötüye dönük olabilir (hüsnü zan, sui
zan). Allah Teâlâ kulunun kendisine dair zannında bulunur. Fakat burada
durmamıştır. Çünkü Allah Teâlâ’nın rahmeti, gazabını geçmiştir. Bu nedenle Allah
Teâlâ ‘öğretmek’ üzere şöyle der: ‘Benim hakkımda iyi zanda bulunsun.’ Bu bir
emirdir. Öyleyse Allah Teâlâ hakkında iyi zanda bulunmayan kimse, Allah
Teâlâ’nın emrine karşı çıkmış, ilahi keremin gereğini bilememiştir. Çünkü
-kuşkuda olduğu gibibir tercih olmaksızın eşitlik gerçekleşseydi, böyle bir
insan, ‘Allah Teâlâ’nın adaleti rahmetine etki edemez veya rahmeti adaletine
etki edemez’ diyenlerden (Mutezile) olurdu. (Kuşkuya değil de) Zanna tercih
girince, bize kendimiz için Allah Teâlâ hakkında iyilik yönünü tercih etmeyi
emretti ki, bize kendisi hakkındaki zannımıza göre davransın. Çünkü Allah Teâlâ,
Rahim’dir. Bir konuda kötü zanda bulunan kimseye dönen şey sadece kötü zannı
olabilir, o kadar! Allah Teâlâ bizi bilenlerden etsin. Allah Teâlâ hakkımızda
zanna göre hüküm verecekse, -hamd olsunO’na hüsnü zan besledik. ‘Allah
Teâlâ doğruyu söyler ve doğru
yola ulaştırır.”76 .
Kinayelere İtimat
ve Onlardan Ortaya Çıkan Fetihler
Bunlar tasavvuf yolunda enniyet diye
ifade edilir. Sağlıklı olan nasıl illetli olur, illetli nasıl sağlıklı olur?
Allah Teâlâ sana yardım etsin,
bilmelisin ki, Allah Teâlâ’nın dışındaki her şey, özü gereği illetli ve nedenli
(aynı zamanda hastadır), dolaylı olarak ise sağlıklıdır. Çünkü yaratılmış olana sağlık, Allah
Teâlâ kendisini sevdiğinde ilişir. Bu sevgi, tıpkı kendisine nafile
ibadetlerle yaklaşan kullarını sevmesi gibi, sebep sevgisiyle onu sevmektir. Hakk
söz konusu kullarını sevince, onların kulakları ve gözleri haline gelir. Bu
durumda yaratılmıştan hastalık ve illetlilik silinir, sağlıklı olur. Artık
gözü görülen her şeye işler, kulağı duyulan her şeyi işitir. Özü gereği
sağlıklı ve dolaylı olarak illetli (hasta) olan ise, varlığın haktan başka bir
şey olmadığını gören kimsedir. Öyleyse söz konusu varlıkta (Hakk), hakikati
yönünden bir hastalık bulunmaz. Şu var ki kendisine bakanların gözlerinde
farklı suretlerde zuhur edince, mümkün varlıkların hükümleriyle O’nun hakkında
hüküm verilir. Bu durumda Hakk, dolaylı olarak -ki kendisine bakanların
gözlerine öyle ilişmiştir demektir builletli zuhur eder. Kendiliğinde bulunduğu
hakikat üzerindedir. Işığa da bakanların gözünde bir takım renkler ilişir. O
ise kendiliğinde renkli değildir. İşte böylece sağlıklı olan illetli Hakk
gelir.
Kinayelere (zamirler) itimada
gelirsek, kinayeler, bilgilerin en bilinenleridir. İtimat ise belirlenmiş
olduğu için bilinene edilebilir. Tanınmamış ve bu nedenle ayrışmamış ve
belirginleşmemiş olsaydı, itimat edilmemiş bir şeye itimat edilmiş olurdu.
İsimler kinayeler kadar güçlü değildir. Bu nedenle kinayelere (zamirler) itimat
eden insan hüsrana uğramazken isimlere itimat eden insan bazen hüsrana
uğrayabilir. Çünkü isimler, bilgide kinayeler kadar güçlü değillerdir (onlar
kadar tanınmazlar). Dünyada (iyilikle) tanınanlar, ahirette öyle
tanınacaklardır, çünkü başkalaşma olmayacaktır. İsimler ise bazen yer
değiştirir ve ödünç olarak kullanılabilir. Öyleyse istiare esnasmda veya yer
değiştirme esnasmda bir isme itimat eden kimse, hüsrana uğrar. Bir ismin istiare
yoluyla kullanımı, söz gelişi, ateşin belli bir özelliği olarak belirli bir
isim olan alevin mecazen ‘Başı
beyazladı’377 ayetinde
beyazlama anlamında kullanılmasıdır, intikale ise ‘Neredeyse
yıkılmak isteyen bir duvar’3™ ayetindeki
kullanımı verebiliriz. Burada ‘dilemek’ özelliğine sahip olmayan bir şeye
(duvar) ‘dilemek’ özelliği verilmiştir (intikal). Binaenaleyh intikal esnasında
böyle bir isme itimat eden insan, hüsrana uğrar. Kinayeler ise böyle
değillerdir. Hakk nedeniyle mükaşefenin fethi kinayelere ait iken bâtındaki
tadın açılması da ona aittir. Buna mukabil, ibarenin açılması isimlere aittir.
KIRK DOKUZUNCU FASIL
Asdlara İlave Olan Şeylerden Var Olan ve Yok Olanlar -farzlar karşısında
nafileler gibi-
Bilmelisin
ki, zatın hakikatinin kemali nedeniyle talep ettiği
şey, ilave ve zait diye isimlendirilmez. Öyleyse ‘her
şeye yaratılışını verdi’379 (ifadesine)
ilave her şey, zaittir. Böyle bir şey yok olunca, yokluğuyla ayrıldığı şeyi
etkilemez. Var olursa, kendisinde var olduğu şey daha önce sahip olmadığı
ilave bir özellik kazanmaz. Örnek olarak, makam sahipleri için halleri
verebiliriz. Hallerin o insanlarda bulunması, onların mertebelerine ilave
yapmazken, yok olduklarında da, yoklukları mertebelerinden bir şey eksiltmez.
Bu nedenle haller, vergidir (mevhibe).
ELLİNCİ FASIL
Her Nefeste Ortaya Çıkan Hükümleri Kendinde Toplayan Durum
Bu, bütün
nefes sahiplerinde geçerlidir: Teşbih edilen Hakk, yaratıklar,
hayat, konuşma ve ilahi kısımların nefesidir.
Bilmelisin ki, varlıklara dönük ilahi
yardım, kesilmez. Eksilirse, eksiklik yardımı alandan kaynaklanır, yoksa
yardım eden yönünden değildir. Belirli bir durumda yardımın olmayışı Hakkın
katına izafe edilirse, bu eksiklik, yardımdan mahrum kalan kimse hakkında bir
maslahattır. Çünkü Allah Teâlâ yaratıklarının maslahatlarını en iyi bilendir.
Bu nedenle Allah Teâlâ’yı bilenler, dua ederken belirli bir ihtiyacı
belirlememelidir. Bunun yerine, bir belirleme yapmadan, kendisinde iyilik bulunan
şeyi istemelidir. Nice insan vardır ki, duasında belirli bir şeyi ister, sonra
-Allah Teâlâ’nın bildiği bir hikmet nedeniyleihtiyacı karşılandığında,
belirlemiş olduğu ihtiyacı hakkında pişmanlığa kapılır, belirlememiş olmayı
temenni eder durur. Yardım, Rahman kaynaklı bir rahadatmadır (teneffüs). Varlıklardaki
ilahi yardım ise, doğal ve artan bir şeydir. Doğal olan, zatın varlığı ve
kendisindeki bir acının uzaklaştırılması için ihtiyaç duyulan şeydir. Artık
olan ise, buna ilave olup gerçekte kendisine gerek duyulmayan şeylerdir. Bu
durum, kişi Allah Teâlâ ehlinden olup içme (şurb) esnasında kanmayı kabul
edenlerden ise böyledir. Kanmayı dile getirmeyen için ise, ilave yardım yoktur.
Aksine onun adına bütün yardım, doğaldır. Artık olan iki kısma ayrılır: Bu,
Hakkın kendisiyle yardım ettiği ve başkasının muhtaç olduğu şeydir. Allah Teâlâ
bunun hakkında peygamberine ‘Rabbim! Benim bilgimi artır’380 diye emreder. Bu artık (fazla),
başkasından bir taleple gerçekleşmişse, bu talep, artışı gerektirir. Bunun örneği,
okuyucunun Aâmene, Ââdem gibi okumalarda içinde bulunan şeye benzer. Yardım Allah
Teâlâ’nın bu kula dönük bir yardımı olabilir. Allah Teâlâ yardıma muhtaç kulu
bilir ve bu kişiyi aracı yaparak şereflendirir. Bu kulda kendinde halinin gerektirmediği
bir bilgi bulur. Böylelikle anlar ki, bu bilginin kendisine verilmesinin amacı,
başkasma öğretmek ve yardımdır. Bunun okuyanın nefsindeki örneği şudur: ‘Ca-e,
şae, dabbe, taame’ gibi kelimelerin okunuşundaki uzatmadır ki, artışı
gerektirir. Dabbe ve taame, ruhun yönettiği iki surettir ki, artış demektir.
Hemze, bazılarına göre, harfin yarısıdır ve ez-Zâhir ismidir. Elif ise, harfin
yarısıdır ve o da el-Bâtın ismidir. Öyleyse toplam, tek bir harftir ve o da
yardımın artmasının nedenidir. Çünkü yardım eden, yardım edilenin ona olan
ihtiyacını bilir. Her durumda, Rahman’ın nefesi yardımda vardır. Yardımda artış
ise, ihtiyaç veya talep ölçüsüncedir. Bir kısmının (yardımı) diğerinden daha
fazla olabilir. Öyleyse daha az alan, eksiktir ve geniş yardımdan mahrumdur.
Bunu bilmelisin! O halde yardım (uzatma, çekme), duyulur ve görünür bir yardım
iken cezr (kısaltma) manevi yardımdır. Ona zıt adı verilir. Bunu bilmelisin.
VASIL
• A -
iki Arif Allah Teâlâ Nezdinde Bir Müşahede Mertebesinde Bir Araya Gelirse, Onların
Hükmü Nedir?
Bu,
şeyhimiz Yusuf b. Yahlef el-Kümî’niri beş yüz seksen altı
yılında bana sorduğu bir sorudur. Ben de kendisine şöyle demiştim: ‘Efendim!
Bu, bir varsayımdır ve tecelli misal mertebesinde -söz gelişi rüya veya vakıa
gibigerçekleşmedikçe, meydana gelmez. Gerçekte de böyle bir şey olmaz. Çünkü
(ilahi) mertebe, kendisiyle birlikte başkasının görebileceği şekilde iki
kişiyi barındırmaz. Hatta söz konusu mertebede kişi mertebenin kendisini bile
müşahede edemez ki başka bir varlığı müşahede edebilsin. Fakat misal
(âlemindeki) tecellide böyle bir şey tasavvur edilebilir , iki kişiyi böyle
bir tecellide bir araya geldiklerinde, her birisi için de şu ihtimaller vardır:
Ya bir makam -ki bu makam üst veya aşağı veya orta makam olabilirher ikisini
bir araya getirir. Ya da bir araya getirmez. Tek bir makam o ikisini bir araya
toplarsa, toplayıcı makam, ya tenzih veya teşbih veya her ikisini birden
gerektiren bir makamdır. Her durumda, zuhur etmesi yönünden tecellinin hükmü
birdir. Tecelli edilenin vecdi bakımından ise, o ikisinin hakikatleri
birbirinden farklı olduğu için tecellinin zevki değişiktir. Onlar, ne doğal
surette ne de ruhanilikte ne de mertebede birbirinin aynı değillerdir. Onlardan
biri ötekinin benzeri olsa bile, yine de aynı değildir. Onların bilebilecekleri
en son şey, her birinin kendi nefsini bilmesidir. Birinin nefsi ise diğerinin
aynı değildir. Böylelikle birinin elde ettiği bilgi diğerinin elde ettiğinden
başkadır. O ikisinin farkta bir araya gelseler bile veya birisi nefsinin
bilgisini elde ederken öteki zatını görmekten ‘fena’ mertebesine ulaşsa, yine
de cem halinde birbirinden farklıdırlar. (Başka bir farklılık olarak), birine
isteyene (müride) verilen şey verilirken, ötekine istenilene (murada) verilen
verilebilir. Her halükarda, o ikisi, buldukları hakkında birbirinden
farklıyken hal ve müşahede de birbiriyle aynıdır. Bu-
Umdukları makam her biri adma tenzihi
gerektirirse, onlardan her birinin tenzihinin nihayeti, kendiliğinde üzerinde
bulunduğu bir suretten Hakkı tenzihtir. Öyleyse bu iki insan, birbirlerin
benzerleri olsa bile, hiç kuşkusuz birbirlerinden farklıdır. Söz konusu makam
teşbihi gerektirirse, (tenzihteki) aynı durum ortaya çıkar. Toplam (hem tenzih
ve hem teşbih) söz konusu olduğunda da aynı durum söz konusudur. Çünkü toplam,
orta bir mertebede iki ucu bir araya getirmektir. Bu durumda da aynı durum
vardır. Öyleyse o ikisi, müşahedede bir araya gelseler bile, varlıkta bir
araya gelmezler. Bu iki insanı bir tek makam bir araya getirmemiş olabilir ve her
biri diğerine ait olmayan bir makamda bulunabilir. Ya da, surette ortak olsalar
bile, her biri kendine özgü bir suretle gözükebilir. Şu var ki o ikisinden her
birine bir güç verilmiş olabilir. Bu sayede her biri arkadaşını o müşahede
edilen şeyin huzurunda görebilir. Çünkü müşahede edilen, misal suretinde
tecelli etmiştir. İşte bu tecelli ve müşahede, kendisinde arkadaşının
-müşahede edilen dilersehitabı ve müşahedeyi bir araya getirdiği şeydir. Bu
mertebenin dışında ise müşahede ve hitap veya başkayı görmek bir araya gelmez.
Bu mesabedeki hükümleri, (birisi) nefsini bilirken ve (diğeri) zatını görmekten
fani olurken veya birisi ‘isteyen’ öteki istenilen makamına yerleştirilmişken
bir makamın onları toplamasındaki hükmün aynıdır. Bu bağlamda isteyen, kahır
ve şiddetten dem vururken istenilen ise yumuşaklıktan ve ilgiden dem vurur.
Hâlbuki bundan başka bir şey yoktur. Onlardan birisi diğerinin elde ettiğinden
haber veremez. Çünkü her birisine dönük ilham ve aktarım, kendisine özgü
mizacın gerektirdiği ilişkiyle gerçekleşir. Söz konusu mizaç, yaratılış
aslında ruhlarının suretlerinin farklılığının nedenidir.
Bu Hakk sahip bir insan, dostlarının
yanma döndüğünde -isterse biri doğuda öteki batıda olsunkendilerine o anda
şöyle der: Falanı görüyorum, onu gördüm ve suretini tanıdım. Onun özellikleri
şöyle şöyledir.’ Böylece onun niteliklerini betimler. O iki kişiden hakikatler
hakkında bilgisi olmayan ise şöyle der: Hakk bana verdiğinin aynısını ona
verdi.’ Hâlbuki gerçek öyle değildir. Çünkü onlardan her birisi, diğerinin
duyduğunu duymamıştır. Bunun nedeni, (aldıkları bilginin kendisine göre ortaya
çıktığı mizacın gereği olan) ilişkideki farklılıktır. Nitekim bunu daha önce
belirtmiştik. Bu insan hakikat ehli ve tam bilgi sahiplerinden birisi ise, ona
ne elde ettiği sorulduğunda şöyle der: ‘Bilmiyorum, çünkü ben sadece suretimin
gerektirdiği şeyi biliyorum. Ben o değilim. Çünkü Hakk bir sureti tekrarlamaz.’
VASIL
Kendisini ‘Bilinmeyi İstemekle’ Nitelerken Nefes-i Rahman O’ndan Hangi Sıkıntıyı
Giderir
Bu bölüm, Hakk
veya yaratılmış, Bütün nefesleri içerir. Bu nedenle
bilinmek istediğinde Rahman’ın nesinin kendisinden neyi açtığını açıklamak
gerekti.
Bilindiği gibi, bir şey, başka bir
şeyi ancak kendinden bilir. Bilinen bir başkasının kendisini bilmesini ister,
hâlbuki onu bilen ise, kendinden onu bilir. Bilen (ârif), bilinenin suretine
göre değil ise, onu bilemeyecektir ve bu durumda ise varlığın gayesi
gerçekleşmeyecektir. Öyleyse (Hakkı bilecek kimsenin) O’nun suretine göre
yaratılması zorunludur. Allah Teâlâ iki zıddı kendinde toplayandır, hatta iki
zıddın ta kendisidir. Binaenaleyh Hakk ‘Evvel’dir,
Ahir’dir, Zahir'dir ve Bâtındır,’381
Bu nedenle de insan-ı kamili bu konumda yaratmıştır. Öyleyse insan da iki
zıddın ta kendisidir. Çünkü insan, iki zıt ile ilişkisinde Hakkın aynıdır.
Binaenaleyh insan, bedeniyle ilk, ruhuyla son, suretiyle zâhir, hükümlerinin
nedenleriyle ise bâtındır. Hakikat ise birdir. Çünkü o (bu zıdığa rağmen, söz
gelişi) Zeyd’in kendisidir ve o iki zıddın ta kendisidir. O halde Zeyd,
birbirine zıt ve birbirinden farklı karışımların ta kendisidir, onlardan
başkası değildir. Başka bir ifadeyle Zeyd, nefsi ruh ve doğal bileşik (beden)
sahibidir. Bu bağlamda Harraz şöyle der: ‘Allah Teâlâ’yı iki zıddı kendinde
toplaması özelliğiyle bildim.’ Arkadaşımız Taceddin Ahlatı ise, bu sözü bizden
duyunca şöyle demişti: ‘Hayır! Allah Teâlâ iki zıddın ta kendisidir.’ Ki bu,
doğrudur. Çünkü Harraz’ın sözü şöyle bir yanılgıya yol açabilir: Ortada iki
zıddın kendisi değil de, onları aynı anda kabul eden bir hakikat vardır! Gerçek
ise böyle değildir. Aksine Allah Teâlâ iki zıddın ta kendisidir, çünkü ilave
bir hakikat yoktur. Öyleyse zuhur eden, bâtın, evvel ve ahir olanın kendisi
iken evvel de ahir, zâhir ve bâtının aynıdır. Gerçekte sadece bu vardır.
