Print Friendly and PDF

[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] YÜZ YİRMİ DÖRDÜNCÜ KISMI

 


Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla

VASIL

Unsurî Cisimlere İlişen Cisimlerdeki Doğanın Eklentileri

Unsurî cisimlere cisimlerdeki doğanın eklentilerinden pek çok şey ilişir. Bunlardan birisi, unsurun hareket ve durağanlığıdır. Acaba o, fe­leğin hareket ve durağanlığından -var sayılırsafarklı mıdır, değil midir? Yoksa onun durağanlığı sadece -aramızdan şe’nleri kabul edenlerin dile getirdiğigöğün durağanlığı gibi midir? Feleğin hareketine gelirsek, fe­lek, doğal cisimlerdendir, çünkü o, kendisi olmayan bir muharrikin (ha­reket ettirici) hareketiyle hareket eder. Alemdeki bütün hareketliler ve duranlar, özü gereği hareketli olmadığı gibi kendisi nedeniyle hareket ettiren ve durduran da değillerdir. Onu hareket ettiren özü gereği hare­ket ettiren olmalıdır ya da hareket ettirmeyi irade eden olması yönüyle hareket ettirmelidir. Hareket ettiren özü gereği hareket ettiren ise, bu görüşü söyleyen kişi, hareketin cisimde yaratılmış olduğunu söylemiş olur. Hareket ise, bulunduğu şeyde özü gereği hareketi sağlar. Öyleyse

i   hareket, harekediyi özü gereği hareket ettirir. Durağanlık da öyledir. Hareket ettiren hareketi irade eden ise, bazen vasıtayla bazen vasıtasız olarak hareket ettirir. Yani onu hareket ettirmeyi irade edici olmakla ni­telenmeyen bir vasıtadan söz etmekteyiz. Vasıta irade sahibi olabilir. Veya rüzgarın hareketiyle dalı hareket ettirîneyi verebiliriz. Bu hareketi zorlamayla meydana getirir. Örnek olarak, elinde bir sopayı sallayan in­sanı verebiliriz. Ya da hareketli zatında iradeyle hareket eden biri olabi­lir. Örnek olarak, insanm yönlerinde hareket etmesi iradi harekettir. Bi­ze göre, felek insanm yönlerde hareket etmesi gibi, harekedidir. Çünkü o, akıllıdır, yükümlüdür ve Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in devesinin emre bağlı ol­duğunu söylemesi gibi memurdur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, güneşin doğmak için Rabbinden izin istediğini söylemiştir. Güneş doğacağında kendisi­ne izin verilir. Batıdan doğma vakti gelince de, ‘Geldiğin yere dön’ diye emredilir ve battığı yerden doğar. Bu vakit, artık kişiye imanın fayda vermediği vakittir. Öyleyse felek, göğünde bulunan ilahi emri vermek için, iradeyle hareket eder. Söz konusu emir, unsurlarda ve türeyenlerde bir takım şeyleri meydana getirir. Feleklerin bu hareketleriyle de, zaman ortaya çıkar. Öyleyse zaman, kendini ortaya çıkartanda hüküm sahibi değil iken aşağısındaki şeylerde hüküm sahibidir. O halde, zamanın fe­leklerin hareketinde hükmü yoktur. Çünkü onu ortaya çıkartan felektir. Feleklerde, göklerde ve ulvi âlemde ortaya çıkan ve gözüken hadiselerin ise, zamandan başka sebepleri vardır. Feleklerin hareketleri sıralı ve tıpkı bir değirmenin hareketi gibibir yolda parçaları peş peşe gelecek şekildedir. Bu harekette hiçbir parça komşusundan ayrılmaz. Unsurla­rınla ise, öyle değildir. Unsurun hareketi, girişiktir ve her bir parça biti­şik olduğu komşudan ayrılmış, bulunduğu mekânından başka mekânla­rı doldurmuştur. Öte yandan unsurun hareket sebepleri de, feleğin ha­reket sebeplerinden farklıdır. Çünkü feleğin hareketi, unsurlara verdiği hareketlenmeden ve yıldızlarının ışınlarından başkasını bilmez. Bunu ise, Allah Teâlâ’nın kendilerine verdiği akıl, ruh ve bilgiyle bilirler. Söz konusu hareket, maden, bitki, canlı, insan, cin veya amelden veya tespih, zikir ve tilavet yapan nefesten yaratılmış melek gibi türeyenlerin bireylerine tam olarak neyi verdiklerini bilir. Bunun nedeni, feleğin Allah Teâlâ’nın kendi­sine bıraktığı şeyi bilmiş olmasıdır. Bu durum ‘Her göğe emrini vahyetti274 ayetinde dile getirilir. Keşfi olmayan insan, bütün bunların feleklerin seyrinden oluştuğunu ve feleklerin onları meydana getirmek üzere hareketlerinde amade olduklarını zanneder. Bu durum, var etmek istediği bir sureti var etmek üzere bir sanatçının alet kullanmasına ben­zer. Söz gelişi ahşapta veya başka bir şeyde bir suret oluşturmak isteyen insanı verebiliriz. Araçlar ne için kullanıldıklarını ve kendilerinden ne­yin ortaya çıkacağını bilmez. Hâlbuki bu suretler söz konusu araçlarla gerçekleşir. Vardığımız görüşü iddia eden kişiler de, böyledir. Bizim ve keşif-vecd sahibi Allah Teâlâ ehlinin vardığı görüşten başka görüşe sapanların görüşü böyledir. Biz ise şöyle deriz: Marangozun aleti, onu kullananın bildiğinden daha çoğunu bilebilir, çünkü o da canlı, düşünen, Yarata­nını bilen ve O’nun övgüsünü tespih eden ve yaratılış nedenini bilen bi­ridir. Keşif ehli, böyle düşünür. Çünkü Allah Teâlâ bir insanın gözünü ve ku­lağını açınca, yeryüzündeki ağaçlar ve bitkiler kendisine verebilecekleri yarar ve zararları ona söyler. Nitekim taşlar, Davud’a şöyle dermiş: ‘Ey Davud! Beni al, ben Calut’u öldürebilirim.’ Başka bir taş ise ‘Beni al, çünkü ben onun askerini kırarım’ dermiş. Her taş yaratılış nedenini bi­lir. Davud da taşları alır, durum taşların söylediği gibi gerçekleşirmiş. Bazı insanlar bu dereceye ulaşamayıp bunu göremeyince, bu durumu inkâr etmişlerdir. Hâlbuki öyle davranmaları uygun değildir. O halde âlemdeki bütün hareketliler, neye doğru hareket ettiğini bilir. Bunun istisnası, insanlar ve cinlerdir. Onlar, bazen neye doğru hareket ettikle­rini bilmez. Hatta Allah Teâlâ’nın dilediği keşif sahiplerinin dışındakiler, bunu bilmez. Allah Teâlâ göklere ve yere şöyle demiştir: ‘Dileyerek veya zorla gelin. Onlar da itaat edici olarak geldik demiştir:275 Yeryüzünün gelmesi çağrıldığı işe doğru intikal ve harekettir. Ve o, itaatkar olarak gelmiştir. Alemdeki her parça kendisinden neyin istenildiğini bilir. Öyleyse her şey, basirete sahiptir. İnsan bedeninin parçalarına varana kadar, her şey için bu durum geçerlidir. insanda ise, düşünce gücünü kullanmaya veya iman nuruyla bakmaya yönlendirilmiş yükümlü ‘latif (latife-i insaniye) parçası neye doğru hareket ettiğini bilemez, iman nuruyla baktığında, nur onun gözünde ortaya çıkar ve kendisi için hayırlı olan şeyleri keşf eder. Unsurun hareketinin girişiklik veya -bütününe değilparçalarına ilişen durağanlık nedeniyle feleğin hareketinden farklı olabilir demiştik. Buradan, unsurda hareketin hükmünün felekteki hükümden farklı ol­duğunu kesin olarak öğrendik. Herhangi bir unsurun hareketi, hava veya su gibi iki unsur arasında gerçekleşebilir veya ateş ve toprak gibi iki unsur arasmda gerçekleşmeyebilir. Bu durumda hava unsurunun ha­reketinde bir etki ortaya çıkar. Bu etki, üzerinde veya altında bulunan şeye temasa göre ortaya çıkar. Su unsurunda da durum böyledir. Ateşin hareketine gelirsek, ona hava etki edebilir. Toprağın hareketinde ise, su ve hava etki edebilir ve bu sayede bu unsur ateş unsurundan ayrılır.

Ateş diğer unsurlarda ısınma etkisi yaptığında, iki durum söz ko­nusudur: ya büyük yıldızın ışınları vasıtasıyla -ki güneştirısınma ger­çekleşir. Güneşin ışınları esire uğrar ve oradan sıcaklığında niceliksel bir artış kazanır. Ya da ocaktaki ateş vasıtasıyla ısıtabilir. Kendi dışındaki unsurdan kaynaklanan bu etkilerin sürmesi, söz konusu unsurdan yar­dım gelmesine bağlıdır. Aksi halde, etkinin ortaya çıktığı unsur, ona hakim olur ve kendisini yok eder. Bu da unsurların cisimlerinde ortaya çıkan oluş ve bozuluş türlerinden biridir.

Sonra bilmelisin ki, hareket ve durağanlıkta işin gerçeği şudur: Bunlar, doğal ve mekânlı veya -imkân cinsinden isemekânı kabul eden zatlara ait iki nispettir. Şöyle ki: Mekânı olan bir şey, özü gereği, var olduğu anda işgal edeceği bir yere sahip olmalıdır. O şey üzerinden ikinci veya daha fazla bir zaman geçer ve aynı yerde bulunabilir. Bu, durağanlık denilen durumdur. Ya da, ikinci zamanda başka bir yerde bulunurken, üçüncü zamanda İkinciden sonraki bir yerdedir. Böylelikle söz konusu şeyin bulunduğu yerleri doldurması ve onlarda gözükmesi, bir yerden başka bir yere intikal tarzında gerçekleşir. Bu ise, bir intikal ettirici sayesinde mümkün olabilir ve intikal, ‘hareket5 diye isimlendiri­lir. Bununla birlikte, sadece mekânlı ve mekânın bulunduğunu da bili­riz. Onun daha önce işgal ettiği mekânına bitişik ve komşu başka bir mekânı işgal etmesi imkânsız değildir. Burada, hareket diye isimlendiri­len ve bulunduğu şeyin bir yerden başka bir yere intikalini zorunlu la­lan bir varlık olduğunu iddia edenlerin kanıt getirmesi gerekir. Öyleyse hareket eden, bir taşıyıcı nedeniyle hareket etmiştir. Taşıyıcı irade sahi­biyse, iradesiyle ya da kendisini bir yerden başka bir yere taşıyan başka bir taşıyıcıyla hareket ettirmiştir. Öte yandan bir araya gelme ve ayrılma da, mekânlılar için iki nispettir. O halde bir araya gelme, iki mekânlının aralarında üçüncünün düşünülemeyeceği şekilde iki mekânda bulunma­sı iken ayrışma aralarında üçüncü veya daha fazla şeyin düşünülebilmesidir.

Zaman ve mekân da, doğal cisimlerin eklentilerindendir. Zaman dışta varlığı olmayan mevhum bir şeydir. Onu feleklerin hareketleri ve­ya ‘ne zaman?5 sorusu kendilerine iliştiğinde mekânlıların hareketleri or­taya çıkartır. Öyleyse mekân ve zamanın dışta varlığı yoktur. Varlık, harekedi ve durağanların zadarına aittir. Mekân ise, mekânlıların içinde değil, üzerinde yerleştikleri ve karar kıldıkları bir şeydir, içinde karar kı­lınan, mekân (yer) değil, hayyız diye isimlendirilir. Öyleyse mekân, mevcut bir şeyde nispi bir durumdur. Mekânlı onun üzerine yerleşir veya -içinde değil deüzerindeki intikallerle onu kat eder. Hayyızda (doğal mekân) bulunanlar komşuluk yoluyla özel bir tarzda bitişik olur­larsa ve bunlarda bir girişiklik meydana gelmezse, bu, bitişme diye ifade edilir. İntikaller halden Hakk ve ardışık olarak gerçekleşirse, bu, ardışıklık ve peş peşe olmadır (tevali). Bu esnada araya zaman girmez. Bir kısmı diğerine girer de iki bitişik arasına giren onlardan ayrılmazsa, bu, kay­naşmadır (iltiham). Ondan varlığa giren şey, sonluluk ile nitelenirken girmeyenin ise -sonsuza dek sürekli olduğu var sayılırsasonsuz olduğu söylenir. Bu intikaller oluş veya bozuluş şeklinde bir durum meydana getirirse, bir şeyin yokluktan varlığa intikali oluş (kevn) diye isimlendi­rilir. Ortaya çıkan oluşun suretinin yok edilmesi ise, bozulma diye ifade edilir. Bir şey varlıktan yine varlığa intikal ederse, hareketli diye isim­lendirilir. Cisimlere ilişen renk, şekil, hafiflik, ağırlık, kirlilik, yoğunluk, yumuşaklık, katılık vb. eklentiler ise, farklı nedenlerden kaynaklanır.

Renklere gelirsek, renkler, iki kısımdır: Bir kısmı renklinin kendi­siyle var olurken bir kısmı göze gözükür, hâlbuki o, şekillerin farklılaş­ması ve ışığın cisme verdiği özellik nedeniyle renklenenin kendisinde yoktur. Çünkü idrak, ışık vasıtasıyla gerçekleşir. Aynı şekilde şekiller de, renkler gibi, iki duruma döner: ya şekli taşıyana veya onu idrak edenin duyusuna!

Zikrettiklerimizin dışında cisimlerin eklentilerine gelirsek, onlar, kendilerine veya bunlarla nitelenen şekillere -ki onlar doğal cisimlerdirdeğil, idrak edenlere racidir. Bizim görüşümüz budur. Çünkü hava gibi latif bir şey ışığın suretini tutamaz. Kesif cisim ise, onu izhar eder. Kesifliğin perdelemediği kimseleri gördük. Kesif şeylerin sureti, o kişiye göre idrakin nüfuzu bakımından, latifler gibiydi. Söz konusu şeyler, an­cak bu nüfuza sahip olmayan kimse nezdinde kesiftir. Aramızdan bazı­larını duvar perdelemez veya herhangi bir şey kendisine ağır gelmez. Bu nedenle, böyle niteliklerin kendilerini algılayana dayandığı ortaya çıkar. Cisimlerin zatlarına ait olsalardı, bu konuda cisimlikte ortaklık gerçek­leştiği gibi, idrakte de eşitlik gerçekleşirdi. Öyleyse eklentilerin hükmü, bize göre, cisimlerin zatlarına dönmez. Doğa bilimciler ise, bu konuda aralarında görüş ayrılığı bulunsa bile, bu bilgide bizim yöntemimizi ta­kip etmezler.

Bilmelisin ki, hakikati bir olan bir şeyden farklı eserler ortaya çıktı­ğında, söz konusu eserler, o şeyden -kendisi yönüyle değilkabiliyetleri bakımından ortaya çıkar. Buradan hareketle bu konuyu incelersen, filo­zofun ‘Bir’den bir çıkar’ sözü geçersizleşir. Bu meselenin incelediğimiz unsurdaki durumuna gelirsek, ateş, ateş olması bakımından bir hükme sahiptir. Eserlerinin ise, hükümleri farklı farklıdır. Bazı cisimleri aydın­latırken bazı cisimleri aydınlatmaz. Hâlbuki onlar da tutuşma ile aydın­lanan cisimlerdir. Hava, ateşe yardımcıdır. Ateş bazı şeyleri birbirine bağlarken bazı şeyleri eritir, bazı şeyleri siyahlaştırır, ısıtır, yakar pişirir, donukları eritir. Hâlbuki o, tek bir hakikate sahiptir. Kabiliyetlerin isti­dadan ise, kendisinden ortaya çıkan eserlerin hükümdeki farklılıklarını ortaya çıkartır.

Hakikat bir, hüküm farklı!                               '

Bilgi, gözün görmediğini idrak eder.

Bilmelisin ki, eşyanın yalnız başına bir hükmü olduğu gibi karışım halinde de tek başına birisine olmayan bir hükümleri daha ortaya çıkar. Gerçekte, iki karışandan hangisinin etkin olduğu bilinemez. Acaba hü­küm, onlardan birisine mi aittir, yoksa etkide bulundukları şeyde her birinin bir gücü mü vardır? Gerçekleşen şey, inkâr edilemez. Çünkü biz, daha önce yok iken mürekkebin siyahlığının kara ve mazının karı­şımdan çıktığını biliriz. Acaba mazı mı karaya rengini vermiş ve etkin olmuştur? Bu durumda kara etkilenen olurdu. Böyle olsaydı, mazı daha önce karışmadan ve karanın suyunun rengini almadan bulunduğu hal üzere kalmış olurdu. Hâlbuki görülen, bunun aksinedir. Aynı şey, mazı için söylenir. Tek ihtimal olarak, karışımın hakikati kalmıştır. Karışımın hakikati, onlardan herhangi birisine ait olmayan, siyahlığı meydana ge­tiren şeydir. Söylediğimiz hususun ilahi mertebedeki karşılığı, ‘Ey insan ve cinler sizin için boşaltacağız5276 ayetidir. Allah Teâlâ, kıyamet günü ayrım ve hüküm vermek üzere gelir, elinde terazi vardır, alçaltır ve yükseltir. Hâlbuki âlem yoktur. Acaba bu fiilin gerçekleşmesiyle nitelenebilir mi? Alem ile, zuhur etmeyen şey zuhur etmiştir. Hâlbuki âlem yoktu ve hüküm eşit değildi. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Allah Teâlâ vardır, O’nunla birlikte baş­ka bir şey yoktur’ buyurur. ‘O şimdi de bulunduğu hal üzeredir’ deme­di. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, Allah Teâlâ’yı en iyi bilen yaratık iken bunu nasıl söylerdi ki? O Allah Teâlâ’nın nezdinden ‘0 her gün bir iştedir277 ve ‘Sizin için boşaltaca­ğız’1278 ayetlerini getirmişti. ‘Rabbin şunu ve bunu tamamlar5, ‘Rabbimiz göğe iner.’ Hâlbuki gök ve âlem yoktu. Acaba Rab, birisine inmekle ni­telenir mi? Veya bir yerden inmekle nitelenebilir mi? Hâlbuki ‘den’ ve­ya ‘nerede’ yoktur. Sonra, eşyayı var etti ve böylelikle nispetler meydana gelmiştir. O ise, (Arş üstüne) istiva etmiş, teraziyi almış, yükseltmiş ve alçaltmıştır. Arzularından kurtulmuş akılların reddedemeyeceği rivayet­ler, bunları bildirmiştir ve hepsine inanmak vaciptir. Bunların nasıl ol­duğu ise bilinemez. Öyleyse Allah Teâlâ birdir, yaratandır, ahaddır, maciddir, ‘benzeri yoktur.’279 Nefesin varlığı ve nefes alıp verende mahreç istidadı bulunmasaydı, harfler ortaya çıkmazdı. Bir araya gelme olmasaydı, ke-, limeler bir araya gelmezdi. Varlık birbirine bağlıdır. Sıkıntı ve darlık olmasaydı, Rahman’ın nefesinin anlamı kalmazdı. Çünkü nefes alıp verme, darlığı gidermek demektir. Öyleyse yokluk, sıkıntının ta kendi­sidir. Çünkü yok olan şeyin varlığı, mümkündür. Mümkün yokluk ha­linde olabilme imkânını öğrenince, varlığa dönük özlemin sıkıntısını çeker. Bu varlığı ise, iyilikten payını almak üzere, onun hakikati kendi­sine verir. Rahman’ın nefesi ise bu sıkıntıyı ortadan kaldırır ve o şeyi var eder. Bu nedenle mümkünün sıkıntısını gidermek, yokluğu izale etmek demektir. Allah Teâlâ’nın dışındaki her varlık, mümkündür ve bu niteli­ğe sahiptir. Rahman’ın nefesi, mümkünlerin suretlerine (hakikat) varlık verendir. Nitekim nefes de harflerin varlığını verir. Âlem, bu nefes yö­nünden, Allah Teâlâ’nın kelimeleridir. Nitekim Allah Teâlâ, ‘Meryem’e attığı kelimesi­dir280 demiştir. O, Hz. İsa’nın kendisiydi. Allah Teâlâ, kelimelerinin tüken­mez olduğunu bildirmiştir. O halde O’nun yaratıkları sürekli var olur­ken O sürekli yaratandır.

Öte yandan, unsurdan oluşan cisimlerde suretleri, şekilleri ve mi­zaçları farklı durumlar görmekteyiz. Bu farklılık, onları tek bir tanımın ve hakikatin bir araya getirmesini engellemez. Söz gelişi, tür ve şekille­rin farklılığına rağmen, hayvan bireylerini verebiliriz. Söz gelişi kuşlar­da gözüken miktar, şekil ve renk farklılığı onları kuş olmaktan çıkart­maz. Buradan, bu farklılığın bir şeyin insan veya kuş olmasından kay­naklanmadığını anladık. Çünkü her bireyde insanlık, farklılığın ortaya çıkmasıyla değişse bile, tektir. Dolayısıyla akledilir başka bir hakikatin farklılığın nedeni olması gerekir. Bu farklılığın sebebini ise, varlığın kendisine bağlı olması nedeniyle, konumuzu teşkil eden ilahi ilimde aradık. Gördük ki, Allah Teâlâ herhangi bir tecelliyi iki kez yenilemez. Allah Teâlâ inkâr edileceği bir surette tecelli edebileceği gibi tanınacağı bir surette de tecelli edebilir. Hâlbuki ilk surette veya ikinci ve bütün suretlerde te­celli eden, Allah Teâlâ’dır. Böylelikle tecelli edilen suretler, uluhiyet mertebe­sinde bir türün bireylerinin suretlerinin değişmesinin karşılığıdır. Bura­dan, türün bireylerindeki farklılığının bu ilahi hakikatten kaynaklandı­ğını anladık. Böylelikle, Haktan bize gösterdiği şeyi öğrendiğimizi öğ­rendik. Allah Teâlâ tür olması bakımından bir türe tecelli eder, o şey, türlüğünü yitirmez. Aynı şekilde Allah Teâlâ, ilahlığında da ilah olmayı sürdürür. Sonra bu tür için zatının gerektirdiği tarzda farklı suretlerde tecelli eder. Böylece türün bireylerinde -kendi ölçü ve miktarlarına göresuretler değişir. Şekil, renk ve miktarlarda şahıs nedeniyle başkalaşan bir türün istidadında -ki onu ait olduğu türün dışına çıkartmayan durum­lardır bunlarbu değişim olmasaydı, başkalaşmayı kabul etmez ve bir suret üzerinde kalırdı. Kesif, kesif olmasına rağmen, sanatçının yaptığı farklı suretleri kabul edicidir. Söz gelişi ahşap, sanatçının kendisinden yaptığı ürünleri ve onun zihnindeki farklı suretleri kabul edicidir. Latif ise, su ve hava örneğinde olduğu gibi, değişimi daha hızla kabul eder. Kim daha latif ise, farklılığı kabulde daha hızlıdır. O halde şunu öğren­din: Latiflik bakımından yücesinden kesiflik bakımından süflisine kadar âlemdeki suretlerin değişmesi, zuhur ettiği her bir surette Rahman’m nefesi olmaktan kendisini çıkartmaz. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Sizi yerden bitiren Allah Teâlâ'tır.™ Yer, birdir. Hâlbuki otun sureti nerede, ağacınla ne­rede? Bunların türleri birbirinden farklıdır, insanınla nerede, hayvanın sureti nerede? Bunların hepsi, unsur kaynaklı olmaları bakımından, gö­ründükleri suret değişse bile, unsurdan olma özelliğini yitirmemiştir. Öyleyse tüm âlemin başkalaşması, varlıkta tek hakikat bulunduğu ger­çeğini değiştirmez. Zeyd Amr değildir, hâlbuki her ikisi de, insandır. Onlar insandır ve başkası değillerdir. Buradan -doğru düşünürsenâle­min İdm olduğunu ve kendisindeki gerçeği öğrenirsin. ‘Nefislerinizde ayet vardır görmez misiniz?™2 Kastedilen düşünen nefistir. O, akleden, düşünen, tahayyül eden, ezberleyen, beslenen, tasvir eden, büyüyen, beslenen, iten, çeken, hazmeden, tutan, işiten, gören, yiyen, koklayan, dokunan ve bu durumları algılayan nefistir. Bu güçlerin ve kendilerine verilen isimlerin farklılığı, düşünen nefse ilave değildir. Aksine o, her suretin aynıdır. Maden, bitki, hayvan, felelder ve meleklerin suretlerinde de aynı durumu görürsün. ‘Onların aynı iken, eşyayı izhar edeni ten­zih ederim!’

Gözüm O’nun yüzünden başkasına bakmadı Kulağım O’nun sözünden başkasını duymadı

Her varlıkta O’nun varlığı var Her şahısçık kendi uykusundadır

Rüyanın tabirine uykumuzda ulaştık Kim kınarsa, onu kendi kınayışına katsın

Bu konuyla ve su unsuruyla ilgili başka bir husus, bu ikisinde orta­ya çıkan ve güneşin varlığından meydana gelen ışınların ısıtıcılığıdır. Acaba ilahi bilgide bu ışınların kaynağı nedir? Çünkü yeryüzündeki toprak ve su kaynaklı cisimlere güneşin ve yıldızların ışınları temas etti­ğinde, bazı cisimler ışınlar nedeniyle ısınırken bazı cisimler ısınmaz ve soğur. Bununla birlikte ışınlar, tıpkı zemherir gibi, onu tutuşturur. Ha­vanın üzerinde kalan şeylerde ise, güneş ışınlarının sıcaklığının etkisi yoktur.

Bilmelisin ki, ilahi yüzün (zat) yakıcı tecellileri vardır. Perdeler ol­masaydı, onlar âlemi yakardı. Bu perdeler, ya âlemdendir. Hâlbuki te­celliler perdelerin üzerine yayılmasaydı, onlara perde olmazlardı. Veya tecelliler yakıcılığı gerektirirse, perdeleri de yakarlardı. Sonra, perdeler ya kesiftir veya latif! Latif iseler, perde olmazlardı. Hava güneşin yer ci­simlerine ulaşmasını engellemez. Bir duvar gibi vb. kesif iseler, gediksiz ve girişik bir şekilde yapıldığında duvarın güneş ışınlarıyla ısınacağı açıktır. Sonra, ışığı karanlık perdelemez, çünkü karanlık ışıktan kaçar ve dolayısıyla onunla bir araya gelmez. Karanlığı var eden perdenin ardın­dan ona komşu olabilir ve karanlık ışığa bitişir. Öyleyse karanlık, ışınla­ra komşudur ve karanlığı meydana getiren şey, ışınların üzerine yayıl­masına elverişlidir. Karanlık, bu yorumla perde haline gelemez. Karan­lığın perde olduğu ise sabittir. Işığın yüzün (zat) ışığına perde olmasına gelirsek, ışık ışıkla güçlenir, onu perdelemez. Öyleyse yüzün (zat) tecel­lilerinin hakikatini ve onların zati deliller olduklarını anla! Zuhur ettik­lerinde, varlık olarak değil, nispet olarak yakarlar. Böylelikle onların varlıkların, yani (her varlıktaki özel yön anlamındaki) yüzün kendisi ol­dukları ortaya çıkmıştır. Bu durumda bilgisizlik kalkar. Bu bilginin ürünü, âlemin zatın aynı olmadığını (öğrenmektir). Alem sureti üze­rinde kalır ve tecelliler onu yok etmez. Aksine onu ispat eder ve Hakkın yüzünün ne olduğunu açıklar. Öyleyse perde, manevidir ve nispet yak­mıştır.

OTUZ İKİNCİ FASIL

el-Aziz İsmi

O’nun madenleri var etmeye yönelmesi. Ona ait Harf Zı, Menzil­lerden ise Sadu’z-zabih’tir.

Bilmelisin ki, zata ‘nitelikler’ diye isimlendirilen yedi nispet tahsis edilmiştir. Bütün isim ve nitelilder, bu yediye döner. İsim ve niteliklerin bu yedi niteliğe nasıl döndüğünü İnşa’ü’l-cedavil adlı eserimizde açıkla­dığımız gibi bizden önceki kimseler de onu açıklamıştı. Şu var ki ben, öncekilere el-Mücib isminin eş-Şekûr ismiyle birlikte kelam niteliğine katılışım ekledim. Bizden öncekiler, eş-Şekûr ismini el-Mücib ismine katmamışlardı. Gökler yedi tane olduğu gibi gezgenler de yedidir. Yer­ler yedidir, günler yedidir. Allah Teâlâ, madenleri yedi gezegenin büyük fe­lekte bulunan yedi felekte seyrinden ve yüzüşünden yarattı. Onlardan yedi madeni var etti. el-Aziz ismi onları var etmeye yöneldiğinde, ma­denler bu isimden başkasını görmemiştir. Bu nedenle, onların varlığın­da bir izzet ve engelleme (özelliği) vardır. Türeyenlerde ve ana unsur­larda hüküm sahibi olan başkalaşmanın otoritesi, onların direncine karşı koyamamıştır. Başka bir ifadeyle, diğer türlerde hüküm sahibi olduğu gibi, onları da süratle bir suretten başkasına dönüştürememiştir. Çünkü başkalaşma diğer türeyenlerde daha hızlı gerçekleştiği gibi eksilme, artma ve kendilerine bir suret giydirme gibi fiilleriyle onlardaki otorite­si daha hızlıdır. Madenlerde ise, bu etki süratle gerçekleşmez. Taşlar, aradan uzun zaman ve dönemlerin geçmesiyle, uzun bir süreden sonra başkalaşabilir. Bunun nedeni, el-Aziz ilahi isminden kazandıkları izzet­tir. Bu isim, ilahi mertebeden onları var etmeye yönelmiştir. Sonra, bıı işim onları var etmeyle, kendileri için kemal mertebesini talep etti ki, onlar da izzet özelliğiyle özdeşleşsinler. Dolayısıyla onlara başka bir ila­hi isim etki etmemiştir. Bunun nedeni, o ismin kıskançlığıdır. Çünkü Aziz ismi, madenlerin kendisine ait olmasını istemiştir. Bilginler, onla­rın varlığını bu isme izafe edildiğini bilir. Dolayısıyla madenlerin ulaş­mak istediği gaye, kemalin bulunduğu tek surettir ki, o da, altın olmak­tır. Yolda iken, ed-Dar ve kardeşleri olan isimlerden madene bir takım arazlar ilişerek varlıklarını hasta eder, onları yollarının dışına çıkartır. Böylece uğradıkları o mertebe üzerler bir ismin (kendine ait mertebeden) olması, mümkün değildir, çünkü ev s a Onlar, ilahi edep sahibi ve edep öğretmenleridir. Böylece el-Aziz ismi, bu mertebede madenin cevherini korumak üzere kalmıştır. Mertebenin sahibi olan isimler ise, onun -cevherin e değil- suretine etki etmiştir, isimlerin doğalardan ve unsurlar-Türeyenlerde ve unsurlarda ilahi dan koruyucuları vardır. Onlar, bu eşyada mertebenin sahibinin hük­müne göre -ki o ilahi isimdirtasarruf eder. Bunlar, maden, onun sıcak­lığı, kışın soğukluğu, yazın sıcaklığı, genel anlamda sıcaklık, yaşlık ve kuruluktur. Bu zikrettiklerimizden her birinin kendine özgü bir hükmü vardır. Bu hüküm, türeyenlerde ve unsurların cevherlerinde ortaya çı­kar. Böylece seyrekleştirir, yoğunlaştırır, soğutur, ısıtır, ıslaklık verir, kurutur. Kemal mertebesi ise, bütün bu hükümlerin eşitlenip birisinin hükmünün diğerinin hükmünü izaleye güç yetiremeyeceği şekilde den­gelendiği yerdir. Cevher etkiden kurtulup suretini kendisinden çıkarttı­ğında ve kendisini etkiden koruduğunda, kemal mertebesine ulaşmış demektir. Bu özellik, madenler arasında sadece altına özgüdür. Diğer suretlerde ise, hastalık ve illeder vardır ve bunlar madenleri kemalden uzaklaştırır. Böylece cıva, kurşun, demir bakır ve gümüş ortaya çıkar.

Maden toprak unsurundaki yerini terk ettiğinde, hastalık üzere sü­rekli illetli kalır. Maden uzmanı bilgin bu durumu bilip de öyle bir ma­deni kemal mertebesine ulaştırmak istediğinde, bunu hastalığı ortadan kaldırmakla yapabilir. Hastalık, ya bir fazlalık veya eksiklik iken, tıpta tedavi eksikliği gidermek veya fazlalığı azaltmakla mümkündür. Doktor eksiğe ilave yapan veya fazlayı eksilten kimsedir. Böylece madenleri te­davi ederken uzman doktor, madeni demire veya bakıra veya herhangi bir şeye dönüştüren nedeni inceler ve o özellik ile altın olma arasına en­gel koyar. Böylece maden menziline ulaşır ve altın sureti kendisinde gözükür. Maden kemal derecesini elde eder ve izzeti -etkiden kurtula­cak şekildegüçlenir, aziz olur.

Bu doktora feleklerinde yüzen yedi yıldızın yüzüşü yardım eder. Bunlar Ay, Müşteri, Katip, Zühre, Merih, Güneş ve Keyvan’dır. Bun­lar, güçleriyle ve birbirlerine zamanın değişmesiyle verdikleri özellikler­le, doktora yardım ederler. Her zamanın hükmü, kendisini takip eden zamanın hükmünden bir açıdan farklı iken bir açıdan uygun, bütün açı­lardan ise farklıdır. Bütün açılardan uygun olması, mümkün değildir. Uygun olsaydı, onun aynı olurdu ve iki tane olmazlardı. Hâlbuki onlar, iki tanedir. Binaenaleyh her bakımdan uyum gerçekleşmemiştir. Za­manların tekrarlanmasının ve iki yeninin peş peşe gelmesinin ise, unsur­larda etkisi olduğu gibi cevherini düzenlemede ve itidale kavuşturmada çocuğun varlığında da etkisi vardır. Onu düzenleyip itidale kavuştur­ması, Hakkın kendisinde terkip etmek istediği bir sureti kabul eden bir cevhere dönüştürmesidir. Öyleyse suretler farklılaşmıştır. Bu nedenle bitkiler suret nedeniyle fraklılaştığı gibi hayvanlar da böyledir. Doğal cevheri bakımından ise, tek bir hakikattir. Bu nedenle, cevheri yönün­den bir tanım onları birleştirir. Suret nedeniyle ise, farklılaşma olmuş­tur. Baba ve annede de durum böyledir. Hatta bütün âlemin cevheri, cevher olmak bakımından bir iken suret ve kendisine ilişen arazlar ne­deniyle farklılaşır. Âlem, birleşen-ayrışan, bir-çoktur. Zat ve isimlerde ilahi mertebenin sureti de böyledir.

Böylece uzman doktor, hasta cevheri -ki onu hastalığı kemal yo­lundan alı koymuştutekrar yoluna çevirir. Bu sayede onu yönetmesi mümkün olur ve sağlığını koruyabilir. Ayrıca, kemale ulaşma yolunda, kendisiyle kemal mertebesi arasında engel teşkil edecek ‘başkalaşma’ menzillerinin kalıntılarından da onu korur. Allah Teâlâ, bu cevhere ke­male ulaşma yolunda böyle yapmış, onu hasta ve malul ederek maksa­dına -kemal mertebesiulaşmasını engelleyecek kimseleri ona musallat etmiştir. Bunun nedeni, insan türünün maslahatıdır. Çünkü Allah Teâlâ insa­nın zorunlu olarak bir takım araçlara muhtaç olduğunu bilir. Bu araçla­rı elde etmesi ise bu cevherde söz konusu hastalıkların bulunması ve onun yolundan ayrılmasıyla mümkün olabilir. Bu nedenle Allah Teâlâ, kendi ehlinden olan güvenilir insanların dışındakilerden, cevherdeki hastalık­ları gidermenin bilgisini gizlemiştir. Onlar ise, Allah Teâlâ’nın âleme yerleştir­diği hikmeti bulunduğu halde bırakacağını bilenlerdir. Böylece onlar, altında veya başka madenlerde bulunmayan yararları nedeniyle, demiri demir olarak bırakırlar. Allah Teâlâ ‘Demiri indirdik3 der. Burada, onu kemal derecesinden indirmeyi kasteder. Bunun nedeni ise, demirdeki yararlar­dır. Hastalıktan iyileşseydi, asileşir, yükselir ve bu yararlar meydana gelmez, varlığın amacı olan insan ancak demirde bulunabilecek yarar­lardan mahrum kalırdı. Nitekim Allah Teâlâ onun hakkında ‘büyük bir güç ve insanlar için menfaat vardır’284 der. Diğer madenlerde de insanlar için ya­rarlar vardır. Onlar ortaya çıkmış ve insan kendilerini kullanmıştır. Allah Teâlâ’nın insan türüne olan inayetinin büyüklüğüne bakınız. İnsan ise Allah Teâlâ’dan habersiz, nimetleri karşısında nankör bir halde intikamına doğru kayar.

Allah Teâlâ bilir ki, insanlık âlemi içinde güvenilirlikten mahrum bırakılan ve ilahi sırları yayma özelliğiyle rızıklandırılmış kimseler var­dır. Allah Teâlâ’nın ezeli bilgisinde güvenilir olmayan bu kişinin de ‘madeni tedbir’ bilgisini elde edeceği belirlenmiştir. Allah Teâlâ onu hemcinslerine karşı hırs duygusuyla rızıklandırmıştır. O, cimrilik yapar, haset eder ve başkasının kendisi gibi olması istemez. Böylece, sevap almadan ve Allah Teâlâ’nın rızasını gözetmeden, onunla ameli bırakır. Allah Teâlâ madenleri ço­ğaltmış ve bu insan için bir eser meydana getirmemiştir. İnsanın sadece elde ettiğinde ve elde etme umudu olanlarda etkisi vardır. Bu kısımda onun tedbiri ve sanatı ortaya çıkar. Böylece akıllılar ve hakimler, onun Allah Teâlâ’nın kendisine verdiği şeyde güvenilir olmadığını anlar. Çünkü Allah Teâlâ’nın bu konuda bir izni yoktur. Allah Teâlâ hükümdarlar için o bilgiye dö­nük bir arzu yaratır. Güvenilir olmayan biri onlarm nezdinde bulunun­ca, bilgiyi ondan isterler. Onları reddederse, haset ederek veya öfkeye kapılarak, kendisini öldürürler. Onlara bu bilgiyi verirse, bu kez kendi­sinden korkarak ve kıskanarak, kendisini öldürürler.

Maden uzmanı bilgin, hükümdarlar karşısında böyle bir durumu olabileceğini anlayınca, bilgiyi hükümdarlara veya haberi hükümdarlara ulaştıracakları için sıradan insanlara açıklamaz. Böyle yapmasının nede­ni, güvenilir olduğu için değil, canı hakkında korkmasıdır. Bu nedenle bu sanatı bilen insan, genellikle kendini göstermez. Onda bilgi sahibi olduğu zannedilen kişi ise, içinden bu konuda bilgisi olmadığını bilir ve hükümdara yalan iddiada bulunduğunu söyler. Bu sayede öldürülme tehlikesinden kurtulur ve kendi yönünden ona ulaşacak makam ve malla tatmin olur. Bu sanatı bilen insan, kesinlikle kendini göstermez ve Allah Teâlâ kendisine emanet vermiş olsa bile, ilahi gayret gereği onu izhar etmez.

Bu ilahi isimden nefis taşlar var olur. Örnek olarak zeberced, züm­rüt, mercan, inci, yakut ve incileri verebiliriz. Allah Teâlâ bütün bunları insa­nın gücüne yerleştirmiştir. Yani o, kendisinden bunları oluşturmaya kabiliyetlidir. Veliler için bu durum, harikulade diye isimlendirilir. Bu konulardaki hikâyeler çoktur. Fakat bu makama terbiye ve tedbir yoluy­la ulaşmak, ilahiyat alanında, himmeti ve doğruluğuyla onu oluştur­maktan daha değerlidir. Çünkü bilgideki üstün şeref, (bir şey) oluştur­mada değil, oluşturmayı bilmededir. Oluşturma, delalet makamına da­yanır. Tedbir ederek kendisinden bir şeyin oluştuğu kimse, bilgindir. Harikulade sahibinin ise, kendisinden oluşan şeyin sureti ve onun yakın zamanda oluşumunun niteliği hakkında bilgisi yoktur. Alim ise, bunu bilir.

OTUZ ÜÇÜNCÜ FASIL

Rezzak İsmi

Bu isim, türeyenlerden bitkiyi var etmeye yönelir. Ona ait harf Se, menzil Sa’d-ı Bel’dir.

Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Rezzak ve zü’l-kuvveti’l-metindir.m5 Başka bir ayette ise ‘Yaktığınız ateşi gördünüz mü, siz mi ağacını yarattınız, biz mi? Onu bir öğüt ve meta’ yaptık6 denilir. Böylece onu bilenler için öğüt yapmıştır. Rezzak ismi, rızık verenlerin farklılığı nedeniyle, müba­lağa kipinde gelmiştir. Bütün rızıklar, çokluk ve farklılıklarına rağmen, Allah Teâlâ’dandır, başkasından değildir! Kazıklananların rızıklan kabulleri ise, birbirinden farklıdır. Öyleyse hayvanın kendisinden gıdalandığı her­hangi bir şey başka bir hayvan için elverişli değildir. Çünkü rızık alma­daki amaç rızıklananın bekasıdır. Canlı ölümüne yol açacak bir şeyi ye­diğinde, onunla beslenemez ve o şey onun rızkı değildir. Başka bir şe­yin varlığı ise, ona bağlı olabilir. Bu nedenle Allah Teâlâ, mübalağa kipiyle Rezzak (çok rızık veren) diye isimlendirilmiş, ayrıca zü’I-kuvve (güç sa­hibi) diye de nitelenmiştir. Allah Teâlâ onunla nitelenseydi, za’l-kuvve diye mansup okunması gerekirdi. Binaenaleyh Allah Teâlâ isminin delaleti bakı­mından nitelenmesi doğru değildir, çünkü o, iki zıddı kendinde topla­yan isimdir. Öyleyse lafızda ortaya çıksa bile, kastedilen ondan özel bir isimdir. O ismi, kendisinden sonra gelen ve bu ismin kendisi için zikredildiği hakikate göre, hal karinesi talep eder. Rızık talep eden ve rızka muhtaç olan kimse ‘Allah Teâlâ’m! Beni rızıklandır’ diyebilir. Allah Teâlâ ise, aynı zamanda el-Mani’dir (vermeyen). Dolayısıyla dua eden insan, hal diliyle Rezzak isminden rızık istemiş, mana olarak ‘Rezzak beni rızıklandır5 demiştir. Allah Teâlâ’dan duasına karşılık isteyen kimse, o işe uygun ilahi bir isimle dua eder ve istediği şeyi olduğu kadar başka Hususları da içeren bir isim ile dua etmez. Ya da, isimlendirilenin zatına delaleti yönünden bir isimle dua etmez. Bir isme sahip olduğu anlam yönünden dua edilir. Bu isim, söz konusu anlam için gelmiş ve diğer isimlerden -lafız yoluyla değilanlamca ayrışmıştır.

Bilmelisin ki, rızıkların bir kısmı, manevi; bir kısmı maddidir. Kazıklananların bir kısmı makul (aklî), bir kısmı maddi kimselerdir. Her kesimin rızkı, beka ve nimetinin bağlı olduğu şeydir. Buna göre rızık, -rızıklanan nimetlenen ise veya canlı isehayatın bağlı olduğu şey­dir. Rızıklar kendilerini toplayana değil, beslenene aittir. Anlatılır ki, hareketli ve durağan bir araya gelince hareketli şöyle demiş: ‘Rızık hareketle meydana gelir.’ Durağan ise, rızık hareket ile olduğu gibi dura­ğanlık ile veya Allah Teâlâ’nın dilediği şekilde gerçekleşir. Allah Teâlâ rızık verme işini tamamlamıştır.’ Bunun üzerine hareketli şöyle demiş: ‘Ben hareket ediyorum, sen duruyorsun, görelim kim rızık veriyor?’ Ardından hare­kete geçmiş. Bir kapı açılmış ve bir buğday tanesi bulmuş. Sonra şöyle demiş: ‘Allah Teâlâ’ya hamd olsun ki, arkadaşımı yendim.’ Sevinmiş bir halde arkadaşının yanına girerek, ‘Hareket ettim ve rızık buldum’ der. Ardın­dan taneyi duranın yanma atmış. Duran taneyi alıp yemiş ve Allah Teâlâ’ya hamd ederek şöyle demiş: ‘Durdum ama rızkı ben yedim. Rızık getire­nin değil, yiyenindir.’ Harekedi şaşırarak duranın görüşünü kabullen­miş. Hikâyede anlatılan husus, rızkın beslenene ait olmasıdır.

Rezzak isminden ortaya çıkan ilk rızık, ilahi isimlerin beslendiği eserlerinin âlemde ortaya çıkmasıdır. Onların beka ve nimederi, sevinç ve neşeleri buna bağlıdır. Binaenaleyh varlıkta ilk rızıklanan, ilahi isim­lerdir. İsimlerin varlıklara etkisi ise, beslenmelerinin kendisiyle gerçek­leştiği ve bekalarının bağlı olduğu rızıklardır. İşte bu onların (sûfilerin) ‘Rabliğin bir sırrı vardır ki, ortaya çıksaydı Rablik batıl olurdu’ demele­rinin anlamıdır. Çünkü izafe ve görelilik, iki göreli arasında varlığın be­kasıdır. İki görelinin göreli olmak bakımından bekası ise, göreliliğe bağlıdır. Öyleyse izafet, görelilerin rızkıdır ve onların gıdası ona bağlı­dır. Göreli iki şeyin bekası ise, birbirine ‘göredir.’ İşte bu Rezzak ismi­nin ihsan ettiği manevi rızkın bir yönüdür ve o da rızıklananlardan bi­ridir. Öyleyse Rezzak, verdiği rızıkla ilk beslenendir. Bu durumda ilk rızık verdiği, kendisidir. Sonra her bir isme uygun rızıkla ilgili diğer isimlerin rızıkları gelir. Bu durum, Rezzak isminin akledilir ve duyulur âlemdeki etkisidir.

Rezzak ismi, ilahi isimlerin ardından, ilahi nefese iner. Burada melekî ruhları bulur ve onlara tespih rızkını verir. Sonra, ilk akıl’a iner, onu ilahi bilgi ve aşağısındaki âlemle ilgili bilgilerle besler. Böylelikle sürekli her varlığa doğru iner ve ona beka ve hayatının bağlı olduğu rızkını verir. En sonunda bütün âlemi rızıkla kuşatarak Rezzak olur. Bitkilere ulaşıp onların muhtaç olduğu rızkı gördüğünde, beslenmeleri­nin bağlı olduğu şeyi onlara verir. Bitkinin besininin büyük kısmının suda bulunduğunu görür. Bunun üzerine bitkiye ve âlemdeki tüm can­lılara su verir ve suyu onların rızkı yapar. Sonra, suyu diğer canlıların da rızkı yapar. Sonra, bitkiyi hayvanların rızkı yapar. Bitki ve hayvan, hem rızık hem rızıklanandır. Böylece rızıklanır, ardından başkası kendi­siyle rızıklanır. Bu durumda ise, rızık olur. Bütün beslenen ve kendisiy­le beslenilen hayvanlar böyledir: Her biri, rızık ve rızıklanandır.

Su bütün canlıların rızkıdır, çünkü o, soğuk ve yaştır. Alem ise, kendinde sıcaklık ve kuruluğun baskın geldiği bir şeydir. Bunun nedeni, âlemin bir kabzada (avuç) tutulmuş olmasıdır ve bu özellikten ayrıla­maz. Çünkü o, bütün mümkünler üzerinde hüküm sahibi olan zorunluilahi tuştur. Dolayısıyla ancak böyle olabilirdi. Bir şeyin tutulması ve kabzı, hiç kuşkusuz, bir kuruluktur. Bu nedenle âleme kuruluk hali egemendir. Âlem, özü gereği kuruluğun kendisine baskın gelmesi ne­deniyle, kendisini yumuşatacak ve yaş Hakk getirecek bir şeyi arar. Rez­zak, kuruluğu yönünden âlemin yaşlığa muhtaç olduğunu görür. Âle­min soğukluğa muhtaçlığına gelirsek, âlem, ilahi surete göre yaratılmış­tır ve suretine göre yaratıldığı kimsenin ‘salt varlık’ ve ‘dilediğini yapan’ olduğunu görür. Bunun üzerine bu Hakk sahip olmak ve kabz edilmiş­likten çıkmak ister. Böylelikle oluşta herhangi bir daralma olmaksızın serbesdeşmek arzular. İmkan ise, buna elvermezken ilahi suret ona bu talebi için güç verir. Sonuçta âlem, amacına ulaşamaz ve kandırıldığını (hisseder). Bunun üzerine kendini koruma güdüsüne kapılır ve sıcaklık kendisine baskın gelerek eziyet çeker. Bu durumda ise, yok olmaktan korkarak, soğukluğu aramaya yönelir. Bu sayede hissettiği sıcaklığın acısını dinginlemek ve soğukluk vasıtasıyla canını korumak ister. Ale­min kabz edilmiş olmasının kuruluğu, yaşlığı talep eder. Böylelikle bir gıda arayarak, Rezzak ismine bakar. Gıda onun canlılığını sağlayacak olan soğukluktur ve bu soğukluk vasıtasıyla sıcaklığa ve onun otoritesi­ne karşılık verir. Bu durumda ise, yaş Hakk gelir. Yaşlık ile âlem, kurulu­ğun otoritesine karşılık verir. Böylelikle de suyu soğuk ve yaş olarak bu­lur. Allah Teâlâ ‘her şeyi ondan canlı yaptı.™7 Burada, kendisine layık olduğu tarzda, her sınıf kastedilir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Her şeyi sudan canlı yaptık. İnanmazlar mı?5288 Yani bunu tasdik etmezler mi? Bu hükme iman bitiştirilmiştir, bunun nedeni, akla göre söylenenin -ki vakıa odurtersinin gerçekleşme ihtimalidir. Şöyle ki: Kendisine hakim olan şeyden farklı bir şey ona hakim olsaydı, onu yok ederdi. Dolayısıyla onun hayatı, kendisine hakim olan özelliğin zıddına bağlıdır. Bakınız! Soğukluk ve yaşlık kendisine hakim olsaydı, âlem yok olur ve hayatı sıcaklık ve kuru­lukla mümkün olabilirdi. Bu durumda şöyle denilirdi: ‘Her şeyi ateşten canlı yaptık.’ Yaşlık ve kuruluk kendisine hakim olsaydı hayatı havaya bağlanır ve ‘Her şeyi havadan canlı yaptık’ denilirdi. Sıcaklık ve yaşlık kendisine baskın gelip hayatı toprağa bağlı olsaydı, ‘Her şeyi topraktan canlı yaptık’ denilirdi. Böyle bir şey söz konusu olsaydı, bütün bu tak­sim ihtimal dahilinde olurdu. Alemde vakıa, sıcaklık ve kuruluğun ken­disine baskın gelmesidir. Bunun nedeni ise, zikrettiğimiz üzere, ilahi suret ve kabzadır. Bu nedenle, sıcaklığın otoritesi ve kuruluk, âleme egemen olmuştur. Bu durumda âlem, ancak yaşlık ve soğuk ile hayatını elde edebilmiştir ki, o da sudur. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘Her şeyi sudan canlı yaptık, inanmazlar mı’289 buyurdu. ‘Sudan’ ifadesine bakmazlar mı? Baksalardı, suyun doğasını ve etkisini öğrenirlerdi. Su kime etki eder, onunla uzaklaştırılan şey nedir? Alemin suyun gerektirdiği şeyin zıddıyla nitelenmiş olduğunu da öğrenirler ve onun hakkında böyle hüküm verirlerdi. İlacın doğasını araştıran kimse, hastaya yerleşmiş olan hasta­lığın doğasına karşılık gelen şeyi bulur. Rahman ondan bu hastanın bulduğu sıkıntıyı giderir. Bu da, Rahman’ın nefesindendir. O halde, muhakkike göre, bütün rızıklar bir ilaçtır. Çünkü bütün âlem, kendisi hakkında yok olmadan korkar. Çünkü varlığı yokluktan çıkmış ve varlı­ğa aşık olmuştur. Ona göre, kendisine baskın gelip onu yokluğa katacak bir şey bulunduğunda, bekasını sağlayacak ve hastalığın hükmünü ya da hastalık korkusunu ortadan kaldıracak şeyi aramaya süratle koşar. O, kendisiyle hayat bulduğu rızkı ve şifasının bulunduğu ilaçtır. Hangi türde olursa olsun durum böyledir. Gelişme özelliğindeki her şey, bit­kidir. Gelişmesini sağlayan şey ise, onun rızkıdır.

Sonra, rızık, âleme adaletin yerleştirilmesi için konulan mizana -ki adalet, şeriat demektirgöre iki türdür: Birinci tür, haram, ikinci tür helal diye isimlendirilir. Bu, Allah Teâlâ’nın bildirdiği ‘bakiyesidir (kalan kı­sım). ‘Allah Teâlâ’nın bakiyesi sizin için daha hayırlıdır, eğer mümin iseniz290 deni­lir. İşte bu, ‘Yeryüzündeki her şeyi sizin için yarattı’291 ayetinden mümin­ler adına kalan kısımdır (bakiye), iman, şeriatla gerçekleşir. Bu söz, te­razi ve ölçü sahibinin kıssasında zikredilmiştir. Öyleyse bu, Hakkın bil­dirmesinden öğrenilmiş bir bilgidir. Rezzak ise, anahtarın elinde oldu­ğu kimsedir. Öyleyse Allah Teâlâ’nın rızkı bazı bilginlere göre sayesinde bes­lenmenin gerçekleştiği helal ve haram şeylerdir. Çünkü ‘Yeryüzündeki her canlının rızkı Allah Teâlâ’ya aittir292 buyurur. Bu, bir nass değil, bir olgu­dur. Bir ayette ise ‘Onu bırakın, Allah Teâlâ’nın arzında yesin293 buyrulur. Başka bir ayette ise ‘Allah Teâlâ hesapsız olarak dilediğini rızıklandırır294 buyrulur.

Allah Teâlâ bizi haramla beslenmekten men etmiştir. Allah Teâlâ’nın rızkı ha­ramda bulunsaydı, biz ondan men etmezdi. Öyleyse haram Allah Teâlâ’nın rız­kı değildir, fakat bir rızıktır. Allah Teâlâ’nın rızkı, helal olandır. Helal, Allah Teâlâ’nın bazı rızıkları bize haram kılmasının ardından bizim adımıza geride bı­raktığı kısımdır. Bilmek gerekir ki, hakikat yönünden hitabın konusu, tasarrufun yasaklandığı şeyin kendisi değil, yükümlünün fiilidir. Öyley­se hepsi Allah Teâlâ’nın rızkıdır. Yasak ise, rızkı yiyene konulmuştur, rızka de­ğil! Öyleyse Rezzak, sana ancak senin rızkını verir ve onun verdiği kı­nanamaz. Bu nedenle kınama, yenilmesi yasaklanan şeye değil, yüküm­lünün fiiline bağlanmıştır. Söz gelişi onun sahibinin onu alması yasak­lanmaz. Haram ise, sahiplenilemez. Bu, şekilci alimler nezdinde hak­kında uzunca görüş belirtilen bir meseledir.

Allah Teâlâ’nın sizi rızıklandırdığı şeylerden helal ve hoş olarak yiyin’29S ayeti­ne gelirsek, şeriatın zâhiri, ayetteki amilin ‘sizin rızkınız296 olduğunu gösterir. Çünkü burada ‘Allah Teâlâ’nın sizi rızıklandırdığı şeyden’ ifadesindeki min (den) edatı, kısım değil, açıklama bildirir. Çünkü kısmilik ifade etmesinin anlamı yoktur. Kısım, aklın kesin hükmüyle, idrak edilen bir şeydir. Doğal olarak, bütün rızkın yenilmesi imkânsızdır. Burada edat açıklama ifade ediyorsa, onun konusu ‘yiyiniz’ olmalıdır. Böylelikle Allah Teâlâ’nın rızkının helal olduğu ortaya çıkar. Bir kimse haram kılınan şeyi yerse, Allah Teâlâ’nın rızkını yemiş sayılmaz. Düşün ve hayatının kendisine bağlı olduğu şeye bak! İşte o senin rızkındır ve onda bir yasaklama yok­tur. Onun başkasının mülkü olup olmaması birdir. İşte bu, bu konuyu özedeyen bir işarettir. Bunu talep eden ise, Rezzak ismidir. Çünkü ‘zorda kalana yasaklama yoktur.’ Bunun dışındaki ise, hayatının bekası ona bağlı olduğu için, rızık yemez. O nimedenmek üzere onu yer. Hâl­buki rızık, hayatın bekasını sağlayan şeydir. Şeriat bilginlerinden her­hangi birinin reddedemeyeceği bir ayrıma dikkatini çektik. Allah Teâlâ ‘Ancak zorda kaldığınız hariç, taşkınlık yapmadan297 buyurur. İşte bu, bi­zim konumuzu teşkil eden rızıktır ve onu Rezzak vermiştir. Allah Teâlâ bizi kendileri rızık -çünkü Allah Teâlâ bizi yerden bitki olarak bitirmiştirolmayan rızıklananlardan etsin!

VASIL

Bitkilerin Hareketlerinin Açıklanması

Bitkilerin hareketi üç kısma ayrılır: Bitkilerde baş, hareketleri talep eden parçadır. Bitkinin başı hangi yöne yönelirse, hareket oraya nispet edilir. Başka bir yönü talep ederse, bu bir ters hareket olur. Bilginler, yönleri insanın varlığıyla dikkate alarak doğruluğu onun yaratılışına ve baş yönüne doğru hareketine dayandırmışlardır. Bu durumda onun ha­reketini, ‘doğru hareket5 diye isimlendirmişlerdir. Her bitki başının yö­nüne doğru hareket eder. İnsanın hareketinin karşısında bitkinin her hareketi baş aşağı hareket diye isimlendirilir ki, bu, ağaçların hareketi­dir. Hareket bu ikisinin arasında bulunursa, hareketli başıyla ufkun kar­şısında bulunur. Bu hareket, yatay hareket diye isimlendirilir. Duyuşuz fakat gelişme özelliğindeki bitkilerin hareketi, baş aşağı harekettir. Cennet ağaçları ise, öyle değildir, çünkü onların hareketi, hayatiyederinin ortaya çıkması için doğrusal harekettir. Çünkü cennet diyarı, canlı­lık yeridir.

Duyusu olan bitikler, iki kısma ayrılır. Bir kısmı, insan gibi doğru­sal harekete sahip iken bir kısmın hareketi yataydır. Bu ikisinin arasın­da, ‘vasıtalar’ vardır ve bunlar insanın başlangıcı ile hayvanın sonu olur. Böyle bir şey, insanın gücüne sahip olmadığı gibi hayvan hükmüne de sahip değildir. Örnek olara, maymunu verebiliriz. Bitkiyle hayvan ara­sında hurma gibi ara bitkiler var iken, maden ile bitki arasında mercan­lar gibi ara mertebeler vardır. Öyleyse bitkilerin hareketi, baş aşağıdır. Onların bir kısmı muhallak (yaratılışı tam), bir kısmı muhallak olma­yandır (yaratılışı tam olmayan). Birincisi ağaç diye isimlendirilir ve kök­leri üzerinde büyüyen bütün bitkilerdir. Muhallak olmayan ise, otlardır. Bu kısım, kökü olmayan, aksine doğan ve yeryüzünde gözüken bütün bitkilerdir. Bu durum, ‘ağaçlar ve necm secde eder,2n ayetinde dile getiri­lir. Başka bir ifadeyle, kökü olan ve olmayan bitkiler secde eder. Bitki­lerde yaratılışın tamlığı, kök üzerinde var olmaktır. Bu nedenle, ‘necm’ bitkisi tam yaratılmış sayılmaz. Aynı şey, insanın yaratılışı hakkında geçerlidir. ‘Sonra mudğadari>299 ayetinde zikredilir. Hepsi ise ‘Her şeye yara­tılışın verdi300 ayetine girer. Öyleyse Allah Teâlâ ‘muhallak olana’ yaratılışını verdiği gibi böyle olmayana da yaratılışını vermiştir. Eksikliğin kendi­sinde bulunması da, varlığın kemalinin bir yönüdür.

Bilginler bitkilerin hareketinin söylediğimiz şekilde baş aşağı oldu­ğuna hükmederken, araştırmaya hakkını vermemişlerdir. Aksine bitki­nin hareketi, bize göre doğrusaldır. Çünkü o, ancak yetişmek üzere ha­reket eder. Hayvan veya insan, bu hareketi ancak bitki olması bakımın­dan yapar. Bitkilerin hareketinin bitki olmak bakımından farklı olduğu söylenemez. Onların hareketleri, gelişmeden başka amaç taşıdığında farklı olabilir. Örnek olarak, yönlerdeki hareketleri verebiliriz. Çünkü harekedinin yönlerdeki hareketi, hareket ettiricinin söz konusu cismi hareketlendirme iradesine bağlıdır. Bazen hareket ettiren, iradî hareket­teki gibi, hareketlinin kendisidir. Bazen hareketlideki hareket, başka bir harekediden kaynaklanabilir. O, başka hareketlinin de başka bir hareket ettireni vardır. Bu sayede, bu hareketlerden ortaya çıktığında, kaşıdı ha­reket edene veya hareket ettiriciye ulaşılır.

Cisimlerde artış için olan harekete gelirsek, bu, hayvan veya başka bir şeyde cismin bitki olması yönüyle gerçekleşir. Bu hareket, tek bir harekettir ve o tohumun kökünden kaynaklanır. Cisim gelişme hareke­tiyle ondan çıkar ve bütün yönlerde o yönlere verilen yardıma göre genleşir. Bazen hareketi sağa doğru olabilir. Bu hareket, yukarıya doğru harekete göre daha az gelişme ortaya çıkartır. Diğer yönler de böyledir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem yaratılışın kuyruk sokumu kemiğine bağlı olacağını be­lirtmiştir. Ayağı, topuğu, baldırı ve oturak yerini ortaya çıkartan hare­ket, baş aşağı harekettir. Kuyruk sokumundan başa kadar ortaya çıkan kısım ise, doğrusal hareketten meydana gelir. Sağa, sola, arkaya ve öne doğru genişlemek, yatay hareketten meydana gelir. Bütün bunlar, doğ­rusal hareketlerdir. Baş aşağı hareket, bize göre, hareketlide doğasının gereğine aykırı olarak meydana gelen her harekettir. Bu ise, doğal hare­kette değil, zorlamak harekette gerçekleşir. Kendisinden daha büyük olana doğru bir cismin hareketi, onun doğal ve doğrusal hareketidir. Örnek olarak, alevin esire doğru, taşın yere doğru hareketini verebiliriz. Ateşin yere ve aşağı doğru hareketi veya taşın yukarı doğru hareketi, baş aşağı ve zorlamalı harekettir.

Büyüme cismin -büyüme bakımındankabul edemeyeceği bir de­receye ulaştığı halde cisim yine de (büyüme) yönüne doğru harekete geçerse, onun hareketi büyüme ve gelişme hareketi sayılmaz. Örnek olarak, boyu tam zirvesine ulaşan bir cismi verebiliriz. Artık onun o yönde gelişme hareketi kalmamıştır. Böyle bir cisim uzamaya doğru ha­reket ederse, bütünüyle hareket eder ve bunun amacı uzamak değildir. Aksine kendi mekânından, aşağı veya yukarı doğru olan, uzunluk me­kânına intikal eder.

Bitkilerin hareketinin baş aşağı hareket olmadığı hakkındaki açık­lamalarımıza dikkat ediniz! Tohumların (dalları) yukarı doğru uzarken, (kökleri) aşağı doğru uzar. Onların beslenmesi, yerin altında bulunan ve kökler diye isimlendirilen kısımlarının gıdayı alması değildir. Bitkiler gıdayı bu dalların kendisinden ortaya çıktığı tohumdan alırlar. Bu ne­denle alttaki dalların bir kısmında kuruluk meydana gelir. Nitekim yap­rak ve meyve taşıyan ortaya çıkan dallarda da aynı şey gerçekleşir. Bu­nunla birlikte, kalan kökler ve dallarda hayat devam eder. Aynı şekilde, kan ciğerden damarlara oradan -yukarı veya aşağıdiğer organlara yayı­lır.

Manevi ve duyusal hareketlerde söylenmesi gereken şey, onların üç hareket olmasıdır. Birincisi, ortadan harekettir ve bu hareket, doğal ci­simlerin kendisinden meydana geldiği kökten ortaya çıkan şeyi verir, ikinci hareket ise, ortaya doğru harekettir. Bu ise, ilahi yardımdır. Üçüncüsü ise, ortadaki harekettir. Bu ise, kökün varlığını sayesinde ayakta kaldığı şeydir. Her bitki, bir ilaç ve hastalıktır. Başka bir ifadeyle, bedensel mizaçların ve istidadarın kabulüne göre, her bitkide bir yarar ve zarar vardır. Bazı mizaçlar için zararlı olan şey, başka bir mizaca fay­da verenin ta kendisidir. Bu özellik bitkinin kendisine ait olsaydı, onun hükmü değişmezdi. Bu özellik, kabul edene aittir. Kabul eden de, tıpkı kabul ettiği gibi, bir bitkidir. Öyleyse bitkinin zararı ve faydası, kendili­ğinde ‘bitki’ olması yönünden gerçekleşir. Şahısları çok ve bu nedenle birbirinden farklılaşsa bile durum böyledir.

Burada, âlemdeki şahısların varlıklarına ve birbirlerine etkilerine dikkat çektik. Varlık tanım bakımından bir, geçici suretleri bakımından çoktur. Pek çok yerde, zuhur eden âlemin kim olduğunu, cevherinin başkalaşmadığını, bu tek şeydeki başkalaşmanın kimin adma ortaya çık­tığını belirttik. Bu durum, görenin yapısının değişmesiyle veya bazen aynaya yansıyan şeylerdeki değişmesiyle, aynalardaki görüntülerin de­ğişmesine benzer. Ayna, görenin gözüne bu durumun (suretlerdeki de­ğişmenin) gözüktüğü yerdir. Öyleyse Amâ -ki ilahi nefestirbütün bu suretleri kabul edendir. Bunu bilmelisin! ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’301

OTUZ DÖRDÜNCÜ FASIL

Müzil İsmi

Bu isim, hayvanı yaratmaya yönelmiştir. Ona ait harf, Zel, menzili se Sa’du’s-suûd’dur.

Allah Teâlâ şöyle der: ‘Hayvanları onlar için zelil kıldık, bir kısmına biner­ler, bir kısmını yerler.’302 Başka bir ayette ise ‘Göklerde ve yerdeki her şeyi size amade kıldı303 buyurur. Hayvan, bu kısma girer. Bu, âlemde Müzil isminin boyun eğdirme şeklindeki hükmüdür. Bir şeyin amade kılındığı kimselerin bir kısmını da Allah Teâlâ, yine el-Müzil ismiyle başkalarına amade kılmıştır. Çünkü hepsinin aslı, topraktır ve toprak ise, Allah Teâlâ tarafından zelil yaratılmıştır. Asıl bakımından ise, toprak yüce ve azizdir. Alem bi­ze amade kalınmış olmakla birlikte, onun bir kısmının bir kısınma amade kılınmasının nedeni budur. Bize amade kılınması ise, bir kısmı­mızın diğerlerinden amade kılınanın kendisine muhtaç olduğu derece bakımından üstün olmasından kaynaklanır. Allah Teâlâ şöyle der: Bir kısmını diğerlerinden üstün yaptık ki, hizmetçi edinsinler.’304

Allah Teâlâ seni bir ruh ile desteklesin, bilmelisin ki, ben bu ilahi nefeste­ki varlıklar hakkında, bilhassa onlarla ilgili olarak zikrettiğim ilahi ismin hükmü yönünden konuşmaktayım. Bu ismin özellikle bu varlık karşı­sındaki etkisinin bir kısmını belirtiyorum. Bilmelisin ki; amade kılmak, bazen bir şeyi zelilleştirme olabilirken bazen kendisine amade kılınan kimsenin muhtaç olduğu bir şeyi gerçekleştirmek olabilir, iki amade kılma tarzı arasındaki farkı, amade kılınan şey ile kendisine amade kılı­nanın hakikati ortaya çıkartır. Bu bağlamda kul -ki insandır-, söz gelişi, atına ve bineğine amade kalınmıştır. Atının ve bineğinin beslenmesiyle, sulanmasıyla ve hallerini gözetmeyle ilgilenir. Onlar ise, boyun eğme yoluyla, yüklerini taşımak, binilmek ve diğer maslahadarında kullanıl­mak üzere ‘boyun eğmek’ yoluyla insana amade kılınmışlardır, insan türü içinde derecelerin yükseltilmesi de, böyledir. Bir dereceyle insanlar birbirine amade kılınır. Söz gelişi hükümdarlık, halkı kendi iradesine boyun eğdirmeyi gerektirir. Bunu ise, kişisel maslahatını karşılamak üzere -ki buna gerek duyaronları boyun eğdirmekle yapar. Halkın ve yönetilenlerin derecesi de, kendilerini koruma, sıkıntıyı uzaklaştırma, düşmanlarıyla savaşma, aralarında gerçekleşen hasımlaşmalarda ve Hakk arayışlarında hüküm vermek üzere, hükümdarı boyun eğdirirler. Bu ise, zelil yapma değil, kıyam (başa geçirme) amadeliğidir. Bunu ise, halk veya hükümdar olma derecesi meydana getirir. İlahi isimlerden elMüzil, her iki tarafta da hüküm sahibidir.

Bu konuda keşif, garip bir durumu bildirir. Kuran onu söylemiş, müşahede tanık olmuştur. Allah Teâlâ şöyle der: ‘0 göklerde ve yerde Allah Teâlâ’dır.’305 Başka bir ayette ise ‘Size göklerde ve yerdeki her şeyi amade kıl­dı306 buyurur. Lokman oğluna ‘Miskal tanesi hardal çölde veya yeryüzün­de veya göklerde olsa, Allah Teâlâ onu getirir307 der. Çünkü Allah Teâlâ, yerdedir, göktedir ve çöldedir. Allah Teâlâ, her nerede isek, bizimle beraberdir. Yaratan yarattığından ayrılmaz. Zelil eden, zelil etmekten ayrılmaz. Ayrılmış ol­saydı, nitelik de kendisinden ayrılmış, bu isim ortadan kalkmış olurdu. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Cinleri ve insanları bana ibadet etsinler diye yarattım.’301 Yani, bana karşı zelil olsun ve boyun eğsinler diye yarattım. Onlar, be­nim üstünlüğümü ve izzetimi bilmedikçe, karşımda zelil olamazlar. Allah Teâlâ onları el-Müzil ismiyle yarattı, çünkü onları kendisine ibadet etsinler diye yaram. Allah Teâlâ kendisini yaptığı her iş karşılığında bütün nefisler üzerinde ‘kaim olan’ kayyum diye nitelemiş ve şöyle buyurmuştur: ‘On­ları korumak kendisine ağır gelmez309 Allah Teâlâ, göklerde ve yerdeki her şeyi korumakla kendisini nitelemiştir. Binaenaleyh bir dereceyle Allah Teâlâ âle­min talep ettiği varlığının korunmasının yerine getirirken, bir dereceyle âlem, Allah Teâlâ için korunmuş olur.

O halde şunu öğrenmiş olmalısın: Efendi bir dereceyle kulu boyun eğdirirken köle de haliyle efendisini boyun eğdirir. Efendi, bunu kölenin zorlaması veya boyun eğdirmesiyle değilefendiliğinin sürmesi için yapar. Öyleyse köle efendiyi ancak onun hazzı için ‘amade kılar.’ Bakınız! Kölesini sattığında veya kölesi ölünce, efendi, ‘efendi’ adını yi­tirir.

Bu ismin hükmünün ne kadar garip olduğuna bakınız! O, iradenin hükmü ortaya çıksın diye, canlıya tahsis edilmiştir. Ayrıca o iradeye sa­hip olduğu için, direnmeye de istidadıdır. Müzil ismi kendisine yönel­diğinde, onun hükmü, iradesi ve kudreti olmayanın hükmü altına gir­mektir. Bunun nedeni, bu iki niteliğin bulundukları kimseye verdikleri izzettir. Allah Teâlâ dilediği kimseye yoksulluk, muhtaçlık ve ihtiyaç özelliği verir. Böyle biri, zelil olan (kul) karşısmda zelildir. Görür ki, muhtaç olduğu şey, o zelildedir. Allah Teâlâ, bütün varlığı bu ilişkiye bağlamıştır ve âlemin nizamı bu sayede gerçekleşir. Müzil ismi kadar âleme genel an­lamda nizam kazandıran ve ilahi mertebede aynı hükme sahip başka bir isim ilahi isimler arasında yoktur.

Bu ismin hükmü, dünya ve ahirette süreklidir. Allah Teâlâ bir ârifi bu müşahede mertebesine yerleştirir ve bu isimden kendisine tecelli ederse, Allah Teâlâ’nın kulları arasında ondan daha mudusu olmaz. Keşif yoluyla Allah Teâlâ’nın sırlarım ondan daha iyi bilen yoktur.

Bu bölümde ilahi ve kevni amadelik hakkında bu kadar ima yeterlidir. Bu bilgi efendiyi köleye, köleyi efendiye katar. ‘Allah Teâlâ doğru söyler ve doğru yola ulaştırır:110    .

OTUZ BEŞİNCİ FASIL

el-Kavi İsmi

Bu isim, Melekleri yaratmaya yönelmiştir. Ona ait harf Fe, takdir edilmiş menzil ise Sa’du’l-ahbiye’dir.

Allah Teâlâ şöyle der: ‘O’nun üzerinde şiddetli ve güçlü melekler vardır.’311 Melekler hakkında ‘ise emredileni yaparlar312 buyurur. Başka bir ayette ise, ‘Allah Teâlâ kişiyi gücü ölçüsünde yükümlü tutar313 buyrulur. Aksi halde onu yapamazdı. Emir, yükümlülük demektir ve böylece meleklerde güç, elKavi isminin yardımıyla ortaya çıkmıştır. Bu isim, kuvvetiyle onlara yardım eder.

Yaratılmış âlemde kadından daha güçlüsü yoktur. Bunun nedenini, sadece âlemin niçin yaratılmış olduğunu, Hakkın âlemi hangi hareket ile var ettiğini ve onun iki öncülden meydana gelmesini bilen anlayabi­lir. Çünkü âlem bir neticedir. (Neticeyi elde etmek üzere) Nikah ilişkisi bir taleptir ve talep eden muhtaç, talebin konusu ise amaçlanan şeydir. Talep edilen şey, izzet sahibidir ve şehvet kendisine baskındır, çünkü ona ihtiyaç vardır. Kadının yaratıklar içindeki yerini belirtmiş, ilahi mertebede ona neyin benzediğini ve gücünün niçin ortaya çıktığını açıklamıştık. Allah Teâlâ kadına tahsis ettiği güce Hz. Aişe ve Hz. Hafsa hak­kında söylediği ‘Ona karşı dayanışmaya girerlerse314 ayetinde dile getir­miştir. Bunun anlamı, peygambere karşı yardımlaşırlarsa demektir. ‘Allah Teâlâ onun efendisidir.’315 Yani yardımcısıdır. ‘Ve Cebrail, salih müminler ve melekler ona yardım eder.’316 Bütün bunlar, iki kadına karşı koymak için zikredilmiştir. Burada Allah Teâlâ, şiddet ve güç sahibi kimseleri zikretmiştir. Çünkü salih müminler, himmet gücüyle etkindir ve bu en güçlü etkidir. Bunu anladıysan, hiç kuşkusuz, seni yola sevk ettik. Allah Teâlâ, kendi­sini zikrettikten sonra, melekleri, Cebrail’i ve salih müminleri yardımcı­lar konumuna yerleştirmiştir. Hâlbuki Allah Teâlâ’dan başka güç sahibi yok­tur. Bu durum el-Kavi isminin meleklere bakışının, diğer yaratıklara göre onlarda daha çok gücün bulunmasını sağladığını gösterir. Çünkü Allah Teâlâ onları bu isimden yaratmıştır. Kime karşı yardım istenirse, yar­dım istenilen hususta yardım isteyenden güçlüdür. Allah Teâlâ’nın kadınların nefeslerinden yarattığı her melek, meleklerin en güçlüleridir, çünkü o, daha güçlünün nefesinden yaratılmıştır. Öyleyse Kavi ismi, kadınların nefeslerinden yaratılmış meleklere diğer meleklerden daha çok güç vermiştir.

Meleklere güç tahsis edilmiştir, çünkü onlar, nurdur ve nurdan da­ha güçlüsü yoktur. Çünkü zuhur ona ait olduğu gibi zuhur onunla ger­çekleşir. Her şey zuhura muhtaçtır! Zuhur ise, ancak yüce ve aşağı âlemde nur vasıtasıyla gerçekleşir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ göklerin ve ye­rin nurudur.’317 Bir rivayette ise, Allah Teâlâ’nın peygamberi kendisine ‘Rabbini gördün mü?’ diye sorulunca, şöyle demiştir: ‘Nurdur, nasıl göreyim?’ Başka bir hadiste ise, ‘Zatının tecellileri gözün idrak ettiği her şeyi ya­kardı’ denilir. Tecelliler, nurlardır. Öyleyse onlar, eşyayı izhar eden ve onları gizleyen şeylerdir. Işığın gölgesi yoktur ve âlem ise bir gölge, Hakk ise nurdur. Bu nedenle âlem tecelli esnasında silinir, çünkü tecelli nurdur. Nefsi görmek ise, bir gölgedir. Tecelliye mazhar olan kimse, Allah Teâlâ’yı görürken kendini görmez. Perde çektiğinde ise, gölge ortaya çı­kar ve şahit ile haz alınır.

Bu bölümde kıymetli bir bilgi vardır. Aktarılması veya sırrının açıklanması mümkün değildir. Onu bilen, âlemin nasıl ortaya çıktığını bilir. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.,31S

OTUZ ALTINCI FASIL

el-Latif İsmi

Bu isim, Cinleri yaratmaya yönelmiştir. Ona ait harf Be, menziller­den ona ait menzil ise Dâlî’nin ön kısmıdır.

Allah Teâlâ cinler hakkında şöyle der: ‘O ve kabilesi sizi görür, sizin olan görmediğiniz yönden.’319 Allah Teâlâ, onları latiflik ile nitelemiştir. Allah Teâlâ, cinleri karışık ateşten yaratmıştır ki, merc (maric) karışım demektir. Öyleyse cinler, bileşik bir ateşten meydana gelmiştir. Bu ateşte ise, yaş maddeler de vardır. Bu nedenle onun alevi ortaya çıkar ki, bu, havanın tutuşmasıdır. Öyleyse o, sıcak ve yaştır.

Şeytanlar, cinlerin bir kısmıdır. Onlar, Allah Teâlâ’nın rahmetinden uzak­laştırılmış bedbahtlardır. Mutlular ise, cin adını korur. Onlar, melekler ile insan, yani beşer arasında yaratılmış kimselerdir. Cin unsurdan yara­tılmış ve bu nedenle büyüklenmiştir. Unsurun hükmü bulunmaksızın, sırf doğal olsaydı, büyüklenmez ve melekler gibi kalırdı. O, yaratılışı yönüyle, ara bölgededir: bir yönü nurani ruhlara bakar. Bu yönü, ateşin latif yönüdür. Bu nedenle cin, gizlenir ve şekillenebilir. Bir yönü ise, bi­ze dönüktür. Bu yönüyle cin, unsurdan yaratılmıştır ve karışıktır, elLatif, ona Ademoğlunun damarlarında -kendisi farkında olmaksızındolaşma imkânı sağlamıştır, Şâri, şeytanın insanların gönüllerine verdi­ği vesvese ve kuruntulara dikkat çekmeseydi, keşif ehlinden başka kimse onun varlığını bilemeyecekti. el-Latif in şeytanlar -ki cinlerdendirhakkındaki bu hükmüyle ilgili olarak Allah Teâlâ İblis’e şöyle der: ‘Gücün yettikle­rini sesinle yoldan çıkar. Onlara tuzak kur, onların mallarına ve çocukları­na ortak ol, onlara umut ver.’310 İblis şöyle der: ‘Senin izzetine yemin olsun ki, ihlaslı kullarının dışında hepsini saptıracağım.’321 Burada Hakkın kendi­sine ayırdıklarını ve seçtiklerini kast eder. Böylece Allah Teâlâ, İblis için ihsa­nından bir ilgi yaratmıştır. İblis, Allah Teâlâ’yı bilenlerin kendisini bildiği, özel bir yerde ona bağlanır. Allah Teâlâ şeytanın insanları fakirlikle korkutacağını bildirmiştir. Çünkü Allah Teâlâ ona ‘insanlara vaatte bulun322 demiştir. Bu korkutmaya, İblis’in farkına varmadığı yönden, rahmet dahildir. İblis bu Rahmanı yanıltmanın farkına varsaydı, ihsanın kendisinden böyle bir rahmet istemezdi. Fakat hal delilleri, onun Hakkın ilahi emirdeki ni­teliğini yorumlayışından kendisini perdelemiştir.

el-Latif, cinlerin insanların gözlerinden gizlenmesini sağlamıştır. Gözler onları ancak bedenlendiklerinde görebilir. Allah Teâlâ, kendilerine okunan Kuran’ı insanlardan daha iyi dinlediklerini söylemiştir, çünkü insan el-Cami (toplayan) isminden meydana gelmiştir ve -diğer karşıt isimler olmaksızıntek başına Latif ismi vasıtasıyla yaratılmamıştır. Allah Teâlâ’nın peygamberi onlara Rahman suresini okuyunca, bir ayette ‘Rabbinizin hangi nimetini yalanlarsınız?’323 deyince, cinler ‘Hiç birini yalanla­mayız’ demişlerdir. Ardından sahabeye şöyle demiştir: ‘Bu sureyi cinle­re okudum ve sizden daha iyi dinledirler.’ Allah Teâlâ ‘Kuran okununca, onu dinleyin ve susun324 diye emreder. Cinlerden ise, şöyle bildirir: ‘Sana ayet okuduğumuzda, cinler Kuran’ı dinler, ‘onun huzurunda bulunurken su­sun derler.’ Dinledikten sonra kavimlerine döner ve onları uyarırlar. Ey kavmimiz! Biz Musa’dan sonra onun getirdiğini tasdik eden bir kitap duy­duk. O, Hakka ve doğruya ulaştırır. Kavmimiz! Allah Teâlâ’nın davetçisine kulak verin ve ona inanın. Sizin günahlarını bağışlar ve acı azaptan sizi kurtaxxx5325

Allah Teâlâ herhangi bir insandan böyle bir söz aktarmadığı gibi böyle bir şey rivayet de edilmemiştir. Bu nedenle el-Latif onlara etki etmiş, bu etki onlardan müminlerde ve şeytanlarda gerçekleşir. Kafir in­sanlardan İblis’in sözünün bir benzeri aktarılmış mıdır? O ‘Beni saptır­dın, onların hepsini saptıracağım, ihlaslı kulların hariç326 demiştir. Bunu ise ‘Benim kullarım üzerinde senin otoriten yoktur327 ayetinden sonra söy­lemiştir. Bunun üzerine onların üzerinde bir otorite ve hükmü olma­sından ümit kesmiştir. Onlar, içlerinde masum ve korunmuş kimseler iken dışlarında ise Allah Teâlâ’nın yasaklarına düşme tehlikesinden korunmuş­lardır. Korunmuş kimselerin bütün düşüncesi, ya Rabbani veya Melek veya nefs kaynaklıdır. Masumda bunun alameti, vacibi yapıp yapmama hususunda bir tereddüdün bulunmamasıdır. Tereddüt, mendup ve mekruhta bulunabilir. Ya da, terki farz olan bir şeyi terk ederken de içinde tereddüt olmaz. Bu iki durumda tereddüt, şeytanın düşüncesidir. Kendisinde bu alameti bulan kişinin masum olduğu anlaşılır. Şeytan ‘Onları saptıracağım328 der. Bu ise, ‘beni saptırman nedeniyle329 ayetine göre, ahlaklanmak amacı taşıdığı gibi ‘onlara vaatte bulun330 ayetindeki emre uyma amacı taşır -çünkü bu onu da içerir.Dolayısıyla İblis, kul­larına yaptığı işlerde el-Latifin emrinin dışına çıkmamıştır. Bu emri, hal karinesi tehdide dönüştürmüştür. Zahir ise, hükümle ilgilidir. Bunun nedeni, Rahman’ın Arş üstüne istiva etmesi ve rahmetin onu kuşatma­sıdır. Her şeyde rahmet hüküm sahibidir ve hükmünün bir yönü de, ‘gücün yettiklerini saptır331 ayetinde belirtilir.

Dostum! Bu ismin cinlerdeki hükmü, onların mümin ve kafirlerini içerir. Keşif ve vecd ehli değilsen, Allah Teâlâ’nın Kuran’da onların haber, fiil ve sözlerini aktarışına bak! Allah Teâlâ, onların mümin ve kafirlerinden bunlan aktarır. el-Latif isminin bir etkisi de, İblis’in Âdem’e söylediği ‘Sana ebedilik ağacını göstereyimnn sözünde tezahür eder. Böylece onu doğru­lamıştır, hâlbuki o yalancıdır ve yalancılık ‘ben ondan daha hayırlıyımm3 sözünde geçerlidir. Sonra neden gösterip ‘beni ateşten yaratın334 demiş, bilgisizlik ile yalanı birleştirmiştir. Çünkü İblis, Allah Teâlâ’nın katında veya yaratılışında Âdem’den daha üstün değildi. Üstünlük unsurlar arasında­dır, yoksa hakikatlerde unsurlar arasmda bir üstünlük söz konusu de­ğildir. Böylece İblis, saptırmada latifleşmiştir. Bu durum, aldatanın al­datışında, tuzakçmın tuzağında, hilekarın hilesindeki latifliğine benzer.

İsimlerden Latif, malumdur Onun lütfu-yaratıklarda açık ve zahir

Latiftir O, gözükmez gözümüze Nasıl idrak edilsin ki, zatın lütfü malum

Bize dönük lütfü, bize ve O’na bir nitelik O lütuf sahibi olmak durumundadır

Bilmelisin ki, cisimsel suretteki ateş kaynaklı ruhlar, insan cismine kıyasla, surette gerçekleşen ilahi tecelliye daha yakındır. Bu mertebeye yakın nispeder, latiflik bakımından daha uzak olana göre güçlüdür. Öy­leyse ateş kaynaklı ruhun sureti, insanlar tarafından bilinmez. O, ancak ilahi bildirimle öğrenilir. Çünkü o, doğruluktan kendisini çıkartacak bir şeyin katışmadığı bilgidir. Aynı şey, melekî ruhların bildiriminde geçer­lidir. Bilgi cinden gelirse, ona itimat etmeyiz, çünkü onun aslı unsur­dur. Her unsurî varlık, tıpkı aslı gibi, başkalaşır. Bir vasıta olmaksızın, doğadan meydana gelen varlık ise, başkalaşmaz ve bu nedenle onun verdiği habere yalan katışmaz. Onun latifliği ise, kendisini gizlemiştir ve sureti bilinmez.

Şöyle diyebilirsin: ‘Melekî ruhlara el-Kavi ismini tahsis ettin. Hâl­buki el-Latif isminden gelen bu latiflik, onlarda bulunur.’ Şöyle deriz: ‘Haklısın! Bilmen gerekir ki, mümkünlerden herhangi bir sınıfın yaratı­lışına belirli bir ismi tahsis etmemin nedeni, o varlıkta baskın olan is­min o olmasından kaynaklanır. Söz konusu ismin hükmü o sınıfta et­kindir. Bununla birlikte var olan her mümkünde varlıkla ilgili ilahi isim­lerin bir etkisi vardır. Fakat bir kısmı belirli bir mümkün smıfmda diğer isimlere göre daha güçlü ve daha etkindir ve bu nedenle mümkünü o isme nispet ederiz. Nitekim Cumartesi gününü yedinci göğün sahibine, Pazar’ı dördüncü göğün sahibine nispet ederiz. Her günü, belli bir gö­ğün sahibine nispet ederiz. Bununla birlikte her gök sahibinin her gün­de bir hükmü ve etkisi vardır. Fakat bir günü kendisine nispet ettiğimiz göğün sahibi, o günde daha etkili ve diğerine göre daha güçlüdür. Bu­nu bilmelisin! ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’3,s

OTUZ YEDİNCİ FASIL

el-Cami (Toplayan) İsmi

Bu isim, insanı yaratmaya yönelmiştir. Ona ait harf, Mim, takdir edilmiş menzillerden ise, Arka Fer’dir.

el-Cami, ‘Allah Teâlâ’ ismidir. Bu nedenle Allah Teâlâ, Adem’in bedenin yaratı­lışında iki elini kullanarak şöyle demiştir: ‘iki elimle yarattığım36 Gökle­ri ise, ellerle yaratmıştır ki, güç demektir. Çünkü eller, güç demektir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Elleri olan DavudI337 Bunun anlamı, güç sahibi demek­tir. Yoksa burada eller, elin çoğulu değildir. Âdem ile ilgili bir hadiste ‘Rabbimin sağ elini seçtim, her iki eli sağ ve mübarektir’ denilir. Allah Teâlâ, insanın yaratılışının kemal üzere olmasını dileyince, iki elini bir araya getirmiş ve kendisine âlemin bütün hakikatlerini vermiş, bütün isimlerinde o yaratılışa tecelli etmiştir. Böylece Âdem’in yaratılışı, ilahi ve kevni sureti haiz olmuş, Allah Teâlâ kendisini âlemin ruhu, âlemin bütün sınıflarını ise -kendisini yöneten ruh karşısındabedenin uzuvları gibi yapmıştır. İnsan âlemden ayrılsaydı, âlem ölürdü. Öte yandan âlemdeki başka bir şeyden ayrılsaydı, bu sınıftan ayrılması, bedendeki organlarda gerçekleşen felç gibi olurdu. Söz konusu organ büyüyen ve algılayan ruhun kendisinden ayrılmasıyla işlevsizleşirdi. Nitekim dünya da, insa­nın ayrılmasıyla işlevsizleşir. O halde dünya hayatı, âlemin organların­dan birisi iken insan bu bedenin ruhudur.

el-Cami ismi insana ait olunca, insan zatıyla iki mertebenin karşı­sında bulunmuş, böylelikle halifelik, âlemi yönetme ve tafsil etme insan

adına geçerli olmuştur, insan kemal mertebesini elde etmeseydi, dış su­reti insan suretine benzeyen bir hayvan olurdu. Burada biz, kamil in­sandan söz etmekteyiz, çünkü Allah Teâlâ, öncelikle bu tür içinden kamil ola­nı yarattı. O, Âdem’dir. Sonra Hakk, kemal mertebesini bu türe açıkla­mıştır. Bu kemale ulaşan kimse, kastettiğimiz insandır. O mertebeden aşağıda kalanda ise, kendisindeki kemal ölçüsünde insanlık bulunur. Varlıklar içerisinde insandan başka Hakkı sığdıran yoktur. Onun Hakkı. sığdırması, (ilahi) sureti kabul etmesinden kaynaklanır. Öyleyse insan, Hakkın tecelligahı, Hakk ise âlemin hakikatlerinin ruhuyla -insandırbirlikte yansıdığı bir aynadır.

Allah Teâlâ, ona arka tarafı tahsis etmiştir, çünkü insan, ortaya çıkan son türdür. Onun başı Hakk, sonu halktır (yaratılmış). İlahi sureti bakımın­dan ilk, kevni sureti bakımından sondur. Her iki suretiyle de zâhir ve ilahi surete sahip olması nedeniylekevni suretten bâtın olandır. Bu du­rumun hükmü, meleklerin onun konumunu bilemeyişinde ortaya çık­mıştır. Hâlbuki Allah Teâlâ, Âdem’in ‘halife338 olduğunu söylemişti. Allah Teâlâ, bu bilgiyi onlara vermeseydi, durum nasıl olacaktı? Meleklerin Âdem’i tanımayışı, onun meleklere gizli kalmasından kaynaklanır. Onlar, yüce âlemden ahirette olanları ve dünyada olanların ‘bir kısmını’ bilenlerdir. Dünyada olan her şeyi bilselerdi, kendilerine bildirilmiş olmasına rağ­men, Âdem’in mertebesinden habersiz kalmazlardı. Onu âlemde sadece Levha ve Kalem bilir. Bunlar, yüce olanlardır ve onu inkâr edemezler. Kalem onu yazmış, Levha içermiştir. Çünkü Kalem kendisini yazınca, mertebesini ve kendisinden meydana gelecek şeyleri de yazmıştır. Lev­ha ise, Kalem’in yazdığını zevk yoluyla öğrenmiştir. Allah Teâlâ İblis’e şöyle der: ‘Kibirlendin mi, yoksa Yücelerden mi oldun.’339 Bu,: işin gerçeğini bile­rek, bir takrir sorusudur. Böylece İblis’i konuşturarak, onu kendisine karşı tanık tutmuştur. İblis ise şöyle der: ‘Ben ondan daha hayırlıyım.’340 Böylece İblis, Allah Teâlâ’nın emrine karşı değil, Âdem’e karşı büyüklenmiştir. Hâlbuki o, yüce meleklerden değildi. Allah Teâlâ onu bu sözü nedeniyle ceza­landırmıştır. İblis de, Âdem’e secde etme emri esnasında, Allah Teâlâ’nın ni­metine nankörlük yapanlardan olmuştur. Hâlbuki Allah Teâlâ kendisini bu hitapta ‘yüce topluluğa’ katmış, onu unsur yaratılışının uğursuzluğun­dan uzaklaştırmıştır.

Allah Teâlâ Âdem’i yaratırken iki elini kullanmasaydı ve bu sayede Âdem iki sureti elde etmemiş olsaydı, iki ayak üzerinde yürüyen bir hayvan

olacaktı. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Erkeklerden pek çoğu kemale ermiş, kadınlardan ise Asiye -Firavun’un karısıve İmran kızı Meryem kemale ermiştir’ buyurdu. Kamiller, halifelerdir. Allah Teâlâ, âlemin tümünü Adem’in hizmetine sunmuştur. Yüce ve aşağı âlemdeki her suri hakikat, insana bakar ve her varlık Allah Teâlâ’nın kendisine yerleştirdiği sırrı bir emanetçi gibiAdem’e ulaştırmak ister. Burada ‘suri hakikat5 dedik, yani âlemde mekânına ve mertebesine yerleşmiş belirli bir sureti olan hakikat demektir.

Rahman’ın nefesinden, insan türünde el-Cami isminin hükmüyle ilgili bu kadar açıklama, maksadı anlatmak için yeterlidir. Rahman’ın nefesi, bütünüyle Amâ’ya yerleşmiştir. Bu nedenle, sureti bakımından ona ait harf son harf olan Mim’dir. im’den sonra mertebelere ait olan Vav harfi gelir. Mertebenin genelliği nedeniyle, Hakk ve halk o harfe dahildir. Şimdi, onu bu bölümün devamındaki bölümde zikredeceğiz ve ona ait ismi ele alacağız. Şöyle deriz:

OTUZ SEKİZİNCİ FASIL

Refiü’d-Derecat ve Zi’l-Arş isimleri

Bu isim, mertebeleri belirlemeye -var etmeye değilyönelir. Mer­tebeler, varlıkla nitelenmeyen nispetlerdir, çünkü hakikatleri yoktur. Ona ait harf Vav, takdir edilmiş menzil Reşa’dır. Reşa, fer’e ait iptir ve hamiş’te şekli vardır.

Bilmelisin ki, bütün mertebeler, asıl balcımından ilahi iken hüküm­leri oluşta ortaya çıkar. En yüce ilahi mertebe, insan-ı kamilde ortaya çıkmıştır. Mertebelerin en üstünü ise, ‘her şeyden müstağniliktir.’ Bu mertebe, zatı bakımından, Allah Teâlâ’ya aittir. Alemdeki mertebelerin en üs­tünü ise, ‘her şey ile müstağniliktir’ (muhtaçlık). Şöyle de diyebiliriz: ‘Her şeye muhtaçlık.’ Bu ise, kamil insanın mertebesidir, çünkü her şey, onun adına ve ondan dolayı yaratılmış, Allah Teâlâ, ihtiyacını bildiği için, her şeyi kendisine amade kılmıştır, insanın her şeyden müstağni kalması, mümkün değildir. İhtiyaç, yerine getirebilecek kimseye olabilir. Ger­çekte ise, her şeyin sahibi Allah Teâlâ’dır. Öyleyse insan-ı kamil için Allah Teâlâ, ‘her şeyin’ suretinde tecelli etmelidir. Bu sayede Allah Teâlâ, muhtaç olduğu ve varlığının kendisine bağlı olduğu şeyi insana ulaştırır.

Allah Teâlâ kulları için gayret özelliğiyle nitelenmiş, gayretin hükmünü izhar etmiş, onlara her şeyin suretinde tecelli edenin kendisi olduğunu açıklamıştır ki, ancak O’na muhtaç olunabilir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ey in­sanlar! Siz Allah Teâlâ’ya muhtaçsınız.’341 Bunu anla ve insanların surî sebeplere boyun eğmesi ve onlara muhtaç olmasını düşün! Allah Teâlâ, insanların başkasına değilsadece kendisine muhtaç olduklarını belirtmiş, kendile­rine sebep suretinde tecelli edenin yine kendisi olduğunu açıklamış, su­retlerden ibaret olan sebeplerin kendisine perde olduğunu belirtmiştir. Alimler, mertebeleri bildikleri için, bunu anlarlar.

Bilmelisin ki, ilahi isimlerden her birinin başkasına ait olmayan bir mertebesi vardır. Alemdeki her suretin ise, başkasına ait olmayan bir mertebesi vardır. Mertebeler sonsuzdur ve derecelerdir. Onların arasın­da yüksek-daha yüksek olan vardır ve derecelerin ilahi veya kevni olması birdir, çünkü kevni (âleme ait olan) rütbeler de ilahidir. Öyleyse her rütbe ve mertebe, yüksektir ve yükseklikte derecelenme vardır. Buradan insan ve cinlerin nihayetlerini, zevk yoluyla öğrenirsin, çünkü onların sonu, zorunlu olarak, ilahi mertebeye dayanır, insan ve cinlerin dışın­dakilerin varacağı yer ise, Allah Teâlâ ehli olan bilginlerce bilinir. Onların va­racağı yerin mertebesini, sadece Allah Teâlâ’yı bilenlerin seçkinleri bilebilir.

Bu isme ait harf, VavMır, çünkü Vav’ın sayısal değeri, altıdır. Altı ilk tam sayıdır. Alemdeki kemal ise, mertebeyle mümkün olabilir. Böy­lece ona (mertebelere ait olan) Yay’ı verdik. Ona ait menzil, Reşa’dır. Reşa bir iptir ve ip kavuşmak demektir ve ona bağlanılır. Nitekim ip Allah Teâlâ’ya bağlıdır ve Allah Teâlâ ipi kendisinin yerine koymuştur. İpin rütbesi bunu gerektirmeseydi, ‘Allah Teâlâ’nın ipine sarılın342 ayetinin anlamı olmazdı. Nitekim başka bir ayette ‘Allah Teâlâ’ya sarılın343 buyrulur. Öyleyse ipin yeri­nin neresi olduğunu ve hangi isme bitiştirdiğini ve hangi isme izafe et­tiğine bakınız!

Bilmelisin ki, suretler olmasaydı, varlıklar ayrışmaz, mertebeler ol­masaydı eşyanın miktarları bilinmez ve her suret kendi konumuna yerleşmezdi. Hz. Aişe bir sözünde ‘İnsanları konumlarına yerleştirin’ de­miştir. Rütbe vasıtasıyla üst ve ast tanınır. Yine onunla Allah Teâlâ ile âlem

ayırt edilir. Mertebeler ile ilahi isimlerin üzerinde bulundukları genellik ve özellik şeklindeki hakikatler ortaya çıkar. Bu bölümde harflere ait olarak zikrettiğimiz ilahi isimlerin ilişkilerini ele alacağız. Onları ve hep­si birbiriyle irtibatlı olsun diye ortaya koyduğumuz menzilleri ele alacı­ğız. Amâ mertebesi varlıkların suretlerini kendinde topladığı gibi -ki o ilahi nefestirinsanın nesi de harfleri kendinde toplar veya felek de yıl­dızların kendisine yerleşmesi için belirlenmiş menzilleri toplar. Bunlar, Atlas feleğinde burçların sayısını açıklayan şeylerdir.

Şöyle deriz: Biz bu konuda âlemin yaratılış tertibini ve onun önce şu sonra şu şekilde yaratılmış olduğunu açıklamayı hedeflemedik. Çün­kü âlemin yaratılış sıralamasını biz bu kitapta zikretmiştik ve onun filo­zofların söylediğinin aksine olduğunu belirtmiştik. Burada biz ilahi isimlerin mümkünlerdeki etkilerini açıklamayı hedefledik. Bunu ise, zikredilenden önce olup olmamasına bakmadan her mümkündeki etkisi olarak ele aldık. Ayrıca varlıkların nitelik ve sınırlılıklarında bulundukla­rı haldeki rütbelerini dikkate almadık. Menzilleri ilk konuluşlarında ve mahreçlerdeki harflerin sıralanışına göre bulundukları sıraya göre zik­rettik. Fakat buradan onların şimdi bulundukları sıraları ortaya çıkmaz.

' İlk kelime orta harflerden ‘kün (ol)’ gibi olabilir. Onun öncesinde ise, mahreçlerin harfleri vardır ve onlardan öncedir. Böylece bu kelime âlemde başlangıçta etkisi olmayı gerektiren ilahi isme bakar. Bu ismin el-Bedi’ ismi olduğunu görür. el-Bedi, âlemin örneksiz yaratılmasında hüküm sahibi iken el-Mübdi aynı hükme sahip değildir. el-Muid elMübdi ismini talep ederken el-Bedi ismini talep etmez. El-Bedi ahiret yaratılışında bizde hüküm sahibi iken dünya yaratılışında hüküm önün­dür. Çünkü dünya yaratılışı, örneksizdir. Bu durum ‘İlk yaratılışı öğren­diniz'3*4 ayetinde dile getirilir. Yani onun bir örneğe göre olmadığını öğrendiniz. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Sizi yarattığımız gibi döneceksiniz45 Yani örneksiz bir şekilde yeniden yaratılacaksınız. O halde, el-Bedi -hükmü her nerede ortaya çıkarsa çıksın, örneği ortadan kaldırır. Örneği olma­yan bir şey ise, ilktir. Böylece ona gün zamanının ilkini verdik. O ise, koç burcunda güneşin varlığıyla ortaya çıkmıştır. Onun başlangıcı ise, Şartîn’dir. Harflerden ise, he harfini ona tahsis ettik. Çünkü o, ilk mah­reçten çıkar. İsim ise, mevcut hakikati verir. Bu hakikat ise, ‘ne zaman?’ sorusuna göre bir hadisenin diğeriyle karşılaştırılmasından ibaret olan zamanın kendisiyle ortaya çıktığı şeydir. Varlık bir maddede nefs sahibi

ise, harfi verir. Menzillerin tertibi ise, güneşin mevsimleri ortaya çı­kartmak üzere (burca) girmesiyle gerçekleşir. Türeyenlerin varlığı bu mevsimlere bağlıdır.

Yarlıklar fail ve edilgen diye ayrılır. Bunu öğrenince, her bir ilahi ismin genel olarak ilgili olduğu şeye nispet edersin. Bununla birlikte başka bir ismin de o şeyde hükmü olabilir. Bu konulardan söz edilmişti. Onun ilgili olduğu şey herhangi bir varlık veya bir varlıktaki bir hü­kümdür. Sonra varlığı fail ve edilgen, cevher, araz, mekân zaman ve gö­relilik gibi eşyanın taksimlerine göre birbirine bağlamıştır. ‘Allah Teâlâ doğru­yu söyler ve doğruya ulaştırır.”46

OTUZ DOKUZUNCU FASIL

Nefeslerde Nakil Konusu

Bilmelisin ki, ‘nakil’ derken, el-Ahir (Son) isminin hükmünün elEvvel’e (İlk) taşınmasını ve onun el-Ahir’de ilk olan hükmünün elEvvel’deki yerini son yapmayı kastediyorum. el-Ahir’den ise bu hük­mün kendisinde ortaya çıktığı şeyi izale eder. Hakikat ise birdir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘O Evveldir, Ahirdir.’347 Hüviyet ise, aym hakikattir. Hüküm, aynı hakikatte Ahir’den Evvel’e geçmiştir. Bu bölümde bu özel nakil, bir varlığın güçlük halinden rahatlık haline, zorluktan kolay­lığa taşınması şeklinde olabilir. Nakil, rahmetin varlığına giden yolu ko­laylaştırmaktır. Bu nakil üç mertebede ortaya çıkar: Birinci mertebe, duyulur suret tarzında ‘misal suretlerinde’ ortaya çıkmasıdır. Bu du­rumda mertebenin hükmü, duyulurların hükmüdür, fakat (kendileri) duyulur değillerdir. Onlar bir yönden duyulurdur ve bu nedenle bu hü­küm onlara geçer (intikal). Bunun amacı, tesirden uzak herhangi bir varlıktaki zuhur kendisinde ortaya çıktığı suretin hükmüne sahip olma­sının öğrenilmesidir. Böylelikle hüküm, daha önce kendisini kabul et­meyen şeye ait olur. Aynı şekilde, bedenin hükmü de, bedenle ortaya çıktığında ruha intikal eder. Kim bir surette zuhur ederse, o suretin hükmünü alır. Buradan, Allah Teâlâ’nın kendi suretine göre yarattığı insan-ı kamilin mertebesi öğrenilir. Bu suretin de bir hükmü vardır ve hüküm surete tabidir. Allah Teâlâ’nın yaratıkları içinde, isimlerin hükümleriyle ve ve­killik hükmüyle ortaya çıkan insandan başka hiç kimse, kendi adma ilahlık iddiasında bulunmadı. Böylelikle insan, Firavun ve benzerleri gi­bi, itaat edilen bir hükümdar olmuştur.

Bazen nakil (yer değiştirme), marifet mertebesinde ortaya çıkabilir ki, ikinci mertebedir bu. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Kendini bilen rab­bini bilir.’ Bu, Allah Teâlâ’dan başka varlık olmadığını öğrenince, insanın kendisine ait hükmü rabbine taşımasıyla gerçekleşir. Naklin üçüncü mertebesi, bütün mertebelerdeki yer değiştirme ve intikaldir. Bu du­rumda mertebenin hükmü, ona yerleşen kimseye geçer. Mertebenin övülen veya kınanan mertebe olması birdir. Hüküm intikal edince, o mertebe hakkındaki örfte, adette ve şeriatta belirlenmiş hüküm de mer­tebeye yerleşen kişiye geçer. Bakınız! Bir cinninin ruhu yılan suretine girdiğinde, -bizde yılanla ilgili hüküm onu öldürmek olduğu için-, sure­ti nedeniyle onu öldürürüz. Hâlbuki cin olduğunu bilseydik, öldür­mezdik. Suretin hükmü cine geçerek, onun ‘yılan’ olduğu hükmünü verdiği gibi biz de bu hükme göre davrandık ve söz konusu (yılan) su­ret hakkında hüküm verdik. Bize cinlerden bir şahıs bir hadis aktarmış­tır. Topluca Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme geldiklerinde, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, diledikleri her surete girebilme özelliğine sahip olunca, ‘kendi dışındaki bir surete girip de öldürülen kimse hakkında diyet yoktur’ demiştir. Çünkü bir yı­lan veya akrep öldüren kimse, bu nedenle öldürülmez ve diyet ödemez. Söz konusu varlıklardan birinin suretiyle gözükene de, gözüktüğü suret hakkındaki hüküm işler.

KIRKINCI FASIL

Açık ve Gizli Nefesler

Açık (celi), ortaya çıkan, gizli (hafi) ise, örtülü kalandır. Gizlenme ve örtünme ise, benzerlerde olabilir. Benzerlerin dışında ise, söz konusu değildir. Çünkü benzerden başkası, kendisi gibi olmayanın suretini ka­bul etmez. Bakınız! Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bir hadisinde şöyle der: ‘Allah Teâlâ ku­lunun diliyle şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ kendini öveni duydu.’ Çünkü Allah Teâlâ insan hakkında, onu kendi suretine göre yarattığını ve onu bir ‘benzer1 yaptığını bildirmiştir. Sonra bu benzere bir şeyin benzemesini olumsuzlayarak şöyle buyurmuştur: ‘O’nun benzeri bir şey yoktur,’348 Başka bir ifadeyle O’nun benzerinin (insan) benzeri olan bir şey yoktur. Böylece Allah Teâlâ, benzere benzemeyi olumsuzlamıştır. Bu durumda Hakk, ‘Allah Teâlâ kendini öveni duydu’ ifadesinde, kulunun suretiyle gizlenmiştir. Çünkü kendisi adına konuşulan (mütercem anh, Hakk), kendisinden istenilen şeyler hakkında ‘benzeşme’ yoluyla aktaranın suretiyle gizlenir. Söz ko­nusu şeylerin ise, Hakkın onun dilinde bunları bilmesi bakımından, kendilerine aktarılanların nezdinde bir sureti yoktur. Böylelikle kendisi adına konuşulan, adına konuşanın manevi suretiyle ve kendilerine akta­rılanların maddi suretiyle gizlenir. Böylelikle her iki suret ile de ortaya çıkar. Çünkü onu kul diye isimlendirmiştir. O, Haktan aktaran kuldur. Onun dili de, ‘Allah Teâlâ kendini öveni duydu’ ifadesinde Hakkın dilidir ve bu konuda kul olarak kalmayı sürdürür. Öyleyse Allah Teâlâ, bazen bizi izhar eder ve kendisine ait bir konuda kendisini gizler. Bazen ise, hikmetinin gereği olarak mertebelere göre, kendisini izhar eder ve bizi gizler. Allah Teâlâ ehlinden kamil insan, hadiselerde Allah Teâlâ’nın neyi murat ettiğine bakar. Böylece Hakk neyi izhar etmek isterse, onu izhar eder. Allah Teâlâ hangi şeyi gizlemeyi irade etmişse, onu gizler. En genel anlamıyla edebin gereği şudur: Şeriata ve örfe göre güzel olan bir şey, Hakka nispet edilir. Ka­mil insan hakkı o şeyde izhar eder, O’nu gözlere ve iç gözlere gösterir. Örfe ve şeriata göre çirkin olan bir şeyi ise, insan -dilersekendine nis­pet eder ve onda kendini izhar eder ve gösterir. Ya da -dilersesöz ko­nusu şeyi şeytana nispet ederek şeytanın varlığını onda izhar eder ve açığa çıkartır. Böyle bir şeyin bâtını ise, Haktır. Çünkü Allah Teâlâ ‘Ona gü­nah ve takvasını ilham etti’349 buyurdu. Hepsi Allah Teâlâ katındandır. Bununla birlikte, bir örnek yok ise onu örneğe dönüştürmesi gerekir. Bu du­rumda ise onu gizler. Aksi halde, gizlenmez. Çünkü insandan başka bir benzer ve örnek yoktur. Öyleyse insan gizlenir, insanın dışındaki şeyler ise, gizlenmez, çünkü o, (Hakka) benzer değildir ki! Bir şeyi Haltta giz­lemek istersen, onu bir örneğe çevirirsin ve bu durumda gizlenmeyi an­cak dönüşmeyle kabul edebilir. Öyleyse insanın dışındaki bütün sebep­ler, örtüdür. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Peygambere itaat eden kimse, Allah Teâlâ’ya itaat etmiştir.’350 Böylelikle onu kendi ismiyle izhar etmiştir. Sonra açık iken, kendisini gizleyerek ‘Sana biat edenler, Allah Teâlâ’ya biat etmiştir5351 der. Burada ise, birinci tekil şahıs zamiriyle onu izhar etmiştir. Başka bir yerde ise kendisini gizleyerek ‘Sen atmadın, attığında, fakat Allah Teâlâ at­tı352 ayetinde kendisini gizlemiştir. Aynı şekilde Allah Teâlâ burada, ayırdı, belirledi, farklılaştırdı ve şöyle buyurdu: ‘Allah Teâlâ’ya, peygambere ve aranız­dan emir sahiplerine itaat ediniz, bir işte görüş ayrılığına düşerseniz, onu Allah Teâlâ’ya havale ediniz353 buyurdu. Havale ‘hüküm’ bakımından Allah Teâlâ’ya, ‘varlık’ bakımından peygambere yapılır. Allah Teâlâ ehlinden böyle bir ma­kama yerleştirilen kimse, ruhu ve bedeni olan bir yaratılış geldiğinde, duyulur hareket ile ruhun fiilini gözden örterken hareket ettiren ile de bedenin hareketini iç gözden gizler. Burada insan yaratıcı haline gelir. Hakk ise yaratanların en güzelidir. Allah Teâlâ ehlinden bazıları, Allah Teâlâ’dan baş­kasını görmez. Dolayısıyla böyle birinin nezdinde gizlenme yoktur. Allah Teâlâ ehlinden bazıları ise, sadece yaratıkları görür. Dolayısıyla onlarda da zuhur yoktur. Hepsi de haklıdır. Edepliler ise kamillerdir. Böylelikle onlar, bu gibi durumlarda, Allah Teâlâ’nın gizleme, gözükme, tecelli, saklama, izhar gibi verdiği hükümlere göre hüküm verirler. Nitekim daha önce bundan söz etmiştik. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’354

KIRK BİRİNCİ FASIL

Nefsin İtidal ve Sapması (inhiraf)

Bilmelisin ki, bu konuda Allah Teâlâ ehli üç kısma ayrılır: Bir kısmı, Hakkın meyletmeyeceğini ve kendisine meyledilemeyeceğini ileri sür­müştür. Onlar, daimi gecede, sevenden sevilen için sevgiyi tanımlarlar, ikinci kısım, insanın surete göre yaratılışının itidali gerektirdiğini ileri sürer. İtidal olmasaydı, insan (ilahi) surete göre (var) olamazdı. İnsan, Hakkın yöneldiği yere yönelir. Nitekim Allah Teâlâ ‘Bu benim doğru yolumdur355 der. Kastedilen, özel şeriattır. ‘Ona uy, başka yollara uyma, yoksa seni O’nun yolundan çıkartırlar.’356 Sonra şöyle der: ‘Size böyle tavsiye eder.’357 Böylece Allah Teâlâ, bu bildirmeyi kendisiyle amel edilsin diye bir tavsiye yapmıştır. Bu ise ‘îşin bütünü O’na döner358 ayetinden veya ‘her şeyin perçeminden tutmuştur359 ayetinden bir meyil ve sapmadır. Öyleyse itidal ehli, iki sapma arasında duranlar iken itidalden sapanlar, kevni fi­illerde ulvi-süfli ve Hakkı -yaratıkları değilispat edenlerdir. Onlar bir gruptur. Bir grup daha vardır ki, onlar da fiilleri -Hakka ait saymadanyaratıklara ait sayarlar. Her ikisi de, hakikat olarak böyle düşünür, yok­sa mecazen değil. Onlar, ‘Haktan sadece bir çıkmıştır’ diyenlerdir. İşte bu Allah Teâlâ karşısında edepli insanların halidir. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’360

KIRK İKİNCİ FASIL

Eksiğe Dayanma ve Ona Yönelme

Bu bölüm, insan-ı kamilden başka sebeplere dayanmayla ilgili bö­lümdür. Insan-ı kamile dayanmak ise, (ilahi) surete göre ortaya çıktığı için, eksik bir sebebe dayanmak demek değildir. Onun dışındaki sebep­ler ise, bu mertebeden aşağıdır ve eksiktir. Bu eksiklik, kadının erkekten aralarındaki bir dereceyle eksik olmasına benzer. Kadın kemale erse bi­le, bu derece nedeniyle, erkek gibi kemale ulaşamaz. Bu bağlamda söz konusu dereceyi Havva’nın Âdem’den meydana gelmesi sayanlara göre, Havva ancak Âdem vasıtasıyla zuhur edebilir. Bu nedenle de Âdem’in Havva’dan üstünlüğü, sebepliliktir. Dolayısıyla Havva hiçbir zaman (sebebi olan) Âdem’e yetişemez. Bu bir yargıdır. Fakat buna İsa’nın varlığında Meryem’in durumuyla karşı çıkarız. Öyleyse buradaki dere­cenin sebebi, Havva’nın Âdem’den ortaya çıkması değildir. Kadın edil­genlik yeri iken erkek böyle değildir. Edilgenlik mahalli ise, etkinlik mertebesinin sahibi olamaz ve bu nedenle de ‘eksiktir.’ Bu eksikliğe rağmen erkek kadına yönelir, ona itimat eder ve kadında ve onun vesi­lesiyle gerçekleşecek etkiyi kabul etmesi için ona yönelir. Allah Teâlâ sebepleri boş yere koymamıştır. Onları koymuştur ki, kendilerini benimseyelim, onlara itimat edelim. Bu itimat, ilahi hikmetin kendisini gerektirmesi nedeniyle, Hakkın (emrettiği) bir itimattır. Bununla birlikte her edil­gende (özel) yöne bakmalıyız. Söz konusu sebebin o (özel) yönün far­kında olması veya olmaması birdir. Binaenaleyh saygılı ve edepli hakim, sebepleri Allah Teâlâ’nın yerleştirdiği yere koyan kimsedir. Herhangi bir edil­gende ‘özel yönü’ gören kimse, şöyle der: ‘Allah Teâlâ bu sebep vasıtasıyla değil, vesilesiyle fiil yapar.’ Özel yönü görmeyen ise şöyle der: ‘Allah Teâlâ fi­illerini bu sehepler vasıtasıyla gerçekleştirir. Allah Teâlâ sebepleri araç olarak yaratmıştır.’ Bu insan sebepleri kabul eder fakat onları Allah Teâlâ’ya izafe et­mez. Bir marangoz, bir sandığı veya sandalyeyi ancak ahşap, testere vb. araçlarla yapabilir. Yapım işi bu araçlar vasıtasıyla -yoksa vesilesiyle de­ğiltamamlanır. Böylelikle araçlar kabul edilir, fakat sandığın yapımı araçlara izafe edilmez. Sandığın yapımı, marangoza ve kendisinden or­taya çıkan fiili bilen ve onu idare edebilene aittir. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.,m

KIRK ÜÇÜNCÜ FASIL

İade (Tekrar)

İade, benzerlerin yenilenmesi veya varlıktaki bir hakikatin yenilen­mesi demektir Ki bu mümkündür, fakat gerçekleşmiş değildir. Tekrarın olmayışının nedeni, ilahi genişliktir. Fakat insan ‘yeni yaratılıştan kuşku içindedir.™1 Öyleyse bunlar, benzerliğin gücü nedeniyle, ayrılmaları çe­tin olan benzerlerdir. O halde iade, sadece hükümde olabilir. Söz gelişi bir hükümdar bir valiyi görevlendirir, sonra onu görevinden alır, sonra azilden sonra tekrar görevlendirir. Öyleyse tekrar, görevlendirmededir. Görevlendirme ise, dışta var olmayan bir nispettir. Bakınız! Kıyamet günü iade, (bedeni) tedbirde mi olacaktır? Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem dünya yara­tılışı ile ahiret yaratılışını ayırt etmiştir. Dünya yaratılışını yöneten ruh, ahiret yaratılışını da yönetmeye döner. Öyleyse bu, yok olan sonra var olan bir varlığın iadesi değil, hükmün ve nispetin yenilenmesidir. Küçük-büyük abdest bozanın mizacı nerede, böyle bir özelliği olmayanın mizacı nerede? Hakikatler (a’yan) -ki cevherler demektirvarlıktan kay­bolmadı ki, tekrar ona döndürülsünler. Aksine onlar sürekli vardır. Öy­leyse bir varlık var iken iade söz konusu olamaz. İade, yapılar (heyet) ve nispî karışımlardan ibarettir. Yapı ve ortadan kalkmış olan mizaçta ia­denin mümkün olduğunu söyledik, bunun nedeni ‘dilerse onu neşre­der5363 ayetidir. Demek ki dikmemiştir. Çünkü Allah Teâlâ’dan haber veren (peygamber), dünya yaratılışı ile ahiret yaratılışını ayırt etmiş, mutlula­rın yaratılışları ile bedbahtların yaratılışını da ayırt etmiştir. Buna göre mutluların yaratılışı, latif ve incedir. Burada şeriata uyan, kalpleri kırık, sürekli Peygambere Hakk gözüyle bakan kimseleri kastediyorum. Onlar, yine de, peygamberin beşeri yönünü ve hemcinslerinden birisi olduğu­nu da bilirler. Bir cinsin özelliği, hem cinsi üstün olduğunda, haset et­mektir. Hâlbuki haset bu insanlardan kalkmıştır. Onlara yeryüzünden ve gökten bereket kapıları açılır. Buna karşın, bedbahtlara da azap ve artış kapıları açılır. Bu artış, şeriadarı ortaya koşmak üzere ilahi ayeder geldiğinde kalplerinde bulunan hastalığın artmasından kaynaklanır. Öy­leyse her ikisine de ‘açılacak’? Fakat ne açılacak? Bunu bilmelisin! Çün­kü bu, nefesler ilminde ince bir konudur. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’364

KIRK DÖRDÜNCÜ FASIL

Latif Nefesin Kesif, Kesif Nefesin Latif Olarak Dönmesi ve Bunun Sebebi -örnek olarak sesini yükselten ve alçaltan kimseyi verebiliriz-

Bilmelisin ki, latifliğin kesifleşmesi mümkün değildir, çünkü hakikaüer başkalaşmaz. Fakat latif, kesif Hakk dönüşebilir. Söz gelişi sıcak olan, soğuk Hakk gelebilir veya soğuk olan şey, sıcak Hakk gelebilir. Bil­melisin ki, ruhlar latiftir. Bedenlendiklerinde ve cisimlerin suretleriyle ortaya çıktıklarında, kendilerini görenin gözünde kesifleşirler. Cisimler de, şeffaf olan ve olmayan kısımlarıyla kesiftir. Görenin gözünde suret­lerde başkalaştıklarında veya (kendilerini idrak eden) oradayken perdelenseler, hiç kuşkusuz, ruhanileşmiş olurlar. Başka bir ifadeyle, gizlen­mede ruhlara ait olan hüküm, bedenlere geçer ve (kesif iken) arazlar üzerlerinde çeşitlendiği gibi bu kez suretler onlarda çeşitlenir. Bu suret değişimine örnek olarak, utanan insanın kızarmasını veya korkan insa­nın sararmasını verebiliriz. Bu, sebepleri var olduğunda, ruhların suret­lerde başkalaşma güçleri bulunduğunu bildiren bir örnektir. Latiflik âleminden olan ruhların kesifleşmesine gelirsek, bunun nedeni onlarm doğadan yaratılmış olmasıdır. Onlarm cisimleri nurani olsa bile bu nur, tıpkı kandilin ışığı gibi, doğanın nurundandır. Bu nedenle de kesifleş­meye elverişlidirler ve böylelikle kesif cisimlerin suretleriyle gözükürler. Nitekim, kendilerindeki karşıtlık, tezat ve zıtlık nedeniyle de, hasımlar onlarda doğanın hükmünü etki eder. Karşıt olan, karşıtıyla tartışandır. Allah Teâlâ’nın kendisinden aktardığına göre, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle demiştir: ‘Onlar hasımlaştığında, Mele-i a’la hakkında benim bilgim yoktur.’365

Hasımlığın kendilerine kazandırdığı bu gerçekten onlar, kesif ci­simlerin suretlerinde bedenlenirler. Kesifin latif Hakk gelmesinin sebebi ise, ayrışmadır (tahlil). Çünkü kesiflik, başkalaşma âlemindendir. Baş­kalaşmayı kabul ederi her şey, birbirine zıt farklı suretleri de kabul eder. Bu durum en çok, telhin ehlinde gözükür. Binaenaleyh ‘ses’ olması ba­kımından sesin sureti değişmez. Telhin yapan insan, amaçladığı merte­beye göre, bir yerde onu kalın okur bir yerde ise inceltir. Okuyanın amacı, bu sayede dinleyenlerin doğalarında sevinç, neşe, açılma veya üzüntü, daralma ve tasa şeklinde bir etki gerçekleştirmektir. Bu nedenle bunu musikide dört yere koymuşlardır; bum, zir, müsenna ve müselles. Çünkü bu seslerin kendisinde etki etmesini istedikleri yer, kendileri gibi iki acı, kan ve balgamdan bileşiktir. Böylelikle bu sesi duymak, kendi benzeri olan ve dinleyenin sahip olduğu karışımları (ahlat) heyecanlan­dırır. Böylelikle hüküm, telhin yapanın amaçladığı belli bir sebebe göre gerçekleşir. Öyle ki bu, kişinin ‘Bizim bir şeye sözümüz oldur ve o olur366 ayetindeki aslı öğrenmeye sebep olur. Öyleyse bu, telhin yapanın ama­cıdır. ‘Ona ol demektir.’367 Burada sözü zikretmiştir ki, o, dinleyende duymanın kendileriyle gerçekleştiği harflerin varlığın izhar etmek üzere mahreçlerde kesilen ve uzayan sestir. Kırlangıçların sesine bakınız! On­ların nefeslerinde kesilen harfleri olmasa bile, hallerinin değişmesine gö­re seslerini değiştirirler. Böylelikle dinleyene bu sesle amaçladıkları şeyi duyururlar. Bu bağlamda acıkınca kırlangıcın sesi incelir, kısılır ve latif­leşir. Heyecanlandığında ise, kalınlaşır, yükselir ve ara vermez. Bu du­rumda onun sesinden heyecanlı olduğu veya acıktığı anlaşılır. Ses, sese tepkisine göre incelik ve şefkatle veya başka bir durumla, dinleyene etki eder.

Sonra, bu bahiste Hakkın inkâr edilen suretlerde veya rüyada görü­len suretlerde tecellisi ortaya çıkar. Hakk, hayal mertebesinin etkisiyle yaratıkların suretinde görülür. Çünkü mertebeler kendilerine yerleşen üzerinde hüküm sahibidir ve ona dilediği suretleri giydirir. Bu tecelli nerede, ‘O’nun benzeri bir şey yoktur’*** ve ‘Rabbin onların nitelemelerinden münezzehtir369 ayeti nerede! Öyleyse hüküm mertebe ve hazrete aittir. Çünkü hüküm hakikat ve manalara aittir ve onlar hükümlerini bulun­dukları kimsede gerektirirler. İlahi bilgide hüküm geçerli olunca, aynı hükmün yaratıkların varlıklarında zuhuru daha kabul edilebilirdir. Bu­nun nedeni, aradaki imkân bağıdır. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’370

KIRK BEŞİNCİ FASIL

Yaratılmışların Aslına İtimat

Yar atılmışlar m aslı, zatlarına bakma tamamlandıktan sonra kendi­sine dönülen şeydir. Bu durum Şâri tarafından ‘Kendini bilen, rabbini bilir’ diye ifade edilmiştir. İnsanın kendisini bilmesinin akabinde ger­çekleşen ‘Allah Teâlâ’yı bilmek’, söz konusu bilgiye ulaşmada insanın acizliğini bilmek olabilir. Bu durumda insan, bilinmeyen biri olduğunu öğrenir ve alameti ‘alamet’ olarak bırakır. Kuşkusuz Hakk, yaratıklarından ‘olumlu’ özellikleriyle değil, ‘olumsuz (nitelikleriyle) ayrışmıştır. Bazen Allah Teâlâ’yı bilmek, O’nu ilah olarak bilmek olabilir. Bu durumda insan, mertebenin Hakk ettiği şeyi bilir. Ardından o özelliği, söz konusu merte­benin kendisiyle fiilen var olduğu ve onda ortaya çıkanın niteliği sayar­lar. Bu durumda onların mertebenin gereğine göre olan bilgileri, o mertebenin sahibini bilmek haline gelir, çünkü mertebeyle (ve onun özelliğiyle) nitelenen, odur. Öyleyse mertebenin sahibi, kendisiyle nite­lenmesi yaraşan her özellikle nitelenendir. Gerçekte insan, bunun mer­tebenin sahibini değil, mertebeyi bilmek olduğunu da bilir. Fakat yine bilir ki, mümkün, teorik araştırma ve deliller bularak bundan daha faz­lasını bilemez. Hakk kendisine tecelli ederek mümkünün gözünü açarsa (keşf), bu durumda işin gerçekte nasıl olduğunu öğrenir. Bu durumda gerçek, onun bildiği gibidir. Akılcılardan bir kısmı, tecelliye mazhar olanın Verdiği bu hükmü dile getirir, fakat bu hükmünde kararlı değil­dir. Çünkü zevki olmadığı için, bu konuda yanılmaktan korkar. Başka bir ifadeyle akılcı, aynı hükmü kabul eder, fakat onu izhar edemez.

Bu ilkeye itimat edenler, hallerindeki farklılık nedeniyle, tabaka ta­bakadır: Bir kısmı, zuhuru ve gözükmesi halinde her şey hakkında bu ilkeye itimat eder. Bir kısmı, kendileri gözükmezden önce eşya hakkın­da ona itimat eder. Bir kısmı ise, eşyayı kendisine irca ederek, daha ön­ce eşyaya itimat ediyorken, bu kez asla itimat eder. Bütün bunlar, onla­rın istidatlarına dayanan durumlardır.

Bilmelisin ki, bu bölüm, durağanlık ve hareketin ilmini içerir. Baş­ka bir ifadeyle sübut ve yerleşme ile başkalaşma ve yer değiştirme ilmini içerir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Duran her şey O’na aittir.”71 Yani sabit olan şey! Çünkü Kadim’in niteliği sabit iken yaratılmışların niteliği, kendileri sabit iken sabit, ortadan kalktıklarında ise yok olur. Bunun yanı sıra nitelikleri başkalaşır, çünkü yaratılmışlar, başkalaşma özelliğindedir. Çünkü onlar yoktu ve sonra var olmuşlardır. Dolayısıyla yok­luk halinde sabit kalmamışlardır. Yaratılmışların aslı bir halden başka bir Hakk yer değiştirme olunca, kendilerindeki nitelikler de başkalaşmıştır. Öyleyse yaratılmışlar, belli bir nitelikte değil, ancak başkalaşma ha­linde kalıcıdır. Durağanlık ise, hareketin olmayışı demektir ve onda bir iddia olamaz. Bu nedenle Hakk, onu kendisine izafe etmiştir. Hareket ise hareketin bulunduğu kimseye eşlik eden bir iddia taşır. Bu nedenle Hakk ‘hareket eden şeyin’ kendisine ait olduğunu söylememiştir. Çünkü hareket edenlerin iddiası, o harekete dahil olur. İşin gerçeği ise, yokluk değil, sübuttur. Öyleyse sübut Allah Teâlâ’ya, yok olma ise âleme aittir. Alem sabit olsa bile, bu, kendinden değil, onu sabit kılandan kaynaklanır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şair Lebid’in:

Dikkat ediniz! Allah Teâlâ’dan başka her şey yok olucudur

sözü kendisine ulaştığında, şöyle buyurdu: ‘Bu Arapların söylediği en doğru sözdür.’ Eşya mevcut olsa bile, onlar yok hükmündedir. Bunun nedeni, gerçekleşmemiş olsa bile, gerçekleşme ihtimalidir. İtimat ve da­yanma, hiç kuşkusuz, itimat edilen karşısında durağanlaşmaktır ki, bu­nun böyle olması zorunludur. Sadece varlığın sabitliğinin sahibine iti­mat edilebilir. O, başkalaşma kabul etmez, sabit halinden ayrılmaz. Sa­bitlik halinden ayrılma özelliğinde birisine itimat edilemez. Çünkü böy­le bir durum, kendisine itimat edene ihanettir. Çünkü o sabit olmayan birisine bağlanmıştır. Binaenaleyh bir yaratılmışa ancak keşif ve ilahi bildirimle itimat edilebilir. Allah Teâlâ, hakkında kesin hükme varmadığımız o kişinin dürüstlüğünü kanıtlayan mucizelerle bu bildirimi yapar. Aynı şekilde, yer değiştirmeyenin sabitliği hakkında da kesin hüküm vereme­yiz. Çünkü nesih mümkündür. Bütün bunlar, şeriattır ve onlara iman gerekir. Çünkü nesih bir hükmün süresinin dolmasından ibaret oldu­ğuna göre, onu başka bir hüküm takip eder. Yoksa ilk hüküm başka­laşmış değildir. Aksine süresi dolduğu için geçerlilik süresi bitmiştir. Çünkü hüküm, esas itibarıyla Allah Teâlâ’nın kendisini bildiği -biz bilmesek bilebelirli bir süreyle irtibatlıdır. Aynı şekilde, doğal bir sebebe de an­cak Allah Teâlâ’nın o sebebin hükmünün sabit olduğu hakkmdaki bir bildirimi olmaksızın itimat edemeyiz. Buna örnek olarak, kendisiyle birlikte mut­luluğun gerçekleştiği imanı verebiliriz. Böylece insan o imana itimat eder ve biz de şöyle deriz: Kuşkusuz mutluluk, Allah Teâlâ’ya ve O’nun nezdinden gelen şeylere iman etmeye bağlıdır. Çünkü Hakk bunu bildirmiş­tir. Hâlbuki, mümin olduğunu gördüğümüz bir şahısta bulunması ne­deniyle imana itimat edemeyiz (ve böyle bir hüküm veremeyiz). Çünkü (mümin olarak gördüğümüz) o insan ile muduluğu sağlayan imanı ara­şma girebilecek geçici bir durum ortaya çıkabilir. Bu durumda ise, ima­nı yitirdiği için mutluluk da kendisinden uzaklaşır. Bilgi ise böyle de­ğildir. Çünkü bilgi sabittir ve gaflet kendisine etki etmez. Çünkü bile­nin bilgisi hakkında her an bilinçli olması gerekmez. Çünkü insan, Allah Teâlâ’nın kendisini görevlendirdiği işleri yönetmekle ilgili bir validir. Bu nedenle Allah Teâlâ’yı bilen olmaktan gafil kalabilir. Bu gaflet ise, (idrak) ma­hallinde gaflet, uyku gibi bilgiyle çelişen şeyler var iken de, ‘Allah Teâlâ’yı bi­len’ olmak özelliğini ondan çıkartmaz. Bilgiden sonra bilgisizlik asla yoktur. Fakat bilgi, aklî bir delili araştırmanın sonucunda elde edilmiş olabilir. Böyle bir bilgi ise, bize göre, bilgi değildir, çünkü söz konusu insan, bilgiyi elde etse bile, kuşkulara maruz kalabilir. Bilgi, sahibi kuş­ku taşımayan bilgidir. Böyle bir bilgi ise, zevk bilgisinde söz konusu olabilir. İşte bizim hakkında ‘bilgidir’ dediğimiz şey odur. ‘Allah Teâlâ doğru­yu söyler ve doğru yola ulaştırır.’372

Açılmış Varlık Sayfasında Yazılmış Levhasında Yazılmış Kitap Olması Bakımından Aleme İtimat

Bilmelisin ki, bu itimat, sahibi Hakk tarafından bilgilendirilmiş ol­madıkça, geçerli olmaz. Şöyle ki: Alemi böyle zikretmemizin nedeni, âlem derken onun ‘alamet’ olarak yaratılmasını kastettiğimizi belirtmek­tir. Bilindiği gibi varlık Haktır ve farklı suretlerin varlıkta zuhuru mümkünlerin sabit hakikatlerinin hükümlerine bir delildir. Hakta hü­küm itibarıyla zuhur eden -ki bu zuhur defterde Ki tabın ortaya çıkması­na benzerbu suretler, âlem diye isimlendirilmiştir. Onları ise Allah Teâlâ’nın ez-Zahir ismi izhar etmiştir. Daha doğru bir ifadeyle ez-Zâhir ismi bu suretlerle zuhur etmiştir. İşte bu, hakkın kendisinde yaratıklardan ayrış­tığı bir konudur. Suretler çeşitlense bile, bu suretlerin kendisinde ortaya çıktıkları hakikatte etki etmezler. Niteldm cevher, kendisine ilişen haller ve arazlar nedeniyle cevher olmaktan çıkmaz. Çünkü zuhur eden bu şey, bâtındaki anlamın hükmüdür ve onun sadece kendisine baltanın gözünde bir hükmü vardır. Öyleyse onun hükümleri, sabit olsalar bile, ne vardır ne yoktur! Öyleyse âleme alamet olması bakımından itimat edilir. Âlem Allah Teâlâ’ya alamet değildir. Çünkü ‘Allah Teâlâ âlemlerden müstağni­dir.”73 Âlem, Hakta zuhur eden bu hükümlerin ait olduğu anlamların sübutuna alamettir. Öyleyse âlem, kendine alamet ve delildir. Her şey de böyledir. Binaenaleyh hiçbir şey kendisine kendisinden daha güçlü delil değildir. Çünkü bir şeyin kendine delil olması, ortadan kalkmaya­cak bir delalettir. Başkasının delil olması ise, kaybolur ve sabit olmaz. Âleme bu yönden itimat eden kimse, değişmeyecek olan doğru bir şeye itimat etmiş demektir. Gerçekte itimat da, ancak Allah Teâlâ’ya olabilir. Çünkü Hakk her gün bir işte (şe’n) ise, o işin ne olacağı bilinemez. Dolayısıyla zihninde (nefsinde) neyin bulunduğu bilinmeyen birisine de itimat edi­lemez. Allah Teâlâ ehlinden kamil olanlar, işlerin değişmesi nedeniyle halden Hakk girer. Çünkü Hakk varlıkta ancak şe’nlerin (işler) suretleriyle zuhur eder. Böylelikle bu şahsın itimadı, ilahi bir itimat haline gelir. Başka bir ifadeyle bu davranışında insan, Hakka kendileriyle tecelli ederken şe’nleri kabul edişinde hakkın niteliğiyle nitelenmiş olur. Bu ehli olma-


yana verilmekten sakınılmış bir bilgidir. Bunu bilmelisin! Allah Teâlâ doğru­yu söyler ve doğru yola ulaştırır.

KIRK YEDİNCİ FASIL

Varlığından Önce Vaade İtimat Etmek -vaadin doğruluğu nedeniyle var olmayana itimat-

Bilmelisin ki, bu bölüm, Allah Teâlâ’nın kendisiyle kullarını rahatlattığı -Rahman’m nefesişeylerdendir. Doğru haber, hüküm olmazsa neshe konu olmaz. Rivayette vaat ve tehdit gelmiştir. Ardından Rahman’ın nefesi, vaadin sabit ve geçerli olduğunu bildirirken herhangi bir şahıs hakkındaki tehditte çekince bulunduğunu bildirmiştir. Çünkü şeriat peygamberin kavminin diliyle inmiştir ve onlara alışık oldukları şekilde hitap etmiştir. Söz konusu insanların cömertlik ve kemal özelliğine sa­hip olan birisi hakkında aşina oldukları hususlardan birisi de, vaadi ger­çekleştirmek iken tehdidi geçersiz kılmaktır. Dilciler övgü bağlamında şöyle demiştir:

Onu tehdit etsem veya bir vaatte bulunsam Tehdidimden cayarım, vaadimi yerine getiririm

Sahih bir rivayette ‘Allah Teâlâ’ya övülmekten daha sevimli gelen bir şey yoktur’ denilir. Hata yapanı bağışlamak nedeniyle övülmek, övgünün en ileri noktasıdır. Öyleyse Allah Teâlâ bu övgüye daha layıktır. Vaatte doğru sözlülük ise övgü nedenlerinden birisidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ’nın peygamberlerine olan vaadinden döneceğini zannetmesinler:374 Bura­da vaadi zikretmiş ve ayeti tamamlarken tehditten haber vermiş ve şöyle buyurmuştur: ‘Allah Teâlâ yücedir ve intikam sahibidir.’375 Allah Teâlâ tehdidi meşiyetine bağlamış, vaadin ise geçerliliğinden söz etmiştir ki, bu zo­runludur. Hâlbuki vaadi iyilik yapan hakkında mutlak iradesine (meşiyet) bağlamamıştır. Fakat günahkar hakkında meşiyetini bağışla­ma ve cezaya bağlamıştır (dilerse bağışlar, dilerse ceza verir). Bu neden­le Allah Teâlâ’nın vaadine itimat edilir. Söz konusu vaat ise, vaat edilen şeyle ortaya çıkabilir. O ise, var olduktan sonradır. Ona itimat ise, dildeki kullanım bunu gerektirdiği için ve ilahi haberin doğruluğu nedeniyle, zorunludur. Allah Teâlâ kulunun kendisi hakkındaki zannına göredir. Bu ne­denle Allah Teâlâ hakkında iyi zanda (hüsnü zan) bulunmak gerekir. Burada zan, bilgi anlamında yorumlanmalıdır. Nitekim aynı şey, sözlerinden dönen ve Allah Teâlâ’dan yine Allah Teâlâ’ya kaçış olabileceğini zanneden üç kişi hakkında bildirilmiştir. Başka bir ifadeyle onlar, bunu öğrenmiş ve ke­sin olarak inanmışlardır. Dil bilimciler bu konuda şöyle der:

Dedim ki onlara, tamamen silahlı olduklarını ‘zannedin’

Burada zan, kesin inanmak ve bilmek demektir. Çünkü zarının mertebesi ara mertebedir. Bu nedenle onun bilgiye dönük bir yönü varken bir yönü de bilginin zıddına (bilgisizlik) dönüktür. Sonra, hal karinesi, zandaki bilgi yönünü gösterince, (bu yerlerde) zannı bilgi ola­rak yorumladık ve onu kesin inanç saydık. Bununla birlikte, hükmü kalmasa bile, ‘zan’ ismi kendisinde kalmıştır. Çünkü zan, kuşkudan (şek) ayrışmasını sağlayan bir tür tercihin varlığıyla söz konusu olabilir. Hâlbuki kuşkuda (şek) tercih yoktur. Zanda ise bilgi yönüne dönük bir tercih vardır. Nitekim Allah Teâlâ ‘Ben kulumun bana dair zannındayım, hakkımda iyi zanda bulunsun’ demiştir. Burada Allah Teâlâ zanda bir tercih bulunduğunu açıklamıştır ki, bu tercih, iyiye veya kötüye dönük olabilir (hüsnü zan, sui zan). Allah Teâlâ kulunun kendisine dair zannında bulunur. Fakat burada durmamıştır. Çünkü Allah Teâlâ’nın rahmeti, gazabını geçmiştir. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘öğretmek’ üzere şöyle der: ‘Benim hakkımda iyi zan­da bulunsun.’ Bu bir emirdir. Öyleyse Allah Teâlâ hakkında iyi zanda bulun­mayan kimse, Allah Teâlâ’nın emrine karşı çıkmış, ilahi keremin gereğini bile­memiştir. Çünkü -kuşkuda olduğu gibibir tercih olmaksızın eşitlik gerçekleşseydi, böyle bir insan, ‘Allah Teâlâ’nın adaleti rahmetine etki edemez veya rahmeti adaletine etki edemez’ diyenlerden (Mutezile) olurdu. (Kuşkuya değil de) Zanna tercih girince, bize kendimiz için Allah Teâlâ hak­kında iyilik yönünü tercih etmeyi emretti ki, bize kendisi hakkındaki zannımıza göre davransın. Çünkü Allah Teâlâ, Rahim’dir. Bir konuda kötü zanda bulunan kimseye dönen şey sadece kötü zannı olabilir, o kadar! Allah Teâlâ bizi bilenlerden etsin. Allah Teâlâ hakkımızda zanna göre hüküm vere­cekse, -hamd olsunO’na hüsnü zan besledik. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.”76                                                                            .

Kinayelere İtimat ve Onlardan Ortaya Çıkan Fetihler

Bunlar tasavvuf yolunda enniyet diye ifade edilir. Sağlıklı olan nasıl illetli olur, illetli nasıl sağlıklı olur?

Allah Teâlâ sana yardım etsin, bilmelisin ki, Allah Teâlâ’nın dışındaki her şey, özü gereği illetli ve nedenli (aynı zamanda hastadır), dolaylı olarak ise sağlıklıdır. Çünkü yaratılmış olana sağlık, Allah Teâlâ kendisini sevdiğinde ili­şir. Bu sevgi, tıpkı kendisine nafile ibadetlerle yaklaşan kullarını sevmesi gibi, sebep sevgisiyle onu sevmektir. Hakk söz konusu kullarını sevince, onların kulakları ve gözleri haline gelir. Bu durumda yaratılmıştan has­talık ve illetlilik silinir, sağlıklı olur. Artık gözü görülen her şeye işler, kulağı duyulan her şeyi işitir. Özü gereği sağlıklı ve dolaylı olarak illetli (hasta) olan ise, varlığın haktan başka bir şey olmadığını gören kimse­dir. Öyleyse söz konusu varlıkta (Hakk), hakikati yönünden bir hastalık bulunmaz. Şu var ki kendisine bakanların gözlerinde farklı suretlerde zuhur edince, mümkün varlıkların hükümleriyle O’nun hakkında hü­küm verilir. Bu durumda Hakk, dolaylı olarak -ki kendisine bakanların gözlerine öyle ilişmiştir demektir builletli zuhur eder. Kendiliğinde bulunduğu hakikat üzerindedir. Işığa da bakanların gözünde bir takım renkler ilişir. O ise kendiliğinde renkli değildir. İşte böylece sağlıklı olan illetli Hakk gelir.

Kinayelere (zamirler) itimada gelirsek, kinayeler, bilgilerin en bili­nenleridir. İtimat ise belirlenmiş olduğu için bilinene edilebilir. Tanın­mamış ve bu nedenle ayrışmamış ve belirginleşmemiş olsaydı, itimat edilmemiş bir şeye itimat edilmiş olurdu. İsimler kinayeler kadar güçlü değildir. Bu nedenle kinayelere (zamirler) itimat eden insan hüsrana uğramazken isimlere itimat eden insan bazen hüsrana uğrayabilir. Çün­kü isimler, bilgide kinayeler kadar güçlü değillerdir (onlar kadar tanın­mazlar). Dünyada (iyilikle) tanınanlar, ahirette öyle tanınacaklardır, çünkü başkalaşma olmayacaktır. İsimler ise bazen yer değiştirir ve ödünç olarak kullanılabilir. Öyleyse istiare esnasmda veya yer değiştir­me esnasmda bir isme itimat eden kimse, hüsrana uğrar. Bir ismin istia­re yoluyla kullanımı, söz gelişi, ateşin belli bir özelliği olarak belirli bir


isim olan alevin mecazen ‘Başı beyazladı377 ayetinde beyazlama anlamın­da kullanılmasıdır, intikale ise ‘Neredeyse yıkılmak isteyen bir duvar’3ayetindeki kullanımı verebiliriz. Burada ‘dilemek’ özelliğine sahip olma­yan bir şeye (duvar) ‘dilemek’ özelliği verilmiştir (intikal). Binaenaleyh intikal esnasında böyle bir isme itimat eden insan, hüsrana uğrar. Kina­yeler ise böyle değillerdir. Hakk nedeniyle mükaşefenin fethi kinayelere ait iken bâtındaki tadın açılması da ona aittir. Buna mukabil, ibarenin açılması isimlere aittir.

KIRK DOKUZUNCU FASIL

Asdlara İlave Olan Şeylerden Var Olan ve Yok Olanlar -farzlar karşısında nafileler gibi-

Bilmelisin ki, zatın hakikatinin kemali nedeniyle talep ettiği şey, ilave ve zait diye isimlendirilmez. Öyleyse ‘her şeye yaratılışını verdi379 (ifadesine) ilave her şey, zaittir. Böyle bir şey yok olunca, yokluğuyla ayrıldığı şeyi etkilemez. Var olursa, kendisinde var olduğu şey daha ön­ce sahip olmadığı ilave bir özellik kazanmaz. Örnek olarak, makam sa­hipleri için halleri verebiliriz. Hallerin o insanlarda bulunması, onların mertebelerine ilave yapmazken, yok olduklarında da, yoklukları merte­belerinden bir şey eksiltmez. Bu nedenle haller, vergidir (mevhibe).

ELLİNCİ FASIL

Her Nefeste Ortaya Çıkan Hükümleri Kendinde Toplayan Durum

Bu, bütün nefes sahiplerinde geçerlidir: Teşbih edilen Hakk, yara­tıklar, hayat, konuşma ve ilahi kısımların nefesidir.

Bilmelisin ki, varlıklara dönük ilahi yardım, kesilmez. Eksilirse, ek­siklik yardımı alandan kaynaklanır, yoksa yardım eden yönünden değil­dir. Belirli bir durumda yardımın olmayışı Hakkın katına izafe edilirse, bu eksiklik, yardımdan mahrum kalan kimse hakkında bir maslahattır. Çünkü Allah Teâlâ yaratıklarının maslahatlarını en iyi bilendir. Bu nedenle Allah Teâlâ’yı bilenler, dua ederken belirli bir ihtiyacı belirlememelidir. Bunun yerine, bir belirleme yapmadan, kendisinde iyilik bulunan şeyi istemeli­dir. Nice insan vardır ki, duasında belirli bir şeyi ister, sonra -Allah Teâlâ’nın bildiği bir hikmet nedeniyleihtiyacı karşılandığında, belirlemiş olduğu ihtiyacı hakkında pişmanlığa kapılır, belirlememiş olmayı temenni eder durur. Yardım, Rahman kaynaklı bir rahadatmadır (teneffüs). Varlık­lardaki ilahi yardım ise, doğal ve artan bir şeydir. Doğal olan, zatın var­lığı ve kendisindeki bir acının uzaklaştırılması için ihtiyaç duyulan şey­dir. Artık olan ise, buna ilave olup gerçekte kendisine gerek duyulma­yan şeylerdir. Bu durum, kişi Allah Teâlâ ehlinden olup içme (şurb) esnasında kanmayı kabul edenlerden ise böyledir. Kanmayı dile getirmeyen için ise, ilave yardım yoktur. Aksine onun adına bütün yardım, doğaldır. Artık olan iki kısma ayrılır: Bu, Hakkın kendisiyle yardım ettiği ve baş­kasının muhtaç olduğu şeydir. Allah Teâlâ bunun hakkında peygambe­rine ‘Rabbim! Benim bilgimi artır380 diye emreder. Bu artık (fazla), başka­sından bir taleple gerçekleşmişse, bu talep, artışı gerektirir. Bunun ör­neği, okuyucunun Aâmene, Ââdem gibi okumalarda içinde bulunan şe­ye benzer. Yardım Allah Teâlâ’nın bu kula dönük bir yardımı olabilir. Allah Teâlâ yardıma muhtaç kulu bilir ve bu kişiyi aracı yaparak şereflendirir. Bu kulda kendinde halinin gerektirmediği bir bilgi bulur. Böylelikle anlar ki, bu bilginin kendisine verilmesinin amacı, başkasma öğretmek ve yardımdır. Bunun okuyanın nefsindeki örneği şudur: ‘Ca-e, şae, dabbe, taame’ gibi kelimelerin okunuşundaki uzatmadır ki, artışı gerektirir. Dabbe ve taame, ruhun yönettiği iki surettir ki, artış demektir. Hemze, bazılarına göre, harfin yarısıdır ve ez-Zâhir ismidir. Elif ise, harfin yarı­sıdır ve o da el-Bâtın ismidir. Öyleyse toplam, tek bir harftir ve o da yardımın artmasının nedenidir. Çünkü yardım eden, yardım edilenin ona olan ihtiyacını bilir. Her durumda, Rahman’ın nefesi yardımda vardır. Yardımda artış ise, ihtiyaç veya talep ölçüsüncedir. Bir kısmının (yardımı) diğerinden daha fazla olabilir. Öyleyse daha az alan, eksiktir ve geniş yardımdan mahrumdur. Bunu bilmelisin! O halde yardım (uzatma, çekme), duyulur ve görünür bir yardım iken cezr (kısaltma) manevi yardımdır. Ona zıt adı verilir. Bunu bilmelisin.

VASIL

                                  A                                       -

iki Arif Allah Teâlâ Nezdinde Bir Müşahede Mertebesinde Bir Araya Gelirse, Onların Hükmü Nedir?

Bu, şeyhimiz Yusuf b. Yahlef el-Kümî’niri beş yüz seksen altı yılın­da bana sorduğu bir sorudur. Ben de kendisine şöyle demiştim: ‘Efen­dim! Bu, bir varsayımdır ve tecelli misal mertebesinde -söz gelişi rüya veya vakıa gibigerçekleşmedikçe, meydana gelmez. Gerçekte de böyle bir şey olmaz. Çünkü (ilahi) mertebe, kendisiyle birlikte başkasının gö­rebileceği şekilde iki kişiyi barındırmaz. Hatta söz konusu mertebede kişi mertebenin kendisini bile müşahede edemez ki başka bir varlığı müşahede edebilsin. Fakat misal (âlemindeki) tecellide böyle bir şey ta­savvur edilebilir , iki kişiyi böyle bir tecellide bir araya geldiklerinde, her birisi için de şu ihtimaller vardır: Ya bir makam -ki bu makam üst veya aşağı veya orta makam olabilirher ikisini bir araya getirir. Ya da bir araya getirmez. Tek bir makam o ikisini bir araya toplarsa, toplayıcı makam, ya tenzih veya teşbih veya her ikisini birden gerektiren bir ma­kamdır. Her durumda, zuhur etmesi yönünden tecellinin hükmü birdir. Tecelli edilenin vecdi bakımından ise, o ikisinin hakikatleri birbirinden farklı olduğu için tecellinin zevki değişiktir. Onlar, ne doğal surette ne de ruhanilikte ne de mertebede birbirinin aynı değillerdir. Onlardan bi­ri ötekinin benzeri olsa bile, yine de aynı değildir. Onların bilebilecekle­ri en son şey, her birinin kendi nefsini bilmesidir. Birinin nefsi ise diğe­rinin aynı değildir. Böylelikle birinin elde ettiği bilgi diğerinin elde etti­ğinden başkadır. O ikisinin farkta bir araya gelseler bile veya birisi nef­sinin bilgisini elde ederken öteki zatını görmekten ‘fena’ mertebesine ulaşsa, yine de cem halinde birbirinden farklıdırlar. (Başka bir farklılık olarak), birine isteyene (müride) verilen şey verilirken, ötekine istenile­ne (murada) verilen verilebilir. Her halükarda, o ikisi, buldukları hak­kında birbirinden farklıyken hal ve müşahede de birbiriyle aynıdır. Bu-

Umdukları makam her biri adma tenzihi gerektirirse, onlardan her biri­nin tenzihinin nihayeti, kendiliğinde üzerinde bulunduğu bir suretten Hakkı tenzihtir. Öyleyse bu iki insan, birbirlerin benzerleri olsa bile, hiç kuşkusuz birbirlerinden farklıdır. Söz konusu makam teşbihi gerek­tirirse, (tenzihteki) aynı durum ortaya çıkar. Toplam (hem tenzih ve hem teşbih) söz konusu olduğunda da aynı durum söz konusudur. Çünkü toplam, orta bir mertebede iki ucu bir araya getirmektir. Bu du­rumda da aynı durum vardır. Öyleyse o ikisi, müşahedede bir araya gel­seler bile, varlıkta bir araya gelmezler. Bu iki insanı bir tek makam bir araya getirmemiş olabilir ve her biri diğerine ait olmayan bir makamda bulunabilir. Ya da, surette ortak olsalar bile, her biri kendine özgü bir suretle gözükebilir. Şu var ki o ikisinden her birine bir güç verilmiş olabilir. Bu sayede her biri arkadaşını o müşahede edilen şeyin huzu­runda görebilir. Çünkü müşahede edilen, misal suretinde tecelli etmiş­tir. İşte bu tecelli ve müşahede, kendisinde arkadaşının -müşahede edi­len dilersehitabı ve müşahedeyi bir araya getirdiği şeydir. Bu merte­benin dışında ise müşahede ve hitap veya başkayı görmek bir araya gelmez. Bu mesabedeki hükümleri, (birisi) nefsini bilirken ve (diğeri) zatını görmekten fani olurken veya birisi ‘isteyen’ öteki istenilen maka­mına yerleştirilmişken bir makamın onları toplamasındaki hükmün ay­nıdır. Bu bağlamda isteyen, kahır ve şiddetten dem vururken istenilen ise yumuşaklıktan ve ilgiden dem vurur. Hâlbuki bundan başka bir şey yoktur. Onlardan birisi diğerinin elde ettiğinden haber veremez. Çünkü her birisine dönük ilham ve aktarım, kendisine özgü mizacın gerektir­diği ilişkiyle gerçekleşir. Söz konusu mizaç, yaratılış aslında ruhlarının suretlerinin farklılığının nedenidir.

Bu Hakk sahip bir insan, dostlarının yanma döndüğünde -isterse biri doğuda öteki batıda olsunkendilerine o anda şöyle der: Falanı görü­yorum, onu gördüm ve suretini tanıdım. Onun özellikleri şöyle şöyledir.’ Böylece onun niteliklerini betimler. O iki kişiden hakikatler hak­kında bilgisi olmayan ise şöyle der: Hakk bana verdiğinin aynısını ona verdi.’ Hâlbuki gerçek öyle değildir. Çünkü onlardan her birisi, diğeri­nin duyduğunu duymamıştır. Bunun nedeni, (aldıkları bilginin kendi­sine göre ortaya çıktığı mizacın gereği olan) ilişkideki farklılıktır. Nite­kim bunu daha önce belirtmiştik. Bu insan hakikat ehli ve tam bilgi sa­hiplerinden birisi ise, ona ne elde ettiği sorulduğunda şöyle der: ‘Bilmi­yorum, çünkü ben sadece suretimin gerektirdiği şeyi biliyorum. Ben o değilim. Çünkü Hakk bir sureti tekrarlamaz.’

VASIL

Kendisini ‘Bilinmeyi İstemekle’ Nitelerken Nefes-i Rahman O’ndan Hangi Sıkıntıyı Giderir

Bu bölüm, Hakk veya yaratılmış, Bütün nefesleri içerir. Bu nedenle bilinmek istediğinde Rahman’ın nesinin kendisinden neyi açtığını açık­lamak gerekti.

Bilindiği gibi, bir şey, başka bir şeyi ancak kendinden bilir. Bilinen bir başkasının kendisini bilmesini ister, hâlbuki onu bilen ise, kendin­den onu bilir. Bilen (ârif), bilinenin suretine göre değil ise, onu bileme­yecektir ve bu durumda ise varlığın gayesi gerçekleşmeyecektir. Öyleyse (Hakkı bilecek kimsenin) O’nun suretine göre yaratılması zorunludur. Allah Teâlâ iki zıddı kendinde toplayandır, hatta iki zıddın ta kendisidir. Binaenaleyh Hakk ‘Evvel’dir, Ahir’dir, Zahir'dir ve Bâtındır,’381 Bu nedenle de insan-ı kamili bu konumda yaratmıştır. Öyleyse insan da iki zıddın ta kendisidir. Çünkü insan, iki zıt ile ilişkisinde Hakkın aynıdır. Binae­naleyh insan, bedeniyle ilk, ruhuyla son, suretiyle zâhir, hükümlerinin nedenleriyle ise bâtındır. Hakikat ise birdir. Çünkü o (bu zıdığa rağ­men, söz gelişi) Zeyd’in kendisidir ve o iki zıddın ta kendisidir. O halde Zeyd, birbirine zıt ve birbirinden farklı karışımların ta kendisidir, on­lardan başkası değildir. Başka bir ifadeyle Zeyd, nefsi ruh ve doğal bile­şik (beden) sahibidir. Bu bağlamda Harraz şöyle der: ‘Allah Teâlâ’yı iki zıddı kendinde toplaması özelliğiyle bildim.’ Arkadaşımız Taceddin Ahlatı ise, bu sözü bizden duyunca şöyle demişti: ‘Hayır! Allah Teâlâ iki zıddın ta kendisidir.’ Ki bu, doğrudur. Çünkü Harraz’ın sözü şöyle bir yanılgıya yol açabilir: Ortada iki zıddın kendisi değil de, onları aynı anda kabul eden bir hakikat vardır! Gerçek ise böyle değildir. Aksine Allah Teâlâ iki zıddın ta kendisidir, çünkü ilave bir hakikat yoktur. Öyleyse zuhur eden, bâtın, evvel ve ahir olanın kendisi iken evvel de ahir, zâhir ve bâtının aynıdır. Gerçekte sadece bu vardır. İnsanın yaratılışının ilahi surete göre olduğunu belirtmiştik. Daha sonra, insanın toplamı yönünden yaratılı­şından söz edeceğiz. Bu toplam sayesinde insan, insan olmuştur. Bu konuyu üç yüz altmış birinci bölümdeki Menziller bahsinde ‘Takdirde Hakk ile Ortaklık’ bölümünde ele alacağız.

VASIL

Nefes-i Rahman’dan Kur’an-ı Kerim ve Sünnette Yer Alan Yeminler

Bu yeminlerle Allah Teâlâ, kendisi adına yemin edilen şeylerin çektiği sı­kıntı ve darlığı giderir. Sıkıntıyı varlıklara veren şey ise, ‘Dilediğini ya­pandır382 ayetidir. Allah Teâlâ’nın iradesinin neyle ilgili olduğu bilinmez ve O’nun neyi irade ettiği, ancak kendisi tarafından bildirilebilir. Allah Teâlâ’nın sözünü yeminle pekiştirmesi, adına yemin edilen varlıktan sıkıntıyı ve güçlüğü kaldırmada daha etkilidir. Allah Teâlâ, rızka yemin ederek veya şart­sız veya şarta bağlı iyilik vaadiyle müminlerden -kesin inançlılardan de­ğilsıkıntıyı giderir. Şarta bağlı olan, kendisinden o fiil gerçekleştiğin­de, onu bulur. Allah Teâlâ onların sıkıntısını gidermiş, onlar adına kesin inanç gerçekleşmiştir. Bundan sonra onlarda kalan sıkıntı, sadece doğal zorlanmadır. Çünkü doğal ve duyulur acılar gerçekleştiğinde, insanın onları kaldırması mümkün değildir. Psikolojik acılar ise öyle değildir. Çünkü insan bunları ortadan kaldırabilir. Bu nedenle Allah Teâlâ, rızkın kuş­kusuz bir şekilde kendisinden olduğunu yeminle belirterek, (kullarını) rahatlatmıştır. Yine de rızık konusunda bazı müminlerin kalplerinde sa­dece vaktinin belirlenmesinden kaynaklanan bir sıkıntı kalmıştır. Allah Teâlâ onu belirtmemiştir. Gerçi belirtmiş olsaydı bile, yine de insandan doğal sıkıntı kalkmayacaktı. Allah Teâlâ vakitleri belirlemenin sıkıntıyı kaldırmaya­cağını bildiği için, rızkın vakitlerini bildirmemiştir. Çünkü (sıkıntıyı or­tadan kaldıran Rahman’ın) nefesine göre, doğanın zevki (tattırmadaki) etkisi daha güçlü ve duyununki etkilidir. Bunun nedeni, duyulur olanın değişmeyen tek bir suret olmasıdır. Nefes ise, suretlerde başkalaşmayı kabul edicidir. Bu nedenle, duyusal acıların varlığında doğanın hükmü ortadan kalkmaz -çünkü sabittir-. Psikolojik acılar ise suretlerde hızla değiştikleri için ortadan kalkar. Herhangi bir insan doğal acılardan an­cak ilahi veya güçlü ruhani bir varidin (gelen, tecelli) gelmesiyle uzakla­şabilir. Söz konusu tecelli, kendisinde bulunan doğanın acısını giderir. Tecellinin nedeni ise, ya duyulur ya da sınırlanmayan akledilir bir şey­dir. Örnek olarak, sevdiği bir insanın uzaklardan gelmesini verebiliriz. İnsan, uzaktaki sevdiğinin gelmesiyle duyduğu sevince kendini vererek, arkadaşını görmezden veya gelişini duymazdan önce hissettiği açlık ve­ya susuzluk acısını unutabilir. Bu, duyulur-maddi bir nedendir. Akledilir olan sebep ise, bilginlerce bilinir.

İlahi yeminlerde Rahman’ın nefesi, son derece açık bir şekilde or­taya çıkar. Bu yemin, bilginlere hakkında yemin edilen şeye hürmet duygusu kazandırır. Çünkü yemin ancak değerli ve saygın bir şeye yapı­labilir. Binaenaleyh Allah Teâlâ, var olan ve (dışta) var olmayan kısımlarıyla -çünkü âlemin bireyleri sonsuzdurbütün âlemi yeminle yüceltmiştir. Çünkü Allah Teâlâ ‘Görmediklerinize yemin ederim383 diyerek bütün âlem üze­rine yemin etmiştir. Kastedilen, gözlere görünmeyen ve yok olan kı­sımdır. Bu kısma, ezeli olan ve sonradan var olanlar da girer. Şu var Ki Allah Teâlâ kullarının -ki bunun içine tek Allah Teâlâ’ya inanan, ortak koşan, mümin ve kafirler girerkalplerinde kendi büyüklüğünü bildiği için, onlar için yaratılmışlar ve kendi dışındaki şeyler üzerine yemin etmiştir. Bunun yanı sıra Allah Teâlâ, kullarının yeminin ancak değerli ve saygın bir şey üzeri­ne yapılabileceğine inandıklarını da bilir. Zorunlu olarak da âlem, yara­tılmışların saygınlığına inanır. Bilhassa Allah Teâlâ bazı yaratılmışlar hakkında söylediği ‘Allah Teâlâ’nın şiarlarını yücelten384 ifadesiyle bu durumu pekiştirmiş­tir. Bunlar yaratılmış şeylerdir. ‘Çünkü bu kalplerin takvasından kaynak­lanır.’385 Hakkın bir niteliği de gayrettir (kıskançlık). Kıskanç olması nedeniyle de bize kendisinin dışındaki şeylere şemin etmeyi yasaklamış­tır. Bununla birlikte o şeylerin -Allah Teâlâ’nın yüceltmesi nedeniylesaygın şeyler olduklarına inanırız. Bu yasaklama, zayıf kalplerde ve hakikatleri algılamaktan perdelenmiş gözlerde yaratılmışlar üzerinde yemin etme­nin yol açtığı hastalık ve illedere karşı yararlı bir ilaçtır.

Yeminler pek çoktur, onları saymanın bir yararı yoktur. Bu konuda zikrettiğimiz genel durum, ayrıntılarını zikretmeyi gereksiz kılar. Çün­kü hepsini zikretmek kitabı uzatır. Her insan o yeminlerden birisini öğ­rendiğinde, yeminlerin hangi şeylerde gerçekleştiğini, Allah Teâlâ’nın yeminle sıkıntıyı giderdiği kimseleri ilk bakışta örenir. Bizim görevimiz, insanla­rın genelinin kendilerinden yararlanabileceği kıymetli menfaader ger­çekleşsin diye, bazı veya çoğu zihinlere kapalı kalan hususları zikret­mektir.

VASIL

Asıl ve Feri Hükümlerde İçtihadın Meşru Sayılması ve Görüş Ayrılıklarının Geçerli Sayılması Rahman’ın Nefesindendir

Müçtehidin verdiği hüküm, kendisinin onaylamasıyla Hakk yönün­den geçerlidir. Hakk, söz konusu hükmü müçtehit adma meşru bir hü­küm saymıştır ve hükümlerde bir karşıtlık bulunsa bile içtihat hükmüne karşı çıkmayı yasaklamıştır. Böylelikle Allah Teâlâ, iki karşıt hükmü de onay­lamış, bu konuda iki müçtehidin de sevap alacağını belirtmiştir. Binae­naleyh Şâri, bu Muhammed ümmeti adma kendisinde izin verdiği alan­da müçtehidin yasa koymasım hükme bağlamıştır (şeriat yapmıştır). Bu ayrıcalık sadece Muhammed ümmetine tahsis edilen ayrıcalık mıdır, yoksa önceki ümmedere de böyle bir Hakk tanınmış mıdır, bilemiyorum. Anlaşıldığı kadarıyla, içtihat hakkı, önceki ümmederde de vardı. Çünkü Rahman’m nefesi genelliği gerektirir. Öte yandan Kur’an-ı Kerim’de ‘bir ruhbanlık çıkarttılar5386 ayetinde belirtildiği üzere, içtihadın önceki ümmederde sürdüğünü anlıyoruz. Onların ruhbanlığı çıkartması, kendi içtihadarıyla veya genel veya özel bir maslahatın aranmasıyla gerçek­leşmiştir. Şâri, ruhbanlığa hakkıyla uyanları övmüş, bunun İsrail oğulla­rında olduğunu belirtmiştir. Aynı şey dinin aslî konularında geçerlidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Hakkında kanıtı olmaksızın Allah Teâlâ ile birlikte başka bir ilaha dua eden insan5387 der. Kast edilen, kendi inancına göredir. Çünkü gerçekte tek bir ilah vardır. Bu nedenle Şâri, bütün gücünü har­cayarak ve Allah Teâlâ’nın kendisine ihsan ettiği teorik gücünü kullanarak içti­hada hakkını verdikten sonra -ister isabet etsin ister yanılsınmüçtehi­din hükmünü onaylamıştır. Ücretini ise hata ederse bir, isabet ederse iki olarak belirlemiştir. Bilmelisin ki, müçtehit, işin kendiliğindeki du­rumunu yanlış bilebilir. Bununla birlikte içtihadına göre Allah Teâlâ’ya ibadet eder ve çektiği sıkıntı nedeniyle Allah Teâlâ kendisine içtihat sevabı verir. Çünkü içtihat ‘cehd’ (gayret) kelimesinden gelir ve cehd özel olarak gayret göstermek demektir. Çünkü Allah Teâlâ, kullarını gerçekte güç yetire­bilecekleri işlerle yükümlü tutmuştur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise içtihat alanını sadece ferî hükümler alanı olarak sınırlamamış, aksine genelleştirmiştir. Bununla birlikte içtihat alanını -asıllar değil deferi konularla sınırlayan kimse de bir ‘içtihat’ yapmış demektir. Başka bir ifadeyle içtihat alanı­nın sınırlanması veya genelleştirilmesi de bir içtihattır ve her iki müçte­hit de kendi içtihadında sevap kazanır.

VASIL

Sözünde Hatadan Korunmuş Peygamberin ‘Her canlının Rab­bim perçeminden tutmuştur3811 Sözünün Aktarılması da Rahman’ın

Nefesindendir

Allah Teâlâ darda olanı darlıktan çıkartmış, rahattakini daraltmıştır. Aye­tin devamıyla sıkıntıyı açmıştır. Şöyle der: ‘Benim rabbim doğru yol üze­rindedir. 389 Başka bir ayette ise ‘Bizi doğru yola ulaştır390 denilir. Burada yol (sırat), belirlilik takısıyla zikredilmiştir. Söz konusu yol, Rabbin bu­lunduğu yoldur ve bizimle birlikte yürürken o yolda bize görünür. Çünkü o yol, nimet verilen ve gazap duyulanların yoludur. Sıratın aslı, kendisini Hakkın yolundan ayıran yoldadır (sebil). Söz konusu yol, Hakkın üzerinde bulunduğu yoldur ve insanı kendisini görmekten (di­ğer) yollar perdelemiştir. Hakkı ancak mutlular görebilir. O’nu görme­diği halde sadece kendisine inanıp ‘sanki görür gibi’ olsa bile, böyle bir insan mududur. Bilindiği gibi, her canlının tasarrufu, iyi ya da kötü di­ye değerlendirilebilir. Bu değerlendirme, hallerin ve isimlerin hükümle­rinin kendilerini belirlediği yolda ortaya çıkan arızî nedenlerden kay­naklanır. Asıl, kendiliğinde korunmuştur ve onu Allah Teâlâ’nın peygamberleri -Allah Teâlâ’nın selamı onların üzerine olsunve O’nun seçkin kulları görür.

‘Her Nerede İseniz Allah Teâlâ Sizinle Beraberdir391 Ayeti Rahman’ın Nefesindendir -ki onunla Allah Teâlâ kullarının sıkıntısını açar-

Allah Teâlâ bu ayetle bazı kalplerin çektiği daralmayı ortadan kaldırır. Söz konusu kalplerde Allah Teâlâ’nın tikelleri bilmediği (inancı) yerleşmişti. Gerçi bu düşünceyi ileri sürenlerin amacı tenzihtir, fakat onlar, içtihat edip de hataya düşen kimselerdendir. Bunu içtihada dayalı olarak söy­lerse, kendisinin bir sevabı vardır. Çünkü gerçek, kendiliğinde bulun­duğu durumdan değişmez ve müçtehidin hükmü -ister doğru ister yan­lış olsunkendisine etki etmez. İçtihadın değişmesiyle gerçek kendili­ğinde değişmediğine göre, hüküm kendisine aittir. Binaenaleyh ahirette O’ndan ancak iyilik gelecektir. Çünkü O, kendisinde kötülüğün bu­lunmadığı sırf iyiliktir. Öyleyse müçtehitlerin değiştirdikleri şey, sadece kendiliklerinden değiştirdikleridir. Çünkü ‘Allah Teâlâ bir kavim içindekini de­ğiştirmedikçe onları değiştirmez.’392 Onların nefislerinin değiştirdiği şey, (gerçekte) Allah Teâlâ’nın onları değiştirmesidir. Çünkü onlar, Allah Teâlâ’nın kendi­lerine verdiğinin dışına çıkmamışlardır. Çünkü Allah Teâlâ insanı ancak ken­disine verdiği şeyle yükümlü tutar. Bu esnada ona verdiği şey ise, baş­kalaşma diye isimlendirilen şeydir. Binaenaleyh Allah Teâlâ, süresi dolana ka­dar başkalaşma hallerinde kendileriyle beraberdir. Süre dolunca, bu kez Allah Teâlâ’dan onlar adına beklemedikleri bir şey ortaya çıkar. Beklemedikle­ri ise, işin kendiliğinde bulunduğu durumu müşahede etmektir. Böyle­ce Allah Teâlâ kendisinden onlar adına ortaya çıkan şeyle, onların sıkıntılarını açar. İyi’den ise sadece iyi çıkar. Tövbe etmeden ölen insan için tehdi­din yerine getirileceğini iddia eden Mutezile’den birisi bu inanca sahip iken ölmüş, ölümden sonra gerçeği bulunduğu halde müşahede etmiş. Kendisini rüyada gören biri ‘Allah Teâlâ sana ne yaptı?’ diye sorunca şöyle demiştir: ‘İşin bizim zannettiğimizden daha kolay olduğunu gördük.’ Sonra kendisine merhamet edildiğini, kendi gibi olanlarda uygulanaca­ğına inandığı tehdidin uygulanmadığını söylemiştir. Kıyamet günü Allah Teâlâ, yaptıkları günahları ve işledikleri suçları kullarına onları kınamak ve suçlarını ortaya koymak amacıyla bildirmez. Aksine bu, kendisini Hakk etmeyenlere bile ulaşacak ölçüde engin olan rahmetinin genişliğini bil-


dirme amacı taşır. Rahmete ulaşmak ise ‘günah’ diye isimlendirilen dav­ranışların şefaat etmesiyle gerçekleşir. Çünkü onların faili ‘fiil’ olmaları bakımından varlıklarının sebebidir ve onları bilfiil var etmiştir. Söz ko­nusu fiiller, kendilerini işleyen adına günahtır, fakat Rablerini tespih eden, O’na itaat eden yapılardır. Bu nedenle varlıklarını ortaya çıkartan sebep için bağışlanma dilerler. Allah Teâlâ da onların duasına ve sahiplerinin bağışlanma dileklerine olumlu karşılık verir. Çünkü söz konusu fiiller, günah veya itaat olup olmadıkları hakkında bir bilgiye sahip değillerdir, bununla yükümlü de değillerdir zaten. Öte yandan söz konusu fiiller o kişi adına da yaratılmamıştır. Bu nedenle Allah Teâlâ onların sahipleri adına yaptıkları duayı ve bağışlanma dilediğini kabul eder, günahkar sonunda her şeyi kapsayan rahmete mazhar olur. Alemdeki herkes, şeriatta ‘itaat5 veya ‘günah’ diye nitelenen bir amelin suretinin yapıcısıdır ki, (fiillerin kendisine göre) ne günah ve ne itaat diye bir şey vardır. Fiil meydana geldiğinde, onun (ayakta kalmasını sağlayan) yegane gıdası, Allah Teâlâ’nın övgüsünü tespih etmekten ibarettir. Burada, yani bu mertebede itaat ve günah amelleri eşitlenir. Çünkü fiillerin günah veya itaat olması, kendi­leri değildir. Günah veya itaat olmak, Allah Teâlâ’nın fiiller hakkındaki hük­müdür ve onların duası Allah Teâlâ nezdinde kabul edilmiştir. Çünkü onlar da kendilerine inayet edilen, Allah Teâlâ’ya hürmet ve kendisine yakışması yö­nüyle O’na sena duygusu üzerinde yaratılmış şeyler arasındadır. Bulun­duğumuz her yerde Allah Teâlâ bizimle beraber olmasaydı, bu fiillerin varlık­ları ortaya çıkmayacaktı. Çünkü bu fiilleri bizim vesilemizle veya vası­tamızla -(Mutezile veya Eşari) herkesin düşüncesinin verisine göre bir değerlendirme değişirbizde yaratan Allah Teâlâ’dır. Öyleyse istediğini söyle­yebilirsin! Nefes-i Rahmanı hakkında bu kadar açıklama yeterlidir. Bu işin ehli olanların dışında, bizim kadar bu konuda söz söyleyeni ve ko­nuyu açıklayanı görmedik. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır93

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar