BÖLGE ÂLİMLERİNE GÖRE İDİL-URAL BÖLGESİNDEKİ YATSI NAMAZI VAKTİ SORUNU
BÖLGE ÂLİMLERİNE GÖRE İDİL-URAL BÖLGESİNDEKİ YATSI NAMAZI VAKTİ SORUNU
(YÜKSEK LİSANS TEZİ)
Hazırlayan
Ruslan KARİEV
Danışman
Yard. Doç. Dr. Mehmet Salih KUMAŞ
Yazar Adı ve Soyadı Üniversite |
: Ruslan KARİEV :
Uludağ Üniversitesi |
Enstitü |
:
Sosyal Bilimler Enstitüsü |
Anabilim
Dalı |
:
Temel İslam Bilimleri |
Bilim
Dalı |
:
İslam Hukuku |
Tezin
Niteliği Sayfa Sayısı Mezuniyet Tarihi Tez Danışman(lar)ı |
: Yüksek Lisans Tezi : XII+103 : …. / …. / 2013 : Yard.Doç. Dr. Mehmet Salih KUMAŞ |
TÜRKÇE TEZ BAŞLIĞI
İslam’ın temel şartlarından
olan ve dinin direği olarak nitelenen namaz ibadetinin nerede, ne zaman, nasıl
eda edileceği Kur’an ve Sünnet tarafından belirlenmiştir. Namazın, vakitlere
bağlı bir ibadet olduğu ve günde beş defa kılınması gerektiği açık bir şekilde
ifade edilmiştir. Bu beş adet namazın vakitleri ise belli şart ve alametlere
bağlanmştır. İslamiyetin indiği ve ilk yayıldığı coğrafyalarda bu şart ve
alametlerin düzenli olarak tekrar etmektedir. Ancak İslamiyetin kutuplara yakın
bölgelere kadar yayılması ile birlikte daha önce tartışılmayan namazların
vakitleri ve dolayısıyla sayıları hususunda ihtilaflar çıkmıştır. Bu çalışma,
kuzey kutbuna yakın bir bölge olan İdil-Ural bölgesindeki yatsı namazı
hususundaki ihtilafları ele almaktadır. Bu meselenin uygun çözüme kavuşması
için bölge ulemasının yaptıkları ictihadlar, dayandıkları deliller kendi
eserlerinden veya ikinci kaynaklardan hareketle ele alınmıştır.
İlk olarak, namaz vakitlerinin
astronomik ve coğrafi şartlara göre belirlenmesine binaen İdil-Ural bölgesinin
coğrafi özellikleri hakkında bilgi verilmiştir ve ihtilaf mevzu olan akşam
vaktindeki şafağın durumu üzerinde durulmuştur. İhtilaf mevzu olan bölge ve
özellikleri anlatıldıktan sonra mevzu hakkında görüş belirten bölge âlimlerinin
biyografileri ve bölge âlimleri arasında ortaya çıkan kadimci-ceditci şeklinde
ortaya çıkan ayrışmaya da yer verilmiştir. Çalışmanın omurgası olan üçüncü
bölümde bölge âlimlerinin görüşleri ve delilleri yorumlama farklılıkları ortaya
konulmaya çalışılmıştır.
Çalışmamızın sonuç bölümünde
âlimlerin genel görüşleri kısaca sunulmuş ve bölge halkının geçmiş ulemanın
konuyla ilgili tartışma ve görüşleri hakkında bilgi sahibi olmaları
amaçlanmıştır.
Anahtar Kavramlar:
İdil-Ural Bölgesi,
Yatsı namazı, Vakit, Şafak, İhtilaf, Mezhep
Name
and Surname |
: Ruslan KARÎEV |
University
Institution |
: Uludağ University : Social Science Institution |
Field |
: Study of Religion and Philosophy |
Branch |
: îslamic Philosophy |
Degree
Awarded Page
Number Degree Date Supervisor (s) |
: Master : XII+103 : …. / …. / 2013 : Assoc. Mehmet Salih KUMAŞ |
İNGİLİZCE TEZ
BAŞLIĞI
Although the time and place
matter of thenamaz cult, which is one of the 5 indispensible rules of îslam and
the main part of the religion, was arranged with the help of the condition
linked to the Sunna and some certain signs,there has been some different
thoughts about this issue because of the spread of it to the many other part of
the geographical field.By getting help from the time of night prayer in the
province oo îdil-Ural, we have laid our foundation to our thesis.To give an end
to this obstackle , we have collected all the information of the native
erudites,their Works, and some other thesis related to this subject.
First of all, for the times of
namaz are arranges according to astronomic and geographic condition, the
information of îdil-Ural province was determined and the dawn which is a matter
of question as a disagreement was also shown.After telling the features of the
province contrasted, the biographical information of native erudites and
especially their education lives for making a strong affect and showing a clear
prof.In the third session which is is the backbone of the work,the studies and
main prospectives collected from their works were given in a way that their
different eyes to the case were seen easily.The views of native
eridutes,general knowers and the ones who are into this subject for a long time
are transferred .
At the last part of our work,the
general vievs of the erudites were displayed shortly and was purposed to reach
an end by seeing the differences without any diffuculty.The erudites whose
works are examined are mosty from the sect called Hanefi, and the religious
people and the one who to say anything towards the natives should be familier
with this in order to maket his work caunt as a beneficial source.
Key Words:
Idil-Ural
Religion, Night prayer ,Time manner, Dawn, Disagreement, Sect
Günümüzde Rusya Federasyonu’nda yaklaşık 20
milyon Müslüman yaşamaktadır. Rusya’da Müslümanların yaşadıkları iki asıl bölge
bulunmaktadır, Kafkas ve Volga-Ural bölgeleri. Volga-Ural bölgesinde
Müslümanlar çoğunlukla Tataristan ve Başkurdistan’da yaşamaktadır. Bunların haricinde
çok sayıdaki Müslüman Moskova ve Petersburg’da yaşamaktadır. Rusya, çoğunlukla
Hıristiyanların yaşadıkları bir ülke olmasıyla birlikte, burada yaşayan
Müslümanların özelliği yabancı değil yerli olmasıdır.
Namaz, ibadetlerin en önemlisidir, bundan dolayı
namaz çok sayıda âlimin araştırmalarına konu olmuştur. Namaz, Allah’a ve
Peygamberi Hz. Muhammed Mustafa (salla'llâhu aleyhi ve sellem)’e imandan sonra
İslam’ın ikinci şartı olduğundan önemli bir konu olmakla birlikte birtakım
görüş farklılıklarına sebeb olabilecek hassas bir meseledir. Çünkü Namaz
Kur’anı-Kerim’ de ‘Salât’ kelimesi olarak geçmekte, ‘Salât’ kelimesi de
Arapçada ‘Dua’ anlamına gelmektedir. Namaz vakitlerinin belirlenmesi tabii
şartlara bağlanmıştır. Ekvatora yakın bölgelerin şartları bir model olarak
kabul edilirse, dünyanın farklı kısımlarında bu tabii şartların örnek
modelinden çok farklı olduğu ortaya çıkar. İşte İdil- Ural bölgesi bu
bölgelerdendendir. Burada yaz günlerinde yatsı vaktinin şartı olan Şafağın
kaybolması gerçekleşmez. Yani yazın geceler çok kısa olur ve Ufukta akşam
şafağı sabaha kadar devam etmektedir. Bu, namazla birlikte oruç meselesini de
ilgilendiren bir konudur. Yerli âlimler, İslam’ı ilk kabul etmelerinden
itibaren bu problemle ilgilenmişlerdir. Elinizdeki çalışma, kadimcilerden
(Gelenekçilerden) olan Muhammed Remzi ve Ceditçilerden (Yenilikçilerden) olan
Abdurrahim Otuzimeni, Musa Carullah, Rızaeddin Bin Fahreddin, Abdunnasır
Kursavî, Şihabeddin Mercani, Zıyaeddin Kemali gibi bölgenin ileri gelen
âlimlerinin bu konu hakkındaki görüşierini içermektedir.
Bu problem çağımızda ayrı bir önem kazanmaktadır.
Çünkü günümüzde bir taraftan Müslümanların sayısı hızla artmakta ve onlar bu
kadar ciddi olan bu mesele için çözüm aramaktadırlar, diğer taraftan Rusya’daki
müftülükler farklı metotlar kullandıkları için, bir yer için yatsı namazı ile
ilgili farklı vakit yazılmaktadır. İşte bu problem, tezim için bu meseleyi
seçmeye sebep oldu. Amacım, Tatarların eski ve büyük âlimlerinin görüşlerini
ortaya koyarak bu mesele için çözüm ürettiklerini göstermektir. Bunun yanında
başka bir
amacım da, Bolşevik ihtilalinden az zaman önce
yaşayan Türk-Tatar âlimlerin, içtihat yapabilecek seviyede ve îslam dünyasında
itibarlı bir makamda olduklarını göstermektir.
Son yıllarda Rusya’da din ile ilgili
araştırmalarda artış görülmektedir. Bu, dini uyanış ve bu konuda özgürlük
sebebiyledir. Bununla birlikte, dini araştırmalar yapmaya ehil olan kadroların
çok az olduğundan, bu tür araştırmaların kalitesi düşüktür. İslam dini ile
alakalı araştırmalar yeterli derecede tarih, sosyoloji bilgisi
gerektirmektedir. Bolşevik ihtilâlinden önce yaşanan ceditçilik ve kadimcilik
arasındaki farklılıklar, günümüzde de geçerliliğini sürdürmektedir.
Araştırmacıların bir kısmı ceditçilerin, diğer kısmı kadimcilerin haklı olduğu
görüşündedir. Konumuzla ilgili bu mesele hakkında çağdaş herhangi önemli bir
çalışma bulunmamaktadır.
Bilindiği üzere, ihtilalden önce Tatar âlimleri
Arapça ve Eski Tatarca, bazen de Türkî denilen dilde eserlerini yazmışlardır.
Buhara’da okuyan ve onun etkisinde kalan âlimler Arapçanın haricinde Orta
Asya’da yaygın Türkî dilini kullanmışlardır. îstanbul’da eğitim gören âlimler
ise kendi eserlerini Osmanlıca ’ya yakın Türkî dilde yazmıştır. Hatta çağdaş
araştırmacılar, bu eserleri anlayabilmek için Arapçanın yanında Türkçeyi de
bilmek zorundadır.
Girişte, tez yazımında kullanılan yöntem açıklanmaktadır.
Birinci bölümde, namazların vakitleri tabii
coğrafik şartlara göre belirlendiği için, îdil-Ural bölgesinin coğrafik ve
dini, tarihi yapısı konusunda genel bilgiler verilmektedir.
îkinci bölümde bölgede yaşayan meşhur âlimlerin
biyografik bilgiler verilmektedir.
Üçüncü bölümde tezin asli konusu ele alınacaktır.
Üçüncü Bölümde genel olarak Namazın Önemi ve Şartları belirtilecektir.
îdil-Ural bölgesinde yaz günlerinde Yatsı namazının vaktinin girmemesi problemi
ortaya koyulduktan sonra cumhur ve yerli âlimlerin bu konuda görüşleri
yazılmaktadır.
Çalışmamızda asıl kaynak olarak, bölgenin meşhur
âlimlerinin bu probleme adanmış eserleri alınmıştır. Bunun yanında bazı
konularda meşhur fıkıh kitaplarına başvurulmuştur. Biyografi bilgileri için
kaynak olarak daha önce bölgede yapılmış çalışmalar ve ansiklopediler
kullanılmıştır.
Öncelikle tezin her aşamasında desteklerini esirgemeyen
saygıdeğer danışman hocam sayın Yrd. Doç. Dr. Mehmet Salih KUMAŞ’a, Prof. Dr.
Yunus Vehbi YAVUZ, Prof. Dr. Ali KAYA hocalarıma, kıymetli dostum Rifat’a ve
dualarını eksik etmeyen tüm kardeşlerime teşekkürlerimi sunuyorum. Çalışmamızın
yararlı olması dileğiyle çalışma bizden, başarı Allah’tandır.
KISALTMALAR..................................................................................................... XII
I.
ÇALIŞMANIN AMACI VE ÖNEMİ................................................................... 1
II.
ÇALIŞMANIN YÖNTEM VE SINIRLANDIRMASI....................................... 3
III.
ÇALIŞMANIN TEMEL KAYNAKLARI......................................................... 4
BİRİNCİ BÖLÜM
İDİL-URAL BÖLGESİNİN COĞRAFİ, TARİHİ,
DİNİ YAPISI VE BÖLGENİN
MEŞHUR İSLAM ÂLİMLERİ
III.
BÖLGENİN DİNİ VE MEZHEPSEL YAPISI................................................ 15
IV.
BÖLGENİN
MEŞHUR İSLAM ÂLİMLERİ.................................................. 19
A.
MUSA
CARULLAH BİGİYEV (1875-1949).............................................
19
B.
ŞİHABUDDİN
MERCÂNÎ (1818-1889)...................................................... 23
C.
MOLLA
ABDURRAHİM BİN USMAN UTIZİMENİ (OTUZ-İMENİ)’NİN HAYATI, İLMİ ŞAHSİYETİ VE
ESERLERİ (1754-1834)........................... 26
D.
MOLLA
EBUNNASIR ABDUNNASIR BİN İBRAHİM BİN YARMUHAMMED BİN İŞTİREK EL-KURSÂVÎ
(1776-1812).................. 29
E.
ALİMCAN BARUDİ (1857-1921)............................................................... 31
F.
KAYYUM NAŞİRİ (1825-1902).................................................................. 33
G.
MUHAMMED
MURAD EL-KAZANİ EL-MENZELEVİ(1854-1934)...... 34
H.
RIZAEDDİN
b. FAHREDDÎN (1859-1936) 36
İ.
Hayatı.......................................................................................................... 36
I. ZİYAEDDÎN KEMALİ (1873-1942)............................................................... 38
1.
Hayatı.......................................................................................................... 38
İKİNCİ BÖLÜM
İDİL-URAL BÖLGESİNDE YATSI NAMAZININ
VAKİT SORUNU
I.
NAMAZ
İBADETİNİN HÜKMÜ VE ÖNEMİ................................................. 40
B.
Namazın Önemi Ve Ehemmiyeti................................................................... 43
C.
NAMAZIN ŞARTLARI................................................................................ 45
D.
NAMAZIN FARZ OLMASININ ŞARTLARI............................................. 45
1.
Namazın Edasının Şartı Olarak Vakit......................................................... 49
a. Namaz-Vakit İlişkisi.................................................................................. 50
2.
Namaz Vakitleri İle İlgili İslam
Hukukçularının Değerlendirmeleri......... 57
a.
Sabah
Namazı ile ilgili değerlendirmeleri............................................... 58
b.
Öğle
Namazı............................................................................................ 59
c.
İkindi
Namazı........................................................................................... 63
d.
Akşam
Namazı......................................................................................... 63
e.
Yatsı
ve Vitir Namazları.......................................................................... 64
G.
NAMAZ
VAKTİ İLE İLGİLİ DİĞER HUSUSLAR.................................... 65
II.
YATSI
NAMAZI VAKTİNİN TAHLİLİ VE İDİL-URAL BÖLGESİNDE YATSI NAMAZININ VAKTİNİN
GİRMEMESİ.............................................. 71
A.
GENEL OLARAK YATSI NAMAZININ VAKTİ...................................... 71
B.
YATSI NAMAZI VAKTİNİN GİRMEMESİ
HUSUSU.............................. 74
III.
YATSI
NAMAZI VAKTİNİN OLUŞMADIĞI BÖLGELERDE BU NAMAZIN KILINMASI İLE İLGİLİ GÖRÜŞLER........................................ 75
A.
GENEL OLARAK İSLAM HUKUKÇULARIN
GÖRÜŞLERİ................... 75
1.
Namazın Düştüğünü Savunanlar................................................................. 75
2.
Kaza Olarak Kılınmasını Savunanlar......................................................... 76
3.
Eda Olarak Kılınmasını Savunanlar........................................................... 76
4.
Akşam ve Yatsı Namazını
Birleştirilerek Kılınmasını Savunanlar:.......... 76
5.
En Yakın Bölge’ye Göre Vakit Takdir
Ederek Kılınmasını Savunanlar:.. 77
B.
İDİL-URAL
BÖLGESİ HUKUKÇULARININ GÖRÜŞLERİ.................... 77
1.
Namazın
Kılınması Gerektiğini Savunanlar.............................................. 77
a.
Mercânî
ve onun delilleri:...................................................................... 77
b.
Gabdrahman
et-Tanki ve onun delilleri:................................................ 84
e.
Kursavî
ve onun delilleri:....................................................................... 85
d.
Musa
Carullah ve onun delilleri:............................................................ 89
2.
Namazın
Kılınmaması Gerektiğini Savunanlar......................................... 90
SONUÇ........................................................................................................................ 94
|
KISALTMALAR |
a.g.e. |
: Adı geçen eser |
a.g.m. |
: Adı geçen makale |
a.g.tz. |
: Adı geçen tez |
a.s. |
: Aleyhi’s-Selam |
A.Ü.İ.F.D |
: Ankara Üniversite İlahiyat Fakülte Dergisi |
Bkz. |
: Bakınız |
C. |
: Cilt |
çev. |
: Çeviren |
d. |
: Doğum |
E.Ü.İ.F.D |
: Erciyes Üniversite İlahiyat Fakülte Dergisi |
H. |
: Hicri |
Hz. |
: Hazreti |
ISAM. |
Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi |
m. |
: Miladi |
md. |
: Madde |
Ö. |
: Ölüm Tarihi |
s. |
: Sayfa |
s.a.v. |
: Sallellahü Aleyhi ve Sellem |
ss. |
: Sayfadan Sayfaya |
r.a. |
: Radıyallahu anhu |
T.D.V. |
: Türkiye Diyanet Vakfı |
Thk. |
: Tahkik |
ty- |
: Tarih Yok |
vs. |
: Vesaire |
19.
- 20.
yüzyılın başları, düşünce ve gelişme açısından sadece Rusya Müslümanları için
değil, tüm dünya Müslümanları için çok önemli değişimlerin yaşandığı tarihi bir
süreçtir. îlk olarak bölgede yeni bir îslami akım olarak ceditçilik ortaya
çıkmıştır. Daha sonra bu akıma karşı, kadimcilik akımı varlık göstermeye
başlamıştır. Ayrıca bu sıralar Rusya’da meydana gelen Bolşevik İhtilali ve bu
ihtilalin akabinde Müslümanların katledilmesi gibi olaylar, bahsedilen sürecin
uzantılarıdır. Bu değişimler sadece Rusya Müslümanlarını değil, Rusya dışındaki
Müslüman topluluklarını da etkilemiştir. Nitekim bu devirdeki değişimlerin
etkisinde kalan Rusya Müslümanları, dönemin başında îslam Dünyasında,
kendilerinin de îslam dininin ilmi mirasına sahip, bir toplum olarak kabul
edilmesi düşüncesinde idiler. Diğer taraftan dönemin sonunda Avrupa
devletlerinde gelişmekte olan hürriyet ve medeniyet çalışmalarına bakarak, bu
alanlarda da kendilerini geliştirmeye çalışmışlardır.
Devlet tarafından bölgede medreselerin yeniden açılması ve
üniversitelerde din eğitiminin yapılması bu bölgenin îslam dünyasının önemli
ilim merkezlerinden biri olmasını sağlamıştır. Bu dönemde Rusya Müslümanları
arasından çok meşhur isimler ortaya çıkmıştır. îlk cedidçilerden olan
Şihabuddin Mercânî, Abdurrahim Otuz-îmeni, Abdunnasır Kursavî, sonra ise Rıza
Fahreddin, Musa Carullah Bigîyev, Ziya Kemâlî, Keşşaf Tercümanî, Hüseyin
Feyizhânî, Abdullah Bubî, Zeynullah Resûlî bunlardan en önemlileridir. Bunların
birçoğu, ilk ilimlerini yerli medreselerde tahsil etmişlerdir. Daha sonra
Buhara’ya, en son olarak da bazıları îstanbul ve Mısır’a giderek ufuklarını
açmışlar ve ilimlerini geliştirmişlerdir. Bazıları ise îslam dünyasının meşhur
âlim ve ıslahatçılarından ders almışlardır.
Araştırma konusu olan âlimler ceditçiler olarak
ortaya çıkanlardır. Görüldüğü üzere, ihtilal öncesi Rusya îslam âlimlerinin
meşhurlarının çoğu ceditçi olmuşlardır. Ceditçilik, düşünce hürriyetini
savunuyor ve bundan dolayı sorunlara yeni çözümler üretebiliyordu. Rusya
Müslümanları arasında önemli yere sahip olan kadimcilik ve ceditçilik
ayrışması, bugüne kadar her yönden yeterli seviyede araştırılmamış bir konudur.
Ceditçilerin hayatı, eserleri ve görüşleri çok önemli olmasına rağmen ne yazık
ki, yeterince çalışılmamıştır. Komünizm zamanında kadimcilik ve ceditçilik ile
alakalı konularda oryantalistler (müsteşrikler) tarafından birçok önemli
araştırma yapılmıştır. Ancak bu çalışmalarda genelde ceditçiler, olumsuz olarak
gösterilmişlerdir. Onlara, Pantürkist, Panislamist gibi isimler verilmiştir.
Bugün ise genelde ceditçiler dini bozan insanlar diye isimlendirilmektedirler.
Gelenekçiler tarafından sevilmemelerine rağmen son yıllarda,
ceditçilik ve ceditçiler hakkında pek çok konferans verilmekte ve araştırmalar
yapılmaktadır. Dini bozmak ve Ruslaşmaya yol açmakla suçlanıyorlarsa da onlar,
Rusya Müslümanlarına önemli hizmetler yapmışlardır. Nitekim kadınlara seçme
hakkının verilmesi, cuma namazlarında hutbenin Tatarca okunması, çok hızlı ve
çağdaş bir metodla okullarda yazı yazmanın öğretilmesi, yeni usulle eğitim
veren medreselerin açılması vs. - ceditçilerin yaptıklarının sadece bir
kısmıdır.
Ele aldığımız ceditçi âlimlerin sadece fıkıhta değil, aynı
zamanda, kelam, tefsir, tarih, ahlak gibi alanlarda da çalışmaları
bulunmaktadır. Onlar, kadimcilerin bir başka ifade ile gelenekçilerin karşı
çıkmalarına rağmen eğitimde yeni metotları kullanmıştır. Bununla birlikte onlar
dini düşüncede hürriyeti savunarak ve dogmalardan uzaklaşarak klasik metinleri
yeniden anlamaya çalışmışlardır.
Kaynakların ön analizinden sonra anlaşılan husus, yani yatsı
namazının vaktı meselenin eskiden beri tartışılmış bir mesele olmasıdır.
Gelenekçi îslam âlimleri daha çok kuzey kutbun güney bölgelerindede yaşadıkları
için yaz günlerinde yatsı namazı vakti sorunu üzerinde fazla durmamışlardır.
Yani onlar için bu konu çok aktüel bir konu olmamıştır. Fakat bununla birlikte
onlar bu meseleye az da olsa değinmişlerdir. Bunun yanında, ceditçi âlimlerin
bu konudaki fikirleri önemlidir. Hatta tartışmalar da bölge içinde ceditçilik
hareketinden önce pek bilinmemiştir.
Bugün Volga-Ural ve Rusya Müslümanlarının yaşadığı diğer
bölgelerde dini uyanış yaşanmaktadır. Yerli halk arasında bu, daha çok îslam
kültürüyle alakalı geleneklerin hayata girmesiyle olur. Aydın ve araştırmacılar
ise dini uyanışta bir ortak yol bulmaya çalışmaktadır. Çağdaş karışık akımlar
muhitinde, en mutedil ve makul, Bolşevik ihtilalinden sonra olana dönmek
görülmektedir. Çünkü bu dönemde Müslümanlardan önemli şahıslar yetişmiştir ve
bu zaman Müslümanların aydınlanma zamanı olmuştur. Nitekim Müslümanların önünde
iki örnek bulunmaktadır. Yüzyıllardır dini taşıyan ve bir zaman kadimciler diye
isimlendirenler ve dini ve fen ilmini bir seviyeye koyarak
Müslümanların da Batı’da gibi gelişmeye layık gören, bölgede
ceditçiler diye isimlendirilen modernistlerdir.
îlmi sahada bu konuyla ilgili araştırmalar genellikle eski
âlimlerin görüşlerini araştırmakla sınırlıdır. Bunu da daha çok hukukçu olmayan
araştırmacılar yapmaktadır.
Çalışmamızın amacı ise bu tartışmaların sonucunda tek gerçeğe
ulaşmak değildir. Amacımız, bu tartışmanın eskiden beri devam ettiğini,
tartışmanın ilim sahasında olduğunu göstermek ve âlimlerin görüşlerini
belirtmektir. Tabi ki, bunun yanında sırf ibadetle alakalı önemi de
bulunmaktadır, yani kuzey bölgelerde yazın yatsı namazının kılınıp
kılınmamasıdır.
Ayrıca günümüzde bu mesele yeniden önem
kazanmaktadır. Bunun sebebi bir yandan Müslüman milletlerin dini uyanışı, diğer
yandan ise ortaya çıkan fikri değişikliklerdir. Bu değişikliklerin sebebi, dini
öğreten muallimlerin dünyanın farklı okullarında ders görüp farklı, bazen
birbirine zıt olan fikirlerin Rusya’da yaymalarıdır. Bu durumda, eski
Türk-Tatar âlimlerin sözleri ayrı bir önem taşımaktadır. Çünkü bugüne kadar
bölgede Mercani, Kursavî ve Carullah gibi âlimler yetişmemiştir, bunun yanında
eski zamanlarda dini ilimlerin daha yaygın ve güçlü olması, bu âlimlere saygıyı
daha çok arttırır.
II.
ÇALIŞMANIN
YÖNTEM VE SINIRLANDIRMASI
Tezimizde ele alarak çalıştığımız konular üç
alanda olmaktadır. Bunların birincisinde, söz konusu olan îdil-Ural bölgesinin
coğrafi, tarihi ve dini yapısı ortaya konulmaktadır. Burada esas olarak çağdaş
coğrafya ve tarih kitapları alınacaktır. Bölgenin tarih içerisinde dini
bilimsel yapısı; konusu, tezin asıl konusu olmadığından, hazır çalışmalara
başvurulacaktır. Tezde incelenen ikinci alan, 18.-20. asırlarda yaşayan halk
arasında tanınan bölge âlimlerinin biyografisinin tanıtılması olacaktır. Üçüncü
alan ise genel olarak namaz vakitleri ve şartlarıdır. Burada esas olan, namaz
vakitleri ve onların önemidir. îslam hukukçularının farklı içtihadı ele
alınacaktır Bu meseleler klasik ve çağdaş fıkıh kitaplarından alınacaktır. Bu
bağlamda, gerektiği zaman Kur’an ve Sünnete de başvurulacaktır. Kutuplara yakın
olan kuzey ve güney bölgelerde yatsı namazı vakti sorunu ve söz konusu bölge
âlimlerinin yaklaşımı tezin asıl konusunu oluşturmaktadır. Bölge âlimlerinin
görüşleri incelendiğinde, sadece meşhur âlimlerin sözleri ele alınacaktır.
Bunlar Mercani, Otuz-îmeni, Carullah ve Kursavî’dir. Bölgede bulunan diğer
âlimlerin görüşleri genel olarak bu dört büyük âlimin etkisinde kaldığı için
ayrı başlıkta ele alınma ihtiyacı duyulmamıştır.
Tezimizde ele alınacak olan âlimlerin öncelikle kendi kitapları
ve onlar hakkında yapılan akademik çalışmalar temel kaynakları teşkil
etmektedir. Hayatın merhaleleri deskriptif (tasviri) bir yöntemle anlatılmaya
çalışılacaktır. Çalışmamızın asıl konusu fıkhi bir tartışma olduğu için
bahsedeceğimiz âlimlerin kelam ve diğer alanlara dair görüşleri araştırmanın
dışında tutulmuştur. Ancak yeri geldiğinde, âlimlerin fikir dünyasını
anlaşılması için kısaca dile getirilecektir. Doğrudan kendi eserlerinden yararlanırken
ya da farklı çalışmalardan yazarlarla ilgili bilgileri aktarırken izleyeceğimiz
en makul yöntem bahsettiğimiz yöntem olmaktadır. Biyografi konusunda diğer
araştırmacıların eserleri temel oluşturmuştur.
Aynı zamanda bu âlimlerin genel olarak
yaklaşımları ve görüşleri ortaya konulurken, yeri geldiğinde birtakım fikirleri
misal olarak getirilip diğer fıkıhçıların fikirleriyle kıyas edileceğinden,
örnekleme ve kıyaslama yöntemine de başvurulacaktır.
III.
ÇALIŞMANIN
TEMEL KAYNAKLARI
Âlimlerin biyografisi için, önceden hazırlanmış çalışmalara
başvurulmaktadır. Bunlardan MERCÂNÎ’nin Mustefadu’l-Ahbâr, Rizaeddin
Fahreddin’in ‘Asâr’, Mihael Kemper’in ‘Sufii i Uçenıye v Tatarstane i
Başkortostane (1789-1889) ’, Antologiya Tatarskoy Bogoslovskoy Mısli
mecmuasında Mercani, Carullah, Otuz-îmeni, Kursavî hakkında bilgiler, Ramil
Adıgamov’un ‘Gabdrahim Utız-îmeni’, Allen Frank’ın ‘îslamskaya îstoriografiya i
‘Bulgarskaya’ îdentiçnost Tatar i Başkir, Munir Yusupov’un ‘Şigabuddin
Mercani’dır. Tezimizde adı geçen bölge âlimleri dünyaca meşhur olduklarından
Mehmet Görmez’in ‘Musa Carullah Bigiyef gibi yurtdışı kaynaklarından da
istifade edilecektir.
Tezimizin konusu ile ilgili çağdaş araştırmalar oldukça azdır
ve neredeyse hepsi eski âlimlerin sözlerinin yorumlarıdır. Bunun için bölgede
çağdaş müstakil araştırmalara, birkaç makalenin haricinde rastlanmamaktadır.
Yatsı namazı vaktinin sorunu ile ilgili
tartışmalar bölge âlimlerinin kitap ve makalelerinde hareketle ele alınacaktır.
Bunlardan Mercani’nin ‘Mustefadu’l-Ahbâr’, adlı kitabı müellifin kendi
görüşlerinin yanısıru, İbn Batuta, İbn Fazlan ve bazı diğer âlimlerin
görüşlerini içermektedir. Yine ‘Nâzûratu’l-Hakk’, adlı kitabı neredeyse yatsı
namazı vakti
sorununa tahsis edilmiştir. Carullah’ın ‘Uzun Günlerde
Oruç’adlı kitabı, Kursavî’nin ‘el- îrşad Li’l-îbad’ kitaplarının bazı bölümleri
ve Otuz-îmeni’nin ‘Risaletu’ş-Şafakiye’sidir. Bunların yanında konuyla ilgili
diğer araştırmacıların yorumları da dikkate alınacaktır. Bölge âlimlerin
görüşleri klasik Hanefi ve diğer hukukçuların görüşleri ile kıyaslanacaktır.
Bunun için Muhammed Şeybani, Muhammed Hamidullah, İbn Abidin, Fahreddin Razi,
Ömer Nasuhi Bilmen ve diğer bazı âlimlerin çalışmalarına da başvurulacaktır.
İDİL-URAL BÖLGESİNİN COĞRAFİ,
TARİHİ, DİNİ YAPISI ve
BÖLGENİN MEŞHUR İSLAM ÂLİMLERİ
Îdil-Ural bölgesi çok geniş bir alana (yaklaşık 775 km2)
ve değişik fiziki şartlara sahiptir. Tarihî süreçte devir devir Îdil-Ural
bölgesinin sınırlarını kesin olarak tayin etmek zordur. XIX-XX. yüzyıllar
içinde bölgenin sınırlarını Orta Îdil ve Güney Ural’daki Mordva, Çuvaş, Mari,
Udmurd, Tatar, Başkırt halklarının yerleştiği sahalar tayin etmiştir. Coğrafî
olarak bu bölge, Oka nehrinden başlayarak batıda Tobol’un sol koluna kadar;
doğuda Vyatka’nın orta kesiminden Kama’nın kuzeyine ve aşağıda Güney Ural
çöllerine kadar uzanmaktadır. Îdil-Ural bölgesi tarihsel olarak zaman zaman
değişkenlik gösterse de Orta Îdil boyu ve Ural çevresi (Priuralye) bu bölgenin
ana merkezini meydana getirmiş ve zaman içinde çeşitlenerek ve gelişerek
zamanımıza kadar gelmiştir. Îdil bölgesi bugünkü Kazan, Ulyanovsk, Vyatka,
Samara, Nijniy Novgorod, Ufa, Orenburg, Perm, Tambov, Penza, Saratov ve
Astrahan şehirleri olarak belirlenmiştir.[1]
Îdil-Ural bölgesi coğrafî özellikleri bakımından da oldukça
çeşitlidir. Kuzeyden güneye doğru sık ormanlıklar vardır, daha aşağısı bozkır
bölgesidir. Orman bölgesi bozkır bölgesinden Îdil'in orta akıntısı ile tahminen
Oka nehrinin başından Kama’nın başına kadar, Kama’nın aşağı akıntıları ve Belıy
nehrinin kuzey kaynaklarıyla ayrılmaktadır. Orman ve bozkır bölgesinin
sınırları tarihî seyirde değişiklikler göstermiştir. Îdil-Ural bölgesinin
iklimi karasaldır ve Doğu Avrupa düzlüğünün doğudaki bir parçasıdır. Bu nedenle
de bölgenin kuzeyi soğuk, batısı nemli, güneyi ise sıcak hava kütlelerinin
etkisindedir.
Coğrafî tabiat şartları çok çeşitli olsa da bölge ekolojik
bakımdan bir bütün oluşturmaktadır. Etno-tarihî süreçte orman ve bozkır önemli
gelişme rolü oynamıştır. Burada yaşamak için kabileler göçebe, yarı göçebe veya
yerleşik bir yaşam tarzı sürmüşler, bu da bölgenin coğrafî ve sosyal özelliğini
şekillendirmiştir. Bu merkezî orman-bozkır bölgesi kuzeyde gizemli ormanları
güneyde geniş bozkırları, doğuda güney Ural’ın dağları, batıda ise îdil
nehrinin kollarıyla halkların birbirleriyle ilişkiler kurmasında önemli bir
stratejik konuma sahiptir. Nitekim coğrafî tabiat şartlarının ortak özelliği,
bölgede yaşayanların etnik yerleşiminde de görülebilmektedir. îdil-Ural bölgesi
buradaki halklar için etno-kültürel ve karşılıklı ilişkilerin muhtar bölgesi
gibidir. Orta îdil boyu ve Güney Ural’da yaşayan Türk, Fin-Ugor ve Doğu Slav
halklarının aşırı karışık yerleşim göstermesi XV-XIX. yüzyıllardaki
sosyo-demografik tarihî sürecin sonucudur. Bu dönem ana etnik gruplar
kendilerine bağlı bölgesel alt etnik kimlikleri etkileyerek yeni oluşumların
meydana gelmesini sağlamıştır. [2]
Kutup bölgesine yaklaşıldıkça da güneşin doğuşu ve batışı
arasındaki aralık kısalmakta bazen yatsı ile sabah namazı arasında sadece namaz
kılınabilecek bir boşluk kalmakta ve hatta özel günlerde yatsı ve sabah aynı
vakitte olmaktadır. İslam'ın doğduğu topraklar ekvatora yakın dolayısıyla gece
ve gündüzün yılın çoğu zamanında birbirine yakın olduğu ve güneşin doğuş ve
batışının, gecenin ve gündüzün tam anlamıyla görülebildiği ve hissedilebildiği
bir bölgedir. îdil-Ural bölgesinde yaşayan Bulgar Türklerinin toprakları ise
kutup bölgesine yakındır. Bu bölgede de bazen gece hiç olmamaktadır. Akşam
şafağının (kızıllığı) hiç gitmeden sabah güneşi doğmakta ve yatsı namazının
vakti hiç girmemektedir[3].
İslam daveti yaklaşık IX. (yy)’da. kuzey bölgelerine
ulaşmıştır. Bu zamandan itibaren tarih süreç içerisinde namaz vakitlerinin
belirlenmesi konusunda âlimler arasında görüş farklılığı görülmektedir.
Bilindiği üzere, mayısın ortasından temmuzun başına kadar yaz günlerinde yatsı
namazı için gereken şartlar tam olarak yerine gelmemektedir. Bunun sebebi,
kuzey bölgelerde geceleyin şafağın kaybolmamasıdır.
Mevsimler, gece-gündüzün değişmesi, coğrafi bölgelerin ve
şehirlerin sınırları, bunların tarifleri ve hususiyetleri, ibadet vakitlerinin
belirlenmesiyle alakalı olan coğrafya
ve astronomi bilimleri ele alınması gereken konulardan
bazılarıdır. Bu bilimler dört husustan hareket eder.
1.
Ufuk:
her mahallin ufku, o yere nispetle, yeri alt ve üst olmak üzere iki eşit
parçaya bölen büyük bir dairedir. Güneşin yıldızların doğuş ve batışı, ufuk
dairesi ile olur. Ufuktan yukarı çıkmak doğuş, ufuktan aşağıya inmek batıştır.
‘Güneş doğdu’, demek, ufuktan yukarı aştı demektir, ’güneş battı demek ’ufuktan
aşağı indi demektir.
2.
Meridyen
(Nısf-ı Nehar) :Her bölgenin meridyeni, bulunduğu bölgeye nispetle yeri, biri
doğuya biri de batıya ait olmak üzere iki eşit parçaya bölen büyük dairedir. O
daireye nısf-ı nehar adı verilir. Güneşin merkezi o daireye ulaştığı anda tam
nısf-ı nehar olmuş demektir. Yeryüzünde ufukları bir (aynı) olan noktalar
yoktur. Fakat meridyenleri bir olan çok sayıda nokta vardır. Her bölgenin
kendine ait ufku vardır. Ancak yeryüzünde kendine ait meridyeni bulunan
noktalar yoktur. Bir meridyeni sayısız ufuklar ikiye böler. Buna göre coğrafya
ilmi terim olarak, yerküre üzerinde 360 meridyen dairesi farz edip uzunluk
hesaplarında bunlarla yetinmiştir.
3.
Gece-Gündüzü
Eşitleyen Daire (Muaddil-i nehar) : Günlük hareket dairesidir. Buna ekvator
(istiva) dairesi denir. Güneş, o daireye girdiği anda geceler ve gündüzler her
yerde eşit olduğu için o daireye muaddil-i nehar denir.
4.
Burçlar
dairesi (Mıntıkatu’l-buruc) : Yıllık hareket dairesidir ki, yerküresi bu daire
üzerinde hareket eder. Yer ve ay bu dairede birleşirlerse ya ay tutulması
(husuf), ya da güneş tutulması (küsüf), meydana gelir. Buna göre bu daireye
güneş ve ay tutulması denir.[4] Dünya küresinin kuzey
ve güney bölgeleri, hiç şüphesiz diğer bölgeler gibi değildir. Kırk beş enlem
ile altmış altı enlem arası olan yerlerde gece ve gündüz yirmi dört saatten
ibaret ise de, muayyen zamanlarda şafak ile fecir birbirine kavuşurlar, yani şafak
batmadan önce fecir doğar.
îşte böyle yerlerde ve zamanda yatsı namazının farz olup
olmadığı hakkında ulema ihtilaf etmiştir. Bu misalde güneşin durumu
gösterilmektedir.
66 Kuzey enleminde 13 Hazıran'dan 1 Temmuz'a kadar,
70 Kuzey enleminde 17 Mayıs'tan 7 Temmuz'a kadar,
90.
Kuzey
enleminde altı aya kadar güneş hiç batmaz, ufkun üstünde kalır. Güney
enlemlerinde ise durum tam tersidir.
Ekvator bölgelerinde gece ile gündüz eşit iken ekvatordan
kuzeye ve güneye doğru ilerledikçe bu fark açılıyor. Yaz aylarında gündüzler
alabildiğine uzayıp geceler son derece kısalıyor. 66. enleme yaklaştıkça
geceler daha da kısalıp 2,5 veya daha az bir saate kadar düşüyor. Kuzeye
çıktıkça gecelerin kısalmasına ters orantılı olarak akşamla yatsının arası da
açılıp uzuyor. Güneş battıktan sonra batı ufkunda kızıllığın (kırmızı akşam
şafağının) kaybolup beyazlığın çıkması, sonra da karanlığın çökmesi geç oluyor.
Yani bir taraftan gece kısalırken diğer taraftan akşamla yatsının arasındaki
süre artıyor. Kutuplarda ise altı ay gündüz, altı ay gece olmaktadır. Böylece
namaz ve oruç için gereken şartlar tam olarak gerçekleşmemektedir.
Îdil-Ural bölgesinde yaşayan Tatar ve Başkurtlar
için, İslam’ı ilk kabul ettiklerinden itibaren bu günlere kadar bu mesele kendi
önemini hiç kaybetmemiştir.
Îdil - Ural bölgesinde devlet kuran ilk Türk
topluluğu Bulgarlardır. Kaynakların belirttiğine göre Bulgarlar Milattan sonra
V. yüzyıl ile VII. Yüzyıl arasındaki dönemlerde Îdil - Ural bölgesine yerleşmiş
ve burada bağımsız bir devlet kurmuştur. Bulgarlar buraya geldiklerinde, Îdil -
Ural bölgesinde kabileler halinde bulunan ve birliktelik sağlayamamış olan Fin
Ugor toplulukları yaşamaktaydı. Bölgeye yerleşen Bulgarlar bu kabilelerle etnik
ve kültürel açıdan kaynaşarak büyük bir devlet haline gelmiş ve bölgeye
damgasını vurmuştur. Îlk dönemlerdeki sınırları güneyde Çirmişen, batıda
Sviyaga, kuzeyde Kama ve doğuda Şuşma ırmakları arasında yer alan bu devlet,
XI. ve XII. yüzyıllara kadar sınırlarını daha da genişletmiştir. Nitekim XII.
yüzyılda bu devletin sınırları doğuda Zey ırmağına, güneyde Samara’ya kadar
uzanmaktaydı.[5] 922 yılında İslâm, bu
bölgede resmi din olarak kabul edilmiştir. Sonraki dönemlerde, söz konusu
bölgede Müslüman milletlerin yanında ortodoks Hıristiyan olan Rus ve Çuvaşlar
yaşamaktadır. Dolayısıyla Îdil-Ural bölgesinde kurulan ilk İslam Türk devleti Bulgar
devletidir. İtil (Volga) nehrinin orta havzasında kurulduğundan, diğer Türk
Bulgar devletlerinden ayırt edilebilmesi için nehrin mahalli söylenişi olan
İdil kelimesiyle birlikte zikredilmiş ve bölgede kurulan en uzun Türk
devletlerinden biri olmuştur.[6]
Tarihte olduğu gibi, şimdi de bölgedeki Müslüman nüfusun çoğunu
Tatarlar teşkil etmektedir. Burada yaşayan milletlere Tatar denilmesi tarihte
değişiklik göstermiştir. Tarihte çoğu kez etnik yönünde birbiriyle ilgisi
olmayan değişik halklara Tatar denilmekteydi. Kitaplarda, eski Tatarlar,
Moğol-Tatarlar, Altın Ordu Tatarları, Bulgar Tatarları gibi halkların tamamı
genel Tatar başlığı altında toplamak mümkündür.[7]
Zekiyefin belirttiğine göre, Tatar etnonimi (kökeni), Milattan
çok önce Çin’in kuzeyinde yaşayan bir kabile veya kabile birliğine aittir.
Bunların kökenleri tam olarak bilinmemektedir. îlk olarak Kaşgarlı Mahmut’un
eserinde, onların Kırgızlar’a yakın bir bölgede yaşadıkları geçmektedir.
Buradan, Tatarların, Orta Asya’da bir yerlerde yaşadıkları anlaşılmaktadır.
Yine de Zekiyef’in belirttiğine göre, bu eski Tatarlar, Bulgar Tatarların
doğrudan ataları değildir.
Eski Tatarlar’ın Asya’lı kesimi, Moğol ve Mançur dilli halklar
arasında hâkim pozisyonda bulunmuş ve sonucunda Tatar adını umumi isim olarak
korumayı başarmışlardır. îşte Cengizhan bu Tatarlar’la savaşarak güçlü bir
devlet kurmuş ve sonucunda umumi Tatar adı altında güçlü bir ordu kurmuştur. Bu
orduya genel olarak Moğol-Tatar ordusu deniliyordu. Moğolların tüm fetihlerde
bu ordu Tatar olarak geçmekteydi. Fakat Moğollar da, eski Tatarlar da
fethettikleri topraklarda çok az bir kısmı teştil ediyordu ve çok hızlı bir
şekilde yerli halklar tarafından asimile olmuşlardır. Dolaysıyla bu Moğol
Tatarları, Bulgar Tatarların, Afganların, Çinlilerin ataları olmadığı gibi,
onlarla etnik bir bağı da yoktur.[8]
Avrupalı bilim adamları, Doğu’da olan Moğolların devletine
Tatar veya kendi tanımlamalarıyla Tartar, yani cehennemli adını vermektedir.
Fakat kullanımın bugünkü Tatarlarla alakası yoktur.
Rus bilim adamları ise, Altın Ordu’da yaşayan tüm Doğu’lu
milletlere Tatar demekteydiler. Sonra da, Rusların fetihleri Doğu’ya gittikçe
tüm Rus olmayan halklara Tatar denilmeye başlamıştır. Hatta Japonya’ya yakın
olan Sakalin adasında yaşayan ve Türkler ile hiç alakası olmayan Paleolaslı
milletlere de Tatar adını vermişler ve oradaki körfeze Tatar Körfezi
demişlerdir. Ruslar için Tatar sözü, Avrupalılar gibi olumsuz bir mana
taşımaktaydı. Tatar sözü ‘vahşi’ anlamına gelmektedir. Bundan dolayı büyük tarihçi,
din âlimi ve Sovyet döneminin ilk Baş Müftüsü Rızaeddin bin Fahreddin, Tatar
olmasıyla
birlikte, 1897 senesinde yapılan nüfus sayısında kendini
Başkırt olarak yazdırmıştır. Hâlbuki kendisini aynı zamanda Bulgarların bir
torunu saymaktaydı.
Yirminci asrın başlarından itibaren araştırmalar arttıkça, Türk
Tatarları diğer Tatar milletlerden ayrı tutularak, bunlara Türk-Tatar etnonimi
kullanılmaya başlanmıştır. 1923 senesinde ise, bugünkü Tatarlara Tatar, genel
olarak Türkî milletlere Türk veya Tyurk, Anadolu Türklerine ise sadece Türk
veya Rusça söylenişte Turk denilme kararı alınmıştır.[9]
Bugün bölgede yaşayan Tatarlar, Altın Orda devletinde yaşayan
yerli halk, daha önce îdil Bulgar devletini kuran millettir. Bunlara Tatar sözü
sadece 19. asırlarda genel olarak kullanılmaya başlamıştır.
Bugünkü Tatarların ataları Bulgarlar olsa, Bulgarların
atalarının kimle olduğu kesin olarak bilinmemektedir. Muhtemelen bunlar
Khuarasmi ve Hunlardır.[10] Bu konu çalışmamızla
doğrudan alakalı olmadığından, sadece bunu kaydetmekle yetineceğiz.
Bulgar devleti, Moğol istilasına kadar en yoğun siyasi
ilişkileri o zamanlar Moskova ve çevresinde küçük bir Knezlik olan Ruslarla
yaşamıştır. Kaynakların belirttiğine göre Bulgarlar, X. yüzyıldan itibaren
Ruslarla siyasi ilişkiler kurmuşlardır. Bu süreçte topraklarını genişletmeye
çalışan Rus Knezliği(prensliği) Bulgar topraklarına yönelik istila
girişimlerinde bulunmuş ve bu durum Ruslarla Bulgarları sık sık karşı karşıya
getirmiştir. Bölgede Ruslarla ilk çatışma 969 yılında olmuştur. Bunu, 985
yılında Prens Vladimir’in başlattığı Rus saldırısı takip etmiştir.[11] Ancak her iki
saldırı da Bulgarlar tarafından başarıyla durdurulmuş ve Ruslarla Kiev barış
antlaşması imzalanmıştır. Yapılan bu antlaşmalara rağmen Ruslar, îdil-Ural
bölgesine yönelik emellerinden hiç vazgeçmemiş ve bu durum Ruslarla Bulgarlar
arasında sonraki yüzyıllar boyunca da sık sık tekrarlanan kanlı çatışmalara
neden olmuştur. Bu bağlamda özellikle 1120, 1160, 1164, 1172, 1183, 1186, 1220
yıllarında çok şiddetli savaşlar yaşanmıştır. Ancak bütün bu istila girişimleri
bir sonuç vermemiş ve Bulgar Devleti Moğollar tarafından yıkılıncaya kadar
îdil-Ural bölgesinin tek hâkimi olmaya devam etmiştir.
îdil - Ural bölgesinde kurulan Bulgar Devleti sadece siyasi
alandaki başarısı ile değil, aynı zamanda ileri düzeydeki kültür ve
medeniyetiyle de adından söz ettirmiştir. Bu bağlamda onlar yüksek bir şehir
medeniyeti oluşturmuş, sanat ve ticarete büyük bir önem
vermiştir. Nitekim Arap müelliflerin yazdıklarına göre, Bulgar
Devleti yüksek bir şehir kültürü yanında güçlü bir ticaret yapısına da sahip
bulunmaktaydı. [12]
1236 yılında Cengiz Han’ın
torunu Batu komutasındaki Moğol orduları tarafından istila edilmiş ve böylece
bu devletin varlığı sona ermiştir. îdil - Ural bölgesini işgal eden Batu Han
bir süre burayı önce Büyük Moğol Hükümdarlığına bağlı olarak idare etmiş, 13 daha
sonra da bölgede kendi bağımsızlığını ilan ederek Altın Ordu Devletini
kurmuştur.
Büyük Moğol împaratorluğundan ayrılarak Altın Ordu Devletini
kuran Batu Han, Aşağı îdil’de Saray adlı yeni bir başkent kurmuş ve kendi adına
para bastırmıştır. Böylece îdil - Ural bölgesinde Altın Ordu Devletinin
hâkimiyet dönemi başlamıştır.
Bir süre sonra îdil - Ural bölgesinin yerli halklarının Moğol
idaresine yönelik isyanları azalmaya başlamış ve sonuçta tamamen sona ermiştir.
Bunda yerli halkın, istila sonrasında ortaya çıkan yeni yapılanmaya alışması
yanında, Moğol hükümdarlarının, Berke Han’dan (1256-1266) başlayarak, İslam’ı
benimsemelerinin de büyük bir rolü olmuştur. Özbek Han’ın (1313-1341 ) İslam
dinini, Altın Ordu Devleti’nin resmi dini haline getirmesinden sonra Bulgarlar,
artık kendileriyle aynı inancı paylaşan Altın ordu devletini benimsemeye
başlamışlardır. Aynı zamanda devlet yöneticilerinin de îdil-Ural bölgesindeki
Hun, Bulgar (Oğuz), Kıpçak, Peçenek gibi Türk unsurlarla iyi geçinmeyi esas
alması ve ülke yönetiminde bu unsurlara önemli roller vermesi isyanların sona
ermesine ve bölgenin hâkimi olan Moğollarla yerli Türk boylarının kaynaşmasına
imkân tanınmıştır.[13]
Kazan Hanlığının merkezi konumunda olan Kazan şehri, Altın Ordu
Devleti döneminden önce bir kale kenti olarak inşa edilmiştir. îdil ırmağının
kıyısına kurulan bu kale kenti, konumu sebebiyle kısa zamanda îdil -Ural
bölgesinin ticaret merkezi haline gelmiştir. Bu ticari öneme paralel olarak
Kazan’ın siyasi önemi de artmış ve bu bölge, Altın ordu Devleti içerisinde
önemli bir konuma yükselmiştir. Zamanla Altın ordu Devleti’nin siyasi gücü
azalmaya başlayınca diğer bazı bölgeler yanında Kazan bölgesi de yarı özerk bir
beylik konumuna yükselmiştir. Bu durum, îdil - Ural bölgesi içerisinde Kazan ve
çevresinin siyasi, askeri ve ekonomik önemini daha da iyileştirmiş ve Kazan’ı,
adeta Altın Ordu’nun bir alternatifi haline getirmiştir.
Altın Ordu Devleti’nin gerileme döneminde artan iç siyasi
çekişmeler sırasında iktidarı Küçük Muhammed’e kaptıran Uluğ Muhammed’in, Kazan
bölgesine çekilmesiyle bölgenin kaderi tamamen değişmiştir. Uluğ Muhammed, 1437
yılında Kazan bölgesini kendi denetimine almış ve bağımsızlığını ilan ederek
Kazan Hanlığını (1438-1552) kurmuştur. Kazan Hanlığı, tam bağımsızlığını ilan
ettikten sonra siyasi, askeri ve ekonomik gelişimini devam ettirmiş ve siyasi
bağımsızlığını sürdürebilmek için Ruslarla mücadele etmek zorunda kalmıştır. Bu
mücadelenin başladığı ilk dönem, başarılı bir askeri lideri olan Uluğ Muhammed
zamanında Kazan Tatarları Ruslara galip gelmiş ve Ruslar bir müddet Kazan
Tatarlarına vergi vermek zorunda kalmıştır.[14]
Kazan Hanlığı, şüphesiz Altın Ordu’nın devleti Bulgar
Hanlığı’ndan sonra gelen hanlıktır. Kazan Hanlığının kurucusu meşhur görüşe
göre Uluğ Muhammed’dir. Fakat bunun yanında kurucusu olarak oğlu Mahmud’un 1445
senesinde kurduğu görüşü de bulunmaktadır.[15]
Ancak Uluğ Muhammed’in ölümünden sonra oğulları tahtı elde
etmek için iç mücadeleye girişmiş ve bu durum Kazan Hanlığının güç kaybetmesine
neden olurken Rusların güçlenmesine fırsat vermiştir. Bu durum Rus -Tatar güç
dengesinin değişmesine ve Rusların Tatarlara galebe çalmasına sebep olmuştur.
Bunun sonucunda da 1462 yılından itibaren Kazan Hanları Rusların himayesine
girmek zorunda kalmıştır. Kazan Hanlığının elinde kalan son topraklar 1552
yılında Rus çarı Korkunç îvan tarafından yüz elli bin asker ve yüz elli top ile
işgal edilerek Kazan Hanlığı sona erdirilmiştir.[16]
îdil-Ural bölgesinde çeşitli kavimler yaşamaktadır. Tarih
penceresinde bakılınca Bulgarlar, Kıpçaklar, Burtaslar, Başkırtlar, Çuvaşlar ve
Ruslar, Tatar, Başkurt, Çuvaş gibi Türk toplulukların yanında Fin Ugor
kavimlerle Slav unsurlardan oluşan toplam dokuz milyondan fazla insan
yaşamaktadır. Doğrudan doğruya Rusya Federasyonuna bağlı olan bu altı
cumhuriyet kendi içerisinde on ayrı idari bölgeye bölünmüş durumdadır.
îdil-Ural bölgesinde Türk kavimlerden olanlar ise; Başkırtlar, Çuvaşlar ve
Tatarlardır.
Başkurtlar, güney ve Orta-Ural Dağlarının doğu ve batı
taraflarındaki bozkırlarda ve ormanlık alanlarda yaşayan bir Türk boyudur.
Başkurtların lehçe ve ırk bakımından Kıpçak grubuna girdikleri söylenmekte ve
asıl yurtları olarak Turkistanın batı kısımları
gösterilmektedir.[17] Başkenti Ufa olan
Başkırdıstan, Güney Ural’dan batıya doğru îşimbay (Belaya) ve Kama nehrine
kadar uzanır. Yüzölçümü yüz kırk üç bin altı yüz kilometre karedir. Bu
coğrafyanın nüfusu dört milyon iki yüz bindir. Bunun yaklaşık bir milyon yüz
bini Başkurtlar ise Başkurdistan’ın yaklaşık % 29’unu oluşturmaktadır.[18]
Tatarlar, bu bölgede yaşayan kavimlerden en
büyüğü olan tatarlardır. Moğolların batıya doğru ilerlemeleriyle birlikte Tatar
adı Moğollar için kullanılmıştır. Bundan başka, Tatar adını, esasen Altın Ordu
Devleti meşhur etmesine rağmen, bu ad özellikle komşularınca ve bazı batılı
yazarlar tarafından Asya’daki bütün Türkler için de kullanılmıştır. Tataristan
Cumhuriyeti, Rusya Federasyonu’nun güneyinde yer alan, îdil (Volga) ırmağı ile
Çulman (Kama) ırmağı arasında bulunan geniş bir bölgeyi kapsamaktadır. Bölgenin
batısında Çüvaşistan, kuzey-doğusunda Udmurtiya, doğusunda Başkırdistan,
güney-doğusunda Rusya’nın Orenburg bölgesi, güneyinde ise yine Rusya’nın Samara
bölgesi yer almaktadır. Bu bölgelerin arasında kalan ve ölçümü altmış yedi bin
sekiz yüz kilometre kare olan toprakları ise Tataristan Cumhuriyeti olarak 20 adlandırılmaktadır.
Çuvaşlar, îdil-Ural bölgesinde yaşayan
önemli bir Türk boyudur. Türk tarihi ve etnolojisi üzerinde çalışanlar bu Türk
boyunun Sabar Türklerinden ve Bulgarlardan geldiği yolunda fikir beyan ederler[19]. Çüvaşistan, Orta
Volga’nın sağ kıyısında ve onun kolları olan batıdaki Sura ve doğudaki Svigiya
arasında yerleşmiştir. Başkenti Çeboksarı olan Çüvaşistan, îdil-Ural
bölgesindeki üç Türk Cumhuriyeti’nin en küçük yüzölçümüne, on 22 sekiz
bin üç yüz kilometre kareye sahiptir.[20]
Bu etnografik grupların aynı bölgede karışık olarak
yerleşmeleri ve ikili etnik anımlamalar geliştirmeleri bölgede asimilasyon
sürecinin uzun ve şiddetli olduğunu kanıtlamaktadır. Eski devirlerde ve orta
asırlarda bölgede özel yerleştirmeler ve hatta ahali değiş okuşu olmuştur.
Fakat bölgedeki bütün etno-kültür dönemleri yeniden tanımlayarak, istikametini
ve zorla yerleştirmenin bu seviyede rolünü dönemler içinde belirlemek zor ve
karmaşık bir iştir.
Günümüzde Îdil-Ural bölgesi
denildiğinde, merkezde bugünkü Tataristan, Başkırdistan ve bunların
etraflarında bulunan yerler anlaşılmalıdır. Bölgede Ruslarla birlikte Tatar,
Başkırt ve Çüvaş gibi Türk toplulukların bulunduğu Cumhuriyetler yanında Mari,
Mordva ve Udmurt gibi Fin Ugor kökenli halkların çoğunlukta olduğu
cumhuriyetler de bulunmaktadır. Bu bölge Rusya Federasyonu içinde, Volga nehri
ve Ural dağları arasında kalan bir mekândır. Bulgarlar hakkında tarihi
kayıtlarda M. Ö. II. yy. ait bilgiler bulunmuştur. M. S. III. yy., Suriyeli
yazar Mar-Abas Kotina, M. Ö. 149-127 yıllarında Kafkas dağlarından Kuzeye
yerleşen Bulgarların, Ermenistan’ı istila ettiklerini kaydetmiştir. Bulgar
adına daha sonra M. S. 482’de Bizans kaynaklarında 23 rastlanmaktadır.
III.
BÖLGENİN
DİNİ VE MEZHEPSEL YAPISI
Îdil-Ural bölgesi, tarihte ilk İslâm devletlerinden birisi olan
Eski-Bulgar veya Îdil- Bulgar Hanlığının kurulduğu bir bölge olarak
bilinmektedir. 922 yılında İslâm, bu bölgede resmi din olarak kabul edilmiştir.
Bundan önce 920-921 yılında Bulgar Hanı Şelkey oğlu Almış, Abdullah Baştu
el-Hazari’yi Bağdat’a Abbasi Halifesi Muktedir-Billah’a elçi olarak
göndermiştir. Buna cevaben Halife, bölgeye meşhur İbn Fadlan’ı gönderir. Îşte
böylece Bulgar Hanlığı, İslam’ı ilk kabul eden bağımsız Türk devleti olmuştur.[21]Bu bölgenin İslâm’ı
kabul edişi, uzun bir zaman süren kültürel bağlantılar ve karşılıklı ticari
ilişkilerden dolayı olmuştur. Dolayısıyla bu bölgede İslâm’ın kabul edilişinde,
savaş ve fetihlerin rolü yoktur.[22]
Yukarıda kaydedilen bilgilerin yanında, bölgeye İslam’ın
gelmesiyle alakalı diğer rivayet de bulunmaktadır. Seyfettin Erşahin’in
belirttiğine göre, Ebü’l-Feyz’in tarihinde, ilk olarak İslam’ı bölgeye götüren
direkt Hz. Peygamber’in sahabeleri olduğu zikredilmekte, hatta sahabelere ait
iki kabir de bulunmaktadır.[23] Belki de bundan
dolayı, içinde İbn Fadlan’ın da bulunduğu Halife’nin heyeti, bölgeye ulaşınca,
daha önce İslam’ı kabul edenlerin olduğunu görmüşlerdir.
Rizaeddin Fahreddinov’un belirttiğine göre, bu
bölgede yaşayan halkın İslam’ı kabul etmelerinin sebebi tam olarak
bilinmemektedir. Fakat İbn Fadlan’ın
seyahatnamesinden anlaşıldığı kabarıyla bu sebep, siyasidir.
Almas Han, düşmanlarından korunabilmek için Halifeden yardım isterken, mutlaka
güneydeki Hazar ve kuzeydeki Rusları göz önünde tutmuştur. Yani Bulgar
devletinin bağımsızlığı için Yahudilik ve Hıristiyanlıktan başka bir din
gerekmekteydi.[24]
Orta Asya, îdil Bulgarları için özel bir anlam taşımaktadır.
Çünkü İslamiyet buralardan yayılıyordu. Dinle birlikte îdil-Bulgarlarına İslam
âleminin bütün kazanımları da sızıyordu. Müslüman tüccarlar genellikle
ticaretle misyonerlik faaliyetlerini birleştiriyorlardı. Bu arada İslamiyet’e
daha önce giren Harezmî Türklerinin de Bulgarların Müslümanlaşmasına katkıda
bulunduklarını belirtmek gerekir. îdil Bulgarlarının Orta Asya kaynaklı olarak
Müslüman tüccarlar aracılığıyla İslamiyet’e girdiklerinin bir delili de Hanefi
mezhebine itikat etmeleridir. İdil Bulgarlarının Hanefi mezhebine mensup
olduklarını, Ortaçağ Arap tarihçisi İbnü’l Esir, Hicri 433 yılı olaylarına dair
haberinde şöyle ifade etmektedir:
“Bulgar kavmi Türkler ve Saklebler arasında doğan
bir kavimdir. Onların şehirleri Türklerin en uzak şehridir. Onlar (önceleri)
kâfirdiler... (Daha sonra) İslam dinini kabul 28
ettiler. Onlar Ebu Hanife
mezhebindedirler”[25]
İdil Bulgarları arasında Şafii mezhebinin de yayılmış olduğunu
gösteren delillerde vardır.. İbn Fadlan, Bağdat’ta Şafii mezhebinin resmi
olarak kabul edildiği bir dönemde Bulgarlar arasında Hanefi mezhebine
uyulmasından sızlanmaktadır. Şafii mezhebi devlette genel kabul görmemiştir.
Anlaşılan bu mezhep belli bir çevrede yayılmıştır. XII. yüzyılın Hanefi fakihi
an-Nasari’nin eserlerinin yanı sıra yine aynı dönemin ünlü Şafii fakihi el- 29
Gazali nin eserleri de Bulgarlar arasında popüler olmuştu.
İdil-Ural bölgesindeki Türk topluluklarının çoğu, daha önce
Müslüman olan Bulgarların haricinde, Altın Ordu Devleti içine girdikten sonra
da İslâm’ı kabul etmiştir. Altın Orda zayıflayıp parçalandıktan sonra, onun
yerinde Kazan, Astrahan, Sibirya, Nogay hanlıkları kurulmuştur. Hepsinde galip
olan din İslâm’dır. 16. asırda bu hanlıkların çoğu, başta Kazan hanlığı olmak
üzere, Rus hâkimiyetine girmiştir. Rus hâkimiyetine girdikten sonra bölgede 18.
asra kadar şiddetli bir asimilasyon politikası devam etmiştir. Bundan
dolayı 19. asra kadar çok sayıda ayaklanma olmuştur. Bunu
çoğunlukla Başkurtlar yapmışlardır.[26]
Rus devleti tarafından yapılan politikaya sert
tepki gösterdiğinden, îkinci Yekaterina (1762-1796) döneminden itibaren
Müslüman nüfusa daha yumuşak bir siyaset uygulanmaya başlanmıştır. Bu dönemin
en önemli gelişmesi, Ufa şehrinde Orenburg Muhammedi Ruhani îdaresi isimli
Müftülük merkezinin kurulmasıdır. Ancak kurulan bu Müftülükte Baş müftü
doğrudan împarator tarafından tayin edilmiştir. Baş müftülüğün kurulmasının
amacı ise, Müslümanların dini hayatını kontrol altında tutmaktır. Bunun bir
olumlu sonucu, Müslümanlara camiler ve dini medreseler açmaları için izin
verilmesidir. Bundan önce pratikte yasaklanmış olan dini hayat resmiyet
kazanmıştır.
îdil-Ural çevresinde yaşayan Müslümanların değişim ve uyanması,
19. asrın ortalarında başlamıştır. Kazan’da, 1758 yılında gimnazyum(okul),1804
yılında ise Rusya’da üçüncü üniversite açılmıştır. Söz konusu asrın son
çeyreğinde Kırım’da, yeni usulle eğitim veren medreseler açılmaya başlamıştır.
Bu okullar, eğitimin yenilenmesi gerektiğini, yeni usulün olumlu olduğunu
göstermiştir. Bunun sonucunda, birçok dini okulda yeni eğitim metodu
kullanılmaya başlamıştır. 19. asırdan önce, dini ilimler daha çok Orta Asya
âlimleri îdil-Ural tarafından ticaret kervanlarıyla gelen öğrencilere
öğretiliyordu. Zaten yenilikçilik hareketinin öncülleri ve en meşhur âlimleri
Buhara ve 31
Semerkant medreselerinde okumuştur.[27]
20. asrın başında Orenburg Dini Meclis ismini
taşıyan Merkez Diyanete bağlı topraklarda 7800 cami bulunuyordu. Camilerin
yanında okuma-yazmayı öğreten ilkokullar da mevcuttu. Bütün okul ve camiler
millet tarafından finans edilirdi. Okulların sadece dini olmalarına izin vardı,
bunların haricinde milli kültür eğitim yasaktı. Bundan dolayı Müslüman nüfusun
eğitimi din merkezliydi ve belli bir zamana kadar din derslerin 32 haricinde
herhangi bir eğitim yoktu.[28]
Tezimizde incelenecek olanTatar âlimleri hızlı
değiştiği bir dönemde yaşamışlardır. Tezimizde fikirlerine geniş yer
vereceğimiz Şihabuddin Mercâni, Musa Carullah Bigiye’f, Abdürrahim Utız-îmeni,
Abdunnasır Kursavî, ceditçiler ve onlara karşı olan kadimciler, Rusya’daki dini
uyanış, sıcak ve karışık XX. asrın başı, iki ihtilal ve dinin yasaklanması vs.
gibi etkileyici faktörlerin içinde kendi anladığı İslâm’ı savunma gayreti
içinde olmuşlardır.
Mercânî ve diğer âlimlerin büyük kısmı, gelenekçi olan bir
topluluğun içinden çıkıp dış ve iç tepkilere karşı dini yeniden anlamaya,
yeniden toplum içinde dine yer bulmaya çalışmışlardır. Dış problemler, önce
çarlık sisteminde dini okular için belli şartlar konması, sonra yeni, Bolşevik
devrinde dinin tamamen yasaklanmasıdır. îç problemler ise, kadimciler
tarafından gelen tepkilerdir.
Bölgede yaşayan Müslümanların dini uyanışı, ilk olarak Kursavî
ve Mercâni gibi büyük zatlarla tarihe yazılır. Bu iki şahıs, bölgede, belki de
tüm Rusya’da sonra çok yaygın olan ve çok yararlı olan ceditçilik hareketinin
temsilcileridir. Ceditçilik, dini yenilikçiliğin çeşitlerinden birisidir.
Yenilikçilik, ortaçağ düşüncesinin aksine, aklın üstünlüğünü kabul eder ve
akılla uyuşmayan düşünceleri reddeder. Müslüman topluluğunda modernist düşünce,
batı üstünlüğüne tepki olarak gelişmişti. Bu durumda, Müslümanları, sadece
düşmanlara karşı koymak için değil, aynı zamanda onları eğitmek isteyen
reformcular da çıkmıştı. Bunlardan önde gelenlerden farklı kıtalardan
Cemalüddin Afganî (1839-1897), Muhammed Abduh (1849-1905), Reşit Rıza
(1865-1935), Sör Seyit Ahmet Han (18171898), Muhammed îkbal (1877-1938), Şibli
Numani (1857-1914) sayılabilir. Bunların ortak hedefleri, yeniçağda
Müslümanların geri kalmalarını gidermek, dinin hâkimiyetinde yeni bir anlayış
geliştirmektir.
Yenilikçilik, reformculuk geniş
yelpazeli bir harekettir. Bu yüzden onun temsilcileri, bazı görüşlerde
birbirine tamamen zıt olabiliyorlardı. Bunun yanında onlar, bir topluluk,
cemaat, teşkilat halinde değildi, belki de birbirini tanımıyordu. Onları bir araya
33 toplayan
asıl nokta, dine, din ve insan arasındaki ilişkiye yeni bir gözle bakışlarıdır.[29]
Söz konusu yaz günlerinde yatsı namazının şartlarının tam
olarak gerçekleşmemesi meselesi, kendi zamanında yerli nüfusun dindar ve îslamî
ilimlere açık olduklarından da önemlidir. Direkt konumuzla alakalı olmayan,
ancak bölgedeki Müslümanların ne derecede ilme yakın olduklarını gösteren bir
hususa dikkat çekmeği uygun görmekteyiz. Örnek olarak Şubat ihtilalden önce
îdil-Ural bölgesini teşkil eden Ufa ve Kazan guberniyalarında (vilayetlerinde)
okul sayısını alacağız. Kazan guberniyasında 1800 yaklaşık mektep-medresede 132
bin öğrenci, Ufa guberniyasında 1500 mektep-medresede 83 bin öğrenci
bulunmaktaydı. Bunlardan yaklaşık 45’i için meşhur denilebilir. Bunlardan ilk
sırada, zamanından dini Üniversite seviyesine kadar ulaşan Ufa’daki ‘Aliye-i
Diniye’ ve ‘Osmaniye’ medreseleri, Kazan’daki ‘Muhammediye’ ve ‘Mercâni’,
Orenburg’daki
‘Hüseyniye’, zamanında küçük Buhara diye isimlendirilen
Sterlibaş medresesidir. Bazılarında 800 kadar öğrenci bulunmaktaydı. Bunların
büyük bir kısmı yeni usulle çalışan okullardı. Bunların hepsi, yerli
Müslümanların dine yakın ve yerli âlimlerin tecrübeli ve gereken hususlarla
alakalı fetva vermeye yetenekli olduğunu göstermektedir.[30]
Daha bir dikkat çekici husus, bölgede, Tatar ve
Başkurt tarihçiliğin geç meydana gelmesidir. Mesela Orta Asya veya Kafkaslarda,
Rus işgalinden önceki tarihi anlatan pek çok eser bulunmaktadır. Bunlar Farsça,
Türkçe kısmen Arapçadır. Îdil-Ural bölgesinde ise, tarihçilik sadece 17.
asırdan itibaren başlamaktadır ve bundan önceki tarih sadece birkaç eserden
öğrenebilir. Tarihçilik ile yakın zamanda, yani 17. asrın sonunda, Tatarlar
arasında ceditçilik hareketi başlamaktadır. Bu hareket, dünyada gelişen yenilikçiliğin
bir versiyonu olsa da, kendine özgü bazı özellikleri bulunmaktadır. Demek ki bu
zaman, bölgede İslam’ın hızlı geliştiği olduğu bir zamandır.[31]
IV. BÖLGENİN MEŞHUR İSLAM ÂLİMLERİ
A. MUSA CARULLAH BİGİYEV (1875-1949)
Îdil-Ural bölgesinin meşhur âlimi olan Musa Bigiyev, kızı
Fatima’nın ifadesiyle Carullah, 6 Ocak 1873 yılında dünyaya gelmiştir. Fakat
Carullah, Fatih Kerimov’a yazdığı mektubunda kendisinin doğum yılını
bilmediğini belirtir.[32] Bununla birlikte
kaynaklara bakıldığında, Carullah’ın 1875 yılında Rostov-na-Donu şehrinde
doğduğu daha çok benimsenmiştir.
Carullah’ın dedesi Abdülkerim Efendi, babası
Yarullah Efendidir. Annesine gelince Damolla Habîbullah Hazret’in kızı Fâtıma
Bigi Hanım’dır.[33] Carullah’ın Rus
dilini ve İslam ilimlerini bilmesi, Orenburg Müftüsü olan Selim Giray Tevkilef
tarafından Don Oblastı ’na ahund (fahri imam) olarak tayin edilmesine
neden olmuştur. Ayrıca babasının
zengin olması da bu konuda etkilidir. Musa
Carullah’ın kendisinden beş yaş büyük ağabeyi Muhammed Zâhir Bigi daha sonra
tanınmış ve Tatar yazarlarından biri olmuştur. Muhammed Zahir Bigi daha Kazan
’da öğrenciyken Rusça ve Rusçaya çevirilen eserleri, özellikle de polisiye
romanları okumaya merak salmış, daha sonra bu eserlere benzer Türkçe hikâyeler
yazmaya heveslenmiştir. 1887 senesinde çıkan “Günah-ı Kebâir” (Büyük
Günah) adlı ilk büyük hikâyesi Kazan edebiyatında yayınlanmış Türkçe hikâyeler
arasında ikinci sırada yer almıştır.[34]
Muhammed Zahir’in ikinci hikâyesi “Güzel Kız Khadiçe” ise 1896 yılında
basılmıştır. Muhammed Zahir’in “Katile ” ve “Mürtet” adlı
hikâyelerin varlığı bilinmekle birlikte, A. Battal-Taymaz’ın belirttiğine göre
bunlar basılmamıştır. Muhammed Zahir’in 1890’lı yıllarda Türkistan ’a
gerçekleştirdiği seyahatin notlarını, 1908 yılında Musa Carullah kardeşinin
dilinden, renk katarak ve birtakım ilavelerde bulunarak düzgün hale
getirmiştir. Daha sonraları bunları “Maveraü ’ n-Nehir’de Seyahat”
adıyla neşretmiştir. Muhammed Zahir genç yaşında (33) hayata veda etmesine
rağmen, kendi toplumuna yönelik tenkitçi görüşleri ve devrin
sosyo-psikolojisini yansıtan umumi tahlilleri sayesinde 19. yüzyıl Tatar
edebiyatının nadir simaları arasında yer almıştır. Carullah’ın babası kırk beş
yaşı dolmadan 1881 yılında ani bir hastalıktan dolayı vefat etmiştir. Bu
vakitte Muhammed Zahir Bigi 10-11 yaşında, Musa Carullah ise henüz 5-6 yaşında
idi.[35]
Carullah’ın babası vefat ettikten sonra onun ve
kardeşinin eğitimiyle anneleri ilgilenmiş, yaşadıkları bölgede öğrenmesi
zorunlu olan Rusça dilini öğrenmelerini sağlamıştır. [36]
Carullah’ın annesi küçük Musa’ya Arapça ve Osmanlıca kitaplarından ders vererek
gerekli bilgileri verdikten sonra, on bir yaşındaki Musa Carullah’ı eğitimini
devat ettirmek üzere Rostov ’taki Real Devlet Lisesi (Rus Teknik
Lisesi) ’negöndermiştir. Fakat Carullah’ın annesi oğlunun büyük bir din âlimi
olmasını istediğinden dolayı Carullah’ı on üç yaşındaykengönderdiği okuldan
geri alarak 1888 yılında Kazan şehrinde bulunan Damolla Abdulallam’ın Gölboyu
Medresesi’ne yollamıştır. Burada Carullah, sürekli sorgulama ve taklide
karşı olan tenkitçi bir yapıya sahip olması nedeniyle bu medreseyi
terk edip tekrar Rostov ’a döner ve yarım kalmış lise
tahsilini burada tamamlar. [37] Bazı kaynalara göre
Carullah Krımdaki Bahçesarayve Kazandaki Şehabuddin Mercânî’nin Medreselerinde
okumuştur[38]. Rusya Müslümanları,
din eğitimini Buhara ve Semerkand medreselerinde pekiştirdikten
sonra memleketlerinedönüp öğrendiklerini hemşehrilerine öğretirlerdi. Bu
durumyüzyıllardan beri gelerek Rüsya Müslümanların bir geleneği olmuştur.
Carullah da bu geleneğe uyarak 1895yılında, Buhara ’ya gider. Burada
Carullah, eğitim metodunu beğenmediği için kendisi hocalar seçip Arapça, Farsça
dilleri, Fıkıh ve Felsefe derslerini almıştır. Aynı zamanda Carullah, Damella
Şerif-Efendi bir Hoca’dan matematik ve astronomi derslerini almıştır. Buhara ve
Semerkand menreselerindeki eğitimini aldıktan sonra 1896 yılında Musa Carullah
tekrar Rostov’a döner ve burada üniversite eğitimini almak üzere
müracaatta bulunur. Fakat Latince bilmediğinden dolayı üniversiteyi
kazanamamıştır. “Musa Carullah 1901 senesi Petersburg’ta 55. Vasilyev
Adası, 5. evde bir süre kalmış. Aynı yıl 31 Ağustos’ta tutuklanmış ve ceza
olarak da Ufa şehrine sürgüne gönderilmiştir. Sürgün cezasını
tamamladıktan sonra ise yurt dışına gitmiştir. ”[39]
Dinî eğitimi için gerçekleştirdiği yaklaşık on senelik seyahetlerinden sonra,
îslam coğrafyasının başka ülkelerini görmek ve ilmî susuzluğunu gidermek üzere
Carullah önce İstanbul’a sonra Mısır’a gider. Carullah İstanbul’agelip Mühendis
Mektebine (Teknik Üniversite’ye) yazılır, fakat sonra hemşerisi Musa
Akyiğitzâde (1864-1923) ’nin tavsiyelerini alıp Mısır’a gider. Kahire’de
de umduğu medreseyi bulamayan Carullah, sırasıyle Mekke, Hindistan, tekrar
Kahire, Beyrut ve oradan yaya olarak Şam’a seyahetini gerçekleştirir. Bu
seyahatleri esnasından Carullah birçok bilginle görüşür ve ders halkalarına
katılır. Bu bilginlerinler arasında Muhammed Abduh, Şeyh Bahit Efendi ve Şeyh
Salih, Carullah’ın dikkati çekerler.[40]
Carullah, yaklaşık 11 yıl süren seyahatından sonra 1903-1904
yıllarında tekrar memleketine döner. Carullah 1905’de Çistay’lı Şeyh Zakir
Hazret’in kızı Esma Aliye Hanımla evlenir, sonra onu annesinin yanında bırakıp
St. Petersburg’a gider. Burada Carullah Abdürreşid İbrahim’in yayınladığı Ülfet
(1905) ve Tilmiz (1906) gazetelerinde makaleler yazmakla meşgül olur. Ayrıca
Carullah, 1905-1917 yılları arasında îdil-Ural bölgesinde yayınlanan dergi ve
gazetelerin çoğunda da makaleler hazırlamakla birlikte
birçok eserlerini de yayınlamakta muvaffak olmuştur.
Musa Carullah Bolşevik döneminde (1917-1933 yıllar arası) Rusya’da kalıp St.
Petersburg ve Moskova’da imamlık görevi yanında çeşitli dinî toplantılarına
katılmıştır. Carullah Kasım 1930’daki kıyım döneminin başlanmasıyla memleketini
terk etmek zorunda kalmıştır. 28 Ekim 1949 senesinde de Kahire’de vefat etti. [41]
Hayatını ilim öğrenmeye, makale ve kitap yazmaya adayan
Carullah’ın yüzün üzerinde küçük ve büyük eseri vardır. Bunların çoğu
yayınlanmasına rağmen, başta ‘Kur’an Tercümesi’ olmak üzere diğer yazma
eserleri günümüze kadar gelmemiştir. Eserleri St. Petersburg’danKahire’ye,
Bombay’dan İstanbul’a kadar uzanan coğrafyada yazılıp basılmasına karşın
eserlerine ulaşma hususunda her eserini farklı yerlerde yazmış olmasından
kaynaklanan bir takım zorluklar da söz konusudur. Musa Carullah’ın belli başlı
eserleri şunlardır:
1906 Sene Avgust 16’dan 20’ye Kadar Beş Gün
Devam Etmiş Meclisler Protokolü Zabıt Ceridesi (Kazan 1906), el-Luzumiyyat
Tercümesi (Kazan 1907), Edebiyat-ı Arabiyye ile Ulûm-i İslamiyye
(Kazan 1907), el-Muvafakat Mukaddimesi (Kazan 1909), Şeriat Niçin
Ru’yete İ’tibar Etmiş (Kazan 1909), Kavâid-i Fıkhiyye (Kazan 1910), Uzun
Günlerde Ruze (Kazan 1911), Halk Nazarında Bir Nice Mesele
(Kazan1912), Büyük Mevzularda Ufak Fikirler (Petersburg 1914), Devlet
Dumasında Meyyit Yakmak Meselesi (Petersburg 1914), Maide (Petersburg
1914), Islahat Esasları (Petrograd 1915), Zekât (Petrograd 1916),
Şeriat Esasları (Petersburg1917), Fıkhu’l-Kur’ân (Petersburg
1920), İslam Milletlerine Dinî, Edebî, İctimaî Siyasi Meseleler Tedbirler
Hakkında (Berlin 1923), Şeriat-ı İslamiyye Nazarında Müskirât Meseleleri
(İstanbul 1927), Mürâcaat (On Bir Sene Mukaddem 1921 Senede Mebusların Biri
Elinde Türkiye Büyük Millet Meclisi İltifatlarına İhtiramla Takdim Kılınmış Bir
Mürâcaat) (Kahire 1931), Kur’ân-ı Kerîm Âyet-i Kerimelerinin Nurları
Huzurunda Hâtun (Berlin 1933), el-Vesia fî Nakdi Akaidi’ş-Şia (Kahire1935),
Kitâbu’s-Sünne (Bhopal 1945) .[42]
B. ŞİHABUDDİN
MERCÂNÎ (1818-1889)
Tam ismi Şihabuddin Abulhasan Harun b. Bahauddin b. Subhan b.
Abdulkerim b. Abdü’t-Tavvab b. Abd el-Gani b. Abdulkuddus b. Yadaş b. Yadkar b.
Ömer el-Kazanî el- Mercânî el-Bulgarî’dir.[43]
Şihabuddin Mercânî 3 Ocak 1818 yılında, Kazan’a bağlı Yabancı köyünde dünyaya
gelmiştir. Mercânî ailesinin ilk çocuğudur. Mercânî doğduğunda babası otuz iki,
annesi ise yirmi dört yaşındaydılar. Mercânî’nin annesi çok erken vefat
ettiğinden dolayı Mercânî annesi hakkında çok az bilgi sahibi olmuştur.[44]
Mercâni’nin cetlerinden olan Abdülkuddûs b. Yadaş b. Yadkar b.
Ömer Hoca Kazan şehrinin elli kilometre uzaklığında bulunan Mercân köyünün
kurucusudur. Bu nedenle Şihabuddin Mercânî, Mercân köyüne nispetle el-Mercânî
olarak lakaplandırılmıştır.[45]
Mercâni’nin annesinin ismi Hubeybe bnt.
Abdünnâsır b. Seyfülmülük b. Muzaffer b. Murtezâ b. Ali b. Yûsuf es-Semberî
el-Çakâlî (v. 1833), babasının ismi ise Bahuddin b. Sübhân’dır (v. 1856).
Bahuddin Bey kendi zamanında Buhara’ya giden öğrencilerin önde gelenlerinden
olmuş, Buhara Emiri Haydar b. Ma’sûm’um saygısına mazhar olmuştur. Hatta
memleketine dönmeden önce Buhara Emiri kendisine çeşitli hediyeler
göndermiştir. Bahuddin b. Sübhân, Emirin sarayında gerçekleştirilen ilim
meclislerine katılmış, orada ortaya çıkan iltifatları da görmüştür. Bahuddin
Bey, kendi memleketine dönerek Yabancı köyünde hocalık yapmış, daha sonra bu
görevini Taşkiçu köyünde devam ettirmiştir. Bahuddin Bey 1856 yılında yetmiş
iki yaşındayken vefat etmiştir.[46] Şerefin belirttiğine
göre, Mercâni’nin zamanında okullar belli bir düzene sokulmamıştı. Mercânî,
1881 yılından itibaren kendi adına kurulan Mercânî medresesinde ders vermeye
başlamıştır. 1884’de Tatarskaya Uçitelskaya Şkola’daki görevi de sona eren Mercânî,
29 Şaban 1306 / 18 Nisan 1889 yılında vefat etmiştir. Mercânî Kazan’daki
Müslüman mezarlığına defnedilmiştir.
Mercânî ilk dini eğitimini altı yaşındayken babasının hocalık
yaptığı Taşkiçu köyündeki medresede almıştır. Kazan bölgesinin meşhur bir
medresesi olan bu medresede MERCÂNÎ babasından ve çeşitli hocalardan Arapça,
Fıkıh, Kelam ve Mantık derslerini tedris etmiştir. 17 yaşına geldiğinde Mercânî
kendisi de babasıyla birlikte hocalık yapmaya başlamıştır. Oldukça zeki olan
Mercânî, bu medresede pek tasvip etmediği Farisi dili ile öğretilen Arapça
grameri dersi için kendi metodu ile Arapça ders kitabı hazırlamıştır.51
17 Mayıs 1838 yılında Mercânî bir ticaret kervanına katılarak
ilmini ziyadeleştirmek maksadıyla Buhara’ya gitmek üzere memleketinden hicret
etmiştir. O devrin şartlarında bu yolculuk 7 ay sürdükten sonra 12 Aralık 1838
de Buhara’ya ulaşmıştır. Mercânî ilk derslerini meşhur bir âlim olan Mirza
Salih Ağlan bin Abdullah el- firgani’den almaya başlamıştır. Tarih ilmine
duyduğu hususi alakanın etkisiyle devrin büyük tarih hocalarından Huseyin bin
Muhammed bin Omer el-Kirmani el-Kargali ile tanışmıştır. Pek çok lisan bilen bu
tarih hocasının Mercânî üzerinde ciddi etkileri ve faydaları olmuştur. 52 Zaman
geçtikçe Buhara’daki eğitim sistemini oldukça bozuk ve yetersiz bulan Mercânî,
5 yıl kaldığı Buhara’dan Semerkant’a geçerek Şirdar medresesine yerleşmiştir.
Semerkant seyehatı onun fikri tekâmülünün dönüm noktalarından birini teşkil
etmiştir. Burada meşhur kadı Ebu Said bin Abdulhay bin Ebul Hayr
es-Semerkandi’den dersler alan, O’nun çocuklarını okutan ve zengin
kütüphanesinden faydalanan Mercânî, bu âlimin teşviki ile tarih ile de
ilgilenmeye başlamıştır. O dönemde fikir dünyası daha da genişlemiştir. îki
sene sonra icazetname alan Mercânî Buhara’ya dönmüş ve burada ‘’Mir Arap’’
isimli medrsede 5 sene boyunca ilim tahsiline çeşitli âlimlerin huzurunda devam
etmiştir.[47] 1849 yılında
Buhara’dan ayrılan Mercânî yaklaşık 11 yıllık aradan sonra tekrar Taşkiçu
köyüne gelmiştir. 2 ay sonra da Kazan şehrindeki mescide imam-hatip ve müderris
olarak tayin edilmiştir. 1876’dan itibaren Kazan’da Ruslar tarafından Müslüman
mekteplerinde zorunlu olarak okutulan Rusça derslerine muallim yetiştirmek için
açılan Tatarskaya Uçitelskaya Şkola’da 9 yıl süreyle ‘’din muallimliği’’
yapmıştır. 1880 yılında hac vazifesini ifa etmek için yola çıkmış; îstanbul,
îzmir, îskenderiye üzerinden Mekke ve Medine’ye ulaşmış ve buralarda bir süre
kalmıştır. Mercânî aynı yılın sonunda tekrar
Kazan’a dönmüştür. Hayatının geri kalan kısmını
burada geçirmiş ve vefatına kadar çok sayıda talebe yetiştirmiştir.
1.
el-Hikmetu’l-Bâliğe
el-Cenniyye fi Şerhi’l-Akâidi’l-Hanefîyye, 1888 Kazanda basılmış.
2.
“el-‘Azbu’l-Furât
ve’l-Mâu’z-Zülalü’n-Nâfi’ li-Gilleti Revammi’l-İbrâz li-Esrâr Şerhi’l-Celâl
” (İstanbul 1292, 1315, 1317, 1323), Mollâ Celal Devvâni’nin “el-Akâidu’l-
‘Adudiyye” şerhinin hâşiyesidir.
3.
“el-Meselu’l-A’lâ”.
4.
Hakku’l-Beyân
ve’t-Tesvir fi Mes’ele Hudus Alemi’l-Emr ve’t-Takdîr”, Kazan,1888.
5.
et-Tarika
el-Musle vel-akıda el-Husna, 1891, Kazan.
6.
Akıda
muhtasara, 1910, Mecmuat er-Rasailde Kahire’de basılmıştır.
7.
“Tezkiretu’l-Munîb
‘Adama Tezkiyati Ehli’s-Salîb”.
8.
Nâzûretü’l-Hakk
fîFardiyyeti’l-Işâ ve in lem Yeğibi’ş-Şafak, 1870, Kazan.
9.
“Hakku’l-Ma’rife
ve Hüsnu’l-İdrâk bima Yecib fî Vücûbi’l-Fıtr ve’lİmsâk”. “Nâzûretu’l-Hakk”
kitabın gereksiz ve asılsız olduğuna dair tenkitler ortaya çıkması bu eserin
yazılmasına neden olmuştur. Kazan’da 1880 yılında basılmıştır.
10.
“el-Berku’l-Vâmidfi’r-Redd
‘ala’l-Bağîd el-Musemma bi’n-Nâkid’. Kazan’da 1888 yılında basılmıştır.
Bazı fıkhî meseleleri içeren bir eser olup Mercâni’yi tenkit eden Mollâ Said
el-Bereskevi’ye cevapları içermektedir.
11.
Menasik
el-Hac.
12.
“Hizâmetu’l-Havâşî
li-İzâhati’l-Gavâşî” (Kahire 1306 h. , 1322 h. , 1324 h. ; Kazan 1889).
Teftâzânî’nin et-Telvîh adlı eserine yazılmış bir hâşiyedir.
13.
el-Hak
el-Mubin fi Mehasin evda Eddin. 1889, Kazan.
14.
Meşaria
el-Usul ve Meşarip el-Fusul.
15.
el-Fevaid
el-Muhimma, 1878, Kazan.
16.
Cevami
el-Hikam ve Zerai en-Niam.
17.
en-Nesaih.
1869. Kazan.
18.
Cami
el-Hutab, 1912, Kazan.
Zikredilen bu eserler, Mercânî’nin eserlerinin
hepsi olmadığı söylenebilir. Mercânî’nin bu eserlerinin kaleme alınış nedenini,
onun yaşadığı dönemdeki güncel meseleler oluşturmaktadır.[48]
C. MOLLA
ABDURRAHİM BİN USMAN UTIZİMENİ (OTUZ- İMENÎ)’NÎN HAYATI, İLMİ ŞAHSİYETİ VE
ESERLERİ (17541834)
Meşhur olan Îdil-Ural âlimi: fakih, sufi, şair,
düşünür - Molla Abdurrahim bin Usman bin Sermeki bin Kırım el-Utız-Îmeni.55 1 754
yılında Tataristan’ın Bügülme ilçesi yakınlarındaki Otuz-Îmen (bugün Çirmeşen’e
bağlı Yana Kadı) köyünde dünyaya geldi.[49]
Babası Usman bin Sermeki Timeş (Leninagorsk ilçesinin) köyünde doğdu.
Annesi Utız- Îmen köyünde doğmuş ancak evlendikten sonra Timeş köyünde yaşamaya
karar vermiştir. Otuz-Îmen’i dünyaya gelmeden babası Usman b. Sermeki öldü.
Annesi Afife’yi de henüz 2-3 yaşlarında iken kaybetti ve küçük yaşta yetim
kalınca akrabaları tarafından büyütüldü.[50]
Otuz Îmen ilim tahsilini ilk olarak köyünde
bulunan Vildan Molla Medresesi’nde almıştır. Bu medresede kısa zamanda sivrilen
Abdürrahim Otuz-Îmeni kendi akranlarına hocalık da yapmaya başlamıştır. Çevre
köylerdeki medreselerde okuduktan sonra dönemin Îdil-Ural meşhur ilim
merkezlerinden Orenburg’a bağlı Kargalı kasabasına giderek Valid b. Muhammed
el-Emin medresesinde öğrenim gördü.[51]
Buradaki eğitimini tamamladıktan sonra bir müddet aynı bölgede bulunan
Siterlibaş Medresesi’nde ders verdi. Kendi memleketinde başlangıç ilimlerini
aldıktan sonra 1788’de bilinmeyen bir sebepten veya
bilgisini arttırmak için eşi Hamida Bedia el-Cemal ve çocuğu
Abdünnasır ile başta Orta Asya’ya göç etti. O dönemdeki Îdil-Ural bölgesinde
yaşayan Türk Müslümanlar dini eğitim almaları için başta Buhara ve Semerkant
olmak üzere bazı ilim merkezlerine çocuklarını gönderiyorlardır.59 Otuz-Îmeni,
Akça, Tufi, Mazar, Şahimerdan gibi şehirlere giderek oradaki medreselerde ders
verdi. 1796 yılında Belh, Gerat, Kabil gibi Afganistan şehirlerinde ilmi
çalışmalar sürdürmüştür. Kabil’de de sufi Şeyh Feyzhan el-Kabuli ile tanışmış
ve ona bağlanmıştır.[52] Bir başka rivayete
göre Buhara’da bağlanmıştır.[53] Haci Bağdadi’den
sonra Megak mescidinde imam oldu[54] Semerkand’da, Hoca
Ahrar medresesinde saklandı, Semerkand ve Buhara’da yaşayanlar tarafından Hz.
Osman (r.a.) mushafı diye bilinen el yazma kitabı düzenleyip, kaybolan bazı
yerlerini yazıp, yırtılan kâğıtları yapıştırıp yeniledi.[55]
1798’de Kayırmaç denilen yerde hanımı Hamide vefat etti. Sonra Abdürrahim
Otuz-Îmeni çocukları ile önce Otuz Îmen köyüne gitti, ancak baba tarafı o
köyden olmadığı için köy halkı onları kabul etmediler. O da uzaktan
akrabalarının yaşadığı, komşu köye, Kara Çeşme’ye, gitti. Burada bir yıl
kaldıktan sonra, sırasıyla, Îşley (Çistay’da) ve Ebi köylerine gitti. Ebi
köyündeki medresede 3 yıl halfelik (hocalık) yapan Abdürrahim Otuz-Îmeni,
buradan da medresesi bulunmayan Kuakbaş (Leninagorsk ilçesi) köyüne geldi ve
burada bir medrese kurarak öğrenci yetiştirmeye başladı. Bir müddet sonra bu
köyden de ayrıldı ve babasının köyü olan Timeş’e gitti. Ömrünün sonuna kadar bu
köyde yaşayan Abdürrahim Otuz-Îmeni, 1834 yılında 80 yaşında iken vefat etti.
Eski kaynaklara göre 1250 (1835) ölmüştür.[56]
Vefat edinceye kadarda talebe yetıştirmeyle meşgul oldu.[57]Arapça
ve Farsça bilen Abdürrahim Otuz-Îmeni daha çok manzum eserler yazmıştır.
Dönemin toplumsal aksaklıklarını, halk arasındaki bid’at ve hurafeleri,
âlimlerin, yöneticilerin ve din görevlilerinin cahilliklerini konu edinmiş, bu
tür problemleri
çözebilmek için Fıkıh ve Tefsiri tam anlamıyla
bilmek gerektiğini savunmuştur. Faydalı ilimler arasında fıkha özel bir yer
vermiştir.[58]
Abdürrahim Otuzimeni’nin, yaklaşık 50 civarında manzum ve nesir
olarak yazılmış eseri vardır. Bunlardan 31’i manzum, 14’ü neşir, 3’ü manzum ve
neşir karışık, 2’si Arapça-Farsça sözlük çalışması ve 1 tanesi de takvim
çalışmasıdır. Ayrıca ona atfedilen veya ona ait olduğu bilinip de halen
bulunamayan eserler vardır. Eserlerini Arapça, Farsça ve Türkçe yazmıştır.
Eserlerinden bir kısmı basılmış olup, çoğu halen yazma halindedir. Bu
eserlerinden bazıları Tataristan’daki Devlet Üniversitesindeki Kütüphanesinde, bazıları
ise İstanbul’daki Süleymaniye Kütüphanesinde bulunmaktadır.[59]
Bazı manzum eserleri şunlardır:
1.
Cenahu’l-Felah
fi zemmi mubah: Açgözlülüğe ve nefsanî isteklerin kontrol edilmesine dair
Türkçe bir risaledir.
2.
Dürretü’l-fahire
Yaki Ahiretname: İmam Gazzali’nin ad-Dürretü’l-fahire fi keşfi ‘ulumi’l-ahire
adlı kitabından faydalanılarak kaleme almıştır.
3.
Tühfetü’l-gureba
ve Letaifü’l-eza: Bir mükaddime, bir hikâye, dört bölüm (makale) ve bir
hatimeden olan eserde Buhara medreselerindeki yanlış uygulamalardan
bahsedilmektedir.
4.
Gurbetname:
Bir mukaddime, beş fasıl ve bir hatimeden oluşan 200 mısralık bir risaledir.
5.
Avarifü’z-zaman:
Bir mukaddime, altı bölüm ve bir hatimeden oluşan eser cahil sofuları tenkit
etmek uzere kaleme alınmıştır.
6.
Tenzihü’l-efkâr
fi nesaihi’l-ahyar: 586 mısralık risalenin186 mısrası Farsça, diğerleri
Türkçedir.
7.
Risale
fi mühimmeti’z-zaman: Kazanda 1889’da basılan bu eser 934 satırdan ibarettir ve
Türkçedir.
8.
Neşrü’t-takrib:
1840’ta Kazanda Risale-i’Mühimme ile yayımlanmıştır.
9.
Ebyat-ı
Türkî Der Zemmi Dünya.
10.
Bahs-i
Nihan bi-Cevan.
11.
Selam
Sinden Kitirdi Bir Filan.
12.
Bu
bir Nüsha-i Latifdür.
13.
Beyt
Der Zemm-i Sufiyan me-Zamane (farsça).
Bazı mensur eserleri de şunlardır: 1. Seyfü’s-Sarim. Giriş
kısmı Farsça, diğer bölümleri Arapça olan risale tasavvufi ve ahlaki konuları
ihtiva eder. 2. Risale-i Debbağat. Fıkıhla ilgili küçük bir risaledir. 3.
Risale-i Şafakiye. Güneşin batmadığı yerlerde yatsı namazının kılınıp
kılınmayacağı hakkında bir risaledir. 4. Risale-i İhtiyat. Dini emirler
konusunda küçük bir eser olup tek nüshası Kazan Devlet Üniversitesi El
yazmaları bölümündedir. 5. Risaletün Fi Zemmi Şürbi’ş-Şay: Arapça olarak
yazılmış bu küçük eser çok çay içmenin zararlı olduğunu beyan ediyor. 6.
İnkazü’l-Halikin. Yarı felsefe karakterde risaledir. 7. Tuhvetü’l-Ahbab:
Kazanda 1900’da basılmış Arapça bir eserdir. Tecvitle ilgili olup 16 sahifedir.
8. Cevahiru’l-Beyan: Fıkıhla ilgili bir eser olup 27 varaktır. 9. Şerhu
Sebati’l-Acizin. Sufi Allahyar’ın Türkçe kitabının Arapça şerhidir. 10. Şerhu
Muradi’l-Arifin. Allahyar’ın Farsça eserine yazılmış Arapça bir şerhtir. 11.
Muhtasaru Leta’ifi’l-Lugat Li’l-Mesnevi. Mesnevinin anlaşılmayan kelimeleri
için hazırlanmış Farsça-Arapça sözlük ve açıklamalardan oluşur. Risale-i
Mühimme: Kazan’da 1840’da basılmış olan bu eser 24 sayfalık yazılmış bir
eserdir. 13. Tercüme-i Dürretü’l- Fahire. Gazzali’nin eserinin Türkçe
tercümesidir.[60]
Otuz-İmeni’nin hayatı araştırılmış olmasına
rağmen, Ramil Adıgamov’un belirttiğine göre, bazı neticeler daha
tartışılabilir. Bunun nedeni, Otuz-İmeni’nin ceditçi olup Sovyet döneminde ona
siyasi ideolojik tarafından bakılmasıdır.[61]
Bunun yanında bunu da belirtmek mümkündür, yukarıda zikredilen araştırmacıların
problemi sadece Otuz-İmeni için geçerli değildir. Diğer Türk-Tatar alimleride
her taraftan araştırılmamış, araştırılmışsa da, sovyet döneminde yapılan
çalışmaların kısmı siyasi ideolojik bakıştan hâlî değildir.
D. MOLLA
EBUNNASIR ABDUNNASIR BİN İBRAHİM BİN YARMUHAMMED BİN İŞTİREK EL-KURSÂVÎ
(1776-1812)
Tam ismi Molla Ebunnasır Abdunnasır bin İbrahim
bin Yarmuhammed bin İştirek el-Kursavî'dir. Kursâvî 1776 yılında Kazan
Bölgesindeki Kursa köyünde dünyaya gelmiştir. Bazı kaynaklarda Kursâvî’nin
doğum tarihi 1771, 1772 ve 1765 olarak da
zikredilmiştir. Babası İbrahim bin Yarmuhammed
1790-1791’de vefat etmiştir. Kursâvî’nin annesinin adı ise Mihorban bint Emin
bin Mansur’dur. Kursâvî’nin babası vefat ettikten sonra aile bakımını
Kursavî’nin büyük kardeşi Abdülhalik üstlenmiştir. Kursavî, babası gibi
ticaretle uğraşmıştır.[62]
Kursâvî ilk ilim tahsilini Viyatka’ya bağlı Malmij kasabasının
Meçkere köyünde Muhammed Rahim b. Yusuf el-Aşıti el-Meçkerevi’nin yanında
gerçekleştirmiştir. Abdullah b. Abdisselam el-Meçkerevi bu dönemde zengin olup,
1791’de taştan yeni mescit inşa etmiştir. Meçkere’de eğitimini tamamladıktan
sonra Kursavî ilim tahsilini devam etmek üzere Buhara’ya gitmiştir.
Buhara’dayken akranları arasında kısa zamanda sivrilen Kursavî, Müceddidi
koluna mensup meşhur Nakşibendî şeyhi Niyazkulı Han Türkmani’ye intisap ederek
dört yıl ona hizmet etmiş ve kendisinden icazet almıştır. Gelenekçi âlimler ve
Orta Asya’nın zengin kütüphaneleriyle kurduğu temas, Kursavî’nın skolâstik din
anlayışına tepkisine yol açmıştır. Kursâvî Buhara’dayken Kur’an ve Hadis
alanında derinleşir ve ayrıca Kelam ilmine önem verirdi.[63]
Kursâvî, Buhârâ’daki eğitimini tamamladıktan sonra Kursa’ya
döner ve orada imam, hatip ve müderrislik yapar. Kursâvî, yeğenlerinin yardımı
ile Kursa’da büyük bir medrese yaptırıp büyük sayıda öğrenci toplar ve
kendilerine dinî eğitim verir. Bir müddet sonra Kursâvî tekrar Buhara’ya
(1807-1808) gider. Burada Kursavî, Orta Asya’nın geleneksel güşüncelere karşı
gösterdiği bağımlılık kalıbını kıran İdil-Ural bölgesi Türklerinden ilki olur
ve burada fikirlerini dış dünyaya yansıtmaya başlar. Kursâvî, kelamcıların
birçok fer’i meselelerin inanılmasının zorunluluğu ile ilgili görüşlerine karşı
çıkarak kendisini amansız bir hasım olarak gösterir. Kursâvî, nass üzerinde
sadece uzmanların değil bütün müslümanların içtihat etmesi gerektiğinin önemini
vurgulayarak Kur’ân ve Hadis yorumlama konusunda her İslam âliminin yetkili
olmasının gerekliliğini savunur. Ayrıca Kursâvî, taklide, bid’at ve din
istismarına karşı mücadele eder.
Kursavî’nin Buhârâ programındaki ders kitaplarını
eleştirmesi onun eğitime ilgisini göstermektedir. Ancak Kursavî, Buhârâ’da
hemfikirlerini bulamadı ve Buhara’nın muhafazakâr âlimleri tarafından zındıklık
ve dinsizlikle suçlandı. Kursâvî, hayatından
endişe eden Niyazkulı Han ve Ziyaeddin Halacı’nın tavsiyeleri
üzerine Buhara’yı terkeder ve Hiva ve Astrahan yoluyla Kursa’ya döner. Burada
Kursâvî öğrencilerine ders vermeye devam eder. Kursâvî Buhara’da yaşadığı
sıkıntıları kendi memleketinde görür.[64]
1812 yılında Kursavî kardeşleriyle beraber hacca
gider. Ancak Kursâvî yakalandığı veba hastalandığından dolayı İstanbul’da vefat
eder. Kursâvî Üsküdar’daki Karacaahmet Mezarlığına defnedildi. Fakat mezarının
yeri belli değildir. Kursavî, hadis, fıkıh ve kelam ilmindeki görüşleriyle
dikkat çekmektedir.
1.
Heftiyek-i
Şerif. Müellifin bölgesinde Türkçe kısmi tefsir geleneğinin ilk örneği olan
eser, öğrencisi Nu’man b. Emir b. Osman es-Semeni’nin kaleme aldığı Molla Numan
Tefsiri adlı kitabın içinde birçok defa basılmıştır.
2.
Kitabu’l-İrşad
Li’l-İbad. Tatar cedidçilik düşüncesinin ilk eserlerinden biri olup Alimcan
Barudî tarafından neşredilmiştir (Kazan, 1903).
3.
Şerhu’l-‘Akaidi’n-Nesefiyye
el-Cedid. eş-Şerhu’l-Cedid ‘Ale’l-Akaidi’n- Nesefiyye adıyla da kaydedilen
eserin bir nüshası Süleymeniye Kütüphanesi’ndedir (Hacı Mahmud efendi, nşr.
1394, 244 varak).
4.
Şerh
‘Ala Risale Fi Bahsi’s-Sıfat. (Suleymaniye Ktp. , İzmirli İsmail Hakki,
nşr. 906).
5.
Kitap
Fi Beyani Aksami’l-Hadis. (Amasya İI Halk Ktp. , nşr. 1785).
Ayrıca Kursavî’nin Kitabü’l-Leva’ih,
Şerhu’l-Aka’idi’n-Nesefiyye el-Kadim, Risaletü İsbati’s-Sıfat, Şerhu
Muhtasarul-Menar, Kitabü’n-Nesaih adlı eserleri de 73 bulunmaktadır.[65]
1.
Hayatı
Tam adı, Alimcan b. Muhammedcan b. Bünyamin b.
Ali b. Kulmuhammed el- Barudî el-Müfti’dir. Resmi olarak Aliyev unvanıyla da
anılmıştır. 1273/1857’de Kazan’a bağlı Küçük Kaval ( diğer adıyla Kiçi Kaval )
köyünde doğmuştur. Babası Muhammedcan Aliyef, Annesi Bibi Fahrünnisa’dır.
1861’de ailesiyle Kazan’a göçtü.
îlköğrenimine 1862’de, Kazan’da, Salahaddin b.
İshak b. Said medresesinde başlayan ve Nurali Halfe’nin öğrencisi olan Barudî,
burada yaklaşık 13 yıl okuyup âli dersleri tamamladıktan sonra 1875’de
Buhara’ya gitmiştir. Buhara’da Mir Arap Medresesi’nden bir hücre satın alarak
yerleşen Barudî, Govgeşan ve Kökeltaş medreselerinde okumuştur. Ancak Yusuf
Akçura’nın da dediği gibi, Buhara’da talebeler bir medreseyle kayıtlanmadığı ve
istedikleri hocaların derslerine girip icazet almaları söz konusu olduğu için
Barudî’nin sadece bu medreselerde okuduğu söylenemez. Onun Buhara’daki hocaları
arasında; Damolla Hasan Salat Han, Damolla Reis Abduşşekür, Ahund Damolla
İhtiyar Han A’lem, Damolla İsa Mahzum. vb. şahıslar vardır. Buhara’da yedi yıl
kalan Barudî, 1882 yılında tekrar Kazan’a dönerek, aynı yıl, Kazan’daki 5.
Mescit veya diğer adıyla Ak Mescit’te ikinci imam olarak göreve başlamıştır.
Barudî, Buhara’da yaşadığı yıllarda eğitim sistemindeki aksaklıkları,
usulsüzlükleri ve yanlışlıkları zaman zaman tenkid etmiş ve medreselerin islah
edilmesi gerektiğini savunmuştur. Ayrıca ulemanın halktan alakasını kesmiş bir
vaziyette bulunmalarını da eleştirmiştir. Ancak bu tenkitleri, selefleri
Kursavî ve Mercânî’de olduğu gibi tepkiyle karşılanmıştır.[66]
Alimcan Barudî 1882 tarihinden itibaren önceleri
bir iki talebeden başlayarak yavaş yavaş bu sayıyı çoğaltmak suretiyle
etrafında bir öğrenci halkası oluşturmuş ve 1901’de üç katlı Medrese-i
Muhammadiye’yi açmıştır. Gerçek kuruluşu 1882 olan bu medrese usul-i cedit
eğitiminde İdil-Ural bölgesinin en önemli ve en büyük okullarından biri
olmuştur. Mart 1906’da ed-Din ve ‘l-Edeb dergisini çıkarmaya başlayan Barudî,
1908 yılında yetkisi elinden alınarak Vologda bölgesine sürülmüş ve 1910’da
tekrar dönmüştür. Sürgününün ilk dört ayından sonra İçişleri Bakanlığı’nın
iznini alarak Viyana, Budapeşte ve İstanbul üzerinden ikinci kez Hacca
gitmiştir (ilk Haccı 1886 tarihindendir). Ukaz’ı ise 1912’de iade edilmiş ve
yine 5. Mescit’teki görevine dönebilmiştir. 1917’de Türkistan seyahatine çıkan
Barudî, medreseleri ıslah konusundaki fikirlerini yaymak için Fergana, Taşkent
gibi vilayetleri ve çevre yerleri gezmiştir. Bu seyahati sırasında Çimkent’te
iken Moskova’da gerçekleştirilen Umumi Rusya Müslümanları Nedvesi’nce müftü
seçilmiştir. 1918 ve 1920 yıllarında tekrar müftü seçilen Barudî, 1921 yılında
gittiği Moskova’da hastalanarak vefat etmiş ve cenazesi Kazan’da
defnedilmiştir.
Hayatı boyunca ilim ve maarif işiyle meşgül olan
Alimcan Barudî’den, geriye çok kıymetli bir kütüphane ile birlikte yazma ve
basma bazı eserleri kalmıştır. 1906’da çıkarmaya başladığı ed-Din ve ‘l-Edeb
dergisi düzensiz bir şekilde 1917’lere kadar devam etmiş ve bu dergide birçok
makalesi yayımlanmıştır. Barudî’nin basılmış kitaplarının tamamı ders
kitabıdır. Yazmaları ise Hac ve Türkistan seyahatlerinin notları şeklindedir ve
müellif nüshaları Kazan Devlet Üniversitesi Lobaçevskiy îlim Kutuphanesinde bulunmaktadır.[67] Barudî’nin bir
tefsir yazmaya başladığı ve 1919 Haziran’ında yazdığı bir mektuptan, Bakara
suresinin sonlarına kadar geldiği bilinmektedir. Ancak bu tefsir bugüne kadar
bulunamamıştır.
1.
Hayatı
Tam adı Abdalkayyum Abdannasır Nasıri, 2 (14)
Şubat 1825 yılında Kazan yakınlarında Yukarı Şırdan köyünde dünyaya gelmiştir.
Babası ve dedesi kendi zamanlarının meşhur âlimlerindendir. Dedesi
dilbilgisiyle araştırma yapıp ve çalışma eserleri bırakmış. Şarh Mela, Misbah,
Sarif Havan, Avamil bunlardan bazılarıdır. Bu eserler günümüze kadar
ulaşmıştır. Nasıri’nin babası da çok zeki, tahsilli, kendi devirende tanınmış
birisiydi. Özgür düşünceyi savunmuştur. Kendi çocuklarına dini sevmelerini ve
ilmi çalışmalarda çaba, gayret göstermelerini istemiştir.[68]
îlk eğitimini babasından aldıktan sonra Kazan’da
Beşinci Mahalle (diğer adıyla Ak Mescit) medresesinde okumuştur. Bu medresede
1885 yılına kadar tahsil gören Nasıri, Arapça, Farsça, Türkçenin dışında Rusça
da öğrenmiştir.[69] Bundan sonra bir Rus
dînî İptidai Okulu (Duhovnıy Uçilişye)’nda ve Kazanda bulunan Dini Akademi
(Duhovnıy Seminariya)’de Tatarca öğretmenliği yapmıştır. Ancak bu okullar
misyonerlerin özel amaçlı okulları oldukları için halkın tepkisi ile
karşılaşmış, bu sebeple halk tarafından pek sevilmiyordu. Nasıri, 1871
tarihinde bu işinden ayrılmak zorunda kalmış ve Medreselerde okuyan talebeler
için kurslar düzenlemeye başlamıştır. Bundan iki yıl sonra, 1873’de,
Radloffun yardımıyla Muallim Mektebi (Uçitelskaya
Seminariya)’nde Tatarca öğretmeni olmuştur. Ancak bu okulda iken Radloffun
istediği bir ders kitabındaki Tatarlar hakkında yazılan yanlış bilgileri
düzeltmesi ve kendisinin düzeltmeden okutmaya zorlanması üzerine görevinden
istifa etmiştir[70]. İstifasından sonra
1879 yılına kadar bazı Rus mekteplerinde öğretmenlik yaptıktan sonra ömrünün
sonuna kadar başka bir işte çalışmamış, geçimini tercümanlıkla ve yazdığı
kitapların geliriyle sağlamıştır. Bu arada 1885’de Kazan Üniversitesi Arkeoloji
Cemiyeti’ne asıl üye seçilmiştir.
İbrahim Maraş’ın ve Aydar
Yuzeyev’in belirttiklerine göre ilk eseri:’’Takvim- Kalendar (Salname),
1871’den başlap ve 24 sene sürmüştür. Bu nevi süreli yayın niteliğini taşıyan
bu salnamelerde, genel takvim bilgilerinin dışında, tarih, cografya, halk edebiyatı
79 vb.
konulara yer verilmiştir.
Yine de İbrahim Maraş’ın ve Aydar Yuzeyev’in
belirttiğine göre Kayyum Nasıri’nin, takvimleri dışında telif ve tercüme birçok
eseri yayımlanmıştır. Bunların başlıcaları şu yaylardır: Mecmu el-Ahbar (1859
yılında yazılmış eserdir). Nahiv Kitabı, (Bu eser 1860’de Kazan’da basılmıştır.
Aynı tarihte Kratkaya Tatarskaya Grammatika adıyla Rusça da yayımlanmıştır).
Aynı yıl Boş Vakit adında bir eseri daha çıkmıştır. Kırk Vezir
(Osmanlıca’dan aktarma Kazan 1868), Ebu Ali Sina Hikâyesi (Osmanlıca’dan
aktarma Kazan 1881), Tevarih-i Enbiya, (Kazan 1884), Ahlak Risalesi,
(Kazan 1890), Efsane-i Gülruh ve Kamercan, (Kazan 1894), Kavaid-i
Kitabet, (Kazan 1892), Cografya-i Kebir (III cild, Kazan
1894-1898-1899), Lehçe-i Tatari (II cild, Kazan 1895-1896), vb.
G. MUHAMMED MURAD EL-KAZANİ EL-MENZELEVİ(1854-1934)
İdil-Ural bölgesinin meşhur olan âlimlerinden
biri olan Menzelevi’nin tam adı Mardanşah ibn Bahadirşah Abdulla ibn Adilşah
İshak el-Kazani el-Mekki er-Ramzi (Murad Remzi) ’dir. 1854’de, bugün Tataristan
Cumhuriyeti içerisinde bulunan, Minzele kazasına bağlı Elmet köyünde doğmuştur.
Şeyh Muhammed Murad, Şeyh Muhammed
Murad Kazanlı, M. Remzi, Murad veya yalnızca Şeyh
Murad gibi isimlerle de tanınmıştır[71].
îlk eğitimini annesi ve dayısı Şeyh Hasan
Adin’den almıştır. 1869’da Kazan’a gelen Murad Remzi,, burada bir buçuk yıl
kaldıktan sonra Troitsk’a gitmiş, orada da bir buçuk yıl kaldıktan sonra
Kazaklar arasında yir yılı aşkın bir müddet öğretmenlik yaparak Buhara’ya
geçmiştir (1874). Buhara’da umduğunu bulamamış ve tekrar Kazaklar arasında kısa
bir süre öğretmenlik yaptıktan sonra 1875’de Taşkent’e, 1876’da da Medine’ye
gitmiştir. Medine’de Beşit Ağa ve Mahmudiye medreselerinde büyük maddi
sıkıntılar içerisinde okumuştur. Buradaki medrese arkadaşları arasında
îdil-Ural bölgesinden, Abdürraşit İbrahim ve Semipalatinsk’den Abdülhak Yusuf
gibi isimler vardır. Buraya sık sık gelen Tatar tüccarlarından Abdurrahman-ı
Cedid Şahmuhammedoğlu’nun kız kardeşi Esma Şahmuhammed kızı ile evlenmiştir.
1902’den 1914’e kadar İstanbul, Kazan ve Türkistan’a çeşitli seyahatlerde
bulunmuştur. 1915-1917 arasında Rusya’da kalan M. Remzi, ailesi ile birlikte
1919’da Doğu Türkistan’da Çögecek’e yerleşerek imam ve müderrislik yapmış 1934’de
burada vefat etmiştir[72].
Hayatı boyunca ilmi çalışmalarda bulunmuş,
.birçok eser ve makale yazmıştır. Makalelerinde; zaman zaman Tuti, Andelib,
Ebu’l-Hasan, Ekmel, M.M.R., Remzi gibi müstear isimler kullanmıştır.
Makalelerinin çoğu İdil-Ural bölgesindeki gazete ve dergilerde yayımlanmıştır.
Yazma ve basma bazı eserleri bilinmektedir[73]:
1. Telfikü’l- Ahbar ve Telkihü’l- Asar fi Vakayii Kazan ve Bulgar ve
Müluki’t-Tatar (2 cilt Arapça tarih kitabı Orenburg 1908. Bu eserin
Türkçesinin de olduğu söylenmektedir), 2. Tenzıhü’l- Kaşşaf amma fihi
mine’l- İ’tizal ve ‘--İnkişaf (Kur’an tefsiri); 3. İnsaf. 4. Türkçe
Kur’an Tercümesi; 5. Mektubat-ı İmam Rabbanı’nin Farsça’dan Arapça’ya
Tercümesi.[74]
H. RIZAEDDİN b. FAHREDDİN (1859-1936)
“Îdil-Ural Müslümanlarının uyanış devrindeki en
büyük âlimlerinden biri olan Rizaeddin b. Fahreddin, bölgenin milli tarihinde
ve matbuanın gelişmesinde çok büyük emeği olan, sayısız eseri ve büyük
hizmetleri ile Rusya Müslümanları üzerinde derin izler bırakan, İslam’a karşı
devlet eliyle savaş açıldığı 1923-1936 yılları arasındaki müftülüğünde Rusya
Müslümanlarını birleştiren, Osmanlı modernleşmesinin fikrî ve siyasî
yönelişlerini yakından takip eden, doğrudan ve dolaylı yollarla son dönem
Osmanlı aydınlarını etkileyen önemli bir Îslam âlimidir. Ayrıca tarihçilik,
gazetecilik ve kadılık da yapmıştır[75].
Tam adı, Rızaeddin b. Fahreddin b. Yoldaş
eş-Şirdani’dir. Ecdadı Kazan civarındaki Züye’ye bağlı Şirdan köyündendir ve
buradan Bügülme’ye bağlı Kiçüçat (diğer adıyle Yoldaş) köyüne yerleşmişlerdir.
Rizaeddin Fahreddin 1275 (Cemaziyelevvel’inin sonlarında veya Cemaziyelahir
içinde ) hicri, 1859 (Ocak) miladi tarihinde Kiçüçat köyünde doğmuştur[76].
Îlk tahsilini Annesi Mauhuba bint Ramkul’dan ve
babası Seyfeddin’den öğrenmiştir. Rizaeddin’in ailedeki dini eğitimi, yedi
yaşına kadar devam etmiştir[77]. Sonra tahsilini
Bügülme’ye bağlı Şilçeli köyünde müderris Abdülfettah Hazret’te yapmıştır. Aynı
medresede birkaç yıl halfelik görevinde de bulunan Rızaeddin b. Fahreddin, yine
Bügülmeye bağlı Îlbek köyüne imam ve müderris olmuş ve talebe okutmaya başlamıştır
(1889). Îki yıl sonra, 1891’de, Orenburg müftülüğü’ne kadı seçilmiş, aynı yıl
ahundluk rütbesini almıştır. O yıldan itibaren Ufa’ya giden Rizaeddin b.
Fahreddin’in ukazı da, 1892’de, Îlbek’ten Kiçuçat’a nakledilmiştir[78].
1891’den 1906 Mayıs’ına kadar kadılık görevi
yapan Rizaeddin b. Fahreddin, aynı yılın Mayıs ayı içinde görevinden istifa
ederek Orenburg’da yayımlanacak olan Şura
dergisinin müdürü ve başmuharriri olmuştur. Bu
tarihten itibaren başta kendi dergisi Şura ve yine aynı idare tarafından
çıkarılan Vakit gazetesi olmak üzere bölgedeki ve bölge dışındaki birçok dergi
ve gazetede yazılar yayımlamıştır. Ayrıca 1897’li yıllardan itibaren birçok
telif eseri basılmıştır.
Rizaeddin Fahreddin, 1917’de toplanan Umum Rusya
Müslümanları Nedvesi’nce tekrar kadı seçilmiş ve Mart 1918’de görevine
başlamıştır. 1920’deki toplantıda yine kadı seçilen R.Fahreddin, Alimcan
Barudî’nin ölümü ile boşalan Müftülük makamına 1922’de seçilmiştir. Onun göreve
başladığı yıllar Rusya’da açlık ve sıkıntının had safhaya ulaştığı zamanlardır.
Müftülüğü döneminde, Bolşevik baskısının da etkisiyle iyice içine kapanan
Rizaeddin b. Fahreddin, 1936’daki ölümüne kadar ilmi çalışmalarda bulunmuştur.[79]
Rizaeddin Fahreddin, din ve ilim için ömürünü
harcamış, hatta son yıllarda çok maddi sıkıntılarda rağmen ilimle meşgul olmaya
devam etmiştir. Rizaeddin b. Fahreddin’in ‘‘Bolgar ve Kazan törekleri’’eserinde
belirtildiğine göre, 1936 yılının 12 Nisan ayında 77 yaşındayken Ufa’da vefat
etmiştir[80].
İbrahim Maraşi’nin eserinde belirtildiğine göre,
Rizaeddin b. Fahreddin, ömrü boyunca elliden fazla telif eser bastırmış. Birçok
makaleler yayımlamıştır. Büyük boy ve her biri 600 varaklık 40 ciltten mürekkep
yazma eserler toplamı ise bugüne kadar korunmuştur. İlk 10 cildinde onun
istinsah ettiği eserlerin yazma müsveddeleri, 1905’den önce yazılmış bazı
eserlerinin sansürden geçmiş müsveddeleri, 1917’li yıllarda ve sonrasında yazdığı
eserleri, makaleleri ve bölge ulemasından bir kısmının müellif nüshası olup ona
gönderdiği yazma risaleler mevcuttur. sözkonusu 40 ciltlik yazmalar bugün
halen, Başkırdistan Özerk Cumhuriyeti’nin başkentı olan Ufa’da Rusya ilimler
akademisi Ufa İlim Merkezi İlmi Arşivi (Nauçnıy Arhiv Ufimskogo Nauçnogo
Tsentra Rossiyskoy Akademii Nauk-NAUNTRAN, f. 7, op. 1)’nde saklanmaktadır.
Rizaeddin b. Fahreddin’in belli başlı yazma ve
basma eserleri şunlardır: Asar (4 ciltlik Tatar uleması hakkında) tabakat
kitabıdır. İlk iki cildi matbudur ve cüzler halinde basılmıştır, diğer iki
cildi yazma halindedir. Basma ciltlerden birinci cild 8, ikinci cild 7 cüzden
mürekkeptir: 1. Cilt Kazan- Orenburg 1900-1904; 2. Cilt Orenburg 1905-1907,
Kitabu’l- î’tibar, Kazan 1888, Selime yaki iffet
(Gafil b. Abdullah müstear adiyle yayınlamıştır), Kazan 1899, Esma Yaki Amel ve
Ceza (isimsiz olarak yayınlamıştır), Orenburg 1903, Menasıb-ı Diniyye (Orenburg
trz.), Rusya Müslümanlarının İhtiyaçları ve Onlar hakkında întikad, Orenburg
trz.,Mektep ve Zekat,Hazine ve Zemstva Yardımı, Orenburg trz.,îslamlar Hakkında
Hükümet Tedbirleri (2 cüz), 1. C. Orenburg 1907; 2. C. Orenburg 1908, Ebu’l-Ala
el-Maarri, Orenburg 1908, îmam Gazali 1909, Kütüb-ü Sitte ve Müellifleri,
Orenburg 1910, İbn Teymiye, Orenburg 1911, İbn Arabi, Orenburg 1912, Dini ve
îctimai Meseleler, Orenburg 1914, Ahmet Mithat Efendi, Orenburg 1914,
Cevamiu’l- Kelim Şerhi, Orenburg 1916, Şeyh Cemaleddin (Yazma), Ufa 1919,Yuanıç
(yazma, makaleler mecmuası), Mahkeme-i Şer’iyyemiz, Müftülerimiz ve Kadılar
Hakkında[81] (Yazma)…vd.
1. ZİYAEDDİN KEMALİ (1873-1942)
Asıl ismi Pervazeddin (veya Ziyaeddin) b.
Cemaleddin b. Kemaleddin b. Abdüsselam b. Mustafa’dır. 9 Aralık 1873’de Ufa’ya
bağlı Telaş ( veya Kileş ) köyünde doğdu. Babaları Kazan’a bağlı Saba köyünden
olup oradan Telaş köyüne göçmüşlerdir.
İlköğrenimini köyünde gördükten sonra Ufa’daki
Ahund Hayrullah Osmanî (18471907 )’nin açtığı Osmaniye medresesinde tahsil
görmüştür. Aynı medresede de ders okutan Ziyaeddin Kemali, Ufa Cemiyet-i
Hayriyyesi tarafından eğitim için Mısır’a el-Ezher’e gönderilmiştir. Kemali, bu
sayede, İstanbul, Mısır ve Medine’de çeşitli âlimlerin ders meclislerinde
bulunmuştur. Bunlar arasında bilhassa Muhammed Abduh ( 1849-1905 )’un onun üzerinde
özel bir etkisi olmuştur. 1904’de tekrar memleketine döner Kemali, yeni
Osmaniye medresesinde ders vermeye başlamıştır[82].
Ziyaeddin Kemali, Muhammed Sabir el-Haseni ve
Şeyhuattar Abızgildin ile birlikte 1906 Mayıs’ında el- Alemü’l- îslami
gazetesini çıkarmıştır. Ancak, bu gazete kısa sürede kapanmıştır ( Ocak 1907 ).
En büyük hayali yüksek bir dini medrese kurmak olan Kemali, büyük çabalar
sonucunda Ufa’da 10 Ekim 1906’da Medrese-i Aliye-i Diniyye’yi resmen
açmıştır. Kemali, bir taraftan medresenin
müdürlüğünü yaparken aynı zamanda müderrislik de yapmıştır. Kendisi bu
medresede Tefsir, Hadis, Siyer ve Psikoloji dersleri veren Kemali, 1909’da,
Ufa’da, 2. Mescidde imam ve müderris olmuştur. Kemali yine Ufa’da 1914’te
kızlar için de bir okulu faaliyete geçirmiştir.
1923’te Orenburg Müftülüğü’ne Kadı seçilen
Kemali, 1924’te, Muhammed Sabir el-Haseni ( Ö.1924 )’nin vefatı ile boşalan 3.
Mahalle imamlığına geçmiştir. Meşhur müsteşrik H. Vamberu ( 1832-1913 ) ile
özel bir dostluğu vardır. Vamberu meşhur Asya seyahatinde Ufa’ya da uğramış,
onunla görüşmüştür. Ayrıca Kemali’nin, yazdığı eserleri ona göndererek okuttuğu
ve onunla mektuplaştığı bilinmektedir. Kemali 1905’ten itibaren Îdil-Ural
bölgesinde çıkan gazete ve dergilerde ve 1924- 1927 yılları arasında Ufa’da çıkan
îslam Mecellesi’nde çeşitli yazılar yayımlamıştır. 1930 yılında bölgede
Bolşeviklerin yaptığı kıyımda o da mahkûm olmuş ve nihayetinde 1942’de
Samara’da Bolşeviklerce öldürülmüştür[83].
Îbrahim Maraş'ın belirttiğine göre: Z. Kemali’nın
bilinen eserleri şunlardır: Felsefe- i Îslamiye ( 4 cilt ); 1. Cilt Felsefe-i
Îtikadiye,Ufa 1910; 2. Cilt Felsefe-i Îtikadiye , Ufa 1911; 3. Cilt Felsefe-i
Îbadat , Ufa 1909; 4. Cilt Felsefe-i Îbadat , Ufa 1911 , Felsefe-i Îslamiye’den
Allah Adaleti , Ufa 1911 , ( 4 ciltlik Felsefe-i Îslamiye serisinden 1. Cüze ek
olarak yayımlanmıştır ), Dînî Tedbirler , Ufa 1913. Bu basma kitaplarının
dışında; Kur’an-ı Kerim Tercümesi , Kur’an Hidayetleri ve Dini Mektep ve
Medreselerimiz gibi basılmamış eserleri de mevcuttur.
İDİL-URAL BÖLGESİNDE YATSI NAMAZININ VAKİT SORUNU
İ. NAMAZ
İBADETİNİN HÜKMÜ VE ÖNEMİ
îslam dinine göre, Allah Teâlâ’nın varlığını ve
birliğini bilip tasdik etmek en büyük farzdır. Bundan sonra farzların en büyüğü
ve en önemlisi namazdır. îmanın dışarıya, topluma yansıyan belirtilerinin
başında namaz gelir. Namaz kalbin nuru, gönlün süruru, ruhun gücü ve mü’minin
miracıdır.”
Namaz sözlükte “dua etmek” veya “hayır duada
bulunmak” demektir. Allah Teâlâ bir ayette şöyle buyurur: “(Ey Muhammed!)
Onlara dua et. Çünkü senin duan onlar için bir rahatlık ve huzurdur.”[84] Aslında Farsça bir
kelime olan “namaz”ın hukuk dilindeki ve Arapçadaki karşılığı “salât”tır.
Şer’an namaz (salât); tekbir ile başlayıp selâm ile tamamlanan özel hareket ve
sözlerden ibaret bir ibadettir. îslam dininin kelime-i şahadetten sonra,
birinci şartı namazdır.
Namaz İslâm’dan önceki semavi dinlerde de
emredilmiştir. Hz. Muhammed (salla’llâhu aleyhi ve sellem), beş vakit namaz
farz kılınmazdan önce, yalnız sabah güneşin doğmasından önce ve akşam güneşin
batmasından sonra olmak üzere iki vakit namaz kılıyordu. Sonra mirac gecesinde
beş vakit namaz farz olmuştur. Beş vakit namazının kılınmasının akıllı ve büluğa
ermiş bir müslümana farz olduğu Kitap, Sünnet ve îcmâ delilleri ile sabittir.[85]
“Namazı kılın, zekâtı verin,
kendiniz için önceden gönderdiğiniz her hayrı Allah
katında bulacaksınız” [86]
Kur’an’da namazın farziyetine delalet eden
ayetler çoktur. Bunların çoğu emir sığasıyla veya ihbârî cümlelerle Kur’an’da
yer almaktadır. İçerisinde namaz geçen ayetler incelendiğinde bir kısmının,
"Namazı kılınız"[87], bir kısmının
"Namazı kılarlar"[88], bir kısmının
"Namazı kıl"[89] şeklinde olduğunu,
bir kısmının "Namazı kıldı, kıldılar ve kılanlar"[90]
tarzında olduğu görülür. Ayrıca iki ayetin, "Namazla yardım dileyin"[91] emrini ihtiva
etmekte iken, bir ayetin, "Namazları koruyun/onlara devam edin"[92], bir ayetin ise
"Sarhoş iken namaza yaklaşmayın"[93]
şeklinde olduğu görülür. Tek bir ayette "Namazı kısaltmanızda bir sakınca
yoktur"[94] ifadesi yer alırken,
bazı ayetlerde "Namazı emret, kılmalarını söyle"[95]
tarzında bir emir vardır. "Bana namaz kılmamı tavsiye etti”[96] ifadesinin
yer aldığı tek bir ayetin yanında namazın, "Şayet kılarsa,
kıldığında..."[97] gibi şart formuyla
kullanıldığı pek çok ayet vardır. Bu ayetlerden bir kısmı önceki ümmetlerle
ilgili olup onların da namazla mükellef olduklarına işaret etmektedir.[98] Mesela, İmam Kurtubi
tefsirinde, Bakara süresinin 43. ayetinde şöyle açıklamaktadır: Namazı
dosdoğru kılınız, zekâtı veriniz ve rükû’ edenlerle siz de rükû’ ediniz. Bu
ayetteki emir vucub (farziyet) ifade eder. Bu konuda görüş ayrılığı yoktur.[99]
Namaz, İslâm’ın beş temel esasından biridir ve
dinimizdeki yeri ise tartışma götürmez bir ibadettir. Bu gerçeği hadisler şu
şekilde izah etmişlerdir: "Abdullah İbn Ömer (r.a)'den rivayet edildiğine
göre, Hz. Peygamber (salla’llâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
"İslâm beş temel üzerine kurulmuştur: Allah'tan başka bir ilâh
bulunmadığına, Hz. Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğuna şahadet etmek, namaz
kılmak, zekât vermek, haccetmek ve Ramazan orucunu tutmaktır."[100] Ebû Umâme (r.a)’
dan: “Rabbiniz Allah’a karşı gelmekten sakınınız. Beş vakit namazınızı kılınız.
Ramazan orucunuzu tutunuz. Malınızın zekâtını veriniz. Amirlerinizin (Allah’a
isyan etmeyen) emirlerine uyunuz. Rabbinizin cennetine giriniz.”[101]
Yukarıdaki hadisler namazın, İslâm’ın beş temel
esasından biri olduğunu izah ederken, zikredeceğimiz hadisler de namazın inkârı
mümkün olmayacak şekilde müminler üzerine bir farz olduğunu ve farz olduğunu
bildiği halde namazını devamlı kılmayan kimsenin dahi cehenneme gitmesine sebep
olabileceğini bize açıklamaktadır. Osman (r.a)’dan rivayet edildiğine göre
Allah Resulü (salla’llâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Kim namazın sabit
bir farz olduğunu bilirse cennete girer.”[102]
Ubâde b. Sâmit (r.a)’dan: Allah Rasülü (salla’llâhu aleyhi ve sellem) şöyle
buyurdu: “Allah kullarına beş vakit namazı farz kılmıştır. Küçümsemeden her kim
bu namazları tam kılarsa Allah onu, kıyamet gününde cennete koyacağına dair
kesin söz vermiştir. Kim de onları hafife alarak eksik şekilde yapıp gelirse,
Allah katında ona verilmiş bir söz olmaz. Dilerse ona azap eder, dilerse
bağışlar.”[103]
Namazın dinimizdeki önemini ortaya koyan en
önemli göstergelerden biri de, kıyamet gününde Yaratıcının huzurunda verilecek
ilk hesabın namaz olmasıdır. Bu gerçeği de hadisler bize izah etmektedir: Ebû
Hureyre (r.a)'ın naklettiği bir hadiste de şöyle buyurulur: "Kıyamet
gününde kulun ilk hesaba çekileceği şey farz namazdır. Eğer bu namazı tam
olarak yerine getirmişse ne güzel. Aksi halde şöyle denilir: Bakın bakalım,
bunun nafile namazı var mıdır?" Eğer nafile namazları varsa, farzların
eksiği bu nafilelerle tamamlanır. Sonra diğer farzlar için de aynı şeyler
yapılır.
B.
Namazın
Önemi Ve Ehemmiyeti
İslam dini, insanlara yüklediği sorumluluklarla,
ya Allah'ı yüceltmek ya da insanın terbiye edilerek tekâmülünü sağlamayı
sağlamıştır. Bazen de her ikisi birden amaçlanabilmektedir. Örneğin namaz
ibadeti bu iki amacın birlikte gerçekleştiği bir yükümlülük çeşitidir. Bununla
birlikte, bu ibadetler için bazen müsaade ve ruhsatlar bulunmaktadır. Çünkü
genel anlamda şeriat, kolaylaştırma ve zarar vermeme amacıyla kurulmuştur. Farz
amellerin farzıyetine inanılması nasıl gerekiyorsa, bu amellerin yapılmasında
Allah tarafından gelen kolaylıkları kabul etmek de o kadar gerekmektedir. Bu
refahları kabul etmemek, cinayet olarak algılanabilir.[104]
İnsanın Allah katındaki değeri, ancak sahip
olduğu takva ve yaptığı ibadetleriyledir.[105]
Allah'a ibadet konusunda hiçbir kul istisna teşkil etmediği gibi, hiçbir insana
da imtiyaz ve ayrıcalık tanınmamıştır. Bütün peygamberler öncelikle kendileri
ibadetle görevlidirler[106] ve daima
gönderildikleri insanlara "Allah'a kulluk etmeyi" emretmişlerdir.
Diğer bir deyişle, "Allah'a kulluk etmelerini emretmek için her ümmete bir
peygamber gönderilmiştir.[107] Namaz ise diğer
bütün ibadetlerin özü ve özeti sayılmıştır. Nitekim Hz. Peygamber bir
hadislerinde “Namaz dinin direğidir” buyurmuşlardır.[108]
Allah, Kur’an’da namazın, ibadetlerin en önemlisi
olduğunu haber vermektedir. Namazın dindeki yeri ve önemi, şüphe kalmayacak
derecede çok sayıda ayet ve hadislerde açıklanmaktadır. Nur süresinde, namazın
en önemli ibadet olması ile alakalı şöyle buyurulmaktadır: ‘Hem namazı kılın,
zekâtı verin ve peygambere itaat edin ki rahmete eresiniz’[109].
Belagat ilminden bilindiği üzere, değerli bir şeyin yanında başka birisini
zikretmek, ikincisinin de değerli olduğunu göstermektedir. Taha suresinde,
‘Şüphesiz ben Allah'ım, benden başka hiçbir ilâh yoktur. Onun için bana kulluk
et ve beni anmak için namaz kıl’[110]
sözleriyle namazın yüceliği en üst dereceye çıkartılmıştır.
114
115
Namazın önemine dair hadisler de bulunmaktadır.
Hz. Ömer b. el-Hattâb şöyle anlatıyor: "Bir gün Allah'ın Resul’ünün
yanında idik. Beyaz elbiseli, siyah saçlı bir adam
çıkageldi. Üzerinde yolculuk izi yoktu, ama
hiçbirimiz kendisini tanımıyorduk. Hz. Peygamber'in önünde diz çöküp oturdu.
Dizlerini onun dizlerine dayadı. Ellerini de Allah'ın Resul’ünün dizlerinin
üzerine koyup sordu:
"- İslâm nedir? Bana anlat" Allah'ın
Resulü cevap verdi: "-İslâm Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in,
Allah'ın elçisi olduğuna inanman, namaz kılman, zekât vermen, Ramazan orucunu
tutman, gücün yeterse Hacca gitmendir"
Bu sorulardan sonra iman ve ihsan hakkında
sorular sordu ve cevaplar aldı. Bu sorulardan sonra kıyamet alâmetlerini de
soran adam kalkıp gitti. Arkasından baktılar, hemen ortadan kaybolmuştu. O'nun
kim olduğunu merak eden Ashâb-ı kirama Allah Resulü şöyle buyurdu: "O
Cebrail idi, size dininizi öğretmek için geldi."121Hz.
Peygamber, îslam'ın şartlarını sayarken ilk önce kelime-i şehadeti sonra namazı
sayıyor. Buradan anlaşılan husus, namaz şeriatın ve dinin direğidir. Namazsız
bir Müslümanın dinini yaşaması düşünülemez.
Hz. Peygamber, günde beş vakit namazı, bir
insanın kapısının önünden akıp giden bir ırmağa, namaz kılmayı da bu ırmakta
her gün beş kere yıkanmaya benzetmiş ve şöyle demiştir; “Ne dersiniz, birinizin
kapısının önünden bir ırmak geçse ve o kimse orada günde beş kere yıkansa
bedeninde hiç kir kalır mı? Sahabeler, “Kalmaz ey Allah’ın elçisi” deyince
Peygamberimiz “îşte beş vakit namaz buna benzer. Allah namaz sayesinde
günahları siler”[111] buyurmuştur.
Yine de namazın önemini gösteren ve onu terk
edenin imanın terk edenin menzilede olması hakkında Hz. Peygamber söz etmiştir:
“Muhakkak ki, kişi ile şirk ve küfür arasında namazın terki vardır”.[112] Bu ayet ve
hadisler, namazın ne kadar önemli, terk eden ne kadar büyük bir suç işlemiş
olduğunu göstermektedir.
Namazın bir de toplayıcılık niteliği vardır. Onda
her türlü ibadetten bir parça bulunmaktadır. Bu hususu göz önünde tutarak,
namazın ibadetlerden en önemlisi olduğunu söyleyebiliriz.
Ayrıca namaz, işlenmiş hata ve günah kirlerinin
giderilmesini de sağlar, dolayısıyla onun sosyal bakımından da yararı vardır.
Buna dair Kur’an’da bilgi verilmektedir. Ankebut suresinde namazın toplumsal
yararlılık boyutu şöyle açıklanmaktadır: “Sana vahyedilen Kitabı oku ve namazı
kıl. Muhakkak ki namaz hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah'ı anmak
elbette en büyük ibadettir. Allah yaptıklarınızı bilir.”[113]
Dünyada en üst makamdan en aşağı
görülenine kadar herkesi aynı safta toplayıp, Allah'ın karşısında hepsinin
insan olarak eşit olduklarını namaz kadar vurgulayan bir başka 125 eylem
yoktur.[114]
Namazın sahih olması, bazı şartlar ve muayyen
rükünlerin bulunmasına bağlıdır. Şart, Lügatte “alamet” demektir. Şeriatte ise,
varlığı kendisinin varlığına bağlı bulunan ve onun gerçek varlığından ve
mahiyetinden ayrı olan şeydir.[115]
Rükün lügatte “en kuvvetli
taraf” demektir. Istılahta ise “bir şeyin varlığının kendisine bağlı bulunduğu
şey” dir ve onun yapısından bir parça teşkil eden unsurdur.[116]
Şeriatte şart ve rükünden her birine farz vasfı verilir. Bunların her
ikisi de farzdır. Şartlar 128 iki türlüdür: Biri, namazın farziyyet şartı
diğeri, sıhhat şartıdır.
D.
NAMAZIN
FARZ OLMASININ ŞARTLARI
129
Bir insana namazın farz olması
için, üç şartın aynı anda gerçekleşmesi gerekir.
1)
Müslüman
Olmak: Namaz Müslüman olan erkek ve kadın herkese farzdır. Yani, İslam dininin
emirlerini yerine getirmek için Müslüman olmak şarttır Başka bir dinden olanlar
bu emirleri yerine getirmekle mükellef değildir. Namaz, sadece Müslümanlar
tarafından kılınırsa geçerli olur. Müslüman
olmayanlar öncellikle iman etmekle mükelleftir, iman etmek onlar için en büyük
ibadettir.[117]
2)
Akıllı
Olmak: îslam Dininin emirleri akıllılar için olduğundan, namazın farz olması
için de akıllı olmak şarttır. Namazın farz olmasına engel teşkil eden akıl
hastalığı, bir namaz vaktinin içinde ortadan kalksa, namaz farz olur. Ancak
akıl hastalığı, bir namaz vakti içinde, namaz kılacak kadar bir süre geçtikten
sonra ortaya çıksa bile bu namaz o kimseye farz olmaz.[118]
3)
Ergen
Olmak: Ergenlik çağına ulaşmamış kimselere namaz farz değildir. Çünkü Allah’ın
elçisi şöyle buyurmuştur: “Üç kişiden sorumluluk kaldırılmıştır: İyileşinceye
kadar akıl hastasından, uyanıncaya kadar uykuda bulunandan, ergenlik çağına
girinceye kadar çocuktan.”[119] Ancak yedi yaşından
sonra çocuklara namaz kılmayı öğretmek ve yavaş yavaş onları namaza alıştırmak
gerekir. On yaşında çocuğun bu özelliği kazanmış olması şarttır.[120] Başka bir hadisi
şerifte şöyle buyurulur: “Yedi yaşında çocuklarınıza namaz kılmayı emredin.
On yaşında namaz kılmazlarsa, onları hafifçe te’dib edin ve yataklarını
ayırın.”[121] Bu hadisteki emir,
çocuğun kendisine değil velisinedir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur:
“Ailene namazı emret ve kendin de ona sabırla devam et. Biz senden bir yiyecek
istemiyoruz, aksine biz seni rızıklandırıyoruz. Sonuç, ancak takva iledir.”[122]
Namazın farzları ve şartları 12’dir. Bu oniki
farzın altısının namaza başlamadan yapılması gerekir ki, onlara şart denilir.
Altısı da namaz başladıktan sonra yapılması gerekir. Bunlara da namazın
rükünleri denilir.
Namazın kendisiyle sahih olabileceği şeylere
dikkat çekebilmek için, şartlar ile rukünlar cem edilmiştir[123].
Bir namazın geçerli olması için aranan şartların ve rükünlerin yerine
getirilmesi zorunlu olduğu için hepsi aynı zamanda namazın farzlarıdır.[124]
a) Namazın şartları[125]:
l.Hadesten taharet, 2. Necasetten taharet, 3.Setr-i avret, 4. îstikbal-i kıble,
5. Vakit, 6.Niyet.
1)
‘‘Hades’’,
abdestsizlik, cünüplük ve kadınlara mahsus özel haller (hayız ve nifas) sebebi
ile insanda meydana gelen hükmi/manevi kirlilik hali demektir. “Taharet” ise
temizlik demektir. “Hadesten taharet’’abdestsizlik halini gidermek için usulüne
uygun abdest alarak; cünüplük, hayız ve nifas hali için ise guslederek
temizlenmek demektir. Abdestsizlik de iki türlüdür: a) Küçük abdestsizlik,
b)Büyük abdestsizlik.
Cünüplük, lohusalık ve adet hali büyük abdestsizlik olup
bunlardan dolayı temizlenmek için yıkanmak farzdır. Küçük ve büyük abdestin
bozulması, vücudun herhangi bir yerinden kan, gibi sıvı maddelerin çıkması da
küçük abdestsizliktir. Bundan temizlenmek için abdest almak gerekir.[126]
2)
‘‘Necaset’’
hakiki ve maddi pislik demektir. Elbise, beden yahut namaz kılınacak yer
üzerinde bulunan görünür veya görünmez pisliklerin giderilmesidir. Elbise,
beden veya namaz kılınan yerde el ayası kadar görünmez bir pislik bulunursa, bu
halde namaz kılmak caiz değildir.
3)
“Setrü’l-avret”
dinen örtülmesi gereken yerleri örtmek demektir. Bir kimsenin kıldığı namazın
geçerli olması için namaz kıldığı sırada avret yerlerinin örtülmesi farzdır.
Avret yerleri, kadınlar ve erkekler için farklıdır:
Kadınların avret yerleri; yüz, eller ve ayaklar dışında bütün
vücuttur.
Erkeklerin avret yerleri ise, diz kapaklarının altı ile göbeğin
üstü arasında kalan bölgedir[127].
4)
"îstikbal-i
kıble", kıble yönune dönmek demektir. Kıblemiz ise Kâbe’dir.
Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor: “Evet, hangi yerden çıkarsan,
yüzünü Mescid-i Haram’a döndür. Siz de her nerede olursanız, yüzlerinizi o yöne
döndürün”.[128]
5)
Namazın
kabul olunması için vaktin girmesi şarttır. Çünkü Allahu Teâlâ şöyle
buyurmaktadır: “Çünkü namaz mü’minler üzerine vakitleri belli bir farzdır.”[129] Mesela,
öğle vakti girmeden öğle namazı kılınamaz. Şayet kılınırsa bu
nafile bir namaz olur, öğle namazının yeniden kılınması gerekir.[130]
6)
Niyet:
Kılınacak namazın hangi namaz olduğunu kalpten geçirmektir. Hangi namazını
kıldığını hatırlamayan kimsenin namazı geçerli olmaz. Çünkü Allahu Teâlâ şöyle
buyurmaktadır: “Hâlbuki onlar onun dininde ihlâs sahipleri ve hanifler olarak
Allah’a ibadet etmelerinden... başkası ile emrolunmadırlar”.[131]
Namazın rükünleri: 1. îftitah tekbiri; 2. Kıyam; 3.
Kıraat; 4. Rükû; 5. Secde; 6. Ka’de-i ahire. Bunlardan başka Ebu Yusuf ile îmam
Şafiî, Malik ve Ahmed ibn Hanbel’e göre namazda ta’dil-i erkâna riayet etmek
bir farz olduğu gibi, Ebu Hanife’ye göre namazdan kendi isteği ile çıkmak da
bir farzdır.[132]
1)Namazın rükünlerinden birincisi iftitah tekbiri yani namaza
‘‘Allahu ekber’’ diyerek başlamaktır. Namaza iftitah tekbiri ile başlamanın
farz oluşu Kitap ve sünnet delillerine dayanır: Allah Teâlâ, “Rabbi’ni yücelt.”[133] buyurur. Peygamber
( S. A.V. ) de şöyle buyurmuştur: “Namazın anahtarı temizliktir, başlaması ise
tekbirdir”.[134]
2)Namazın rükünlerinden ikincisi kıyam yani doğrulmak, dik
durmak, ayakta durmak demektir. Gücü yetenin farz veya vacip namazlarda
başlangıç tekbiri ve her rekâtta Kur’an’dan okunması gerekli olan en az miktarı
okuyacak kadar bir süre ayakta durmasıdır. Ayakta durmaya imkânı olanın
oturarak kılması caiz değildir.[135]
3)Namazın rükünlerinden üçüncüsü kırattır. Kıraat sözlükte,
“okumak” demektir. Bir terim olarak “Kur’an okumak” anlamına gelir. îmamın veya
tek başına namaz kılanın, nafile namazlar ile vitir namazının bütün
rekâtlarında bir miktar Kur’an-ı Kerim okuması farzdır. Ancak dört veya üç
rekâtlı farz namazlarda kıraatin ilk iki rekatte bulunması vacip hükmündedir.
Kıraatın farz oluşu şu delillere dayanır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Kur’an’dan kolayınıza geleni ( ayetleri ) okuyun.”[136]
Buradaki emir mutlak olduğundan vücub ifade eder.[137]
4)Namazın rükünlerinden dördüncüsü rüküdur. Rükü sözlükte
‘‘eğilmek’’ demektir. Rükü, kıyamda kıratı bitirdikten sonra, baş ile sırt düz
olacak şekilde eğilmektir. Rükü'nun farz oluşu ayet ve hadis ile sabittir.
Allah Teâlâ; “Ey iman edenler! Rükü edin, secde edin ve Rabb’inize kulluk
edin.”[138] buyurur. Peygamber,
namazını kötü bir şekilde kılmakta olan bedeviye şöyle buyurmuştur: “Sonra
uzuvların sakin olacak şekilde rükü yap, sonra uzuvların sakin olacak şekilde
secde yap. Sonra bütün namazın süresince böyle yap.”[139]
5)Namazın rükünlerinden beşincisi secdedir. Secde sözlükte
“îtaat, Teslimiyet, tevazu ile eğilmek ve yüzü yere sürmek anlamlarına gelir.
Secde, rükü’dan doğrulduktan sonra alnını, burnunu, iki ayağının parmak
uçlarını, iki eli ile iki dizini yani toplam yedi azasını yere koymaktır.
6)Namazın rükünlerinden altıncısı ka’de-i
ahiredir ki, son oturuş demektir. Ka’de-i ahire, namazın sonundaki oturuşta
Tahiyyat duasını okuyacak kadar oturmaktır. Bütün oturuşlarda tahiyyat duasını
okumak vacip hükmündedir.[140]
1.
Namazın
Edasının Şartı Olarak Vakit
Vakit, namazın farzlarından birisidir. Bu itibarla namazlar
belirli zamanlarında ifa edilir. Vakit, namazın farz oluşunun sebebi olduğu
gibi edasının da şartıdır. Namazlar, vaktinden önce eda edilemeyeceği gibi,
vaktinden sonraya da bırakılamaz. Bir namazın vaktinde kılınmasına “eda”,
vaktinden sonra kılınmasına ise “kaza” denir. Bir namazın özürsüz olarak
vaktinde kılınmaması ve ileriki bir vakitte kaza edilmek üzere ertelenmesi
doğru değildir ve günahtır. Mazeretler ise unutma ve uyuyup kalma gibi irade dışı
hususlardır.
Vakitler, namazlar için çok önemlidir. Sahabeden
Abdullah bin Mes’ud, Peygamberimize: “Amellerin hangisi Allah’a daha
sevimlidir?” diye sormuş; Peygamberimiz de Allah’a en sevimli olan amellerin
birincisi olarak “vaktinde kılınan namazı”[141]
zikretmiştir. Namazların belirli vakitlerde kılınması gerektiğini Allah Teâlâ
şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz namaz, mü’minlere
belirli vakitlere bağlı olarak farz kılınmıştır.”[142]
a. Namaz-Vakit İlişkisi
Namazın şartlarından birisi de “vaktin girmesidir.” Çünkü Allah
Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz namaz, mü’minlere belirli vakitlere
bağlı olarak farz kılınmıştır.”[143]
Bu ayette bize namazın vakit ile bağlı olması anlatılmaktadır.
Kur’an-ı Kerim’in çeşitli ayetlerinde “Salât, tesbih, hamd ve
secde etmek” gibi “parça zikredip bütünü kastetme” yoluyla namaz vakitlerine
işaret edilir. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Güneşin tepe noktasından
batıya yönelmesinden gecenin kararmasına kadar namaz kıl ve sabah namazını da
(unutma). Çünkü sabah namazı tanıklı bir namazdır.”[144]
“Öyleyse, akşama girerken de, sabaha ererken de tesbih Allah’ındır. Göklerde ve
yerde, günün sonunda da, öğleye erdiğinizde de hamd, O’na aittir.”[145] “Güneşin
doğmasından önce ve batmasından önce Rabb’ini hamd ile tespih et. Gecenin bir
bölüm saatlerinde ve gündüzün uçlarında tespih et ki hoşnutluğa eresin.”[146] Gündüzün iki ucunda
ve geceye yakın saatlerde namaz kıl.”[147]
Peygamberimiz (s.a.v.) de farz namazlarının hangi
vakitlerde kılınacağını bize haber vermiştir. İbn Abbas (r.a)’tan rivayete
göre, Rasulullah (salla’llâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Cibril
(a.s) bana iki kere Beytullah’ın yanında imamlık yaptı. Öğle namazını güneş
tepe noktasından batıya yönelince kıldırdı. İkindi namazını cisimlerin gölgesi
bir misli olunca kıldırdı. Akşam namazını oruçlunun iftar edeceği zamanda
kıldırdı. Yatsı namazını batı ufkundaki kızıllık kaybolunca, sabah namazını da
oruç tutacak kimseye yeme ve içme yasağının başladığı sırada kıldırdı. Ertesi
gün olunca; öğle namazını cisimlerin gölgesi bir misli olunca, ikindi namazını
ise cisimlerin gölgesi iki misli olunca kıldırdı. Akşam namazını yine oruçlunun
iftar edeceği zaman kıldırdı. Yatsı namazını gecenin üçte birine doğru
kıldırdı. Sabah namazını ortalık aydınlanınca (isfar) kıldırdı. Sonra bana
dönerek şöyle dedi: Ey Muhammed! Bu, senden önceki peygamberlerin vaktidir.
Namaz vakitlerinin başlangıç ve sonu, bu iki vakit arasında kalan zaman
parçasıdır.”[148]
i.
Namaz
Vakitlerinin Kur’ân ile Temellendirilmesi
Kur'an-ı Kerim'de belirli şartları taşıyan
Müslümanlara günde beş vakit namazın farziyeti Kitap, Sünnet ve icma ile
sabittir. Beş vakit namazın eda edileceği vakitlere ve ne şekilde eda
edileceğine Kur'an-ı Kerim'in bir kısım ayetlerinde mücmel olarak işaret
olunmuş, bu işaretler Rasulüllah (salla’llâhu aleyhi ve sellem)'in kavli ve
fiili sünnetiyle açıklık kazanmıştır. Bilindiği üzere Kur'an-ı Kerim'deki
mücmel emir ve hükümleri açıklama yetkisi, Onu insanlara tebliğle görevli olan
Peygamber (s.a.v.)’e aittir. O namazı bizzat kılarak ve Müslümanlara imam olup
kıldırarak nasıl kılınacağını öğrettiği gibi bunların vakitlerini de
göstermiştir. Gerek kılınış şekli, gerek vakitleri ile ilgili bu uygulama ameli
tevatür olarak, günümüze kadar devam etmiştir.
Kur’an’da beş vakit namaza Bakara suresinin 238.,
Taha suresinin 130., Nur suresinin 58., Kaf suresinin 39-40. ayetlerinde işaret
edilmektedir. Rum suresinin 17-18. ayetlerinde şöyle buyrulur: فسَُبْحَانَ
اللهَِّ حِینَ تمُْسُونَ وَحِینَ تصُـبِحُونَ وَلَھ الْحَمْدُ فيِ السَّمَاوَاتِ
وَالأْرَْضِ وَعَشِیاًّ ujj^-’ j^j
“Akşama girerken ve sabaha ererken Allah’ı tesbih edin (namaz kılın). Göklerde
ve yerde hamdü sena ancak O’na mahsustur. İkindi ve Öğle vakitlerinde (O’nu
tesbih edin, namaz kılın).”[149]
Abdullah b. Abbas , “Beş vakit namazın
Kur’an’da belirtildiğini şu şekilde izah etmektedir:
uj^ j^
^ j^ı akşam ve yatsı namazları; 0^^ uj^j
sabah namazı; Ij^j ikindi namazı; ûjj^ Jj^j öğle namazıdır[150]. ûj^ Jj^ ifadesi daha çok akşam namazını
ifade etse de, uleme yatsı namazını da buna dahil etmiştir.[151]
Akşam ve yatsı namazlarına Hud suresi 114. ayette
ı_W u^ ^bj v"gecenin
saatlerinde" ifadeleriyle işaret edilmiştir. Taha suresi 130. ayette ise
şöyle buyrulur:
فَاصْبِرْ عَلی مَا یَقوُلوُنَ وَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ قبَْلَ
طلُوُعِ الشَّمْسِ وَقبْلَ غُرُوبِھَا وَمِنْ آنَاء اللیَّْلِ فَسَبحِّْ
وَأطَْرَافَ النھَارِ لعََلكََّ ترضَی
‘Güneşin doğmasından ve batmasından önce Rabb’ini
överek tesbih et (namaz kıl). Gecenin saatlerinden bir kısmında ve
gündüzün etrafında (O’nu) tesbih et (namaz kıl).’[152]
Ayette geçen ö^ £jİ^ J$ ile kast edilen sabah
namaz vaktidir. '-^jj^ Jb ile murad edilen ise, ikindi[153]
veya ikindi ile öğle namazlarının vaktidir.[154]
Jlll *^ û?j ile kast edilen, yatsı[155]
veya akşam ile yatsı namazlarının vaktidir. J-s^l ^'j^b ile murad ise, öğle[156] veya öğle ile
ikindi[157] veya öğle ile akşam[158] veya sabah ile
akşam namazlarının vaktidir[159]. “Gündüzün
etrafı ” sabah ve akşam namazları olabileceği gibi öğle ve ikindi namazları
da olabilir. Sadece öğle namazı da olabilir. Öğle vakti; günün ilk yarısının
sonu ve son yarısının evveli olduğu için “günün etrafı”na dâhil edilmiştir[160]. Bu ayette “etraf”
şeklinde çoğul olarak zikredilen bu kelime, Hud suresinin 114. ayetinde
“tarafey” şeklinde ikil olarak geçmiştir. JJJl ^l u^j ifadesine mukabil Hud
suresinin 114. ayetinde JJJl oh
l^Jjj ifadesi kullanılmıştır. Taha suresinin 130. ayetinde ^ fiili ile ifade
edilen “namaz” Hud suresinin 114. ayetinde ö^Jl ^j cümlesi ile emredilmiştir.
Yukarıda geçen iki ayetteki ‘‘sebbih’’ kelimesi
‘‘salli’’ anlamındadır. Kurtubi, el- Cami li-Ahkami’l-Kur’an, Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir adlı eserlerinde ‘‘sebbih’’ kelimesinin ‘‘salli’’ anlamında
olduğunu ifade etmişlerdir. Nitekim Allah tealayı tesbih etmenin belirli bir
zamanı, mekânı ve şekli yoktur. Her zaman ve mekânda Allah tesbih edilebilir.
Ayrıca Kur’an’da namaz, ‘‘salât’’ ve ‘‘tesbih’’
kelimeleriyle ifade edildiği gibi ‘‘ibadet’’[161],
‘‘kıyam’’[162], ‘‘kıraat/Kur’an’’[163], ‘‘rükû’’[164], ‘‘secde’’[165] ve ‘‘zikir’’[166] kelimeleriyle
de ifade edilmiştir.
174
175
176
177
178
179
180
181
182
183
184
185
186
187
188
189
190
jhl j^ lUj3 j-^' ^âjL ö^ll ^3 ‘Gündüzün iki tarafında ve
gecenin (gündüze) yakın saatlerinde namaz kıl.’[167]
Bu ayette geçen j^' ^5^ ile murat, sabah ve ikindi[168]
veya sabah, öğle ve ikindi[169]
veya sabah[170] veya sabah ve akşam[171] veya öğle ile
ikindi namazlarıdır[172]. jJJl u^ 1^33 ile
murat ise, yatsı[173] veya akşam ile
yatsı[174] veya akşam, yatsı
ve sabah namazları da olabilir.[175] Fakat her halükarda
bu ayet beş vakit namazı ifade etmektedir. Kurtubî (Ö.671/1272) ve
Îbnü’l-Arabî’in (Ö.468/1075) dediklerine göre bu ayette, beş vakit namazın kast
edildiği konusunda bütün İslam âlimleri görüş birliği içerisindedir[176]. Bu âyetin beş
vakit namazı ifade ettiğini savunan Yazır da bunu, şu şekilde açıklamaktadır:
Ayette geçen “zülef”’ kelimesi “zülfe’nin çoğuludur. Arapçada ise çoğullar en
az üç sayıdan oluşur. O zaman bu ayetteki ifadeden anlaşılan, iki gündüz
tarafında, üçü de gecede olmak üzere tam beş vakit namaz emredilmiştir. Bu
takdirde “Gündüzün iki ucu j^' u?jk ifadesinden maksat, öğle ile ikindi,
J4J' o* ^jj gecenin ilk saatleri veya gecenin gündüze
yakın saatleri ifadesinden maksat ise, akşam, yatsı ve sabah namazlarıdır. Bu
âyette sabah namazının gece namazlarından sayılmasının sebebi ise, gündüz
namazlarında kıraatin sessiz, sabah namazında ise sesli olmasıdır.[177]
J&l 6^ J) ^^^Jl ^JeJ
ö-^Jl ^l ‘Güneşin |
|
وَقرُْآنَ الْفجَْر إِنَّ قرُْآنَ الْفَجْر کَانَ مَشْھوُدً |
|
^ |
zevalinden gecenin karanlığına kadar namaz kıl ve sabahın
Kur’an’ını (sabah namazını da kıl). Çünkü sabah namazı (melekler
tarafından) müşahede edilir.[191]
ayetinde geçen “Kur’anü’l-fecir”den maksadın sabah
namazı olduğu kesindir. Burada sabah namazı yerine niçin “Kur’an” kelimesinin
kullanıldığı konusunda tefsirlerde detaylı bilgiler vardır.[192]
^J^o kelimesinin iki anlamı vardır:
193
1.
Güneşin
semanın ortasından meyletmesi (zeval).
2.
Güneşin
batması (gurub).[193]
Kurtubi (ö. 671/1272), dülükün evveli zeval, sonu
güneşin batmasıdır. Güneşin zeval vaktinden batmasına kadar olan zamana “dülük”
ismi verilir. Çünkü bu zamanda güneş, meyil ve intikal halindedir demiştir.[194] Bu kelime iki
anlamı da içerir:o J&l 6^ ise ‘‘gecenin karanlığı’’demektir.[195] Buna göre ^2Jl ^J^
ile murat, öğle, ikindi ve akşam[196]
veya öğle ve ikindi[197] veya akşam[198] veya öğle
namazlarıdır.[199] JÎJl 6^ ile murat;
akşam 201 ile yatsı, veya yatsı namazlarıdır[200]
‘Güneşin zevalinden gecenin karanlığına kadar
namaz kıl’’ emri ile öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarına, j4^l J>
ifadesi ile sabah namazına işaret eden ayet, farz namazların bütün vakitlerini
içermektedir.[201]
Günde beş vakit namaza işaret eden ayetlerden birisi de şudur:
191
192
193
194
195
196
197
198
199
200
201
202
203
u£^ ^ ij^aj ^^jJl ^L^Jij ^ij^l ^ ljM^ Namazları ve
orta namazı koruyun, gönülden bağlılık ve saygı ile Allah’ın huzuruna durun.’’[202] Ayette geçen
“es-salâvat’’ kelimesi, “es-salât’’ kelimesinin çoğuludur. Arap dilinde çoğulun
en azı üçtür. ?X^Jl ^■^jJl, ‘‘orta namazı’’ demektir. Bu orta namazı
“salâvat”ın dışında bir namaz kabul edersek ayette zikredilen namaz sayısı dört
olur. Dört sayısının ortası yoktur. Şu halde orta
namaz olması için namazların en az
beş vakit olması gerekir. Dolayısıyla bu ayet beş vakit 204 namazı
ifade etmektedir.
Sonuç olarak, İslam’ın beş temel esasından biri
olan[203] müminlere vakitli
olarak farz kılınan[204] ve dosdoğru
kılınması emredilen[205] namaz, Kur’an’da
muhtelif ayetlerde beş vakit olarak zikredilmiş, ancak vakitlerin sınırları,
rekât sayıları ve nasıl kılınacağı beyan edilmemiştir. Namazın detayları,
Kur’an’ı tebliğ etme görevi bulunan Peygamberimiz (s.a.v.) tarafından
açıklanmıştır. Ve beş vakit namazın nasıl kılınacağı sahabilerine uygulamalı
olarak öğretilmiştir.
ii.
Namaz
Vakitlerinin Sünnet ile Temellendirilmesi
Bir gün ve gecede beş vakit
namazın farz olduğu ve beş vakit namazın da miraç hadisesi ile birlikte farz
kılındığında - İslam ümmeti ittifak etmiştir. Miraç da hicretten bir yıl önce
vaki olduğuna göre bütün Müslümanların kılmakla yükümlü oldukları beş vakit 208 namazın
hicretten bir yıl önce farz kılındığı ortaya çıkmaktadır.
Beş vakit namazın hicretten önce miraç gecesinde
farz kılındığı sağlam haberlerle sabittir. Enes (r.a)'in naklettiği bir hadiste
şöyle buyurulur: "Miraç gecesinde Hz. Peygamber'e namaz elli vakit olarak
farz kılınmış, sonra eksiltilerek beşe indirilmiş, sonra şöyle nida olunmuştur:
"Ey Muhammed! Benim katımda söz değiştirilmez. Bu beş vakit namaz
sebebiyle, senin için elli vakit namaz sevabı vardır.”[206]
"Allah Teâlâ miraç gecesinde ümmetim üzerine elli vakit namazı farz kıldı.
Ben ise O'na müracaat ederek hafifletilmesini istedim. Sonunda namazı bir gün
ve gecede beş vakte indirdi.”[207]
Bundan sonra değişik vesilelerle Nebi (salla’llâhu
aleyhi ve sellem), namaz vakitlerini tek tek açıklamasının yanında namaz
vakitlerinin beş olduğunu ifade eden sözler de söylemiştir. Bu hadisleri,
Kur’anı Kerim’in mücmelini beyan sadedinde değerlendirmek mümkündür. Çünkü
Kur’an’dan, itirazları önleyecek nitelikte namaz vakitlerinin beş olduğu
anlaşılamamaktır. Bazılarının beş vakti ifade ettiğini söylediği bir âyeti, bir
başkası üç vakti ifade ettiğini
söyleyerek savunmaktadır. Bundan dolayı da âyetler
mücmel sayılır ve bu mücmelliği izale edecek olan da Nebi (s.a.v.)’dir.
Hadislere baktığımızda ise, Nebi (salla’llâhu aleyhi ve sellem)’in devamlı
olarak namazlarını beş vakitte kılmaya gayret ettiği, namazların beş ayrı
vakitte kılınması için teşvik ettiği; nadiren ise bazı mazeretlere dayanarak
namazları cem yaptığı anlaşılmaktadır. Ancak hadislerin delil olarak kabul
edilmesine şüpheyle bakan veya arzusuna göre yorum yapan kimselere hadislerin
yapacağı bir açıklama olamaz.
Bu kısımda, Nebi (salla’llâhu aleyhi ve sellem)’in,
namaz vakitlerinin başlangıcını ve sonunu izah eden hadislerinden önce,
içerisinde beş vakit namaz ifadesi geçen hadislerini incelemeye çalışacağız.
Bazı lafız farklılıkları ile Talha b. Ubeydullah,
Enes b. Malik, Ebû Hureyre, Abdullah b. Abbas (r.a) tarafından nakledilen,
aşağıda bir örneğini sunmuş olduğumuz hadislerde, Nebi (salla’llâhu aleyhi ve
sellem)’e bir adamın gelip din hakkında sorular sorduğu anlatılmaktadır. Bu
adamın (bedevi) sormuş olduğu,“Allah kaç vakit namaz farz kıldı” şeklindeki
sorusuna, Nebi (salla’llâhu aleyhi ve sellem)’in bütün kaynaklarda “beş vakit
farz kıldı” diyerek cevap verdiği ifade edilmektedir.
Enes (r.a)’dan: Bir adam, Allah’ın Nebi’si (salla’llâhu aleyhi
ve sellem)’e sordu; “Allah kullarına kaç vakit namaz farz kıldı?” Rasulullah:
“Allah kullarına beş vakit namazı farz kıldı.” buyurdu. Bunun üzerine adam;
bunlardan ne bir fazla ne de bir eksik yapmayacağını söyledi. Allah Rasülü
(s.a.v.) şöyle buyurdu: “Bu adam bu sözünde doğru ise (ve dediğini de yaparsa) 211
mutlaka cennete girer.”[208]
Hz. Peygamberin (salla’llâhu aleyhi ve sellem),
hem bir din eğitmeni hem de bir vali olarak sahabelerinden seçmiş olduğu
kimseleri görev yerlerine göndermeden önce, insanlara Allah’ın birliğini kabul
etmelerinin peşinden beş vakit namazı emretmelerini öğütlediği anlaşılmaktadır.
İbn Abbas (r.a)’dan: Hz. Peygamber (salla’llâhu
aleyhi ve sellem), Muaz b. Cebel (r.a)'i Yemen'e gönderirken ona şöyle
buyurmuştur: "Sen ehl-i kitap olan bir topluma gidiyorsun. Onlara ilk önce
Allah'ın bir, Muhammed’in onun kulu ve elçisi olduğunu bildir. Bunu kabul
ederlerse, Allah'ın onlara gecede ve gündüzde beş vakit namazı farz kıldığını
söyle." Başka bir rivâyette ise Peygamberimiz (s.a.v.), farz olan
namazların özellikle vakitlerine vurgu yaparak, bu vakitlere dikkat edip
namazları vaktinde kılmaya gayret edenlerin cennete girebileceğini ve böyle kimselere
cehennemin haram olacağını açıklamıştır:
Hanzale el-Kâtib (r.a)'dan
rivayetle, Allah Resulü (salla’llâhu aleyhi ve sellem) buyurdu: "Kim beş
vakit namaza rükû ve sücûdlarını hakkiyle yerine getirerek devam ederse ve onun
Allah tarafından bir hak (farz) olduğunu bilirse ve vakitlerine de dikkat
ederse, cennete girer" yahut "cennet ona sabit olur" yahut "ateş
ona haram olur" buyurdu.[212]
Sonra da, yaygın kabule göre,
namazın farz kılındığı Miraç gecesinin ertesi günü Cebrail (a.s), Hz Muhammed’e
gelerek, bizzat imamlık yapmış ve namaz vakitlerinin başlangıç ve bitiş
zamanlarını göstermiştir. İbn Abbas (r.a)’dan rivayete göre, Rasülullah (salla’llâhu
aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Cibril (a.s) bana iki kere Beytullah’ın
yanında imamlık yaptı, îlk gün Öğle namazını güneş tepe noktasından batıya
yönelince kıldırdı. İkindi namazını cisimlerin gölgesi bir misli olunca
kıldırdı. Akşam namazını oruçlunun iftar edeceği zamanda kıldırdı. Yatsı
namazını batı ufkundaki kızıllık kaybolunca, sabah namazını da oruç tutacak
kimseye yeme ve içme yasağının başladığı sırada kıldırdı. Ertesi gün olunca;
öğle namazını cisimlerin gölgesi bir misli olunca, ikindi namazını ise cisimlerin
gölgesi iki misli olunca kıldırdı. Akşam namazını yine oruçlunun iftar edeceği
zaman kıldırdı. Yatsı namazını gecenin üçte birine doğru kıldırdı. Sabah
namazını ortalık aydınlanınca (isfar) kıldırdı. Sonra bana dönerek şöyle dedi:
Ey Muhammed! Bu, senden önceki peygamberlerin vaktidir. Namaz vakitlerinin
başlangıç ve sonu, bu iki vakit arasında kalan zaman parçasıdır.”’
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Belirtmiş
olduğumuz hadislerin ve bu konudaki fiilî sünnetin tevâtür derecesine
ulaşmasından dolayı, Kur’ân’ın mücmel olan (anlamı kapalı) namaz vakitleri
konusundaki âyetleri mübeyyen hale gelmiştir ve namazların vakitleri hiç şüphe
olmayacak tarzda beştir. Nebi (salla’llâhu aleyhi ve sellem) tarafından farz
namazların kesin olarak beş ayrı vakitte kılındığı ortaya çıkınca, namazların
üç vakitte kılınması, Nebi (salla’llâhu aleyhi ve sellem)’in istisnai
uygulamalarından olduğu ortaya çıkar. Yani namazları üç vakitte kılmak azimet
değil ruhsattır.
2.
Namaz
Vakitleri İle İlgili İslam Hukukçularının Değerlendirmeleri
Bu bölümde farz namazları Hanefî, Şâfıî, Maliki
ve Hanbelî Mezheplerinin farz namaz görüşlerine göre düzenlemiş bulunmaktayız.
Bu mezheplerin dışında açıklamaya çalıştığımız Caferi Mezhebi’nde ise farz
namaz inanışı Ehl-i Sünnet inanışından farklıdır.
Bu mezhebin farz namazlara dair görüşüne, konuya
girmeden önce kısaca değinmeyi uygun buluyoruz:
Ca’ferilerde farz namazlar; günlük namazlar, âyât namazı,
cenaze namazı, tavaf namazı, büyük oğul namazı, ücret- ahd ve yemin dolayısıyla
farz olan namazlar ve bayram namazları olmak üzere çeşitli kısımlara ayrılır.
Günlük namazlar sabah (2 rekât), öğle (4), ikindi (4), akşam (3), yatsı (4)
olmak üzere toplam 17 rekâttır. Âyât namazı; güneş tutulması, ay tutulması,
zelzele ve halkı korkuya sevk edecek şiddetli gök gürlemesi, şimşek çakması
gibi durumlarda vacip olup 2 rekât olarak kılınır. Cenaze namazı kifâî bir farz
olup meyyite dua mahiyetinde olduğu için abdest almak şart değildir. Büyük oğul
namazına gelince, bu kısaca şudur: Vefat eden bir kimsenin kılamadığı farz
namazlar varsa bunları kılmak o kişinin büyük oğluna farzdır. Şâyet büyük oğul
bunları kendisi kılamazsa ücret vermek suretiyle birisine kıldırmak
mecburiyetindedir. Annenin kılamadığı namazları kılmak ise büyük oğla farz
değildir, ancak bunları da kılması ya da para karşılığı birisine 214
kıldırması müstehaptır.[214]
a. Sabah Namazı ile ilgili değerlendirmeleri
Bazı müellifler vakitleri açıklamaya sabah
namazından başlamayı tercih etmişlerdir. Bunun sebebi olarak ise birkaç gerekçe
öne sürerler. Bunları belirtmek gerekirse; sabah namazı gündüzün başlangıcıdır.
Sabah namazının başlangıcı ile bitimi hususunda ihtilaf edilmemiştir. Âdem
(a.s)’ın cennetten çıktıktan sonra kıldığı ilk namaz sabah namazıdır. Yeryüzüne
inince gece olmuş, Hz. Âdem daha önce böyle bir şey görmediği için korkmuştur.
Sabah aydınlanınca Allah’a şükür için iki rekât namaz kılmıştır.[215] Biz de konumuzu
açıklamaya sabah namazından başlamayı uygun bulduk.
Hanefî, Şafiî[216],
Malikî[217],
Hanbelî[218]ve Caferi:[219] Sabah namazının
vakti ufukta yayılan fecrin doğması anından (fecr-i sâdık) başlar güneş
doğuncaya kadar devam eder.
Şâfiî, Hanbelî ve Malikîlerden kabul edilen görüşe
göre sabah namazında tercih edilen (ihtiyârî) vakit, fecri sadık (ikinci fecir)
doğunca başlar, gün aydınlanıncaya (isfâr) kadar devam eder. Gün
aydınlamasından maksat, tavansız olan bir yerde sağlıklı bir gözün yüzleri
görebileceği ve seçebileceği bir aydınlıktır. Bu hukukçulara göre günün
aydınlanmasından güneş doğuncaya kadarki süre zaruret durumlarına özeldir.
Ancak Şâfiîi'lerin bazılarından gelen rivâyete göre, "sabah namazının
vakti, ortalığın aydınlanması ile sona ermektedir."[220]
Fecir iki tanedir. Fecr-i kazib ve fecr-i sadık.
Fecr-i kazibe Araplar kurdun kuyruğu ismini vermişlerdir. O semadan
uzunlamasına ortaya çıkan peşinden karanlığın geldiği bir beyazlıktır. Bu
beyazlıktan sonra yine karanlık geldiği için buna "fecr-i kâzib (yalancı
fecir)" adı verilmiştir. Vakitle ilgili hükümler fecr-i sadığa bağlanır. Fecr-i
sadık ise ufukta yayılan bir beyazlıktır. Fecr-i sadık doğmadıkça, fecr-i
kazibin doğmasıyla namaz vakti girmiş olmaz, oruçluya da yemek yemek haram
olmaz.[221] Hz. Peygamber (salla’llâhu
aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Tan yerinin ağarması ikidir. Birisi
yemek yemeyi haram kılan ve namaz kılmayı helal kılan vakittir. Diğerinde ise,
sabah namazını kılmak haram, yemek yemek ise helaldir."[222] Bu hadiste sözü
edilen birinci vakit fecr-i sadık, ikinci vakit ise fecr-i kâzibtir. Yine başka
bir hadiste; "Sabah namazının vakti ikinci fecrin doğmasından, güneşin
doğuşuna kadardır."[223] Sabah namazının son
vakti güneş doğduğu andır.[224] Bunun delili şu
hadis-i şeriftir; “Sabah namazının vakti, ikinci fecrin doğmasından güneşin
doğuşuna kadardır.”[225]
b. Öğle Namazı
Bazı fakihleri namaz vakitlerini açıklamaya öğle
namazıyla başlarlar. Bunun sebebi olarak; Cebrâil (a.s)’ın Nebi (salla’llâhu
aleyhi ve sellem)’e vakitleri öğrettiği zaman ilk önce öğle namazıyla başlamış
olduğunu, Nebi (salla’llâhu aleyhi ve sellem)’in sahabelere namaz vakitlerini
öğrettiğinde ilk önce öğle namazıyla başlamasını, Sahabelerin de namaz
vakitlerini soranlara ilk önce öğle namazıyla
başlamalarını, Öğle namazının
farz kılınan namazların ilki olmasını gösterirler. Sonra
226 ikindi namazı, sonra akşam, sonra yatsı ve en en son sabah
namazı farz kılınmıştır.
Öğle namazının ilk vaktinin[226]
fey-i zeval olduğunda ve bu vakit gelmeden öğle namazını kılmanın caiz
olmayacağı konusunda bütün hukukçuların arasında ittifak vardır. Fey-i Zeval:
Öğle namazının vakti güneşin tepe noktasını geçip batıya doğru kaymasından
sonra başlar. Güneşin tepe noktasını aşmasına “zeval” denilir. Zeval, örfi
gündüzün[227] tam ortasına denk
gelir. Mesela örfi gündüz on saat ise, bu sürenin yarısı (beş saat) zeval
vaktidir ve güneş görünüşe göre gökteki yarı yolu kat etmiş olur. Bu ana kadar
her şeyin gölgesi doğudan batıya doğru kaymaktayken bu andan sonra batıdan
doğuya doğru kaymaya başlar. îşte güneşin tam bu yarı yola geldiği anda yere
düşen gölgesine “zeval anındaki gölge” anlamında “fey-i zeval” denir. Fey-i
zeval’in yönü ve uzunluğu bölgenin ekvatordan uzaklığına, kuzey veya güney
yarımkürede oluşuna göre değişir.[228]
Fey-i zevâl şu yöntemlerden biriyle tespit
edilebilir:
1-Düz bir yere bir şahsı yerleştiririz. Sonra gölgesinin baş
tarafına bir işaret koyarız. Gölge işaretlenen çizgiden daha az oluyorsa bu an
zeval vaktinden öncedir. Şâyet gölge ne o işareti geçiyor ne de ondan noksan
oluyorsa bu vakit de istiva vaktidir. Şâyet gölge işaretlenen yeri aşarsa
güneşin zeval vakti o andır. Şahsın gölgesi, güneşin istiva anındaki gölgesi
hariç kendi misline ulaşırsa bu da ikindi vaktinin başlangıcıdır. Başka bir
deyişle, ikindi vaktinin ilk anı en az ziyadeyle bir şeyin gölgesinin kendi
ölçüsünü aşmasıdır.[229]
2- Öğle namazının vaktini bildiren bazı
hadislerde de peygamberimizin “gölge ayakkabı bağı kadar” olduğunda öğle
namazını kıldığı zikredilmektedir.[230]
Bu ifade kesin bir sınır ifade etmemektedir. Ancak güneşin batı tarafına
yönelmesi, gölgenin görülebilecek en küçük haline düşmesinden sonra olur.
Düşeceği en küçüklük ise tahminen bir ayakkabı bağı veya benzeri bir şeyin
büyüklüğüdür. Ancak bu büyüklük zeval vaktinin bilinmesi konusunda bütün
beldeler için geçerli bir ölçü değildir. Bu ancak Mekke ve Medine gibi
gölgenin iyice küçüldüğü yerler için geçerlidir. Öyle ki
Mekke’de ve Medine’de senenin en uzun günlerinde fey-i zevâl vaktinde gölge
bulunmamaktadır. Bunun gibi ekvator çizgisine yakın tüm beldelerde günün
ortasında gölgeler oldukça küçülür. Ama ekvator çizgisinden daha uzak
beldelerde günün ortasında gölgeler daha uzun olur.[231]
Örneğin gündüzün en uzun olduğu 21 Haziran’dan 26 gün önce ve 26 gün sonra
Mekke’de zeval vaktinde eşyalarda gölge oluşmamaktadır. Bu günlerde cisimlerde
gölge ortaya çıktığında güneşin tam tepe noktasından aştığı anlaşılmış olur.
Dolayısıyla da öğle namazının vakti 233
girmiş olur.[232]
Öyleyse hadislerde geçen gölgeyle vakit tayinini
bağlayıcı bir yöntem olarak düşünmemek gerekir. Yukarıda da işaret ettiğimiz
gibi, sabit gölge boyları namazın vaktini tayin etmek için uygun değildir.
Çünkü zamana, zemine, bölgeye, mevsime ve günün güneşli veya bulutlu olmasına
göre değişkenlik göstermektedir.
Öğle namazı vaktinin başlangıcı ile ilgili olarak bütün
müçtehitlerin dayandığı delil şu âyettir: “Güneşin batıya kaymasından gecenin
karanlığına kadar geçen süre içinde, namazları kıl, sabah namazını da eda et.
Şüphesiz sabah namazında melekler hazır bulunur.”[233]
Sünnetten delil ise Peygamberimiz (salla’llâhu aleyhi ve sellem)’in şu
hadisidir: “Şüphesiz namazın ilk ve son vakti vardır. Öğlenin ilk vakti,
güneşin tepe noktasından zail olduğu 235
zamandır.
Hanefî âlimleri arasında öğle namazının son vakti
hususunda ihtilaf vardır. Bu konuda Ebu Hanife’den üç görüş rivâyet
edilmektedir:
1-
Muhammed
b. Hasan eş-Şeybani (ö. 189/805), Ebu Hanife’nin şöyle söylediğini
nakletmiştir: “Güneş tam tepe noktasında olduğu anki gölge hariç her şeyin
gölgesinin iki misli olduğu anda öğle namazının vakti çıkar ve ikindi namazının
vakti girer.
2-
Hasan
b. Ziyâd el-Lü’lüî (ö.204/819)’nin Ebu Hanife’den rivâyetinde feyi zeval hariç
her şeyin gölgesinin kendi misli olduğu anda öğle namazının vakti çıkar ve
ikindi namazının vakti girmiş olur. Bu görüşü Ebu Yusuf, îmam Muhammed ve Züfer
de kabul etmiştir.
3-
Ebu
Hanife’den Esed b. Amr’ın rivâyetinde ‘Fey-i zeval hariç her şeyin gölgesinin
kendi misli olduğu zaman öğle namazının vakti çıkar. Her şeyin gölgesinin
kendisinin iki misli olduğu ana kadar ikindinin vakti girmez. Öğle namazıyla
ikindi namazı vakti arası ise, sabah namazıyla öğle namazında olduğu gibi
mühmel vakittir.
Ebû Hanîfe’nin mezhepte kabul edilen görüşü ise îmam
Muhammed’in Ebu Hanife’den rivâyet ettiği; “Fey-i zeval hariç her şeyin
gölgesinin kendisinin iki misli olduğu zaman öğle namazının vakti çıkar ve
ikindinin vakti girer” görüşüdür.[234]
Bu vakit, ittifakla ikindi vaktidir. Çünkü ibadetlerde ihtiyatlı davranmak daha
iyidir. Ebu Hanife’nin delili Hz. Peygamber’in şu hadisidir: “Öğle namazını
hava serinlediği zaman kılınız. Çünkü öğle vaktindeki sıcaklığın şiddeti,
cehennemin sıcaklığındandırır.”[235] Bu hadisten delil
çıkarma şekli ise namazı soğuk bir ana ertelemek, ancak her şeyin gölgesinin
kendisinin iki misli olduğu anda gerçekleşir. Sıcak, özellikle de Mekke’de bu
vakitten önce sakinleşmez.[236]
Şafiî, Hanbelî, Malikî fakihler ve Hanefîlerden Ebu
Yusuf ile îmam Muhammed ise; “fey- i zeval hariç her şeyin gölgesinin kendi misli
kadar olduğu zaman öğlenin vakti sona erer” demişlerdir.[237]
Cumhurun bu vakit hususundaki delilleri; Cebrâil
(a.s)’ın Hz. Peygambere yapmış olduğu imamlıktır. Şöyle ki; İbn Abbas’tan
rivâyet olunduğuna göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Cibril (a.s)
bana, Beytullah'ın yanında, iki kere imamlık yaptı. Bunlardan birincide öğleyi,
gölge ayakkabı bağı kadarken kıldırdı... İkinci
sefer öğleyi, dünkü ikindinin vaktinde her şeyin gölgesi kendisi kadar olunca
kıldırdı..." dedi. "240 Bu
hadisten anlaşıyor ki: Cebrail (a.s)’ın ikinci günkü imameti namaz vakitlerinin
sonunu belirtmek içindir. îkinci günde öğle namazını her şeyin gölgesinin kendi
misli kadar olduğu andan sonraya geciktirmemesi öğle namazının son vaktinin
çoğunluğun belirttiği şekilde olduğuna delildir.[238]
c. İkindi Namazı
İkindi vakti; Malikî, Şafiî,
Hanbelî ve Hanefîlerden îmameyn’e göre, her şeyin gölgesi kendisinin bir misli,
Ebû Hanîfe'ye göre ise, iki misli olduğu andan itibaren başlar ve ittifakla
güneşin battığı zamana kadar devam eder.[239]
Malikîlerde meşhur olan görüşe göre öğle ile ikindi vakitleri arasında
mukîmlikte dört, misafirlikte de iki rekât kadar ortak bir zaman vardır.
Cumhurun da kabul ettiği gibi ikindi namazının son vaktinin güneşin battığı an
olduğunu ortaya koyan bir hadiste Hz. Peygamber (salla’llâhu aleyhi ve sellem)
şöyle buyurmuştur: "Kim ikindi namazından bir rekâti güneş batmadan önce
kılabilirse ikindi namazına yetişmiş demektir. Kim de sabah namazından bir
rekâti güneş doğmadan önce kılabilirse, 243 sabah namazına yetişmiş
demektir.
İkindi namazını güneş sararıncaya kadar
geciktirmek müctehidlerin çoğunluğuna göre mekruh kabul edilmiştir.[240] Çünkü Rasûlullah (salla’llâhu
aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Bu vakitte kılınan namaz münafıkların
namazıdır. Münafık oturup güneşi bekler. Güneş şeytanın iki boynuzu arasına
girdiği (batmaya yüz tuttuğu) zaman, çabuk olarak ikindiyi dört rekât kılar,
Allah’ı çok az anar.”[241]
d. Akşam Namazı
Akşam namazının vakti, güneş battığı an başlar.
Bu konuda hukukçular arasında hiçbir ihtilaf yoktur. Ancak hukukçular, akşam
namazının diğer namazlarda olduğu gibi geniş bir vaktinin olup olmadığında ise
ihtilaf etmişlerdir.[242] Yani akşam
namazının sona erdiği zaman konusunda, görüş ayrılığı vardır. Çünkü güneş
battıktan sonra, şafak da denen ve batı ufkunda beliren üç renk değişikliği
vardır[243]: a) Kırmızılık; b)
Beyazlık; c) Siyahlık. İmam Azam’a göre vakit için geçerli olan şafak
beyazlıktır. Bu beyazlığın kaybolması ve siyahlığın görülmesiyle akşam
namazının vakti sona erer. İmam Ebu Yusuf ile İmam Muhammed’e göre şafak,
kırmızı olan şafaktır. Diğer hukukçular da bu hususta görüş birliği
etmişlerdir.[244] Şafak hakkındaki bu
tartışmanın ana sebebi, şafak kelimesinin
Araplarda hem kızıllığı hem de
beyazlığı ifade eden bir kelime olmasından 249 kaynaklanmaktadır.
Malikîlerle, Şafiî’nin azhar
olmayan ve amel edilen yeni mezhebine göre: Akşam vakti, abdest alıp avret
yerini örtecek elbiseyi giyinip ezan ve kamet okuyup beş rekât 250 namaz
kılıncaya kadar devam eder.
e. Yatsı ve Vitir Namazları
Yatsının vakti, Şafiî, Malikî, Hanbelî ve
Hanefîlerde fetvaya esas olan görüşe göre, batı ufkunda kırmızı şafağın
kaybolduğu andan itibaren başlar ve ikinci fecrin doğmasına kadar devam eder.
İkinci fecir doğunca yatsının vakti çıkmış olur.[245]
Bu, Hanefîler dışındaki üç Sünni mezhebin ihtiyari ve zaruri vakit
anlayışlarını bir bütün halinde değerlendirdiğimizde mümkündür. Şafiî, Malikî
ve Hanbelî Mezheplerinde kabul edilen görüşe göre, yatsı namazında ihtiyari
vaktin, yani hiçbir özrü bulunmayan sıhhatli kişinin yatsı namazını
kılabileceği vaktin sonu, gecenin ilk üçte birine kadardır.[246]
Zaruri vakit ise gecenin üçte birinin başlamasından itibaren başlayıp fecr-i
sadığın doğmasına kadar devam eder.[247]
Yatsı namazının ihtiyari vaktinin gecenin ilk
üçte birine kadar devam ettiğini veya vaktinin gecenin ilk üçte birinde
bittiğini savunanların delilleri Cibril (a.s) hadisleridir. Bu hadislerde
Cebrâil’in (a.s) Peygamber (salla’llâhu aleyhi ve sellem) efendimize ikinci
gecede yatsı namazını gecenin ilk üçte birinin bittiği sırada kıldırdığı
rivayet edilmektedir.[248] Yatsı namazının
vaktinin, sabah namazının vaktinin başlangıcı olan fecr-i sadığa kadar devam
ettiğini savunanların delilleri ise Ebû Katâde (ö.674/1274)’nin rivayet etmiş
olduğu şu hadistir: "Uyku halinde kusur yoktur. Kusur ancak, diğer namazın
vakti girinceye kadar namazı kılmayandadır."[249]
Vitir namazının hükmü konusunda iki farklı görüş
belirtilmiştir. Malikî, Hanbelî, Şafiî ve Hanefîlerden İmam Muhammed ile Ebu
Yusuf a göre Vitir namazı sünnet, İmam
Ebu Hanefî’ye göre ise vaciptir.[250]
Vitir namazının vakti, yatsı namazının son sünnetinin kılınmasından, fecr-i
sâdığın doğmasına kadar devam eder ve bu konuda hukukçuların ittifakı vardır.
Ancak bu ittifak, vitir namazının ihtiyârî vakti için geçerlidir. Kişi, vitir
namazını bile bile yatsıdan önce kılacak olsa, fakihlerin ittifakıyla vitir
kılınmamış kabul edilir.[251] Yatsı namazı, cem-i
takdim şeklinde, akşam namazıyla birlikte kılınsa bile vitrin vakti, yatsı
namazının hemen ardı sıra başlar.[252]
Ancak Malikîlere göre, yatsı namazı, akşam namazıyla birlikte cem-i takdîm
şeklinde kılınırsa, vitir namazını, ufuktaki kırmızılığın kaybolması zamanına
kadar ertelemek gerekir. Bundan önce kılınması durumunda bu namaz geçerli
olmaz.[253] Fecirden sonra
vitir namazının kılınıp kılınamayacağı ise hukukçular arasında ihtilaflıdır.
Hanefîlere göre sabah namazının vaktinin girdiğini gösteren fecr-i sâdığın
doğmasıyla artık vitir namazı kılınamaz. Şâfiî, Malikî ve Hanbelîlere göre ise,
sabah namazı kılınmadığı sürece vitir namazı fecirden sonra da kılınabilir. Bu
mezheplere göre yatsı namazından fecre kadar olan süre, vitir namazının
ihtiyârî vaktini, fecrin doğuşundan başlayıp sabah namazının tamamlanmasına
kadar olan süre de zarûrî vaktini ortaya koymaktadır.[254]
G. NAMAZ VAKTİ İLE İLGİLİ DİĞER HUSUSLAR
Sabah namazı: Şâfiî, Malikî, Hanbelî ve
Caferi Mezhepleri, sabah namazını erken kılmayı faziletli sayarlar. Hanefîler
ise ortalık aydınlanınca sabah namazını kılmayı müstehab kabul etmişlerdir.[255] Bu ihtilafın
sebebi, zahirleri birbiriyle çelişen hadisleri yorumlama farklılığından
kaynaklanmaktadır. Bir hadiste Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Amellerin en
faziletlisi vaktinde kılınan namazdır”[256]
“Namazların ilk vaktinde Allah’ın rızası, son vaktinde ise affı vardır.”[257] Bu ve buna benzer
hadisler namazların ilk vaktinde kılınmasının müstehap olduğunu ortaya
koymaktadır.
Öğle namazı: Hanefîlere göre, açık havada
yazın son vakitte, kışın ilk vakitte; kılınması faziletlidir, ama kapalı havada
geciktirmek müstehaptır.[258] Malikîler, tek
başına namaz kılan kimse için, vaktin evvelinin faziletli olduğunu, camide
cemaatle namaz kılanlara ise, vaktin evvelinden biraz tehir etmenin müstehap
olduğunu söylemişlerdir.[259] Şafiîlere
göre ise, şayet kişi sıcak bölgelerde bulunuyor da sıcaktan korunacak bir yer
de yoksa öğle namazını geciktirmesi daha faziletlidir. Bir mescidin cemaati ile
medrese gibi yerlerde, uzak yerlerden namaz kılmaya gelecekler için, namazların
tehir edilerek serinde kılınması da faziletlidir. Bunun dışındaki kimseler için
ise öğle namazının fazilet anı öğle namazının ilk anıdır.[260]
Hanbelîlere göre[261], öğle namazını
yazın geciktirerek serinde kılmak müstehaptır. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
“Öğle namazını serinde kılın. Çünkü sıcaklığın şiddeti, cehennemin hararetinin
şiddetindendir.”[262] Caferilere göre
öğle namazını kılmanın faziletli kabul edildiği vakit, güneşin zevale
ermesinden, fey-i zeval hariç her şeyin gölgesinin kendi misli kadar olduğu
zaman aralığıdır.[263]
İkindi namazı: Hanbelî, Şâfiî ve
Malikîlere göre ikindi namazını her ne olursa olsun ilk vaktinde kılmak daha
faziletlidir. îlk vaktinden kasıt ise, namaz için hazırlanıp da namazı
kılıncaya kadar geçen süredir. Çünkü bu mezheplere göre vaktin sonu, mazeret ve
özür sahiplerine özeldir.[264] Hanefîlere göre
ise, yaz-kış, güneş sararmadan önceki zamana kadar yani güneşin göz
kamaştırmayacak duruma gelmesinden önceki vakte kadar geciktirmek müstehaptır.
îkindi namazından sonra nafile namaz kılmak mekruh olduğu için, farz
geciktirilmekle nafile namaz kılmaya imkân sağlanmış olur.[265]
Akşam namazı: Hanefî, Şâfiî, Malikî ve
Hanbelî fıkıh âlimleri arasında, akşam namazını her zaman ilk vaktinde kılmanın
müstehap olduğunda ittifak vardır. Bu ilk vakit ise, namaz için hazırlıklar
yapılıp beş rekâtlık namaz kılabilecek zamanı ifade eder. Ancak Hanbelîler
bulutlu gecelerde kılınan akşam namazıyla, Müzdelife’de yatsı vaktinde cem
ederek kılınan akşam namazının geciktirilmesinin daha müstehap olduğunu ifade
etmişlerdir.[266]
Akşam namazının ilk vaktinde kılınmasının sebebi de Peygamberimize namaz
vakitlerini öğrettiği hadislerde Cebrâil’in akşam namazını her iki günde ilk
vaktinde kıldırmasıdır. Bu durum akşam namazını ilk vaktinde kılmanın
faziletini ortaya koymaktadır.[267] Caferilerde ise,
akşam namazının faziletli vakti, gurubtan şafakın 274 kayboluşuna kadarki
zamanıdır.
Yatsı namazı: Hanefî ve Hanbelîlere göre,
yatsı namazını gecenin üçte birine kadar geciktirmek müstehaptır. Gecenin
yarısına kadar geciktirmek mubah, bir özür bulunmadıkça ikinci fecre kadar
geciktirmek ise mekruhtur. Çünkü bu durumda namazı kaçırmaktan korkulur.
Hanbelîlerde, cemaatle namaz kılmak için hazırlanılmışsa hemen kılmak da
müstehaptır. Yatsı namazını gece yarısından sonraya bırakmayı uygun
görmemelerinin sebebi ise, gece yarısından sonrayı ittifakla zarûret vakti
kabul etmelerindendir.[268] Şafiîlere göre,
yatsı namazının faziletli vakti, yatsı namazının ilk anlarıdır. Geciktirilmeden
kılınması daha uygundur.[269] Malikîlere göre,
yatsı namazı gecenin üçte birine kadar kılınmalıdır. Aksi takdirde namaz zarûrî
vakte kalır ki, özürsüz şekilde zarûrî vakte bırakmak günah kabul edilmektedir.
Yani vaktin evvelinde namaz kılmak daha faziletlidir.[270]
Caferilere göre ise, şafağın kaybolmasından, gecenin üçte birine kadar geçen
zaman, yatsı namazının kılınabileceği en faziletli zamanı ifade eder.[271]
Hukukçular vitir namazını kılmanın en uygun
olacağı süreyi ise hadislere dayanarak şu şekilde belirtmişlerdir:
Uyanacağından emin olan, sabah namazının vaktinin girmesinden biraz önce,[272] gece
uyanamayacağından endişe edenler ise, yatsı namazından sonra ve yatmadan önce
kılabilirler.[273] Bununla beraber en
faziletli olan, vitri gecenin son üçte birlik bölümünde kılmaktır.[274]
Farz namazlar için müstehap vakitler olduğu gibi,
genel olarak namaz kılmanın mekruh olduğu vakitler de vardır. Bunların bir
kısmında hiçbir namaz kılınmaz, bir kısmında ise özellikle nafile namaz
kılınmaz, fakat kaza namazı kılınabilir. Sünnette, beş vakit içinde namaz
kılmanın mekruh olduğu sabittir. Toplam beş tane mekruh vakitler vardır ve
onlardan üçü şu hadiste zikredilir: Ukbe b. Âmir’in rivayet ettiğine göre:
“Rasülullah (salla’llâhu aleyhi ve sellem) üç vakitte namaz kılmamızı ve
ölülerimizi kabre koymamızı yasakladı. Güneş doğup yükselene kadar, zeval
vaktinde batıya dönünceye kadar, batmaya başlayıp tamamen batıncaya kadar.”[275]Diğer ikisi de Ebû
Saîd el-Hudrî (r.a)’ın rivâyet ettiği şu hadiste zikredilmektedir. “Rasülullah (salla’llâhu
aleyhi ve sellem)’in şöyle buyurduğunu duydum: “Sabah namazından sonra, güneş
doğuncaya kadar namaz yoktur. İkindi namazından sonra güneş batıncaya kadar
namaz yoktur.”[276] Bu iki hadiste
geçen beş mekruh vakitleri iki kısma bölebiliriz.
Birinci kısım; Hiçbir namazın kılınamayacağı üç
mekruh vakit:
1.
Güneşin
doğmaya başlamasından yükselmesine kadar olan süre. Güneşin doğmasından
yaklaşık 40-45 dakika sonra kerâhet vakti çıkmış, bayram namazı veya kuşluk
namazı kılma vakti girmiş olur.
2.
Güneşin
tam tepe noktasına gelmesinden zeval vakti yani öğle vaktinin girmesine kadar
olan süre.
3.
Güneşin
çıplak gözle bakılabilecek derecede sararmasından tamamen batmasına kadar olan
sure.[277]
Bu sayılan vakitlerde namaz kılmanın mekruh
olmasının illetini bir hadisinde Peygamberimiz (salla’llâhu aleyhi ve sellem)
şöyle açıklamıştır: “Sabah namazını kılıncaya dek namaz (meleklerce) şahitli ve
yazılı olur. Sonra güneş doğup, bir veya iki mızrak boyu yükselene kadar, geri
dur (namaz kılma)! Çünkü güneş şeytanın iki boynuzu arasında doğar. Kafirler de
ona doğru namaz kılarlar. Ondan sonra istediğini kıl. Çünkü bu süre içinde
kılınan namaz, hem şahitli hem de kayıtlıdır. Bu, mızrak kendi gölgesiyle eşit
olmasına kadar devam eder. Sonra (bu vakitte de) kendini namazdan geri çek!
Çünkü o kerahet vaktinde,
cehennem
coşar ve kapıları açılır. Güneş göğün ortasından meyledip kayınca, istediğini
kıl. Güneş batarken namaz kılmaktan geri dur! Çünkü o, şeytanın iki boynuzu
arasında batar. Kafirler de ona doğru yönelip namaz kılarlar.”[278]
Hukukçular arasında bu vakitlerde bir sebebe dayanmaksızın,
isteğe bağlı olarak kılınan nafile namazın eda edilmesinin mekruh olduğunda
ittifak vardır.[279] Hanefîlere göre, bu
vakitlerde namaz kılmak, tahrîmen mekruh olduğundan dolayı, farz, farzın
kazası, vacip sünnet hiçbir namaz kılınamaz. Bu mekruhluk, kılınan namazların
geçersiz olmasını gerektirir. Sadece o günün kılınmamış bulunan ikindi
namazının, güneş batıncaya kadar kılınmasına izin verilmiştir.[280] Hanefîler dışındaki
üç mezhebe göre bu vakitlerde kaza namazı kılınabilir.[281]
Dayandığı delili şu hadisi şeriftir: “Sizden biri uyku sebebiyle veya unutma
yüzünden bir namazını kılmamış olursa, hatırladığı zaman onu hemen kılsın.”[282] Şafiîlere
göre de, bu vakitlerde namaz kılmak tahrîmen mekruh kabul edilmiştir. Bundan
dolayı da, bu vakitlerde kılınan namazlar geçerli olmaz. Ancak bu mekruh
vakitlerden şu hususları istisna etmişlerdir: Cuma günü güneşin tam tepede
olduğu istivâ vaktinde namaz kılmak mekruh değildir.[283]
Ayrıca Şâfiîlere göre, Mekke hareminde namaz kılmak da bu vakitlerin
hiçbirisinde mekruh değildir. Delilleri ise şu hadistir; “Ey Abdimenâf
oğulları! Bu Beyt’i tavâf eden veya gündüz ve gece dilediği bir saatte namaz
kılan kimseleri bundan 291 men etmeyiniz.”
İkinci
kısım ise, nafile namaz kılmanın mekruh olduğu vakitlerdir:
1)
İkinci
fecrin doğmasından güneşin doğacağı zamana kadar olan süre içinde, âlimlerin
çoğunluğuna göre, sabah namazının dışında nafile namaz kılmak mekruhtur.[284] Cumhurun
dayandığı delil İbn Ömer (r.a)’den nakledilen şu hadistir: ‘Sabah namazından
önce ve sabah vakti girdikten sonra, sabah namazının iki rekât sünnetinden
başka namaz yoktur.’[285]
2)
îkindi
namazı kıldıktan sonraki vakit: Hanefî, Şafiî ve Malikî hukukçularına göre
ikindi namazından sonra nafile namazların kılınması
mekruhtur.[286] Dayandığı delili de
ise “Hz Peygamberimiz (salla’llâhu aleyhi ve sellem) sabah namazından güneş
doğana kadar ve ikindi namazından güneş batana kadar namaz kılmayı yasakladı”[287] hadisidir. Güneşin
sararması halinde yalnız o günün farz namazı kılınabilir. Delili ise Hz
Ayşe’den nakledilen şu hadistir: “Güneş batmadan önce, ikindi namazının bir
rekatına yetişen veya güneş doğmadan önce, sabah namazının bir rekatına yetişen
kimse, bu namazlara yetişmiş sayılır.’’[288]
Ancak Hanefîlere göre sabah namazını kılarken güneşin doğması, sabah namazını
bozar. Çünkü bu durumda, güneşe tapanlara benzeme söz konusu olur[289]
3)
Akşam
namazından önce: Hanefîlere ve Malikîlere göre akşam namazından önce nafile
namaz kılmak mekruhtur.[290] Çünkü akşam
namazını acele, yani erken kılmanın gerekli olduğu hususunda rivayet edilen
hadisler umumidir. Şafiîlerde meşhur olan görüşe göre, akşam namazından önce
iki rekât namaz kılmak müstehap, Hanbelîlere göre ise caiz olup, sünnet
değildir.[291]
4)
Cuma
namazında, bayram günleri ve hac sırasında, imam hutbe okurken, tüm hukukçulara
göre nafile namaz kılınması mekruhtur. Delili de Ebu Hureyre (r.a)’nın
naklettiği şu hadistir: “Cuma günü imam hutbe okurken, arkadaşına ”sus” dediğin
zaman hata etmiş olursun.”[292] Şafiî ve Hanbelîler
imamın hutbesi esnasında mescide giren kimsenin sadece iki rekât
tahiyyetü’l-mescid namazı kılmasını bu hükmün dışında tutmuşlardı.[293]
5)
Bayram
namazından önce ve sonra: Hanefîlere göre bayram namazından önce, ister evde
olsun ister mescitte olsun nafile namaz kılmak mekruh olur. Bayram namazından
sonra ise, mescitte nafile namaz kılmak mekruh olup, evde sünnet olur.[294] Malikî ve
Hanbelîlere göre bayram namazından önce de sonra da nafile namaz kılmak mekruh
olur. Delilleri ise, İbn Abbas (r.a)’ın naklettiği şu hadistir: ‘‘Hz.
Peygamber, bayram günü iki rekât namaz
kılardı. Bu namazdan önce ve sonra herhangi bir
namaz kılmazdı.’’[295] Ancak Şafiîlere
göre, bayram namazından önce ve sonra imam için nafile namaz kılmak mekruhtur.[296]
6)
Farz
namaza kamet getirilirken: Hanefîlere göre farz namaza durulduğu zaman nafile
namaz ile meşgul olmak mekruhtur. Ancak kişi sabah namazında cemaate
erişebilirim diye umarsa, o zaman sabah namazının sünnetini kılması mekruh
olmaz. Eğer cemaate yetişmeyeceğini korkarsa, o zaman namazını terk eder.[297] Sabah namazının
sünnetinin bu kadar önemli olmasının sebebi, Peygamberimizin ona çok önem verip
devamlı kılmasıdır. Bir hadiste şöyle buyurulmuştur: “Sabah namazının iki rekât
sünneti, dünyadan ve dünyada bulunan her şeyden daha hayırlıdır.”[298] Kamet getirilince
nafile namazın mekruh olduğuna delil ise, Ebu Hureyre’nin rivayet ettiği şu
hadistir: ‘‘Kamet getirilince artık (kendisi için kamet getirilen) farz
namazdan başkası kılınmaz.’’[299] îmam Malike göre de
farz namaza kamet getirilirken nafile namaz kılınması mekruh olur, ancak bir
kişi nafile namaz kılarken ve imamın cemaat rükûsuna yetişirim diye emin
olursa, o zaman namazı caiz olup tamamlayabilir. Ama cemaatin rükûsuna
yetişmeyeceğim diye korkarsa, o zaman namazını terk edip cemaate katılır ve
namaz selamla bitirilmiş ise kazası kılınmaz.[300]
Şafiî ve Hanbelîlere göre ise farz namazına kamet getirilince revatip bile olsa
hiçbir nafile namaza başlanmaz. Başlanmış olsa da hüküm bakımından sayılmaz
yani kılınan namaz batıl kabul edilir.[301]
11. YATSI NAMAZI VAKTİNİN TAHLİLİ VE İDİL-URAL BÖLGESİNDE YATSI
NAMAZININ VAKTİNİN GİRMEMESİ
A. GENEL OLARAK YATSI NAMAZININ VAKTİ
Yatsı namazının vakti akşam namazının vaktinin çıktığı zaman
başlar, sabah namazının vakti girene kadar devam eder. Yatsı namazının vakti,
Kur’an, Sünnet ve icma ile sabittir. Bunu da söyle açıklayabiliriz:
Kur’an’da Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz ki namaz
mü’minlere belirli vakitlerde farz kılınmıştır.”[302]
Ayeti özellikle farz namazların kılınma zamanlarının belirlendiğini gösterir.
Yatsı namazının vaktine işaret eden ayetler ise şunlardır:
a)
Günlük
beş vakit namazı içine alan ayetler: ‘‘Güneşin tepe noktasından batıya
yönelmesinden gecenin kararmasına kadar namaz kıl ve sabah namazını da
(unutma). Çünkü sabah namazı tanıklı bir namazdır.’’[303]
b)
‘‘Akşama
girerken ve sabaha ererken Allah’ı tesbih edin (namaz kılın). Göklerde ve
yerde, öğleye ulaştığınız zaman da, günün sonunda da, hamd Allah’a mahsustur.’’[304]
c)
‘‘Güneşin
doğmasından ve batmasından önce Rabb’ini överek tesbih et (namaz kıl). Gecenin
saatlerinden bir kısmında ve gündüzün etrafında (O’nu) tesbih et (namaz kıl).’’[305]
d)
‘‘(Akşam
ve yatsı namazını kılarak) gecenin bir bölümünde O’na secde et, O’nu uzun bir
gece tesbih et.’’[306]
Çoğunluk müfessirlere göre zikrettiğimiz ayetlerde yatsı
namazının vaktine, işaret edilmektedir.
Peygamberimiz (salla’llâhu aleyhi ve sellem)'den
yatsı namazı vakti ile alakalı olan birçok hadisler rivayet edilmiştir.
Bunlardan bazıları şunlardır:
1)
Enes
(r.a)’dan: Bir adam, Allah’ın Nebi’si (salla’llâhu aleyhi ve sellem)’e sordu;
“Allah kullarına kaç vakit namaz farz kıldı?” “Allah kullarına beş vakit namazı
farz kıldı.” buyurdu. Bunun üzerine adam; bunlardan ne bir fazla ne de bir
eksik yapmayacağını söyledi. Allah Rasulü (salla’llâhu aleyhi ve sellem) şöyle
buyurdu: “Bu adam bu sözünde doğru ise (ve dediğini de yaparsa) mutlaka cennete
girer.”[307]
2)
Talha
b. Übeydullah’tan: Peygamberimizin (salla’llâhu aleyhi ve sellem) yanına Necid
kabilesinden bir adam gelmiş ve îslam hakkından sormuş, Allah Rasulü de ona:
Gece gündüz beş vakit
namaz kılınması gerekiyor. O adam; Benim üstümde beş
vakit namazdan başka bir namaz var mı? diye sorunca, Peygamberimiz de, “Hayır
dedi, ama kendi isteğiyle kılabilirsin.”[308]
3)
Ubeyda
b. Samit’ten: Ben şahidim ki Allah Rasulü şöyle dedi: Beş vakit namaz Allah
tarafından farz kılınmıştır. Kim de namazın evvelinde güzel şeklinde abdest
alıp vaktinde namaz kılsa ve bütün rükün-secde tertiplere kâmil derecede riayet
ederse, o zaman günahların bağışlanmasına Allah’ın vadi var.[309]
4)
Ebu
Hureyre’den (r.a): Nefsim elinde olana yemin ederim ki, bir adama emir verip
odun getirmesini söylemeyi, sonra namaz için ezan okunmasını emretmeyi, sonra
bir adama insanlara namaz kıldırmasını buyurmayı, ardından bir takım kimselerin
arkalarından dolaşarak içlerinde bulundukları halde evlerini üzerlerine yakmayı
istedim. Nefsim elinde olana yemin ederim ki, bunlardan herhangi bir kimse,
eğer yağlı bir kemik yahut güzel iki koyun ayağı bulacağını bilseydi, hiç
şüphesiz gelir, yatsı namazında cemaate katılırdı.[310]
5)Yine Ebu Hureyre’den: Allah’ın Rasulü buyurdu:
Eğer ben ümmetime zor olacağından korkmasa idim, ümmetime yatsı namazını
gecenin üçte birinde veya gecenin yarısında kılınmasını emrederdim.[311]
Bazı hadisler var ki, şafak kaybolmadan önce yatsı
namazı kılınırdı:
Ata b. Ebi Rabah, Cabir b. Abdullah’tan: Bir adam
Peygamberimize (salla’llâhu aleyhi ve sellem) namaz vaktine dair soru sordu.
Allah Rasulü: ‘‘Benimle namaz kıl’’ dedi. Rasülullah sabah namazını tan yeri
ağarınca kıldı. Öğleyi güneş batıya kayınca kıldı, ikindiyi insanın gölgesi bir
misli olunca kıldı. Akşamı güneş batınca kıldı. Yatsıyı şafak (batıdaki
kırmızılık) tam kaybolmadan kıldı. Sabahı ortalık aydınlanınca kıldı. Öğleyi
insanın gölgesi bir misli olunca kıldı. İkindiyi insanın gölgesi iki misli
olunca kıldı. Akşamı batıdaki şafak (kırmızılık) tam kaybolmadan kıldı. Sonra
yatsıyı kıldı.- Ravilerden bazıları ‘‘gecenin üçte biri (geçince kıldı)’’
demiş, bazıları da ‘‘gecenin yarısı’’ demiştir.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki: Yukarıdaki
delillere ve hukukçuların çoğunluğuna göre yatsı namazın belli bir vakti vardır
ve batı ufkundaki şafak kaybolduktan sonra başlar, sabah ikinci fecre kadar
devam eder.
8-
YATSI
NAMAZI VAKTİNİN GİRMEMESİ HUSUSU
Bilindiği
gibi dünyamız küreye yakın bir biçimdedir. Birkaç türlü harekete sahiptir: 1-
Kendi ekseni etrafında dönmekte,
2-
Güneş
etrafında dönmekte,
3-
Güneş
sistemi ile birlikte Samanyolu etrafında helezonik bir şekilde hareket
etmektedir.
Ayrıca eksenine göre de 23 küsur derecelik bir eğiklik
göstermektedir. Gerek yuvarlaklığı ve muhtelif hareketleri ve gerekse eksenine
göre eğikliği gündüz ve gecelerin, mevsimlerin teşekkülüne yol açmaktadır. Kimi
yerlerde gündüzler uzarken geceler kısalmakta, kimi yerlerde aksi olmakta, bir
yarı kürede mevsim yaz iken diğerinde aksi bir mevsim hüküm sürmektedir.
Bununla birlikte kutuplara doğru özellikle 45° enlem dairesinden sonraki
yerlerde gündüz ve gecelerin oluşması ve süreleri normal 24 saatlik güne göre
büyük farklılıklar göstermektedir.[312]
Beş vakit namaz, belirli vakitlerde eda edilmek üzere farz
kılınmıştır. Namaz vakitlerinin başlama ve son bulma sınırları, Cebrâil
(a.s)'ın tâlimine göre Rasûlüllah (salla’llâhu aleyhi ve sellem)'ın kavlî,
fiilî ve takriri sünnetleriyle belirlenmiştir. Bu belirlemede, "tulü,
gurup, fecr, zeval, zuhur-ı şafak, gaybubet-i şafak, zıllü şey'in
mislüh...." gibi, güneşin hareketinden (daha doğrusu dünyanın kendi ekseni
etrafındaki günlük hareketi ile güneş etrafındaki yıllık hareketinden) meydana
gelen özel durumlar esas alınmıştır. Güneşin hareketi sonucu meydana gelen
tulü, gurup, zeval, fecr, şafak.... gibi durumlar ve bunlar arasındaki süreler
sabit olmayıp mevsimlere ve bulunulan yere göre daima değişmektedir. Ayrıca bu
olayların tespitinde, havanın açık veya kapalı, berrak yahut sisli, su
buharının yoğun veya az oluşu... gibi durumların da önemli tesirleri
bulunmaktadır.[313] Kuzey enlemlerde
bulunan bazı memleketlerde yılın bazı aylarında yatsı namazı vakti
girmemektedir. Yani yukarıda bahsedilen ve güneş battıktan sonra batı tarafında
meydana gelen aydınlık, güneş doğana kadar kaybolmamaktadır.
Tezimizde üzerinde durduğumuz îdil- Ural bölgesinde de yatsı
namazının vaktinin oluşup olmadığı konusu önemli bir tartışma konusudur.
Tartışmanın sebebi ise yukarıda da
ifade
ettiğimiz üzere yatsı namazının başlangıcı olan batı ufkundaki şafağın
mahiyetiyle ilgili ihtilaftır. Ebu Hanife’nin görüşüne göre şafak, kızıllıktan
sonra ortaya çıkan beyazlıktır. Bu görüş, Ebu Bekir (r.a) ve Ayşe’nin (r.a)
görüşüdür. İbn Abbas’dan(r.a) gelen rivayetlerden biri de bu şekildedir.[314] Ebu Yusuf, îmam
Muhammed ve diğer hukukçuların çoğunluğuna göre şafak, beyazlıktan önceki
kızıllıktır. Bu görüş Hz. Ömer, Hz. Ali ve İbn Mesud’un (r.a) görüşüdür. İbn
Abbas’dan (r.a) gelen rivayetlerden biri de bu şekildedir. [315]
Ebu’l-Maali el- Cüveyni’ye göre ise şafak, sarılıktır.[316]
Bu bölgede mayıs ayının ortasından, temmuz ayının başına kadar
tam olarak geceler oluşmamaktadır. Bu günlerde, şafak kaybolmadan sabah
namazının vakti girmektedir. Yani yatsı namazının vakti oluşmamaktadır.
111- YATSI NAMAZI VAKTİNİN OLUŞMADIĞI BÖLGELERDE BU NAMAZIN
KILINMASI İLE İLGİLİ GÖRÜŞLER
A.
GENEL OLARAK
İSLAM HUKUKÇULARIN GÖRÜŞLERİ
Bu mesele hicri 4. asırdan sonra îslam hukukçuları tarafından
ele alınmış, güneşin hareketi ölçüsüne göre günlük beş farz namazdan vakitleri
gerçekleşmeyen namazların edasının gerekip gerekmeyeceği hususu tartışılmaya
başlanmıştır. Bu mesele üzerine düşünmüş ve görüş beyan etmiş ulemanın
ifadelerinden ve farklı görüşlerinden önemli gördüklerimizi açıklayabiliriz;
1.
Namazın
Düştüğünü Savunanlar
Hanefî hukukçulardan Şemsü'l-Eimme Abdulaziz b. Ahmed
el-Halvanî (ö.448/1056) ile Zeynü'l- Meşayih Muhammed b. Ebi'l-Kasım el-Bakkalî
(ö. 562/1167 veya 576/1180), "Namazın vücubunun sebebi vakittir. Sebep
olmayınca sebebe bağlı hüküm de olmaz", ilkesinden hareket ederek,
güneşin hareketi ölçüsüne göre vakitleri teşekkül etmeyen namazların edalarının
farz olmayacağı sonucuna varmışlar ve "şafak kaybolmayan (yani şafak devam
ederken fecr zuhur eden) yerlerde yaşayan Müslümanlara yatsı namazını kılmak
farz olmaz", diye fetva vermişlerdir.[317]
Sonraki asırlarda, Necmüddin Muhtar b. Mahmud ez-Zahidî (ö.658/1260), Ebü'l-
Berekât Abdullah b. Ahmed en-Nesefi (ö.710/1310), Fahruddin Osman b. Ali
ez-Zeylâî, (ö.743/1342), Molla Husrev Muhammed b. Beramuz (ö.885/1480), İbrahim
el-Halebi (ö. 956/1549), Alaüddin Muhammed b. Ali el-Haskefi (ö. 1088/1677),
Hasan b. Ammar eş- Şürunbülali (ö. 1069/1659), gibi âlimler de bu görüşü
benimsemişlerdir.[318]
2.
Kaza
Olarak Kılınmasını Savunanlar
Hanefî hukukçulardan Şemsü'l-Eimme Abdulaziz b. Ahmed
el-Halvanî (ö. 448/1056)’nin yatsı namazının vaktinin oluşmadığı bölgelerde
namazın kaza edilmesi gerektiği yönünde fetva verdiği, ancak bu fetvasından
döndüğü ifade edilmektedir. Bazı âlimler ise, her gün bir önceki yatsı
namazının kazasına niyet edilerek namaz kılınması gerektiği görüşündedir. Çünkü
namazın vakti oluşmadığından mecburen vakti dışında 327 kılınmakta
olup, vakti dışında kılınan namaz da kaza niyetiyle eda edilir.[319]
3.
Eda
Olarak Kılınmasını Savunanlar
Ebu Hanife’nin görüşüne göre akşam namazının bitip yatsı
namazının başladığını gösteren şafak, kırmızılıktan sonraki beyazlıktır. Ebu
Yusuf ve İmam Muhammed’e göre ise şafak, kırmızılıktır.[320]
Şafiî, Malikî, Hanbelî hukukçulara göre de şafak, kırmızılıktır ve bu
kırmızılığın kaybolması yatsı namazının girdiği anlamına gelir. Kırmızı şafak,
beyaz şafağın aksine, o yerleşim alanlarında da kaybolmaktadır. Öyleyse
yukarıda belirttiğimiz mezheplere göre, bu mıntıkalarda yatsı namazının vakti
oluştuğundan bir sorun yoktur, yatsı namazını kırmızı şafağın kaybolmasıyla
kılabilirler. Hanefîlere tabi olanlar ise, bu bölgelerde İmameyn’in veya diğer
mezheplerin görüşleri ile namazlarını eda edebilirler.[321]
4.
Akşam ve
Yatsı Namazını Birleştirilerek Kılınmasını Savunanlar:
Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı ile merkezi Suudi
Arabistan'da bulunan Râbıtatu'l-Alemi'l-İslâmî, ortaklaşa olarak, 23-27 Haziran
1980 tarihinde, kısmen din âlimi, kısmen kozmografya ve takvim mütehassısı
olmak üzere kırkın üzerinde delegenin katıldığı ve çok sayıda Türk ve Marok
Müslümanlarının içinde yaşadığı, yatsı ve imsak vakitlerinin girdiğini gösteren
atmosfer alâmetinin hiç meydana gelmediği yerlerden biri olan Brüksel'de ilgili
konunun tartışıldığı bir toplantı düzenlenmiştir. Bu toplantıda alınan
kararlardan birine göre, "şafağın kaybolmadığı veya beklenilmeyecek
kadar geç kaybolduğu yerlerdeki Müslümanlar akşam ve yatsı namazını, isterlerse
iki namazı birleştirme şeklinde kılabilirler."[322]
5.
En Yakın
Bölge’ye Göre Vakit Takdir Ederek Kılınmasını Savunanlar:
Sadru'ş-Şehid
Burhanu'l-Eimme Ömer b. Abdülaziz (ö. 536/1141), Zahiru'd-din Hasan b. Ali
el-Merginani (ö. 600/1203), Kemaluddin b. Hümam (öl.861/1457) gibi müctehid ve
fakihler, Deccal hadisi ile istidlal ederek, güneşin hareketi ölçüsüne göre,
beş namazdan bir kısmının veya tamamının vakitlerinin teşekkül etmediği
yerlerde yaşayan Müslümanlardan bu namazların sakıt olmayacağına, bunların
vakit takdir edilerek eda edilmesi gerektiğine fetva vermişlerdir.[323]
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Hanefî, Malikî, Şafiî ve Hanbelî ulemasının
çoğuna göre fetva böyledir. Onlara göre bu gibi yerlerde vakitleri
gerçekleşmeyen namazların, en yakın normal beldenin vakitlerine göre takdir
edilerek eda edilmesi gerekir.[324]
B. İDİL-URAL BÖLGESİ HUKUKÇULARININ GÖRÜŞLERİ
1. Namazın Kılınması Gerektiğini Savunanlar
a. Mercânî ve onun delilleri:
Mercânî'nin, o zamanki mevcut dinî düşünce ve eğitim sistemi
ile ilgili çok önemli tespit ve tavsiyeleri olmuştur. Mercânî, dinin yanlış
yorumlanmasını ve medreselerdeki eğitim sisteminin ihtiyaçlara cevap
verebilecek ve istenen seviyede olmamasını geri kalmışlığın sebebi olarak
görüyordu. Mercânî'ye göre bu ilmî ve dolayısıyla diğer alanlardaki geriliği
aşmanın ve toplumu değiştirip geliştirmenin yolu, dinî düşüncenin ve
medreselerdeki eğitim sisteminin ıslah edilmesinden geçmekteydi.
Mercânî’nin temelde ehl-i sünnet vel-cemaat çizgisini takip
ettiği söylenebilir. Ancak ona göre ehl-i sünnet öyle zannedildiği gibi kelam
ilminde resmedilen inanç esaslarından ibaret değildir. Müslümanlar arasında en
üst kategoride oluşması gereken en önemli birlik inanç birliği olduğu halde,
kelam; Müslümanlar arasında var olan inanç birliğini ortadan kaldırmıştır. Bu
sebeple Mercânî’nin en çok mücadele ettiği husus kelami tartışmaların inanç ve
akaid haline gelmesidir. Zira bu tartışmalarda taraf olan kimseler kendi görüş
ve kanaatlerine karşı çıkan herkesi rahatlıkla küfür ve dalaletle
suçlayabilmektedir.
Mercânî'nin, dinî anlayış ve eğitim sistemi ile ilgili ıslaha
yönelik düşünceleri şunlardır: Dinin doğru anlaşılması ve yeni meseleler
üzerinde fikir yürütülebilmesi için öncelikle Kur’an’a müracaat edilmeli ve
ictihad kapısının açık olduğu kabul edilmeli, taklitten uzak durup taklitçiliğe
son verilmeli, skolâstik muhtevalı kitaplar medrese müfredatından çıkarılmalı,
medrese programında Kur'ân, hadis ve İslâm tarihi gibi derslere ağırlık
verilmeli, ayrıca matematik, tarih, coğrafya gibi dersler ve Rusça okutulmalı,
bid'at ve hurafelerden uzak Asr-ı Saâdet dönemi İslâm anlayışına ehemmiyet
verilmelidir.[325]
Mercânî, birçok fıkhî meselede yoğunlaşmıştır. Bunlardan birisi
de araştırdığımız problemi içeren kısa gecelerde yatsı namazın vakti
problemidir. Buna dair ‘Nâzûratu’l-Hak Fi Farzıyeti’l-îşa ve în Lam Yeğib
eş-Şafak’ isimli müstakil bir eser yazmıştır. Bu eser kısa zaman önce tahkik
edilmiştir. Bu eser muhakkikin açıklamaları ve ilaveleriyle 500 küsur sayfa
olmaktadır. Kitabın neredeyse yarısı akide, usul gibi alanlardadır. Burada
yazar akide, taklit, içtihat, hadis, tefsir, mezhepler, sahabe ve tabiinin sözlerinin
fıkıhta değeri gibi konuları ele almaktadır. Kitabının dördüncü bölümünde
yazar, beş vakit namaz hakkında birçok ayet ve hadisleri zikretmiş ve bunların
mükelleften özürle olsa da düşmeyeceği kanaatine varmıştır. Kitabın beşinci
bölümünde Mercânî, beş vakit namazın dünyanın her bölgesinde farz olduğunu
ispatlamaya çalışmaktadır. Kitabın altıncı bölümünde ise yazar, meseleye dair
âlimlerin bazı şüphe ve iddialarını incelemektedir.
Problemi şöyle özetleyebiliriz; din evrenseldir, Kur’an
evrenseldir, Allah’ın emrettiği ibadetleri de evrenseldir. Yani tüm zamanlarda
ve dünyanın tüm bölgelerinde namazlar farzdır ve sayısı da beştir. Arap
yarımadasında emredildiği namaz, nasıl coğrafi şartlara tabî ise, aynen
kutuplara yakın bölgelerde de bu şekil coğrafi şartlara tabîdir. Buna
göre
kuzey bölgelerinde namaz vakti şartların gerçekleşmediğini bir özür olarak
kabul etmek doğru değildir. Aksi takdirde farz ibadetler, bölgeye göre
değişebilir denilmiş olur.
Konuya başlarken Mercânî, namazın, imandan sonra en büyük farz
olduğunu ortaya koymaktadır. Ona göre namaz, mümkün olduğu zaman, yani akıl
büluğ gibi şartlar gerçekleşince, özürle bile olsa, kulun mükellefiyetinden
düşmez. Mercânî’ye göre namaz o kadar önemlidir ki, iman meselesinde olduğu
gibi, hiçbir zaman farziyeti düşmemektedir. Mercânî, Müslim ve Tirmizî’de geçen
şu hadisi aktarmaktadır: Allah’ın Resulü, birisinin “kaç tane namaz farz
kılınmıştır” sorusuna, ‘Allah, her kula beş vakit namazı farz kılmıştır’ diye
cevap vermiştir. Soran kişi, bu beş vakit namazında hiç bir eksiklik
yapmayacağına ve de fazlalık eklemeyeceğine dair söz vermiştir. Buna karşılık
Allah’ın Resulü, Blunu yaparsan, cennete girersin’ demiştir.[326]
Mercânî, namazların gün ve gece içerisinde beş vakit olduğuna
gösteren, yirmiye yakın hadis zikretmektedir. Bunun yanında Mercânî, sırf yatsı
namazıyla ilgili birçok hadisi de dile getirmiştir. Namaz vakitleriyle ilgili
hadislerin belki de en açık olanı, meşhur Cibril hadisidir. Bu hadiste net
olarak namazların ne zaman kılınacağı açıklanmaktadır.
Mercânî, kitabında, Muzdelife ve seferde akşam ve yatsı
namazların cem’ine dair hadisleri dile getirmektedir. Hadisleri zikreder ve
buna dayanarak vaktin, namaz için asıl sebep olmadığını ortaya koymaya çalışır.
Yani ona göre belli şartlar içerisinde namazın başka vakitte kılınabilmesi,
vaktin değişmez bir şey olmadığını göstermektedir.
Mercânî’nin tespitine göre namaz, her mükellef için zaman ve
bölge farkı olmaksızın farz olunmuştur. Bu, Kitap, Sünnet ve icma ile sabittir.
Mercânî’nin tespitine göre, namazların beş vakit olması, en yüksek derecede
tevatürle sabittir. O, kitabında buna dair farklı bölümlerde ayet ve hadisleri
belirtmektedir. Dolayısı ile de bu meselede şüpheye 335 hiç
yer kalmamaktadır.
Mercânî’ye göre, kısa gecelerde yatsı namazının farz olmadığı
yönündeki görüş, çok az bir grubun görüşüdür. Bu gruba göre vakit, namaz için
sebep ve muayyen zamandır. Buna dayanarak bu az olan grup, yatsı namazı
kılınmamasına fetva vermişlerdir.[327]
Fakat
burada
onlar, Mercânî’nin tespitine göre hata yapıyorlar, çünkü vakit namazın sebebi
değildir. Ona göre vakit, sebep olsa bile, sebeplerin en alt mertebesidir.
Sonuç olarak Mercânî, “ibadet için vakti sebep olarak kabul
etmek makul değildir, buna dair deliller de asılsızdır” demektedir.[328] Namazı farz kılan
sebep, Mercânî’ye göre vaktin ötesindedir. Onun tespitine göre vakit, hem
mükellef hem de mükellef olmayanı kapsamaktadır. Fakat mükellef olmayan için de
cereyan etmesi, mükellef olmayana, namaz ibadetini farz kılmıyor. Dolayısıyla
vakit, namazın asıl sebebi değildir.[329]
Mercânî’ye göre, eski fakihler ve muhakkik âlimler, ibadetlerin sebebi olarak,
Allah’ın in’amını görmektedirler. Allah, her yerde ve her zaman kullarına
nimetler vermektedir, bunun icabı ise ibadettir. Nitekim Mercânî’ye göre vakit,
namazın sebebi değil, fakat kılınması için zarftır. Namazların vakte göre
belirlenmesi, kolaylık içindir. Mercânî’ye göre namazlar Allah’ın nimetlerin
karşılığıdır. Allahın nimetleri sayısızdır. Bu sayısız nimetlerin karşılığı
olarak Allah, beş vakit olan namazı koymuştur.[330]
Tabii ki eğer vakit, namazın sebebi olarak ele alınacak olursa, o zaman
vaktinin olmaması, namazın da olmamasını gerektirir.
Mercânî, Cibril hadisine dayanarak yatsı namazının vaktinin
tahakkuku için şafağın kaybolması şart olmadığını savunur. Ona göre burada
birkaç ihtimal bulunmaktadır.
1.
Şafağın
kaybolduğu bölgelerde, güneşin batması ile şafağın kaybolması arasında geçen
zaman, akşam namazı için belli bir müddet takdir edildiği anlamına gelir.
Burada alametin tahakkuku şart değildir. Yatsı namazının vakti için şart, akşam
namazı vaktinin tahakkukudur. Cibril hadisindeki öğle namazı vaktini örnek
gösteren Mercânî, gölgenin, namaz vaktinin girmesi ve çıkması için şart
olmadığını savunur. Ona göre gölgenin uzunluğu, alamettir, fakat bazı
durumlarda o alamet görünmez. Dolayısı ile bu durumda gölge, vakit için şart
olamaz. Gölge, bu meselede vaktin müddetini, uzunluğunu belirleyen bir
unsurdur. Bunun için gölge hiç görünmediği yerde veya durumda, gölge değil,
vaktin müddeti belirleyici olarak ele alınmalıdır. Buna göre, mesela bir
bölgede gölgenin uzunluğu hiç değişmiyor olsa bile, orada namaz farziyeti
düşmez.[331]
Mercânî, fıkıh kitaplarındaki ‘Akşam namazı vakti, güneşin
batmasından şafağın kaybolmasına kadardır, yatsı namazı vakti, şafağın
kaybolmasından fecre kadardır’
ibaresini
şöyle anlamaktadır; mezkür alametler tahakkuk etmese de namaz vaktinin uzunluğu
bu kadardır.
2.
Vaktin
girmesi ve çıkması için şafağın kaybolmasını şart olarak ele almaktadır.
Mercânî, bunu ikinci ihtimalin tahlilinde şöyle belirtmektedir.
Cibril, Ayşe, Ömer, Ebu Musa, Bureyde, Ebu Sa’d’ın rivayet ettiği hadislerde ve
Ebu Hureyre, Ebu Berza, Abdullah b. Ömer b. El-As’ın rivayet ettiği hadislerde,
yatsı namazı vaktinin sonu olarak, gecenin üçten biri belirtilmiştir. Ayrıca
yine Ebu Hureyre, Abdullah b. Ömer b. El-As, Enes, Ayşe, Ömer, Ebu Sa’d’ın
başka bir rivayetinde ise bu vaktin, gecenin yarısı olarak belirlendiğini
yazmaktadır. Bureyde ve Cibril hadislerinden hareketle Mercânî, yatsı namazı
vaktinin ya gecenin yarısı, ya dagecenin üçten biri olduğunu söylemektedir.
Yani bu hadisler yatsı namazının son vaktini belirtmiş ve şafak girmeyen
bölgelerde yatsı namazı kaybolmadığını söylemektedir.[332]
Mercânî, Tahavi’nin ‘Şerhu Meanil-Âsar’ adlı kitabındaki sahih
hadisleri zikretmektedir. Bunlardan, yatsı namazı vaktinin, gecenin sonuna
kadar olabileceği kanaatine varmıştır. Mesela Hz. Aişe’den rivayet edilen
hadiste, Allah’ın Resulü, yatsı namazını gece bitmek üzereyken kıldığı
belirtilmiştir. İbn-i Ömer rivayetinde de gecenin sonunda kıldığı rivayet
edilir. Başka bir rivayette ise, Hz. Ömer, Ebu Musa’ya yazdığı mektupta, yatsı
namazını, gece istediği vakitte kılabileceğini yazmaktadır.[333]
Bu hadisleri zikretmenin muhtemel sebebi, yatsı namazının gece içinde
kılınabileceği ve kılınmasıdır.
3.
Mercânî,
Tahavi’den naklen, Cabir b. Abdillah el-Ensari’nin hadisini zikretmektedir: ‘Allah
Resulü, şafağın kaybolmasından önce yatsı namazı kılmıştır’. Bu hadisin
sahih olduğunu dile getirerek, Cibril hadisine aykırı olduğunu belirtmiştir.[334] Yani o hadiste,
yatsı namazının vakti, şafağın kaybolmasından sonra diye belirtilmiş, bu
hadiste ise Hz. Peygamber, yatsı namazını bu vakitten önce kılmıştır
denmektedir. Buradan kalkarak Mercânî, yatsı namazı için şafağın kaybolmasının
şart olmadığını ortaya koymaya çalışmaktadır.
Cibril hadisi daha birçok hadise aykırıdır. Bunlardan birisi
Ebu Hüreyre’den rivayet edilen şu hadistir: ‘ Yatsı namazını, gece
başladıktan bir saat sonra kılmıştır. ’ Cibril hadisi, Numan b. Beşir’den
rivayet edilen hadise de muhaliftir: ‘Allah’ın Resulü, yatsı namazını,
kamerin mevcut büyüklüğünün üçte birine düşünce kıldı ’. Mercânî’ye göre,
şüphesiz, kameri ayın üçüncü gecesinde kamerin kaybolması, tüm sene içerisinde
yatsı vaktinin girmesi için şart değildir. Eğer öylece farz kılınmış olsaydı, o
zaman bu, muhal bir iş olurdu. Bu hadisten iki netice çıkartılması muhtemeldir
ve bu ihtimal de aynı derecede kuvvetlidir.
Mercânî’nin tespitine göre Deccal hadisi, önce zikredilmiş olan
ilk ihtimalin doğru olduğunu göstermektedir. Deccal hadisi mealen şöyledir: ‘‘Nevvas
b. Sem’an demiş, Resulüllah, Deccal hakkında konuşuyordu, biz dedik, ‘Ey
Allah’ın Resulü, onun yerde olması kaçtır’, Allah ’ı Resulü demiş, ‘Kırkgün -
sene gibi gün, ay gibi gün, hafta gibi gün, kalan günleri ise, sizin
günlerininiz gibidir’. Biz sorduk, ’Ey Allah’ın Resulü, sene gibi olan günde,
bizim için bir günün namazları yeterli mi’, o demişti, ‘Onun için, onun
kaderini takdir etmeyiniz’’. Mercânî, Nevvas b. Seman rivayetiyle
Müslim’den naklediyor: ‘ Biz Allah’ın Resulü ’ nden, bu, bir sene
gibi günde, bir günün namazını kılmamız yeterli mi diye sorduk. Allah’ın
Resulü, hayır, bir günlük namazın yeterli olmadığını söyledi ’.[335]
Namazların, vakte göre belirlenip kılınması kati delillerle
sabit olmuştur. Fakat Mercânî’nin tespitine göre, namaz vaktinin başı ve
sonunun belirlemesine zan ve vehme dayanan görüşler karışmıştır. Yatsı namazı
için şafağın kaybolması, Ayşe, Ebu Musa, Abdullah b. Ömer, Enes, Ebu Hüreyre ve
Bureyde rivayetlerinde ve Cibril imameti hadisinde geçmektedir. Bunlar ise
haberi vahit olarak sübutu zannîdir. Ayrıca meseleye delaletleri de zannîdir.
Mercânî bu durumu şöyle ifade etmektedir: ‘Eğer delaleti ve sübutu zannî olan
haberi vahide dayanılarak yatsı namazının vaktinin girmesi için şafağın
kaybolması, şarttır denilirse, o zaman beş vakit namazı farz kılan muhkem,
kat’i deliller ile ortaya konulan hükümler bazı mükellefler için nesh olunmuş
demektir.’[336]
Burada Mercânî, görüşlerini önemli usul kaidelerine
dayandırmaktadır. Onun tespitine göre, Hanefî mezhebinde, haberi vahit ile
Kitap nesh edilmez, umumi lafızlar tahsis edilmez, mutlak olan da takyid
edilmez. Mercânî, Bakara süresindeki ilgili ayete[337]
dayanarak,
nesih edicinin (nâsih) en azından nesih edilen (mensuh) kadar veya daha
kuvvetli olması gerekir[338]
demektedir. Bu kaide fıkıh kitaplarında meşhurdur. Mercânî bunun bir örneği
olarak namazda Fatiha süresinin okunmasını getirmektedir. Namazda Fatiha
süresini okumak sünnetle sabittir. Bu hadis, Mercânî’nin tespitine göre en
kuvvetli hadis kitaplarında yer almakta ve hatta meşhur derecesine
ulaşmaktadır. Fakat Müzemmil süresindeki ayette[339],
namazda, Kur’an’dan istenen bölümün okunabileceği zikredilmektedir. Haberi
vahit olan hadis, her ne kadar şöhret kazansa da, sübutu ve delaleti kat’i olan
ayeti, ne nesih, ne takyit, ne de tahsis edebilir.[340]
Bu meselenin furua bir yansıması olarak, abdest meselesini
zikredilebiliriz. Bir kişi abdest aldığını kesin bildiğinde, abdesti bozduğuna
dair şüpheleri itibara alınmaz. Çünkü zanni olan abdesti bozma şüphesi, kati
olan abdestin varlığını nesh edemez. Nitekim Mercânî, “yatsı namazı vakti
konusunda, haberi vahit olan hadisler, hiç şüphe içermeyen ve kati delillerle
sabit olan namazların edasının düşmesine sebep olamayacağı” düşüncesindedir.
Ona göre, vakit alametlerinin şart olarak algılanması doğru değil, çünkü bunun
sübutu zannidir. [341] Vakit hususunda
zanni sebepler olan bu alametler, âlimler arasındaki ihtilafları doğurmaktadır.
Mercânî’nin tespitine göre, Hanefiler, Sufyan Sevri, Ahmed, Malik ve ayrıca
imam Şafii’nin evvelki görüşleri de; akşam namazı vakti, şafağın tamamen
kaybolmasına kadardır şeklindedir. Ancak şafak konusunda ihtilaf bulunmaktadır.
Evzai, îbni Mübarek ve ayrıca îmam Şafii’nin yeni görüşü akşam namazının son
vaktinin şafağın girmesiyle ya da çıkmasıyla belirlenmekten ziyade
hususi(idil-ural bölgesi) bölgelerde, en titiz şekilde abdest alıp, namaz
kılacak kadar genişletilmiş bir vakit olduğu yönündedir. Bir rivayete göre
Malik, akşam namazı vaktinin, abdest, ezan ve kametle, namaz kılacak kadar
olduğunu belirtmektedir. Bundan sonra ise 351 yatsı vakti girmektedir.
Şafağın ne olduğu konusunda Mercânî, âlimlerin görüşlerini
nakletmektedir. Ebu Hanife, Ahmed b. Hanbel ve Muzeni’ye göre şafak,
beyazlıktır. Ebu’l-Meal el-Cüveyni’ye göre şafak, sarılıktır. Cumhur âlimlere
göre şafak, kırmızılıktır.[342] Bazı fıkıh âlimleri
ise
öğle
ve ikindinin, akşam ve yatsı namazlarının vaktinin aslında bir olduğunu
savunurlar. Onlara göre, seferde de, ikamet halinde de namazların
birleştirilmesi caizdir. Fakat Mercânî, bu görüşü kabul etmez.
Yatsı namazının vakti, normal günlerde ve orta uzunlukta olan
günlerde oluşmaktadır. Eğer bu mümkün değilse, yani şafak yok ise, o zaman bu
bölgede şafağın en çabuk kaybolduğu vakit ele alınır. Eğer bu da mümkün
olmazsa, yani güneşin batması ve doğması arasında, şafak veya başka alametler
bile yoksa o zaman, güneşin batması ve doğması arasındaki vakit bölünerek,
akşam, yatsı ve sabah namazlarını kılmak gerekmektedir. Eğer, güneşin batması
ve doğması arasında, bu namazları kılabilecek vakit yoksa o zaman Mercânî’ye
göre vakit alametlerine itibar tamamen kalkmaktadır. Namazlar 353 ise,
başka günlerdeki vakitler itibara alınarak takdir edilir.
Nitekim Mercânî, gün ve gece içerisinde namazların sayısının
mutlaka beş olması gerektiği kanaatindedir. Ona göre namaz vakitlerinin
alametlerinin düşmesiyle, namaz tekliften düşmemektedir. Bunun sebebi, vaktin,
namaz için asıl sebep olmamasıdır. Bununla birlikte Mercânî’ye göre bazı
âlimlerin, vakit alametlerini namaz için sebep kılmaları, rey ve içtihada
dayalıdır. Dolayısıyla bu durum, kati olarak sabit olan namazların beş vakit
olmasına mani olamaz.
Mercânî’ye göre sebep ve şartlara itibar, imkâna göredir. Eğer
bu mümkün değilse, o zaman bunlara itibar edilmez.[343]
îşte bunun için Mercânî, namaz kılınacak kadar bir müddetin bulunmadığı
gecelerde bile, bu namazların mutlaka kılınması gerektiğini söylemektedir.
b. Gabdrahman et-Tanki ve onun delilleri:
Mercânî, eserinde görüşlerinde yer verdiği âlimlerden biri de
Gabdrahman et- Tanki’dir. Birkaç eser kaleme alan Gabdrahman (Abdurrahman)
et-Tanki, 18. yüzyılda yaşamıştır. Et-Tankî’nin eserlerinden biri de, yatsı
namazının vaktiyle ilgilidir. Mercânî’nin belirttiğine göre: Gabdrahman
et-Tanki, kendi eserinde şöyle diyor: ‘‘Bulgar bölgelerde en kısa gecelerinde,
yatsı namazının, sabah namazının alemetlerinin yakın olduğu bir vakitte
kılınması gerektiğini ifade eder. Yani ufuktaki kırmızılık kaybolunca, yatsı
namazını geciktirerek, sabah namazının vaktine yakın saatlerde kılmak
gerekmektedir.
Ama ufuktaki şafak (kırmızılık) kaybolmadığı zaman, yatsı namazının vakti
girmemektedir. Dolayısıyla bu namazın farziyeti düşmektedir. Hatta böyle
vakitlerde cemaat ile hiçbir namazın kılınmaması gerekir. Ama bu durumda olan
kimseler, bu sebepten dolayı başka namazlara da özen göstermeyecekler, hatta bu
görüşte olan âlimleri, beş vakit namazı, dört vakit yapmakla da
suçlayacaklardır. Dolaysıyla bu tehlikeli durumlara düşmemek için, yatsı
namazının yerine şöyle bir namaz kılınması gerekir: îmam, edası icap olan en
son yatsı ve vitir namazına niyet eder, imama tabi olanlar da imamın niyetine
katılırlar.’’[344] îmam et-Tanki
bununla yatsı namazının niyetini şeklen değiştirmiş olmaktadır.
Abdarrahman et-Tanki, başka bir fetva’ya göre de şöyle diyor:
‘‘Vakit, sadece zahiri alamettir. Yani vakit girmese de namazın farziyeti
kaybolmaz. Ve âlimlerin fetvalarındaki ihtilaftan kurtulmak için, yatsı ve vitr
namazlarını gece kılarak tamamlamamız gerekiyor.’’[345]
c. Kursavî ve onun delilleri:
Bilindiği üzere îdil-Ural bölgesinde 18. asırdan itibaren
ceditçilik hareketi başlamıştır. Tatar Ceditçiliğinin ilk temsilcilerinin
fikirleri bölgede bir ceditçi ekolün oluşmasına zemin hazırlamıştır. Bu meyanda
ismi anılması gereken en önemli isimlerden biri de Abdünnasır Kursavî’dir. O,
dini düşüncedeki ıslah hareketinin en önemli temsilcilerindendir.
Kursavî, kendi yaşadığı îdil-Ural bölgesinde taklide dayalı,
her türlü yeniliği reddeden, bidatlerle dolu îslam anlayışını tenkit etmiştir.
O, Müslümanların Kur’an ve Sünneti kenara bırakıp daha sonraki âlimlerin
görüşlerinin dışını çıkmadıklarını söylemiş ve döneminin âlimlerini, kendi
asırlarının ve geçmiş asırların biliminden habersiz olmakla suçlamıştır.[346]
Michael Kemper’in belirttiğine
göre Kursavî, bölgesinde, kısa gecelerde yatsı namazının farz olduğunu ortaya
koyan ilk büyük âlimdir. îşte bu meseleye dayanarak 358
Kursavî, içtihat kapısının açık
olduğunu savunmaktadır.[347]
Kursavî, kısa gecelerde şafağın kaybolmaması halinde yatsı
namazının durumu hakkında üç ihtimalin olduğunu dile getirir. Ya yatsı namazı
farz olarak kılınacak, ya akşamdan sonra kaza olarak kılınacak ya da tamamen
tekliften düşecek.
Kursavî, ‘el-îrşad’ kitabında yatsı namazı vaktinin problemi
hakkındaki bölüme şu hadisle başlamaktadır:
Ebu Davud ve Tirmizî, İbn Abbas’tan, Hz. Peygamberden
rivayet ediyorlar: Beyt (Ka’be) ’nin yanında namaz kılarken, Hz. Cibril iki
defa benim imamım olmuştur. Güneş tepe noktasından batıya yönelince öğle
namazını, eşyanın gölgesinin uzunluğu kendisinin iki katı olunca ikindi
namazını, oruç tutan iftar yaptığı zaman akşam namazını, şafak kaybolunca yatsı
namazını ve oruç tutana yeme ve içme haram olduğu vakit sabah namazını
kıldırdı. Ertesi gün gelince, eşyanın gölgesinin uzunluğu kendisinin misli
olunca öğle namazı, gölgesinin uzunluğu iki kat olunca ikindiyi, oruç tutan
iftar ettiği zaman akşamı, geçenin üçten biri geçince yatsıyı ve fecirden önce
saban namazını kıldık. Sonra bana yönelerek: ‘Ey Muhammed, bu, senden önce olan
enbiyaların vaktidir ve namaz kılma vakti, iki vakit arasındadır’[348].
Bu hadisi yorumlarken Kursavî, Hz. Peygamberin ‘şafak
kaybolunca’ sözünden ne kastedilebileceğini yorumlamaktadır. Ona göre bu sözler
alametin tahakkukunu şart koyabilir, yani şafağın kaybolmasını, ya da bu
müddetle akşam ve yatsı arasında fasl/ara kastedilebilir, yani güneşin batması
ve şafağın kaybolması arasında. îşte bu ikinci durumda alametin tahakkuku,
namazın vucubu için şart olmaz. Hatta Kursavî’ye göre, güneş iki yıl batıp
namaz vakti alametlerin hiç birisi tahakkuk etmese bile namaz vakti alametlerinin
arasındaki müddete göre beş vakit namaz farz olacaktır.[349]
İkinci delil olarak Kursavî, Tirmizî’nin, Nuvas b. Sem’an’dan
rivayet ettiği Deccal hadisini nakletmektedir:
‘Nevvas b. Sem’an demiş, Resulüllah, Deccal hakkında
konuşuyordu, biz dedik, Ey Allah’ın Resulü, onun yerde olması kaçtır’, Allah’ı
Resulü demiş, ‘Kırk gün - sene gibi gün, ay gibi gün, hafta gibi gün, kalan
günleri ise, sizin günlerininiz gibidir’. Biz sorduk,
’Ey
Allah’ın Resulü, sene gibi olan günde, bizim için bir günün namazları yeterli
mi’, o demişti, ‘Onun için, onun kaderini takdir etmeyiniz’.[350]
Kursavî’ye göre, Cibril hadisi, namaz vakti alametlerini değil,
namazlar arasındaki müddeti göstermektedir. Hatta Allah’ın emri olduğu yerde
alametler itibara alınmaz. Güneş, şafak, gölge vs. namaz vakitlerini,
kolaylıkla ayrılabilsin diye konulan alametlerdir. Kursavî’ye göre bunlar,
namazın şartları değildir.
Buraya kadar âlimler arasında vakit konusunda ihtilaf yoktur.
Ama namaz vaktinin alametlerinin bazısının tahakkuk etmemesi halinde, ona göre
namaz, müddete göre takdir edilir ve müddetin tahakkukuna göre namazlara
vücup/farziyet izafe edilir. îşte bu durumda Kursavî Şer’i emirlerinin temelini
açıklamaya çalışmaktadır. Ona göre şeriatta namaz veya herhangi başka bir
ibadetin farz/vacip kılınmasının asıl sebebi, aslında farz olması değil, Şâri’
tarafından emredilmesidir. Vakit, namazın mucibi değildir. Mesela yeme, içme,
doğuş itibariyle insan için zorunlu bir iştir, ibadetler ise, fıtrattan dolayı
değil, Allah tarafından emredildiği için zorunludur.[351]
Kursavî’nin tespitince, eğer Cibril hadisinde ‘Şafak
kaybolunca’ sözleri alametlerin şart olmasına hamledilse, yani bu
sözlerden, alametlerin şart olması anlaşılsa, o zaman, kutuplara yakın bölgeler
söz konusu edildiğinde iki hadis arasında tearuz meydana gelir. Çünkü ‘gecenin
üçten birisi geçtikten sonra yatsı namazını kılmıştı ’ sözleri, gecenin
üçte birisinin geçmesi yatsı namazın vucubunu gerekli kılar, şafağın kaybolması
şartı ise, sebep tahakkuk etmediği için, vucubun olmadığını gerekli kılar. Bu
iki hadisin ortak noktası, nasta geçen zarf, vaktin alemetini değilde vaktin
müddetini hamledilerek bu iki görüş uzlaştırılabilir. Buna göre furu’a dair
rivayetler de tevil edilir.”[352]
Kursavî’nin tespitine göre, hadisteki ‘ Akşam namazının
vakti, güneşin batmasından, şafağın kaybolmasına kadardır’ ifadesi, şafağın
kaybolması gerçekleşmese de, namaz vaktinin şafağın kaybolmasına kadar devam
etmesi ve bunun içinde olması gerektiğini göstermektedir.
‘ Yatsı ve Vitir vaktini bulmayanlar için, bunlar vacip
değildir’ şeklinde ki ictihadi sözlerin manası ise, Kursavî’ye göre,
şafağın kaybolduğu bölgelerde, namaz kılacak kadar
bir
süre geçmeden fecir doğuyor ise bu iki namazdan sorumluluğun düşmesidir.
Bakkali, namaz vakitlerini, eda için şart ve eda eden için zarf olarak
görmüştür. Bakkali namaz vakitlerinin oluşmaması durumunu, elleri kesilmiş olan
kişini abdestte, elleri yıkama sorumluluğundan kurtulmasına benzeterek, iki
namazın vacip olmadığına dair fetva vermiştir.
Kursavî’nin tespitine göre, namazların vakitleri oluşmamasına
rağmen edasının gerekli olduğuna dair fetva verenlerin mantığı, ‘‘namazlar
arasında müddetin ve vaktin itibara alınması, en küçük bir sebeple düşebilir’’
kıyasıdır. Bunun bir örneği, Arefe günlerinde namazların cemidir. Hatta Malik
ve Şafii’ye göre, seferde de öğle ve ikindi, akşam ve yatsı namazların cemi
caizdir.
Kursavî bir örnek olarak Tirmizî ve Edu Davud'da nakledilen,
Muaz b. Cebel’in rivayet ettiği şu hadisi aktarır:
Muaz b. Cebel demiştir: ‘Tebıık gazvesi sırasında Allah’ın
Resulü, eğer sefere başlamasından önce güneşin batmasına doğru hareket ettiğini
görse, öğle ve ikindi namazını beraber kılıp yola çıkardı, eğer yola çıkmadan
önce güneş batmaya yönelmese, ikindi namazın vaktinin girmesini beklerdi ve
ikindi vaktinde öğle ve ikindi namazını kılardı. Akşam namazında da aynı
şeyleri yapardı, eğer yola çıkmadan önce güneş batsa, akşam ve yatsıyı kılardı
ve sonra yola çıkardı, eğer de yola çıkmış ve güneş hala batmamışsa, o zaman
yatsı namazı vaktinin girmesini beklerdi ve o vakitte akşam ve yatsıyı kılardı
’364
Nitekim Kursavî’ye göre şafağın kaybolduğu bölgelerde, eğer
güneşin batması ve şafağın kaybolması arasında müddeti tespit etmek mümkünse, o
zaman namazın vucubu buna göre belirlenir. Eğer güneşin batmasının peşinden
fecir geliyor ve şafağın kaybolmasını tespit etmek mümkün değilse, o zaman
vaktin alametleri ve vaktin müddeti itibara alınmaz. Bu durumda namaz, vakti
girmese de farz olacaktır. Çünkü gün ve gece içerisinde namazların beş olması
kati olarak sabittir. Namazın vucubu için namazlar arasında müddetin olması
konusunda içtihat edilebilir. îşte kati olarak sabit olan, içtihatla düşmez.[353]
Bunun başka bir örneği olarak Kursavî, namaz için kıblenin
belirlenmesi ve avret yerlerin kapatılmasını göstermektedir. Bunlar sadece
mümkün olduğu zaman mükelleften istenir. Ama giyim olmadığı veya kıblenin
belirlenmesi mümkün olmadığı zaman, giyimsiz ve kıbleyi tahminen belirleyerek
namaz kılmak mümkündür. Namaz vakitleri meselesinde de durum aynıdır. Allah,
gün ve gece içerisinde beş adet namaz kılmayı emretmiştir. Bu namazların
sıhhati için şart, vakittir. Ama bu şart sadece mümkün olduğu zamanlarda itibara
alınır. Ama vakit tahakkuk etmediği durumda, vakit şart olarak itibara alınmaz.
Çünkü namazın vucubu, Allah’ın emri olduğundandır, vakti sebebiyle değildir.
Teklif, imkâna göre olduğundan, vaktin girmediği bölgelerde vakti belirlemek,
imkânın dışındadır. Bundan dolayı vakti belirlemek ile mükellefiyet bizzarure
kalkar.
Kursavî karşı tarafta olan âlimlerin sözlerini de eserinde
nakleder. Onlara göre başka bir bölgede şafağın kaybolması alameti gerçekleşse
de, şafağın kaybolmadığı bölgelerde yatsı namazı farz olmayacaktır, çünkü
burada o gerçekleşmemiştir. Kursavî’ye göre bu sözler sadece kendi görüşünü
desteklemek amacıyla söylenir. Ona göre bu, kati nassın üzerinde konuşulan
sözden başka bir şey değildir ve bununla amel etmek caiz değildir. Çünkü avam
için âlimin sözleriyle amel etmek, bu sözlerin yakinen hata olduğu belli
olmaması halinde mümkündür. Ama âlimin sözünün yakinen hata olduğu belli
olduktan sonra onunla amel etmek caiz olmaz. Burada müçtehidin hata yaparak
sevap kazandığını da söylemek mümkün değildir. Çünkü nassın üzerine içtihat
yapılmaz. Mütevatirin yanında haberi vahidin önemi yoktur.[354]
d. Musa Carullah ve onun delilleri:
XX. yüzyıl îslam Dünyası’nın tanınmış şahsiyetlerinden olan
Musa Carullah, emsallerinden farklı olarak, geçmişi reddetmemiş fakat onu
sorgulamaktan da çekinmemiştir. Daha önce de belirttiğimiz gibi Carullah,
yaşadığı dönemdeki İslâm dünyasının sorunlarıyla yakından ilgilenerek dini,
sosyal ve kültürel alanlarda çeşitli eserler vermiş olan çok yönlü bir düşünce
ve aksiyon adamıdır. O sadece Rusya’da değil, birçok îslam ülkesinde tanınmış
bir âlimdir.[355]
Musa Carullah, Bulgar Türklerinin yaşadığı Kazan Bölgesi’nin
yetiştirdiği bir alim olması hasebiyle, bu bölge Müslümanlarının
karşılaştıkları önemli problemlerden biri olan yatsı namazı konusunda zihnini
meşgul etmiştir.
Genel olarak İslâm hukukçuları, vaktin namazın şartı olduğunu
kabul etmişlerdir. Zira sebepler ve şartlar, çoğunlukla maksatların tahakkukuna
vesile/yardımcı olurlar. Fakat sebepler ve şartlar, gayeyi ortadan kaldıracak
şekilde olurlarsa durum nasıl olacaktır? Carullah'a göre böyle şart ve sebepler
kendiliğinden sakıt olurlar. Sebepler, gayenin vesilesidir. Ona göre vesile,
yokluğuyla gayeyi iptal edince değil, ancak gayeyi gerçekleştirince muteberdir.
Carullah'a göre, ibadetlerin vakitlere bölünmeleri kolaylık 368 içindir,
yoksa vakitlerin kendilerinde hususi bir ehemmiyet yoktur.[356]
Carullah, îslamiyette ibadetlerin, güneşin doğuşu, batışı veya
istiva itibariyle teklif kılınmayıp, bilakis günlük hareket itibariyle yirmi
dört saatte tamamlanan bir devre süresinde insanların her birine, nerede
bulunurlarsa bulunsunlar, beş namazın teklif kılındığını vurgulamıştır. Güneşin
doğuşu, batışı veya şafak olmadığı için, namazların adedini düşürmek,
Carullah'a göre büyük bir yanlışlıktır.[357]
Azamet-i ilâhiye karşısında insanların kulluk vazifelerini ifa etmek için, bazı
alametler konulmuştur. Fakat Carullah'a göre bu kulluk vazifesi, gecelerin
karanlığı ve gündüzlerin aydınlığı ile doğrudan ilişkili değildir. Sınırlı ve
geçici bir zaman dilimi (devre) içinde belirli sayıda ibadet farzdır. “Bir
devrede beş namaz kılmak.” kulluk vazifesinin ifası için kutsal dinin
koyduğu en temel kaide ve kuraldır. Devre tamamıyla karanlık veya tamamıyla
aydınlık olsa da, ya bir kısmı karanlık diğer kısmı aydınlık olsa Allah'ın
azamet-i ilâhiyesi ve insanların ona kulluğu sabittir. Beş, beş olup
tekrarlanan ibadetlerin vakti her zaman için bâkidir.[358]
Deccal hadisine dayanarak görüşlerini savunan Carullah, îdil-Ural bölgesinde
şafağın kaybolmadığı günlerde de yatsı namazının hükmünün düşmediğini dile
getirir.
2. Namazın Kılınmaması Gerektiğini Savunanlar
a. Utızimeni
ve Onun delilleri:
Bilindiği gibi, îdil-Ural bölgesinde yaşayan Müslümanlar
arasında 18. asırdan itibaren ceditçilik hareketi başlamıştır. Otuz-îmeni bu
hareketin ilk temsilcilerindendir. O,
İslam’ın
ilk asırlarına vurgu yapmış ve bu dönemin saf din anlayışına ve ahlakına
dönmenin gerekli olduğunu savunmuştur. Dini düşünceyi bozduğu ve milli ve
manevi gelişmeye engel olduğu için, bidatlere karşı çıkmıştır.
Abdurrahim Otuz-Îmeni, yaz günlerde yatsı namazı vakti problemi
ile ilgilenen âlimlerden biridir. Bu konuya dair ‘er-Risaletü’ş-Ş afakiye’ adlı
bir risale yazmıştır. Onu böyle bir eser yazmaya sevkeden şeyin, yaşadığı
dönemde, müslüamanların bir kısmının yatsı namazının kılınmaması gerektiğini,
diğer bir kısmı ise onu akşamdan hemen sonra kılınması gerektiğini
savunuyorlardı. Her iki grup birbirini suçluyor ve böylece toplumda ihtilaf
eksik olmuyordu. Otuz-İmeni’nin tespitine göre her iki grup, fakihlerin sözlerini
371
delil olarak kullanmış olmasına rağmen iki taraf da hata yapmaktadır.
Otuz-İmeni, o meselede eski âlimlerin, müçtehitlerin
görüşlerini benimsemektedir. O, ilk önce mezhep imamlarının görüşlerini dile
getirmektedir. ‘Kuduri’ gibi klasik metinlere dayanarak, Ebu Hanife’ye göre
şafağın beyazlık, onun talebelerine göre kırmızılık olduğunu belirtmektedir.
İhtilafı dile getirdikten sonra, Otuz-İmeni kulli kaidelerden hareketle
meseleyi çözmeye çalışmıştır. Onun başvurduğu ilk külli kaide, Mecelle’nin 5.
Maddesinde ifade edilen “el-aslü bekâu mâ kâne alâ mâ kâne” yani “bir
şeyin bulunduğu hal üzere kalması asıldır.” kaidedir. Onun tespitine göre akşam
namazının vakti kesin olarak bilinebilir. Burada ihtilaf mümkün değildir. Yatsı
namazının vaktiyse, yaz günlerinde kuzey bölgelerde kesin olarak bilinemez. Bu
vakit zannî olarak tespit edildiğinden, namaz için kullanılamaz. Otuz-İmeni, bu
görüşünü bazı klasik fıkıh kaynaklarına[359]
da dayandırmaktadır. Aynı şekilde Mecelle’nin 9. Maddesinde geçen “Sıfat-ı
Arızada Asl Olan Âdemdir.” külli kaidesine işaret ederek, akşam namazı vaktinin
sonunu gösteren işaretlerin görülmesine kadar, akşam namazının devam ettiğini
söylemektedir. Dolayısıyla ona göre, yazın ufukta ışığın kaybolmadığı günlerde,
akşam namazının vakti sabaha kadar uzamakta, yatsı namazının vakti ise hiç
girmemektedir. Akşam namazı vaktinin sabaha kadar uzamasını herkes müşahede
edebilir, dolayısıyla bu katidir.
Otuz-İmeni konuyla ilgili olarak kıyas yoluyla şöyle bir
tespitte bulunur: İçine necaset düşme ihtilami olmasına rağmen, kesin
bilinmediği müddetçe kuyunun temiz
olduğu nasıl kabul ediyorsa, yatsı namazının girmiş olma
ihtimaline rağmen kesin 373 bilinmediği müddetçe akşam namazının vakti
çıkmış sayılamaz.
Otuz-îmeni, adı geçen risalesinde Kadıhan’ın görüşünü dile getirmektedir.
Ona göre, ufuktaki beyazlık ve kırmızılık arasında yatsıyı kılmak yanlıştır.
Bunu Otuz-îmeni ve Kadıhan, ihtiyata dayanarak söylemektedir. Namazın yanlış
olması, şüpheli vakitte kılındığı içindir. ‘En-Nevazil’ ve ‘Keşfu’l-Esrar’
kitaplarına dayanarak, vakit girdiğinde şüpheyle namazı kılmanın küfre yakın
olduğunu belirtmiştir.[360] Yukarıda da
zikredildiği gibi ona göre şeriatta ihtiyat vaciptir. Dolayısıyla yatsı
namazının vakti konusunda iki farklı görüş bulunduğu için, daha ihtiyatlı olanı
yani beyazlığın kaybolması gerektiği yönündeki görüşü tercih etmek
gerekmektedir. Görüldüğü üzere Otuz-îmeni, şeriatta çok titiz davranmayı
öngörmektedir. Aslında namazlar beş adet olup Müslümanların büyük kısmı bu
namazı kaçırmayı büyük günah görseler de, yatsı namazının vakti kesin olarak
girmediği için namazın kılınmaması görüşünü tercih etmektedir. Nitekim
Otuz-îmeni’ye göre namaz vaktinin girmesi için kesin bir delil, bilgi
gerekmektedir. Vaktin girmesi şüpheli ise, ne kadar fetva verilse de, şüpheyi
gidermez. Şüpheli vakitte namazı kılmak, ona göre günahtır, çünkü ihtiyat
ortadan kalkar.
Otuz-îmeni, Bulgarların, yani îdil-Ural bölgesinde yaşayan Türk
milletlerin, Ebu Hanife’nin değil, onun talebelerinin fetvasına uymalarının
daha uygun olduğu görüşündedir. Ebu Hanife’nin fetvasını Otuz-îmeni şöyle
nakletmektedir: Karanlığın tam sabahtan önce gelmesi, gece namazının(yatsı ve
vitr) vücubiyyetinin düşmesine yeterli değildir. Otuz-îmeni bunu, doğmayan
birinin ölmesinin mümkün olmamasına benzetmektedir.[361]
Yine de burada, âlimler arasında ihtilafın bulunması, verdikleri fetvaların
kesin bilgi ifade etmediğini göstermektedir. Bunun yanında kesin olan, vaktin
girmemesidir.
Görüldüğü gibi Otuz-îmeni, yatsı namazının vakti problemi
konusuna dair geniş araştırma yapmış ve Kemper’in belirttiğine göre, yaklaşık
33 Hanefî fakihin görüşünü nakletmektedir.[362]
Otiz-îmeni sonuç olarak, şafağın kaybolmadığı günlerde yatsı namazının
kılınmaması gerektiği görüşünde olduğunu ifade eder. Ona göre, vaktin girmemesi
veya bu konuda şüphenin bulunması halinde yatsı namazının hükmü düşer.
Kemper eserinde, Otuz-îmeni ile aynı görüşte olan
bazı bölge âlimlerine de yer verir. Fathallah b. El-Huseyn el- Oruvi, Baymurad
el- Mangari gibi âlimlerin konuyla ilgili risaleleri de bulunmaktadır. Maalesef
biz bu risalelere ulaşamadığımız için, onların delillerine geniş şekilde yer
veremeyeceğiz.
SONUÇ
Bu çalışmada Îdil-Ural bölgesinin meşhur âlimlerinin, yatsı
namazı vaktinin girmediği günlerde, bu namazın hükmü ile ilgili tartışmalarını
ele almaya çalıştık. Bu âlimlerin hepsi Hanefî Mezhebi’ne mensup olup Hanefî
kaynaklarına dayanmalarına rağmen, meseleyi farklı şekillerde açıklamışlardır.
Bu konuda farklı iki ana görüş oluşmuştur:
1- Yatsı namazının kılınacağı görüşü ve 2- kılınmaması
gerektiği görüşü.
Namazın kılınacağını savunanlar ise eda olarak mı, yoksa kaza
olarak mı kılınacağı noktasında ihtilaf etmişlerdir. Her iki zümre de klasik
âlimlerin fetvalarına dayanmaktadır. Mesela Otuz-Îmeni, ortaçağda güney
bölgelerde yaşayan âlimlerin fetvalarına başvurarak, vaktin oluşmaması
gerekçesiyle namazın düşeceği görüşünü savumuşlardır.
Bu fetvaların doğru noktalara işaret ettiğinden şüphe
yoktur; vakit girmemişse, ya da girmesi şüpheliyse namaz kılınmaz. Fakat
kanaatime göre, bu fetvalara başvurmamak daha isabetli olabilir, çünkü bunlar
kuzeydeki şartlar içinde söylenmemiştir. Türkiye, Arap ülkeleri, Orta Asya
coğrafyasında henüz vakit girmediyse, namaz da kılınmaz. Ama kuzeyde durum
farklıdır. Nasıl güneyde 24 saat içinde güneşin doğması ve batması normal ise,
kutuplarda da 6 ay devamında güneşin hiç doğmaması da sıradan bir durumdur.
Vaktin olmamasıyla namazın tekliften düşeceğini savunan
âlimler, namaz vaktinin girmesi için kesin bir delil, bilgi gerektiğini
söylemişlerdir. Onların tespitine göre Hanefî mezhebinde yatsı namazı
vaktinin girmesi konusunda ihtilaf bulunmaktadır. Îhtilaf bulunduğu zaman
ihtiyata dayanarak en geç vaktin alınması gerekir. Bu durumda, yatsı namazı
vaktinin girmesi şüphelidir. Şüpheli vakitte namaz kılmak, bu bakış açısı ile
caiz değildir, çünkü ihtiyat ortadan kalkar. Nitekim bu görüşü benimseyen
âlimlere göre namaz şartlarından birisi gerçekleşmediği için namazı kılmamak
gerekir.
Mercani gibi, vaktin oluşmaması rağmen, namazın düşmeyeceğini
savunan âlimler ise gün ve gece içerisinde namazların sayısının beş olduğu
esasından yola çıkmışlardır. Onlara göre namazların günde beş adet olmasını
ispatlayan deliller çok kuvvetli ve şüphe bırakmayacak seviyededir. Vaktin,
namaz için sebep veya şart olması muhtemeldir. Fakat onlara göre vakit herhangi
bir sebepten gerçekleşmiyorsa, farz olan namaz yine de farz olarak kalmaktadır.
Bu namazın ne zaman kılınacağı konusunda ihtilafların bulunmasıyla birlikte,
namazın kılınacağı konusunda bölgedeki âlimlerin çoğu hemfikirdir.
Kur’an, insanlara iyilik yapmayı, fuhuş ve kötülüklerden uzak
durmayı emreder. Bunların yapılması insanın hürriyetine bağlanmıştır. İnsan
bunları, ödül verici ve cezalandırıcı Allah istediği için yapar. Demek ki,
iyilik yapmak ve kötülük yapmamak için çoğu zaman Allah’ı, ahreti hatırlamak
gerekmektedir. Allah’ı zikretme konusunda çok sayıda ayetler de bulunmaktadır.
Gün ve gece içerisinde beş vakit namaz, Allah’ı zikretmek için en iyi fırsat ve
yoldur. Namazların gün ve gece içerisinde bulunmasının hikmetlerinin birisi de
Allah’ı gece ve gün içinde zikretmek olarak düşünülebilir. Bu namazlardan
birisinin düşmesi, bu hikmetten mahrum kalmak anlamına gelebilir.
Nitekim İslam dini evrenseldir, Kur’an da evrenseldir,
Allah’ın emrettiği ibadetleri de evrenseldir. Yani tüm zamanlarda ve dünyanın
tüm bölgelerinde namazlar farzdır ve sayısı da beştir. Arap yarımadasında,
emredilen namazın vakitleri, nasıl kendine özgü coğrafi şartlara tabî ise, aynı
şekilde kutuplara yakın bölgeler de farklı coğrafi şartlara tabîdir. Buna
göre kuzey bölgelerinde namaz vakti şartlarının gerçekleşmediğini bir özür
olarak kabul ederek namazı kılmamak çok doğru gözükmemektedir. Aksi takdirde
farz ibadetler, bölgeye göre değiştirilmiş olur.
Buna göre bölge âlimlerinin çoğu yatsı namazının kısa yaz
gecelerinde kılınmasının gerektiğine dair fetva vermişlerdir. Güneyde de,
kuzeyde de yaşayan Müslümanların 24 saat içinde beş vakit namaz kılacağı
Kur’an’la kati olarak sabittir. Bu namazların tabiat olaylarına bağlanması ise
kolaylık içindir.
Kitaplar
ADIGAMOV Ramil, Gabdrahim Utız-İmeni,
îzdatelstvo ‘‘FEN’’, Kazan, 2005.
ADIGAMOV Ramil, Antologiya Tatarskoy Bogoslovskoy Mısli,
Gabdrahim Utız-İmeni, Tatarskoye Knicnoe îzdatelstvo, Kazan, 2007.
AHMED B. AHMED B. ABDÎ'L-LATÎF EZ-ZEBÎDÎ, Zeynü’d-din, Sahîh-i
Buhârî Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tecümesi ve Şerhi, C. XII, 7. b., çev.
Ahmed Naim, D.Î.B yayını, Ankara, 1983.
AHMED İBN HANBEL, el-Müsned, I-VI, Mısır, 1895,1- XII-
tahk. A. Muhammed Şâkir, Dâru'l-Maârif, Mısır 1368/1949.
AKYÜZ Vecdi, Mukayeseli İbadetler İlmihali,
C. IV, Îz Yayıncılık, Îstanbul, 1995.
ARIK Durmuş, Hıristiyanlaştırılan Türkler (Çuvaşlar),
Aziz Andaç Yayınları, Ankara, 2005.
ATASOY Emin, Kıtalar ve Ülkeler Coğrafyası,
2. b., Ezgi Kitabevi Yayınları, Bursa, 2010.
BAŞ Eyüp, İslam Tarihi, Ankara, 2012.
BAYBULATOVA Liliya, ’’Asar’’Rizı Fahreddina: İstoçnikovaya
osnova i znaçeniya svoda, Tatarskoe Knijnoe Îzdatelstvo, Kazan, 2006.
BEYZAVÎ Nâsıruddin Ebu’l-Hayr Abdullah b. Ömer b. Muhammed b.
Ali, Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vîl, C. V, çev. Abdülvehhab Öztürk,
Kahraman yayınları, İstanbul, 2011.
BILMEN Ömer Nasuhi, Büyük İslam İlmihali,
Seda Yayınları, Îstanbul, 2010.
BUHÂRÎ Ebû Abdillâh Muhammed İbn Îsmâîl, el-Câmiu's-Sahîh,
I-VIII, Dâru't-Tıbaati'l- Âmira, Îstanbul, 1907.
CEVZÎ Îmam Ebu’l-Ferec Cemalüddin Abdurrahman Ali İbn Muhammad,
Kur’an-I Kerim Tefsiri Zadü’l Mesir fi İlmi’t- Tefsir, C. VI, çev.
Abdülvehhab Öztürk, Kahraman yayınları, Îstanbul, 2009.
DEVLET Nadir, 1917 Ekim İhtilali ve Türk-Tatar Millet
Meclisi, Ötüken Neşriyatı, Ankara, 1998.
DEVLETŞÎN Tamurbek, Sovyet Tataristan’ı, çev. M.
Emircan, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1981.
DÖNDÜREN Hamdi, Delilleriyle İslam İlmihali,
Erkam yayınları, İstanbul, 2008.
EBÛ DÂVUD Süleyman ibn el-Eş'as es-Sicistânî, Sünen, I,
IV, Nşr. Muhammed Muhyiddin Abdulhamid, Mısır ty.
ELMALILI Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili Türkçe Tefsir,
C. IX, Eser Basınevi, İstanbul, 1962.
ET-TAYYAR Abdullah b. Muhammed, Tüm
Detaylarıyla Namaz, Guraba Yayınları.
FAHREDDİNEV Rizaeddin, Bolgar ve Kazan törekleri, çev.
Hayrullin E.N, Kazan Tataristan Kitap Neşriyatı, Kazan, 1993.
FÎRÛZÂBÂDÎ, Mecdüddîn Muhammed b. Yakup, El-Mühezzeb Fi
Fıkhi’l İmam Eş-Şafii, Daru’l Ma’rife, Beyrut-Lübnan, 2003.
FRANK Allen Dj, İslamskaya İstoriografiya i ‘’Bulgarskaya’’
İdentiçnost Tatar i Başkir v Rossii, çev. Îlsiya Haybutdinova, OAO PÎK
‘’Îdel-Press’’,Kazan Rossiyskiy Îslamskiy Universitet, 2008,
GÖMEÇ Saadettin, Türk Cumhuriyetleri ve Toplulukları Tarihi,
Akçağ Yayınları, Ankara, 1999.
GÖRMEZ Mehmet, Musa Carullah Bigiyef, b. I., Turkiye
Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1994.
HALEBI Îbrahim, İzahlı Mülteka el- Ebhur Tercümesi, C.
IV, Çev. Mustafa Uysal, Uysal Yayınevi, Konya, 1982.
HAYRUTDÎNOV Aydar, Antologiya Tatarskoy Bogoslovskoy Mısli,
Musa Carullah Bigiyev, Tatarskoye Knijnoye Îzdatelstvo, Kazan, 2005.
HUMEYNI Ayetullah Ruhullah b. Mustafa Humeynî Mûsevî, Zübdetü'l-Ahkâm,
2. b., Ed- Darü'l-Îslamiyye, Beyrut, 1987.
İBN ARABÎ Ebû Bekir Muhammed b. Abdullah, Ahkâmü’l-Kur’an,
C. IV, Daru’l Îhya-i Kitabu’l Arabiyya.
İBN KESÎR Ebü'l-Fida Îmadüddin Îsmail b. Ömer, Tefsirü’l-Kur’ani’l-Azım,
Daru’l Ma’rife, Beyrut, 1980.
İBN KESÎR Ebü'l-Fida Îmadüddin Îsmail b. Ömer, Hadislerle
Kur’an-I Kerim Tefsiri, C.
XVI, çev. Bekir Karlığa-Bedrettin Çetiner, Çağrı
yayınları, Îstanbul, 1985.
İBN MÂCE Ebû Abdillâh Muhammed İbn Yezîd el-Kazvînî, Sünen, l-ll
tahk. ve nşr. M. F. Abdulbaki, Mısır, 1952.
İBN RÜŞD, Ebu'l-Velîd Muhammed İbn Ahmed el-Hafîd, Bidâyetü'l-Müctehid
ve Nihâyetü'l-Müktesid, C. II, Daru’l Kutubu’l Hadisiyya.
İBN SAATÎ EL- HANAFÎ, Mecmau’l- Bahreyn ve Mülteka’l Nehreyn
Fi’l Fıkhı’l Hanefi, Daru’l Kitabu’l Alamiyya, Beyrut, 2005.
İBN TEYMÎYYE Ebü'l-Berekat Mecdüddin Abdüsselam, El-Muharrar
Fi’l-Fıkh, Ala Mezhebi'l-İmam Ahmed b. Hanbel, Matbaatü's-Sünneti'l-Muhammediyye,
1950/1369.
ÎBNÜ'L-HÜMÂM, Kemâlüddîn, Muhammed İbn Abdilvâhid, Fethu'l-Kadîr,
C. VI, Mısır, 1998.
KAHRAMAN Abdullah, Musa Carullah Bigiyev Uzun Günlerde Oruç,
Îz Yayıncılık, Îstanbul, 2009.
KARAGÖZ Îsmail - ALTUNTAŞ Halil, Namaz İlmihali, Diyanet
Îşleri Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2010.
KARAMAN Hayreddin, İslam Hukuk Tarihi, Îz
Yayıncılık, Îstanbul, 2001.
KARAMAN Hayreddin, İslam’ın Işığında Günün Meseleleri,
C. II, Îz Yayıncılık, Îstanbul, 2010.
KÂSÂNÎ, Alâüddîn Ebû Bekr İbn Mes'ûd, Bedâyiu's-Sanâyi' fî
Tertîbi'ş-Şerâyi', C. VI, Daru’l Kitabu’l Arabiyya, Beyrut-Lubnan, 1974.
KEMPER Mihael, Sufyii i Uçyönıye v Tatarstan’ye i
Başkortostan’ye (1789-1889) Pod Russkim Gospodstvom, Îdel-Press, Kazan,
2008.
KOMÎSYON, İlmihal, C. II, T.D.V Yayını,
Ankara, 2012.
KOMÎSYON, Türk ve İslam Devletleri,
Türkiye Gazetesi Yayınları, Îstanbul, 2005.
KURBAN Îklil, Yaşlı Tarihin Yankısı, Bulgar-Tatar
Tarihi ve Medeniyet, Kitap
Yayınevi, Îstanbul, 1998.
KURSAVÎ Abdünnasır b. Îbrahim El-Bulgari, El-İrşad li’l-İbad,
Lito-Tipogragiya Î. N. Haritonova, Kazan, 1903.
KURTUBÎ Muhammed b. Ahmed, El-
Cami’li-Ahkami’l-Kur’an, C. XXIV, Kahire, 1967.
KURTUBÎ Ebû Abdillâh Muhammed İbn Ahmed el-Ensârî, El-Camiu
li Ahkami’l- Kur’an, çev. M.Beşir Eryarsoy, C. XIX, Boruc Yayınları,
Îstanbul, 2001.
MÂLÎK İBN ENES, El- Müdevvene, C. XVI, I.
b., Daru’s-Sadr, Beyrut, 1905.
MÂLÎK İBN ENES, el-Muvatta', nşr. M.F.
Abdülbâkî, Mısır, 1951.
MARAŞ Îbrahim, Türk Dünyasında Dini Yenileşme (1850-1917),
Ötüken Neşriyat, Îstanbul, 2002.
MEHBUBÎ Abdullah b. Mesud, Şerhü’l -vikaye ve maahu Münteha
Nihaya ala Şerhi vikaya, C. III, Amman, 2006.
MERCÂNÎ Şihabutdin, Müstefâdü’l-Ahbâr fî Ahvâl Kâzân ve
Bulğâr, Tipo-Litografiya împeratorskogo Universiteta, Kazan, 1900.
MERCÂNÎ Şihabutdin, Nâzûratul Hak Fi Farziyatil İşai ve İn
Lam Yagibişşafak, çev.
Şaymurzin D., îman Neşriyatı, Kazan 2001.
MERCÂNÎ Şihabutdin, İzvleçeniye vestey o sostoyanii Kazani i
Bulgara, çev.Ramil Adıgamov, îzdatelstvo îman, Kazan 2005.
MERCÂNÎ Şihabuddin, Müstefâdü’l-Ahbâr fî Ahvâl Kâzân ve
Bulğâr, çev. Mustafa Kalkan, Atatürk Kültür Merkezi Yayını, Ankara, 2008.
MERCÂNÎ Şihabutdin, Nâzûratul Hak Fi Farziyatil İşai ve İn
Lam Yagibişşafak, Thk.
Urhan b. îdris Ançakar-Abdu’l Kadir b. Selçuk
Yılmaz, Fatih yayınevi, İstanbul, 2012.
MERGINÂNÎ Alî İbn Bekr, Hidâye Şerhu Bidâyeti'l-Mübtedî, Kahraman
Yayınları, îstanbul, 1986.
MEYDANî Abdulganî El-Gânimî, El-Lübâb fî Şerhi'l-Kitâb,
Daru’l îhya Li’Turasi’l Arabi, C. IV, Beyrut-Lubnan, 1985.
NESÂÎ Ebû Abdirrahmân İbn Şuayb, Sünen (Süyûtî'nin
şerhi ile birlikte), I-VIII, Mısır 1964.
NESEFÎ Abdullah b. Ahmed b. Mahmud, Medâriku’d-Tenzîl ve
Hakâiku’t-Te’vîl, C. III, Daru’l Kelam- Tayyıp, Beyrut, 1998.
ÖZYETGîN Melek - DÜNDAR A. Merthan - KAMALOV îlyas, Tarihten
Bugüne Başkurtlar, Özener Matbaası, îstanbul, 2008.
REMZî Muhammed Murad, Telfikü’l- Ahbar ve Telkihu’l-Asar Fi Vekaiğu’l-Kazan
ve Bulgar ve Mulu’kut-Tatar, C. II, Daru’l Kitabu’l Ulümiya, Beyrut, 2002.
SERAHSÎ Muhammed İbn Ahmed İbn Ebî Selh, El- Mebsut, 3.
b., C. XXX , Daru’l Ma’rife, Beyrut, 1978.
SIDDIKÎ Mazharuddin, İslam Dünyasında Modernist Düşünce,
Dergâh Yayınları, îstanbul, 1990.
ŞAGAVîYEV Damir, Antologiya Tatarskoy Bogoslovskoy Mısli,
Şihabutdin MERCÂNÎ, Tatarskoye Knicnoe îzdatelstvo, Kazan, 2008.
ŞEREF Şeher, Mercâni’nin Tercüme-i Hâli,
Rûhiyat Neşriyatı, Kazan, 1998.
ŞEYBANÎ Ahmet b. Muhammed b. Hanbel, El-Muğni, C. X,
Daru’l-Kitabi’l Arabi, Beyrut- Lübnan, 1972.
ŞİNKİTİ Ahmed Zeydânî el-Cekeni - MUHAMMED EL-EMİN, Şerh-ü
Halil b. İshak el- Mâlikî, Müessesetü'r-Risale, Beyrut, 1993.
TABERİ Ebû Ca’fer Muhammed b. Cerîr, Câmiu’l-Beyân fî
Tefsîri’l-Kur’an, C. XXVI, Hicr Yayınevi, Kahire, 2001.
TAHAVÎ Ebû Ca’fer, Ahmed b. Muhammed b. Seleme el-Ezdî, Şerhu
Meani’l Asar Hadislerle İslam Fıkhı, C. VII, çev. M. Beşir Eryarsoy, Kitabi
Yayınevi, İstanbul, 2009.
TAYMAS Abdullah Battal, Kazanlı Meşhurlarından
Musa Carullah, İstanbul, 1958.
TAYMAS Abdullah Battal, Kazan Türkleri,
Ankara, 1966.
UTIZ-İMENİ Gabdrahim, Risaletü’ş-Şafakiye, Tatarskoye
Knijnoye İzdatelstvo, Kazan, 2007.
YAVUZ Ali Fikri - YAVUZ Yunus Vehbi, Küçük
İlmihal, Feyiz Yayınları, Bursa, 2009.
YUSUPOV Munir, Şihabutdin Merdcani,
Tatarskoye Knicnoe İzdatelstvo, Kazan, 2005.
YUZEYEV A. N. - İBRAGİM T. K. - SULTANOV F. M., Tatarskaya
Filosofskaya Mısl v Obşem Kontekste, Tatarskoe Knijnoe İzdatelstvo, Kazan,
2002,
YUZEYEV A. N. , Oçerki Merdcani o Vostoçnıh Narodah,
Tatarskoye Knicnoe İzdatelstvo, Kazan, 2003.
YUZEYEV Aydar, Filosovskaya Mısl Tatarskogo Naroda osnovnıye
napravleniye razvitiye (X- naçalo XX vv.), Tatarskoye knijnoye izdatelstvo,
Kazan, 2007.
YUZEYEV Aydar, Filosovskaya Mısl Tatarskogo Naroda,
Tatarskoye Knijnoye İzdatelstvo, Kazan, 2007.
ZEKİYEV Mirfatih, Türklerin ve Tatarların Kökeni, çev.
Ahsen Batur, 2.b.,Selenge Yayınları, İstanbul, 2007.
ZIHNI Elhac Mehmed, Nimet-i İslam, Salah
Bilici Kitabevi Yayınları, İstanbul, 1971.
ZUHAYLİ Vehbe, İslam Fıkıh Ansiklopedisi, C. X, çev.
Komisyon, Risale Yayınevi, İstanbul, 1994.
ZUHAYLİ Vehbe, Tefsirü’l-Münir, C. XV, b. 2., çev.
Komisyon, Risale yayınları, İstanbul, 2005.
Makaleler
BALABAN Mustafa Rahmi, “Musa Carullah”, İslam Tetkikleri
Enstitüsü Dergisi, İ. Ü. E. F. Yayınları, C. I, Cüz. 1-4, İbrahim Horoz
Basınevi, İstanbul, 1954.
ERŞAHÎN Seyfettin, ‘‘Rusya’da Müslümanlar: Tatar Kavimlerin
Tarihçesi,’’ İlahiyat Fakültesi Dergisi.
ERUL Bünyamin, ‘‘Tatar âlimlerden Rızaeddin b. Fahreddin
(1859-1936) ve Hadisçiliği,’’ A.Ü.İ.F.D., Ankara, 2005, s. 59.
HÂKİM Veli Ahmet, Üstâd-ı Şehîr Musa Carullah Hazretleri
Hakkında Mülâhazalar, Helsinki, 1950.
ORHAN Ali, ‘‘Namaz Vakti ve Vakti Girmeyen Bölgelerde Namaz
Meselesi’’, Erciyes Ünv. İlahiyat Fak. Dergisi, sayı. XI., s.129.
ŞAFAK Ali, ‘‘Ramazan Hilali ve Kutuplara Yakın
Yerlerde Namaz Vakti Meseleleri Üzerine
TAŞAĞIL Ahmet, ‘‘İdil-Bulgarhanlığı’’, T.D.V. İslam
Ansiklopedisi, C.I-XXXXIV, C.
XXI, İstanbul, 2000. s.472.
TÜRKOĞLU İsmail - MARAŞ İbrahim, ‘‘Utız-Îmeni, Abdürrahim
(1752-1835)’’, T.D.V. İslam Ansiklopedisi, I-XXXXIV, C. XXXIV, İstanbul,
2007.
YAŞAROĞLU M. Kamil, ‘‘İdil Bulgar Hanlığı’’, T.D.V. İslam
Ansiklopedisi, I-XXXXIV, C. XXXII, İstanbul, 2006, s. 353.
Diğer Kaynaklar
ERKAYA Metin, ‘‘Alimcan Barudî Efendi’’,
http://www.angelfire.com/ak4/dervisan/silsile/gumushanevi/barudî.html,(20.04.2013), ss.1-2.
KURTDEDE Remzi, Musa Carullah Bigiyef ve İslam Hukuku ile
İlgili Görüşlerinin Değerlendirilmesi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, (Yayımlanmamış Doktora Tezi), Ankara, 2011.
KUDAYNETOV Said-Ali, Şihâbüddîn El-Mercânî’nin Usûl-İ Fıkıh
Anlayışı - Hizâmetu’l- Havâşi li-İzâhati’l-Ğavâşi Adlı Eseri Bağlamında,
Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Yayımlanmamış Doktora Tezi),
Ankara, 2008.
Natsionalnıy Sostav Naseleniya Respubliki Başkortostan Po
Dannım Vserossiyskoy Perepisi Naseleniya 2010 Goda, Ufa, Başkortostanstat,
2012.
TOPSAKAL İlyas, Rus Misyoner Kaynaklarına Göre; İdil-Ural
Bölgesinde Ortodoks Misyoner Faaliyetleri ve Türkler (1552-1917), Marmara
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Yayımlanmamış Doktora Tezi), İstanbul,
2007.
YUSÎPOVA Mileuşa, Îdil-Ural Bölgesinde Hıristiyanlığın
Yayılması Üzerine Bir Araştırma, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
( Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Ankara, 2003.
ÖZTÜRK Ahmet Gökhan, http://ahmetgokhanozturk.wordpress.com/2013/05/01/namaz‐ibadetin‐ hukmu‐ve‐onemi/ (06.08.2013)
13 Eyüp Baş, İslam Tarihi,
Ankara, 2012, s. 590; Komisyon, Türk ve İslam Devletleri, Türkiye
Gazetesi Yayınları, İstanbul, 2005, ss. 31-32.
20 A. Melek Özyetgin- A. Merthan
Dündar- îlyas Kamalov, Tarihten Bugüne Başkurtlar, Özener Matbaası,
İstanbul, 2008, s. 76.
23
Durmuş Arık, Hıristiyanlaştırılan Türkler (Çuvaşlar), Aziz Andaç
Yayınları, Ankara, 2005, ss. 16-17.
29 A. N. Yuzeyev-T. K. İbragim
-F. M. Sultanov, Tatarskaya Filosofskaya Mısl v obşem kontekste,
Tatarskoe Knijnoe İzdatelstvo, Kazan, 2002, s. 73.
51
Şagaviyev, a.g.e., ss. 59-61
52
Yusupov, a.g.e., ss. 31-32
55 Şihabuddin Mercânî, Müstefâdü’l-Ahbâr
fî Ahvâl Kâzân ve Bulğâr, çev. Mustafa Kalkan, Atatürk Kültür Merkezi
Yayını, Ankara, 2008, s. 239.
59 Adıgamov , Gabdrahim
Utız-Îmeni, a.g.e., s. 30; Mihael Kemper, Sufiyii i Uçyönıye v Tatarstan’ye
i Başkortostan’ye (1789-1889), Îdel-Press, Kazan, 2008, s. 252.
79
Maraş, a.g.e., s. 98; Yuzeyev, a.g.e., s. 99.
113
Tirmizî, Salât, 118; Ebû Dâvûd, Salât, 145; Nesaî, Salât, 9; İbn Mâce, Salât,
202.
121
Buhâri, îman, 37; Müslim, îman, 13.
128 Vehbe Zuhayli, İslam
Fıkıh Ansiklopedisi, I-X, çev. Komisyon, C. I, Risale Yayınevi, İstanbul,
1994, s. 441.
129
Şirazi, Firuzabadi, el-Mühezzeb fi Fıkhi’l İmam eş-Şafii, Daru’l
Ma’rife, Beyrut-Lübnan, 2003, ss. 174-175; Muvaffakuddîn Abdullah İbn Ahmed ibn
Kudame, el-Muğni, Daru’l-Kitabi’l Arabi, Beyrut- Lübnan, 1972, ss.
380-381.
Kurtubi,
a.g.e., C. X, s. 303-304.
204 Muhammed İbn Ahmed İbn Ebî
Selh Serahsi, el- Mebsut, 3. b., I-XXX , C. I, Daru’l Ma’rife, Beyrut,
1978, s. 141.
208
Hayreddin Karaman, İslam Hukuk Tarihi, İz Yayıncılık, İstanbul, 2001, s.
75.
213
Döndüren, a.g.e., s. 292.
226
İbn Kudâme, Muğnî, a.g.e, C.I, ss. 380-381.
235
İbn Hanbel, II, 232; Tirmizî, Salât, 151.
240 Tirmizi, Mevâkît 1; Ebu
Dâvûd, Salât 2; Nesâî, Mevâkît, 6, 19, 15; İbn Hanbel, I, 383; II, 330; Mâlik,
Muvatta’, Salât, 9.
243 Buhârî, Mevakit, 28; Müslim,
Mesâcid, 165; Ebû Dâvud, Salât, 5; İbn Mâce, Salât, 11; Nesâî, Mevâkît, 11, 28;
Tirmizî, Mevâkit, 23.
249
İbn Rüşd, a.g.e, C. I, s. 104.
250
Zuhaylî, a.g.e, C. I, s. 395.
274
Akyüz, a.g.e., C. I, s. 371.
291
Nesâî, Salât, 41.
335
Mercânî, a.g.e., s. 312.
351
Mercânî, Nazuratul Hak fi Farziyatil İşai ve İn Lam Yagibişşafak, çev.
Şaymurzin D, s. 168.
353
Mercânî, Nazuratul Hak Fi Farziyatil İşai ve İn Lam Yagibişşafak, Thk.
Urhan b. îdris Ançakar-
Abdu’l
Kadir b. Selçuk Yılmaz, s. 332.
364
Kursavî, a.g.e., s. 59.
371 Gabdrahim Otuz-İmeni, Risaletü’ş-Şafakiye,
Antologiya Tatarskoy Bogoslovskoy Mısli içinde, Kazan, Tatarskoye Knijnoye
İzdatelstvo, 2007, s. 179.
373
Otuz-îmeni, a.g.e., s. 180.
[1] Emin Atasoy, Kıtalar ve Ülkeler Coğrafyası, 2. b., Ezgi
Kitabevi Yayınları, Bursa, 2010, ss. 219-221.
[2] îlyas Topsakal, Rus Misyoner Kaynaklarına Göre; îdil-Ural
Bölgesinde Ortodoks Misyoner Faaliyetleri ve Türkler (1552-1917), Marmara
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Yayımlanmamış Doktora Tezi), İstanbul,
2007, ss. 29-31.
[3] Remzi Kurtdede, Musa Carullah Bigiyef ve İslam hukuku ile ilgili
görüşlerinin değerlendirilmesi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
(Yayımlanmamış Doktora tezi), Ankara, 2011, s. 98.
[4] Abdullah Kahraman, Musa Carullah Bigiyev Uzun Günlerde Oruç,
îz Yayıncılık, İstanbul, 2009, ss. 55-56.
[5] Mileuşa Yusipova,
İdil-Ural Bölgesinde Hıristiyanlığın Yayılması Üzerine Bir Araştırma, Ankara
Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, ( Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Ankara, 2003,
s. 12.
[6] Ahmet Taşağıl,
‘’İdil-Bulgar hanlığı’’, T.D.V. İslam Ansiklopedisi, C. XXI, İstanbul,
2000, s. 472.
[7] Mirfatih Zekiyev, Türklerin ve Tatarların Kökeni, çev.
Ahsen Batur, 2.b.,Selenge Yayınları, İstanbul, 2007, s. 215.
[8] Zekiyev, a.g.e., ss. 217-218.
[9] Zekiyev, a.g.e., ss. 218-219.
[10] Zekiyev, a.g.e., s. 302.
[11] Taşağıl, a.g.m., ss. 472-473.
[12] Yusipova, a.g.tz., ss. 19-21.
[13] İbrahim Maraş, Türk Dünyasında Dini Yenileşme (1850-1917),
Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2002, ss.
17-18.
[14] Yusipova, a.g.tz., ss. 25-28.
[15] îklil Kurban, Yaşlı Tarihin Yankısı, Bulgar-Tatar
Tarihi ve Medeniyet, Kitap Yayınevi, İstanbul, 1998, s. 85.
[16] Yusipova, a.g.tz., ss. 28-30.
[17] Saadettin Gömeç, Türk Cumhuriyetleri ve Toplulukları Tarihi,
Akçağ Yayınları, Ankara, 1999, s.
213.
[18] Natsionalnıy Sostav Naseleniya Respubliki Başkortostan Po Dannım
Vserossiyskoy Perepisi Naseleniya 2010 Goda, Ufa, Başkortostanstat, 2012, s.
15.
[19] Gömeç, a.g.e., s. 237.
[20] Yusipova, a.g.tz., s. 8.
[21] Baş, a.g.e., ss. 588-590.
[22] Tamurbek Devletşin, Sovyet Tataristan’ı, çev. M. Emircan,
Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1981, s. 3.
[23] Seyfettin Erşahin, ‘’Rusya’da Müslümanlar: Tatar Kavimlerin
Tarihçesi,’’ İlahiyat Fakültesi Dergisi, s. 567.
[24] Kurban, a.g.e., s. 51.
[25] Rizaeddin Fahreddinev, Bolgar ve Kazan törekleri, çev.
Hayrullin E.N, Kazan Tataristan Kitap Neşriyatı, Kazan, 1993, s. 51.
[26] Abdullah Battal Taymas, Kazan Türkleri, Ankara,
1966, s. 45.
[27] Maraş, a.g.e., ss. 17-22.
[28] Devletşin, a.g.e., ss. 64-66.
[29] Mazharuddin Sıddıki, İslam Dünyasında Modernist Düşünce,
Dergâh Yayınları, İstanbul, 1990, ss. 1114.
[30] Nadir Devlet, 1917 Ekim İhtilali ve Türk-Tatar Millet Meclisi,
Ötüken Neşriyatı, Ankara, 1998, ss. 47-50.
[31] Allen Dj. Frank, İslamskaya İstoriografiya i ‘’Bulgarskaya’’
İdentiçnost Tatar i Başkir v Rossii, çev. Îlsiya Haybutdinova, OAO PÎK
‘’Îdel-Press’’,Kazan Rossiyskiy Îslamskiy Universitet, 2008, ss. 2627.
[32] Aydar Hayrutdinov, Antologiya Tatarskoy Bogoslovskoy Mısli,
Musa Carullah Bigiyev, Tatarskoye Knijnoye Îzdatelstvo, Kazan, 2005, s. 16.
[33] Mustafa Rahmi Balaban, “Musa Carullah”, C. I, Cüz. 1-4, İslam
Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, İ. Ü. E. F. Yayınları, Îbrahim Horoz
Basınevi, Îstanbul, 1954, s. 173.
[34] İlk sırada, Bigiyev kardeşlerinin hemşerisi Musa Akyiğit’in
“Hisamüddin Monla” adlı hikâyesi yer alır.
[35] Remzi Kurtdede, Musa Carullah Bigiyef ve İslam Hukuku ile ilgili
görüşlerinin değerlendirilmesi,
Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler İnstitüsü, (Yayımlanmamış Doktora tezi),
Ankara, 2011, ss. 10-11.
[36] Veli Ahmet Hâkim, Üstâd-ı Şehîr Musa Carullah Hazretleri
Hakkında Mülâhazalar, Helsinki, 1950, ss. 2–3
[37] Balaban, a.g.m, s. 173; A. Battal Taymas, Kazanlı
Meşhurlarından Musa Carullah, İstanbul, 1958, s.
9.
[38] Hayrutdinov, a.g.e., s. 17.
[39] Kurtdede, a.g.tz., s. 12.
[40] Maraş, a.g.e., s. 86.
[41] Hayrutdinov, Antologiya Tatarskoy Bogoslovskoy Mısli, Musa
Carullah Bigiyev, ss. 37-38.
[42] Kurtdede, a.g.tz., s. 37; Maraş, a.g.e., s. 88.
[43] Damir Şagaviyev, Antologiya Tatarskoy Bogoslovskoy Mısli,
Şihabutdin Mercânî, Tatarskoye knicnoe izdatelstvo, Kazan, 2008, s. 55.
[44] Şeher Şeref, Mercâni’nin Tercüme-i Hâli, Rûhiyat
Neşriyatı, Kazan, 1998, s.15.
[45] Munir Yusupov, Şihabutdin Merdcani, Tatarskoye knicnoe
izdatelstvo, Kazan, 2005, s. 22; Şagaviyev, Antologiya Tatarskoy Bogoslovskoy
Mısli, Şihabutdin Mercânî, a.g.e., s. 55, Şihabuddin Mercânî, , Nâzûretü’l-Hakk
fi Fardiyyeti’l-Işâ ve in lem Yeğibi’ş-Şafak, Thk. Urhan b. İdris
Ançakar-Abdu’l Kadir b. Selçuk Yılmaz, Fatih yayınevi, İstanbul, 2012, s. 15.
[46] Şeref, a.g.e., s. 15.
[47] Şagaviyev, a.g.e., ss. 64-65
[48] Şagaviyev, Antologiya Tatarskoy Bogoslovskoy Mısli, Şihabutdin
Mercânî, a.g.e., ss 82-91; Mercânî, Nâzûretü’l-Hakk fî Fardiyyeti’l-Işâ ve in
lem Yeğibi’ş-Şafak, a.g.e., ss. 38-42; Yusupov, a.g.e., ss. 257259.
[49] Îsmail Türkoğlu-Îbrahim Maraş,’’Utuz-Îmeni, Abdürrahim
(1752-1835)’’,T.D.V. İslam Ansiklopedisi, C. XXXIV, Îstanbul, 2007, s.
11.
[50] Maraş, a.g.e., s. 47; Adıgamov, Gabdrahim Utız-Îmeni, a.g.e., s.
27; Ramil Adıgamov, Antologiya Tatarskoy Bogoslovskoy Mısli, Gabdrahim
Utız-İmeni, Tatarskoye knicnoe izdatelstvo, Kazan, 2007, s. 26.
[51] Maraş, a.g.e., ss. 47-48.
[52]. Adıgamov, Antologiya Tatarskoy Bogoslovskoy Mısli, Gabdrahim
Utız-Îmeni, a.g.e., ss. 30-31.
[53] Rizaeddin b. Fahreddin, Asar, C.1, cüz.6, M. Fatih Gılman Kerimov
Matbaası, Orenburg, 1904, s. 301.
[54] Muhammed Murad Remzi, Telfikü’l- ahbar ve Telkihu’l-asar fi
vekaiğu’l-Kazan ve Bulgar ve Muluku’t-tatar, I-II, C.II, Daru’l Kitabu’l
Ulümiya, Beyrut, 2002, ss. 360-361.
[55] Mercânî, Müstefâdü’l-Ahbâr fî Ahvâl Kâzân ve Bulğâr, a.g.e., s.
229.
[56] Mercânî, , Müstefâdü’l-Ahbâr fî Ahvâl Kâzân ve Bulğâr,a.g.e.,
s. 229; Fahreddin’Asâr’, C. I, Cüz. VI, a.g.m., s. 316.
[57] Adıgamov, Antologiya Tatarskoy Bogoslovskoy Mısli, Gabdrahim
Utız-Îmeni, a.g.e., ss. 31-32; Maraş, a.g.e., s. 48.
[58] Türkoğlu-Maraş, a.g.m., s. 12
[59] Maraş, a.g.e., s. 49.
[60] Türkoğlu-Maraş, a.g.m., s. 12; Maraş, a.g.e., ss. 49-50.
[61] Adıgamov, Gabdrahim Utız-İmeni, a.g.e., ss. 8-10.
[62] Michael Kemper, Sufıi i Uçenıye v Tatarstane i Başkortostane
(1789-1889). İslamskiy Diskurs pod Russkim Gospodstvom, çev. İskender Gilazov,
Kazan, RİU, 2008, s. 381.
[63] Maraş, a.g.e., s 52.
[64] Maraş, a.g.e., s 52; Kemper, a.g.e., s 382.
[65] Maraş, a.g.e., s 53.
[66] Metin Erkaya, ‘’Alimcan Barudî Efendi,’’
http://www.angelfire.com/ak4/dervisan/silsile/gumushanevi/barudî.html,(20.04.2013), ss.1-2.
[67] Türkistan ve Kazakistan Seyahat Hatıraları, Ufa 1917-1919, 70
vr., No. 1682 T; Hatıralar, Ufa-Kazan 1918-1921, 221 vr., 1604 T’de
bulunmaktadır.
[68] Aydar Yuzeyev, Filosovskaya Mısl Tatarskogo Naroda,
Tatarskoye knijnoye izdatelstvo, Kazan, 2007, s. 98.
[69] Maraş, a.g.e., s 97; Yuzeyev, a.g.e., s. 99.
[70] Maraş, a.g.e., s. 98.
[71] Maraş, a.g.e., s. 191
[72] Maraş, a.g.e., s. 191
[73] Maraş, a.g.e., s. 191.
[74] Daha fazla bilgi için bkz. Ahmet Temir, ‘‘ Doğumunun 130. ve
Ölümünün 50. Yılı Dolayısıyla Kazanlı Tarihçi Murad Remzi (1854-1934)”,
Belleten,c.L, Ağustos 1986, sayı:197,s. 495-505.
[75] Bünyamin Erul, ‘’Tatar âlimlerden Rızaeddin b. Fahreddin ve
Hadisçiliği,’’ A.Ü.İ.F.D., Ankara, 2005, s. 59.
[76] Maraş, a.g.e., s. 89.
[77] Liliya Baybulatova,’’Asar’’ Rızı Fahreddina: İstoçnikovaya
osnova i znaçeniya svoda, Tatarskoe Knijnoe Îzdatelstvo, Kazan, 2006, ss.
15-16; Fahreddinev, a.g.e., s. 6.
[78] Maraş, a.g.e., s. 89.
[79] Maraş, a.g.e., s. 90.
[80] Fahreddinev, a.g.e., s. 10.
[81] Maraş, a.g.e., s. 91.
[82] Maraş, a.g.e., s. 81.
[83] Maraş, a.g.e., s. 82.
[84] Tevbe, 9/103.
[85] Vecdi Akyüz, Mukayeseli İbadetler İlmihali, I-IV, C. I, îz
Yayıncılık, İstanbul, 1995, ss. 83-88.
[86] Bakara, 2/110
[87] Yunus, 10/87; Rum, 30/31; En’am, 6/72. Bakara, 2/43,
83,
110; Nisâ, 4/103; Nur, 24/56; Mücâdele, 58/13; Hac, 22/78; Müzzemmil, 73/20;
[88] Neml, 27/3; Lokmân, 31/4; Bakara, 2/3; Mâide, 5/55; Enfal, 7/3;
Tevbe, 9/71; Beyyine, 98/5.
[89] Tâhâ, 20/14; Ankebût, 29/45; Lokmân, 31/17; Hûd, 11/114; İsrâ,
17/78.
[90] İbrâhim, 14/40; Fâtır, 35/18, 29; Şûrâ, 42/38; Bakara, 2/177,
277; Nisâ, 4/162; Râd, 13/22; Hac, 22/35; Ahzab, 33/33.
[91] Bakara, 2/45, 153.
[92] Bakara, 2/238.
[93] Nisâ, 4/43.
[94] Nisâ, 4/101.
[95]: En’am, 6/72; İbrâhim, 14/31; Meryem, 19/31, 55; Tâhâ, 20/132.
[96] Meryem, 19/31, 55.
[97] Nisâ, 4/102, 103, 142; Mâide, 5/6, 12, 58; Tevbe, 9/5, 11, 18;
Cum’a, 62/10.
[98] Ahmet Gökhan Öztürk, http://ahmetgokhanozturk.wordpress.com/2013/05/01/namaz-ibadetin-hukmu-
ve-onemi/ (06.08.2013)
[99] İmam Kurtubi, El-Camiu Li- Ahkami’l- Kur’an, çev. M.Beşir
Eryarsoy, C. II, Boruc Yayınları, İstanbul, 2001, s. 24.
[100] Buhârî, İman, 1, 2; Müslim, İmân, 19-22.
[101] Tirmizî, Cum’a, 80; İbn Hanbel, V, 251.
[102] İbn Hanbel, I, 60.
[103] Ebû Dâvud, Vitir, 2; Malik, Muvatta’, Salatü’l-Leyl, 14.
[111] Buhari, Mevakit, 6; Muslim, Mesacid, 282.
[112] Müslim, Îmân, 134, Ebû Dâvut, Sünnet, 14; Tirmizî,
Îman, 9; îbn Mâce, îkâmes-Salah, 77.
[113] Ankebut, 29/45; Maide, 5/12.
[114]. http://ahmetgokhanozturk.wordpress.com/2013/05/01/namaz-ibadetin-hukmu-ve-onemi/ (09.08.2013)
[115] Zekiyüddin Şa’ban, İslam Hukuk İlminin Esasları
(Usulü’l-Fıkh), çev. İbrahim Kafi Dönmez, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları,
Ankara, 2011, s. 265.
[116] Şa’ban, a.g.e., s. 265.
[117] Akyüz, a.g.e., C. I, s. 102.
[118] Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslam İlmihali, Erkam
yayınları, İstanbul, 2008, s. 281.
[119] Buhari, Talak, 11,Hudud, 22, Ebu Davud, Hudud, 17.
[120] Ebu Davud, Salat, 495; Tirmizi, Salat, 407.
[121] Ebu Davud, Salat, 26.
[122] Taha, 20/132.
[123] Elhac Mehmed Zihni, Nimet-i İslam, Salah Bilici Kitabevi
Yayınları, İstanbul, 1971, s. 153.
[124] M. Kamil, Yaşaroğlu, ‘’îdil Bulgar Hanlığı’’, T.D.V. İslam
Ansiklopedisi, I-XXXXIV, C. XXXII, İstanbul, 2006, s. 353.
[125] Abdullah b. Mesud el- Mehbubi, Şerhü’l -vikaye ve maahu
Münteha Nihaya ala Şerhi vikaya, I-III, C.I, Amman, 2006, ss. 114-117; Ali
Fikri Yavuz-Yunus Vehbi Yavuz, Küçük ilmihal, Feyiz Yayınları, Bursa,
2009, ss. 93-94.
[126] İsmail Karagöz- Halil Altuntaş, Namaz İlmihali, Diyanet
İşleri Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2010, s. 97; Ali Fikri Yavuz- Yunus Vehbi
Yavuz, a.g.e., s. 94.
[127] Karagöz- Altuntaş, a.g.e., s. 120.
[128] Bakara, 2/150.
[129] Nisa, 4/103.
[130] Abdullah b. Muhammed et-Tayyar, Tüm Detaylarıyla Namaz,
Guraba Yayınları, s. 116.
[131] Beyyine, 98/5; Ali Fikri Yavuz- Yunus Vehbi Yavuz, a.g.e., s. 97.
[132] îbn Saati el- Hanafi, Mecmau’l- Bahreyn ve Mülteka’l Neyreyn
fi’l fıkhı’l Hanefi, Daru’l kitabu’l Alamiyya, Beyrut, 2005, s. 118; îbn
Abidin, a.g.e., C. I, s. 406, 410.
[133] Müdessir , 74/3.
[134] Ebu Davut, Salat, 73, Taharet 31; Tirmizi, Mevakit, 62, Taharet,
3.
[135] Döndüren, a.g.e., s. 299.
[136] Müzzemmil, 73/20.
[137] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslam İlmihali, İstanbul, 2010,
Seda Yayınları, s. 132.
[138] Hac, 22/77.
[139] Buhari, Ezan, 95, 122; Müslim, Salat, 45.
[140] Döndüren, a.g.e., s. 311.
[141] Buhari, Mevakit, 5.
[142] Nisa, 4/103.
[143] Nisa, 4/103.
[144] îsra, 17/78.
[145] Rum, 30/17,18
[146] Taha, 20/130.
[147] Hud, 11/114.
[148] Ebu Davud, Salat, 2, Tirmizi, Salat, 1; Döndüren, a.g.e., s. 292.
[149] Rum, 30/17-18.
[150] Muhammed b. Ahmed Kurtubi, el- Cami’li-ahkami’l-Kur’an,
I-XXIV, C.XIV, Kahire, 1967, s.14.
[151] Vehbe Zuhaylî, Tefsirü’l-Münir, I-XV, b. 2., çev.
Komisyon, C.XI., Risale yayınları, İstanbul, 2005, s.
64
[152] Taha, 20/130.
[153] Ebû Ca’fer Muhammed b. Cerîr Taberi, Câmiu’l-Beyân fî
Tefsîri’l-Kur’an, I-XXVI, C. IX, Hicr Yayınevi, Kahire, 2001, s. 233;
Kurtubi, a.g.e., C. VI, s. 261.
[154] Abdullah b. Ahmed b. Mahmud Nesefi, Medâriku’d-Tenzîl ve
Hakâiku’t-Te’vîl, I-III, C. II, Daru’l Kelam- Tayyıp, Beyrut, 1998,
ss.389-390.
[155] Taberi, a.g.e., C. IX, s. 261; Nâsıruddin Ebu’l-Hayr Abdullah b.
Ömer b. Muhammed b. Ali Beyzavi, Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vîl,
I-V, çev. Abdülvehhab Öztürk, C. III., Kahraman yayınları, İstanbul, 2011, s.
429.
[156] Beyzavi, a.g.e., C. III., s. 429.
[157] Kurtubi, a.g.e., C. VI, s. 261.
[158] Taberi, a.g.e., C. IX, s. 233.
[159] Beyzavi, a.g.e., C. III., s. 429.
[160] İmam Ebu’l-Ferec Cemalüddin Abdurrahman Ali İbn Muhammad Cevzi, Kur’an-I
Kerim Tefsiri Zadü’l Mesir fi İlmi’t- Tefsir, I-VI, çev. Abdülvehhab
Öztürk, C. IV, Kahraman yayınları, İstanbul, 2009, ss. 206-207.
Kurtubi, a.g.e., C. IX, s. 110; Beyzavi, a.g.e., C. II, ss.
578-579 ; Taberi, a.g.e., C. VII, s. 127.
Îbn Kesir, Hadislerle Kur’an-I Kerim Tefsiri, I-XVI., çev.
Bekir Karlığa-Bedrettin Çetiner, C. VIII., Çağrı yayınları, İstanbul, 1985, s.
3993.
Ebü'l-Fida Îmadüddin İsmail b. Ömer Îbn Kesir,Tefsirü’l-Kur’ani’l-Azım,
Daru’l Ma’rife, Beyrut, 1980, C. II, s. 235; Taberi, a.g.e., C. VII, s. 127.
Kurtubi, a.g.e., C. IX, s. 110; Taberi, a.g.e., C. VII, s. 130;
Îbn Kesir, a.g.e., C.II, s. 235; Beyzavi, a.g.e.,
C. III, s. 151.
Kurtûbî, a.g.e., C. IX, s. 109; Ebû Bekir Muhammed b. Abdullah Îbn
Arabî, Ahkâmü’l-Kur’an, I-IV, C.
III,
Daru’l Îhya-i Kitabu’l Arabiyya, s. 1070.
Hamdi Yazır
Elmalılı,Hak Dini Kur’an Dili Türkçe Tefsir, I-IX, C. V, Eser Basınevi,
Îstanbul, 1962, s.19.
İbn Arabî, a.g.e., C.III, s.
1220-1221; İbn Kesîr, a.g.e., C. III, s. 54; Kurtubî, a.g.e., C. X, s. 305-306.
Taberi, a.g.e., C. X, s. 135-136; İbn Kesir, a.g.e., C. II, s.
391; Beyzavi, a.g.e., C. III, s. 264.
[203] Buhari, İman, 5.
[204] Nisa, 4/103.
[205] Bakara, 2/43.
[206] Tirmizî, Salât, 45; Nesâî, Salât, 1.
[207] Buhârî, Salât, 1; Müslim, Îmân, 263; İbn Mâce, İkâme, 194.
[208] Buhârî, îlim, 6, îmân, 34; îbn Hanbel, I, 264; Tirmizî, Zekat, 2.
[212] İbn Hanbel, IV, 267.
[214] Akyüz, a.g.e, C. II, ss. 146-147.
[215] îbn Abidin, a.g.e, C. II, s. 18; Memiş, a.g.tz., s. 80.
[216] Meydani, Abdulganî el-Gânimî, el-Lübâb fi Şerhi'l-Kitâb,
Daru’l îhya Li’turasi’l Arabi, I-IV, C. I, Beyrut-Lubnan, 1985, s. 55; İbrahim
Halebi, İzahlı Mülteka el- Ebhur Tercümesi, I-IV, Çev. Mustafa Uysal, C.
I, Uysal Yayınevi, Konya, 1982, ss. 81-83.
[217] Ahmed Zeydânî el-Cekeni Şinkiti- Muhammed el-Emin, Şerh-ü
Halil b. İshak el-Mâlikî, Müessesetü'r- Risale, Beyrut, 1993.
[218] Ebü'l-Berekat Mecdüddin Abdüsselam îbn Teymiyye, el-Muharrar
fi’l-Fıkh, ala mezhebi'l-İmam Ahmed b. Hanbel, Matbaatü's-Sünneti'l-Muhammediyye,
1950/1369, Birlikte:
îbn
Kudâme, Muğni, a.g.e., ss. 395-396.
[219] Humeyni, Ayetullah Ruhullah b. Mustafa Humeynî Mûsevî, Zübdetü'l-Ahkâm,
2. b., Ed-Darü'l- îslamiyye, Beyrut, 1987, s. 46; Memiş, a.g.tz., s. 80.
[220] Ebu’l-Velid Muhammad b. Ahmed el-Hafid, Bidâyetü'l-Müctehid ve
Nihâyetü'l-Müktesid, I-II, C. II, Daru’l Kutubu’l Hadisiyya, s. 185.
[221] Serahsi, a.g.e., C. I, s.141; Mergınânî, Alî İbn Bekr, Hidâye
Şerhu Bidâyeti'l-Mübtedî, Kahraman Yayınları, İstanbul, 1986, s. 38; Ayrıca
bk. Akyüz, a.g.e., C.I, s.363.
[222] Memiş, a.g.tz, s. 81.
[223] Buhârî, Mevâkît, 27; Ebû Dâvûd Salât, 2; İbn Mâce, Salât, 2;
Nesâî, Mevâkît,15; İbn Hanbel, II, 210,
213,
223.
[224] Kemâlüddîn Muhammed İbn Abdilvâhid İbnü’l- Hümam, Fethu'l-Kadîr,
I-VI, C. I, Mısır, 1998, s. 151.
[225] Buhârî, Mevakit, 27; Ebû Dâvud, Salât, 2; İbn Mâce, Salât, 2;
Nesâî, Mevâkit, 15; İbn Hanbel, II, 210,
213,
223.
[226] îbn Ruşd, a.g.e, C. II, s. 100; Ceziri, a.g.e., C. I, s. 167;
Alâüddîn Ebû Bekr îbn Mes'ûd el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi' fi
Tertîbi'ş-Şerâyi', I-VI, C. I, Daru’l Kitabu’l Arabiyya, Beyrut-Lubnan,
1974, s. 122.
[227] Güneşin doğmasından batmasına kadar olan süre örfi gündüzdür. Bu
tabirle fecr-i sâdık dikkate alınmamaktadır.
[228] Komisyon, İlmihal, l-ll, C. I, T.D.V yayını, s. 235.
[229] Memiş, a.g.tz., s. 85.
[230] îbn Hanbel, I, 333, 354; Ebû Dâvud, Mevâkît, 2 (No:393); Tirmizî,
Mevâkît, 1 (No:149).
[231] Zeynü’d-din Abdil-Latifız-Zebidi,Sahîh-i Buhârî Muhtasarı
Tecrid-i Sarih Tecümesi ve Şerhi, I-XII, 7. b., çev. Ahmed Naim, C. II,
D.î.B yayını, Ankara, 1983, ss. 462-463.
[232] Memiş, a.g.e., s. 86.
[233] îsrâ, 17/78.
[234] îbn Abidin, a.g.e, C. II, ss. 20-21; Zuhaylî, a.g.e, C. I, s.
392.
[235] Buhârî, Mevâkît, 9, 10, Ezân, 18; Ebû Dâvud, Salât, 4; Tirmizî,
Salât, 5.
[236] Kâsânî, a.g.e, C. I, ss. 122-123.
[237] Zuhaylî, a.g.e, C. I, s. 392.
[238] Kâsânî, a.g.e, C. I, ss. 122-123; Zuhaylî, a.g.e, C. I, s. 393.
[239] îbn Ruşd, a.g.e, C. I, ss. 100-101; Kâsânî, a.g.e, C I, ss.
122-123; Zuhaylî, a.g.e, C. I, s. 393; Ceziri, a.g.e, C. I, s. 247.
[240] Zuhaylî, a.g.e, C. I, ss. 393-394.
[241] Malik, Muvatta’, Kur’an, 46.
[242] îbn Rüşd, a.g.e, C. I, s. 103; îbn Kudame, a.g.e, C. I, ss.
438-439.
[243] Akyuz, a.g.e, C. I, s 365; Ceziri, a.g.e, C. I, s. 248.
[244] Kâsânî, a.g.e, C. I, s. 123; Akyuz, a.g.e, C. I, s. 365; Ceziri,
a.g.e, C. I, s. 248.
[245] Ceziri, a.g.e, C. I, s. 248; Zuhaylî, a.g.e, C. I, s. 395.
[246] Kasım b. Muhammed en-Nuri, er-Ravdu’n-nadir, 1. b.,
Daru’l-Başairu’l İslamiya, Beyrut-lubnan, s. 157; Ceziri, a.g.e, C. I, ss.
248-249.
[247] Ceziri, a.g.e, C. I, ss. 248-249; en-Nuri, a.g.e, ss. 157-158.
[248] İbn Hanbel, I, 333, 354; Ebû Dâvud, Mevâkît, 2; Tirmizî, Mevâkît,
1.
[249] Müslim, Mesâcid, 311.
[250] Zuheyli, a.g.e, C. II, s. 129.
[251] Serahsi, a.g.e, C. I, s. 269.
[252] Serahsi, a.g.e, C. I, s. 150; Ceziri, a.g.e, C. I, ss. 323-325;
Mergineni, a.g.e, C. I, s. 39, 65-66; Meydanî, a.g.e., C. I, s. 57.
[253] Ceziri, a.g.e, C. I, s. 459.
[254] Ceziri, a.g.e, C. I, ss. 453-461.
[255] İbn Rüşd, a.g.e, C. I, ss. 105-108; Ceziri, a.g.e, C. I, ss.
249-254; Zuhaylî, a.g.e, C. I, s. 399; Akyüz, a.g.e, C. I, s. 369.
[256] Müslim, Îman, 140.
[257] Tirmizî, Mevâkît, 13.
[258] îbn Kudame, a.g.e, C. I, ss. 398-400; Kâsânî, a.g.e, C. I,
ss.125-126.
[259] îbn Rüşd, a.g.e, C. I, s. 101; Akyüz, a.g.e, C. I, s. 370.
[260] Kâsânî, a.g.e, C. I, ss. 125-126; Akyüz, a.g.e, C. I, s. 370.
[261] îbn Kudame, a.g.e, C. I, ss. 399-400; Ceziri, a.g.e, C. I, ss.
253-254; Akyüz, a.g.e, C. I, s. 370.
[262] Buhârî, Mevâkît, 9-10; Ezan, 18; Müslim, Mesâcid, 180, 181, 183,
184, 186; Ebû Dâvud, Salât, 4
[263] Akyüz, a.g.e, C. I, s. 370.
[264] bn Rüşd, a.g.e, C. I, ss. 101-102; Kâsânî, a.g.e, C.I, s. 125;
Ceziri, a.g.e, C. I, ss. 249-254; Akyüz, a.g.e, C. I, s. 370.
[265] îbn Kudame, a.g.e, C. I, ss. 402-403; Ceziri, a.g.e, C. I, ss.
250-251; Zuhaylî, a.g.e, C. I, s. 397;Döndüren, a.g.e, s. 260.
[266] İbn Kudame, a.g.e., C. I, s. 403; Ceziri, a.g.e., C. I, ss.
249-254; Zuhaylî, a.g.e., C. I, ss. 396-399; Akyüz, a.g.e., C. I, s. 370.
[267] İbn Kudame, a.g.e., C. I, s. 403.
[268] İbn Kudame, a.g.e., C. I, ss. 403-405; Kâsânî, a.g.e., C. I, ss.
126-127.
[269] En-Nuri, a.g.e., s 157.
[270] İmam Malik, El- Müdevvene, I. b., I-XVI, C. I,
Dar’u-Sad’r, Beyrut, 1905, s. 56; Ceziri, a.g.e., C. I, ss. 249- 250.
[271] Akyüz, a.g.e., C. I, s. 371.
[272] Tirmizî, Vitir, 12; Ebû Dâvud, Vitir, 8.
[273] Müslim, Müsâfirîn, 53.
[274] Serahsi, a.g.e, C. I, s. 150; İbn Kudame, a.g.e., C. II, ss.
793-795.
[275] Müslim, Müsâfırîn, 293; îbn Mâce, Cenâiz, 30; Tirmizî, Cenâiz,
41; Ebû Dâvud, Cenâiz, 51.
[276] Buhârî, Mevâkît, 38; Tevhid, 47; Ebû Dâvud, îlm, 13.
[277] Kâsânî, a.g.e., C. I, s. 127;Serahsi, a.g.e., C. I, ss. 150-151;
Mevsili, a.g.e., ss. 40-41.
[278] Müslim, Müsâfirîn, 294; Nesâî, Mevâkît, 35.
[279] Serahsi, a.g.e., C. I, s. 153; Mevsili, a.g.e., s 40-41; İbn
Kudame, a.g.e., C. I, ss. 753-754.
[280] İbn Rüşd, a.g.e., C. I, ss. 110-111; Serahsi, a.g.e., C. I, s.
153; Ceziri, a.g.e., C. I, ss. 251-252; Mevsili, a.g.e., ss. 40-41; Döndüren,
a.g.e., s. 262.
[281] İbn Rüşd, a.g.e., C. I, ss. 110-111.
[282] Müslim, Mesâcid, 316; Tirmîzî, Salât, 16.
[283] Zuheyli, a.g.e., C. I, s. 406.
[284] Serahsi, a.g.e., s. 153; Mevsili, a.g.e., ss 39-40; Zuhaylî,
a.g.e., s. 409; Döndüren, a.g.e., ss. 262-263.
[285] İbn Hanbel, II, 104; Nesâî, Salât, 32.
[286] îbn Kudame, a.g.e., s. 754; Serahsi, a.g.e., s. 152.
[287] Buhârî, Mevâkît, 30; Nesâî, Mevâkît, 32.
[288] Buhârî, Mevâkît, 17; Nesâî, Mevâkît, 11.
[289] Döndüren, a.g.e., s. 263.
[290] Zuhaylî, a.g.e.,s. 410.
[291] Zuhaylî, a.g.e., C. I., s. 410; Döndüren, a.g.e., s. 264.
[292] Buhari, Cum’a, 36; Muslim, Cum’a, 12; Ebu Davud, Salât, 229.
[293] Zuhaylî, a.g.e., C. I., s. 411; Döndüren, a.g.e., s. 265.
[294] Serahsi, a.g.e., C. I., ss. 157-158; Mevsili, a.g.e., C. I., ss.
39-41; Komisyon, İslam İlmihâli, a.g.e., C. I., s. 237; Döndüren, a.g.e., s.
265.
[295] Buhârî, Îydeyn, 26, 8; Zekât, 21.
[296] Zuhaylî, a.g.e., C. I., s. 411.
[297] Zuhaylî, a.g.e., C. I., s. 412; Akyüz, a.g.e., C. I., s. 378.
[298] Müslim, Müsâfirîn, 96, 97; Tirmizî, Salât, 190.
[299] Müslim, Salât, 710; Ebû Dâvud, Tatavvu’, 5; Tirmizî, Salât, 421;
Döndüren, a.g.e., s 264.
[300] îmam Malik, el-Müdevvene, a.g.e., C. I., s. 98.
[301] Zuhaylî, a.g.e., C. I., ss. 412-413; Memiş, a.g.tz., s. 111;
Akyüz, a.g.e., C. I., s. 379.
[302] Nisa, 4/103.
[303] îsra, 17/78.
[304] Rum, 30/17, 18.
[305] Taha, 20/130.
[306] însan, 76/26.
[307] Buhârî, îlim, 6, îmân, 34; Ebû Dâvud, Salât, 1.
[308] Mercânî, Nazutat’ul Hak, a.g.e., s. 245; Şihabetdin, Bahavetdin
ulı Mercânî, Nâzûratu’l-Hak fi Farziyyeti’l-İşâi ve in lem Yağibi’ş-Şafak,
çev. Şaymurzin D., îman naşriyatı, Kazan 2001, s. 117.
[309] Mercânî, Nazutat’ul Hak, a.g.e., s 245.
[310] îmam Tahavi, Şerhu Meani’l Asar Hadislerle İslam Fıkhı,
I-VII, çev. M. Beşir Eryarsoy, C. I, Kitabi Yayınevi, İstanbul, 2009, s. 510.
[311] Nesai, Mevakit, 531.
[312] Şafak, Ali, ‘’Ramazan Hilali ve Kutuplara Yakın Yerlerde Namaz
Vakti Meseleleri Üzerine Bir Araştırma”, İslam Medeniyeti Mecmuası, İstanbul
1982,C. V, Sayı: IV, s. 22.
[313] Hayreddin Karaman, İslam’ın Işığında Günün Meseleleri,
I-II, C. I, îz Yayıncılık, İstanbul, 2010, s. 95.
[314] Serahsi, a.g.e., ss. 145-146; Halebi, a.g.e., s. 115.
[315] Serahsi, a.g.e., ss. 145-146; Meydani, a.g.e., ss. 72-73;
Mevsili, a.g.e., s. 39; Döndüren, a.g.e., s. 254;
Erdoğan,
a.g.e., s. 517.
[316] Mercânî, Nâzûratu’l-Hak, a.g.e., s. 331.
[317]. Şihabutdin Mercânî, İzvleçeniye vestey o Sostoyanii Kazani i
Bulgara, çev.Ramil Adıgamov, İzdatelstvo İman, Kazan, 2005, ss. 64-69.
[318] Şafak, a.g.m., s. 23; Memiş, a.g.tz., s. 132.
[319] İbn Âbidîn, a.g.e, C. II, s. 27; Bilmen, a.g.e., s. 124; Akyüz,
a.g.e., C. I., s. 84; Ali Orhan, ‘’Namaz Vakti
ve Vakti Girmeyen Bölgelerde Namaz Meselesi’’ (Erciyes Ünv. İlahiyat Fak.
Dergisi, sayı. XI., s.129.)
[320] Serahsi, a.g.e., s. 145-146.
[321] Ceziri, a.g.e., C. I., s. 168; Akyüz, a.g.e., C. II, s. 84.
[322] Karaman, a.g.e., C.I., ss. 97-98; Akyüz, a.g.e., C.II., ss. 84-85
[323] Karaman, a.g.e., C.I., ss. 97-98; Akyüz, a.g.e., C.II., ss.
84-85; Memiş, a.g.tz, s. 134.
[324] Bilmen, a.g.e., s. 125; Akyüz, a.g.e., C. II., s. 85
[325] Aydar Yuzeyev, Filosovskaya Mısl Tatarskogo Naroda osnovnıye
napravleniye razvitiye (X- naçalo
XX
vv.), Tatarskoye knijnoye izdatelstvo, Kazan, 2007, ss. 72-73.
[326] Mercânî, Nazuratul Hak Fi Farziyatil İşai ve İn Lam
Yagibişşafak, Thk. Urhan b. İdris Ançakar- Abdu’l Kadir b. Selçuk Yılmaz,
s. 245.
[327] Mercânî, a.g.e., s. 315.
[328] Mercânî, a.g.e., s. 316.
[329] Mercânî, a.g.e., s. 318.
[330] Mercânî, a.g.e., s. 320.
[331] Mercânî, a.g.e., s. 322.
[332] Mercânî, Nazuratul Hak fi Farziyatil işai ve İn Lam
Yagibişşafak, çev. Şaymurzin D., ss. 164-165.
[333] Mercânî, a.g.e., s. 326.
[334] Mercânî, a.g.e., s. 326
[335] Kursavî, a.g.e., s. 58.
[336] Mercânî, a.g.e., ss. 327-328.
[337] Bakara, 2/106.
[338] Mercânî, a.g.e., s. 329.
[339] Müzemmil, 73/20.
[340] Mercânî, a.g.e., s.329.
[341] Mercânî, Nazuratul Hak Fi Farziyatil İşai ve İn Lam
Yagibişşafak, Thk. Urhan b. îdris Ançakar- Abdu’l Kadir b. Selçuk Yılmaz,
s. 330.
[342] Mercânî, a.g.e., ss. 330- 331.
[343] Mercânî, a.g.e., ss. 333-334.
[344] Mercânî, Müstefad’ül Ahbar, a.g.e., ss. 70-71; Adıgamov,
Gabdrahim Utız-îmeni al-Bulgari, a.g.e., s. 43.
[345] Mercânî, Müstefâdü’l-Ahbâr fi Ahvâl Kâzân ve Bulğâr, s.
71.
[346] Maraş, a.g.e., s. 53.
[347] Kemper, a.g.e., s. 390.
[348] Abdünnasır b. İbrahim El-Bulgari El-Kursavî, el-İrşad
li’l-İbad, Lito-Tipogragiya î. N. Haritonova, Kazan, 1903, s. 56.
[349] Abdünnasır b. İbrahim El-Bulgari El-Kursavî, el-İrşad
li’l-İbad, Lito-Tipogragiya î. N. Haritonova, Kazan, 1903, s. 57.
[350] Kursavî, a.g.e., s. 58.
[351] Kursavî, a.g.e., s. 58.
[352] Kursavî, a.g.e., s. 59.
[353] Kursavî, a.g.e., s.59.
[354] Kursavî, a.g.e., s. 60.
[355] Mehmet Görmez, Musa Carullah Bigiyef, b. I., Turkiye
Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1994, s. 51.
[356] Kahraman, a.g.e., ss. 87-89.
[357] Kahraman, a.g.e., ss. 89-90.
[358] Kahraman, Uzun Gunlerde Oruç, s. 61.
[359] Burada Otuz-İmeni kaynak olarak ‘al-Mekarim’, ‘en-Nihaye’,
‘el-Esrar’, ‘el-Mebsut’, ‘el-Usul’ kitapları zikretmektedir.
[360] Otuz-îmeni, a.g.e., s. 181.
[361] Otuz-îmeni, a.g.e., s. 183.
[362] Kemper, a.g.e., s. 386.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar
Yorum Gönder