İnsanın yaratılışının ilahi surete göre olduğunu belirtmiştik. Daha sonra,
insanın toplamı yönünden yaratılışından söz edeceğiz. Bu toplam sayesinde
insan, insan olmuştur. Bu konuyu üç yüz altmış birinci bölümdeki Menziller
bahsinde ‘Takdirde Hakk ile Ortaklık’ bölümünde ele alacağız.
VASIL
Nefes-i Rahman’dan Kur’an-ı Kerim ve Sünnette Yer Alan Yeminler
Bu
yeminlerle Allah Teâlâ, kendisi adına yemin edilen şeylerin çektiği
sıkıntı ve darlığı giderir. Sıkıntıyı varlıklara veren şey ise, ‘Dilediğini
yapandır’382 ayetidir. Allah
Teâlâ’nın iradesinin neyle ilgili olduğu bilinmez ve O’nun neyi irade ettiği,
ancak kendisi tarafından bildirilebilir. Allah Teâlâ’nın sözünü yeminle
pekiştirmesi, adına yemin edilen varlıktan sıkıntıyı ve güçlüğü kaldırmada daha
etkilidir. Allah Teâlâ, rızka yemin ederek veya şartsız veya şarta bağlı
iyilik vaadiyle müminlerden -kesin inançlılardan değilsıkıntıyı giderir. Şarta
bağlı olan, kendisinden o fiil gerçekleştiğinde, onu bulur. Allah Teâlâ
onların sıkıntısını gidermiş, onlar adına kesin inanç gerçekleşmiştir. Bundan
sonra onlarda kalan sıkıntı, sadece doğal zorlanmadır. Çünkü doğal ve duyulur
acılar gerçekleştiğinde, insanın onları kaldırması mümkün değildir. Psikolojik
acılar ise öyle değildir. Çünkü insan bunları ortadan kaldırabilir. Bu nedenle Allah
Teâlâ, rızkın kuşkusuz bir şekilde kendisinden olduğunu yeminle belirterek,
(kullarını) rahatlatmıştır. Yine de rızık konusunda bazı müminlerin kalplerinde
sadece vaktinin belirlenmesinden kaynaklanan bir sıkıntı kalmıştır. Allah
Teâlâ onu belirtmemiştir. Gerçi belirtmiş olsaydı bile, yine de insandan doğal
sıkıntı kalkmayacaktı. Allah Teâlâ vakitleri belirlemenin sıkıntıyı kaldırmayacağını
bildiği için, rızkın vakitlerini bildirmemiştir. Çünkü (sıkıntıyı ortadan kaldıran
Rahman’ın) nefesine göre, doğanın zevki (tattırmadaki) etkisi daha güçlü ve
duyununki etkilidir. Bunun nedeni, duyulur olanın değişmeyen tek bir suret
olmasıdır. Nefes ise, suretlerde başkalaşmayı kabul edicidir. Bu nedenle,
duyusal acıların varlığında doğanın hükmü ortadan kalkmaz -çünkü sabittir-.
Psikolojik acılar ise suretlerde hızla değiştikleri için ortadan kalkar.
Herhangi bir insan doğal acılardan ancak ilahi veya güçlü ruhani bir varidin
(gelen, tecelli) gelmesiyle uzaklaşabilir. Söz konusu tecelli, kendisinde
bulunan doğanın acısını giderir. Tecellinin nedeni ise, ya duyulur ya da
sınırlanmayan akledilir bir şeydir. Örnek olarak, sevdiği bir insanın
uzaklardan gelmesini verebiliriz. İnsan, uzaktaki sevdiğinin gelmesiyle duyduğu
sevince kendini vererek, arkadaşını görmezden veya gelişini duymazdan önce
hissettiği açlık veya susuzluk acısını unutabilir. Bu, duyulur-maddi bir
nedendir. Akledilir olan sebep ise, bilginlerce bilinir.
İlahi yeminlerde Rahman’ın nefesi,
son derece açık bir şekilde ortaya çıkar. Bu yemin, bilginlere hakkında yemin
edilen şeye hürmet duygusu kazandırır. Çünkü yemin ancak değerli ve saygın bir
şeye yapılabilir. Binaenaleyh Allah Teâlâ, var olan ve (dışta) var olmayan
kısımlarıyla -çünkü âlemin bireyleri sonsuzdurbütün âlemi yeminle yüceltmiştir.
Çünkü Allah Teâlâ ‘Görmediklerinize yemin ederim’383 diyerek bütün âlem üzerine yemin
etmiştir. Kastedilen, gözlere görünmeyen ve yok olan kısımdır. Bu kısma, ezeli
olan ve sonradan var olanlar da girer. Şu var Ki Allah Teâlâ kullarının -ki
bunun içine tek Allah Teâlâ’ya inanan, ortak koşan, mümin ve kafirler
girerkalplerinde kendi büyüklüğünü bildiği için, onlar için yaratılmışlar ve
kendi dışındaki şeyler üzerine yemin etmiştir. Bunun yanı sıra Allah Teâlâ,
kullarının yeminin ancak değerli ve saygın bir şey üzerine yapılabileceğine
inandıklarını da bilir. Zorunlu olarak da âlem, yaratılmışların saygınlığına
inanır. Bilhassa Allah Teâlâ bazı yaratılmışlar hakkında söylediği ‘Allah
Teâlâ’nın şiarlarını yücelten’384 ifadesiyle bu durumu pekiştirmiştir.
Bunlar yaratılmış şeylerdir. ‘Çünkü bu kalplerin takvasından kaynaklanır.’385 Hakkın bir niteliği de gayrettir
(kıskançlık). Kıskanç olması nedeniyle de bize kendisinin dışındaki şeylere
şemin etmeyi yasaklamıştır. Bununla birlikte o şeylerin -Allah Teâlâ’nın
yüceltmesi nedeniylesaygın şeyler olduklarına inanırız. Bu yasaklama, zayıf
kalplerde ve hakikatleri algılamaktan perdelenmiş gözlerde yaratılmışlar
üzerinde yemin etmenin yol açtığı hastalık ve illedere karşı yararlı bir
ilaçtır.
Yeminler pek çoktur, onları saymanın
bir yararı yoktur. Bu konuda zikrettiğimiz genel durum, ayrıntılarını
zikretmeyi gereksiz kılar. Çünkü hepsini zikretmek kitabı uzatır. Her insan o
yeminlerden birisini öğrendiğinde, yeminlerin hangi şeylerde gerçekleştiğini, Allah
Teâlâ’nın yeminle sıkıntıyı giderdiği kimseleri ilk bakışta örenir. Bizim
görevimiz, insanların genelinin kendilerinden yararlanabileceği kıymetli
menfaader gerçekleşsin diye, bazı veya çoğu zihinlere kapalı kalan hususları zikretmektir.
VASIL
Asıl ve Feri Hükümlerde İçtihadın Meşru Sayılması ve Görüş Ayrılıklarının Geçerli
Sayılması Rahman’ın Nefesindendir
Müçtehidin
verdiği hüküm, kendisinin onaylamasıyla Hakk yönünden
geçerlidir. Hakk, söz konusu hükmü müçtehit adma meşru bir hüküm saymıştır ve
hükümlerde bir karşıtlık bulunsa bile içtihat hükmüne karşı çıkmayı
yasaklamıştır. Böylelikle Allah Teâlâ, iki karşıt hükmü de onaylamış, bu
konuda iki müçtehidin de sevap alacağını belirtmiştir. Binaenaleyh Şâri, bu
Muhammed ümmeti adma kendisinde izin verdiği alanda müçtehidin yasa koymasım
hükme bağlamıştır (şeriat yapmıştır). Bu ayrıcalık sadece Muhammed ümmetine
tahsis edilen ayrıcalık mıdır, yoksa önceki ümmedere de böyle bir Hakk tanınmış
mıdır, bilemiyorum. Anlaşıldığı kadarıyla, içtihat hakkı, önceki ümmederde de
vardı. Çünkü Rahman’m nefesi genelliği gerektirir. Öte yandan Kur’an-ı Kerim’de
‘bir ruhbanlık çıkarttılar5386 ayetinde
belirtildiği üzere, içtihadın önceki ümmederde sürdüğünü anlıyoruz. Onların
ruhbanlığı çıkartması, kendi içtihadarıyla veya genel veya özel bir maslahatın
aranmasıyla gerçekleşmiştir. Şâri, ruhbanlığa hakkıyla uyanları övmüş, bunun
İsrail oğullarında olduğunu belirtmiştir. Aynı şey dinin aslî konularında
geçerlidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Hakkında
kanıtı olmaksızın Allah Teâlâ ile birlikte başka bir ilaha dua eden insan5387 der. Kast
edilen, kendi inancına göredir. Çünkü gerçekte tek bir ilah vardır. Bu nedenle
Şâri, bütün gücünü harcayarak ve Allah Teâlâ’nın kendisine ihsan ettiği teorik
gücünü kullanarak içtihada hakkını verdikten sonra -ister isabet etsin ister
yanılsınmüçtehidin hükmünü onaylamıştır. Ücretini ise hata ederse bir, isabet
ederse iki olarak belirlemiştir. Bilmelisin ki, müçtehit, işin kendiliğindeki
durumunu yanlış bilebilir. Bununla birlikte içtihadına göre Allah Teâlâ’ya
ibadet eder ve çektiği sıkıntı nedeniyle Allah Teâlâ kendisine içtihat sevabı
verir. Çünkü içtihat ‘cehd’ (gayret) kelimesinden gelir ve cehd özel olarak
gayret göstermek demektir. Çünkü Allah Teâlâ, kullarını gerçekte güç yetirebilecekleri
işlerle yükümlü tutmuştur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise içtihat
alanını sadece ferî hükümler alanı olarak sınırlamamış, aksine
genelleştirmiştir. Bununla birlikte içtihat alanını -asıllar değil deferi konularla
sınırlayan kimse de bir ‘içtihat’ yapmış demektir. Başka bir ifadeyle içtihat
alanının sınırlanması veya genelleştirilmesi de bir içtihattır ve her iki
müçtehit de kendi içtihadında sevap kazanır.
VASIL
Sözünde Hatadan
Korunmuş Peygamberin ‘Her canlının Rabbim perçeminden tutmuştur’3811 Sözünün Aktarılması da Rahman’ın
Nefesindendir
Allah Teâlâ darda olanı darlıktan
çıkartmış, rahattakini daraltmıştır. Ayetin devamıyla sıkıntıyı açmıştır.
Şöyle der: ‘Benim rabbim doğru yol üzerindedir. ’389 Başka bir ayette ise ‘Bizi
doğru yola ulaştır’390 denilir.
Burada yol (sırat), belirlilik takısıyla zikredilmiştir. Söz konusu yol, Rabbin
bulunduğu yoldur ve bizimle birlikte yürürken o yolda bize görünür. Çünkü o
yol, nimet verilen ve gazap duyulanların yoludur. Sıratın aslı, kendisini Hakkın
yolundan ayıran yoldadır (sebil). Söz konusu yol, Hakkın üzerinde bulunduğu
yoldur ve insanı kendisini görmekten (diğer) yollar perdelemiştir. Hakkı ancak
mutlular görebilir. O’nu görmediği halde sadece kendisine inanıp ‘sanki görür
gibi’ olsa bile, böyle bir insan mududur. Bilindiği gibi, her canlının
tasarrufu, iyi ya da kötü diye değerlendirilebilir. Bu değerlendirme, hallerin
ve isimlerin hükümlerinin kendilerini belirlediği yolda ortaya çıkan arızî
nedenlerden kaynaklanır. Asıl, kendiliğinde korunmuştur ve onu Allah Teâlâ’nın
peygamberleri -Allah Teâlâ’nın selamı onların üzerine olsunve O’nun seçkin
kulları görür.
‘Her Nerede İseniz Allah Teâlâ Sizinle
Beraberdir’391 Ayeti Rahman’ın Nefesindendir -ki onunla Allah Teâlâ
kullarının sıkıntısını açar-
Allah Teâlâ bu ayetle bazı kalplerin
çektiği daralmayı ortadan kaldırır. Söz konusu kalplerde Allah Teâlâ’nın
tikelleri bilmediği (inancı) yerleşmişti. Gerçi bu düşünceyi ileri sürenlerin
amacı tenzihtir, fakat onlar, içtihat edip de hataya düşen kimselerdendir. Bunu
içtihada dayalı olarak söylerse, kendisinin bir sevabı vardır. Çünkü gerçek,
kendiliğinde bulunduğu durumdan değişmez ve müçtehidin hükmü -ister doğru
ister yanlış olsunkendisine etki etmez. İçtihadın değişmesiyle gerçek kendiliğinde
değişmediğine göre, hüküm kendisine aittir. Binaenaleyh ahirette O’ndan ancak
iyilik gelecektir. Çünkü O, kendisinde kötülüğün bulunmadığı sırf iyiliktir.
Öyleyse müçtehitlerin değiştirdikleri şey, sadece kendiliklerinden
değiştirdikleridir. Çünkü ‘Allah Teâlâ bir kavim içindekini değiştirmedikçe
onları değiştirmez.’392 Onların
nefislerinin değiştirdiği şey, (gerçekte) Allah Teâlâ’nın onları
değiştirmesidir. Çünkü onlar, Allah Teâlâ’nın kendilerine verdiğinin dışına
çıkmamışlardır. Çünkü Allah Teâlâ insanı ancak kendisine verdiği şeyle yükümlü
tutar. Bu esnada ona verdiği şey ise, başkalaşma diye isimlendirilen şeydir.
Binaenaleyh Allah Teâlâ, süresi dolana kadar başkalaşma hallerinde
kendileriyle beraberdir. Süre dolunca, bu kez Allah Teâlâ’dan onlar adına
beklemedikleri bir şey ortaya çıkar. Beklemedikleri ise, işin kendiliğinde
bulunduğu durumu müşahede etmektir. Böylece Allah Teâlâ kendisinden onlar
adına ortaya çıkan şeyle, onların sıkıntılarını açar. İyi’den ise sadece iyi
çıkar. Tövbe etmeden ölen insan için tehdidin yerine getirileceğini iddia eden
Mutezile’den birisi bu inanca sahip iken ölmüş, ölümden sonra gerçeği bulunduğu
halde müşahede etmiş. Kendisini rüyada gören biri ‘Allah Teâlâ sana ne yaptı?’
diye sorunca şöyle demiştir: ‘İşin bizim zannettiğimizden daha kolay olduğunu
gördük.’ Sonra kendisine merhamet edildiğini, kendi gibi olanlarda uygulanacağına
inandığı tehdidin uygulanmadığını söylemiştir. Kıyamet günü Allah Teâlâ,
yaptıkları günahları ve işledikleri suçları kullarına onları kınamak ve
suçlarını ortaya koymak amacıyla bildirmez. Aksine bu, kendisini Hakk
etmeyenlere bile ulaşacak ölçüde engin olan rahmetinin genişliğini bil-
dirme amacı taşır. Rahmete ulaşmak
ise ‘günah’ diye isimlendirilen davranışların şefaat etmesiyle gerçekleşir.
Çünkü onların faili ‘fiil’ olmaları bakımından varlıklarının sebebidir ve
onları bilfiil var etmiştir. Söz konusu fiiller, kendilerini işleyen adına
günahtır, fakat Rablerini tespih eden, O’na itaat eden yapılardır. Bu nedenle
varlıklarını ortaya çıkartan sebep için bağışlanma dilerler. Allah Teâlâ da
onların duasına ve sahiplerinin bağışlanma dileklerine olumlu karşılık verir.
Çünkü söz konusu fiiller, günah veya itaat olup olmadıkları hakkında bir
bilgiye sahip değillerdir, bununla yükümlü de değillerdir zaten. Öte yandan söz
konusu fiiller o kişi adına da yaratılmamıştır. Bu nedenle Allah Teâlâ onların
sahipleri adına yaptıkları duayı ve bağışlanma dilediğini kabul eder, günahkar
sonunda her şeyi kapsayan rahmete mazhar olur. Alemdeki herkes, şeriatta ‘itaat5
veya ‘günah’ diye nitelenen bir amelin suretinin yapıcısıdır ki, (fiillerin
kendisine göre) ne günah ve ne itaat diye bir şey vardır. Fiil meydana
geldiğinde, onun (ayakta kalmasını sağlayan) yegane gıdası, Allah Teâlâ’nın
övgüsünü tespih etmekten ibarettir. Burada, yani bu mertebede itaat ve günah
amelleri eşitlenir. Çünkü fiillerin günah veya itaat olması, kendileri
değildir. Günah veya itaat olmak, Allah Teâlâ’nın fiiller hakkındaki hükmüdür
ve onların duası Allah Teâlâ nezdinde kabul edilmiştir. Çünkü onlar da
kendilerine inayet edilen, Allah Teâlâ’ya hürmet ve kendisine yakışması yönüyle
O’na sena duygusu üzerinde yaratılmış şeyler arasındadır. Bulunduğumuz her
yerde Allah Teâlâ bizimle beraber olmasaydı, bu fiillerin varlıkları ortaya
çıkmayacaktı. Çünkü bu fiilleri bizim vesilemizle veya vasıtamızla -(Mutezile
veya Eşari) herkesin düşüncesinin verisine göre bir değerlendirme değişirbizde
yaratan Allah Teâlâ’dır. Öyleyse istediğini söyleyebilirsin! Nefes-i Rahmanı
hakkında bu kadar açıklama yeterlidir. Bu işin ehli olanların dışında, bizim
kadar bu konuda söz söyleyeni ve konuyu açıklayanı görmedik. ‘Allah Teâlâ doğruyu
söyler ve doğru yola ulaştırır”93
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar