KUR’ÂN AYETLERİ IŞIĞINDA İBADET VAKİTLERİ
T.C.
KUR’ÂN AYETLERİ IŞIĞINDA İBADET
VAKİTLERİ
(Yüksek Lisans Tezi)
Hazırlayan
Cafer AÇIKEL
Danışman
Dr. Öğr. Üyesi Ömer ÖZBEK
Sahip olduğumuz en
büyük nimetlerden biri olmasına rağmen en kolay harcadığımız şey zamandır.
Şüphe yok ki zaman hayatın ta kendisidir. İnsanın ömrü günlerden ibarettir.
Günler ise saatlerden dakikalardan kısaca vakitten ibarettir. Tüm bunlar göz
önüne alındığında kişinin en kıymetli hazinesi zamanıdır.
İslam hem bireysel
anlamda hem de toplumsal anlamda kişinin hayatına düzenlemeler getirmiştir.
Bilhassa ibadetlerin belirli vakitlerde yapılması, ömür sermayesinin en güzel
şekilde değerlendirilmesinin bir gereği olarak görülmüş, Kur’ân’da zamansal
kavramlara yemin edilmesi bu durumu daha da pekiştirmiştir.
İbadetlerin bir
Müslüman için ne kadar önemli olduğu tartışma götürmez bir gerçekliktir.
Müminin hayatını düzenlemesi, ibadet şuurunu diri tutması açısından ibadetlerin
günlük, haftalık ve yıllık olarak düzenlenmesi son derece önemlidir.
Çalışmamızın konusu kapsam bakımından tüm ibadetleri içine almasına rağmen biz
daha çok çalışmamızı Kur’ânî çerçeve etrafında şekillendirmeye çalıştık. Genel
olarak ayetler bağlamında değerlendirmekle birlikte yer yer konuyla ilgili
hadislere ve fıkhi konulara da değindik. Çalışmamızın giriş bölümünde konunun
önemi ve sınırları çalışmamızın yöntemi ve ilgili literatüre yer verdik.
Birinci bölümde ibadet ve vakit kavramlarını Kur’ân ayetleri çerçevesinde
değerlendirirken, ikinci bölümde ibadet vakitlerin Kur’an ayetleri çerçevesinde
değerlendirilmesini yaptık. Konulara değinip eski ve yeni kaynaklardan da
faydalanmaya çalıştık.
Çalışmamızı
meydana getirirken yardımlarını esirgemeyen, bana görüşleriyle yol gösteren
saygıdeğer hocam Prof. Dr. Erdoğan PAZARBAŞI’na, çalışmamızın araştırılması,
yazılması ve düzeltilmesi sırasında bana yardımcı olan danışmanım Dr. Öğr.
Üyesi Ömer ÖZBEK’e, bana her konuda destek olan eşime ve çocuklarıma çok
teşekkür ediyorum.
Haziran 2019,
KAYSERİ
Cafer AÇIKEL
KUR’ÂN
AYETLERİ IŞIĞINDA İBADET VAKİTLERİ
Cafer AÇIKEL
Erciyes
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Yüksek Lisans
Tezi Haziran 2019
Danışman: Dr. Öğr. Üyesi Ömer ÖZBEK
Kur’ân Ayetleri
Işığında İbadet Vakitleri isimli bu çalışmada öncelikle ibadet ve vakit
kavramlarının tanımına ve Kur’ân’da ibadet ve vakit kavramlarını karşılayan
kelimelere yer verilmeye çalışılmıştır. Daha sonra Kur’ân’da yer alan namaz,
oruç, zekât ve hac kavramları hakkında bilgiler verilmiş ve ardından bu
ibadetlerin vakitlerine geçilmiştir. İbadet vakitleriyle ilgili ayetlerin
yorumlarından da yola çıkılarak İslam alimlerinin bu husustaki görüşleri de
dikkate alınarak konu değerlendirilmiştir.
Çalışmada kutup
bölgelerindeki ibadet vakitlerine hakkında bilgiler verildikten sonra, konuyla
alakalı çözüm önerileri sunulmuştur. Ayrıca İslam ülkelerindeki ibadet
vakitleriyle ilgili yapılan çalışmalar hakkında da bilgi verilmeye
çalışılmıştır.
Konuyla ilgili
temel tefsir kitapları mümkün olduğu ölçüde taranmak suretiyle çalışmada
ibadetin vakitle olan ilişkisinin ortaya konulması amaç edinilmiştir.
Anahtar
Kelimeler: Tefsir, Kur’ân, İslam, Vakit, İbadet.
WORSHIP TIMES
IN THE LIGHT OF THE QUR'ANIC VERSES
Cafer AÇIKEL
Erciyes
University, Graduate School of Social Scienses
Master’s Thesis, June 2019
Supervisor,
Dr. Öğr. Üyesi Ömer ÖZBEK
In this study
called worship times in the light of Qur'anic verses, firstly the definition of
worship and time concepts and the words that meet the concepts of worship and
time in the Qur'an were tried to be included. After that, information about the
concepts of prayers, fasting, zakat and pilgrimage in the Qur'an were given and
then the times of these meetings were started. Based on the interpretations of
the verses related to the times of worship, the subject was evaluated by taking
into consideration the views of the Islamic scholars.
In the study,
after giving information about the worship times in the polar regions, the
proposed solutions are presented. In addition, it was tried to give information
about the studies about worship times in Islamic countries.
The aim of the
study is to reveal the relationship of the worship with the period in question.
Key Words: Tafseer,
Qur'an, Islam, Time, Worship.
KUR’ÂN
AYETLERİ IŞIĞINDA İBADET VAKİTLERİ
A. İbadet Vakitleri Hakkındaki Hadisler
ve Tahlili
D. Çalışmamızla Alakalı Diğer Kaynaklar
ثَلاَََثَةَ انَََا خََصَْمَُھَُمْ رََجَُلٌ اِعَْتَبَََدَ مَُحََرََّرً
ا
B. Kur’ân’da İbadet Kavramını Karşılayan
Kelimeler
ياايھاالذين امنوا کلوا من طیبات ما رزقناکم واشکروا لله ان کنتم
اياه تعبدون ﴿١٧٢﴾
وَأنََّھ کَانَ رِجَالٌ مِّنَ الِْْنسِ يَعوُذوُنَ بِرِجَالٍ مِّنَ
الْجِنِّ فَزَادُوھُمْ رَھَقًا ﴿٦﴾
إِنَّنِي أنََا اللََُّّ لََ إِٰلَھَ إِلََّ أنََا فَاعْبدْنِي
وَأقَِمِ الصَّلاَةَ لِذِکْرِي ﴿١٤﴾
B. Kur’ân’da Vakit Kavramını Karşılayan
Kelimeler
7. Lemhu’l Basar (َلمَْحُ ا لبََصََر)
b. el-Guduv, el-Gadat (ا
لَْغَُدُ وّ - ا لَْغََدَ اة )
d. el-Bükra (ا لَْبَکَُْرَ ة
)
n. Ânâü’l-Leyl (انَََاءِ ا لَّیَْل
)
r. Ğasekı’l-Leyl ( غَسََقِ ا لیَْلِ)
t. I. VAKTİN ÖLÇÜMÜ VE ÖLÇÜMDE
KULLANILAN ALETLER
İBADET
VAKİTLERİNİN KUR’ÂN AYETLERİ IŞIĞINDA DEĞERLENDİRİLMESİ
I. GEÇMİŞ ÜMMETLERDE VE PEYGAMBERLERDE
İBADET
وَمَا کَانَ صَلاَتھُُمْ عِندَ الْبَیْتِ إِلََّ مُکَاءً وَتصَْدِيَةً
III. İBADETLERE HAZIRLIK AMACIYLA
YAPILAN TEMİZLİKLER
2. Guslün Gerekli Olduğu Durumlar
IV.
FARZ OLAN İBADETLERDE VAKİT
n. Kur’ân’da Namaz –Vakit İlişkisi
B. Farz Olan Namazların Vakitleri
أقَِمِ الصَّلاَةَ لِدُلُوكِ الشَّمْسِ إِلَی غَسَقِ اللَّیْلِ
3. Orucun Farz Kılınışı ve Rü’yet-i
Hilal Meselesi
a. Kamerî Ayların Başlangıcının Ru’yet
ile Belirlenebileceğini Savunanların Görüşleri
b. Kamerî Ayların Başlangıcının
Astronomik Hesaplarla da Belirlenebileceğini Savunanların Görüşleri
4. Farz Olan Oruçta İmsak Vakti
2. Cahiliye Döneminde Zekât Kelimesinin
Anlamı
3. Zekâtın Farz Kılınma Zamanı
a. Zekâtın farz olduğunda hemen
ödenmesi
c. Zekâtın Vaktinden Önce Ödenmesi
2. Cahiliye Döneminde Hac İbadeti ve
Kur’âni Düzeltmeler
3. Haccın Vaktiyle İlgili Ayetlerin
Nüzul Süreci
يَسْألَوُنَكَ عَنِ الْْھَِلَّةِ قلُْ ھِيَ مَوَاقِیتُ لِلنَّاسِ
وَالْحَجّ
الْحَجُّ أشَْھُرٌ مَعْلُومَاتٌ
I.
a.s. : Aleyhisselam (Selam onun
üzerine olsun)
a.y. : Aynı yer
AUİF : Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
b.
: bin (oğlu)
bkz. : Bakınız
Byy. : Basım yeri yok
c.
: cilt
Çev. : Çeviren
Der. : Derleyen
DİA : Diyanet
İslam Ansiklopedisi
DİB : Diyanet İşleri Başkanlığı
ERÜ : Erciyes
Üniversitesi
Hz. : Hazreti
s.
: Sayfa
sav. : Sallallahu aleyhi ve sellem
SDUİFD : Süleyman Demirel Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi
sy. : Sayı
TDV : Türkiye Diyanet Vakfı
Thk. : Tahkik
Eden
Trc. : Tercüme Eden
tsz. : Tarihsiz
UUİFD : Uludağ Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi
v.d. : ve devamı
v.s. : vesâir
İnsanoğlu dünyaya
ibadet etmek üzere gelmiştir. Yaratan bu gaye için yarattığı kullarına
peygamberler aracılığıyla vahiyler göndermiş ve kendisine nasıl ibadet etmeleri
gerektiğini bildirmiştir. Son Peygambere gönderdiği ve içinde son dinin
ümmetine bildirdiği temel ibadetlerin de yer aldığı kitap Kur’ân-ı Kerîm’dir.
Kur’ân’da ibadetlerle ilgili birçok ayet bulunmaktadır. Bunlardan bazılarını
burada görmek faydalı olacaktır:
Yüce Allah
Kur’ân’da zamana yemin ederek şöyle buyurmaktadır: “Kuşluk vaktine and olsun.
Sükuna erdiği zaman geceye and olsun. (Ey Rasulüm!) Rabbin seni terk etmedi,
darılmadı da.”[5] Yine Allah Teala
şöyle buyurmaktadır: “And olsun zamana ki, insan gerçekten ziyan içindedir.
Ancak, iman edip de salih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye
edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır.”[6] Fahreddîn Râzî (ö.
606/1210) Asr Suresi’nin tefsirinde özetle şöyle der:
“Yüce Allah zaman
olan asra yemin etmiştir. Çünkü zamanda acayiplikler vardır. Şöyle ki, mutluluk
ve üzüntüler, sıhhat ve hastalık, zenginlik ve fakirlik zaman içinde olur.
Ayrıca ömre denk ve aynı kıymette bir şey yoktur. Bin yılını boş şekilde
harcasan fakat sonra tevbe etsen, ömrünün son deminde (ebedi) mutluluğu hak
edersin. Cennette ebedi olarak kalma hakkı kazanırsın. Gördüğün gibi bu son
vakitte, senin için en kıymetli şey hayatındır. Böylece zamanın asıl nimetlerin
cümlesinden olduğu ortaya çıkmış olmaktadır. Bundan dolayıdır ki, Allah zamana
yemin etmiştir. Rabbimiz gece ile gündüzün birer fırsat olduğuna fakat
insanoğlunun bunları zayi ettiğine dikkat çekmiştir. Zaman mekândan daha önemli
olduğundan dolayı da zamana yemin etmiştir.
Çünkü zaman katıksız,
kusursuz bir nimettir. Ayıplanacak ve hüsranda olan ise insandır”[7] yorumunu yaparak
zamanın değerine vurgu yapmıştır.
Hadisler
araştırıldığında ise zamanla ilgili açıklamalara daha geniş yer verildiği
görülmektedir. Buhârî (ö. 256/870), Tirmîzî (ö. 279/892) ve İbn Mâce (ö.
273/887), İbn Abbas’ın (ö. 68/687-88) şöyle dediğini rivayet ederler:
Rasulullah (sav.)
şöyle buyurmuşlardır: “İki nimet vardır. İnsanların çoğu bunda aldanmıştır:
Sıhhat ve boş vakit.” [8] “İnsanların çoğu
bunda aldanmıştır” sözüyle kastedilen, insanların çoğunun bu ikisi hususunda
hüsranda olduğudur. Alimlerden bazısı şöyle demiştir: Nimet, insanın istifade
edip lezzet aldığı şeydir. (Gabn) aldanmak ise, bir şeyi fiyatının birkaç kat
üstünde almak veya benzerinin fiyatından daha ucuza satmaktır. Bedeni sıhhatli
olup kendisini meşgul edecek işlerden vareste olmasına rağmen ahiretinin
selameti için çalışmayan kimse alışverişte aldanan kimse gibidir. Burada
kastedilen, insanlarının çoğunun sıhhat ve boş vakitten istifade edemedikleri,
bilakis kullanılması gereken yerin dışında sarf ettikleridir. Böyle
yaptıklarında da hem sıhhatlerinin hem de boş vakitlerinin hakkı vebal olarak
üzerlerinde tahakkuk edecektir. Hâlbuki bu ikisini de hak ettikleri yerlerde
sarf etselerdi bu onlar için tam anlamıyla bir hayır olurdu.[9] Hadisteki ifadelere
dikkat edilecek olursa zamanın ne kadar büyük bir nimet olduğu anlaşılmaktadır.
Eğer bu nimet elden çıkarılırsa bir daha telafisi mümkün olmamaktadır.
İmam İbnu’l-Kayyim
(ö. 751/1350), Medâricu’s-Sâlikîn adlı eserinde gayretin konumu ve
gayretli olunması gereken pek çok sahadan bahsederken vakte karşı gayretli olma
hususunda şöyle demektedir: “Geçen vakte karşı gayretli olmaya gelince, bu
insanı neredeyse öldüren bir arzudur. Çünkü vakit çabuk geçen yüce bir şeydir.
Telafisi ise zordur… Abid nezdinde vakit, ibadet ve evrad vaktidir. Mürid
nezdinde ise Allah’a yönelme ve tüm benlikle ona teveccüh, kalbi tamamen
Allah’a bağlama vaktidir. Mürid için vakit en kıymetli şeydir. O, vaktini
Allah’a yönelmeden geçirmemeye karşı azimkârdır. Çünkü vakit geçtikten sonra
onun tekrar elde edilmesi mümkün değildir.”[10]
İslam dininde
ibadetler önemli bir yer oluşturmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadislerde bazı
ibadetlerin belirli vakitlerde yerine getirilmesi istenmekte dolayısıyla bu
ibadetlerin geçerli olabilmesi için de vakitlerinin doğru bir şekilde tespit
edilmesi gerekmektedir. Bilhassa Kur’ân-ı Kerîm’de “Şüphesiz namaz müminlere
vakitleri belirlenmiş olarak farz kılındı”[11]
denilmesi, namaz özelinde ibadetlerde vaktin ne kadar önemli olduğunu
göstermektedir. Yüce Allah ibadetleri belirli vakitlere bağlı kılarak,
hayatımızın bütününü disiplin altına almıştır.
Bir kimsenin
herhangi bir özrü yoksa ibadetlerinin kabul edilme şartlarından birisi de
vakittir. Kur’ân bize bazı ümmetlerin namazlarını zayi ettiklerinden bahseder.[12] Namazı
zayi etmek onu terk etmekle de olabilir, namazın şartlarından birine mesela
vakit şartına riayet etmemekle de olabilir. Konunun önemine binaen bu konuda
oldukça farklı görüşler de serdedilmiştir. Biz de bu çalışmada ibadetlerde
vakit konusuyla ilgili olarak farklı görüşlere oldukça fazlaca yer vermeye
çalıştık.
İslam dininde
Allah’ın rızasını kazanmak niyetiyle yapılan her güzel işin ibadet olduğunu
söylemek mümkündür. Bu çalışma daha çok vakitleri Şâri’ tarafından tespit
edilmiş ibadetler kapsamında şekillendirilmeye çalışılacaktır. Bilhassa ibadet
vakitlerinin başlangıç ve bitiş zamanı, imsak vaktiyle ilgili tartışmalar,
sürekli gündüz veya sürekli gece olan yerlerde ibadet vakitlerinin tespitinin o
bölgelerde yaşayan Müslümanlar açısından son derece önemli olduğu bilinen bir
husustur. Bu konuda kendisine hüküm dayandırılan naslara ilişkin yapılmış olan
mevcut tefsirlerin değerlendirilmesi ve günümüzde gelişen teknoloji sayesinde
geçmiş ile kıyaslanmaz derecede hızlanan hayat akışının getirdiği ihtiyaç ve
sorunlara ilişkin gerekli yeni tespit ve değerlendirmelerde bulunmak ayrıca
öneriler sunmak bu çalışmanın başlıca konusunu teşkil etmektedir.
Bu bölümde yöntem
ile kastedilen, çalışmamızı hedefe ulaştıracak olan tüm bilimsel
uygulamalardır. Bu tez çalışması Kur’ân-ı Kerîm’deki ibadet vakitleriyle ilgili
ayetlerle sınırlı olacaktır. Çalışmada ayetlerin tefsirleri ile ilgili olarak
mevcut tefsir literatüründen faydalanılmakla birlikte hadis rivayetlerine de
yer verilecektir.
İki bölümden oluşan çalışmada çoğunlukla kaynak taraması
yöntemi kullanılmıştır. Literatür taraması da denilen kaynak taraması özellikle
sosyal bilimlerde çokça kullanılan bir yöntemdir. Süreçte çalışmayla ilgili
doğrudan veya dolaylı birçok kaynağa ulaşılmaya çalışılmış, birincil kaynaklara
öncelik verilmiş ve sonrasında konuyla ilgili yapılmış yüksek lisans ve doktora
tezlerinden de faydalanılmıştır. Ele alınan konularda uygun veri ve bilgiler
toplandıktan sonra, sonuca ulaşmak için “özel olandan genel olana giden, tek
tek olgulardan genel olana varan”[13] tümevarım metodu
kullanılmıştır. Ayrıca bilgilerin değerlendirilmesinde karşılaştırma, örnekleme
ve tahlil yöntemlerine başvurulmuştur.
A.
İbadet
Vakitleri Hakkındaki Hadisler ve Tahlili
Sultanbek Aliyev
tarafından Erciyes Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Yüksek Lisans Tezi olarak
2005 yılında hazırlanmıştır. Bu tez konumuzla yakından ilgilidir. Bu çalışmada
doğrudan hadis rivayetlerinden hareketle ibadet vakitleri konularındaki
tartışmalar değerlendirilerek bir sonuca varılmıştır. Fakat bu çalışma hadis
alanında olduğu için onda daha çok hadis rivayetleri üzerinde durulmuştur.
İki bölümden
oluşan tezde öncelikle farz ve vacip ibadetlerin vakitlerine, ikinci bölümde
nafile ibadetlerin vakitlerine değinilmiştir. Fakat tüm bu çalışmalar
yapılırken tamamen hadis rivayetlerinden yola çıkılmış, önce rivayet verilip,
akabinde raviler
D.
Çalışmamızla
Alakalı Diğer Kaynaklar
1.
Tahir
Mehtioğlu, “Kur’ân’da İbadetlerin Ortaya Çıkışı, Çeşitlenmesi ve Fıkhi
Bakımdan Hükümleri” Marmara Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Yayımlanmamış
Yüksek Lisans Tezi, 2008.
2.
Yusuf
Demirtaş, “Mükellifiyet ve Eda Açısından İslam İbadetlerinde Takvim ve Zaman
Unsurunun Yeri” Marmara Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Yayımlanmamış
Yüksek Lisans Tezi, 2002.
3.
Osman
Memiş, “Namaz Vakitleri ve Namazların Cem’i” Uludağ Üniversitesi,
İlahiyat Fakültesi, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, 2005.
4.
Ataullah
Tuhtı, “Kur’ân’da Namaz Vakitleri ve Astronomik Açıdan Değerlendirilmesi”
Marmara Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi,
2004.
5.
Ramazan
Korkut, “Fıkıh Usulü Açısından İbadetlerde Vakit” Atatürk Üniversitesi,
İlahiyat Fakültesi, Yayımlanmamış Doktora tezi, 2017.
6.
Melike
İnal, “Dört Mezhebe Göre Namaz Vakitleri”, Erciyes Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, 2013.
7.
Şeyma
Koca, “Namazların Vakitleri”, Erciyes Üniversitesi ilahiyat Fakültesi,
Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, 2015.
8.
Ali
Akpınar, “Kur’ân Ayetlerine Göre Hac İbadetinin Zamanı ve Daha Sağlıklı Bir
İbadet İçin Bazı Teklifler”, Marife: Dini Araştırmalar Dergisi (Bilimsel
Birikim), 2003, c. I, sy. 1, s. 89-106.
9.
Mehmet
Efe, “İlahi Dinlerde İbadet ve Namaz”, Avrupa İslam Üniversitesi İslam
Araştırmaları, 2009, c. II, sy. 3, s. 17-26.
10. H. Mehmet Soysaldı, “Kur’ân’da İbadet ve
Zikir Kavramları”, Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 1998,
sy. IV, s. 339-346.
11.
Ekrem
Keleş, “45 Enlemin Ötesinde Yatsı ve İmsak Vakitleri Problemi, III. Din Şûrası:
Tebliğ ve Müzakereler (20-24 Eylül 2004, Ankara), 2005, s. 148-194.
12.
M. N.
Nahas, “Bilgisayar Yardımı ile Namaz Vakitlerinin Tayini”, (Çev. Ahmet
Turgutlu), İslami Araştırmalar, 1995, c. VIII, s. 65-73.
13.
Cüneyt
Eren, “Kur’ân-ı Kerîm’de Beş Vakit Namaz”, The Journal of Academic Social
Science Studies, 2013, c. VI, sy. 8, s. 833-851.
14.
Sacit
Özdemir- İlhami Aşıkkaya, “İmsak ve Tan Vakitlerini Gözlemsel Yolla Tespiti”, Diyanet
İlmi Dergi, 2016, c. III, sy. 2, s. 31-42.
15.
Sacit
Özdemir, “Ufuk Aydınlanma (Tan ve Fecir) Vakitlerinin gözlemsel Yolla
Belirlenmesi”, Güncel Dini Meseleler İstişare Toplantısı-V,
Afyonkarahisar, 2012, s. 33-60.
16.
İrfan
Yücel, “İbadet Vakitlerinde İhtiyat ve Temkin, Güncel Dini Meseleler İstişare
Toplantısı”, Afyonkarahisar, 2012, s. 209-221.
17.
Soner
Duman, “Uzun Süreli Uçak Yolculuklarında Namaz ve Oruç Vakitlerinin
Belirlenmesi”, Güncel Dini Meseleler İstişare Toplantısı-V,
Afyonkarahisar, 2012, s. 239-260.
18.
Süleyman
Ateş, “Kur’ân Öncesi Arap Toplumunda Dini Düşünce ve İbadet”, Kur’ân’ın
Anlaşılmasına Katkısı Açısından Kur’ân Öncesi Mekke Toplumu, 1-3 Temmuz,
İstanbul, 2011, s. 19-26.
19.
Hüseyin
Çelik, “Kur’ân’ın, Mekke Toplumda Var Olan Birtakım Yanlış İnanç, İbadet ve
Davranışları Islah Etmesi”, Kur’ân Nüzulünün Mekke Dönemi Sempozyumu 29
Haziran-01 Temmuz 2012, Çorum, 2013, s. 337-363.
20.
Yusuf
Çelik, “Kur’ân’da İbadet”, Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi,
2014, Sayı: 41, s. 203-219.
21.
M.
Hayri Kırbaşoğlu, “Namazların Birleştirilmesi”, İlahiyat Yayınları,
Ankara 2002.
22.
Musa
Carullah Bigiyef, “Uzun Günlerde Oruç”, (Çev. Abdullah Kahraman), İz
Yayıncılık, İstanbul 2009.
23.
Abdulfettah
Ebû Gudde, “İslam Alimlerinin Gözüyle Zamanın Kıymeti”, İzmir 1995.
Çalışmamızda
yararlandığımız öncelikli kaynağın Kur’ân-ı Kerîm olduğunu belirtmek isteriz.
Daha sonra ise ağırlıklı olarak tefsir kaynaklarından; Taberî’nin (ö. 310/923)
“Câmiu’l-Beyan” adlı eserinden faydalanmakla birlikte İbni Kesîr (ö.
774/1373), Nesefî (ö. 710/1310), Râzî, Suyûtî (ö. 911/1505), Âlûsî (ö.
1270/1854), gibi alimlerin eserlerinden yararlandık. Son devrin din
alimlerinden Mevdûdî’nin (19031979), Tefhîmü’l-Kur’ân‘ını, Muhammed
Hamdi Yazır’ın Hak Dini Kur’ân Dili’ni eserini de anmadan geçmemek
gerekir.
Araştırmada ayrıca
hadis kayaklarından başta Kütüb-ü Sitte olmak üzere İmam Mâlik’in (ö. 179/795) Muvatta’sı,
Ahmed b. Hanbel’in (ö. 241/855) Müsned’i, Beyhaki’nin (ö. 458/1066) Sünen’i
gibi eserlerden de faydalanılmıştır.
Bunların dışında
konu İslam hukuku açısından son derece önem taşıdığından, fıkhi eserlere de
araştırmada ihtiyaç ölçüsünde başvurulmuş ve alanın kaynakları ihmal
edilmemiştir.
1.
İBADET
KAVRAMININ TANIMI VE KUR’ÂN’DA İBADET KAVRAMINI KARŞILAYAN KELİMELER
İbadetin sözlük
anlamı hudu ile (tüm yönleriyle) itaat taattir. [14]
Bu konuyu Mevdûdî, Lisanü’l-Arab’ı kaynak göstererek şu şekilde özetliyor:
a.
Hürün
karşıtı olan köle anlamındadır. تَعَََبََّدَ
الرََّجَُلَ Adamı kul, köle edindi.
Hadis-i şerifte bu hususu teyid için şöyle buyrulmaktadır:
ثَلاَََثَةَ انَََا خََصَْمَُھَُمْ رََجَُلٌ
اِعَْتَبَََدَ مَُحََرََّرً ا
“Üç kişi vardır ki
ben onların hasmıyım. Bunlardan birincisi, hür bir kimseyi köle ve mülk edinen
adamdır.”[15]
b.
İbadet,
boyun eğmekle beraber itaat anlamına gelir. Mesela عََبََدَ الطََّاغَُوتَ Tağuta ibadet
etti cümlesi ona itaat etti demektir. [16]
اِيََّاكَ نََعَْبَُدُ ancak
sana ibadet ederiz cümlesi ise belli bir düzen içinde yalnız sana itaat
ederiz demektir.
b.1. ( عََبََدَ هُ – عَِبَاَدَ ة – مَُعََبَِّدً ا –
مَُعََبَِّدَ ةً) kelimeleri, ‘Ona kulluk etti onu ilah tanıdı’ manalarına
gelir. الَتَعَََّبَُّدُ kelimesi, ruh ve şekline bağlı kalmak suretiyle
kendini ibadete verdi demektir. ا
لَْمََعَْبََدُ kelimesi de kendisine
tapılırcasına saygı ve tazim gösterilen demektir.
b.2. وَ عََبََد بَِھِ Ona
yapıştı ve ondan ayrılmadı demektir.
b.3. وَ عََبََدَ كَ عََنَِّی Senin
bana gelmene engel olan neydi? anlamına gelir.
Bu sözlük
anlamlarından da anlaşılıyor ki عبد kelimesinden anlaşılan esas mana kişinin, yüksek,
güç ve iktidar sahibi birine baş eğmesi, itaat etmesi, sonra kendi hürriyet ve
bağımsızlığından feragat etmesi, onun karşısında her türlü mukavemet ve isyanı
terk etmesi ve tam bir bağlılıkla ona boyun eğmesidir. İşte kulluk ve itaat
etmenin gerçek anlamı budur. Bundan dolayı bir Arap ا لَْعََبَْدُ ve
الََْعَِبََادَ ة kelimelerini
duyduğu ilk anda zihninde kulluk ve ubudiyet anlamları canlanıyordu. Kulun
hakiki vazifesi efendisine itaat etmek ve emirlerine sıkı sıkıya bağlanmak
olduğuna göre; hemen ardından itaat tasavvuru zihne geliverir. Ayrıca bir
kölenin, zilletini kabullenip itaat ederek kendisini efendisine teslim etmesi
yetmez. Bunun yanında gönlü, verilen nimetlere karşı şükür ve minnet
duygularıyla dolu olarak efendisinin büyüklüğüne inanması ve yüce makamını
itiraf etmesi de gerekir. Ondan aldığı ve gördüğü nimetlere şükrünü ifade
etmesinde ve hizmet görevini yerine getirmesi sırasında durmadan efendisini
yüceltir, büyütür ve saygıyla kalbinden geçirip anar. İşte bütün bunların adı
ibadettir. Bu düşünceyle, kulun efendisinin önünde sadece başını eğmesi değil,
bilakis başı ile kalbini de O’na amade kılması halinde gerçek kulluğun anlamı
ifade edilmiş olur. Geride kalan iki anlama gelince, onlar kulluk için ikinci
derecede düşüncelerdir, esas düşünceler değildir.[17]
Hürmet, tazim ve
itaatin en yüksek ifadesi olan ibadet ancak Allah'ın hakkı olup O'ndan başkası
buna layık değildir.[18] Zira dünya ve ahiret
ile ilgili bütün nimetleri veren yalnız O'dur. Nitekim Kur’ân'da, yerde ve
gökte ne varsa hepsinin Allah’ı hamd ile tesbih ettiği belirtilmektedir. [19] Yıldızlar, dağlar,
ağaçlar, hayvanlar, [20] gökte bir dizi
halinde uçan kuşlar[21] ve diğer varlıklar
Allah'ın istediği şekilde O'na ibadet eder ki buna kâinatın ibadeti
denir. Ancak şuursuz yaratıkların herhangi bir tercihi olmadığı için onların
ibadetlerine el-ibade bi't-teshir adı verilir. Öte yandan insanların ve
cinlerin yaratılış gayesi Allah'a ibadet etmek olarak belirlenmiştir.[22] İnsanlar bu ibadeti
kendi tercihleriyle yaptıklarından onların ibadetlerine de el-ibade
bi'l-ihtiyar denilmiştir.[23]
İbadet denilince akla ilk gelen kulun Rabbi karşısında boyun
eğişi, ona kulluk edişidir. Kulluk, genel olarak sözlerle ibadetlerin
katıldığı, korkuya, ricaya fakat bilhassa muhabbete ve muhabbetle yükseltmeye
dayanan dinin meydana getirdiği öyle bir manevi ve vicdani bağlılık kelimesidir
ki bunda kulluk edenin kulluk edilene karşı yalvarışı, onun büyüklüğü
karşısında alçalışı, tam bir teslimiyetle ona boyun eğişi vardır. Bu
yalvarışta, bu alçalışta, tam bir kendini verişle bu boyun eğmede, o en son
noktasındadır; çünkü bütün bunlarda tapma kastı vardır.”[24] Ancak insan bu şekilde
rabbine kulluk yapmış olur.
İbadetin terim
anlamı ise, insanın ruhen ve cismen, zahiren ve batınen bütün mevcudiyetiyle
yalnız Allah’a yaptığı şuurlu bir taat ve kurbettir. [25]
Kişi buna göre ibadetle Allah’a yaklaşmaktadır. Allah’a ibadet edenler ona
boyun eğenlerdir.
İslam
terminolojisinde ibadet kavramının yanı sıra ubûdiyet ve ubûdet kavramlarına
da yer verilmiştir. İbadet, alçak gönüllülüğün en ileri derecesi,
ubudiyet ise alçak gönüllülüğün dışa yansımasıdır. İbadet ubudiyetten daha
beliğdir. Çünkü ibadet tezellülün son noktasıdır. Ona ancak en üstün vasıfların
sahibi olan zat layıktır ki o da Allah’tır. [26]
İbadet, biri zorunlu diğeri de iradeye bağlı olmak üzere iki kısma ayrılır.
Zorunlu ibadet Kur’ân’da evrendeki bütün varlıkların Allah’a boyun eğmesi
olarak isimlendirilmiş, söz konusu durum bazı ayetlerde varlıkların Allah’a
secde
etmesi olarak ifade
edilmiştir. [27] İradeye bağlı ibadet
ise akıl sahibi varlığın hür iradesiyle kendisinden istenen kulluğu yerine
getirmesidir. Bir başka tanıma göre ubudiyet boyun eğme, tezellül, kulun
Allah’ın yaptıklarından memnun olması anlamına gelmektedir. İbadet ise itaatle
birlikte boyun eğme, kulun Allah’ın razı olacağı işleri yapmasıdır. İbadete
layık olan yalnızca Allah’tır. [28] Bir başka tarifte
ise şöyle denilmektedir: “İbadet mükellefin nefsinin arzusu hilafına Rabbini
tazim için yapmış olduğu davranışa denir. Ubûdiyet ise ahde vefa, hadleri
muhafaza, olana rıza, kaybettiğine sabretmektir.”[29]
Tanımları dikkatli incelediğimizde ibadetin daha çok şekil ve belli davranış
kalıplarına, ubudiyettin ise şekilden ziyade mana ve öze tekabül ettiğine şahit
olmaktayız. Şu halde ibadet Allah’a gönülden bağlanmak demektir.
İslam
şeriatındaki, hatta semavi dinlerdeki ibadetlerin gayesini Musa Carullah
(1875-1949) şu şekilde özetlemektedir: “İnsanları terbiye, Allah’ın büyüklüğünü
ta’zim ve nimet verenin sonsuz nimetlerine şükürdür. İnsanlar arasındaki semavi
dinler genel olarak, bu üç esasa dayanarak varlık bulmuştur. İslam şeriatında
müminlere farz kılınmış olan ibadetlerin tamamı da bu üç esas üzerine
kurulmuştur.”[30]
İslami literatürde
ibadetin biri genel, diğeri özel olmak üzere iki anlamı vardır. Genel anlamda
ibadet, mükellefin Allah’a karşı duyduğu saygı ve sevginin sonucu olarak onun
rızasına uygun davranma çabasını ve bu şekilde iradi davranışları ifade eder. Böylece
tamamen dini olan görevlerden başka kişilerin Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak
için yaptığı her türlü fiil de ibadet olarak nitelendirilir ve ödüllendirilir.
Özel anlamda ibadet ise mükellefin yaratanına karşı duyduğu saygı ve boyun
eğmesini simgeleyen, Allah ve Resulü tarafından yapılması istenen belirli
davranış biçimleridir.[31] İslam
hukukunda daha çok bu ikinci anlamında kullanılmaktadır.
İbadet kulluğun
sembolüdür. İmandan sonra dinin ikinci halkasını temsil etmektedir. İbadetler
şekil ve birtakım duaları ezbere saymaktan ibaret gibi görünseler
de yaratanın emri
olduğundan çok değerli, içerisinde birtakım sırları barındırdığı için de mümini
yetiştirme özelliği vardır. İbadetler kulun yaratıcısıyla kurduğu bir bağdır.
İnsan aklı yaratıcısına ibadet etmesi gerektiğini kavrasa bile bunun nasıl yapılması
gerektiğini kavrayamaz. Bu ancak yaratıcının gönderdiği elçiler aracılığıyla
gerçekleşebilir. O yüzden ibadetler sembollerden ve şekillerden ibaretmiş gibi
görünse de önemli olan bu sembollerin içeriğinin doldurulmasıdır.
İbadetlerin
gayesinin ne olduğu konusunda ise Musa Carullah şunları söylemektedir: “İslam
şeriatındaki yükümlülüklerinin çoğu, Allah’ı tazim ve insanlığın ıslahı için
gerekli olan vecibelerle ilgilidir. Namaz ve oruç gibi islami ibadetlerin,
genel olarak hem Allah’ı tazim hem de insanlığı ıslah etme yönleri vardır.”[32]
İbadetlerin
şekilselliğinden daha ziyade ruhsal açıdan daha mükemmel bir şekilde
gerçekleştirmeye vesile olan bazı ilim dalları vardır. bunlardan biri de
tasavvuftur. Tasavvufta da ibadet çok mühim görülmüştür. İbadetlerin daha çok
batıni özellikleri, ruhu ve özü üzerinde duran sûfiler bundan başka ihlas,
huşu, Allah sevgisi ve korkusu gibi gönül hallerini; sabır, şükür, tevâzu,
cömertlik, af merhamet gibi ahlak esaslarını kısaca kalp temizliğine, ruhun
olgunlaşmasına vesile olan ve sonuçta insanı Allah'a yaklaştıran her türlü iyi
halleri ve davranışları ibadet sayarlar. Tasavvufta ibadet kavramının bu
kapsamlı anlamı ubûdiyet kelimesiyle ifade edilmiştir. Tasavvufta
kulluğun ibadet, ubûdiyet ve ubûdet olmak üzere üç şekli vardır. İbadet ilme'l-yakin,
ubûdiyet ayne'l-yakin, ubûdet de hakke'l-yakin mertebesindeki
haberler için söz konusudur.[33]
Nitekim insanoğlu,
iç ve dış yaşayışları arasında bir bütünlük ve sağlıklı bir yaşam sürmek için
dini inançlara ihtiyaç duyar; inanmakla yetinmez, inandığının peşine düşerek
davranış haline dönüştürür.[34] Yapılan birçok
araştırma göstermektedir ki ibadet eden ve abid bir kişi olarak hayatını
sürdüren insanlar, psikolojik ve sosyolojik açıdan son derece uyumlu bireyler
olarak toplumdaki varlıklarını sürdürmektedirler. Ayrıca diğer insanlara karşı
daha hoşgörülü, başlarına gelen herhangi bir sıkıntı karşısında
olumlu
özelliklere sahip, benlik değerleri yüksek bireyler olarak algılandıkları
tespit edilmiştir. Düzenli ibadet hayatının beden ve ruh sağlığı ve mutlu bir
yaşam açısından da birçok faydası olduğu yapılan araştırmaların verileri
arasındadır.[35]
B.
Kur’ân’da
İbadet Kavramını Karşılayan Kelimeler
Kur’ân’da başta namaz olmak üzere zekât, oruç ve hac gibi
ibadetler çeşitli surelerde defalarca zikredilmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de
ibadet ile ilgili tüm kelimeler türevleriyle birlikte 275 defa geçmektedir. [36] İbadet kavramını
incelediğimizde bu kavramın şu manalarda kullanıldığını görürüz:
ياايھاالذين امنوا کلوا
من طیبات ما رزقناکم واشکروا لله ان کنتم اياه تعبدون ﴿١٧٢﴾
“Ey inananlar,
size verdiğim rızıkların iyilerinden yiyin Allah’a şükredin, eğer hakikaten
O’na kulluk ediyorsanız”[37]
Taberî tefsirinde bu ayet hakkında şöyle demiştir: “Eğer sizler
onun emrine boyun eğip, dinliyor ve itaat ediyorsanız, o halde size yenmesini
mübah ve helal kıldığı şeyleri yiyin. Onun haram kılınması hususunda şeytana
uymaktan vazgeçin. Şeytan, onu yemelerini teşvik ediyor haram olduğuna
inanmaktan vazgeçirmeye çağırıyor. Çünkü onu cahiliye döneminde haram kılmaları
şeytana itaatları, geçmiş ataları ve babalarına uymaları nedeniyledir.”[38]
ألََمْ أعَْھَدْ إِلَیْکُمْ يَا
بَنِي آدَمَ أنَْ لََ تعَْبُدُوا الشَّیْطَانَ إِنَّھ لَکُمْ عَدُوٌّ مُبِینٌ ﴿٦٠﴾
“Ey Ademoğulları,
ben size söylemedim mi! Şeytan apaçık düşmanınızdır.”[39]
Bu dünya hayatında hiç kimse şeytanı ilah olarak tanımaz,
bilakis bütün gücüyle ona lanet eder ve onu kendinden uzaklaştırmaya çalışır.
Bu nedenle Allah’ın âdemoğullarına yükleyeceği suç, dünya hayatında şeytana
tapmaları değil onun emrine itaat etmeleri, hükmüne tabi olmaları ve gösterdiği
yollara hızla koşmaları olacaktır. Bu ayetteki şeytana ibadetten maksat;
şeytanın onlara verdiği vesvese ve onlara süslediği şeyleri yapıp şeytana itaat
etmeleridir.[40]
3.
Kölelik
ثمَُّ أرَْسَلْنَا مُوسَ ٰی
وَأخََاهُ ھَارُونَ بِآيَاتِنَا وَسُلْطَانٍ مُّبِینٍ ﴿٤٥﴾ إِلَ ٰی فِرْعَوْنَ
وَمَلَئِھِ فَاسْتکَْبَرُوا وَکَانُوا قَوْمًا عَالِینَ ﴿٤٦
فَقَالُوا أنَؤُْمِنُ لِبَشَرَيْنِ
مِثْلِنَا وَقَوْمُھُمَا لَنَا عَابِدُونَ ﴿٤٧﴾
“Sonra Musa’yı ve
kardeşi Harun’u ayetlerimizle ve apaçık bir delille gönderdik. Firavun ve ileri
gelen adamlarına onlar büyüklük tasladılar ve böbürlenen bir topluluk oldular.
Şu iki adamın kavmi bize kölelik ederken, şimdi biz kalkıp bizim gibi iki insana
mı inanacağız? dediler.”[41]
Bu ayetler hakkında Taberî tefsirinde şunlar söylenmektedir:
İtaat ediyorlar, onlara karşı zillet gösteriyorlar, onların emirlerini yerine
getirip onlara boyun eğiyorlar. Araplar arasında krala itaat edenler için kralın
kulu, kölesi anlamında kullanılır.[42]
İlah edinmek
anlamına gelen ayetler Kur’ân’da oldukça fazladır. Tabii biz esas konumuzun
ibadet vakitleri olmasından dolayı bu konuya da birkaç ayet ve mealini vermekle
yetineceğiz.
قَُلْ إِنِّي نُھِیتُ أنَْ أعَْبُدَ الَّذِينَ
تدَْعُونَ مِنْ دُونِ اللََّّ لَمَّا جَاءَنِيَ الْبَیِّنَاتُ مِنْ رَبِّي
وَأمُِرْتُ أنَْ أسُْلِمَ لِرَبِّ الْعَالَمِینَ ﴿٦٦﴾
“De ki: “Ben
Rabbimden bana açık deliller gelince, sizin Allah’tan başka yalvardıklarınıza
tapmaktan men olundum ve âlemlerin Rabbine teslim olmakla emrolundum.”[43]
Bu ayette ibadet
etmekten maksat Allah’tan başka hiç kimseyi ilah edinmemek sadece Allah’a boyun
eğip ona itaat etmek anlamına gelmektedir. Taberî bu konuyla ilgili ayeti
açıklarken konuyla ilgili hadislere değinmektedir.[44]
بَلْ کَانُوا
يَعْبُدُونَ الْجِنَّۖ أکَْثرَُھُم بِھِم مُّؤْمِنوُنَ ﴿٤١﴾
“Hayır, onlar
cinlere ibadet ediyorlardı. Onların çoğu cinlere inanıyordu.”[45]
وَأنََّھ کَانَ رِجَالٌ مِّنَ الِْْنسِ يَعوُذوُنَ
بِرِجَالٍ مِّنَ الْجِنِّ فَزَادُوھُمْ رَھَقًا ﴿٦﴾
“Doğrusu
insanlardan bazı kimseler, cinlerden bazılarına sığınırlardı da cinler onların
taşkınlıklarını artırırlardı.”[46]
Taberî’de
nakledildiğine göre cahiliye döneminde bazı adamlar bir kişinin evinde
gecelediklerinde “biz kavmin şerrinden vadinin efendisine sığınırız” derlerdi.
Burada vadinin efendisiyle cinleri kastederlerdi. Nakledilir ki cinler “Bize
sığınıyorlar, hâlbuki biz kendimize bile fayda ve zarar sağlayamayız”
diyorlardı.[47]
Yukarıda
zikrettiğimiz tüm bu ayetler göstermektedir ki Kur’ân-ı Kerîm’de ibadet
kelimesi, bazı ayetlerde itaat, bazısında kulluk, bir kısmında ise ilah edinmek
anlamlarına gelmektedir. Bazı yerlerde ise bahsi geçen anlamların her ikisini
veya üçünü de ihtiva etmektedir. Örneğin:
إِنَّنِي أنََا اللََُّّ لََ إِٰلَھَ
إِلََّ أنََا فَاعْبدْنِي وَأقَِمِ الصَّلاَةَ لِذِکْرِي ﴿١٤﴾
“Şüphe yok ki ben
Allah’ım. Benden başka hiçbir ilah yoktur. O halde bana ibadet et ve beni anmak
için namaz kıl.”[48] Bu ayette de ibadet
kelimesi kulluk, itaat ve ilah edinmek anlamlarını ihtiva etmektedir.
11.
VAKİT KAVRAMININ TANIMI VE KUR’ÂN’DA
VAKİT KAVRAMINI KARŞILAYAN KELİMELER
Vakit sözlükte; bir işin olageldiği, yapıla geldiği gün, saat
veya mevsim [49] demektir.
Vakit, zamanın belirli bir bölümü anlamına gelir. Bu kelimenin çoğulu evkâttır.
Vakit kavramından türeyen mîkat da bir iş için belirlenen zamanı veya mekânı
ifade eder. Kur’ân-ı Kerîm’de vakit ve bu kökten gelen kelimeler (mîkat,
mevâkıt, mevkût) on üç ayette geçmektedir. Zaman kavramı metafizik boyutuyla
kelam ve felsefede incelenirken, onun vakitle belirtilen pratik boyutu
astronomi, tarih, fıkıh ve ameli tasavvufta ele alınmıştır.[50] Vakit kelimesi bilhassa
fıkıhta, tarihte, tasavvufta ve astronomide kullanılmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’de
zaman kavramını karşılamak üzere “asr, dehr, karn, vakt, saat, ann, hin, ebed,
huld, sermed, yevm, leyl, nehar” gibi sözcükler kullanılmasına rağmen bizzat
zaman kelimesine rastlanmaz. Zaman sözlükte uzun veya kısa olsun vakit anlamına
gelir.[51]
Dini bir terim
olarak vakit; ibadetler için şer’an belirlenmiş olan zaman [52]
anlamına gelmektedir. Kur’ân’da kullanıldığı alan itibarıyla kozmik ve
metafizik bir semantik yapıya sahiptir ve mîkat [53]
, mevâkıt [54] ve mevkûta [55] şeklinde dünyevi
yükümlülükleri
sınırlayan zamanı belirlemek amacıyla kullanılmıştır. Ancak bütün bunları
yaratıcı ve tayin edici Allah’tır.[56]
Yüce Allah, bazı
ibadetler için vakit tayin ederken bazı ibadetler için vakit belirlememiştir.
Nafile namaz, umre, vakte bağlı olmayan adak ve keffaretler aslında bir ölçü de
zekât da böyledir. Ancak beş vakit namaz, ramazan orucu, hac, bayram namazları ise
vakte bağlı olan ibadetlerdir. Söz konusu ibadetlerde vakit, ibadetin edasının
şartlarındadır.
Fıkhi hükümlerde vakitler genelde kameri aylara göre tespit
edilmekle birlikte namaz vakitleri, oruçtaki imsak ve iftar gibi ibadetlerin
ifasına ilişkin vakitler dünyanın güneş ve kendi ekseni etrafındaki dönüşüne
göre tespit edilmektedir. Ramazan orucu, hac, zekât, fıtır sadakası, bayram
namazları gibi edası yıl içinde belirli vakitlere bağlı iken; yemin, ila, iddet
gibi tasarruf ve muamelelerin vakit ve sürelerini tespitte kameri aylar ve
şer’i gün esas alınmaktadır.[57] İslam hukukunda vakit en
çok namazla ilgili konularda ele alınmaktadır. Bunun yanında oruç, zekât, hac,
umre, fıtır sadakası, kurban, adak, itikaf ve temizlikle ilgili konularda da
vaktin önemli bir yeri vardır.
B.
Kur’ân’da
Vakit Kavramını Karşılayan Kelimeler
Kuşkusuz zaman,
varlık ve mekân kavramları gibi soyuttur. Bu sebeple Kur’ân-ı Kerîm’de zaman
kavramı bu isimle geçmez. Kur’ân’da daha çok zamanın pratik boyutuyla ilgili
kavramlar yer almaktadır. Çünkü Kur’ân soyutlamalarla değil somut
gerçekliklerle ilgilenmektedir. [58] Kur’ân-ı Kerîm ve
hadislerde zamanla ilgili kavramların üzerine yemin edilmesi, ibadetlerin
günlük, yıllık ve haftalık olarak düzenlenmesi kişi de bir zaman bilinci
uyandırır ve zaman algısını bir düzene sokmasına vesile olur.
Kur’ân-ı Kerîm’de
mutlak zamanı ifade eden kelimelere daha az rastlanırken, pratik hayatla ilgili
olan mukayyed zamanla alakalı kelimelere daha sık rastlanmaktadır. Vakit
kavramı sınırlı bir zaman dilimini işaret ederken, zaman kelimesi ise daha
1.
Dehr (آلدهر)
Dehr kelimesi
Kur’ân’da iki yerde geçmektedir: Birincisi, “Dediler ki: Dünya hayatımızdan
başka hayat yoktur. Ölürüz ve yaşarız. Bizi dehr’den (sürekli zamandan) başkası
helak edemez. Halbuki onların buna dair hiçbir bilgisi yoktur. Onlar sadece
zanda bulunuyorlar.”[59] ayeti; ikincisi ise,
“İnsanın üzerinden dehr’den (uzun devirlerden) öyle bir zaman geçti ki o vakit
insan anılmaya değer bir şey bile değildi.”[60]
ayetidir.
Ragıb
el-İsfehâni’nin beyanına göre dehr; alemin var oluşunun başlangıcından sonuna
kadar olan müddetin ismidir. İnsan Suresi’ndeki: Gerçekten insanın üzerinden
dehr’den öyle bir zaman geçti ki ayetindeki dehr bu anlamdadır. Sonra çok
uzun süreyi ifade etmek içinde dehr kelimesi kullanılmıştır. Zaman bunun
hilafınadır. Çünkü az süreye de çok süreye de zaman denir. Dehera fülânen
naibetün dehran denilir ki bunun anlamı falanı bir felaket öyle bir
sarış sardı ki demektir. Dehr burada mastar anlamındadır.[61]
İbn Manzûr (ö. 711/1311) ve Asım Efendi (ö. 1819) ise dehr
kelimesini, kesintisi olmayan uzun müddet, dünya hayatının süresi olarak
tanımlamışlardır. [62] Buna göre dehr, hem
mastar hem de isim olarak kullanılmaktadır. Mastar olduğu zaman kahretmek
anlamında, isim olduğu zaman ise bütün zamanı kapsamaktadır.
2.
‘Asr (عصر)
Asr kelimesi
sözlükte isim olarak, dehr (sürekli zaman), gece ve gündüz, gadat (tan yeri
ağarmasından güneş doğuncaya kadar olan zaman), gaşiy (zeval ile akşam veya
akşam ile yatsı arası) ikindi vakti, insan topluluğu, aşiret anlamına gelir. [63] Lisânü’l- Arab’da
asr kelimesi ayn harfinin değişik harekelenmesiyle asr, ısr, usr
kelimeleri sürekli zaman anlamına gelen dehr olarak ifade edilmiştir.
Dolayısıyla Allah Asr
Suresi’nde zamana
yemin etmiştir.[64] Asr kelimesi zamanı
ifade etmekle birlikte fiil olarak, bir şeyi sıkma, sıkıp suyunu çıkarma, yani
hapis ve sıkışma halini sürekli içinde barındırmaktadır. Bu nedenle sıkılmış
bir şeyin artığına usârâ, sıkıldığı zaman akıcı bir hal alan meyve
sularına asîr, üzüm, susam gibi şeylerin sıkıldığı yere ma’sara,
bu tür şeyleri sıkmaya yarayan alete de mi’sâr denir. [65] Konuyla ilgili bazı
ayetleri incelediğimizde bu anlamları görebilmek mümkündür:
“Rüyamda kendimi
şarap sıkıyor gördüm.”[66]
“Sıkışmış
bulutlardan şarıl şarıl su indirdik.”[67]
“O yılda insanlar
yağmura kavuşturulacak ve ondan sıkıp sağacaklar.”[68]
“Asra yemin olsun
ki, insan muhakkak ziyandadır.”[69]
Bu son ayette
açıkça asra yemin edildiğinden müfessirler daha çok bu ayet üzerinde durmuşlar
ve asr kelimesine ikindi namazı, ikindi vakti, dehr ve zaman, özellikle Hz.
Peygamber’in asrı, ahir zaman manalarını vermişler ve yapılan yeminin önemine
dikkat çekmişlerdir.[70]
3.
Hîn (حين)
Kur’ân-ı Kerîm’de
34 yerde geçen hîn kelimesi bir şeyin vaktinin gelmesi ve elde edilmesi
anlamında müphem manada bir kelimedir. Ancak bir kelimeye izafe
edilerek anlam
hususileşir. [71] İbn Manzur, hîn
kelimesinin dehr anlamına geldiğini, mübhem bir vakte delalet ettiğini dile
getirmiştir. Bazıları bu kelimenin iki, dört, yedi seneye tekabül ettiğini,
bazıları da altı aylık zaman dilimini kapsadığını ifade etmişlerdir. [72] İbn Arabi hîn
kelimesine müfessirlerin ona yakın mana verdiklerini nakletmektedir. Bunlar
şunlardır: Zaman diliminden bir saat; İbn Abbas’a göre, sabah ve
akşam veya altı ay, üç gün; İbn Müseyyeb’e göre, iki ay; Hz. Ali’ye
göre, bir yıl, yedi yıl, on üç yıl, kıyamet günü; bazılarına göre de
meçhul bir vakittir.[73]
İbn Arabi (ö.
543/1148) bunları naklettikten sonra hîn kelimesinin zaman zarfı olduğunu,
müphem bir lafız olup tahsise imkan olmadığını, tefsirleri tayin etmenin de
mümkün olmadığını, bunu dil bilginlerinin de ikrar ettiğini ifade etmektedir.
Dilciler de hîn kelimesinin kendisine izafe edilen başka bir kelime olmadan
tefsir edilemeyeceğini, anlamının zamanın bir kısmına veya sonsuz zamana ya da
zamansızlığa muhtemel olduğu görüşündedirler.[74]
Hîn kelimesinin
Kur’ân’da geçen anlamlarından bazılarını şöyle sıralayabiliriz:
a)
“Biz
kendilerinden evvel nice ümmetleri helak ettik. O zaman ne çığlıklar
kopardılar. Hâlbuki o vakit azaptan kurtulma ve kaçma vakti değildi” [75] ayetinde müphem
zaman anlamındadır.
b)
“Haydi
akşama girerken, sabaha ererken Allah’ı tenzih edin” [76]
ayetinde zaman dilimi anlamında kullanılmıştır.
c)
“Nihayet
ona iman ettiler de kendilerini bir zamana kadar geçindirdik”[77] ayetinde
müddet, süre anlamında kullanılmıştır.
d)
“Bu
ağaç Rabbinin izniyle her zaman meyvesini verir durur” [78]
ayetinde süreklilik anlamındadır.
e)
“İnsanın
üzerinden öyle uzun bir zaman geçti ki o vakit O, anılmaya değer bir şey bile
değildi”[79] ayetinde ise mutlak
zaman anlamındadır.
4.
Hukub (حَُقَب)
Hukub kelimesi,
dehr anlamındadır. Çoğulu hıkâb veya ahkâb gelir. Hikbe, kelimesi
ise seksen yıl anlamına gelir. Hikbe-hukub kelimeleri, mübhem olan uzun zaman
demektir.[80]
Hukub,
ard-arda olma manasını da içererek asr ve karn kelimeleri gibi peş-peşe gelen
birçok seneyi kapsayan bir devir demektir ki; seksen küsur yıl diye yaygındır.[81] Bu kelime
Kur’ân-ı Kerîm’de iki yerde geçmektedir:
Birincisi, “Ben
iki denizin birleştiği yere varıncaya kadar durmayacağım. Ya da (maksadıma
ulaşmak için) uzun zaman gideceğim.” [82]
ayetinde;
diğeri ise “Çağlar boyunca içinde kalacaklar.”[83]
ayetindedir.
Hukub, sonu olan
bir müddeti ifade ettiği için buradan cehennem azabının bir zaman sonra sona
ereceğini, cehenneme girenlerin buradan bir gün çıkacağı manasını anlamak
isteyenler de olmuştur. Fakat şunu gözden kaçırmamak gerekir ki tekil bir
kelime olan hukub kavramının, sonu olan bir süreyi ifade etmesinden dolayı
çoğul olan ahkâb’ın da sonlu olması gerekmez. Tefsirciler der ki: “Bu kelimede
ard-arda gelme manası bulunduğu ve az bir müddetin de peş-peşe gelmesi halinde sonsuza
kadar gidebileceği cihetle ahkâb demek, “devirlerce sonsuza kadar giden” demek
olur.”[84] Bu bilginin de daha
önce geçtiği üzere İsfehânî’nin (ö. Hicri beşinci yüzyılın ilk çeyreği) verdiği
dehr kavramının manasıyla aynı olduğu anlaşılmaktadır.
5.
Karn (قَرَْن)
Bir zaman dilimi
içerisinde birbirine yakın kavim ve topluluğa karn denir.[85]
Karn, iki manaya gelir. Birisi zamandan bir müddete yakın olan ümmet, bir
zaman ahalisi olan sosyal toplumdur. [86]
“Ümmetlerin en hayırlısı benim zamanımdaki ümmetimdir.”[87]
hadisi bu manadadır. Bunda sivrilmek veya yaklaşmak manası vardır. Bu
yaklaşmayla fertlerin birbirine yaklaşması veya bir peygamber, bir alim, bir
reis gibi büyük bir şahsiyete yaklaşma düşünülür.[88]
Karn kelimesinin
diğer bir anlamı da zaman müddetinin kendisine denir ki; asr gibi çoğunlukla
yüz sene takdir edilmiştir.[89] Bu kelime Kur’ân’da
birkaç ayette konu edilir. Bu ayetlerin ikisi şöyledir:
“Andolsun ki; (ey
Mekkeliler) sizden evvelki devirler (de geçmiş ümmetler)i helak etmişizdir.”[90]
“Nuh (devrin)den sonra nice asırları(n halkını) helak ettik.
Rabbin, kullarının günahlarından hakkıyla haberdardır. (Onları) hakkıyla
görücüdür ya (işte bu) yeter.”[91]
6.
Saat (سََاعََة)
Zamanın
bölümlerinden bir parçadır. Kur’ân-ı Kerîm’de genellikle bu kelime, kıyamet
anlamında kullanılmıştır. [92] Saat kıyametin galip
isimlerindendir. Ona saat denilmesi ya ansızın vuku bulacağından ya hesabının
çabukluğundan yahut da uzunluğu Allah’a göre bir saat kadar olduğundandır.[93] “Kıyamet yaklaştı ve
ay yarıldı.”[94], “Sana kıyametin ne
zaman kopacağını soruyorlar de ki kıyametin bilgisi de yalnız onun
katındadır.”[95] ayetlerinde geçen
saat kelimesi kıyamet anlamında kullanılmıştır. Ragıp el-İsfehani saat
kelimesine kıyamet anlamını verdikten sonra bunu üç kısma ayırmıştır:
a)
Es-500117
1/- /12776: insanların hesap vermek 111 dirileceği hesap günüdür.
b)
Es-Saatü’l-Vüsta:
Bir neslin bir devrin yok olmasıdır.
c)
Es-500117
"-517٤74: Bu da kişinin ölümüdür.[96] el-İsfahani bunları
söylerken hadislerden de delil getirir.
Saat kelimesi bazı ayetlerde sınırlı müddet ve zamanın bir
parçası anlamına da gelmektedir. “Kıyametin kopacağı gün suçlular, (dünyada)
bir andan fazla kalmadıklarına yemin ederler. Onlar işte böyle
döndürülüyorlardı.” [97] Bu ayet-i kerîmedeki
ilk geçen saat kelimesi kıyamet anlamında, diğeri ise az bir süre
kaldık anlamındadır.
7.
Lemhu’l
Basar (َلمَْحُ
ا لبََصََر)
Lemh; şimşeğin
çakması gibi parlaklığı ve o parlaklıkta görmeyi ifade eder.[98] Lemhu’l-Basar
ifadesi Kur’ân’da iki yerde geçmektedir:
“Göklerin ve yerin
gaybı Allah’a aittir. Kıyametin kopması, bir göz kırpması gibi veya daha az bir
zamandır. Şüphesiz Allah, her şeye hakkıyla gücü yetendir.”[99]
“Emrimiz ancak bir
tek emirdir. Göz kırpması gibidir.”[100]
Birinci ayette
Taberî tefsirine göre Allah bir şeyin olmasını emrettiği zaman ona kün
feyekün[101] der. Bu ifadenin
tefsiri göz açıp kapayıncaya kadar tehir edilmeden emrettiği şeyin hemen
olmasıdır. [102] İkinci ayette ise
kıyametin yakınlığı konu edinilmektedir. Bunun göz kırpması yahut ondan daha
yakın olduğu ifade edilmektedir.
Fakat bu insanın
bildiği ölçüler çerçevesinde değildir. Kıyametin kopması için bir zamana
ihtiyaç yoktur. Onun için göz açıp kapamak yeterlidir.
8.
El-’an (الََن )
Birbirini takip
eden süreler arasında varlığı farz edilen zaman sınırı; ardı ardına gelmesiyle
zamanı oluşturan ve bölünmeyen zaman parçası gibi anlamlarda kullanılan felsefe
terimidir. Aslı eyn ve evan olan an zaman dilimi, kısa zaman ve şimdi manalarına
gelir. [103] Zaman zarfı olup
insanın içinde bulunduğu zamana delalet eder. Zamanın en küçük parçası[104] diyenler de vardır.
Ayetlere bakıldığında an kelimesinin şu anda yani içinde bulunduğu zamana
delalet ettiği açıkça anlaşılmaktadır. El-’an şeklinde Kur’ân’da sekiz ayette
geçmektedir.
“Onlar: İşte şimdi
hakikati getirdin dediler.”[105]
“(Yoksa makbul
olan tövbe), kötülükleri yaptıktan sonra -onlardan herhangi birine- ta ki ölüm
gelince: “Ben şimdi hakikaten tövbe ettim” diyenlerin tövbesi değildir.[106]
An, mazi ile
müstakbelin birleştiği veya ayrıldığı hayali bir sınırdır ve geçmişe doğru
uzanan zaman çizgisinin de sonudur. Bir şeyin sonu ise kendisinin dışındadır.
Mekânda nokta ne ise zamanda da an odur. Bu sebeple an’ın boyutu yoktur; ancak
peş peşe akıp giden zaman arasındaki ortak sınırdır. Eflatun’a göre an geçmişin
geleceğe dönüştüğü noktadır. Aristo’ya göre de an zamanın parçası değildir; bu
sebeple zamanın anlardan oluştuğu söylenemez, zira an denilen şey geçmişle
gelecek arasında bir sınırdır. Var olduğu anda hemen yok olur. Eflatun ile
Aristo bu konuyla ilgili olarak şu iki hususta birleşmektedirler:
Birincisi an
zamanın bir parçası değildir. İkincisi ise an içinde ne sükûn ne hareket
bulunur. Kelamcılara göre an, ardı ardına gelen ve bölünemeyen zaman
parçasıdır. İbn Sina ve İbn Rüşd ise zamanı muttasıl bir kemmiyet kabul ederek
anı, iki tarafı sonsuz olan bir doğru üzerindeki noktaya benzetirler. Fakat
doğru iki taraf için müşterek olduğu halde an sadece maziye ait bir parçadır.
Çünkü müstakbel henüz vücut bulmamıştır. Nasıl ki nokta hariçte mevcut olmayıp
sadece zihinde varsa an da zamanda yalnız zihnen vardır.[107]
9.
Ebed (ابََد )
Sonsuz zaman,
zihnen son bulması düşünülemeyen süre, varlığın gelecekte sonsuzca devam etmesi
anlamında felsefi ve kelami bir terimdir. Sözlükte dehr ile eş anlamlı olarak
mutlak zaman manasına gelir. Kur’ân-ı Kerîm’de bir ayet dışında[108] halidin
kelimesiyle birlikte on bir ayette; olumsuzluk ifade eden cümleler içinde asla,
hiçbir zaman anlamında on beş ayette; bir şarta bağlı olarak sürekli anlamında
ise bir ayette geçmektedir.[109] Ebed, parçalara
ayrılmayan devam eden zaman sürecidir.[110]
Bu yönüyle ebed kelimesi dehre benzemekle beraber parçalara ayrılmamasıyla da
zamanın hilafına bulunmaktadır.
Ebed kelimesi
insan için kullanıldığında geleceğe doğru takdir edilen sonsuz zamanlarda
varlığın sürekliliğini ifade eder. Ezel ise maziye doğru takdir edilen sonsuz
zamanlarda varlığın devam etmesine denir. [111]
İslami literatürde sonsuz zaman anlamında sermed kelimesiyle birlikte ebedü’l-abad,
ebedü’l-abidin, ebedü’l-ebed,
ebedü’l-ebid
gibi sonsuzluğu pekiştirici terkiplerde kullanılmıştır. Ebedi ve baki yerine la
yezal tabirinin kullanıldığı da görülür.[112]
Yüce Allah
Kur’ân-ı Kerîm’de hem müminlerin hem kâfirlerin durumunu tasvir ederken ebed
kelimesini kullanmaktadır: “İman edip salih amel işleyenleri ise, içinden
ırmaklar akan, içlerinde ebedi kalacakları cennetlere koyacağız. Onlara orada
tertemiz eşler vardır. Onları orada koyu gölgeler altında bulunduracağız.”[113]
“Şüphesiz inkâr
edenler ve zulmedenler (var ya), Allah onları asla bağışlayacak ve doğru yola
iletecek değildir. Allah onları ancak içinde ebedi kalacakları cehennemin
yoluna iletir. Bu ise Allah’a çok kolaydır.”[114]
10.
Huld (خُ لْد)
Huld, ebediyet ve
sonsuzluk anlamında bir Kur’ân terimidir. Devam etmek, uzun zaman kalmak anlamında
mastar olan huld kelimesi, uzun zaman süreklilik anlamında isim olarak
kullanılır. Dilcilere göre ise, bir şeyin bulunduğu hal üzere kalıp bozulmaya
ait olan şeylerden uzak kalmasıdır. Değişme ve bozulmanın yavaş olduğu veya
olmadığı her şeyi Araplar huld kelimesiyle ifade etmişlerdir. Cennette
ebedi kalmak ise cennette eşyanın herhangi bir değişikliğe uğramadan
kalmasından dolayıdır.
Huld kelimesi
Kur’ân’da ebed kelimesinden daha fazla zikredilerek seksen yedi yerde
geçmektedir. Bunlardan dördü fiil sigasıyla, altısı huld, biri hulud, ikisi
muhalledun, diğerleri de büyük ekseriyeti çoğul sigasıyla olmak üzere halid
şeklindedir. Arap dil alimleri ve müfessirler, huld kavramının temel manasının
ebediyet değil uzun
zaman
sürmek olduğunu kabul etmekte ve ahiret hayatının ebediliğinin bu kelime ile
değil diğer bazı naslarla sabit olduğunu söylemektedir.[115]
11.
Sermed (سََرَْمََد)
Sözlükte bitmemek
ve devamlı olmak, zail olmamak anlamlarına gelen[116]
bu kelime Kur’ân-ı Kerîm’de iki yerde geçmektedir:
“De ki: “Ne
derseniz? Allah, üzerinize geceyi kıyamete kadar sürekli kılsaydı, Allah’tan
başka ilah size bir aydınlık getirir. Hala duymayacak mısınız?”[117]
“De ki: “Ne
dersiniz? Allah üzerinize gündüzü kıyamete kadar sürekli kılsaydı, Allah’tan
başka hangi ilah size içinde dinleneceğiniz bir gece getirebilir? Hala
görmeyecek misiniz?”[118]
Leylün sermedün
uzun gece, kesintisiz, sürekli zaman anlamındır.[119]
Ayetlerde geçen leyl ve nehar kelimeleri gece ve gündüz anlamında bilinen
kelimelerdir. Sermed kelimesi ise kıyamete kadar uzun zaman aralıksız bir
sürece tekabül etmektedir.
12.
Yıl/Sene
(سَنَة)
Kur’ân-ı Kerîm’de
Ay’ın yanında, Güneş’in de vakitlerin tayin edilebilmesi için bir hesap ölçüsü
ve zaman birimi olarak kılındığı,[120]
yine her ikisinin de bir ölçü ve hesaba göre hareket ettiğini [121] belirtilmektedir.
Diğer taraftan Kur’ân-ı Kerîm’de
yıl/sene karşılığı
olarak Âm, Havl ve Sene kelimelerinin her üçü de lafız ve anlam olarak
kullanılmaktadır.
Bu kelimelerin her biri, aralarındaki nüanslarla birlikte, eş
anlamlıdır. [122] Bu kelimeler Kur’ân-ı
Kerîm’de yıl anlamında sene on dokuz, âm yedi, havl ise
iki kez geçmektedir.[123]
مر
13.
Ay (قمَر)
Kur’ân-ı Kerîm’de Ay’ı, zamanın bilinmesi için bir hesap ölçüsü
kıldığını bildiren’[124] Allah Taâla bir ayette,
gökleri ve yeri yarattığı zamanda Allah’ın yazısına göre Allah katında ayların
sayısının on iki olduğunu [125] belirtmektedir. Buna
göre, zamanın somut birimlerinden birisi olan ayların kozmolojik oluşla
yaratılıştan bu yana on iki olarak belirlenmiş olduğu anlaşılmaktadır. Allah
gökleri ve yeri yarattığı zaman ayın yörüngesini öyle ayarlamıştır ki, bir
yılda on iki ay meydana gelmiştir. Buna istinaden, insanlığın başlangıcından
itibaren ayların sayısını on iki adet olarak tanıyıp bildiğini söyleyebiliriz.[126] Ay kelimesi Kur’ân-ı
Kerîm’de kamer olarak yirmi yedi, şehr olarak ise yirmi bir
ayette konu geçmektedir.[127]
14.
Gün (يَوْم)
Kur’ân-ı Kerîm’de
gün (yevm) kelimesi, müfret, tesniye, cemi, marife, nekre olarak toplam 474
kere zikredilir. Fakat zikri geçen ayetlerde günün değişik anlamları olmakla
birlikte dünya gününden daha çok ahiret günü anlamındadır. Ahiret günü
anlamında Kur’ân’da değişik tamlamalarla ifade edilir. Yevmü’l-Kıyame, Yevmü’l-
Ahire, Yevmi’d-Din, Yevmü’l-Kebir, Yevmün Azim, Yevmün Elim, Yevmün Asib gibi
ifadeler bunlardan sadece bir kaçıdır.
Şer’i gün güneşin batmasıyla başlar; fecr-i sâdıktan güneşin
batmasına kadar olan süre de şer’i gündüz diye adlandırılır. Günümüzde yaygın
örfe göre ise gün gece yarısı başlar, gündüz de güneşin doğmasından batmasına
kadar olan süredir. [128] Bu nedenle de
toplumumuzda perşembe akşamları kıymetli vakitler olarak kabul edilmektedir.
a.
es-Subh
(الَصَُّبَْح
)
Sabah vakti anlamına gelir. Beş yerde zikredilir.[129] Gündüzün başlangıcı ve
fecr anlamına da gelmektedir. Çoğulu esbâh ve isbâh gelir.[130]
b.
el-Guduv,
el-Gadat (ا لَْغَُدُ وّ - ا
لَْغََدَ اة )
Tan yerinin ağarmasından güneş doğuncaya kadar olan zaman
anlamındadır. Gudve bükra (erken) anlamına da gelir.[131]
c.
el-Fecr
(ا لَْفََجَْر
)
Tan yerinin ağarması, sabah vaktidir. Gecenin karanlığındaki
güneşin kırmızılığıdır. İki türlü fecr vardır. Birincisi fecr-i mustatıl yani
fecr-i kâzibtir. Diğeri fecr-i mustatır yani fecr-i sâdıktır. Oruçluya yemeyi,
içmeyi haram kılan fecrdir.[132]
d.
el-Bükra
(ا لَْبَکَُْرَ ة
)
Gündüzün evvelki
yanı, sabahın erken saatleri anlamına gelir. Bukra, gudve anlamına gelmektedir.
Çoğulu bükeran ve ebkaran olarak gelir.[133]
e.
ed-Duhâ
(الَضَُّحََی )
Gündüzün
yükselmesi demektir. Güneşin doğuşundan gündüzün yükselmesine kadar olan kısma
denilir. Ferrâ (ö. 207/822),
duhâ’ya nehâr (gündüz) anlamını
vermiştir.[134] Kuşluk vakti
anlamındadır. Altı ayette konu edilmektedir.[135]
f.
el-Felak
(ا لَْفَ لَق )
Yarmak demektir. Tohumun çekirdeği yarıp filiz vermesi gibi,
karanlığın yarılması yani ışığa kavuşması demektir. [136] Tan yeri anlamında bir
ayette geçmektedir.[137]
g.
el-Cum’a
(ا لَْجَُمَُعََة )
Araplar yevmü’l-arube ismini verdikleri güne daha sonra
toplanma anlamında Cuma ismini vermişlerdir. Cum’a veya cumua olarak söyleniş
şekilleri vardır. İslam gelmeden önce de Kureyşliler bugün insanları toplayıp
onlara hitap ederlerdi. [138] Bu kavram cuma günü
anlamında bir ayette geçmektedir.[139]
h.
Tarafeyi’n-Nehar
(طََرََفََی النََّھََارَِ)
م
Bu şekilde gündüzün iki tarafı anlamında da, gündüzün tarafları
anlamına gelen etrafeyi’n-nehar şeklinde de birer defa zikredilmektedir.[140]
i.
Duluku’ş-Şems
( دُ لوُكِ الشََّمَْسِ)
Güneşin batıya
meyletmesidir. Bu ifade bir ayette geçmektedir.[141]
j.
en-Nehar
(الَنََّھََار )
Gündüz anlamına
gelmekte olup elli yedi ayette geçmektedir.[142]
k.
es-Sebt
(الَسََّبَْت )
Cumartesi anlamına
gelen sebt yedi yerde geçmektedir.[143]
Gün kelimesine dahil olan gece kavramı ile alakalı kelimelere gelince bunlardan
ayetlerde geçenlere şöyle devam edebiliriz:
l.
el-’Aşiyy
(ا
لَْعََشَِیَّ )
Akşam vakti
demektir. Bu kelime on üç ayette geçmektedir.[144]
m.
Esîla
(اصََِیلاًَ
)
Akşam vakti
anlamına gelir. Dört yerde tekil, üç yerde cemisi olan ‘asal’ şeklinde gelir.[145]
n.
Ânâü’l-Leyl
(انَََاءِ ا لَّیَْل )
Gece vakitleri
demektir. Üç yerde zikredilir.[146]
o.
Tulûu’ş-
Şems ( طُ لُوعُ الشََّمَْسِ)
Güneşin batması
anlamına gelir. İki ayette geçmektedir.[147]
p.
Ğâsık
(غََاسَِق)
Şiddetli karanlık
anlamına gelir. Felak Suresi’nde geçer.[148]
r.
Ğasekı’l-Leyl
( غَسََقِ ا لیَْلِ)
Gecenin ilk
karanlığı anlamındadır. İsrâ suresinde geçer.[149]
s.
el-Leyl
(الََلَّیَْل )
Gece anlamına
gelen leyl kelimesi doksan iki ayette geçmektedir.[150]
t.
I.
VAKTİN ÖLÇÜMÜ VE ÖLÇÜMDE KULLANILAN ALETLER
Tarihte Eti, Mısır, Roma ve Yunan gibi medeniyetlerin vaktin
ölçümü için takvim kullanmaları konumuz açısından önemlidir. Çünkü takvimin
kullanılması, hayatın disipline edilmesi, insan hayatının azami derecede
verimli kılınması demektir. Ayrıca Mısırlıların yılı on iki aya, gündüzü ve
geceyi on ikişer saate böldükleri, her saate de bir isim verdikleri
bilinmektedir.[151] İnsanoğlu, günü eşit
parçalara ayırmıştır. Ancak bu parçalardan her birinin benimsenişi,
kullanılışı, isimlendirilişi, sürelerinin tespiti uzun zaman almış ve
toplumlara göre de değişiklik göstermiştir. Toplumların kullandığı vakit kavram
ve ölçümlerini araştırdığımızda karşımıza şu bilgiler çıkmaktadır:
Asurlular da hafta beş gündü. Onlar haftaya hamuştaym
derlerdi. Muhtemelen bunu da Sümerler’den almışlardı. Ancak Asurlular saati
bilmiyorlardı. Oysaki Mısır Firavunları Çağı’nın XII. sülalesi devrinde kum
saati kullanılıyordu. Anadolu’da hüküm sürmüş Etilerin de takvimden pek
haberleri yoktu. Günlerin yedilik gruplar halinde toplanmasını Eski Mısırlılar,
Kaldeliler ve Yahudiler biliyorlardı. Hıristiyanlar da haftayı Tevrat’taki
anlayışa göre benimsediler. Ancak, sebti (yedinci günü) cumartesi değil de pazar
günü olarak tercih ettiler. Müslümanlar da Tevrat’taki yedi günlük haftayı
benimsemişlerdi.[152]
Bugün insanların
vaktin ölçümünde kullandıkları bir birimdir. Çeşitleri bulunmakla birlikte
bunun ilk defa kimler tarafından kullanıldığını tam olarak bilemiyoruz. Ancak
Sümerlerin kullandığı altmışlık sayı sisteminin bir parçası olduğunu
düşünüyoruz.
Yaklaşık olarak yerin bir dönüş süresi üzerine kurulmuştur. Bir
yıldız saatinin süresi, yıldız gününün yirmi dörtte biri kabul edilir. Buna
göre yıldız yılı, 365 gün 6 saat dokuz dakika 9 saniyedir.[153]
Güneş saatleri birkaç çeşittir. Bunlardan biri, bir taşın
üzerine çizilen ve her biri günün belirli bir süresini gösteren işaretlerle
yapılan saattir. Bu saat belli bir yerde durur, güneş ışınlarının izdüşümlerini
belirtmeye dayanan belliklere göre ayarlanırdı. Her işaret, günün belli bir
zamanı içinde güneş ışığının önünü keser, karşısına gelen kertiği gölgelerdi ki
böylece direğin veya taşın boyunca belli aralıklarla sıralanan çizgiler, günün
hangi bölümünde bulunulduğunu gösterirdi. İkinci tür güneş saati, düz bir
düzeye dikilen bir çubuğun yere düşen gölgesini belli bir bölümlere ayırarak
yapılmıştır. Üçüncü tür güneş saati ise, yine güneş ışınlarının izdüşümleri ile
ortaya çıkan gölge aralıklarının işaretlenmesi temeline dayanıyordu. Düz ve
geniş bir tahtanın veya taşın ortasına çivi çakılır, çivinin düzleme düşen
gölge aralıkları gölge işaretleriyle belirleniyordu. Güneş kursu denen bu ilkel
saati ilk kez Hititlerin bulduğu, sonradan Araplara ve Türklere geçtiği de
söylenmektedir.[154]
Özellikle geceleri
zamanı belirlemek için su saati kullanılırdı. İç bölümü saati gösterecek bir
ölçekle donatılmış bir kap su ile doldurulur, alt kısmındaki delikten su
akardı. Öte yandan kum saatinin Araplar, su saatinin eski Mısırlılar veya
Mezopotamyalılar tarafından bulunduğu ileri sürülmektedir.[155]
Görüldüğü gibi
insanlar çok eski çağlardan bu yana zamanı ölçmek için birtakım aletler
kullanmışlardır. Bu durum da ilk devirlerden bu yana vaktin insanoğlu için çok
önemli olduğunu göstermektedir. İlkel de olsa insanlar zamanı bilmek ve ona
göre kullanmak için birtakım yollar aramışlardır. İşte söz konusu saatler bunun
bir kanıtıdır.
İBADET VAKİTLERİNİN KUR’ÂN AYETLERİ IŞIĞINDA
DEĞERLENDİRİLMESİ
I.
GEÇMİŞ
ÜMMETLERDE VE PEYGAMBERLERDE İBADET
Geçmiş ümmetlere
ve peygamberlere de abdest, namaz, zekât, oruç, hac ve kurban gibi ibadetlerin
emredildiği Kur’ân’da bildirilmektedir. Dolayısıyla Yahudi ve Hristiyanlar da
dolaylı olarak bu emrin muhatapları olmuşlardır.[156]
İslam öncesi Arap
toplumunda birkaç yüzyıllık geçmişi olan putlara tapınmanın yaygın olduğu,
ancak Hz. İbrahim’den intikal eden tevhid dininin Allah inancı etkilerinin hala
devam ettiği, hatta tavaf ve kurban gibi bazı ibadetlerin şekil ve muhteva
değiştirse bile sürdürüldüğü bilinmektedir. Ayrıca hanif denilen, putlara
tapmayan, bir olan Allah’a iman eden, putlar için kesilen kurban etlerini
yemeyen kimselerin varlığı da bilinmektedir.
Birçok dinde
ibadetler öncesi yapılan temizlenme ve ibadet haline geçebilmek için yapılan
ritüeller mevcuttur. Örneğin Sümerlerde, Hititlerde, Hinduizm’de dini yıkanma,
ibadet öncesi yapılan hazırlıklar arasındadır. Yine gerek Mısır, Roma, Yunan,
Mezopotamya ve Uzakdoğu dinleri ile gerekse Yahudilik ve Hıristiyanlıkta
genellikle ayine bağlı ve sembolik yönü ağır basan abdeste benzer birtakım
temizlik çeşitleri görülmektedir. Daha çok din adamları tarafından yapılan bu
temizliklerdeki ortak nokta, dinlere göre yer yer farklılıklar gösterse de
genelde insan vücudunun ya bütününün veya
yalnız eller ve
ayakların veya sadece ellerin ve ağzın hatta yalnız parmakların veya ayinle
ilgili bazı eşyaların temizlik ve takdis niyetiyle yıkanmasından ibarettir.[157]
İslam’ın
temizlikle ilgili hükümlerine bir göz attığımızda bunların önceki ümmetlerin
şeriatlarında mevcut olduğunu, bazı uygulamalarıyla birlikte bugün Yahudi ve
Hıristiyanlıkta devam ettiğini hatta bir kısmının da cahiliye dönemi
Araplarının uygulamalarında bulunduğuna şahit oluyoruz. Yahudilikte ibadet
etmeden önce İslam’daki abdeste benzer bir uygulamanın mevcut olduğunu
görmekteyiz.[158] Nitekim Hz.
Peygamberde azalarını üçer defa yıkamış “Bu abdestin en mükemmelidir, bu benim
ve İbrahim Halilullah’ın abdestidir”[159]
demiştir.
İslam’daki
teyemmüm ibadetine benzer bir uygulamanın yine Yahudilikte mevcut olduğunu
ayrıca Tevrat’ta cünüplük, hayız, nifas, özür ve murdarlıktan dolayı
gusledilmesi gerektiği belirtilmektedir. [160]
Ancak İslam hayızlı kadınla özürlü kadının aynı muameleye tutulmasını
reddetmiştir. Hayızlı kadına namaz, oruç ve Kâbe’yi tavaf gibi ibadetlerde izin
vermezken, özürlü kadına ibadetlerinde izin vermiştir. [161]
Yine Tevrat üzerine meni bulaşan her elbisenin temizlenmesi gerektiğini
emretmiştir.[162]
Önceki ümmetlerde
hac ibadetinin vaktiyle ilgili olarak da kaynaklarda şu bilgiler
zikredilmektedir:
Hz. İbrahim ve
oğlu İsmail dört bir yandan gelen insanlarla birlikte Terviye günü (Zilhiccenin
8. Günü) Mina’ya geldiler, cemaat halinde öğle, ikindi, akşam ve yatsı
namazlarını birlikte kıldılar. Geceyi orada geçirdikten sonra sabah namazını
kılıp erkenden Arafat’a çıktılar, orada öğle ve ikindiyi cemederek kıldılar,
güneşin batmasından sonra Müzdelife'ye geldiler, orada akşam ve yatsı
namazlarını cem ederek kıldılar, geceyi de orada geçirdiler. Müzdelife’de sabah
namazını kıldıktan sonra cemreyi taşlayıp, kurban kesip traş oldular ve Kâbe’yi
tavafa geldiler. İbrahim
Peygamber’e bu
şekilde yapmasını Cebrail’in (a.s) öğrettiği zikredilmektedir.[163] Yüce Allah da Hz.
İbrahim’in (a.s) bu uygulamasını Hz. Muhammed’e (a.s) vahyetmiş o da aynı
şekilde uygulamıştır.
Namaz ibadetiyle
ilgili olarak da bir hadise göre Cebrail (a.s), Kabe’nin yanında peygamberimize
imam olarak beş vakit namazı kıldırmış ve “Ey Muhammed! (sav.) Senden önceki
peygamberlerin (namaz) vakti budur”[164]
demiştir.
Kur’ân’da ki bazı
ayetlerde de Hz. İbrahim (a.s) ve Hz. İsmail’in (a.s) namaz kıldıkları ve
kendilerine tabii olan kimselere de namaz kılmayı emrettikleri
bildirilmektedir.[165] Yine Kur’ân’ı
Kerim’de Hz. İbrahim’in (a.s);
رَبِّ اجْعلَْنِي مُقِیمَ الصَّلاَةِ وَمِن ذرِّيَّتِي
رَبَّنَا وَتقََبَّلْ دُعَاءِ
“Rabbim, beni
namaza devam eden bir kimse eyle. Soyumdan da böyle kimseler yarat. Rabbimiz,
duamı kabul eyle”[166] diye dua ettiği
bildirilmektedir. Yine;
وَإِذْ
بَوَّأنَْا لِِْبْرَاھِیمَ مَکَانَ الْبَیْتِ أنَ لََّ تشُْرِكْ بِي شَیْئاً
وَطَھِّرْ بَیْتِيَ لِلطََّائِفِینَ وَالْقَائِمِینَ وَالرُّکَّع السُّجُودِ
“Bir zamanlar
İbrahim’e (a.s) Kâbe’nin yerini, bana hiçbir şeyi ortak koşma; evimi, tavaf
edenler, namaz kılanlar, rükû ve secde edenler için temizle diye belirtmiştik” [167] ayeti de Hz.
İbrahim’in (a.s) namazında rükû, secde ve kıyam gibi rükünlere sahip olduğunu
göstermektedir.
Meryem suresinde
Zekeriya (a.s), Yahya (a.s), Yakup (a.s), Meryem (a.s), İsa (a.s), İbrahim
(a.s), Musa (a.s), İsmail (a.s), İdris (a.s) [168]
zikredildikten sonra: “İşte bunlar, Adem’in (a.s) ve Nuh (a.s) ile beraber
(gemiye) bindirdiklerimizin soyundan, İbrahim’in, Yakup’un ve doğru yola iletip
seçtiklerimizin soyundan kendilerine nimet verdiğimiz nebilerdir. Kendilerine
Rahman’ın ayetleri okunduğu zaman ağlayarak secdeye kapanırlardı” [169] buyrulmuş, ayrıca
Şuayb (a.s) [170] ve Lokman’ [171]ın (a.s) da namaz
kıldıkları bildirilmiştir. Bu ayetlerde de görüldüğü gibi namazın muhteva
yönüyle daha önceki
ümmetlere ve peygamberlere de emredildiği, içerisinde dua, kıyam, ruku ve
secdeyi ihtiva etmesi yönüyle de önceden beri uygulanan bir ibadet olduğunu
söyleyebiliriz.
Cahiliye
dönemindeki Arap müşriklerinin ibadeti ise şirke bulaşmıştır. Müşriklerin
birçoğunun evinde put bulunur bu putlar ta’zim ile mesh olunurdu. Harem’e
girenler de Kabe’yi tavaf ettikten sonra putlara mesh ederlerdi.[172]
Namaz ibadetinin
en önemli rüknü olan secde de İslam’dan önceki Araplar arasında biliniyordu.
Onlarda secde, ibadet derecesinde derin bir hayranlığın ifadesiydi. Nitekim
İslam’dan önceki Arap toplumunun şiirlerinde salat ve secde kavramları,
Kur’ân’ın namaz düşüncesine yakın anlamlarda kullanılmıştır.[173]
İslam öncesi Arap
toplumunda Hz. İbrahim’in (a.s) tebliğ ettiği tevhid dininin etkilerinin ve
bazı ibadet çeşitlerinin şekil ve mahiyetinin değiştirilerek de olsa devam
ettiği anlaşılmaktadır. Nitekim hanif olarak yaşayan Zeyd b. Amr’ın kıbleye
yönelerek: “İlahım İbrahim’in ilahıdır, dinimde İbrahim’in dinidir” diyerek
secdeye kapandığı kaydedilmektedir.[174]
ثمَُّ أوَْحَیْناَ إِلَیْكَ أنَِ اتبَِّعْ مِلَّةَ
إِبْرَاھِیمَ حَنِیفًاۖ وَمََا کَانَ مِنَ الْمُشْرِکِینَ
“Sonra da (Ey
Muhammed!) Sana hanif olarak İbrahim’in dinine uy! O hiçbir zaman müşriklerden
olmadı’ diye vahyettik.”[175]
Görüldüğü gibi bu
ve benzeri ibadetler Hz. İbrahim (a.s) döneminden itibaren devirden devire
intikal ederek cahiliye dönemine kadar gelmiştir. Ancak Cahiliye döneminde
Arapların Hz. İbrahim’den (a.s) kalma bu ibadetlerin birçoğunu unuttukları bir
gerçektir. Cahiliye Arapları arasında, İslam öncesi dönemde belirli bir ibadet
şekli olmadığı anlaşılmaktadır.
وَمَا کَانَ صَلاَتھُُمْ عِندَ الْبَیْتِ إِلََّ
مُکَاءً وَتصَْدِيَةً
“Kâbe huzurunda
onların namazları ıslık çalıp, el çırpmaktan başka bir şey değildir” [176] ayetinde geçen salat
kelimesi daha çok müşriklerin, Müslümanların Kabe’deki ibadetlerine karşı
ibadet görüntüsü verdikleri bir engelleme hareketi olarak yorumlanmıştır. İbn
Abbas’a göre Cahiliye Araplarının ıslık çalıp el çırparak Kabe’yi tavaf etme
şeklinde bir ibadetleri vardı.[177] Bu ayetten de
Araplar arasında İslam’daki muntazam şekliyle değil ama onun çekirdeği olacak
nitelikte bir namaz kılmanın varlığı anlaşılmaktadır. Nitekim Abdullah İbn
Ömer, ayetin tefsirinde ıslık çalmış, yanağını eğmiş, ellerini birbirine
vurmuştur. Yine ondan rivayet edildiğine göre Araplar, yanaklarını yere koyar,
el çırpar, ıslık çalarlar ve ibadetlerini böyle yaparlardı.[178]
Namazın,
İslam’daki gelişmesinin ise yine Hz. Peygamber’in Mekke devrinin sonuna, hatta
Medine devrinin başlarına kadar sürdüğü, daha sonra sabit bir hal aldığı
söylenebilir.[179] Hatta İzutsu Hz.
Muhammed’in bazı dindar Mekkelilerin yaptığı gibi Hira Nur dağında uzlete
çekilmesinin, namazın İslam’dan önceki şekli olduğunu dile getirmektedir. [180] Ayrıca Ebû Zerr’in
cahiliye devrinde Hz. Muhammed (sav.) Peygamber olarak gönderilmeden önce üç
yıl boyunca namaz kıldığı hadis kitaplarında zikredilmektedir.[181]
O halde
diyebiliriz ki İslam’dan önce Araplar Hz. İbrahim’den (a.s) kalma bir namaz
kılıyorlardı. Ancak bu namazın şekli bozulmuş, ruhu kaybolmuş, huşu ve hududan
yoksun bir namazdı. Ayrıca onlar bu ibadeti sırf Allah için de yapmıyorlardı.
Namazın İslam’la birlikte asli formuna dönüştürüldüğünü söylememiz mümkündür.
Namaz özü
itibariyle bir duadır. Bu sebeple farklı şekillerde de olsa bütün
peygamberlerin şeriatinde yer alan bir ibadettir. Her ne kadar miktarı
bakımından değişikliklere uğrasa da özü itibariyle hep aynıdır.
Yahudilik’te
ibadetler günlük, haftalık ve yıllık olarak ferdi ve cemaat halinde yerine
getirilir. İbadete başlamadan önce takdis edilmiş suya el batırılarak veya
bileğe kadar el yıkanarak bir nev’i abdest alınır. Ayrıca zaruret hallerinde
vücudun tamamı suya daldırılarak veya yıkanarak gusledilir. Günlük ibadet ferdi
veya cemaat halinde sabah, öğleden sonra ve güneş battıktan sonra duadan
ibarettir. Dua sırasında Kudüs’e dönülür, ayakta durulur, eller semaya doğru
açılır, baş öne doğru eğik bir vaziyette Tanrı’ya yakarılır. Dua eden kişi
şükür ve tazim esnasında rükûa varır ve dualar okuyarak kalkar.[182] İbadet esnasında
dini metinler haham tarafından okunur, bu sırada yarım rükû şeklinde hareketler
göze çarpar.[183] Bu şekliyle
Yahudilerin günlük ibadeti, Müslümanların namaz ibadetine benzemektedir.
Talmud’da da
İbrahim’in sabahları erken kalktığı, şafak vaktinde Tanrı’ya ibadet ettiği,
Yahudilerin Şaharit ibadetinin Hz. İbrahim’den kaldığı kaydedilmiştir.
Yahudilerin öğle vakti yaptıkları Minha ibadetinin İshak’tan, akşamleyin
yaptıkları Mearib ibadetinin ise Yakup’tan kaldığı zikredilmektedir.[184] Haftalık sabat
ibadeti ise sinagoglarda icra edilir. Sinagogda yapılan ibadetin en önemli anı
Tevrat rulolarının okunmasıdır. Sabat gününde dindar bir Yahudi hiçbir iş
yapmaz. Bu ibadet cumartesi akşamı havdala (ayrılma) diye isimlendirilen
bir törenle sona erer.[185]
Hıristiyanlıkta da
günlük, haftalık ve yıllık olmak üzere üç çeşit ibadet vardır. Günlük ibadet
önceleri günde yedi defa iken sonraları sabah ve akşam olmak üzere
ikiye indirilmiştir.
Bu ibadetler için tespit edilmiş muayyen bir vakit yoktur. Sabah ve akşam
ibadeti genelde papaz eşliğinde kilisede yapılır. Bu ibadetler esnasında
İncil’den bölümler okunur, ilahiler söylenir. İncil ayakta dinlenir, dualar diz
çökerek ve yere kapanarak yapılır.[186]
Hıristiyanlıkta en önemli ibadet haftalık ibadet, pazar günleri sabah ve akşam
olmak üzere iki vakitte yapılır. Bu günde hiç bir iş yapılmaz, dünyevi şeylerle
meşgul olunmaz. Günlük ibadette olduğu gibi İncil’den bölümler okunur, ilahiler
söylenir ve vaazlar verilir. Yıllık ibadetler ise bayram ve anma günü
şeklindedir. Kilise yılı, normal yıldan farklıdır. Bazı bayram günleri sabit
iken bazılarının günü yeniden tespit edilmektedir. Kilise yılında genellikle
dört devre bulunur. Bu devrelerden advent devri, Hz. İsa’nın doğum gününü
hazırlayan ve dört hafta devam eden tövbe zamanıdır. Noel devri, Hz. İsa’nın
doğum günüdür. Üçüncü devre büyük paskalya oruç hazırlığı, sonuncu devre ise
paskalya devridir.[187]
Hıristiyanların
dini hayatında önemli bir yer tutan başka bir ibadet ise sakramentlerdir.
Sakrament, bizzat Hz. İsa tarafından tesis edilen kurumlara ve yaşadığı
tecrübelere kilise aracılığıyla katılmak anlamına gelmektedir. Sakramentlerden
ilk akla gelenler ise, Vaftiz (bir nevi abdesttir), Evharistiya, konfirmasyon
(kuvvetlendirme), günah itirafı, son yağlama, rahip takdisi ve nikahtır.[188]
III.
İBADETLERE
HAZIRLIK AMACIYLA YAPILAN TEMİZLİKLER
Kur’ân, ibadetler
için yapılması gerekli olan hazırlıkları açıklarken, sarhoşluktan uzak durmayı
şart koşmuş, ardından da cinsel ilişki veya tuvalet ihtiyacının giderilmesine
bağlı olarak meydana gelen kirlilikten de temizlenmeyi istemiş;[189] namaz
abdestinin
nasıl alınacağına dair ayrıntılara da yer vermiştir.[190] Ayrıca her iki ayette
de cünüplük durumu gusül konusu, teyemmümün yapılış şekli ve teyemmümü
gerektiren koşullar da tekrar edilmiştir. Biz de çalışmamızın bu bölümünde
ibadetlere hazırlık amacıyla yapılması gerekli olan temizlik faaliyetlerinden
abdest, gusül ve teyemmüm konusunu ve bu faaliyetlerin vaktini konuyla ilgili
ayetler bağlamından değerlendireceğiz.
Kur’ân’da, belli
organların yıkanması eylemiyle dile getirilen abdest kavramı, kelime anlamı el
suyu olan ve ab (su) ile dest (el) kelimelerinin birleşmesinden meydana gelen,
Farsça’dan Türkçe’ye geçmiş bir kelimedir. Arapça’da vudu [191] kelimesiyle
ifade edilir. Vudu kelimesi, şayet vav harfi üstün olursa anlamı abdest
alınan su, eğer vav harfi ötre olursa o takdirde yapılan iş
anlamına gelmektedir. Vudu kelimesinin vedu kelimesinin mastarı
olduğu da söylenmiştir. Her ikisinin aynı anlama geldiği de iddia edilmekle
birlikte, doğrusunun vedu olduğu vudu demenin yanlış olduğu da
dile getirilmiştir. Kelimenin aslının وَُضََاءَ
ة’ten geldiği, bunun da güzellik ve nezafet manasında olduğu, bu
kelimeyle kastedilenin bazı azaların yıkanması olduğu belirtilmiştir.[192] Abdest, dini bir
terim olarak ise, bazı ibadetleri yapmak için vücudun belirli uzuvlarını
usulüne uygun yıkamak ve mesh etmek[193]
olarak tarif edilmiştir.
Kur’ân-ı
Kerîm’deki abdest ayetine göz attığımızda vedu kelimesinin bizzat ayette yer
almadığına bunun yerine abdest alırken yıkanması gereken organlara
değinildiğine şahit olmaktayız:
يَا أيَُّھَا الَّذِينَ آمَنوُا إِذاَ قُمْتمُْ
إِلَی الصَّلاَةِ فَاغْسِلُوا وُجُوھَکُمْ وَأيَْدِيَکُمْ إِلَی الْمَرَافِقِ
وَامَْسَحُوا بِرُءُوسِکُمْ وَأرَْجُلَکُمْ إِلَی الْکَعْبَیْنِ ج
“Ey iman edenler!
Namaza kalkacağınız zaman yüzlerinizi, dirseklere kadar ellerinizi ve
–başlarınıza mesh edip- her iki topuğa kadar da ayaklarınızı yıkayın”[194]
Ayetin tefsiri
sadedinde Zeyd b. Eslem, “Ey iman edenler! Namaz için kalktığınızda” ifadesinin
namaz için uykudan uyandığınızda manasına geldiğini söylemektedir.
Bazıları ise kelamda hazf olduğunu bu takdirde ayetin anlamının
011٥ 0101011 10020025112 011711204//0/ 16171 7107710 10/0٥/ /0/0/1/01/711 00060/05151
getirmektedir. Namaz
için her hazırlık yapıldığında abdest almak vacipti, daha sonra ise bu durum
nesh edilmiştir diyenlerde vardır.[195]
Kurtubî (ö.
656/1258) ise ayetin muhkem olduğunu ve nesh edilmediğini söylemiştir. Abdullah
b. Hanzala b. Ebi Amir’den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber ilk önce her
namaz için abdest almakla emredilmişti. Bu ayet nazil olduktan sonra sadece
abdestsiz olduğunda abdest almakla emredildi. Hz. Peygamber’in ve sahabeden
birçoğunun da böyle amel etmesi bu işin faziletli olduğunu göstermektedir.
Ancak Hz. Peygamber Mekke’nin fethine kadar her vakit için abdest aldığı halde
Mekke fethedildiği gün birkaç vakit namazı bir abdestle kılarak, bozulmadığı
müddetçe bir abdestle birden fazla vaktin namazının kılınacağını göstermiş ve
böylece ümmetine kolaylık sağlamıştır. Öyle ki, Hz. Ömer Hz. Peygamber’e, daha
önce böyle hiç yapmadığını söyleyerek bu durumu sormuş Hz. Peygamber de bunu
bilerek yaptığını söylemiştir.[196]
Kurtubî de tefsirinde
tartışmaları epeyce zikrettikten sonra “abdest üzerine abdest almak nur üzerine
nurdur” hadisini zikreder. Ayrıca Süddi’nin Zeyd b. Eslem’den şöyle dediğini
nakleder: اِذَ ا قَُمَْتَمُْ
اِ لَي الصَّ لَوةِ ayetinin
manası “yatağınızdan kalktığınızda yani uykudan uyandığınızda” anlamındadır.
Zira insan uykuda abdestli mi yoksa abdestsiz mi olduğunu bilemez. Bu durum
bütün abdestsiz olduğu zamanları kapsamaktadır. O zaman takdim ve tehire
giderek ayetin manası şu şekilde takdir edilir:
يايھاالَّذِينَ آمَنوُا إِذاَ قُمْتمُْ إِلَی
الصَّلاَةِ مِنَ النَّوْمِ، أوَْ جاء أحد منکم من الغائط أو لَمستم النِّسَاء-
يَعْنِي الْمُلاَمَسَةَ الصُّغْرَى- فَاغْسِلوُا، فَتمََّتْ أحَْکَامُ الْمُحْدِثِ
حَدَثاً أصَْغَرَ
“Ey İman edenler!
Namaz için uykudan uyandığınızda ya da abdest bozmaktan geldiğinizde veya
kadınlara dokunduğunuzda abdest organlarınızı yıkayınız.” Böylece abdestsiz
olan kişiyle ilgili hükümler tamamlanır. Bu konuda başka bir te’vilden söz eden
Kurtubi, bahsi şöyle tamamlar: Ayette yer alan اِذ
اَ قَُمَْتَمُْ ifadesi اِذ اَ ارَََدْ تَمُْ anlamındadır.
Bu tıpkı şuna benzer: “Kur’ân okuduğunuz zaman Allah’a sığının” ayetindeki
Kur’ân okuduğunuz zaman ibaresi Kur’ân okumak istediğiniz zaman demektir.
Doğrusunu Allah bilir.[197]
Bu tartışmalardan yola çıkarak konuyla ilgili şunları
söyleyebiliriz: İslam’da bir tür temizlik olan abdest, namaz vakti girince veya
hiçbir vakitle ilgisi olmasa bile abdestle yapılması gereken ibadetleri yapmak
istediğimizde almamız gereken farz bir ibadet olmaktadır. Mekke’nin fethine
kadar her vakit için abdest alan Peygamberimiz Mekke’nin fethinde birkaç vakit
namazı bir abdestle kılarak ümmetine kolaylık olabileceğini göstermiştir. Her
ne kadar abdest ayeti Medine’de nazil olsa bile bundan önce de Peygamberimiz ve
Müslümanlar abdest alıyorlardı. Bu konu siyer âlimlerinin üzerinde ittifak
ettiği bir husustur.[198] Demek oluyor ki
abdestin vakti namaz vaktinin girmesiyle farz olmaktadır. Ayrıca hiçbir vakitle
ilgisi olmasa bile kişinin abdestli olması şart olan bir ibadet yapmak
istediğinde de yine abdest almasının farz olduğunu düşünüyoruz.
Gusül abdesti
insanların içinde bulunduğu durumlara göre değişiklik arz eder. Gusül abdesti,
bazı durumlarda farz, bazı durumlar da ise sünnettir. Biz burada guslün
tanımını yaptıktan sonra gusül abdestini gerektiren durumlardan cünüplük, hayız
ve nifas durumları hakkında bilgi vereceğiz.
Gusül kelimesi bir şeyin temiz ve pak olmasına delalet eden gasele
kelimesinden türetilmiş isimdir. [199] Gusül, bütün bedenin
tamamen yıkanmasıdır. [200] Gusül;
cünüplük, hayz ve nifas gibi hükmi kirlilikten temizlenme niyetiyle bütün
vücudu su ile yıkamayı ifade eder.[201] Bu temizlik bütün
vücudun yıkanması şeklinde olduğu için boy abdesti olarak da
isimlendirilmektedir.
2.
Guslün
Gerekli Olduğu Durumlar
Cünüplük, bazı
temel ibadetlerin yerine getirilmesine engel olan manevi temizlik halidir. Bu
durum, insanın tenasül organından meni denilen özel sıvının çıkmasıyla oluşur.
Bu durumdaki kimselere cünüp veya cenabet denir.[202]
Akıl ve baliğ olan kadın ve erkek bir Müslüman’ın, her ne surette olursa olsun,
cünüp olduğu zaman gusül abdesti alması farzdır. Çünkü Yüce Allah ilgili ayette
şöyle buyurmuştur: “Eğer cünüpseniz, iyice yıkanarak temizlenin.”[203]
İbadetleri yerine
getirebilmek için bir hükmi kirlilik olan cünüplükle ilgili olarak başka bir
ayette de şöyle buyrulmuştur:
يَا أيَُّھَا الَّذِينَ آمَنوُا لََ تقَْرَبُوا
الصَّلاَة وَأنَْتمُْ سُکَارَى حَتیَّ تعَْلَمُوا مَا تقَُولُون وَلََ جُنبًُا
إِلََّ عَابِرِي سَبِیلٍ حَتیَّ تغَْتسِلوُا
“Ey İman
edenler! Sarhoş iken ne söylediğinizi bilinceye kadar, bir de -yolcu
olma durumunuz müstesna- cünüp iken
yıkanıncaya kadar namaza yaklaşmayın.”[204]
Bu ayetin nüzul
sebebiyle ilgili olarak Keşşâf’ta şöyle bir bilgi geçmektedir:
“Abdurrahman b.
Avf, yemek ve içecekten oluşan bir ziyafet verir. Arkadaşlarından bir grubu da
davet eder. Henüz içki içmek mubahtır. Sarhoş oluncaya kadar yiyip içerler.
Sonra akşam namazının vakti gelince birisi namaz kıldırır fakat Kâfirûn
Suresi’ni yanlış okur. Bunun üzerine bu ayet nazil olur.” Artık namaz vakitleri
içerisinde içki içmiyorlardı. İçkiyi haram kılan ayet nazil olana kadar yatsı
namazından sonra içtiler. Ayette yer alan namaza yaklaşmayın cümlesi
bundan çekinin ve bunu yapmayın anlamındadır. Bu ifade zinaya yaklaşmayın,
fuhşa yaklaşmayın ayetleri gibidir. Zemahşerî (ö. 538/1144) bu ayetin
tefsirini yaparken salat kelimesinin hem namaz hem de namaz kılınacak
yer anlamına geldiğinden bahsetmektedir.[205]
Aynı manaya
Râzî’nin tefsirinde de rastlıyoruz. Râzî, salat kelimesinin mescid
anlamına geldiği görüşüne sahip olanların İbn Abbas, İbn Mes’ud, Hasan-ı Basri
ve Şafii olduğunu söylemektedir. “Salat” kelimesinin mescid anlamına geldiğini
düşünenlerin iki delili vardır: Birincisi, burada muzaf hazfedilmiştir. Aslında
“namaz kılınacak yere yaklaşmayın” manasındadır. İkinci delil ise Hac Suresi
40. Ayette geçen “salavat” kelimesi namaz kılınacak yer anlamındadır. “Salat”
kelimesinin bizzat namaz anlamına geldiğini söyleyenler çoğunluktadır. Bu
takdirde ayetin anlamı “sarhoşken ve cünüp olduğunuz halde namaz kılınan
yerlere (mescitlere) yaklaşmayın” demektir.[206]
Buna göre sarhoş olanlar ne dediğini bilinceye, cünüp olanlar ise boy
abdesti alıncaya kadar namazlarını kılmamalıdır.
Bu ayette alkolden
doğan sarhoşluktan sakınma konusu, cünüplükten sakınma meselesiyle
ilişkilendirilmiştir. Her iki durumda da ibadet yapılması yasaklanmıştır. “Ve
la cünüben” ifadesi, “ve entüm sükara” ifadesinin üzerine
atfedilmiştir. Böylece sarhoşken ve cünüp haldeyken namaza yaklaşmayın
anlamı ortaya çıkmıştır.[207] Dikkat edilirse
ibadet öncesinde gusül ve abdesti emreden hükümlerle, sarhoşken namaza
yaklaşmayı yasaklayan hüküm aynı ayette zikredilmiştir. Kanaatimize göre bu
durum, ibadetler için yapılan temizlik eylemlerinde bilincin uyarılmasının da
amaçlandığına işaret etmektedir.
Yolcu olanlar
müstesna olarak tercüme edilen bölüm ise ayette عابِرِي سَبِیلٍ olarak
geçmektedir. Bu ifadenin lafzi tercümesi ise yolu geçenlerdir. Ayetin
hemen aşağısında
yolcuları anlatmak
üzere عَ لي سََفَرٍ ifadesi kullanılmıştır. Yolcular böyle ifade
edildiğine göre عابِرِي سَبِیلٍ ifadesine farklı bir anlam vermek gerekmektedir.
İşte böyle düşünen ve bir kısım açıklayıcı rivayetlerden de yararlanan
tefsirciler bu ifadeyi, yolu mescitten geçenler, mescitte oturmadan bir
tarafından girip diğer tarafından çıkarak yoluna devam edenler şeklinde
anlamışlardır.
Medine'ye hicret
edildiğinde Hz. Muhammed (sav.) ilk olarak orada bir mescit yaptırmıştır.
Mescidin çevresinde bazı sahabelerin evleri vardı. Bu evlerin şehre açılan yolu
mescitten geçiyordu. Bu nedenle bazen cünüp olarak mescitten geçmeleri
gerekebiliyordu. Bu ayet buna izin vermiş, bazı rivayetlere göre Resûlullah
birkaç istisna dışında bazı sahabelere evlerinin yollarını değiştirmelerini
söylemiştir. [208] Bu açıklamayı
benimseyenlere göre "... namaza yaklaşmayın" cümlesindeki
namazdan maksat sarhoşlar için namaz ibadeti, cünüp olanlar için ise namaz
kılınan yer olan mescittir. Cünüp olanlar, içinde oturmamak üzere -ihtiyaca
binaen- mescide girip çıkabilirler. Bu tefsiri yapanlar içinde İbn Mes'ûd (ö.
32/652-53), İbn Dînâr (ö. 212/ 828), Nehaî (ö. 96/714), Mâlik, Şafiî gibi
âlimler vardır. Ayeti farklı yorumlayan, aralarında İbn Abbas, İbn Cübeyr,
Mücâhid, Ebû Hanîfe gibi âlimlerin de bulunduğu diğer gruba göre "yolu
geçenler"den maksat yolculardır. Yolculukta su bulunmaması, mevcut
suya hayati ihtiyacın bulunması gibi sebeplerle cünüp olanlar boy abdesti
almakta güçlük çekebilirler; bu sebeple yolculuk halinde cünüp olanlara
teyemmüm meşru kılınmıştır. Ayetin daha sonraki bölümünde alâ sefer
şeklinde farklı bir ifade ile yolcular geçeceği halde burada zikredilmesi,
suyun bulunmaması veya suya olan ihtiyacın yolculuk halinde daha fazla
olmasındandır.[209] Biz de bu ayetin
tefsirinden yola çıkarak diyebiliriz ki, cünüplük hali gusül abdestiyle
giderilince namaz ibadetinin ifası anlaşılmaktadır. O halde gusül ibadetinin
vakti cünüplük halinin son bulduğu zaman olduğunu söyleyebiliriz.
Yine bir ibadetin
yerine getirilebilmesi için hayız ve nifas halinden temizlenilmesi gerektiğini
belirten ayet ise şöyledir:
وَيَسْألَُونَكَ عَنِ الْمَحِیضِ قُلْ ھُوَ أذًَى
فَاعْتزَِلوُا النِّسَاءَ فِي الْمَحِیضِ وَلََتقَْرَبوُھُنَّ حَتیَّ يَطْھُرْنَ
فَإِذَا تطََھَّرْنَ فَأتْوُھُنَّ مِنْ حَیْثُ أمََرَکُمُ اللََّّ إِنَّ اللََّّ
يحُِبُّ التوََّّابِینَ وَيحُِبُّ الْمُتطََھِّرِينَ
“Sana kadınların
ay hâlini sorarlar. De ki: “O bir ezadır (rahatsızlıktır). Ay hâlinde
kadınlardan uzak durun. Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın.
Temizlendikleri vakit, Allah’ın size emrettiği yerden onlara yaklaşın. Şüphesiz
Allah çok tövbe edenleri sever, çok temizlenenleri sever.”[210]
Sözlükte suyun
akıp taşması, kanın akması anlamlarına gelen hayız kelimesi, fıkıh terimi
olarak ergenlik çağına giren sağlıklı kadının rahminden düzenli aralıklarla
akan kanı ifade eder. [211]
Nifas ise, doğum
yapan kadından doğumun ardından gelen kan demektir. Aynı zamanda kanın
gelmesiyle oluşan ve bazı ibadetlerin yapılmasına engel olan hükmi kirliliği
ifade eder. Kendisinden bu kan gelen kadınlara loğusa adı verilir.[212]
Taberî’nin
beyanına göre Araplar, hayızlı kadınla aynı evde oturmaz, aynı kaptan yiyip
içmezlerdi. Bu konu hakkında Hz. Peygamber’e soru sormaları üzerine söz konusu
ayet nazil olmuştur. Ayet, hayızlı kadınla temizleninceye kadar sadece cinsel
ilişkiyi yasaklamış, diğer münasebetlere izin vermiştir. Bazı rivayetler de
hayızlı kadınla arkadan ilişkiye giren kimselerden bahsedilmiş ve bu sebeple
de: “Onlar temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın, temizlenince de Allah’ın
emrettiği şekilde onlarla birlikte olun” diye emredilmiştir. Eza
(eziyet) kelimesinin tefsirlerde birçok anlamı olmakla birlikte hayız kanının
kötü kokulu ve necis olmasından dolayı burada pislik olarak isimlendirilmiştir.
Mücahid’den nakledilen bir rivayette ise eza kelimesi kan olarak tefsir
edilmiştir.[213] “Temizleninceye
kadar onlara yaklaşmayın” ayeti “kan kesilinceye
kadar yaklaşmayın”
şeklinde “Allah temiz olanları sever” ayeti ise hayızdan, nifastan ve
cünüplükten temizlenme olarak açıklanmıştır.[214]
Söz konusu
ayetlerdeki ifadeler Hz. Peygamber’in sözleri ve uygulamaları ile açıklığa
kavuşturulmuştur.[215] Bu açıklamalar
fıkıh konularını ihtiva ettiği için biz detaya girmiyoruz.
Teyemmüm kelimesi,
sözlükte kastetmek (yönelmek) anlamına gelir. [216]
Bu anlamıyla teyemmüm kelimesi Kur’ân’da “Ey iman edenler! Kazandıklarınızın
iyilerinden ve rızık olarak yerden size çıkardıklarımızdan Allah yolunda
harcayın. Size verilse, gözünüzü yummadan alamayacağınız kötü malı, hayır diye
vermeye kalkışmayın. Biliniz ki Allah zengindir, övgüye lâyıktır.”[217] ayetinde
geçmektedir.
Terim olarak ise
teyemmüm, suyu temin etme veya kullanma imkanının bulunmadığı durumlarda büyük
ve küçük hükmi kirliliği gidermek amacıyla iki eli temiz toprak veya yer
cinsinden sayılan bir maddeye sürerek yüzü ve iki kolu mesh etmekten ibaret
hükmi temizliktir.[218]
Teyemmüm
kıssasının, Beni Müstalik Gazvesi dönüşünde ya da Zatü’r-Rika Gazvesi’nde
olduğunu belirten farklı görüşler vardır. [219]
Teyemmüm, Hz. Aişe’nin gerdanlığını kaybetmesi dolayısıyla Resulullah ve
ashabının susuz bir yerde konaklaması ve abdest alacak su bulamaması üzerine
nazil olan, “…Eğer hasta olur veya yolculukta bulunursanız yahut sizden
biriniz abdest bozmaktan gelirse veya
kadınlara dokunup
da su bulamazsanız o zaman temiz bir toprakla teyemmüm edin; yüzlerinize ve
ellerinize ondan sürün. Allah, size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez. Fakat
O, sizi tertemiz yapmak ve üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister ki
şükredesiniz.”[220] ayeti ve Hz.
Peygamber’in kavli ve ameli sünnetiyle sabittir.[221]
Yüce Allah, “…üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister” ifadesiyle namaz
kılmak istediğinizde eğer su bulursanız, abdest veya gusletmek ile kendisine
itaat ederek günahlarınızdan arınmanızı, şayet su bulamazsanız teyemmümü mübah
kılarak üzerinizdeki nimetini tamamlamayı istemiştir.[222]
Bu durum da teyemmümüm, manevi ve sembolik bir temizlenme yolu olarak kişiye
manevi ve psikolojik olarak temizlik duygusu kazandıracağını ve kişinin
kendisini Allah’a kulluk için her zaman hazır hissetmesine imkan sağlayacağını
söyleyebiliriz.
"Eğer
hasta olur veya bir yolculukta bulunursanız... -bu durumlarda- su
bulamamışsanız" ifadesinden yalnızca hastalık veya yolculuk halinin
teyemmüm ruhsatı için yeterli olmadığı, ayrıca bu durumlarda suyun bulunmaması
veya bulunsa bile kullanma imkânının olmaması gerektiği anlamı çıkmaktadır. Su
bulunmadığında hasta ve yolcu olmayanlar da teyemmüm edebildiklerine göre
burada hasta ve yolcu olmanın önemi kalmamaktadır. Şu hâlde niçin bu kayıtlar
konmuştur? Bu soruya şu cevaplar da verilmiştir:
a)
Suyun
bulunmama ve kullanılamama ihtimali hastalık ve yolculuk halinde daha fazla
olduğundan bu iki durum özellikle zikredilmiştir.
b)
Suyu
bulamamak mecazen bulunduğu halde ihtiyaç, korku, zarar görme gibi bir sebeple
onu kullanma imkânından mahrum olmak mânasına da gelmektedir. Yolcular ve
hastalarda bu mânada suyu bulamama hali daha çok olmaktadır.[223]
Sonuç olarak her
iki ayette de sarhoş ve cünüp olanların yapamayacakları hususları sıralamakta,
gusül ve teyemmümün hangi durumlarda alınması gerektiği belirtilmektedir.
Teyemmüm, abdest ve gusülde olduğu gibi su ile değil toprak veya
IV. FARZ OLAN İBADETLERDE VAKİT
İslam dininin iki
temel kaynağı, Kur’ân ve sünnettir. Çoğu zaman biri olmadan diğerinin ne ifade
ettiğini anlamak zor olabilir. Kur’ân, benzerinin getirilmesi mümkün olmayan
tarzda mu’ciz bir kitaptır.[224] Mu’ciz olması
sebebiyle de çoğu konuların özüne temas etmiş, açıklamasının da Resul (sav.)’ü
tarafından yapılacağını bildirmiştir.[225]
Örneğin Kur’ân’da oruçla ilgili olarak, “...öyle ise içinizden kim
Ramazan ayına ulaşırsa onda oruç tutsun.” buyrulmaktadır. Bu ayette genel
bir ifadeyle yetinilerek ay kelimesi kullanılmış fakat gün sayısı
belirtilmemiştir. Oruca başlama ve bitirme vakitleri açıkça zikredilmemiştir.
Yine Kur’ân’da birçok ayette zekâtın da farz olduğu açıkça bildirildiği halde,
zekâtın ne zaman, hangi mallardan, hangi oranlarda verileceği de
belirtilmemiştir. Gerek oruçta gerekse zekâtta bu detaylandırmaların
bildirilmemesi, insanların diledikleri şekilde ibadetlerini yerine
getirecekleri anlamına gelmemektedir. Nitekim kimse bu görüşü savunmamış, bütün
alimler sünnetin bu konularda bağlayıcı olduğunu savunmuşlardır.[226] Yine Kur’ân’ın
bildirdiğine göre Hz. Peygamber kendisine indirilen vahyi insanlara tebliğ
etmek,[227] açıklamak[228] ve onu yaşamakla[229] sorumlu
tutulmuştur. Bu nedenle Kur’ân’ın en büyük müfessiri, Hz. Muhammed (sav.)’dir.
Yüce Allah, Kur’ân’ı hayata geçirme konusunda müminleri Hz. Peygamber’in
uygulamalarıyla sınırlandırmış, [230]
onu örnek almalarını [231] ve ona tabi
olmalarını istemiştir.[232] Bir ayette yüce
Allah, “Eğer (bir tehlikeden) korkarsanız, namazı yaya olarak veya binek
üzerinde kılın. Güvenliğe kavuşunca da Allah’ı, (namazda) daha önce
bilmediğiniz ve onun size öğrettiği şekilde anın”[233]
buyurmuştur. Bilindiği üzere namaz
konusunda
da Kur’ân’da ayrıntılı bir bilgi verilmemiştir. Bu nedenle ayette geçen size
öğrettiği şekilde ifadesi oldukça dikkat çekicidir. Bu ifade Hz. Peygamber
(sav.)’in, Yüce Allah’tan Kur’ân’ın dışında da Cebrail (a.s) vasıtasıyla
birtakım bilgiler aldığını göstermektedir. Nitekim Cebrail (a.s)’in Hz.
Peygamber’e (sav.) gelerek, beş vakit namazı her şeyiyle uygulamalı olarak
öğrettiğine dair rivayetler de mevcuttur. [234] Özellikle
dinin ibadet ve muamelata bakan büyük bir bölümü sünnetin yorumuyla
şekillenmiştir. Hatta bu durumla ilgili olarak tabiin alimlerinden Mekhul (ö.
113/731), “Kur’ân, sünnetin açıklamasına ihtiyaç duyar” demiştir. [235] Biz de bu bağlamda
çalışmamızı Kur’ân merkezli yapmakla beraber, Kur’ân’ın farziyetini bildirip
tatbik keyfiyetini Resul’üne bıraktığı hükümler konusunda sünnete de müracaat
ederek bu ifadeye uygun bir şekilde hazırladığımızı belirtmek isteriz.
Arapçası salât
olan namaz kelimesi sözlükte, dua, istiğfar ve övgü anlamlarına gelir. Dini bir
kavram olarak ise namaz, İslam’ın beş temel esasından biri olup, belli
eylemleri ve rükünleri olan özel bir ibadettir.[236]
Ancak Kur’ân’daki salat kelimelerini inceleyen bazı alimlere göre daha farklı
anlamlara gelmesi de mümkündür. Örneğin Firuzabadi’ye göre salat kelimesi
Kur’ân’da onüç farklı anlamda,[237] Suyûtî’ye göre ise
dokuz farklı anlamda kullanılmaktadır. [238]
İki alimin ortak kabullerinin dışındaki anlamları da dikkate alındığında salat
kelimesinin Kur’ân’da dua, [239] rahmet, [240] istiğfar,
[241] korku namazı, [242] cenaze namazı, [243] bayram namazı, [244] Cuma namazı, [245]
cemaatle namaz, [246] sefer namazı, [247] geçmiş ümmetlerin
namazı, [248] ibadet edilen
mabetler,[249] beş vakit namaz,[250] gibi anlamlarda
kullanıldığına şahit olmaktayız.
İbn Faris’e [251] göre ise salat
kelimesi صلي
(sıly) kökünden iki anlama gelmektedir. Birincisi ateş ve cehennem
manasındadır. Zira Araplar eğik olan bir değneği ateşe tutup doğrulttukları
zaman صلیت العود بالنار “değneği
ateşe tutup, doğrulttum” derlerdi. Buna göre namaz kılan kimse değneği
ateşe tutup düzelten gibi zahirini ve batınını düzeltmeye çalışmaktadır. Salat
kelimesinin ikinci anlamı ise duadır. Nitekim Hz. Peygamber bir hadisi
şeriflerinde şöyle buyurmuştur:
إِذاَ دُعِيَ أحََدُکُمْ، إِلَی طَعَامٍ فَلْیُجِبْ،
فَإِنْ کَانَ صَائِمًا، فَلْیصَُلِّ، وَإِنْ کَانَ مُفْطِرًا، فَلْیَطْعَمْ
“Sizden birisi
bir yemeğe çağrıldığında icabet etsin. Eğer oruçsuz ise yemeği yesin, oruçlu
ise dua etsin”[252] Yani davet edenin
bereketi ve hayrı için dua etsin anlamındadır.
Râgıb el-İsfahâni
de صَ لِّي kelimesinin
tutuşturulmuş ateş anlamına geldiğini ifade etmektedir. Bu kelimenin
geçtiği Kur’ân ayetlerini sıralayan İsfahâni, Salatun kelimesinin dil
ehline göre dua ve teberrük anlamına geldiğini, ayrıca ibadet edilen mabetlere
de salavat ismi verildiğini söylemiştir.[253]
Nitekim Kur’ân’ı Kerim’de şöyle buyrulmuştur:
وَلَوْلََ
دَفْعُ اللََّّ النَّاسَ بَعْضَھُم بِبَعْضٍ لَّھُدِّمَتْ صَوَامِعُ وَبِیَعٌ
وَصَلَوَاتٌ وَمَسَاجِدُ يذُْکَرُ فِیھَا اسْمُ اللََّّ کَثِیرًا
“Eğer Allah’ın,
insanların bir kısmını bir kısmıyla defetmesi olmasaydı, içlerinde Allah’ın adı
çok anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler muhakkak yerle bir
edilirdi.”[254]
Ayrıca Kur’ân’da
namaz kavramı sadece salat kelimesiyle ifade edilmemiştir. Bunun yanında rükû,[255] sücud,[256] zikir,[257] ibadet,[258] kıyam,[259] kıraat,[260] tesbih,[261] gibi özel fiillerin
bulunduğu kelimelerle de ifade edilmiştir. [262]
Birçok ayette geçen “salat” kavramı ve türevlerine genellikle
namaz anlamı verilmiş, ancak gerek ayetlerin muhtevası gerekse nazil olduğu
dönemler dikkate alındığında “salat” kavramının her zaman namaz kılmak anlamına
gelmediği görülmüştür. [263] Bundan dolayı namaz
emrinin içinde sadece salat kelimesi geçen ayetlerde aramanın yanlış bir
düşünce olduğunu söyleyebiliriz.
İslam’da yüce
Allah’a yaklaşmanın belki de en güzel yolu namazdır. Namaz, muhkem bir farzdır.
Farz oluşu; kitap, sünnet ve ümmetin icma‘ı ile sabittir.[264]
Sadece Kur’ân’dan delil olması açısından içerisinde namaz geçen ayetler
incelendiğinde “namazı kılın,”[265] “namazı kılarlar,”[266] “namazı kıl,”[267] “namazla yardım
dileyin,”[268] “namazlara
ve orta namaza devam edin,”[269] “namazı emret,
kılmalarını söyle”[270] gibi emir
siygasıyla gelen cümleler Kur’ân’da namazın farziyetine delalet eden
ayetlerdendir. Nitekim namazın farziyyetini sadece Kur’ân’daki namazı kılın
ifadesinden değil; namaz kılanları metheden, [271]
kılmayanları kınayan, [272] namazın,
ferdin
davranışlarındaki olumlu etkisini dile getiren ifadelerin[273] tümünden hasıl olan
kuvvetli ve kesin bir delilden çıkartılması gerektiğini savunan alimler de
vardır.[274]
n.
Kur’ân’da
Namaz –Vakit İlişkisi
Namaz vakitlerine
Kur’ân-ı Kerîm’de ya açıkça ya da işaret yoluyla değinilmiştir. Kur’ân’da
namazın beş vakit olarak farz kılındığına dair bir ibarenin bulunmamasından
yola çıkarak beş vakit namazın Kur’âni olmadığını söylemek Kur’ân’ın kendine
has olan dil ve üslubunu bilmemek demektir. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’in ahkamını
Kur’ân’ın bütünlüğünden külli kaidelerinden çıkarmak gerekir. Ayrıca dinin
ibadet ve muamelata ait kısmının sünnetle şekillendiğini ve hayatiyet
kazandığını da unutmamak gerekir. Bununla birlikte Kur’ân, beş vakit namaza
mücmel olarak ancak sarahate yakın bir şekilde işaret etmektedir. Bu bağlamda
namaz ve vakit ile ilgili ayetleri üç gruba ayırmak[275]
mümkündür:
a.
“Namazı
dosdoğru kılın”, [276] “Beni anmak için
namaz kıl”, [277] “namazla yardım
dileyin”, [278] “Onlar gabya
inanırlar, namaz kılarlar, [279] “Namazı emret,
kılmalarını söyle”,[280] şeklinde veya buna
yakın ayetler daha önce de zikrettiğimiz gibi genel olarak namazın
vücubiyyetine delalet etmektedir. Namaz için şart koşulan vakit ise bu
ayetlerde zikredilmemiştir.
b.
Kur’ân’da,
“Şüphesiz namaz, müminlere belirli vakitlere bağlı olarak farz kılındı.”
[281] buyrularak vakit,
namazın şartlarından biri ve farz olmasının sebebi sayılmıştır. Kur’ânda rükû,
secde ve kıraat gibi namazın bazı şartlarından bahsedilse bile, namazın kaç
vakit olduğu, nasıl ve kaç rekât kılınacağından bahsedilmemektedir. Biz bütün
bunları Hz. Muhammed’in (sav.) uygulamalarıyla sünnetten öğreniyoruz. Nitekim
O: “Sizden biri evinin önünden geçen bir nehirden günde beş defa yıkansa o
kimsede kir kalır
mı?” diye sorduğunda kendisini dinleyenler, “Hiç kir kalmaz!” deyince Allah
Resulü: “İşte beş vakit namaz da böyledir. Allah bu beş vakit namazla günahları
siler.” [282] buyurarak Kur’ân’ın
kendine has üslubuyla farz kılınan namaz ibadeti ayrıca ameli Kur’ân olan sahih
sünnetle de beş vakit olarak tayin edilmiştir.
c.
“Güneşin
zevalinden (öğle vaktinde Batı’ya kaymasından) gecenin karanlığına kadar (belli
vakitlerde) namaz kıl. Bir de sabah namazını kıl. Çünkü sabah namazı
şahitlidir.”[283]
“O halde, onların
söylediklerine sabret ve güneşin doğuşundan ve batışından önce Rabbini hamd ile
tesbih et. Gece vakitlerinde ve gündüzün uçlarında da tesbih et ki hoşnut
olasın.”[284]
“Namazlara ve orta
namaza devam edin”[285]
“Öyle ise akşama
girdiğinizde sabaha kavuştuğunuzda, Allah’ı tesbih edin. Göklerde ve yerde hamd
O’na mahsustur. Gündüzün sonunda ve öğle vaktine girdiğinizde Allah’ı tesbih
edin.[286]
“Gündüzün iki
ucunda ve gecenin gündüze yakın zamanlarında namaz kıl. Doğrusu iyilikler
kötülükleri giderir. Bu öğüt kabul edenlere bir öğüttür.”[287]
Mealini verdiğimiz
bu ve buna benzer ayetlerin manasına yakın ayetler namazların vücubiyyetini ve
kılınmasını, sebepleri olan vakitlere detaylı olarak bağlamaktadır. Kur’ân’da
beş vakit namaza üslubu gereği sarahate yakın bir şekilde işaret eden bu ayetleri
açıklamanın faydalı olacağını düşünüyoruz.
“Güneşin
zevalinden (öğle vaktinde Batı’ya kaymasından) gecenin karanlığına kadar (belli
vakitlerde) namaz kıl. Bir de sabah namazını kıl. Çünkü sabah namazı
şahitlidir” [288] ayetiyle ilgili
olarak İmam Mâlik, İbn Abbas’tan bu ayette geçen
“dulükü’ş-şems’in
güneşin meyletmesi, “gasaki’l-leyl”in de gece karanlığının bastırması
manasında kullanıldığını rivayet etmiştir. Bu rivayete dayanarak İmam Mâlik de
bu ayetteki “dulükü’ş-şems’i öğle ve ikindi namazları, “gasaki’l-leyl”i
akşam ve yatsı namazları, “kurane’l-fecr’i de sabah namazı olarak
açıklamıştır.[289]
İbn Abbas (r.a), “O
halde, onların söylediklerine sabret ve güneşin doğuşundan ve batışından önce
Rabbini hamd ile tesbih et. Gece vakitlerinde ve gündüzün uçlarında da tesbih
et ki hoşnut olasın”[290] ayetinin ne eksik
ne fazla beş vakit namaza delalet ettiğini ifade ederek sözlerine şöyle devam
etmektedir: “Güneşin doğmasından evvel” ifadesi sabah namazına; “Güneşin
batmasından evvel” ifadesi de öğle ve ikindi namazlarına işaret eder. Çünkü
bu ikisi güneş batmadan öncedir. Ayetteki, gece vakitlerinde ifadesi akşam ve
yatsı namazını içine alır. Gündüzün uçlarında ifadesi de gündüzün iki tarafında
yer alan sabah ve akşam namazlarını te’kid eden bir ifade olmuş olur.[291]
“Namazlara ve
orta namaza devam edin”[292] ayetinde de beş
ayrı vakte işaret vardır. Buradaki salavat kelimesi çoğul olup namazlar
anlamına gelir. Râzî tefsirinde söz konusu ayeti şu şekilde yorumlamıştır:
Salavat ibaresi namazın çoğulu olup namazlar anlamına gelmektedir. Bu ibare
çoğul olduğundan en az üç rakamına delalet etmektedir. Orta namaz ibaresi ise
namazın üçten fazla olduğunu göstermektedir. Zira orta namaz farklı bir ibare
olmasından dolayı üçün üzerine ziyade demektir. (Yani bu durumda ayet üç namaz
ve ayrıca da orta namazdan bahsetmektedir). Eğer bu orta namazı üçün
ortasındaki namaz diye yorumlarsak tekrar yapılmış olur. Bu ifade namazın dört
vakit olduğunu da göstermez. Çünkü dört rakamının ortası yoktur. Öyleyse
salavat kelimesinin en az beşe tekabül etmesi gerekir. İşte böylece bu ayet beş
vakit namazın vücûbiyyetine bu şekilde delalet etmektedir.[293]
Ayrıca Allah Resulü’nden (sav.) Hendek Savaşı hakkında nakledilen şu rivayet de
orta namazın ikindi namazı
olduğuna işaret etmektedir: “Onlar bizi
orta namazdan (ikindi namazından)
alıkoydukları gibi Allah da onların
evlerini ve kabirlerini ateşle doldursun.”[294]
Özellikle bunlar
arasında yukarıda mealini verdiğimiz Rum suresi 17 ve 18. ayetlerdeki “Öyle ise
akşama girdiğinizde sabaha kavuştuğunuzda, Allah’ı tesbih edin. Göklerde ve
yerde hamd O’na mahsustur. Gündüzün sonunda ve öğle vaktine girdiğinizde
Allah’ı tesbih edin” ifadeleri beş vakit namaza açıkça işaret etmesi açısından
oldukça dikkat çekicidir. Burada beş vakit namaz saatleri özetlenmiştir ki, bu
vakitler zamanın ahirete doğru akışını gösteren en önemli değişme anlamlarını
takip
eden bereketli saatlerdir.[295]
Beş vakit namaza
işaret eden ayetlerden biri de Hud suresinin 114. ayetidir. Bu ayette Allah
Teala mealen şöyle buyurmaktadır: “Gündüzün iki ucunda ve gecenin gündüze yakın
zamanlarında namaz kıl. Doğrusu iyilikler kötülükleri giderir. Bu öğüt kabul
edenlere bir öğüttür.” Bu ayette geçen “gündüzün iki ucu” ile ifadesiyle
“sabah ve ikindi” veya “sabah, öğle ve ikindi” veya “sabah ve akşam” veya “öğle
ve akşam” veya “öğle ve ikindi”[296] namazlarına; “Gecenin
gündüze yakın zamanlarında” ifadesiyle de “yatsı” veya “akşam ile yatsı”
veya “sabah, akşam ve yatsı” [297] namazlarına işaret
edilmektedir.
Ayette geçen zülef
kelimesi zülfe’nin çoğuludur. Arapçada çoğullar en az üç sayıdan oluşur.
Buna göre ayetteki ifadeden, ikisi gündüzün tarafında, üçü de gecede olmak
üzere beş vakit namaz anlaşılmalıdır. Bu durumda gündüzün iki ucu
ifadesinden maksat öğle ve ikindi namazları, gecenin gündüze yakın
zamanlarında ifadesinden maksat ise akşam, yatsı ve sabah namazlarıdır. Bu
ayette sabah namazının gece namazından sayılmasının sebebi ise gündüz
namazlarda kıraatin sessiz, sabah
namazında ise sesli olmasıdır.[298]
Ayrıca yukarıda
örnek olarak verdiğimiz ayetlerden başka bazı ayetlerde[299]
de beş vakit namazın vakitlerine işaretler bulunmaktadır. Biz de Kur’ân’da
namaz vakitlerinin kesin sınırlarla belirtilmemesinde bir hikmet ve rahmet
olduğunu düşünüyoruz. Zira namaz vakitlerine kesin sınırlar konulsaydı,
namazlar belirlenen vakitlerin dışında asla kılınamazdı. Bu da ümmete zor
gelirdi. Yine Kur’ân beş vakit ifadesini açıkça kullansaydı bu durumda ruhsat
olarak verilen namazların cem’i belki de mümkün olmayacaktı.
Burada bir hususu
da zikretmenin faydalı olacağını düşünüyoruz. Bu bölümde örnek olarak
verdiğimiz İsrâ 17/78, Tâhâ 20/130 ve Hûd 11/114. ayetlerinin beş vakit namaza
işaretin yanında, namazın bir müminin her anını kuşatması gerektiğine dair
işaretler de vardır. Bu ayetlerde namazın hayatın her anına misafir olması,
hatta onunla nasiplenebilmek için fırsat kollamanın gerektiği de
anlaşılmalıdır. Burada dikkat edilecek diğer bir husus da namazın vaktinde eda
edilmesidir. Eğer Müslüman kendisinden istenildiği gibi, namazı ilk vaktinde
kılarsa; bu vakti muhafaza etme, tahsis edilen zaman dilimlerine dikkat etme,
her amel için belirlenen uygun vakte karşı hassas davranma yönünde müminin
tabiatına da bir ayarlama getirir. Bu da kendisini zamandan murat edilen gayeyi
tam olarak elde etmeye götürür.[300]
Kıymetli eserler
vücuda getiren alimlerin hayatlarını incelediğimizde vakitlerini muhafaza etme
adına murat edilen gayeyi ifa ettiklerine şahit olmaktayız. İbn Cerir’in
talebesi ve arkadaşı Kadı Ebubekir bin Kâmil (ö. 120/738), İbn Cerir’in
vakitlerinin ve işlerinin ne kadar düzenli olduğunu şu şekilde izah ediyor:
“Yemeğini yedikten sonra sandal ağacı ve gül suyuyla boyanmış kolları kısa hayş[301] gömleğiyle uyurdu.
Daha sonra kalkar ve evinde öğle namazını kılar, ikindiye kadar eser yazardı.
Peşinden dışarı çıkar, ikindiyi kılardı. Namazdan sonra insanlara faydalı olmak
için oturur, akşama kadar okutturur veya kendisine okunurdu. Akşam ile yatsı
arasında da fıkıh ve kendi çalışmaları için otururdu. Daha sonra evine giderdi.
Aziz ve Celil olan Allah’ın muvaffak kıldığı gibi, gece ve gündüzlerini
kendisine, dinine, insanlara faydalı olmak
için
taksim etmişti. [302] Müslüman için bu beş
vakit zaman dilimi arasındaki meşguliyetler de ibadet telakki edilir. Bütün
bunlar ulemanın vakit konusunda ne kadar dikkatli, bir o kadar da titiz
olduğunu göstermektedir. Onların ibadetlerin vakitleri konusundaki
gösterdikleri hassasiyetler hayatlarına yansımış, böylece Şari’nin ibadetleri
vakitleri belli olarak farz kılmasının gayesi de bir anlamda gerçekleşmiş
olmaktadır.
B.
Farz
Olan Namazların Vakitleri
İkinci fecrin
(fecr-i sâdık) ortaya çıkmasından güneşin batışına kadar geçen süredir. Fecr-i
sâdık, sabaha karşı doğu ufkunda tan yeri boyunca genişleyerek yayılan
aydınlıktır. Bu andan itibaren yatsı namazının vakti çıkmış, sabah namazının
vakti girmiş olur.[303] Sabah namazı
Kur’ân’da ismi bizzat zikredilen vakitlerden birisidir. Nitekim:
أقَِمِ الصَّلاَةَ لِدُلُوكِ الشَّمْسِ إِلَی غَسَقِ
اللَّیْلِ وَقرُْآنَ الْفَجْرِ إِنَّ قُرْآنَ الْفَجْرِ کَانَ مَشْھُودًا
“Güneşin
zevalinden (öğle vaktinde Batı’ya kaymasından) gecenin karanlığına kadar (belli
vakitlerde) namaz kıl. Bir de sabah namazını kıl. Çünkü sabah namazı
şahitlidir”[304] ayetinde sabah
namazının vaktine şahit olmaktayız.
Fecr, yarma,
akıtma ve fışkırma anlamlarına gelir.[305]
İsim olarak ise; sabahın erken saatlerinde güneşten doğu ufkuna ulaşan
kızıllıktır.[306] Fecr, sabahın
başlangıcıdır.
Bu vakte fecr
denmesinin sebebi gecenin karanlığını delip sabahın aydınlığını getirmesidir.
Fecr ifadesiyle kastedilenin sabah namazı olduğu konusunda icma vardır. 303
Fecr, fecr-i kâzib ve fecr-i sâdık olmak üzere iki kısma ayrılır:
a.
Fecr-i
kâzib (yalancı sabah, geçici tan): Araplar bunu kurt kuyruğu olarak
adlandırırlar. Bu fecr gökyüzünde dikey olarak yukarıya doğru tırmanarak
yayılan aydınlıktır ki peşinden hemen karanlık gelir. O aydınlık insanları
yanılttığı için ona fecri kâzib denilir.
Semure b.
Cündüb’ün bildirdiğine göre Allah’ın Resulü şöyle buyurmuştur: “Bilal’in
çağrısı bir de şu beyazlık sizi aldatmasın; kızıllık fışkırsın veya kızıllık
doğsun”[307] Hz. Peygamber’in
“şu beyazlık” dediği; ufuk aydınlığı yani aldatan kızıllık fecr-i kâzibtir.
b.
Fecr-i
sâdık (doğru sabah): Ufukta yatay olarak meydana gelen, karanlıkla aydınlığı
enlemesine bölen bir ışık kümesidir. Ebû Musa el-Eş’ari bizlere şu bilgiyi
vermektedir: “Ogün Allah Resulü sabah namazını fecr yarıldığı sırada kıldırdı.
İnsanlar birbirlerini neredeyse tanıyamayacaktı.”[308]
Bu bilgi bizlere Hz. Peygamber’in sabah namazını ilk vaktinde kıldırdığı
bilgisini vermektedir.
Şu haber ise sabah
namazını geciktirerek, ortalık aydınlanmaya başladığı zaman da kılınacağına
işaret etmektedir:
Ebu’l Minhâl, Ebû
Berze’den şöyle nakletmiştir: “Allah Resulü sabah namazını kıldırırken her
birimiz yanında oturanı tanırdı.”[309]
Bu konuda meşhur olan Cebrail’in (a.s) imamlığıyla ilgili hadistir. İbn
Abbas’tan rivayet edilen, Cebrail (a.s), Hz. Peygamber’e birinci gün sabah
namazını fecr doğunca kıldırmış, ikinci gün ise ortalık iyice aydınlandığı
zaman kıldırmış ve “bu iki vakit arasındaki zaman senin ve
ümmetinin sabah
namazı vaktidir, bu aynı zamanda senden önceki peygamberlerin de vaktiydi”[310] hadisi de sabah
namazı vaktinin ne zaman olduğuna işaret etmektedir.
Sabah namazının
vaktinin sonunun güneş doğduğu zaman olduğunun delili ise şu hadistir: “Kim
güneşin doğmasından önce sabah namazından bir rekâta yetişmişse, sabah namazına
yetişmiş olur.” [311] Güneşin doğmasıyla
kastedilen ise güneşin üst ucunun ufukta yükselerek görünür hale gelmesidir.
Bir gece ve
gündüzde farz olan namazlar beştir. Bunların ilk farz olanı ise öğle namazıdır.
[312] Öğle namazının
vakti güneşin zevalinden yani güneşin en tepe noktasından batı ufkuna doğru
meyletmeye başlamasından itibaren başlar, fey’i zevalden yani güneşin doğu ufku
ile batı ufku arasındaki göğün tam tepe noktasında bulunduğu sırada her şeyin
gölgesi iki misli oluncaya kadar devam eder.[313]
Şu ayet gündüzün ilk namaz vaktinin güneşin tepe noktasından batıya kaymasıyla
başladığına işaret etmektedir:
أقَِمِ الصَّلاَةَ لِدُلُوكِ الشَّمْسِ إِلَی غَسَقِ اللَّیْلِ
“Güneşin
zevalinden (öğle vaktinde batıya kaymasından) gecenin karanlığına kadar (belli
vakitlerde) namaz kıl.”[314] Bu ayetteki delk
Arapçada eli bir şeye sürtmek ve
ovmak manasınadır. Güneşin
dülüku ise elin ovulan yerin üstünden kayması gibi, güneşin tepe
noktasından batıya kaymasını yani zeval vaktini ifade eder.[315]
Bunu Hz. Peygamber’in (sav.) şu uygulaması da desteklemektedir: Ebû Said
er-Rakkâşî diyor ki; Enes b. Mâlik’e “Allah Resul’ünün namaz vakti nasıldı”
diye sordum. O da dedi ki: “Öğle namazını düluk’uş-şems (güneşin tepe
noktasından batıya kayması) sırasında kılardı.”[316]
Yine şu hadis de öğle namazının ilk vaktine delalet etmektedir: “Şüphesiz
namazın ilk ve son vakti vardır. Öğlenin ilk vakti, güneşin tepe noktasından
zail olduğu zamandır.”[317]
Görüldüğü üzere
öğle namazının vaktinin başlangıcı hususunda ihtilaf yoktur. Ancak son vakti
konusunda ihtilaflar vardır. Öğle namazının son vakti konusunda yukarıda
zikrettiğimiz, “her şeyin gölgesinin iki misli oluncaya kadar devam etmesi”
görüşü Ebû Hanife’ye (ö. 150/767) aittir. Ebû Yusuf (ö. 182/798) ve İmam-ı
Muhammed (ö. 189/805) ise ‘bir şeyin gölgesi kendi misli olunca öğle namazının
vakti sona erer’ demişlerdir. Ebû Hanife ise göre ise “her şeyin gölgesi kendi
misli olduğunda öğle namazının vakti sona erer. Ancak ikindi namazının vakti
girmez. İkindi namazının vakti her şeyin gölgesi iki misli olduğunda girer.”
Böyle olunca öğle ve ikindi arasında mühmel (boş, ihmal edilmiş) bir vakit
meydana gelmiş olur.
Cumhurun bu
konudaki delilleri şu hadistir: “Cebrail (a.s) bana Kabe’nin yanında iki defa
imamlık yaptı. İlk gün öğle namazını, gölge bir ayakkabı bağı kadar iken
kıldırdı. Sonra her şeyin gölgesinin kendi boyu kadarken de ikindiyi kıldırdı…
Cebrail (a.s) ikinci kez imamlık yaptığında öğle namazını, dünkü ikindi
vaktinde, her şeyin gölgesinin kendi boyu kadarken öğle namazını kıldırdı.
İkindiyi ise her şeyin gölgesi kendinin iki katı olduğu vakitte kıldırdı… Sonra
Cebrail (a.s) bana döndü ve ‘Ya Muhammed, bu senden önceki peygamberlerin
ibadet vaktidir. Namaz vakti bu iki vakit arasında kalan zamandır’ dedi.” [318] Bu hadiste
Cebrail’in (a.s) ilk gün ikindi namazını her şeyin gölgesinin kendi boyu kadar
olduğunda kıldırdığını, İkinci gün ise öğle namazını her şeyin gölgesinin kendi
boyu kadarken kıldırdığını görmekteyiz.
İkindi vaktinin
başlangıcı (ihtilaflı olmakla birlikte) öğle namazının vakti çıktığı andan
itibaren başlayıp güneşin batmasıyla son bulur.[319]
Yani her şeyin gölgesi kendi boyu kadar olunca ikindi vakti girer, (Ebû
Hanife’ye göre iki misli olduğu andan itibaren) güneşin batmasıyla sona erer.
Hz. Peygamber, “Kim ikindiden bir rekâta güneş batmadan önce yetişirse, o namaz
olur”[320] buyurarak ikindi
namazının son vaktine işaret etmiştir. Abdullah b. Amr b. As da Allah Resülünün
(sav.) şöyle dediğini rivayet etmiştir: “Öğlenin vakti ikindiye kadardır.
İkindinin vakti, güneş sararıncaya kadardır.”[321]
Fakat ikindi namazını güneşin sararmaya başladığı vakte kadar
ertelemek fakihler tarafından mekruh kabul edilmiştir. [322] Nitekim sevgili
peygamberimiz “Bu namaz münafıkların namazıdır. Onlardan biri güneş şeytanın
boynuzları arasına girinceye kadar oturur. Sonra kalkıp yeri gagalar gibi dört
rekat namaz kılar. Bu namazında Allah’ı az anar.”[323]
Güneşin batışıyla
başlar, şafağın kaybolmasına kadar devam eder. İmam Şafii’ye göre akşam
namazının bir tek vakti vardır. Bu da Cebrail’in fiiliyle takdir edilmiştir.
Cebrail’in imamlığı hadisinde “Cebrail bana akşam namazını iki günde de aynı
vakitte kıldırdı” ifadesidir.[324] Ayrıca Muhammed b.
Amir b. El-Hasan, Cabir b. Abdullah’ın şöyle dediğini rivayet etti: “Rasulullah
akşam namazını güneş batınca kılardı.” [325]
Hanefilere gelince
onların delili ise Ebû Hureyre’den nakledilen şu hadistir: “Akşam namazının
vaktinin başlangıcı güneş batıncadır. Sonu ise şafak kayboluncaya kadardır.”
Cebrail’in imamlığı hadisini ise Hanefiler şöyle yorumlarlar: Cebrail, akşam
namazının kılınması için müstehab olan vakti açıklamak istemiştir. Biz de böyle
söylüyoruz çünkü akşam namazının güneş batıp ufuk tamamen temizlendikten sonra
daha fazla geciktirilmesi mekruhtur. Bunu Hasan b. Ziyad Ebû Hanife’den
nakletmiştir. [326] Peygamberimiz
“ümmetim akşam namazında acele davranıp yatsı namazını geciktirdiği sürece
hayırlı yoldadır” [327] buyurmuştur. Ebû
Hanife’ye göre şafak, kızıllığın ardından gelen beyazlıktır. Hz. Ebû Bekir ve
Hz. Ayşe’nin görüşü de böyledir. Ebû Yusuf İmam Muhammed ve İmam Şafii’ye göre
şafak, beyazlıktan evvelki kızıllıktır. Hz. Ömer, Hz. Ali ve İbn Mes’ud’un görüşü
böyledir. İbn Abbas’tan gelen rivayetlerden biri de bu şekildedir. Esed b. Amr
(r.a) Ebû Hanife’den yaptığı rivayette bu görüşü nakletmiştir. Bunun izahı ise
şöyledir: Üç doğuş üç de batış vakti vardır. Vaktin girişinde dikkate alınan
orta doğuştur. Bu da ikinci fecirdir. Batışta da yine aynı şekilde orta vaktin
girişi dikkate alınır. Bu da kızıllıktır. Kızıllığın kaybolmasıyla yatsı
namazının vakti girmiş olur. Beyazlığın dikkate alınması zorluk anlamı
taşımaktadır. Çünkü beyazlık gecenin üçte bir vaktine yakın zamanda
kaybolmaktadır. Halil b. Ahmed, Mekke’de akşam beyazlığını gözetlediğini ancak
gece yarısından sonra kaybolduğunu söylemektedir. Denildiğine göre beyazlık yaz
gecelerinde asla kaybolmaz, sadece ufukta yayılır. Sabahleyin bir arada toplanır.
Bu nedenle zorluk olmaması açısından şafağın kızıllık olduğunu kabul etmek daha
makuldür. Ebû Hanife ‘kızıllık güneşin eseridir, beyazlık ise gündüzün
eseridir. Bütün bunlar kaybolmadıkça gece olmaz’ demiştir.[328]
Akşam namazının
vakti ile ilgili ayetleri incelediğimizde akşam namazının vakti “öyle ise
akşama girdiğinizde…”[329] ifadesinde olduğu
gibi bazen sarahaten, bazen de “Gecenin gündüze yakın zamanlarında…”[330] ifadesinde olduğu
gibi işareten Kur’ân’da yer almış, Allah’ın elçisinin uygulamalarıyla da sabit
olmuştur.
Akşam namazının
vakti çıkınca tartışmasız yatsı namazının vakti girer. Son vakti ise fecrin
doğmadığı zamandır. [331] Yani ikinci fecrin
doğmasından hemen sonrasına kadardır. İkinci fecrin doğmasıyla sabah namazının
vakti girmiş olur. İmam Muhammed, Kitabu’l-Asıl’da yatsı namazının
vaktiyle ilgili olarak şafağın kaybolmasından gece yarısına kadar devam
ettiğini söylemektedir. Şayet bir kişi gece yarısından sonra fecir
doğmadan önce yatsı namazını kılarsa ne olur sorusuna; ‘caizdir, fakat bu vakte
kadar geciktirmek mekruhtur’ cevabını verir. [332]Hanefi
kaynaklarında yatsıyı gece yarısından sonraya geciktirmenin mekruh oluşu
“cemaatin azalması” ile gerekçelendirilir. [333]
Serahsi, el-Asıl’da geçen yatsının son vakti olan gece yarısı ifadesini şu
şekilde izah eder: “Aslında burada kastedilen yatsı namazını geciktirmenin
mübah olduğu vakittir. Çünkü yatsı namazının vakti ikinci fecrin doğuşuna kadar
uzanır. Fecr doğmadan önce kafir Müslüman olsa ya da çocuk buluğa erse ona
yatsı namazı farz olur. Biz Hanefilerde durum böyledir. Şafiler de ise yatsının
son vakti gecenin üçte biri geçtiği zamandır. İmam Şafi delil olarak
“Cebrail bana yatsı namazını ikinci gün gecenin üçte biri geçtiği zaman
kıldırdı”[334]
hadisini alır.”[335]
Yatsı namazı
vaktiyle ilgili ayetler şunlardır:
“Ey inananlar
ellerinizin altında bulunan köle ve cariyeler ve içinizden henüz ergenliğe
ermemiş olanlar, sabah namazından önce, öğle sıcağında soyunduğunuzda ve yatsı
namazından sonra yanınıza gireceklerinizde üç defa izin istesinler. Bunlar
sizin açık bulunabileceğiniz üç vakittir. Bu vakitlerin dışında birbirinizin
yanına girip çıkmakta size de onlara da bir sorumluluk yoktur. Allah size
ayetlerini böylece açıklar. Allah bilendir, hakimdir.” [336]
Söz konusu ayette “sabah namazı” ve “yatsı namazı” ifadeleri sarahaten
zikredilmiştir. Bu sebeple bu ayet-i kerîmenin yatsı vaktine ve sabah vaktine
delil olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Ayet ev içerisindeki hizmetçilere ve buluğa
ermemiş çocuklara ebeveynlerin odasına izin almadan girmemeleri gerektiğini
öğretirken bu üç vakti zikretmektedir. Vakitleri tayin ederken ise bilhassa
sabah ve akşam vakti ifadeleri yerine sabah namazından önce ve yatsı namazından
sonra diyerek namaz vakitlerine vurgu yapmaktadır. Ayette geçen zaman dilimleri
aynı zamanda namazların kılındığı vakitlerdir. Bütün bu ayetler beş vakit
namazın zaman dilimlerinin belli olduğunu bize göstermektedir. Buna göre her ne
kadar ikindi ve yatsı namazı vakitlerinin isim olarak zikredilmese de ilgili
ayetlerde bir şekilde ifade edildiğini, vakitlerin bu ayetler içerisinde
mündemiç olduğunu söyleyebiliriz.
Konuyla ilgili bir
başka ayet ise şöyledir: “Onların dediklerine sabret; güneşin doğmasından ve
batmasından önce Rabbini hamd ile tesbih et; gece saatlerinde ve gündüzleri de
tesbih et ki rabbinin rızasına eresin.”[337]
Ayette geçen “gece saatleri” ifadesi müfessirlerin çoğunluğuna göre yatsı
namazıdır. Hem yatsı hem de teheccüd namazına delalet ettiğini söyleyenler de
mevcuttur.[338] Bu ayetin tefsirine
ilişkin bazı açıklamalara ikindi namazının vakti konusunda değinmiştik.
Bir başka ayette
ise şöyle denilmektedir: “Gündüzün iki ucunda ve gecenin gündüze yakın
zamanlarında namaz kıl. Doğrusu iyilikler kötülükleri giderir. Bu öğüt kabul
edenlere bir öğüttür.”[339] Mevdûdî ayeti
tefsir ederken şunları söylemektedir: Bu ayet namazın üç vakitte yani sabah,
akşam ve yatsı vakitlerinde ikamesini öngörüyordu. Bu da gösteriyor ki, ayet
namazın miraç esnasında beş vakit olarak emredilmeden önce nazil olmuştur.
Ayrıca o, “iyilikler kötülükleri giderir” ibaresi hakkında kötülüğü dünyadan
kazımanın yolunun salih ameller işlemekten ibaret olduğunu, faziletli olmanın
en iyi yolunun ise namazı ikameden geçtiğini, namazın bize tekrar tekrar
Allah’ı hatırlattığını, sistemli ve birleşik kötülük cephesine karşı başarıyla
savaşma nitelikleri kazandırıp, iyiliğin ikamesi ve hayırlara işlerlik
kazandırma gücü olduğundan bahseder.[340]
Bununla birlikte
namaz vakitleri daha çok Hz. Peygamberin söz ve fiilleriyle ortaya çıkmıştır.
Beş vakit namazın farz kılınmasının ardından Cebrail (as) Rasulullah’a gelerek
birinci gün namazları ilk vakitlerinde, ikinci gün son vakitlerinde kıldırarak
başlangıç ve bitiş zamanlarını göstermiştir.[341]
Ayrıca Abdurrahman b. Muhammed İyaz el-Ceziri’ye (ö. 1941) göre namaz vakitleri
beş şeyle bilinir:
1-
Astronomik
hesaplara dayalı saatlerle.
2-
Güneşin
zevaliyle (Güneşin orta noktaya gelerek tepede durması): zevalden sonra meydana
gelen gölge. Bu gölgeyle öğle ve ikindi vakitleri bilinir.
3-
Güneşin
batmasıyla: Bununla da akşam namazının vakti bilinir.
4-
Gurup
yerindeki kırmızılığın gitmesi veya başka bir görüşe göre de beyazlığın
gitmesiyle: Bununla da yatsı namazının vakti bilinir.
5-
Ufukta
görülen beyazlıkla: Bununla da sabah namazının vakti bilinir.[342]
Bazı hadislerde
cuma günü ibadetinin daha önce Yahudi ve Hristiyanlara da farz kılındığı
zikredilmektedir. Peygamberimiz bu konuda: “Bizler dünyada en son gelenler,
kıyamet gününde ise en öne geçenleriz. Şu kadar ki, onlara bizden önce, bize
ise onlardan sonra kitap verilmiştir. İşte bugün onlara farz kılınıp da
hakkında ihtilafa düştükleri gündür. Allah bizi bugüne hidayet buyurdu. Onlar,
bu hususta bize tabidir. Yahudilerin bayramı yarın, Hıristiyanlarınki ise öbür
gündür” [343] buyurmuştur.
Cahiliye devrinde
de Cum’a günü ile ilgili bazı uygulamaların olduğunu görmekteyiz. Bugüne
“Yevmü’l Arube” (Araplık Günü) adını vermişlerdir. İbnü’l Cezvi de Kab b.
Lüey’in bugüne Cuma adını verdiğini bildirmiş onun okuduğu hutbelerden de bazı
bölümler nakletmiştir. [344] Bahsettiğimiz bu
konular, Cuma ibadetinin Hz. İbrahim’den kaldığını ve Kab b. Lüey zamanında
henüz devam etmekte olduğunu
göstermektedir. Belki
de daha sonraları Hz. İbrahim’in dinine ait diğer hususların terk edilmesi gibi
bu da terk edilip unutulmuştur.[345]
Cuma günü
ibadetiyle ilgili hüküm Kur’ân-ı Kerîm’de Cuma Suresi 9. ayette geçmektedir.
يََأَيُّـهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِذَا نُودِيَ لِلصَّلََةِ مِنْ
يَـوْمِ الُْْمُعَةِ فَاسْعَوْا إِلََ ذِکْرِ اللََِّّ وَذَرُوا الْبَـيْعَ
ذَلِکُمْ خَيٌْْ لَکُمْ إِنْ کُنْـتُمْ
تَـعْلَمُونَ
Râzî bu ayeti tefsir ederken لِلصَّلَةِ den maksadın namaz vakti
manasına geldiğini zikretmektedir. Ayrıca o, Cuma günü ibaresinin o gündeki
belli bir vakit anlamına geldiğini bütün bir günü kapsamadığını ifade eder.[346] Taberî ise
tefsirinde bu ifadenin “Cuma günü İmam hutbe için minbere oturduğu zaman Cuma
namazı için yapılan çağrıdır” der.[347]
Ayetteki Cuma günü ibaresi namaz için ifadesiyle desteklendiği için biz bunun
Cuma namazı için olduğunu anlıyoruz. Üstelik Hz. Peygamberin uygulamaları da bu
görüşü desteklemektedir.
Ayrıca ayetteki
“alış-verişi bırakıp namaza koşun!” ayetiyle kast edilen ibadetin öğle namazı
olduğu anlaşılır. Zira dönemin şartları dikkate alınırsa, sabah veya akşam ya
da gece alış-veriş yapılamayacağına göre, bu namazın öğlen vakti kılınan namaz
olduğu anlaşılır.[348]
Alimlerin çoğunluğuna göre Cuma namazının farzı tıpkı diğer
günlerdeki öğle namazının farzının edasının vakti gibi güneşin zevalinden
itibarendir.[349]
Oruç kelimesi,
Arapçada aynı manaya gelen savm ve sıyam kelimelerinin Farsça
karşılığı olan ruze kelimesinin Türkçeleşmiş halidir. Savm ve sıyam;
bir şeyden uzak
durmak, kendini
tutmak, yemekten, içmekten, cinsi münasebetten bireyin kendini alıkoyması gibi
anlamlara gelmektedir. Savm ve sıyam ile türevleri Kur’ân-ı Kerîm’de on üç
yerde[350] hadislerde ise çok
fazla sayıda yerde geçmektedir.[351]
Orucun Kur’ân’da zikredilen bir başka türü de insanın susma
hakkını kullanarak hiçbir şey konuşmaması ve meramını birtakım remizlerle ifade
etmesidir.[352] Cebrail’in (a.s) Hz.
İsa’yı babasız dünyaya getiren Meryem’e vahyettiği oruç da böyledir.[353] Bu susmanın Kur’ân’da savm
şeklinde ifade edilmesi, orucun sadece yeme ve içmeyle sınırlı olmadığını, aynı
zamanda Allah adına konuşulmayan bir zaman ve yerde susmanın da dolaylı olarak
oruç olduğu anlamına gelir. Ancak Hz. Meryem’in susma orucu yasaklanmıştır.[354] Hz. Meryem’in bu
uygulaması günümüzde oruçluyken yalan söylememek, gıybet etmemek, söz taşımamak
şeklinde anlaşılırsa günümüzde tutulan oruçlara bir anlam katar diye
düşünüyoruz. İşte bu anlamıyla oruç, midenin ve cinsel organların oruçlu
olmasının yanında, dilin de oruçlu olmasını ifade etmektedir. Nitekim bu
bağlamda Allah resulünün şu sözleri çok anlamlıdır: “Kim yalan söylemeyi ve
onunla iş yapmayı terk etmezse, Allah’ın onun yeme ve içmeyi terk etmesine
ihtiyacı yoktur.”[355]
İslam öncesi Mekke
toplumunda Arapların oruç ibadetini bildikleri gerek recep ayında gerekse aşure
gününde oruç tuttukları bilinmektedir. [356]
Kur’ân’ı Kerim’de orucun müminlere olduğu gibi önceki ümmetlere de farz
kılındığı açıkça belirtilmektedir. [357]
Birçok müfessir bu ayetin tefsirinde Yahudi ve Hristiyanları özellikle
zikretmektedir. Örneğin M. Hamdi Yazır (1878-1942), ilgili ayetin tefsirinde
Hristiyanların da ramazanda oruç tuttuklarını, bu orucun sıcak bir zamana
tesadüf etmesinden dolayı oruç tutmakta zorlandıklarını, bunun üzerine yaz ile
kış arasında
uygun
bir zamanı tespit etmek için toplanarak alimlerin kararıyla bahara tahsis
ettiklerini ifade etmektedir. Hristiyanlar bu değişikliğe kefaret olması için
on gün eklemişler ve oruç kırk gün olmuştur. Sonra hükümdarları hastalanmış
veya salgın bir hastalığa yakalanmış, bunun üzerine bir on gün daha ekleyerek
oruç elli gün olmuştur. Daha sonra bu elli gün zor geldiğinden orucun
mahiyetinde bazı değişiklikler yapmışlar, oruç günlerinde et ve yağlı yemekler
yemeyerek orucu perhize çevirmişlerdir.[358] Yahudi ve Hristiyanlara
farz olan oruç da büyük bir olasılıkla ramazan ayındadır. Çünkü İslam öncesi
cahiliye döneminde de Araplar arasında ramazan ayına özel bir saygı ve hürmet
gösteriliyordu.[359]
3.
Orucun
Farz Kılınışı ve Rü’yet-i Hilal Meselesi
Kameri dokuzuncu
ay olan ramazan ayında oruç tutmak İslam’ın beş şartından biridir. Oruç
hicretin ikinci yılında Şaban ayında farz kılınmıştır.[360]
Oruç tutmanın farz olduğunu ifade eden ayet şöyledir: “Ey iman edenler, oruç
sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki
korunursunuz.”[361] Farz olan orucun
vakti bir diğer ayette belirtilmiş ve; “ramazan ayı, insanlara yol gösterici,
doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın delili olarak Kur’ân’ın indirildiği
aydır. Öyle ise ramazan ayını idrak edenler, onda oruç tutsun.”[362] ifadesiyle onun,
ramazan ayında eda edilmesi gerektiği bildirilmiştir.
Tarih boyunca
insanoğlu zamanı tayin etmek için iki ölçü birimi kullanmıştır. Bunlardan
birisi güneş, diğeri ise aydır. Müslüman bir kimsenin günlük dinî yaşamının
düzenlenmesinde özellikle ibadet vakitlerinin belirlenmesinde bu iki unsur
oldukça önemlidir. Oruç ibadetini yerine getirirken de her iki ölçü birimini de
kullanırız. Ramazan ayının başlangıcını ve sona ermesini hilale göre
belirlerken, orucun başlangıç ve bitiş vaktini belirlemek için ise güneşi esas
alırız. Zira yirmi dört saatlik zaman
dilimi içerisinde
nereden nereye kadar oruç tutulacağı güneş esas alınarak belirlenir. Bu ise
güneşin doğuşundan batışına kadar geçen süreyi kapsamaktadır.
Rüyet-i hilal meselesi Hz. Peygamber’den günümüze kadar
tartışılan konulardan birisi olarak gelmiştir. Kur’ân’da vakitlerin
belirlenmesi için hilalin önem arz ettiği şu ayette açıkça ifade edilmiştir:
“Sana hilallerden soruyorlar. De ki: Onlar insanlar için
de hac için de vakit ölçüleridir.”[363] Buna göre oruç, hac
ve zekât ibadetlerin vakitlerinin belirlenmesinde ay hesabı dikkate alınır.
Orucun başlangıcı ve bitişi için ise hilalin görülmesi esas alınır. Ancak
hilalin gözlemlenmesinin şart olup olmadığı, astronomik hesaplamaların yeterli
olup olmadığı hala tartışma konusudur. Bu tartışmaların temelinde ise şu
hadisler vardır:
Ebû Hureyre (r.a)’den rivayet edildiğine göre Allah
Resulü şöyle buyurdu: “Hilali gördüğünüzde oruç tutun. Hilali gördüğünüzde de
bayram edin. Eğer hava kapalı olursa sayıyı otuza tamamlayın.”[364]
Abdullah b. Ömer’den (r.a) rivayet edildiğine göre Allah
Resulü şöyle buyurdu: “Ay yirmi dokuz gecedir. Hilali görmeden oruca başlamayın
ve hilali görmedikçe orucu açmayın. Şayet hava kapalı olursa onu takdir edin.”[365]
Bu hadislerde
Resulüllah (sav.) ramazanın tespiti konusunda üç farklı yöntem önerdiğine şahit
olmaktayız: Hilali gözetleyerek belirleme, bu olmazsa Ramazan’ı otuza tamamlama
ya da takdirde bulunma.
Klasik hadis kaynaklarında bu hadislerle ilgili yapılan
açıklamalara bakıldığında oruca başlanması için hilali gözle görmenin esas
olduğunu, bunun mümkün olmadığı durumlarda ayın otuz güne tamamlanması
gerektiğini belirten alimler çoğunluktadır. Bununla beraber az da olsa hesapla
olabileceğini savunan alimler de vardır.[366]
a.
Kamerî
Ayların Başlangıcının Ru’yet ile Belirlenebileceğini Savunanların Görüşleri
Hilali gördüğünüzde oruç tutun. Hilali gördüğünüzde de
bayram edin. Eğer hava kapalı olursa onu takdir edin.”[367] anlamındaki değişik
lafızlarda birbirini teyid eden hadisleri değerlendiren alimlerden İmam Mâlik,
Şafii, Ebû Hanife oruca başlama ve orucu bitirme konusunda hilalin gözle
görülmesi gerektiğini savunurken şayet hilal görülemez ise ayın tam sayı olan
otuza takdir edilmesi gerektiğini, hesap bilenlere başvurmaktan söz
edilmediğini belirtmişlerdir. Bu nedenle de şaban ayının yirmi dokuzuncu
gününden itibaren hilali görme çalışmalarının yapılmasının ve aynı şekilde
sürenin tamamlanması için de yine şevval ayının hilalinin gözetlenmesinin vacip
olduğunu ifade etmişlerdir. Hanbeliler ise bunu mendup olarak kabul
etmişlerdir.[368]
İmam Ahmed İbn Hanbel ise “eğer
hilali göremezseniz onun bulut altında olduğunu takdir edin” manasının
kastedildiğini belirtmiştir. Ayın yirmi dokuzunda hava açık olur da hilal
görülmezse, otuza tamamlanması gerektiğini; aksi halde hava bulutlu ya da sisli
olurda hilal görülmezse hilalin var sayılacağını ve ayın yirmi dokuz kabul
edileceğini beyan etmiştir. [369]
Müslümanların ramazan orucuna başlayıp bitirmeleri yaklaşık on dört asırdır
hilali gözlemleme yoluyla olmuş ve bugün de hala bazı ülkelerde bu uygulamaya
devam edilmektedir.
b.
Kamerî
Ayların Başlangıcının Astronomik Hesaplarla da Belirlenebileceğini
Savunanların Görüşleri
Oruç tutacak olan
birinin, fecr-i sâdık ve güneşin batışını gözleyerek oruca başlaması ve iftar
etmesi mümkün olduğu gibi bu olayların hesapla belirlenen zamanlarına göre de
imsak ve iftar yapması mümkündür. Çünkü rü’yet de hesap da vaktin tayini için
bir araçtır. Burada önemli olan vaktin doğru şekilde belirlenmesidir. Hilali gözlemek, Ramazan ayının başlangıcının
doğru tespiti için bir araç hükmündedir. Hilali
görmek amaç değildir. Hicri beşinci asırda yaşamış bir alim olan Subki bu
konudaki ince kavrayışının bir sonucu olsa gerek “eğer bir gün hesap rüyetten
daha
kesin sonuç verirse o zaman rüyete itibar edilmez,
hesapla hareket edilir, çünkü rüyette ittifak sağlanacak kadar bir kesinlik
oluşmuyor. Kavuşum denen olayın yeni ayın başlangıcı olduğu, kevni ayetlerin
bize gösterdiği itiraz edilemez bir gerçektir ve kavuşum yüzyıl sonrası için
bile saniyesine kadar tespit edilebiliyor” demiştir.[370]
Bir ayette Allah Teala; “Güneş ve ay bir hesaba bağlı
(olarak hareket ederler)”[371]
buyurmuştur. Buna göre güneşin ve ayın Allah’ın emrine uygun olarak
belirli bir hesaba göre hareket ettiği anlaşılmaktadır. Başka bir ayette de;
“Güneşi aydınlatıcı, ayı ise aydınlık yapan, yılların sayısını ve hesaplamayı
bilesiniz diye ona menziller belirleyen O’dur”[372] buyurularak güneşin
ve ayın doğduğu ve battığı vakitlerin hesapla tayininin
mümkün olabileceği vurgulanmıştır.
Ayın yirmi dokuz veya otuz gün olacağının hesapla
belirlenebileceği görüşünde olan İbn Süreyc, kaynaklarda aksi nakledilmekle
beraber Şafii’nin hilalin görülebilir bir şekilde ufukta mevcut olduğunu
astronomi veya ayın menzilleriyle istidlal edebilenlerin
oruç
tutmalarının caiz olduğu görüşünü benimsediğini söylemiştir.[373]
Başta tabiin büyüklerinden İbn Kuteybe, İbn Şureyh,
Zerkeşi, Takiyuddin Subki, Kadı Abdulcabbar gibi bir kısım alimler ise “onu
takdir edin” ifadesinden astronomik verilerin yeterli olacağını
belirtmişlerdir.[374]
Ayrıca İbn Aşur, M. Reşit Rıza, Tantavi Cevheri, Kâmil Miras gibi çağdaş
alimler de hilalin ilk defa görüleceği zamanın ve
yerin hesapla tayinin mümkün olduğunu ifade etmişlerdir.
İbadet vakitleri ve hilalin rüyeti herkes tarafından
kolay bir şekilde uygulanabilecek basit alametlere bağlanmıştır. Bize göre bu
ayların sınırlarının tespiti hilali gözlemleme yoluyla olabileceği gibi doğru
yapıldığı takdirde hesap yoluyla da
olabilmelidir.
Bugün hicri-kameri takvimi kullananlar da dahil olmak
üzere birçok İslam ülkesinde, kavuşumu takip eden gün ayın ilk günü sayılarak
önceden hazırlanan takvimler kullanılmaktadır.
Türkiye’de kameri aylar Kandilli Rasathanesi tarafından
1974 yılına kadar kriterlere göre tespit edilmiştir. Ancak hesaplamada hilalin
görülmesi esas alındığı halde hilali görerek ramazana başlayan ve bayram ilan
eden ülkelerle Türkiye arasında devamlı bir fark olmuştur. Bu farklılık
nedeniyle T.C. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın daveti üzerine kameri aybaşlarını
tespit için İstanbul’da 27-30 Kasım 1978 tarihinde Rüyet-i Hilal konferansı
düzenlenmiştir. Konferans üyeleri, dinin kabul etmeyeceği bu durumun bir çözüme
kavuşturulması gerektiği fikrinde birleşmişledir. Konferansa katılan ilim
adamları arasından din komisyonu ve astronomi komisyonu olmak üzere iki
komisyon oluşturulmuş, ilim adamları kendi ihtisas alanlarındaki konularda
sunulan tebliğleri değerlendirmişlerdir. Enine boyuna yapılan tartışmalardan
sonra konferans, oy birliği ile alınan bazı kararlarla sona ermiştir.[375]
Müslümanlar arasında birliği sağlayacak özellikte olan bu
kararlarla mesele çözüme kavuşturulmuştur. Ancak İslam ülkelerinin birçoğu
alınan kararlara uyduğu halde bazı ülkeler konferansta kabul edilen kararlara
uymamışlardır. Bu nedenle de konferanstan sonra arzulanan birlik tam anlamıyla
sağlanamamıştır. İstanbul Rüyet-i Hilal Konferansı kararlarını Türkiye
titizlikle uygulamaya çalışmış, diğer İslam ülkelerinde de uygulanması için
çaba göstermiştir. Alınan karar gereği 1989 yılına kadar her yıl toplanan takvim
komisyonunun bu yıldan itibaren toplanmasına gerek görülmemiştir. 1989 yılından
itibaren Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından hazırlanan ve Kandilli
Rasathanesi’nin onayladığı cetvel ve rüyet haritalarının İslam ülkelerine
gönderilmesiyle yetinilmiştir.
Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından ramazan,
şevval ve zilhicce hilalleri için hükmi rüyet [376] ile yetinilmemekte
ayrıca hilal gözetlemesi de yapılmaktadır. Bunun nedeni ise takvim ve
hesaplardan şüphe edilmesi değil rüyet-i hilal ile bunların doğruluğunun
ispatlanmasıdır.[377]
Birlikte hareket
etmenin önemini anlatan diyanet işleri eski başkanı Mehmet Görmez de bu konuda
iki temel ilkeden söz etmektedir: Bunlardan
birincisi hilalin tespitinde sadece çıplak gözle tespitten vazgeçip, astronomi
ilminin verilerini esas almaktır. İkincisi de ihtilaf-ı metaliye[378]
itibar etmemektir. Yani başka bir yerinde hilal görüldüğünde onu dünyada
yaşayan bütün Müslümanlar için kabul etmektir. Bu ilke üzerinde anlaşılmadığı
zaman Müslümanların bu ibadetleri beraber yapma imkânı yoktur. Ülkemizde
gerçekleştirilen son rüyeti hilal konferansında Müslümanlar bu ilke üzerinde
anlaştılar. Dediler ki biz bundan böyle sadece çıplak gözle hilali, gözetlemeyi
değil, biz astronomi ilminin geldiği noktaları tespit edelim, o verileri esas
alalım, takvimlerimizi ona göre hazırlayalım ve ihtilaf-ı metaliye itibar
etmeyelim. Konuyu örneklendiren Görmez, sözlerine şöyle devam ediyor: “Güney
Amerika’da Hint Okyanusu’nda hilal görüldüğünde bu eğer başka bir dünyada henüz
imsaka girilmemişse, diğer gün başlamamışsa bizim için de diğer Müslümanlar
için de geçerli olsun denildi. Bu tespiti bütün İslam ülkeleri kabul ettiler.
Sadece Suudi Arabistan çıplak gözle hilali gözlemlemeyi esas alacağını
söyledi.”[379]
Bu tartışma sadece bir hadisin veya bir ayetin
anlaşılması meselesi değil, bu tartışma Allah’ın kitabi olarak gönderdiği
ayetlerle, kevni ayetler arasındaki irtibatı kuramamaktan kaynaklanmaktadır.
Müslümanlar arasında bu hususta birliğin sağlanması son derece önemli olup,
konuyla ilgili ilmi gelişmelerden faydalanmak son derece önemlidir. Bu aya ve
güneşe Rabbimizin koyduğu hesaplarla Kur’ân’la gönderdiği ayetler arasındaki
ilişkiyi doğru tespit etmekle ilgili bir meseledir. Bu meselelerin ilmi çalışmalarla
mutlak surette paralel gitmesi gerekmektedir. Aksi
takdirde Müslümanlar arasında ihtilafın olması
kaçınılmazdır. Ayrıca her ülkeden alimlerin ortak karar vermesi Müslüman
toplumları ihtilaftan uzak tutarak rahatlatacaktır.
Son olarak da 2008 yılında Diyanet
İşleri Başkanlığı Din Hizmetleri Dairesi Vakit Hesaplama Şubesi tarafından
2009-2015 yılları için kameri aybaşları ve hesap ve haritaları adlı bir cetvel
hazırlanmıştır. Buna göre 2009-2015 tarihleri arasında bütün ayların rüyet ve
içtima durumları, hangi ülkelerden görülebileceği, dini gün ve geceler, ramazan
ve kurban bayramı günleri tespit edilmiştir.[380]
4.
Farz
Olan Oruçta İmsak Vakti
Bazı ibadetlerin
vakitlerinin hilale bakılarak tespit edildiğini şu ayet-ı Kerîmeden anlıyoruz.
“Sana ayın evrelerini soruyorlar. De ki onlar haccın ve insanların (öteki
faaliyetlerinin) vaktini gösterir.”[381]
Bu ayetin tefsirinde Muhammed Esed şu yorumu yapmaktadır: “Bu safhada kameri
aylara atıfta bulunulması, İslam’ın öngördüğü birçok dini vecibenin yerine
getirilmesinin -ramazanda oruç tutulması yahut Mekke’ye hac yapılması gibi-
ayların güneş yılının mevsimine bağlı olarak döndüğü kameri takvime
bağlanmasından kaynaklanmaktadır.”[382]
Oruç ibadetinin
başlangıç ve bitiş saatlerini belirten tek bir ayet vardır. O da “Tan yerinde
siyah iplik beyaz iplikten sizin için ayırt edilinceye kadar yiyin ve için,
sonra orucu geceye kadar tamamlayın.”[383]
ayetidir. Bu ayetin inmesine neden olan olay bize ayetin daha açık bir şekilde
anlaşılmasını sağlayacaktır. Bu olayı şöyle özetleyebiliriz:
İlk zamanlarda
Müslümanlar oruç tutacakları vakitte, akşamdan yatsı namazını kılıncaya ya da
uyuyuncaya kadar yiyip içtikleri gibi eşleriyle de cinsî münasebette
bulunabiliyorlardı. Yani imsâk vakti, yatsı namazından veya uykudan itibaren
başlıyordu.[384] Oruç günlerinin bir
gecesinde Kays b. Sırma ve Ömer b. el-Hattâb gibi bazı sahâbeler; yatsıdan
sonra da eşleriyle cimâda bulunmuşlar, bu durumdan pişmanlık duyan Ömer b.
el-Hattâb, Hz. Peygamber’in (sav.) huzuruna gelerek durumunu beyan etmiş, orada
bulunan sahabîlerden bazıları da benzer durumda olduklarını itiraf edince bu
ayet nazil olmuştur.[385]
İmsak vaktiyle
ilgili tartışmaların mihenk noktasını da işte bu ayet oluşturmaktadır. Acaba
gündüzün beyazlığından maksat gün doğmadan ufukta belirmeye başlayan beyazlık
mıdır? Yoksa güneşin doğuşu mudur? Beyaz iplikten maksadın gündüz, siyah
iplikten maksadın ise gece olduğu kaynaklarda detaylıca açıklanmıştır.[386] Fecr-i sâdık
ayetteki ifadesiyle beyaz iplik ile siyah ipliğin birbirinden ayrıldığı
zamandır. Bu aynı zamanda imsak vaktidir. Bunun böyle olduğunu hem ayette geçen
“mine’l-fecr” ifadesinden hem de Hz. Peygamber’in hadislerinden anlıyoruz.
Güneşin doğuşunu izlediğimiz zaman ilk önce güneş ışınlarının bulunduğu hizadan
göğe doğru bir kule gibi yükseldiğini görürüz. Akabinde güneş yükseldikçe
ufuktaki aydınlık yavaş yavaş ufka yayılır. Bu aydınlıktan sonra kırmızılık
başlar ve güneşin ışıkları ufukta perde gibi bir çizgi meydana getirirler.
Güneşin teğet noktasının görülmesi ile güneş doğmaya başlar ve bütün kursu
görülünce de güneş tamamen doğmuş olur. Hadislerde de fecrin iki kısma
ayrıldığı ilk önce görülenin fecr-i kâzib (yalancı fecr), diğerinin ise fecr-i
sâdık olduğu belirtilmiştir. Oruç ibadetinin vaktinin fecr-i sâdıkla [387] başladığı dile
getirilmiştir. “Fecr-i müstatıl (fecr-i kâzib) sizi aldatmasın, Fecr-i müstatır
(fecr-i sâdık) ortaya çıkıncaya kadar yiyiniz, içiniz.” [388]
Yiyiniz, içiniz, yalancı şafak (kule şeklindeki aydınlık) yemenize mâni
olmasın.”[389]
Bu ayetin
tefsiriyle ilgili olarak Elmalılı, yalancı fecrin beyazlığını dikey ve uzun
olmasından dolayı ipliğe benzetenlerin bulunduğunu belirtmektedir. Onlara göre
imsak vaktinin fecri kâzib ile başladığını açıkladıktan sonra bu görüşe
katılmadığını
bildirmiştir. Ona
göre: İmsakın başlangıcı yalancı fecirle olamaz. Fecri sadık, ilkin yayılmadan
önce küçük ve ince olur. Bu da ipliğe benzetilmesine engel değildir. Fecri
kazible fecri sadık arasında fark vardır. Fecri kazib ince olur ve fecri
sadıktan önce görülür ve uzayarak yükselir. Oruçlu kişi, fecirde beyaz iplik
gibi görülen bu vakti aşmamalıdır.[390]
Hüseyin Atay’a
göre ise güneş doğmadan gündüz olmayacağına göre güneş doğmadan önceki aydınlık
gündüzden sayılmaz ve gündüzün aydınlığı olamaz. Gece ile gündüzü birbirinden
ayıran kesin ve çok belirli bir çizgi olması gerekir ki bu çizgiyle herkes
gecenin bittiğini ve gündüzün başladığını görebilsin ve anlayabilsin. Bu kesin
çizgi ancak gündüzün doğuşuyla ortaya çıkar ve gündüzün aydınlığı o zaman bütün
gücü ile görünür ve bilinir.[391] Bu ifadelerden de
anlaşılmaktadır ki Atay’a göre fecri sadık’a kadar değil güneşin doğuşuna kadar
sahur edilebilmektedir.
Bu konuda
sahabenin tatbikine baktığımızda Hz. Ebû Bekir’den şu örnekle karşılaşıyoruz:
Salim b. Ubeyd diyor ki: “Ebû Bekir Sıddık’in yanında idim. Bir gece dilediği
kadar namaz kıldı. Sonra bana “çık bak şafak sökmüş mü?” dedi. Çıktım baktım.
“Göğe bir beyazlık yükselmiş” dedim. O, dilediği kadar namaz kıldı. Sonra bana
“çık bak şafak sökmüş mü?” dedi. Çıktım ve geri döndüm. “Gökte kırmızılık
yaygın hale geldi” dedim. “Şimdi gel yemeğimi getir” dedi.[392]
Bu rivayetten de Hz. Ebû Bekir’in sahuru geciktirerek yaptığı anlaşılmaktadır.
Bu hususta
zikredilen bazı hadisler ise şunlardır:
Hz. Enes’ten
rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber: “Ey Enes, bize sahur getir oruç tutmak
istiyorum, bir şey ver yiyeyim” dedi. Bilal ezan okuduktan sonra, kendisine
hurma ve su getirdim. Sonra bana; “Ey Enes, bak benimle beraber yiyecek
birileri var mı”? diye sordu. Zeyd b. Sabit’i çağırdım ve geldi. “Ey Allah’ın
elçisi, ben biraz çorba içtim oruç tutmak istiyorum” dedi. Hz. Peygamber de
“Ben de oruç tutacağım” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamberle yemek yedi. Hz.
Peygamber iki rekât namaz kıldıktan
sonra çıkıp namazı
kıldırdı. [393] Bu hadisi
incelediğimizde Zeyd’in ifadelerinden Hz. Peygamberi oruç tutmayacağını
zannetmiş, ancak Rasulullah kendisinin de oruç tutacağını söylemekle henüz
sahur vaktinin geçmediğini, geciktirilebileceğini ifade etmiş olmaktadır.
Ma’mer’in
Zühri’den onun da Said İbnu’l-Müseyyib’den haber verdiğine göre Hz. Peygamber
şöyle dedi: “Bilal geceleyin ezan okuyor. Her kim ki oruç tutmak isterse
Bilal’in ezanı ona engel olmasın. Ümmü Mektum ezan okuyuncaya kadar yesin
içsin.” Çünkü Ümmü Mektum ama idi, birisi ona sabah oldu demeden ezan okumazdı.[394]
İbn Cüreyc; “İlim
ehlinden birçok kişi haber verdi ki; iftarda acele etmek, sahuru geciktirmek,
namazda iken sağ elini sol elinin üzerine koymak Peygamberlerin ahlakındandır.”
dedi.[395]
Adiy b. Hatim
anlatıyor: “Sizce beyaz iplik siyah iplikten ayırt edilinceye kadar (Bakara
186) ayeti nazil olunca bir siyah bir de beyaz ip aldım yastığımın altına
koydum. Gece onlara bakardım ama farkına varamazdım. Sabah erken Allah’ın
elçisine gittim durumu anlattım. Hz. Peygamber “o gecenin karanlığı ve gündüzün
beyazlığıdır” dedi. [396] Görüldüğü üzere
gerek Hz. Peygamber’in gerekse sahabenin sahuru geciktirerek yaptıklarına
ilişkin rivayetler oldukça fazladır. Günümüzde de birçok Müslümanın sahuru
geciktirdiklerine şahit olmaktayız.
Günümüzdeki oruca
başlama vaktiyle ilgili olarak özellikle şehir hayatında insanların atmosferik
olayları gözlemlemesinin zor olması ve ümmet içerisinde aynı coğrafyada yaşayan
insanlar arasında birliğin sağlanması amacıyla vakitlerin hesapla belirlenmesi
sistemi takip edilmektedir. Astronomi ilmindeki gelişmelerle bu hesaplamalar
daha dakik bir şekilde yapılabilmektedir. Bu sebeple Diyanet İşleri Başkanlığı
da namaz ve oruç ile ilgili vakitleri hesapla belirlemektedir. Diyanet İşleri
Başkanlığı’nın Bakara 187. ayetle ilgili olarak dikkate aldığı da beyaz
iplikten maksadın sabahleyin doğu ufkunda yatay olarak belirmeye başlayan
beyazlığın, siyah iplikle de
gecenin karanlığının
kastedildiğidir. Müfessirlerin çoğunluğu da bu görüştedir.[397]
Tüm bu görüşlerden sonra diyebiliriz ki orucun farzlarından olan imsak vaktinin
Bakara Suresi’nin 187. ayeti belirlemektedir. İmsak vaktiyle başlayan orucun
zamanı Fecrin doğuşundan güneşin batışına kadar olan şer’i gündür. [398] Bu, güneşin
doğuşundan batışına kadar olan astronomik gün değildir. [399]
Astronomik olarak sabah şafağının başlangıcı güneşin 18°
ufka yaklaşma vakti olarak tespit edilmiştir. Buna astronomik tan
denilmektedir. Bu vakitte astronomik olarak sabah şafağı başlamıştır. Ancak bu
şafağın çıplak gözle görülebilmesi, kişinin bulunduğu yere göre farklılık
gösterebilir. Işık ve pus yoğunlunun ve hava kirliliğinin olmadığı berrak bir
havada yüksekçe bir yerde bu aydınlanma fark edilirken ışık ve pus yoğunluğunun
çok olduğu yerde çıplak gözle yapılacak gözlemlerde sağlıklı sonuçlara varmak
pek mümkün görülmemektedir.
Diyanet İşleri Başkanlığı şafağın başlangıcı
olarak 18 derece esas alırken bazı İslam ülkeleri ihtiyatlı davranmak adına 19
dereceyi esas almaktadır. Buna da temkin vakti adını vermektedirler. Nitekim Mescid-i Haram ve Mescid-i
Nebevi gibi Müslümanlar açısından çok önemli iki merkezde uygulama bu
şekildedir. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bu noktada orta bir yol takip
ettiğini görüyoruz. Daha önce diyanetin de temkin vaktini dikkate alarak
hesaplamayı yaptığını fakat sonradan bundan vazgeçtiğini bu kararında da
isabetli davrandığını düşünüyoruz. Aynı coğrafyada yaşayan insanlar arasında
bir birlikteliğin sağlanması önemli olduğundan hareketle Diyanet İşleri
Başkanlığı’nın bu konuda dikkatli davranması, uygulaması konusunda bireyleri
ikna etmesi gereklidir. Zira yukarıda verdiğimiz örneklerde de açıkça
görüleceği üzere bu konuda hadis kitaplarında her iki tarafın argümanlarını
destekleyen rivayetleri bolca bulmak mümkündür.
Etimolojik olarak ،زك-ي kökünden
türeyen zekât kavramı, sözlükte artmak, çoğalmak, bereket, temiz olmak, iyi,
düzgün, uygun ve verimli olmak gibi anlamlara gelmektedir.[400]
زكا fiilinden türetilen zekât kelimesi Kur’ân’da kişinin
nisap miktarı malı içerisinden fakirlere verdiği mal ve zekât verme
fiili anlamında hem isim hem de mastar olarak kullanılmaktadır.[401]
Sözlükte Allah’ın
bereketi ile hasıl olan artış anlamına gelen zekât, aynı zamanda temizlenmek,
arınmak anlamına da gelmektedir. Kişinin Allah hakkı olarak malından
fakirlere yaptığı yardıma da zekât denilmiştir.[402]
Dini terminolojide
ise zekât; Yüce Allah’ın Kur’ân’da belirtilen sınıflara verilmek üzere farz
kıldığı, zengin sayılan Müslümanların malından alınan belirli paya verilen
isimdir.[403]
Zekât kelimesi
Kur’ân’da mali yardım anlamında otuz kez geçmektedir. Bunlardan yirmi altısında
zekât ve namaz aynı ayette emredilmekte, bir yerde ise aynı ayette olmamakla
beraber ardı ardına namaz ve zekâttan söz edilmektedir. [404]
Dolayısıyla zekât ve namazın bir bütün olduğunu ve Kur’ân’ın da bu
bütünlüğe önem verdiğini, zekât ile namazı birbirinden ayırmanın ise bir
parçalanmışlığa sebep olacağını ifade etmek mümkündür. Üç yerde ise zekât
kelimesi, namazdan ayrı olarak tek başına geçmektedir.[405]
2.
Cahiliye
Döneminde Zekât Kelimesinin Anlamı
Zekât kelimesi Kur’ân öncesi cahiliye döneminde artmak,
çoğalmak anlamı dışında başka bir anlamda kullanılmamıştır.[406] İbn Manzur da cahiliye
döneminde zekât kavramının her hangi bir şeyde artış anlamında kullanıldığını
dolayısıyla Arapların tek kişiye خسَأ, iki kişiye de زَكَا
dediklerini kaydetmiştir.[407] Anlaşılacağı üzere
zekât kavramı cahiliye döneminde artmak temel anlamıyla
kullanılmaktaydı. Kelimenin Kur’ân’daki anlamıyla kullanılmaması o dönemde
yaşayanlar arasında sosyal yardımlaşma müessesesinin olmadığı anlamına gelmez.
Zira o dönemde zekât kavramı dini bir anlamdan yoksun ise de malın toplanması
ve belirli yerlere dağıtılmasıyla ilgili çeşitli kurallar vardı. [408] Ancak Kur’ân, bu
müessesenin çerçevesini zekât ve türevleriyle kavramlaştırarak onu dinin temel
unsurlarından biri haline getirmiştir. Anlaşılan odur ki; zekât kelimesinin
temel anlamı, artmak olmakla beraber, kavram Kur’ân’da bu kök anlamının
yanında yeni yan anlamlar kazanmıştır. Nitekim Kur’ân dili ile ilgili
çalışmalarıyla bilinen ed-Damegani, zekâtın Kur’ân’da; La İlahe İllallah,[409] farz olan zekât,[410] ıslah,[411] fıtır sadakası,[412] temize çıkarmak,[413] helal[414] ve sadaka[415] şeklinde yedi yan
anlamda kullanıldığını belirtmiştir.[416]
3.
Zekâtın
Farz Kılınma Zamanı
Zekât zorunluluk
ifade eden ibadetlerden biridir. Zira Kur’ân-ı Kerîm’de “(Ey Peygamber!) Sen
onların mallarından bir kısmını (günahlarına kefaret olmak üzere) zekât olarak
al, böylece onları manen temizlemiş ve arındırmış ol. Bir de onlar için dua
et; çünkü senin duan
onlara huzur verir. Allah her şeyi işitir ve bilir.”[417]
ayetinde, zekâtın bizzat Hz. Peygamber tarafından toplanması, devlet tarafından
idare edilmesi emredilmekte ve bu mali ibadetin yerine getirilmesi fertlerin
eline bırakılmaması istenmektedir.[418]
Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm’de zekât verilenler arasında zikredilen “zekât üzerine
çalışanlar”[419] ifadesi de bu
konuda kurumlaşmak gereğine işaret etmektedir.
Zekâtın ilk olarak
ne zaman farz kılındığıyla ilgili üç görüş olduğu görülmektedir:
Birinci görüş,
zekâtın Mekke’de farz kılındığı görüşüdür. İbn Kesir, “Onlar ki zekâtı yerine
getirirler”[420] ayetinin Mekke’de
indirildiğini ve alimlerin çoğunluğuna göre Medine’de hicretin ikinci yılında
farz kılınan ayette geçen zekâtın, malların zekâtı olduğu görüşündedir. Yoksa
zekâtın aslı Mekke’de farz kılınmıştır. Nitekim Yüce Allah, Mekke’de inzal olunan
bir ayette “… hasat zamanında onun hakkını verin”[421]
buyurmuştur.[422] Aynı ayetin
tefsiriyle ilgili olarak Fahreddin Râzî de zekâtın aslının Mekke’de farz
kılındığını belirtmiştir.[423] Söz konusu ayette
geçen zekât kelimesinin, farz olan zekât anlamında olduğunu belirten Taberî, [424] Zemahşerî, [425] Kurtubi, [426] Beyzavi,[427] Nesefi[428] gibi farklı
mezheplerden müfessirlerde bulunmaktadır.
İkinci görüş
Medine’de farz kılındığı görüşüdür. Bu görüş sahipleri de iki gruptur. İlki
Medine’de hicretin ikinci yılında farz kılındığını savunur. Birçok alim
görüşte, yani zekâtın hicretin ikinci yılında Ramazan orucundan önce farz
kılındığı düşüncesindedir.[429] Bu görüşe delil
olarak da şu hususlar zikredilmektedir:
Orucun Farz
kılındığını bildiren ayetin[430] hicretten sonra
Medine’de indirildiğine dair bir görüş ayrılığı yoktur.
Ahmed b. Hanbel,
İbn Huzeyme, Nesai, İbn Mâce ve Hakim’in Sad b. Ubade’den rivayet ettiği
hadiste şu ifadeler yer almaktadır: “Resulullah zekât farz kılınmadan önce bize
fıtır sadakasını emretti. Sonra zekât farz kılınınca fıtır sadakasını bize ne
emretti ne de yasakladı.” Bu hadis zekâttan önce fıtır sadakasının farz
kılındığını göstermektedir. Bu durum ise zekâtın Ramazan orucunun farz
kılınmadan önce farz olduğunu göstermektedir.[431]
İbn Hişam da kesin bir tarih vermemekle beraber zekâtın Medine döneminin
başlarında farz kılındığını belirtmektedir.[432]
Medine’de farz
kılındığını söyleyen diğer görüş ise hicretin dokuzuncu yılında farz
kılındığını savunmaktadır. İbnü’l-Esir, zekâtın hicretin dokuzuncu yılında farz
kılındığını ve Allah Resulünün o sene zekât memurlarını çevreye gönderdiğini
belirtmiştir.[433] İbn Hacer ise bu
görüşü zekâtın daha önceki dönemlerdeki hadislerde zikredilmesi nedeniyle
problemli görmüştür. O’na göre dokuzuncu yılda zekâtın farz kılınması değil,
zekât memurlarının zekât toplamak için çevreye gönderilmesi söz konusudur.[434]
Kur’ân’da vaktin
önemiyle ilgili olarak, “Sana hilalleri soruyorlar. De ki: Onlar, insanlar ve
hac için vakit ölçüleridir”[435] buyrulmaktadır. Bu
ayet ile ayın hareketlerinin
zaman tayininde,
özellikle hac, oruç ve zekât gibi ibadetlerin vakitlerinin belirlenmesinde bir
ölçü olduğu ifade edilmektedir. Fakat zekât ibadetinin vaktini bu ayeti dikkate
alarak tespit edebilmek çok da kolay değildir. Bu durum daha çok hadislerle ve
fakihlerin içtihadıyla ortaya çıkan bir husustur.
a.
Zekâtın
farz olduğunda hemen ödenmesi
Zekât; senenin
dolması, sene sonunda da nisap miktarının bulunması ve asıl ihtiyaçtan fazla
bulunması şartlarının gerçekleşmesiyle hemen verilmesi gerekir. Bu üç şarttan
biri gerçekleşmez ise verilen zekât sadaka yerine geçer.[436]
Hanefiler, meşhur olan bir görüşe göre zekâtın hemen farz
olduğunda verilmesinin şart olduğu görüşündedirler. Çünkü zekâtla ilgili emir,
zekâtın ödenmesi hakkındadır. Farz olduğu ilk anda ödenebileceği gibi, tehir
edilerek daha sonra da ödenebilir. Hanefilerden Kerhi ise, Kur’ân’da birçok
ayette geçen “zekât veriniz” ifadelerinin zekâtın farz olduğu anda yerine
getirilmesi gerektiğini bildiren bir emir olduğu görüşündedir. [437] İmam Mâlik, Şafii,
Ahmed b. Hanbel ve İslam alimlerinin birçoğu da bu görüştedir.
Bu konuda Hz.
Ömer’in şu şekilde bir uygulaması vardır: O, Zekât vereceklerin ihtiyaç
içerisinde oldukları bir yılda onlardan zekât toplamamış, o zekâtı bir sonraki
yıl almıştır.[438] Yine Ebû Ubeyd’in,
İbn-i Zubab’tan rivayet ettiğine göre Hz. Ömer bir kıtlık senesinde zekât
toplanmasını bırakmış, yağmur yağdığında ise iki senenin zekâtını
toplatmıştır.[439] Bu durum zaruret
hallerinde zekâtın zamanından sonra da verilebileceğini göstermektedir.
c.
Zekâtın
Vaktinden Önce Ödenmesi
Hz. Peygamber’in
zekâtı vaktinden önce aldığı da olmuştur. Mesela Hz. Peygamber’in amcası olan
Hz. Abbas, zekâtını vaktinden önce vermek istemiş, Allah resulü de buna izin
vermiş, [440] ancak kaide olarak
yıl içerisinde kazanılan malın üzerinden bir yıl geçmedikçe o malın zekâtının
da verilmeyeceğini belirtmiştir.[441]
İslam’da iyi olan her işte acele etmek övgü ile karşılanmıştır.
Yüce Allah “Hayırda yarışınız”, [442] başka bir ayette ise
“Allah’ın bağışlamasına ve cennete koşunuz”[443] buyurarak hayır
işlerinde acele edilmesi gerektiğini haber vermiştir. Bu nedenle malda
gerçekleşen fakir hakkının da bir an önce, zamanında hak sahiplerine
ödenmesinin güzel bir davranış olacağını, kişiyi de sorumluluktan da
kurtaracağını düşünüyoruz.
D.
Hac
İbadetinin Vakti
Hac sözlükte,
mutlak olarak niyet etmek, gelmek, geri durmak, tedavi olmak için yarayı
yoklamak, delille galip gelmek, çokça ihtilaf etmek anlamlarına gelir. Terim
olarak ise Mekke’yi kastetmektir. [444]
Kur’ân’da hac kelimesi, dokuz kere el-hac [445]
şeklinde, bir ayette hıccü’l-beyt [446]
şeklinde, bir ayette ise el-haac [447]
şeklinde geçmektedir. Hac kelimesinin ayetlerin tamamında marife olarak
kullanılması, hac ibadetinin öteden beri bilinen ve uygulanan bir ibadet
olduğuna işaret etmektedir.
Kur’ân’da hacla
ilgili birtakım önemli mekanlara ilişkin kavramlar da geçmektedir. Bunlardan
ifaza ve te’zin kavramları konumuza ışık tutacağından bunlara değinmek faydalı
olacaktır.
İfaza: Suyun
bolca dökülmesi, coşkun şekilde akması, çoğalıp taşması, bol ve yaygın olma,
çoğalıp çabuk dağılma anlamlarına gelir. Hacıların kalabalık halinde Arafat’tan
Müzdelife’ye akması için kullanılmıştır.[448]
Kur’ân’da bu kelime üç yerde Arafat’tan Müzdelife’ye akmak,[449]
altı yerde gözden yaş boşanması,[450]
bir işe, bir söze dalmak, taşkınlık yaparak gömülmek[451]
ve üzerine bolca su akıtmak[452] anlamlarında
kullanılmıştır. İfaza kavramıyla vurgulanmak istenen en önemli husus, tüm
hacıların aynı anda Arafat’ta bulunmaları ve oradan da hep birlikte
Müzdelife’ye akın etmeleridir.
Te’zin: Kur’ân’da üç yerde te’zin,[453] iki yerde de teezzün[454] şeklinde geçen kavram;
duyurmak, bildirmek, ilan etmek[455] anlamlarına
gelmektedir. Bu kavram ile hac ibadetinin tüm insanlığa duyurulması gerektiği
vurgulanmaktadır.
2.
Cahiliye
Döneminde Hac İbadeti ve Kur’âni Düzeltmeler
Hac ibadeti Hz.
İbrahim’e hatta Hz. Adem’e kadar dayanan tarihi bir ibadettir. Hz. Peygamber
kavmine peygamber olarak gönderildiğinde zaten hac ibadeti yapılıyordu. Ancak
bu asli şekli bozulmuş, tevhidden uzaklaşmış, şirk gelenekleriyle yoğrulmuş bir
ibadetti. Kur’ân ayetleri, içerisine şirkin karıştığı hac ibadetini şirkten
temizleyerek asli haline döndürmüştür. Burada hac ile ilgili cahiliye
adetlerine ve onları düzelten Kur’ân ayetlerinden bazılarına yer vermek
istiyoruz:
Araplar, hac ve
umreye gelirlerken yanlarına yiyecek bir şeyler almazlar, yanlarında yiyecek
getirmeyi tevekküle aykırı sayarlardı.[456]
Kur’ân, “(Hac mevsiminde
ticaret yaparak)
Rabbinizden gelecek bir lütfu aramanızda size herhangi bir günah yoktur”[457] ayetiyle bu durumu
ortadan kaldırmıştır.
Cahiliye döneminde
hiç konuşmadan hac yapılırdı.[458] Kur’ân’daki
“…Arafat’tan ayrılıp akın ettiğinizde Meş’ar-i Haram’da Allah’ı zikredin ve
O’nu size gösterdiği şekilde anın” [459]
ayetiyle hiç konuşmadan hac yapılması ortadan kaldırılmış ve hac ibadetinde
zikir başta olmak üzere, gerektiğinde insanlar arasında olabilecek konuşmalara
izin verilmiştir.
Cahiliye döneminde
Zilhicce hac ayı; Zilka’de ve Zilhicce ise haram aylar olarak biliniyor ve bu
aylarda savaş yapılmıyordu.[460] Kur’ân bu hac
aylarına bilinen günler, sayılı günler, bilinen aylar, büyük hac diye
dikkat çekmiştir.
Cahiliyede
insanlar, ıslık çalarak ve alkış tutarak tavaf ederlerdi. Kur’ân bunları da
yasakladı.[461] Bu konuda Kur’ân
şöyle der: “Onların beyt yanında ibadetleri ıslık çalmak ve el çırpmaktan başka
bir şey değildir.”[462]
Yine cahiliye
insanı, Mina’dan Mekke’ye üç günden önce inmeyi günah sayardı. Kur’ân bu duruma
da açıklık getirmiştir: “…Kim acele edip iki gün içerisinde (Mina’dan Mekke’ye)
dönmek isterse, onun için bir günah yoktur.”[463]
Amr b. Luhay, Safa
ve Merve tepelerine iki adet put yerleştirmişti. Sa’y yapılırken bu iki put
mesh edilirdi.[464] Sahabeler bu
geleneği hatırlayarak sa’y yapıp yapmama konusunda tereddüt edince Kur’ân
sa’yin gereğini şu ayetle ortaya koydu: “Doğrusu Safa ve Merve, Allah’ın ortaya
koyduğu nişanlardandır. Her kim beyti hacceder veya umre yaparsa onları da
tavaf etmesinde bir günah yoktur.”[465]
3.
Haccın
Vaktiyle İlgili Ayetlerin Nüzul Süreci
Hac ile ilgili
ayetlere geçmeden önce Kur’ân’ın, mesajlarının evrensel olmasını sağlamak için
az da olsa anlattığı olayların geçtiği bazı yer, zaman ve şahıs isimlerine yer
verdiğini belirtmek isteriz. Bununla ilgili olarak Reşid Rıza şunları
söylemektedir:
“Yüce Allah’ın
bazı yer ve zamanlar için özel bazı emir ve yasaklar koymasının nedeni,
insanların onları daha özenli yerine getirmelerini sağlamak içindir. Örneğin
Zilhiccenin sayılı günlerinde haccı meşru kılmıştır. Yine hac için gidiş ve
dönüş ayları olan haram aylarda savaş yasaklanmıştır. Güvenli bir ortamda
güvenli bir umre yapılabilmesi için Recep ayı da haram aylardan sayılmıştır.
Hacıların güvenliği için Mekke ve çevresini güvenli belde kılmıştır. Kabe’yi
kendine izafe edip ona hürmet edilmesini istemiştir. Böyle özel belirlemeler
olmasaydı, insanların belirli yer ve zamanlarda anlaşmaları da imkânsız olurdu.[466]
Kur’ân Allah
katında ayların on iki olduğunu vurgulamakta ve bunların dördünün haram aylar
olduğunu belirtmektedir.[467] Şe‘airden sayılan
bu dört haram ay zilka’de, zilhicce, muharrem ve receptir.[468]
Bunlardan ilk üçü hac dördüncüsü ise umre ayıdır. Bu aylarda savaşın
yasaklanmasının sebebi insanların rahatça ibadetlerini yapmalarını sağlamaktır.
Bu yasakla uzak yerlerden gelen insanların barış içerisinde hac ibadetlerini
yapmaları ve rahatça ülkelerine dönmeleri sağlanmıştır. Dolayısıyla hac ayları
ile haram aylar arasında bir ilişki vardır.
Ay takvimine göre
aylar senenin bütün mevsimlerini dolaşmaktadır. Dini düzenlemeler genelde bu ay
hesabına göre belirlenmiştir. Böylece insan nefsi hac, oruç, kurban gibi
ibadetleri yerine getirirken her türlü zorluğa alıştırılmış olmaktadır. Ayrıca
her mevsimde ibadetin
zevkine varılmaktadır. Cahiliye Arapları ise siyasi ve ekonomik birtakım
gerekçelerle bu ayların yerlerini değiştiriyorlardı. Böylece hac mevsiminin
kendileri için uygun bir zamana gelmesini sağlıyorlardı. Bu sebeple Kur’ân’da
“Haram ayı bir sonraki aya ertelemek veya bir yıldaki ay sayısına ilave yapmak
kelimenin tam manasıyla kafirlikte sınır tanımazlıktır”[469]
ayetiyle ayların yerlerinin değiştirilmesinin küfür olduğu bildirilmiştir. Ayette
geçen النسئ “en-Nesi”
kelimesi İslam öncesi Arap geleneğinde kameri takvimi şemsi takvime uyarlama
yoluyla aylara yapılan müdahaleyi ifade eder. Cahiliye devrinde Araplar
yağmacılık, kabile kavgaları ve kan davaları yüzünden sık sık savaşıyorlardı.
Ancak peş peşe gelen üç haram ayda savaşmanın yasak olması onları zora sokuyor,
bu yüzden haccın sonunda savaş yapmak isteyen kabileler muharrem ayının
haramlığının ertelenmesini istiyorlardı. Öte yandan kameri takvim gereği hac
mevsiminin yıldan yıla değişmesi, panayırlardaki ticari hayatı olumsuz yönde
etkiliyordu. İşte bu sebeple Araplar hac mevsimini ticari faaliyetlerine uygun
bir döneme denk düşürmek için kameri takvimi şemsi takvime uyarlıyorlardı. [470] Bu da onların dini
değerleri, siyasi, sosyal ve ekonomik birtakım gerekçelere göre
değiştirdiklerini göstermektedir.
Bu girişten sonra
haccın vaktiyle ilgili ayetlerin nüzul sürecine bakabiliriz:
Mekke’de inen bazı
ayetlerde cahiliye döneminde bilinen bazı günlere dikkat çekilmiştir:
وَالْفَجْر(١)
وَلَیاَلٍ عَشْرٍ (٢) وَالشَّفْعِ وَالْوَترِْ (٣) وَاللَّیْلِ إِذَا يَسْرِ (٤)
“Tan yerinin
ağarmasına, on geceye, çifte ve teke, geçip giden geceye andolsun.”[471] Ayetlerde geçen
fecrin sabah vakti, özellikle Kurban Bayramı sabahı olduğu, on geceden maksadın
zilhiccenin ilk on günü, tek günün arefe, çift günün ise bayram günü, geçip
giden gecenin ise müzdelife gecesi olduğu ifade edilmiştir. [472] Dikkat
edilirse bu ayetlerde gün ve gecelere dikkat çekilerek, daha çok hac ile ilgili
gün ve gecelerin öneminin vurgulandığı söylenebilecek ifadeler yer almaktadır.
Yine Mekke’de inen
ve insanlara haccın duyurulmasını anlatan ayet ise şöyledir:
وَإِذْ
بَوَّأْنَا لِِْبْرَاھِیمَ مَکَانَ الْبَیْتِ أنَْ لََ تشُْرِكْ بِي شَیْئاً
وَطَھِّرْ بَیْتِيَ لِلطَّائِفِینَ وَالْقَائِمِینَ وَالرُّکَّعِ السُّجُودِ (٢٧) وَأذَِّنْ
فِي النَّاسِ
بِالْحَجّ يَأتْوُكَ رِجَالًَ وَعَلَی کُلِّ ضَامِرٍ يَأتِْینَ مِنْ کُلِّ فَجّ
عَمِیق (٢٨)
٠٠ ٢
Vaktiyle biz
İbrahim’e Kabe’nin yerini gösterdiğimizde şöyle buyurmuştuk: “Sakın bana hiçbir
şeyi ortak koşma! Benim evimi tavaf edenler ve namaza durup ruku ve secdeye
varanlar için (her türlü şirk unsurundan) arınmış halde tertemiz tut. Ayrıca
insanları hacca davet et ki bu davet üzerine dünyanın dört bir yanından gerek
yaya olarak veya her türlü binek üzerinde sana gelsinler.[473]
Mevdûdî, Hac Suresi ile ilgili bilgi verirken 25. ayetten itibaren surenin
üslubunda göze çarpan değişiklikten dolayı 25-78 ayetlerin hicretin 1. yılında
Zilhicce ayında nazil olduğunu söylemektedir.[474]
Hac ile ilgili
Medine’de nazil olan bir ayette haccın vaktinin nasıl belirlenmesi gerektiği
bildirilmektedir:
يَسْألَوُنَكَ عَنِ الْْھَِلَّةِ قلُْ ھِيَ
مَوَاقِیتُ لِلنَّاسِ وَالْحَجّ
“Sana doğan ayları
soruyorlar. De ki, onlar insanlar ve hac için vakit ölçüleridir.”[475] Hilaller diğer
ibadetler için de vakit ölçüleridir. Ancak özellikle bu ayette haccın da
zikredilmesi Râzî’ye göre hac ibadetinin yapıldığı ayın cahiliye döneminde
olduğu gibi değiştirilmesinin önüne geçmek ve haccın belirli aylarda
yapılmasını vurgulamak içindir.[476]
Hac ile ilgili
Kur’ân’da çok sayıda ayet bulunmasına rağmen biz konumuzla ilgili olanları
almaya gayret edeceğiz.
الْحَجُّ أشَْھُرٌ مَعْلُومَاتٌ
“Hac bilinen
aylardadır.”[477]
Bu ayet haccın
vaktiyle ilgilidir. Hac ise bilinen aylardadır. Bu aylar Ebû Hanife’ye göre,
şevval, zilkade ve zilhiccenin on günüdür. İmam Şafi’ye göre zilhiccenin dokuz
günü ve bayram gecesidir. İmam Mâlik’e göre ise Zilhicce ayının tamamıdır.
Ayette geçen ‘malumat’ ‘marufat’ anlamındadır. Bu ise insanlar katında bilinen
demektir. Bunda bir problem yoktur. Zira şeriat bilinenin aksine bir şey
getirmemiştir.[478] Haccın rükûlarından
biri ihramdır. Hac için ihram ancak bu aylarda gerçekleşir. Bu ayların
dışındaki aylarda ihrama girilirse sahih olmaz. Bu sebepten ayet ‘hac bilinen
aylardadır’ diyerek söz konusu ayları diğer aylardan ayırmıştır. Tıpkı
vaktinden önce kılınan namazın sahih olmadığı gibi, bu ayların dışında ihrama
girilirse hac sahih olmaz.[479] Yoksa ayet bu üç
ayda da hac yapabilirsiniz anlamında değildir. Zira cahiliye döneminde de Hz.
Peygamberin uygulamalarında da böyle olmuş, yani hac bu üç ayın tümüne
yayılmamıştır. Bundan maksat uzak bölgelerden hac yapmak için gelenlerin ihrama
giriş süresinde kolaylık sağlanmasıdır.
Ayette hac
kelimesinin üç kere tekrar edilmesinin izahı ise şu şekilde yapılmıştır:
Birincisi hac zamanına, ikincisi hac ibadetine, üçüncüsü ise hac yeri ve
zamanıyla birlikte ihrama işaret etmektedir.[480]
“Hac, bilinen aylardır” ifadesi, haccın vakti bilinen aylardır; hac, bilinen
aylardadır ve hac, bilinen aylarda yapılan hacdır şeklinde anlaşılmıştır.[481]
Hac aylarını yevm
ve eyyam kelimeleriyle günlere tahsis eden ayetlere baktığımızda ise
karşımıza üç ayet çıkmaktadır:
a- İlk ayet Hac
suresinde geçmektedir. “İnsanlar kendileri için birtakım menfaatlere tanık
olmak ve Allah’ın kendileri için bahşettiği kurbanlık hayvanlar üzerine belli
günlerde (فِي أیََّامٍ
مَعْدوُداَتٍ) Allah’ın ismini anarak kurban kesmeleri için sana (Kabe’ye)
gelsinler.”[482] Ayette geçen
bilinen günler Zilhicce’nin ilk on günüdür. Bu görüş İbn Abbas, Hasan Basri,
İbrahim en-Nehai, Katade ve daha birçok sahabe ve tabiun tarafından
desteklenmektedir. İbn Abbas ayette geçen kurban kesimini gerekçe
göstererek bu
günlerin kurban günleri olduğunu söylemektedir.[483]
Zaten İbn Abbas’ın zikrettiği kurban günleri de Zilhicce ayının ilk on gününün
içerisindedir.
b- Medine’de inen
Bakara suresinde ise “sayılı günlerde (في
ایام معدودات) Allah’ı anın. Kim iki gün içerisinde acele ederek (Mina’dan
Mekke’ye dönmek isterse…)[484] buyrularak
sayılı günlere işaret edilmiştir. Sayılı günler ittifakla “Eyyam-ı Teşrik”
(yani Zilhiccenin on bir, on iki ve on üçüncü günleri) ile tefsir edilmiştir.[485]
c- Hicretin
dokuzuncu yılında hacla ilgili inen son ayette ise, hac günü tek gün olarak net
bir şekilde belirtilmiştir. “Bu, büyük hac gününde (یوم الحج الْكبر) Allah’tan insanlara
bir bildiridir.”[486] Hac için insanlar
toplandığı için yahut haccın en temel rüknü Arafat’ta vakfe, o günde
yapıldığından dolayı o güne büyük hac günü denilmiştir. Bu günün Kurban
Bayramı günü (Zilhicce 10. gün) olabileceği de Arefe günü (Zilhicce 9. gün)
olabileceği de söylenmiştir. Ata’dan rivayetle İbn Abbas bu günün bayram günü
olduğunu söylemiştir. Süfyan es-Sevri’ye göre ise Hacc-ı ekber bütün hac
günlerini kapsamaktadır. Bu günün arefe günü olabileceğini söyleyenlerin delili
Rasulullah’ın “Hac Arefedir” sözüdür.[487]
İncelediğimiz
ayetlere dikkat edilecek olursa Yüce Allah hac mevsimini önce “bilinen aylar”
buyurarak genel bir şekilde ifade ettikten sonra “büyük hac günü” buyurmuş ve
tek gün olarak belirlemiştir. Bu hususu İslam öncesi uygulamalar ve Hz.
Peygamber’in uygulamaları net bir şekilde ortaya koymaktadır. Yani inzal olunan
ayetler, daha önceden var olan meşru uygulamaları onaylayarak gelmiştir. Bu
konuda Hz. Peygamber’in; “Hac menasikini benden alın, benden gördüğünüz gibi
haccı yapın” [488] sözü ve sahabenin
de günümüze kadarki uygulamaları da belirleyici rol oynamaktadır. Haccın
vaktiyle ilgili Kur’ân’da yer alan ayetler bir bütün olarak
değerlendirildiğinde; haccın zaman, şekil ve hedef bakımından aynı mevsimde ve
tüm hacıların katılımıyla yapılmasının önemi de kendiliğinden ortaya
çıkmaktadır.
İbadete ön
hazırlık olan abdestle ilgili ayete baktığımızda abdestin hiçbir vakit ile
ilgili olmadığını görürüz. Böyleyken kişinin abdestli olması şart olan bir
ibadeti yerine getirmesi için abdest alması gerekmektedir. Abdestin vakti
abdest gerektiren bir ibadete hazırlık vakti olarak ortaya çıkmaktadır. Guslü
gerektiren durumların vuku bulmasıyla gusül ibadetinin de vakti girmiş
olmaktadır.
Namaz ibadeti
sadece bu ümmet ile sınırlı olmayan geçmiş peygamberlerin ve onların
ümmetlerinin de uygulaması gereken önemli bir ibadettir. Kur’ân’da namazın
hangi vakitlerde kılınacağı konusuna doğrudan veya dolaylı olarak işaret eden
birçok ayet bulunmaktadır. Kur’ân’da beş vakit namazın yer almadığı iddia
edilse bile genel kabul beş namazın olduğu şeklindedir. Bu Hz. Peygamber’in
uygulamasında da böyledir. Ayrıca Kur’ân’da özel olarak vurgulanan salat-ı
vusta ile ilgili tefsirlerde ve hadislerde birçok rivayet geçmektedir.
Bunlardan yola çıkarak beş vakit namazdan her birinin salat-ı vusta olma
potansiyeli vardır. Sonuçta farz olan namazlardan her biri salat-ı vusta
olabilir. Buna göre salavat çoğul olduğu ve Arapçada çoğul en az üç ile olduğu
için salat-ı vusta hariç diğer vakitler üç ve daha fazla olmalıdır. Üç vakit
denecek olsa orta namazı çıkarınca geriye iki vakit kalacağından bu çoğul
olmaz. Dört vakit kabul edilse ortada bir namaz olunca iki tarafta eşit vakit
kalmayacağından dört olamaz. Bu nedenle orta namazın ve namazların bulunduğu
vakit sayısının beş olması gerektiği buradan kendiliğinden ortaya çıkacaktır.
Oruca başlarken
ihtilaf-ı metalia uyulup uyulmayacağı hususu ihtilaflı olsa da cumhur ihtilafı
metalia yer yoktur hükmünü benimsediği için bu ihtilaf giderilmiştir. Rü’yeti
hilal meselesinde çıplak gözle hilalin görülmesinin şart olmadığı astronomi
ilminin verilerinden faydalanılabileceği sonucuna varılmıştır. Tespit
edebildiğimiz kadarıyla Mekke döneminde farz kılınan zekâtın ayrıntılı
hükümleri Medine döneminde belirlenmiştir. Zekât için yılbaşı ise nisab miktarı
mala sahip olunduğu zamandır. “Hac bilinen aylardadır” ayetiyle haccın vaktine
işaret edilmiş, çıkan izdihamlar sonucu hac ibadetinin vaktinin değiştirilmesi
teklifleri ise kabul görmemiştir. İnsanların disipline edilmesi Allah
Resulü’nün sünnetine daha uygun bir davranıştır.
Vakitli olarak
yapılması emir buyrulan her bir ibadetin belli vakitlerde yerine getirilmesinin
elbette ki çok çeşitli hikmetleri vardır. Bu hikmetlerden biri vakitlerin hem
insan hayatında hem de evrende bazı değişim ve oluşumların simgesel sonucu
olması ihtimal dahilindedir. Buna göre ibadetlerin vakitleri insan ömrünün ve
evrenin kayıtlı olduğu zamana işaret etmektedir sonucuna varılabilir. Nasıl ki
insan zamanla kayıtlı bir varlıktır, insan için bir sorumluluk olan ibadetler
de zamanla kayıtlı yani vakitli olmalıdır.
Abdulbâki, Muhammed Fuâd; el-Mu’cemü’l-Müfehres li
Elfâzi’l-Kur’âni’l-Kerîm, Kahire 1364.
Abdulfettâh Ebû Gudde; İslam Alimlerinin Gözüyle Zamanın
Kıymeti (Çev.: Enbiya Yıldırım), İzmir 1995.
Abdurrazzak el-Hemmâm; el-Musannef,
Beyrut 1403, (I-XI).
Akarsu, Bedia; Felsefi Terimler
Sözlüğü, Türk Dil Kurumu, Ankara 1975.
Akdemir, Salih; Cumhuriyet
Dönemi Kur’ân Tercümeleri, Akid Yayıncılık, Ankara 1989.
Akpınar, Ali; Kur’ân
Ayetlerine Göre Hac İbadetinin Zamanı ve Daha Sağlıklı Bir İbadet İçin Bazı
Teklifler, Marife, Bilimsel Birikim, Konya 2003.
Altınay, Ramazan;
Erken Dönem İslam Toplumunda Zaman Anlayışı ve Günlük Hayata Etkileri,
Dini Araştırmalar, Yıl: 7, sayı: 21, Ankara 2005.
Âlûsî, Şihâbuddîn
Seyyid Mahmud el-Bağdâdî; Rûhu’l-Me‘âni fî Tefsîri-Kur’âni’l-Azîm
ve’s-Seb‘ı’l-Mesânî, Beyrut 1994.
Aristoteles; Fizik, (Çev.: Saffet
Babür), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 1997.
Asım Efendi, Mütercim; Kamus
Tercümesi, İstanbul 1304.
Atay, Hüseyin; Farabi ve İbn Sina’ya Göre Yaratma,
Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara 1994.
……………; “Sahur Vaktinin Tayin ve Tespiti”, İslami İlimler
Enstitüsü Dergisi, Ankara 1982.
Ateş, Ali Osman; Sünnetin Kabul ve Reddettiği Cahiliyye Örf
ve Adetleri, İzmir 1989, (Yayımlanmamış Doktora Tezi).
Ateş, Süleyman; Yüce Kur’ân’ın Çağdaş
Tefsiri, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul 1989.
Ayverdi, İlhan; Misalli Büyük Türkçe
Sözlük, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul 2000.
Aynî, Bedruddin
M. Mahmud b. Ahmed; Umdetü’l-Kâri li Şerhi Sahîhi’l-Buhâri, Beyrut tsz.
Balcı, İsrafil; Hz. Peygamber ve
Namaz, Ankara 2016.
Beşer, Faruk; Yenişafak Gazetesi,
Erişim Tarihi: 08 Temmuz 2016.
Bigiyef, Musa
Carullah; Uzun Günlerde Oruç, (Çev.: Abdullah Kahraman), İz Yayınları,
İstanbul 2011.
Bilgin, Beyza; Türkiye’de Din Eğitimi
ve Liselerde Din Dersleri, Ankara 1980.
Boynukalın,
Mehmet; “Teyemmüm”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, Cilt XLI, İstanbul 2012.
Brockelmann,
Carl; İslam Milletler ve Devletler Tarihi, (Çev.: Neşet Çağatay), Ankara
1964.
Buhârî, Ebû
Abdullah Muhammed b. İsmail; el-Camiu’s-Sahih, Dâru’ş-Şa’b, Kahire 1407.
……………; Sahihu’l-Buhârî (I-VIII),
Çağrı Yayınları, İstanbul 1981.
……………; et-Tarihu’l-Kebir, (Thk.,
Mustafa Abdulkadir Ahmed), Beyrut 1422/2001.
Bursevi, İsmail Hakkı; Furuk-u Hakki,
Zahire Matbaası, Zilkade 1251.
……………; Ruhu’l-Beyan, (I-X),
Osmanlı Yayınları, İstanbul, tsz.
Canan, İbrahim; İslam’da Zaman Tazimi,
Cihan Yayınları, İstanbul 2009.
Cassas, Ebû Bekr Râzî; Ahkamü’l-Kur’ân,
Darü İhyai Türasi’l-Arabi, Beyrut 1405.
Certel, Hüseyin;
“Pisiko-Sosyal Açıdan Zekât”, İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı: 13,
Erzurum 1997.
Cevad Ali; el-Mufassal fî Târîhu’l ‘Arab
Kable’l-İslâm, Bağdat 1993.
Ceziri, Abdurrahman; Dört Mezhebe
Göre İslam Fıkhı, (Çev.: Mehmet Keskin), Çağrı
Yayınları, İstanbul 1994.
Challaye,
Felecien; Dinler Tarihi, (Çev.: Samih Tiryakioğlu), Varlık Yayınları,
İstanbul 1998.
Cürcânî,
Seyyidu’ş-Şerîf Ebu’l-Hasan Ali b. Muhammed; et-Ta’rifât,
Dâru’l-Kitâbü’l- İlmiyye, Beyrut 1983/1403.
Çağatay, Neşet;
“Eski Çağlardan Bu Yana Zaman Ölçümü ve Takvim”, Ankara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 22, Sayı: 1, Ankara 1978.
Dalgın, Nihat;
“Zekât Hükümleri”, On Dokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 16 , Sayı: 16, Ocak 2004, s. 43-72.
Damegâni, Hüseyin
b. Muhammed; Islâhu’l-Vucûh ve’n-Nezâir fi’l-Kur’âni’l-Kerîm, (Thk.:
Abdulaziz Seyyidu’l-Ehl), Dâru’l-İlm li’l-Melayin, Beyrut 1985.
Demir, Recep;
Diğer İnanç Sistemlerinde ve İslam’da Oruç (Karşılaştırmalı Bir Analiz), Uluslararası
Sosyal Araştırmalar Dergisi, Cilt: 9 Sayı: 42, Şubat 2016.
Döndüren, Hamdi; Delilleriyle İslam
İlmihali, İstanbul 2005.
Ebû Cafer Nahhâs; İ‘râbu’l-Kur’ân,
Dâru’l-Kütübü’l İlmiyye, I. Baskı, Beyrut 1421.
Ebû Dâvûd,
Süleymân b. el-Eş‘as b. İshak es-Sicistânî; Sünen, Çağrı Yayınları,
İstanbul 1981, (I-V).
Ebû Zehra,
Muhammed; Hıristiyanlık Üzerine Konferanslar, Fikir Yayınları, İstanbul
1978.
Einstein, Albert; İzafet Teorisi,
(Çev.: Gülen Aktaş), Say Yayınları, İstanbul 1995.
Erdoğan, Mehmet; Fıkıh ve Hukuk
Terimleri Sözlüğü, Hikmet Neşriyat, İstanbul 1993.
Eren, Cüneyt; Kur’ân-ı
Kerîm’de Beş Vakit Namaz, The Journal of Academic Social Science Studies,
Ekim 2013.
Esed, Muhammed; Kur’ân
Mesajı Meal ve Tefsir, (Çev.: Cahit Koytak, Ahmet Ertürk), İşaret
Yayınları, İstanbul 2000.
Ezrâkî,
Ebu’l-Velîd Muhammed b. Abdullah; Ahbâr-u Mekkete ve Mâ Câe fihâ mine'l-
Âsâr, Beyrut, tsz.
Fahruddîn er-Râzi, Ebû Abdillah Muhammed; Mefâtîhu’l-Gayb,
et-Tefsîru’l-Kebîr, Dâru İhyai’t-Türasi’l-Arabi, Beyrut 1420.
Fîrûzâbâdî, Necdüddîn Muhammed b. Yakub; Besâir-u
Zevi’t-Temyîz Letâif-u Kitâbi’l- ‘Azîz, (Thk. Muhammed Ali en-Neccâr),
el-Mektebetü’l-İlmiyye, Beyrut/Lübnan tsz.
Gazâlî, Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed; Tehâfütü’l-Felâsife,
(Çev. Bekir Karlığa), Çağrı Yayınları, İstanbul 1981.
Görmez, Mehmet; Yenişafak Gazetesi,
Erişim Tarihi: 06 Temmuz 2016.
Hamidullah, Muhammed; İslam Peygamberi, (Çev. M. Said
Mutlu, Salih Tuğ), İrfan Yayınları, İstanbul 1992, (I-II).
……………; İslam Müesseselerine Giriş,
İstanbul 1992.
Hayrettin
Karaman, Mustafa Çağrıcı, İbrahim Kâfi Dönmez, Sadrettin Gümüş; Kur’ân Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı, Ankara 2007.
……………; İslam’ın Işığında Günün
Meseleleri, Nesil Yayınları, İstanbul 1984.
İbn Abidin, Muhammed Emin; Reddü’l-Muhtar,
Kahraman Yayınları, İstanbul 1984.
İbn Arabî, Muhammed b. Abdullah; Ahkâmu’l-Kur’ân,
Beyrut 1988.
İbn ‘Aşûr, Muhammed Tâhir; et-Tahrîr
ve’t-Tenvîr, Tunus 1984, (I-XXX).
İbn Fâris; Mekayisi’l-Luga, (Thk. Abdüsselam Muhammed
Harun), Neşreden: Dâru’l- Fikir, Yy. 1399/1979.
İbn Habîb Muhammed b. Habîb b. Ümeyye
el-Hâşimî; Muhabber, Beyrut 1937.
İbn Hacer, Ahmed b. Ali el-Askalani; Fethu’l-Bâri bi Şerhi
Sahîhi’l-Buhâri, Kahire 1986.
İbn Hanbel, Ahmed İbn İshak b. Muhammed; el-Müsned,
Çağrı Yayınları, İstanbul 1988.
İbn Hazm Ebû Muhammed Ali b. Ahmed; el-Fasl fi’l-Milel
ve’l-Ehva ve’n-Nihal, Beyrut, tsz.
İbn İshâk, Ebû Abdillâh Muhammed b.
İshâk b. Yesâr; Siret-ü İbn İshak, Dâru’l-Fikir, Beyrut 1398/1978.
İbn Kesîr, Ebu’l-Fidâ İsmail, Tefsîru’l
Kur’ân-il ‘Azîm, 1420/1999.
İbn Kudâme, Ebû Muhammed Müveffikuddîn Abdillah b. Ahmed b.
Muhammed; el- Muğni, Kahire 1388/1968, (I-IX).
İbn Mâce, Hâfız Ebi Abdillah Muhammed b. Yezîd el-Kazvinî; Sünen-i
İbn Mâce, Çağrı Yayınları, İstanbul 1981, (I-X).
İbn Manzûr, Cemâlüddîn Ebu’l-Fadl Muhammed b. Mükerrem
el-Mısrî; Lisânü’l- ‘Arabi’l-Muhîtfi’l-Lüga, Dâru’s-Sadr, Beyrut
1414/1994.
İbn Rüşd, Ebü’l-Velîd Muhammed b. Ahmed b. Muhammed el-Kurtubî;
Bidâyeu’l- Müctehîd, Kahire tsz.
İbnü’l-Esîr, Ebü'l-Hasan İzzeddin Ali b. Muhammed b.
Abdülkerîm; İslâm Tarihi: el- Kâmil fi’t-Tarîh Tercümesi, (Çev. Ahmet
Ağırakça vd.), Bahar Yayınları, İstanbul 1985, (I-XII).
……………; Üsdu’l-Gâbe
fî Marifeti’s-Sahâbe, Beyrut 1993, (I-VI).
İzutsu, Toshiko; Kur’an’da Allah ve İnsan, (Çev.
Süleymen Ateş), Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul tsz.
Kalın, Faiz; Kur’an’da Zaman Kavramı,
Rağbet Yayınları, İstanbul 2005.
Kam, Ferit; Vahdet-i Vücud,
(Sadeleştiren: Ethem Cebecioğlu), Ankara 1994.
Karaman, Hayrettin; İslam’ın Işığında Günün Meseleleri,
Nesil Yayınları, İstanbul 1988.
Kardâvî, Yusuf; İslam Hukukunda Zekât, (Çev. İbrahim
Sarmış), Kayıhan Yayınları, İstanbul 1984.
Kasani, Alauddin Ebi
Bekr b. Mus’ud; Bedaiu’s-Sanai fi Tertibi’ş-Şerai, Mısır tsz.
Kasım b. Sellam, Ebû
Ubeyde; el-Emval, Mısır 1968.
Kaya, Osman; Kur’an’a
Göre Dinlerarası Diyalog, İlahiyat Yayınları, Ankara 2005.
Keleş, Ekrem;
Yaklaşık 45 Enlemin Ötesinde Yatsı ve İmsak Vakitleri Problemi, III. Din
Şûrası, Tebliğ ve Müzakereler, 20-24 Eylül, Ankara 2004.
Kılavuz, Ahmet Saim; “Ebed”, Diyanet
İslam Ansiklopedisi, İstanbul 1994.
Kindî, Ebû Yusuf
Yakub b. İshak; Felsefi Risâleler, (Çev.
Mahmut Kaya), İz
Yayıncılık, İstanbul 1994.
Koca, Ferhat; “İbadet”, Diyanet İslam
Ansiklopedisi, İstanbul 1999.
Komisyon; İbadet ve Müessese Olarak
Zekât, İstanbul 1984.
Komisyon; Dini Kavramlar Sözlüğü,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 2007.
Komisyon; Kur’an
Yolu Türkçe Meal ve Tefsir, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara
2007.
Kur’ân-ı Kerîm ve Meali, Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 2005.
Kurtubi, Muhammed
bin Ahmed; el-Cami’ li-Ahkami’l-Kur’ân, Dâru’l-Kütübü’l- Mısriyye, Mısır
1964.
Kuzgun, Şaban; Hz. İbrahim ve
Haniflik, Ankara 1985.
Mâlik b. Enes el-Himyerî; el-Muvatta’,
Mısır 1370, (I-II).
Ma’luf, Luis; Müncid fi’l-Luga,
Dâru’l-Me‘ârif, Beyrut 2005.
Mâverdi, İmam
Ebu’l-Hasan Ali b. Muhammed b. Hasan; Ahkâmu’s-Sultâniyye, (Çev. Ali
Şafak), İstanbul 1976.
Merginânî,
Ali b. Ebi Bekr b. Abdilcelil el-Fergani; el-Hidaye fi Şerhi Bidayetü’l-
Mübtedi, Beyrut tsz., (I-IV).
Mevdûdî, Ebu’l-‘Alâ Ahmet b. Hasan; el-Mustalahatü’l-Erba’a
fi’l-Kur’ân, Kuveyt tsz.
……………; Tefhîmu’l-Kur’an, İstanbul
1991.
Mevsılî,
Necdüddin Abdullah b. Muhammed b. Mevdûdî; el-İhtiyâr li-Te’lîlil-Muhtâr,
Kahire 1356/1937, (I-V).
Mennâu’l-Kattân; Mebâhis
fi-Ulûmi’l-Kur’ân, Beyrut 1991.
Mükâtil b.
Süleyman Ebu’l-Hasen el-Ezdî el-Belhî; Tefsiru Mükatil b. Süleyman,
(Thk. Ahmed Mahmud Şehhâte) Dâru İhyâi’t-Türâs, Beyrut 1423.
Müslim,
Ebu’l-Huseyn b. Haccâc el-Kuşeyrî; Sahîhu’l-Müslim, Çağrı Yayınları,
İstanbul 1981, (I-III).
Nesefî, Abdullah İbn Ahmed; Medâriku’t-Tenzîl
ve Hakâiku’t-Te’vîl, Beyrut 1996.
Nevevî, Ebû
Zekeriyya Muhyiddin b. Şeref; el-Mecmu'u Şerhi'l-Mühezzeb, İdâratu't-
Tıbâ’ati'l-Münîriyye, Mısır tsz.
Olgun, Tahiru’l-Mevlevi; Müslümanlıkta
İbadet Tarihi, Akçağ Yayınları, Ankara 1998.
Orhan, Mehmet
Ali, “Namaz Vakti ve Vakti Girmeyen Bölgelerde Namaz Meselesi”, Erciyes
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı: 11.
Öğüt, Salim; “Cenabet”, DİA,
İstanbul 1993.
Özdemir, Serdar; Hz. Peygamber’in
Seriyyeleri, İstanbul 2001.
Özsoy, Ömer ve Güler, İlhami; Konularına
Göre Kur’ân, Fecr Yayınları, Ankara 2001.
Öztürk, Mustafa, Kur’ân-ı Kerîm Meali
Anlam ve Yorum Merkezli Çeviri, Ankara 2015.
Râgıb
el-İsfehâni, Ebu’l-Kâsım el-Huseyin b. Muhammed; el-Müfredât fi Garîbi’l-
Kur’ân, Dâru’l-Kalem, Dâru’ş-Şamiye, Dımeşk-Beyrut 1412.
Reşit Rıza, Muhammed; Tefsîru’l-Menâr,
Dâru’l- Fikr, Kahire 1923, (I-XII).
Rodinson, Maxime; Hz. Muhammed,
Hürriyet Yayınları, İstanbul 1980.
Sâbûnî, Muhammed Ali; Ravâiu’l-Beyân
Tefsiru Âyâti’l-Ahkâm, Beyrut 1980.
Sarıkçıoğlu, Ekrem; Başlangıçtan
Günümüze Dinler Tarihi, İstanbul 1983.
Sem’ani, Ebû Muzaffer; Tefsiru’l-Kur’ân,
Riyad 1418/1997.
Serahsi, Muhammed b. Ahmed b. Ebi Sehl; el-Mebsut,
Beyrut 1993, (I-XXX).
Sinanoğlu, Mustafa; “İbadet”, DİA,
İstanbul 1999.
Sunar, Cavit;
“Namazdan Maksat Nedir”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi,
1965.
Subhi’s-Sâlih; Kur’ân İlimleri,
(Çev. M. Said Şimşek), Konya tsz.
Suyûtî, Celâleddin Abdurrahmân b. Ebi Bekr eş-Şafiî; el-İtkân
fî ‘Ulûmi’l-Kur’ân, Beyrut/Lübnan 1996.
Sülün, Murat; “Kur’ân-ı Kerîm’de Salât’ın Kavramsal Çerçevesi”
Sosyal ve Ferdi İşlevleri Açısından Namaz ve Cami, -Tartışmalı İlmi
Toplantı- İstanbul 2009.
Şâtıbî, Ebû İshâk; el-Muvâfakat İslami İlimler Metodolojisi,
(Çev. Mehmet Erdoğan), İz Yayıncılık, İstanbul 2010.
Şener, Abdülkadir;
“Abdest”, DİA, İstanbul 1988.
Şener, Mehmet;
“Gusül”, DİA, İstanbul 1996.
Şeybâni, Muhammed b.
Hasen; el-Asl, Beyrut 2012, (I-IX).
Şulul, Cevher; “İslam Düşüncesinde Zaman Tasavvuru”, Harran
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı: 3, 2002.
Şurûn Bilâlî, eş-Şeyh Hasan b. Ammâr b. Ali el-Hanefî; Merâki’l-Felâh
bi İmdâdi’l- Fettâh Şerh-u Nûri’l-İzâh ve Necâti’l-Ervâh, Ahmet Kâmil
Matbaası, İstanbul 1327.
Şuûrî, Abdüsselâm b. Muhammed; et-Tevkîtü’l-Havli fiz-Zekât
vemâ Yeterattebü aleyhâ min Asâr, el-Mecmeu’l-Fıkhı’l-İslâmî, Mekke 2004.
Taberî, Ebû Cafer Muhammed b. Cerir; Camiu’l-Beyan an
Te’vili’l- Kur’ân, (Thk.: Ahmet Muhammet Şakir), Müessesetü’r-Risale,
Beyrut 1420/2000.
……………; Tarihi’r-Rüsul
ve’l-Mülük, Beyrut 1387.
Tevrat,
Kitab-ı Mukaddes, İstanbul 1987.
Tirmîzî, Ebû İsa
Muhammed b. İsa; Sünen-i Tirmîzî (I-V), İstanbul 1981.
Topaloğlu, Bekir;
“Huld”, DİA, İstanbul 1998.
Tuğ, Salih; İslam Vergi Hukukunun Ortaya Çıkışı, Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, Ankara 1963.
Tümer, Günay; Küçük,
Abdurrahman; Dinler Tarihi, Ankara 1988.
‘Ude, Halil Ebû Ude; et-Tatavvuru’d-Dilâli beyne
Lugâti’ş-Şi’ri’l-Câhili ve Lugâti’l- Kur’âni’l-Kerîm, Mektebetu’l-Menâr,
Ürdün 1985.
Uludağ, Süleyman; Tasavvuf Terimler
Sözlüğü, İstanbul 1991.
……………; “An”, “Ân-ı Dâim”, DİA,
İstanbul 1991.
Varlı, Mustafa; Güncel Dini Meseleler İstişare Toplantısı-I,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 2004.
Wensinck, Arent Jan; el-Mu’cemü’l-Müfehres li
Elfazi’l-Hadisi’n-Nebevi, İstanbul 1988.
Yaşaroğlu, Mehmet Kâmil; “Vakit”, DİA,
İstanbul 2012.
Yavuz, Yunus Vehbi; “Hayız”, DİA,
İstanbul 1998.
Yazır, Muhammed Hamdi; Hak Dîni
Kur’ân Dili, Eser Neşriyat, İstanbul 1979.
Yıldırım, Celal; Kaynaklarıyla İslam
Fıkhı, Uysal Kitabevi, Konya 1991.
Yitik, Ali İhsan; “Oruç”, DİA,
İstanbul 2007.
Yücel, İrfan, Dini Bayramlar ile Namaz Vakitlerinin
Tespitinde ve Kıble Yönünün Belirlenmesinde Usul ve Metod Birliği, II.
Avrasya İslam Şurasına Sunulmuş Tebliğ, 21-24 Ekim, İstanbul 1996.
……………; “Hilal” mad., DİA,
İstanbul 1998.
Zebîdî,
Muhammed b. Muhammed Abdürrezzâk el-Huseynî; Tâcü’l-Arûs
min
Cevâhiri’l-Kâmûs,
Dâru’l-Hidâye, tsz.
Zemahşerî, Ebu’l-Kâsım Carullah Muhammed b. Ömer; el-Keşşâf
an Hakâyıkı’t-Tenzil ve ‘Uyûni’l-Ekâvil fi Vücûhi’t-Te’vil,
Dâru’l-Kitabi’l-‘Arabî, Beyrut 1407.
……………; Esasu’l-Belağa, Dâru
Sadır, Beyrut 1992.
Zerkeşî, Bedruddin; el-Burhân fî
‘Ulûmi’l-Kur’ân, Mısır 1957, (I-V).
Zeylâî, Cemâleddin Ebû Muhammed Abdullah b. Yusuf; Nasbu’r-Râye
li-Ehâdîsi’l- Hidâye, Beyrut 1997, (I-IV).
Zürkânî, Muhammed b. Addül‘azim; Menâhilü’l-İrfân fî
Ulûmi’l-Kur’ân, Mısır 1943, (I-II).
EK: İBADET VAKİTLERİYLE İLGİLİ
PROBLEMLER VE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ I. 45 ENLEMİNİN ÖTESİNDE YATSI NAMAZI VE İMSAK
VAKİTLERİ PROBLEMİ VE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ
Aslında İslam dinindeki ibadetler,
kıbleye dönme, Kur’ân okuma, kıyam, rükû secde gibi kolay fiillerden
oluşturulmuş ve aralarında fasıla bulunan vakitlere dağıtılmış olan namaz gibi
kolay ibadetlerden ibarettir. İbadetlerin kendileri de kolaydır. Vakitlere
bölünmeleri de kolaylık olsun diyedir. Beş vakit namazın farz oluşuna vakitler
sebep olmamıştır. Namaz vakitleri konusunda Müslümanlar ilk zamanlar herhangi
bir sorun yaşamamışlardı. Ancak yeni fethedilen bölgelerde Müslüman olan
halklar bazı namaz vakitleri konusunda sorunlar yaşamaya başladılar. Problem
ilk olarak; eskiden ‘Dâru’l-Bulgar’[489]
denilen bölgede güneşin batması ile doğması arasında yatsı namazının edasına
yetecek kadar bir sürenin bulunmaması üzerine ortaya çıkmıştır. O dönem
fakihlerinden bir kısmı böyle bölgelerde vakti olmasa dahi yatsı namazının
kılınması gerektiğini diğer bir kısmı da gerekmediğini savunarak problemi
çözmeye çalışmışlardır.[490] Böyle bir görüşü,
kanaatimizce o dönemlerdeki ilim adamlarımızın yaklaşık 45 derece enlemin
ötesinde namaz vakitlerine ilişkin problemleri günümüzdeki kadar yaşamamış
olmaları ile açıklamak gerekir. Günümüzde ise problemin yaşandığı boyutlarla ve
karşılaşılan astronomik ve coğrafi bilgiler ışığında artık hala bu içtihatlarla
amel etmeye çalışmak da isabetli olmayacaktır. Bu sebeple birçok Müslümanın
yaşadığı 45 derece enlemin kuzeyinde imsak vaktinin girdiğini gösteren
belirtilerin olmaması ya da bazı namazların vakitlerinin geç girmesi yüzünden
Diyanet İşleri Başkanlığı vakit hesaplama uzmanları bazı çalışmalar yapmıştır.
Vakit hesaplama uzmanları, yatsı
namazının vakti hesaplanırken güneşin ufkun 17 derecenin altına inmesi, sabah
namazının vakti için de ufka 18 derece yaklaşması esas alındığı takdirde,
ekvatordan yaklaşık 48 derece enlem dairelerine kadar olan bölgelerde Sünnette
belirlenen ve fıkıh kitaplarımızda açıklanan atmosferik alametlere uygun olarak
namaz vakitlerinin oluştuğunu ifade etmektedirler. 49 derece enlem
dairesinden itibaren kutuplara doğru, mevsimine ve yerine göre gittikçe artan
oranda imsak ve yatsı vakitleri oluşmamaktadır. 66 derece enlemden itibaren ise
kutuplara doğru mevsimine göre gittikçe artan oranda güneşin batmadığı ve
doğmadığı günler başlamaktadır. Tam kutupta yani 90 derecede ise yaz döneminde
güneş altı ay devamlı ufkun üstünde devretmekte ve hiç batmamakta buna mukabil
ise kış döneminde altı ay devamlı ufkun altında devretmekte ve hiç
doğmamaktadır.488
Aşağıdaki tabloda 45 ٧٥ 71 derece Kuzey
enlemleri arasında kalan bölgeler İçin, yukarıda verilen kriterlere göre imsak
ve yatsı vakitlerini gösteren astronomik belirtilerin
oluşum durumu
gösterilmiştir.489
Enlem |
Imsak-Yatsı vaktinin
teşekkül ettiği gün sayısı |
imsak vaktinin
teşekkül etmediği tarihler |
Yatsı vaktinin
teşekkül etmediği tarihler |
45 |
Yıl boyu teşekkül ediyor |
|
|
46 |
Yıl boyu teşekkül ediyor |
|
|
47 |
Yıl boyu teşekkül ediyor |
|
|
48 |
Yıl boyu teşekkül ediyor |
|
|
49 |
342 Gün |
10 14218-2 Temmuz |
|
50 |
324 Gün |
31 Mayıs-11 Temmuz |
10 11218-2 Temmuz |
51 |
311 Gün |
26 Mayıs-18 Teimnuz |
1 Haziran- 11 Temmuz |
52 |
301 Gün |
21 Mayıs-23 Temmuz |
26 Mayıs-18 Temmuz |
53 |
292 Gün |
16 Mayıs-27 Temmuz |
21 Mayıs-23 Teimnuz |
54 |
284 Gün |
12 Mayıs-31 Teimnuz |
16 Mayıs-27 Temmuz |
55 |
276 1 |
8 Mayıs-4 Ağustos |
12 Mayıs-31 Temmuz |
56 |
269 1 |
5 Mayıs-8 Ağustos |
8 Mayıs-4 Ağustos |
57 |
262 Gün |
1 Mayıs-11 Ağustos |
5 Mayıs-8 Ağustos |
58 |
255 Gün |
28 Nisan-15 Ağustos |
1 Mayıs-11 Ağustos |
59 |
249 Gün |
25 Nisan-18 Ağustos |
28 Nisan-15 Ağustos |
60 |
243 Gün |
22 Nisan-21 Ağustos |
25 Nisan-18 Ağustos |
61 |
237 Gün |
19 10115200-24 Ağustos |
22 Nisan-21 Ağustos |
62 |
231 Gün |
19 Nisan-24 Ağustos |
19 Nisan-24 Ağustos |
63 |
226 Gün |
13 Nisan-29 Ağustos |
19 Nisan-24 Ağustos |
64 |
221 Gün |
HNisan-l Eylül |
13 Nisan-29 Ağustos |
65 |
215 Gün |
8 Nisan-4 Eylül |
11 Nisan-l Eylül |
66 |
209 Gün |
5 Nisan-7 Eylül |
8 Nisan-4 Eylül |
67 |
203 Gün |
3 Nisan-9 Eylül |
5 Nisan-7 Eylül |
68 |
200 Gün |
31 Mart-12 Eylül |
3 Nisan-9 Eylül |
69 |
193 Gün |
28 Mart-15 Eylül |
31 Mart-12 Eylül |
70 |
189 Gün |
26 Mart-17 Eylül |
28 Mart-15 Eylül |
71 |
183 Gün |
23 Mart-20 Eylül |
26 Mart-17 Eylül |
468 III. Din Şûrası Tebliğ ve Müzakereleri, 20-24 Eylül 2004,
Ankara, s. 148.
469 Tablodaki bilgiler. Diyanet
İşleri Başkanlığı Din Hizmetleri Dairesi Vakit Hesaplama Şube Müdürlüğü’nden
alınmıştır.
Tabloda görüldüğü üzere 49 derece
enlem dairesinden itibaren kutuplara doğru, gidildikçe artan oranda imsak ve
yatsı vakitleri oluşmamaktadır. Yukarıda da belirtildiği gibi tam kutupta yani
90 derecede ise yaz döneminde güneş altı ay devamlı ufkun üstünde devretmekte
ve hiç batmamakta buna karşılık kış döneminde altı ay devamlı ufkun altında
devretmekte ve hiç doğmamaktadır. Her ne kadar imsak vakitlerinin
oluşmamaya başlama sınırı, yatsı vakitlerinden daha erkenmiş gibi görünse de bu
durum, yukarıdaki hesapların imsak vaktinde güneşin ufka 18 derece yaklaşmış
olması, yatsı da ise 17 derece ufkun altına inmesi esasına göre yapılmış
olmasından kaynaklanmaktadır. Şu kadar var ki, imsak oluşmamaya başladığı andan
itibaren artık yatsı vaktinin de oluşmayacağı açıktır. Çünkü gecenin bir
tarafında gündüz başlangıcını gösteren astronomik belirtinin olmaması, diğer
tarafında da gündüz bitimi belirtisinin olmayacağını gösterir. Zaten akşam
şafağı ile fecir, astronomik olarak simetrik olaylar kabul edilmektedir.
Dolayısıyla mevsimine göre imsak vaktinin oluşmamaya başladığı 49 derece
enlemden itibaren artık yatsı vaktinin de oluşmayacağı söylenebilir.[491]
Bu bağlamda yukarıda arz etmeye
çalıştığımız astronomik veriler ışığında yaklaşık 45 derece enlem dairesinden
kutuplara kadarki bölgelerde namaz ve imsak vakitlerinin tespitiyle ilgili
ortaya çıkan problemleri şöyle sıralayabiliriz:
1.
Güneşin bir günden fazla doğmaması
veya batmaması sebebiyle tulu', gurub, gaybubet-i şafak, fecr gibi sünnette yer
alan ve namaz vakitlerinin belirlenmesinde yararlanılan astronomik alametlerin
oluşmadığı yerlerde namaz ve imsak vakitlerinin belirlenmesi.
2.
Astronomik alametlere göre vakitlerin
bir kısmının oluşup bir kısmının oluşmadığı bölgeler (Yatsı ve imsak
vakitlerinin teşekkül etmediği yerler).
3.
Vakitler oluşmakla birlikte yatsı
vaktinin çok geç ve imsak vaktinin çok erken teşekkül etmesinden dolayı namaz
ve oruç hususunda güçlükler ortaya çıkabilecek bölgeler.
Tulu’ gurup, gaybubet-i şafak ve fecr
gibi astronomik alametlerin oluşmadığı bölgelerde vakti oluşmayan namazın
kılınmayacağı hususunda bazı görüşler vardır. Ancak günümüzde hem fetva
kurulları hem de bireysel olarak hüküm veren hocalarımızın kanaatine göre,
buralardaki namazların takdir yoluyla kılınması gerektiğidir. [492] Yaklaşık 45 derece
enlemin ötesinde yer alan bölgelerde namaz vakitleri meselesini ele almak için
Brüksel’de bir
konferans[493]
düzenlenmiş ve bu konferansta, takdir metoduna başvurulması
benimsenmiştir. Takdirde benimsenen usul ise, genellikle fıkıh kitaplarımızdaki
“vakti oluşmayan namaz vakitlerinin, vakitlerin oluştuğu en yakın bölgeye
göre takdir edilerek belirlenmesi”[494]
içtihadı doğrultusundadır. Ancak takdirde başvurulacak yöntem hususunda farklı
birtakım yaklaşımlarla karşılaşılmaktadır. Bu yaklaşımları başlıca üç grupta
toplamak mümkündür:
1.
Son
oluşan vakti, tekrar vakit oluşana kadar dondurma yöntemi.
2.
Vakit
oluşmayan yerleri, vakit oluşan en yakın yere göre belirleme yöntemi.
3.
Astronomik
belirtilere göre vakti oluşmayan namazlar için başka birtakım kriterleri esas
alan diğer takdir yöntemleri.
Bunlardan ikinci maddede yer alan
yaklaşım, klasik fıkıh kitaplarımızda önerilen, vakitlerin oluşmadığı yerlerin
namaz vakitlerinin, vakitlerin oluştuğu en yakın bölgelere kıyaslanarak
belirlenmesi yöntemine uygun olmakla birlikte pratikteki hesap güçlüğü
nedeniyle pek uygulanmamaktadır. Çünkü vakitlerin oluşumu itibariyle, en yakın
bölge kavramı, kesintisiz değişiklik halindedir. Ancak en yakın bölge kavramı,
namaz vakitlerinin astronomik alametlere göre yıl boyu eksiksiz oluştuğu en
yakın bölge anlamına alındığı takdirde, Muhammed Hamidullah'ın ve Haydarabat
Alimler Meclisi’nin söylediği gibi, 45 derece enleminden ötede yer alan
bölgelerde 45 derece enlemin vakitlerinin esas alınması kastedilmiş
olacaktır.[495]
Benimsenen takdir metoduna göre
kuzeyde kutup istikametine doğru güneşin mevsimler
itibariyle batmaya veya doğmamaya
başladığı ilk enlem 66 derece kuzey enlemidir. Brüksel konferansında, gündüz
veya gecenin asgari oluşumu bakımından 66 derece kuzey enlemine en yakın enlem
olarak 64 derece kuzey enleminin alınması uygun görülmüştür. 64 derece
enleminde mevsimlere göre güneşin batması ile doğması arasındaki ve doğması ile
batması arasındaki en kısa süre, üç saat olarak tespit edilmiştir. Buna göre
güneşin batışı ile doğuşu arasındaki süre itibariyle en kısa gece ve güneşin
doğuşu ile batışı arasındaki süre itibariyle en
kısa gündüz, üç saat kabul
edilmektedir.
Vakit hesaplama uzmanlarının
verdikleri bilgilere göre, 64 derece Kuzey enleminde Ekim, Kasım, Aralık, Ocak,
Şubat ve Mart aylarında astronomik belirtiler itibariyle namaz vakitlerinde
herhangi bir problem görülmemektedir. Problem Nisan ayında başlamakta ve
Eylül ayına kadar devam etmektedir. 9 Nisan’da imsak 01:22'de oluşmaktadır. 10
Nisan-01 Eylül arasında ise imsak vakti oluşmamaktadır. Son oluşan imsak
vaktini sabitleyerek vakit belirleme yöntemini esas alan yaklaşıma göre imsak
vakti 01:22 olarak sabitlenip 02 Eylülde vakitlerin takvimde gösterilişi 01:34
olarak normal seyrine bırakılmaktadır. Yatsı vakti 10 Nisan’da 00.13’te
oluşmaktadır. 11 Nisan-02 Eylül arasında yatsı vakti oluşmamaktadır. Son oluşan
yatsı ile son oluşan imsak vakti arasındaki süre 1 saat 9 dakikadır. Bu
tarihlerde 64 derece enlemde iki gün arasında güneşin hareketlerinde hızlı bir
değişim görülmektedir. 1 Nisan’da imsak vakti 03:10'da oluşurken yatsı vakti en
son 23:05'te oluşmaktadır. Aralarındaki fark 3 saat 55 dakikadır.[496]
Yukarıda verdiğimiz bilgiden de
anlaşılacağı üzere on gün sonra bu süre yaklaşık bir saate düşmektedir. Bu
durumdan hareketle, sabitleme işleminin, problemin başladığı tarihten yaklaşık
bir on gün öncesine, problemin bitişinden de yaklaşık bir on gün sonrasına
kaydırılmasıyla, bu bölgeler için teknik bir çözüm üretilebileceği düşüncesi
gündeme getirilmiştir.[497] Bu, şu anlama
gelmektedir; demek ki dondurma işlemi, problemin başlangıcı ve bitiminden tarih
itibariyle uzaklaştırıldıkça yatsı ile imsak arasındaki zaman bir süre
uzayacaktır.
Kutup istikametine doğru namaz
vakitlerinin kısmen veya tamamen oluşmadığı ve gitgide mevsimlere göre güneşin
ufkun üstüne çıkmadığı veya ufkun altına inmediği dönemlerde ve yerlerde namaz
vakitlerinin hep takdirle belirlenmesi gerektiği artık üzerinde tartışılma
yapılmasına gerek kalmayacak boyutlarda kabul edilir hale gelmiştir. [498] Bu nedenle de
astronomik olarak vakitlerin oluşmadığı yerlerde takdir de zorunlu hale
gelmektedir. Burada önemli olan takdir yapılırken bu bölgeler için de bir gün
mefhumunun olduğunu gözden uzak tutmamaktır. Diğer yerlerden farklı olarak
buralarda mevsimlere göre güneş ufkun altında veya üstünde devretmektedir.
Güneş -ufkun altında veya üstünde dolansa da- herhangi bir yerin boylamının
hizasını geçer geçmez öğle vakti, bunun tam mukabili de gece yarısıdır.
Buralarda yaşayan insanların da hayatlarının yirmi dört saat olduğu ve bu
süreye göre yaşamlarını düzenledikleri unutulmamalıdır. Genel olarak belli
saatlerde kalkmakta işe gitmekte, belli saatlerde işlerine ara vermekte, belli
saatlerde işlerden evlerine dönmekte ve belli saatlerde yatmakta, yemek
saatlerini de bu akışa göre ayarlamaktadırlar.[499]
Elbette bu şekilde yapılacak bir takdir bağlayıcı olmayacaktır. Ancak beş vakit
namaz kılmakla ve ramazan orucunu tutmakla mükellef olan Müslümanların,
ibadetlerini kolaylıkla ve şüpheye düşmeden yapabilmeleri için de bir kolaylık
sağlayacaktır. Ancak burada önemli olan oralarda bulunan Müslümanların takdirde
birlik sağlamaları olmalıdır.
Bu konuyla ilgili olarak Musa
Carullah’ın görüşleri ise şöyledir: Yeryüzünde güneşin batışının ve
doğuşunun gerçekleşmediği yerler var ise de yirmi dört saatten ibaret olan
güneş devresinin bulunmadığı yer yoktur. İster kutupta isterse ekvatorda olsun
günlük hareketten ibaret olan devre yirmi dört saattir. Doğuş ve batış gibi
tabii durumlar sebebiyle devre her yerde gece ve gündüzlere bölünmez ise de
devre her yerde en azından normal ve ictimai durumlar sebebiyle sabah, öğle,
ikindi, akşam ve yatsı gibi kısımlara elbette bölünür. İşte böyle bir taksim
yardımıyla her yerde ve her devrede beş vakit namaz tespit edilip belli zaman
aralıklarına dağıtılabilir. Kur’ân-ı Kerîm’de geçen şu ayet buna işaret
etmektedir: “Onlar orada boş sözler değil, sadece selam işitirler. Orada sabah
akşam rızıklarını hazır bulurlar”[500]
Konuyla ilgili olarak Musa Carullah,
Deccal hadisini de delil olarak getirir. Söz konusu hadis şöyledir:
“Nevvas
b. Sem’an’dan nakledildiğine göre Hz. Peygamber Deccal’dan bahsetmiş ve onun
yeryüzünde kırk gün kalacağını, bir gününün bir yıl, bir gününün bir ay, bir
gününün bir hafta ve diğer günlerinin de normal günlerimiz gibi olacağını
söylemiştir. Bunun üzerine ashab: ‘Ey Allah’ın Rasulü! Bir sene gibi olacak
olan günde bir günlük namaz yeterli olur mu?’ diye sormuş, Hz. Peygamber de
‘Hayır, namaz vakitlerini belirleyiniz (takdir ediniz)’ demiştir. [501]
Ashab-ı kiramın, “o bir sene olan
günde bize bir günlük namaz yeter mi?” şeklindeki sorularına Hz. Peygamber,
“Hayır! Namazın vaktini kendiniz tayin ediniz” demiştir. Yani beş vakit namaz
hakkında güneşin batışı ve doğuşu gibi durumlar muteber değildir. Aksine yirmi
dört saatten ibaret olan her devrede beş vakit namaz farzdır. Yani gündüzleri
bir sene kadar uzun olacak olan o günde yirmi dört saat kadar olan süreyi
takdir eder ve her yirmi dört saatte beş vakit namaz kılarsınız” demektir.[502]
11.
İSLAM ÜLKELERİ ARASINDA İBADET
VAKİTLERİYLE İLGİLİ YAPILAN ÇALIŞMALAR
İslam ülkeleri arasında ibadet
vakitleriyle ilgili her dönemde tartışmalar olmuştur. Bu tartışmalardan birisi
de Rü’yet-i Hilal konusudur. Acaba Ramazan
Hilalinin başlangıcı gözle mi, yoksa hesap uzmanlarının görüşlerine dayanılarak
mı kabul edilecektir? Müslümanlar arasında ihtilafa sebep olan bu meselenin
çözümü için T.C. Diyanet İşleri Başkanlığının daveti üzerine İstanbul’da 27-30
Kasım 1978 tarihleri arasında Rü’yet-i Hilal konferansı
düzenlenmiştir. Konferansa Afganistan, Bahreyn, Bangladeş, Birleşik Arap
Emirlikleri, Cezayir, Endonezya, Fas, Ürdün, Irak, Kuzey Kıbrıs Türk
Cumhuriyeti, Kuveyt, Lübnan, Malezya, Orta Asya ve Kazakistan, Pakistan, Sudan,
Suudi Arabistan, Tunus ve Türkiye’den delegeler katılmıştır.
Ayrıca Brüksel İslam Merkezi, Paris
İslam Merkezi ve Rabitatu'ul-Alemi'l-islami konferansta temsil edilen
kuruluşlardır.
Konferansa katılan alimler uzun
yıllar, Müslüman ülkeler arasında Ramazan’ın başlangıcı ve dini gün ve
bayramlarda ortak bir noktaya varılamadığı ifade ederek üzüntülerini dile
getirmişler ve Kur’ân-ı Kerîm’deki “Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’ân’a) sımsıkı
sarılın. Parçalanıp bölünmeyin”[503] ayetiyle bu durumun
bir çözüme kavuşturulması gereği üzerinde birleşmişlerdir.
Konferansa katılan ilim adamları
arasından "Din Komisyonu" ve "Astronomi Komisyonu" olmak
üzere iki ayrı komisyon oluşturulmuştur. Bunlardan her biri kendi uzman
oldukları alanlarda tebliğlerini sunmuşlardır. Bir hayli yoğun geçen tartışmalardan
sonra delegeler, oy birliği ile şu kararlara varmışlardır:
1. İster çıplak gözle, isterse modern ilmin rasat metotlarıyla olsun, asıl
olan Hilal'in Ru'yeti'dir.
2. Astronomların hesapla tespit ettikleri Kameri aybaşlarına dinen itibar
edilebilmesi için, onların bu tespitlerini Hilal'in güneş battıktan sonra ve
görüşe mani engellerin bulunmaması halinde gözle görülebilecek şekilde, ufukta
fiilen mevcut olması esasına dayandırılmaları gerekir ki, bu Ru'yete
"hükmi ru’yet" denir.
3.
Hilal'in görülebilmesi için iki temel
şartın gerçekleşmesi zorunludur:
a)
İçtima (kavuşum)'dan sonra Ay ile
Güneş'in açısal uzaklığı 8 dereceden az olmamalıdır. Bilindiği üzere Rüyet, 7
ile 8 dereceler arasında başlamaktadır. 8 derecenin esas alınmasında, ihtiyat
bakımından görüş birliğine varılmıştır.
b)Güneş'in batışı anında Ay'ın ufuktan yüksekliğinin açısal değeri, 5
dereceden az olmamalıdır. Sadece bu esasa göre normal durumlarda Hilal'in
çıplak gözle görülebilmesi mümkündür.
4. Hilal'in Rüyet edilebilmesi için belli bir yer şart değildir. Yeryüzünün
herhangi bir bölgesinde Hilal'in Rüyeti mümkün olursa, buna istinaden ayın
başladığına hükmetmek doğru olur. İslam dünyasının birlik ve beraberliğini
sağlamak için Rüyetin ilanı, müteakip maddede
işaret edilen Müşterek Hicri
Takvim'in tespitleri uyarınca Mekke-i Mükerreme'de tesis edilecek olan
rasathane tarafından yapılmalıdır.
5. Din ve astronomi bilginleriyle rasathane yetkililerince her kameri yıl
için 2., 3. ve 4. maddelerinde zikredilen kriterlere dayalı bir takvim
hazırlanmalıdır. Takvim Komisyonu, ‘Müşterek Takvim Taslağı'nı kabul etmek
üzere periyodik olarak her yıl toplanacaktır. İlk olarak Mart 1979 tarihinde
İstanbul'da yapılacaktır.
6. Yukarda işaret edilen Takvim Komisyonu şu ülkelerin temsilcilerinden
oluşacaktır: Bangladeş, Cezayir, Endonezya, Irak, Katar, Kuveyt, Mısır, Suudi
Arabistan, Tunus, Türkiye, Komisyonun toplanması için bütün üyelerin
bulunmaları gerekli değildir.
7. Anılan komisyon, yukarıda açıklanan kriterlere göre Ramazan, Şevval ve
Zilhicce ayları için Hilal'in görülebileceği bölgeleri gösteren haritalar
hazırlayacaktır. Böylece durum müsaitse, bizzat Hilal'i gözleyerek Ru'yet-i
gerçekleştirmek ve hesabın doğruluğu konusunda ikna olmak isteyen herkese
kolaylık sağlayacaktır. Ayrıca bu haritalar, isteyen her devletin yetkili
kılacağı uzman ve güvenilir bir heyete rasat yaptırmasına yardımcı olacaktır.
8. Bu karar ve tavsiyeler, İslam Ülkeleri Dışişleri Bakanları Konferansı
Genel sekreterliğine sunularak Dışişleri Bakanlarının Rabat'ta yapılacak olan
ilk toplantısında kabulü ve uygulamaya konulması istenecektir.[504]
Maalesef alınan tüm bu kararlara
uyulmamış, hemen ertesi yıldan itibaren tüm İslam ülkeleri kendi ölçülerine
göre farklı günler belirleyerek Ramazan orucuna başlamışlardır. Böyle önemli
bir konuda birlik ve beraberlik sergileyemeyen İslam ülkelerinin diğer ümmetin
meselelerini ilgilendiren mühim konularda nasıl birleşecekleri takdire şayan
bir soru olarak gündemimizde kalmaya devam edecektir.
[5] Duha, 93/1-3.
[6] Asr, 103/1-3.
[7] Ebû Abdillah Muhammed Fahreddîn er-Râzî, Tefsiru’l-Kebir
(Mefâtıhu’l-Gayb), Dâru İhyâi’t-Türâsi’l- Arabi, Beyrut 1420, XXXII, 277.
[8] Ebû Abdillah Muhammed b. İsmail, el-Buhârî, el-Câmi’u’s-Sahîh,
Rikak, 18, Çağrı Yayınları, İstanbul 1981.
[9] Abdulfettah Ebû Gudde, İslam Alimlerinin Gözüyle Zamanın
Kıymeti, (Çev. Enbiya Yıldırım), İzmir 1995, s. 7-8, 5 nolu dipnot.
[10] Ebû Gudde, s. 8.
[11] Nisâ, 4/103.
[12] Meryem, 19/59.
[14] İbn Manzûr, Cemâlüddîn Ebu’l-Fadl Muhammed b. Mükerrem el-Mısrî, Lisânü’l-Arabi’l-Muhîtfi’l-
Lüga, Dâru’s-Sadr, Beyrut 1414/1994, III, 271.
[15] Muhammed b. İsmail el-Buhârî, el-Câmiu’s-Sahih,
Daru’ş-Şa’b, Kahire 1407, Buyu’, 106; İcâre, 10; Ahmed İbn Hanbel b. İshak b.
Muhammed, el-Müsned, Çağrı Yayınları, İstanbul 1988, III, 358.
[16] Fâtiha, 1/5.
[17] Ebu’l-‘Alâ Ahmet b. Hasan el-Mevdûdî, el-Mustalahatü’l-Erba’a
fi’l-Kur’ân, Kuveyt tsz. s. 60.
[18] Fatihâ, 1/5; Nahl, 16/36; İsrâ, 17/23.
[19] İsrâ, 17/44.
[20] Hac, 22/18.
[21] Nûr, 24/41.
[22] Zâriyât, 51/56.
[23] Ferhat Koca, “İbadet”, DİA, İstanbul 1999, XIX, 242.
[24] Cavit Sunar, Namazdan Maksat Nedir, Ankara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, 1965, s. 31.
[25] Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dîni Kur’ân Dili, Eser Neşriyat,
İstanbul 1979, I, 96.
[26] Ebu’l-Kâsım el-Huseyin b. Muhammed Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât
fi Garîbi’l-Kur’ân, Dâru’l- Kalem, Daru’ş-Şamiye, Dımeşk-Beyrut 1412, s.
542.
[27] Ra’d, 13/15; Hac, 22/18; Rahmân, 55/6.
[28] İbn Manzûr, III, 271.
[29] Seyyidu’ş-Şerif Ebu’l-Hasan Ali b. Muhammed Cürcânî, et-Ta’rîfât,
Dâru’l-Kitabü’l-İlmiyye, Beyrut 1983, s. 146.
[30] Musa Carullah Bigiyef, Uzun Günlerde Oruç, İz Yayıncılık,
(Çev. Abdullah Kahraman), İstanbul 2009,
s. 83-84.
[31] Ferhat Koca, “İbadet”, DİA, XIX, 240.
[32] Bigiyef, s. 21.
[33] Ferhat Koca, “İbadet”, DİA, XIX, 247.
[34] Beyza Bilgin, Türkiye’de Din Eğitimi ve Liselerde Din Dersleri,
Ankara 1980, s. 99.
[35] Ferhat Koca, “İbadet”, DİA, s. 248-252.
[36] Muhammed 1121 Abdülbaki, 0/-111/"607711/1/-٨ 117/2/1765 li
Elfâzı’l-Kur’âni’l-Kerîm, Kahire 1364, s. 441458.
[37] Bakara, 2/172.
[38] Ebû Cafer Muhammed b. Cerîr Taberî, (206477111/17-/7611671 an
Te’vili’l-Kur’ân, (اط. Ahmet
Muhammet Şâkir), Müessesetü’r-Risâle, Beyrut 2000, III, 317.
[39] Yâsîn, 36/60.
[40] Zemahşerî, Ebu’l-Kasım Carullah Mahmud b. Ömer, el-Keşşâf
an Hakâiki’t-Tenzîl, Dâru’l-Kitabi’l- Arabi, Beyrut 1407, IV, 23.
[41] Mü’minûn, 23/45-47.
[42] Taberî, Câmiu’l-Beyân, IXX, 35-36.
[43] Mü’min, 40/66.
[44] 120611, Câmiu ’1-Beyân, XXI, 412.
[45] Sebe, 34/41.
[46] Cin, 72/6.
[47] 120611, Câmiu ’1-Beyân, XXIII, 654-655.
[48] Tâhâ, 20/14.
[49] İlhan Ayverdi, Misalli Büyük Türkçe Sözlük, Kubbealtı
Neşriyat, İstanbul 2000, III, 3292.
[50] Mehmet Kâmil Yaşaroğlu, “Vakit”, DİA, İstanbul 2012,
XXXXII, 488.
[51] Cevher Şulul, “İslam Düşüncesinde Zaman Tasavvuru”, Harran
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2002, sy. 3, s. 73-88, 3 nolu
dipnottan naklen; bk. İsmail Hakkı Bursevi, Furuk-u Hakki, Zahire
Matbaası, Zilkade 1251, s. 230-231.
[52] Mehmet Erdoğan, Fıkıh ve Hukuk Terimleri Sözlüğü, Hikmet
Neşriyat, İstanbul 1993, s. 263.
[53] A’râf, 7/142-143, 155.
[54] Bakara, 2/189.
[55] Nisâ, 4/10.
[56] Faiz Kalın, Kur’ân’da Zaman Kavramı, Rağbet Yayınları,
İstanbul 2005, s. 165-166.
[57] M. Kâmil Yaşaroğlu, “Vakit”, DİA, XLII, 488.
[58] Cevher Şulul, İslam Düşüncesinde Zaman Tasavvuru, s. 74.
[59] Câsiye, 45/24.
[60] İnsân, 76/1.
[61] Râgıb el-İsfahânî el-Müfredât, s. 319.
[62] İbn Manzûr, IV, 132-133; Mütercim Asım Efendi, Kamus
Tercümesi, İstanbul 1304, II, 336.
[63] Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, s. 569.
[64] İbn Manzûr, VI, 575.
[65] Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, s. 569; Asım Efendi, Kamus
Tercümesi, II, 342-343.
[66] Yûsuf, 12/36.
[67] Nebe, 78/14.
[68] Yûsuf, 12/39.
[69] Asr, 103/1-2.
[70] Fahreddin er-Râzî, Mefâtıhu’l-Gayb, XXXII, 277; İbn Arabi,
Muhammed b. Abdullah, Ahkamu’l- Kur’ân, Beyrut 1988, IV, 477; İsmail
Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân, Osmanlı Yayınları, İstanbul, tsz., X,
505-506; Ebu’l-Alâ Ahmet b. Hasan Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’ân, İstanbul
1991, VII, 225.
[71] Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, s. 267.
[72] İbn Manzûr, XIII, 133.
[73] İbn Arabi, Ahkamu’l-Kur’ân, III, 91.
[74] İbn Arabi, Ahkamu’l-Kur’ân, III, 91.
[75] Sad, 38/3.
[76] Rum, 30/17.
[77] Saffat, 37/148.
[78] İbrahim, 14/25.
[79] İnsân, 76/1.
[80] Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, s. 248.
[81] Yazır, VIII, 499.
[82] Kehf, 18/60.
[83] Nebe, 78/23.
[84] Yazır, VIII, 499.
[85] Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, s. 267.
[86] Yazır, III, 387.
[87] Buhârî, Şehadet, 9; Tirmîzî, Ebû İsa Muhammed b. İsa, Sünen-i
Tirmîzî, İstanbul 1981, Fiten, 45.
[88] Yazır, III, 388.
[89] Yazır, III, 388.
[90] Yûnus, 10/13.
[91] İsrâ, 17/17.
[92] Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, s. 434.
[93] Yazır, III, 412.
[94] Kamer, 54/1.
[95] A’râf, 7/187.
[96] Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredâî, s. 435.
[97] Rum, 30/55.
[98] Râgıb el-İsfahânî, el-Müfedâ؛, s. 746.
[99] Nahl, 16/77.
[100] Kamer, 54/50.
[101] Yâsîn, 36/82.
[102] Taberî, (1677111/ 7-/7011671, XXII, 607.
[103] Süleyman Uludağ, “An”, “Ân-ı Dâim”, DİA, İstanbul 1991,
III, 100.
[104] Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimler Sözlüğü, İstanbul 1991,
s. 547.
[105] Bakara, 2/71.
[106] Nisâ, 4/18; Bakara, 2/178; Enfal, 8/66; Yûnus, 10/51; Yûsuf,
12/51.
[107] Süleyman Uludağ, “An”, DİA, III, 101.
[108] Kehf, 18/3.
[109] Ahmet Saim Kılavuz, “Ebed”, DİA, İstanbul 1994, X, 72.
[110] Râgıbel-İsfahânî, el-Müfredât, s. 59.
[111] Ferit, Kam, Vahdet-i Vücud, (Sadeleştiren; Ethem
Cebecioğlu), Ankara 1994, s. 121.
[112] İbn Manzûr, III, 68-69.
[113] Nisâ, 4/57.
[114] Nisâ, 4/168-169.
[115] Bekir Topaloğlu, “Huld”, DİA, İstanbul 1998, XVIII, 324.
[116] Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, s. 408.
[117] Kasas, 28/71.
[118] Kasas, 28/72.
[119] İbn Manzûr, III, 212.
[120] En’am, 6/96.
[121] Rahman, 55/5.
[122] Ramazan, Altınay, Erken Dönem İslam Toplumunda Zaman
Anlayışı ve Günlük Hayata Etkileri, Dini Araştırmalar Dergisi, Yıl: 7, sy.
21, Ankara 2005, s. 231.
[123] Bakara, 2/96, 233, 240, 259; Mâide, 5/26; Tevbe, 9/126; Hacc,
22/47; Kasas, 28/27; Secde, 32/55; Ahkâf, 46/27, Yûsuf,12/49.
[124] En’am, 6/96.
[125] Tevbe, 9/36.
[126] Ramazan Altınay, Erken Dönem İslam Toplumunda Zaman Anlayışı
ve Günlük Hayata Etkileri, s. 230.
[127] Bakara, 2/185; Mâide, 5/2; Sebe, 34/12; Mücadele, 58/4; Talak,
65/4.
[128] M. Kâmil Yaşaroğlu, “Vakit”, DİA, XXXXII, 488.
[129] Hûd, 11/81; Müddessir, 74/34; Tekvîr, 81/18; Âdiyat, 100/3.
[130] İbn Manzûr, II, 502.
[131] İbn Manzûr, XV, 116.
[132] İbn Manzûr, V, 45.
[133] Muhammed b. Muhammed b. Abdurrezzâk ez-Zebîdî, Tâc’ül-Arûs min
Cevâhiri’l-Kâmûs, Dâru’l- Hidâye, tsz., X, 236.
[134] İbn Manzûr, XIV, 475-476.
[135] Duha, 93/1; A’raf, 7/98.
[136] İbn Manzûr, X, 310.
[137] Felak, 113/1.
[138] İbn Manzûr, VIII, 58.
[139] Cuma, 62/9.
[140] Hûd, 11/114; Tâhâ, 20/130.
[141] İsrâ, 17/78.
[142] Bakara, 2/164; Yûnus, 10/6; Nahl, 16/16; Furkân, 25/47; Lokmân,
31/29.
[143] Bakara, 2/65; Nisâ, 4/47; Nahl, 16/124.
[144] Âl-i İmrân, 3/41; En‘âm, 6/52; Yûsuf, 12/16; Gâfir, 40/55.
[145] Furkân, 25/5; Ahzâb, 33/42; Fetih, 48/9; İnsan, 76/25.
[146] Âl-i İmrân, 3/113; Tâhâ, 20/130; Zümer, 39/9.
[147] Kâf, 50/39; Tâhâ, 20/130.
[148] Felak, 113/3.
[149] İsrâ, 17/78.
[150] Bakara, 2/164; Âl-i İmrân, 3/190; Yûnus, 10/64; Hûd, 11/114;
Enbiyâ, 21/20; Hac, 22/61; Nûr, 24/44.
[151] İbrahim Canan, İslam’da Zaman Tazimi, Cihan Yayınları,
İstanbul 2009, s. 15-16.
[152] Neşet Çağatay, Eski Çağlardan Bu Yana Zaman Ölçümü ve Takvim,
Sy. 1, 1978, XXII, 107-108.
[153] Neşet Çağatay, Zaman Ölçümü ve Takvim, s. 111.
[154] Neşet Çağatay, Zaman Ölçümü ve Takvim, s. 115.
[155] Neşet Çağatay, Zaman Ölçümü ve Takvim, s. 111-116.
[156] Osman Kaya, Kur’ân’a Göre Dinlerarası Diyalog, İlahiyat
Yayınları, Ankara 2005, s. 239.
[157] Abdulkadir Şener, “Abdest”, DİA, İstanbul 1988, I,
68.
[158] Tevrat, Çıkış, Kitab-ı Mukaddes, İstanbul 1987, 30/17-21.
[159] İbn Mâce, Hafız Ebi Abdillah Muhammed b. Yezid el-Kazvini, Sünen-i
İbn Mâce, Çağrı Yayınları, İstanbul 1981, I/145.
[160] Tevrat, Levililer, 12/2-4.
[161] Ebû Dâvûd, Süleyman b. el-Eş’as b. İshak es-Sicistânî; Sünen,
I-V, Çağrı Yayınları, İstanbul 1981, I, 180.
[162] Tevrat, Levililer, 15/16-18.
[163] İbn İshâk, Sîret-ü İbn İshâk, Dâru’l-Fikir, Beyrut
1398/1978, s. 100-101.
[164] Tirmîzî, Sünen, I, 278.
[165] Bakara, 2/125; İbrâhîm, 14/37; Meryem, 19/54-55.
[166] İbrâhîm, 14/40.
[167] Hac, 22/26.
[168] Meryem, 19/2, 6, 7, 16, 34, 41, 51, 54, 56.
[169] Meryem, 19/58.
[170] Hûd, 11/87.
[171] Lokmân, 31/17.
[172] Tahiru’l-Mevlevi Olgun, Müslümanlıkta İbadet Tarihi, Akçağ
Yayınları, Ankara 1998, s. 47.
[173] Toshiko İzutsu, Kur’ân’da Allah ve İnsan, (Çev. Süleymen
Ateş), Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul tsz., s. 140-141.
[174] 601110100 M. Mahmud b. Ahmed Ayni, 6/771070/17 1/-667ك li Şerhi 50711/1 17-/71//71671, Beyrut 152., XVI,
285.
[175] Nahl 16/123.
[176] Enfal, 8/35.
[177] Taberî, Câmiu’l-Beyân, XIII, 521-523.
[178] İbn Kesir Ebu’l-Fida İsmail b. Kesir, Tefsiru’l Kur’âni’l-Azim,
1420/1999, IV, 52-53.
[179] Süleyman Ateş, Yüce Kur’ân’ın Çağdaş Tefsiri, Yeni Ufuklar
Neşriyat, İstanbul 1989, III, 508.
[180] İzutsu, Kur’ân’da Allah ve İnsan, Ankara 1975, s. 189.
[181] Müslim, Sahih, IV, 1920.
[182] Mustafa Sinanoğlu, “İbadet”, DİA, İstanbul 1999, XIX, 239.
[183] Günay Tümer, Abdurrahman Küçük, Dinler Tarihi, Ankara
1988, s. 133.
[184] Şaban, Kuzgun, Hz. İbrahim ve Haniflik, Ankara 1985, s.
176-177.
[185] Günay Tümer, Abdurrahman Küçük, Dinler Tarihi, s. 132-133
[186] Muhammed Ebû Zehra, Hıristiyanlık Üzerine Konferanslar,
Fikir Yayınları, İstanbul 1978, s. 215.
[187] Günay Tümer, Abdurrahman Küçük, Dinler Tarihi, s. 157.
[188] Felecien Challaye, Dinler Tarihi, (Çev. Samih
Tiryakioğlu), Varlık Yayınları, İstanbul 1998, s. 205
206.
[189] Nisâ, 4/43.
[190] Mâide, 5/6.
[191] Abdülkadir Şener, “Abdest”, DİA, I, 68.
[192] İbn Manzûr, I, 195.
[193] Komisyon, Dini Kavramlar Sözlüğü, DİB Yayınları, Ankara
2007, s. 4.
[194] Mâide, 5/6.
[195] 51 Cafer Nahhas, 101/ 1/-/0٤1/7٠ 1671, 211 111-1011
ilmiyye, Beyrut 1421, s. 259.
[196] Komisyon, Kur’ân Yolu Türkçe Meal ٦,٥ Tefsir,
DİB Yayınları, Ankara 2007, II, 225.
[197] Muhammed bin Ahmed Kurtubi, El-Cami’ 7-4/1/60771 1/-11671 1/7٠ك, Dâru’l-Kütübi’l-Mısnyye, Mısır 1964, VI, 80-82.
[198] Abdülkadir Şener, “Abdest”, DİA, I, 68-70.
[199] İbn Faris, Mekayisi’l-Luga, (Thk., Abdüsselam Muhammed
Harun), Neşr, Dâru’l-Fikr, 1399/1979, IV, 424.
[200] İbn Manzûr, XI, 494.
[201] Mehmet Şener, “Gusül”, DİA, İstanbul 1996, XIV, 213.
[202] Salim Öğüt, “Cenabet”, DİA, İstanbul 1993, VII, 349.
[203] Mâide, 5/6.
[204] Nisâ, 4/43.
[205] Zemahşerî, Keşşâf, I, 512.
[206] Râzî, X, 88.
[207] Abdullah İbn Ahmed, en-Nesefî, Medrariku’t-Tenzil ve Hakaiku’t-Te’vil,
Beyrut 1996, I, 333.
[208] Buhârî, Salât, 80.
[209] Ebû Bekr Razi Cassas, Ahkamü’l-Kur’ân, Darü İhyai
Türasi’l-Arabi, Beyrut 1405, III, 168.
[210] Bakara, 2/222.
[211] Yunus Vehbi Yavuz, “Hayız”, DİA, İstanbul 1998, XVII, 51.
[212] Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslam İlmihali, İstanbul
2005, s. 232.
[213] Taberî, Câmiu’l-Beyân, IV, 374-375.
[214] Taberî, Câmiu’l-Beyân, IV, 396.
[215] Buhârî, Gusül, 28; Müslim, Hayız, 87-88; İbn Mâce, Tâhâret, 111;
Ebû Dâvûd, Tâhâret, 184.
[216] Râgıb el-İsfahâni, el-Müfredât, s. 893; İbn Faris, Mekayisi’l-Luga,
VI, 152.
[217] Bakara, 2/267.
[218] Mehmet Boynukalın, “Teyemmüm”, DİA, İstanbul 2012, XLI,
50-52.
[219] Serdar Özdemir, Hz. Peygamber’in Seriyyeleri, İstanbul
2001, s.106-111.
[220] Mâide, 5/6; Nisâ, 4/43.
[221] M. Boynukalın, “Teyemmüm”, DİA, XLI, 50-52.
[222] Taberî, Câmiu’l-Beyân, X, 90.
[223] Komisyon, Kur’ân Yolu Meal ve Tefsir, II, 53-56.
[224] Bakara, 2/23.
[225] Bakara, 2/151.
[226] Mustafa Varlı, Güncel Dini Meseleler İstişare Toplantısı-I,
DİB Yayınları, Ankara 2004, s. 592.
[227] Mâide, 5/67.
[228] Nahl, 16/44.
[229] Hûd, 11/112.
[230] Haşr, 59/7.
[231] Ahzâb, 33/21.
[232] Nisâ, 4/64, 80.
[233] Bakara, 2/239.
[234] Ebû Dâvûd, Mevâkît, 2; Tirmîzî, Mevâkît, 1.
[235] Ebû İshak Şatibi, el-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi,
(Çev. Mehmet Erdoğan), İz Yayınları, İstanbul 2010, IV, 19.
[236] Komisyon, “Namaz”, Dini Kavramlar Sözlüğü, s. 514.
[237] Necdüddin Muhammed b. Yakup Firuzabadi, Besairu Zevi’t-Temyiz
Letaifu Kitabi’l-Aziz, (Thk. Muhammed Ali en-Neccar),
el-Mektebetü’l-İlmiyye, Beyrut/Lübnan tsz., III, 436-437.
[238] Celaleddin Abdurrahman b. Ebi Bekr es-Suyûtî eş-Şafi, el-İtkan
fi Ulumi’l-Kur’ân, Beyrut/Lübnan 1996, II, 412.
[239] Tevbe, 9/103.
[240] Ahzâb, 33/43.
[241] Ahzâb, 33/56.
[242] Nisâ, 4/102.
[243] Tevbe, 9/84.
[244] A’la, 87/15.
[245] Cuma, 62/9.
[246] Mâide, 5/58.
[247] Nisâ, 4/101.
[248] Meryem, 19/31.
[249] Hac, 22/40.
[250] Bakara, 2/43.
[251] İbn Fârîs, Mekâyisi’l-Luga, III, 300.
[252] Müslim, Nikah, 106; Tirmîzî, Savm, 63.
[253] Râgıb el-İsfahâni, el-Müfredât fi Garibi’l-Kur’ân, s.
490-491.
[254] Hac, 22/40.
[255] Bakara, 2/43, 125; Âl-i İmrân, 3/43; Tevbe, 9/112; Hac, 22/26,
77.
[256] Bakara, 2/125; Âl-i İmrân, 3/43; Zümer, 39/9.
[257] Bakara, 2/239; Nûr, 24/36; İnsan, 76/25.
[258] Hac, 22/77.
[259] Hac, 22/26; Zümer, 39/9.
[260] İsrâ, 17/78.
[261] Tâhâ, 20/130; Rum, 30/17,18.
[262] Râgıb, el-Müfredât, s. 491.
[263] Murat Sülün, “Kur’ân-ı Kerim’de Salât’ın Kavramsal
Çerçevesi” Sosyal ve Ferdi İşlevleri Açısından Namaz ve Cami, -Tartışmalı
İlmi Toplantı- İstanbul 2009, s. 20.
[264] Necdüddin Abdullah b. Muhammed b. Mevdûdî el-Mevsıli, el-İhtiyar
li-Te’lilil-Muhtar, Kahire 1356/1937, I, 37.
[265] Bakara, 2/43, 83, 110; Nisâ, 4/103; Yûnus, 10/87.
[266] Bakara, 2/3; Tevbe, 9/71; Neml, 27/3.
[267] Hûd, 11/114; İsrâ, 17/78; Ankebut, 29/45.
[268] Bakara, 2/45, 153.
[269] Bakara, 2/238.
[270] En’am, 6/72; İbrahim, 14/31.
[271] Mü’minun, 23/9; Mearic, 70/34-35.
[272] Maun, 107/4-6.
[273] Ankebût, 29/45.
[274] Şâtibi, el-Muvafakât, I, 36-38.
[275] Mehmet Ali Orhan, “Namaz Vakti ve Vakti Girmeyen Bölgelerde Namaz
Meselesi”, Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı: 11.
[276] Bakara, 2/43.
[277] Tâhâ, 20/14.
[278] Bakara, 2/45, 153.
[279] Bakara, 2/13.
[280] En’âm, 6/72; Meryem, 19/31.
[281] Nisâ, 4/103.
[282] Buhârî, el-Câmiu’-Sahîh, I, 141.
[283] İsrâ, 17/78.
[284] Tâhâ, 20/130.
[285] Bakara, 2/238.
[286] Rûm, 30/17-18.
[287] Hûd, 11/114.
[288] İsrâ, 17/78.
[289] Kurtubî, El-Câmi’ li-Ahkâmi’l-Kur’ân, X, 304; İbn Kesîr, Tefsîru’l
Kur’ân, III, 53-54.
[290] Tâhâ, 20/130.
[291] Râzî, XXI, 382.
[292] Bakara, 2/238.
[293] Râzî, VI, 482.
[294] İbn Mâce, Sünen, I, 224.
[295] Yazır, VI, 244.
[296] Taberî, Câmiu ’l-Byân, 211, 76-77: 12321, 2111, 138-139;
İbn Kesir, Tefsîru ’l-Kur’ân, II, 461-462: İbn Arabi, Ahkamu
’l-Kur’ân, III, 28.
[297] 2011, Câmiu ’--Byân, XII, 76-77: 12321, XIII, 138-139; İbn
Kesir, Tefsîru ’--Kur’ân, II, 461-462: İbn Arabi, Ahkamu ’l-Kur’ânو III, 28.
[298] Yazır, V, 19.
[299] Nisâ, 4/103; Nûr, 24/36; Kaf, 50/39-40; İnsan, 76/25-26.
[300] Ebû Gudde, Yazarın Önsözü.
[301] Hayş: Seyrek dokunmuş, ipleri kalın ve ketenden imal edilmiş,
sıcak günlerde vücudu serin tuttuğu için giyilen bir elbise. Bkz. Luis Ma’lûf, Müncid
fi’l-Luga, Dâru’l-Me‘ârif, Beyrut 2005, s. 202.
[302] Ebû Gudde, s. 25.
[303] M. Kâmil Yaşaroğlu, “Vakit”, DİA, XII, 286-287.
[304] İsrâ, 17/78.
[305] Râgıb el-İsfahâni, el-Müfredât, “Fecr “, I, 625.
[306] İbn Manzûr, Lisanu’l-Arap, Fecr mad.
[307] Ahmed b. Hanbel, Müsned, XXXIII, 267.
[308] Müslim, Mesâcîd, 178.
[309] Buhârî, Mevâkîtu’s-Salât ,11.
[310] Tirmîzî, Mevâkît, 1; Ebû Dâvûd, Salât, 2.
[311] Buhârî, Mevâkîtu’s-Salât, 28; Müslim, Mesâcid, 163.
[312] Ebu’l-Hasen Ali b. Muhammed b. Muhammed b. Habib Mâverdî el-Basri,
el-İknâ’ fi’l-Fıkhiş-Şafiiyye, tsz. s. 34.
[313] Mavsılî, el-İhtiyâr li Ta’lîli’l-Muhtâr, Kahire-1356/1937,
I, 38.
[314] İsrâ, 17/78.
[315] İbn Manzûr, Lisanu ’1-Arap, “delk” mad.
[316] 51 Abdullah Muhammed b. İsmail Buhârî, et-Târîhu ’--Kebir,
(1., Mustafa Abdulkadir Ahmed), Beyrut 1422/2001, I, 80-81.
[317] Tirmîzî, Salât, 151.
[318] Tirmîzî, Mevâkit, 1.
[320] Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 462.
[321] Müslim, Mesâcîd, 171.
[322] Muhammed b. Ahmed b. Ebi 501 es-Serahsî,; el-Mebsût,
Beyrut 1993 14005 111, I, 144.
[323] Müslim, Mesâcîd 195; Ahmet b. Hanbel, Müsned, III, 195.
[324] Serahsî, Mebsût, I, 144.
[325] Buhârî, Mevâkît, 18; Müslim, Mesâcîd, 177, s. 233.
[326] Serahsî, Mebsût, I, 144.
[327] Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 449.
[328] Serahsî, Mebsût, I, 144-145.
[329] Rûm, 30/17.
[330] Hûd, 11/114.
[331] Mevsıli, el-İhtiyar li-Te’lilil-Muhtar, I, 39.
[332] Şeybani, Muhammed b. Hasen, el-Asl, Beyrut 1433/2012, I,
123.
[333] Merginani, Ali b. Ebi Bekr b. Abdilcelil el-Fergani, el-Hidaye
fi Şerhi Bidayetü’l-Mübtedi, Beyrut tsz,
I, 41.
[334] Ebû Dâvûd, Salât 2; Tirmîzî, Salât 1.
[335] Serahsî, Mebsût, I, 145.
[336] Nûr, 24/58.
[337] Tâhâ, 20/130.
[338] Mevdûdî, 706/7117711/17-1287-286 ,111 ,1671 1/7٠ك.
[339] Hûd, 11/114.
[340] Mevdûdî, 70/7117711/1/-/1671
1/7٠ك,
II, 429.
[341] Tirmîzî, Salât, 1; Ebû Dâvûd, Salât 1; Zeylai, Cemaleddin Ebû
Muhammed Abdullah b. Yûsuf, Nasbu’r-Raye li-Ehadisi’l-Hidaye,
Beyrut-1997, I, 222.
[342] Abdurrahman Ceziri, Dört Mezhebe Göre İslam Fıkhı, (Çev.:
Mehmet Keskin), Çağrı Yayınları, İstanbul 1994, I, 244-245.
[343] Buhârî, Şerh Umdetül-Kari, I, 211-212,216; Müslim, II,
586; Nesâi, III, 85-87.
[344] Mâverdî, Ahkâmu’s-Sultâniye, (Trc. A. Şafak), s. 182;
Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, (Çev. M. Said Mutlu, Salih Tuğ),
İrfan Yayınları, İstanbul 1992, I, 34.
[345] Ali Osman Ateş, Sünnetin Kabul ve Reddettiği Cahiliyye Örf ve
Adetleri, (Yayımlanmamış Doktora Tezi), İzmir 1989, s. 38
[346] Râzî, XXX, 542.
[347] Taberî, Câmiu’l-Beyân, XXIII, 380.
[348] İsrafil Balcı, Hz. Peygamber ve Namaz, Ankara 2016, s.
181.
[349] Serahsî, Mebsût, II, 22.
[350] Fuad Abdulbaki, el-Mu’cemü’l-Müfehres, “savm”, s. 417.
[351] Arent Jan Wensinck, el-Mu’cemü’l-Müfehres li
Elfazi’l-Hadisi’n-Nebevi, “savm”, İstanbul 1988, III, 444-468.
[352] Meryem, 19/10.
[353] Meryem, 19/26.
[354] Alauddin Ebi Bekr b. Mus’ud Kasani, Bedaiu’s-Sanai fi
Tertibi’ş-Şerai, Mısır, tsz., II, 79.
[355] Buhârî, Savm, 7.
[356] Suyûtî, el-İtkân, III, 235; Tahirü'I-Mevlevi Müslümanlıkta
İbadet Tarihi, s. ıx; Cevad Ali, Tarihu’l- Arab Kable'l-İslam
(el-Mufassal), Bağdat 1993, VI, 339-340.
[357] Bakara, 2/187.
[358] Yazır, I, 519.
[359] Recep Demir, Diğer İnanç Sistemlerinde ve İslam’da Oruç
(Karşılaştırmalı Bir Analiz), Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi,
Cilt: 9 Sayı: 42, Şubat 2016, s. 1790, Ali İhsan Yitik, “Oruç”, DİA,
İstanbul 2007, IX, 409.
[360] 120611, (206477111/17-/7611671,
111, 68, 86.
[361] Bakara, 2/183.
[362] Bakara, 2/185.
[363] Bakara, 2/189.
[364] Buhârî, Savm, 11.
[365] Buhârî, Savm, 11.
[366] Ahmed b. Ali İbn Hacer el-Askalânî, Fethu’l-Bâri bi Şerhi
Sahîhi’l-Buhâri, Kahire 1986, IV, 146-148.
[367] Buhârî, Savm, 11.
[368] Ceziri, Dört Mezhebe Göre İslam Fıkhı, I, 551.
[369] Buhârî, Şerh Umdetül-Kârî, X, 201.
[370] Faruk Beşer, Yenişafak Gazetesi, Erişim Tarihi: 08 Temmuz
2016.
[371] Rahman, 55/5.
[372] Yûnus, 10/5.
[373] İbn Rüşd, Bidayeu’l-Müctehid, Kahire tsz., I, 196.
[374] Muhammed Emin İbn Abidin, Reddü’l-Muhtar, Kahraman
Yayınları, İstanbul 1984, II, 387-388.
[375] İrfan Yücel, “Hilal”, DİA, İstanbul 1998, XVIII, 9-10.
[376] Hükmi Ru’yet; Astronomların hesapla tespit ettikleri kameri
aybaşlarına dinen itibar edilebilmesi için, astronomların bu tespitlerini
hilalin güneş battıktan sonra ve görüşe mâni engellerin bulunmaması durumunda
gözle görülebilecek şekilde ufukta fiilen mevcut olmasıdır.
[377] İrfan Yücel, “Hilal” md., DİA, XVIII, 10.
[378] İhtilaf-ı metali; Ayın görüldüğü yerler arasındaki
farklılıktır.
[379] Mehmet Görmez, Yenişafak Gazetesi, Erişim Tarihi, 06 Temmuz 2016.
[380] DİB, Kameri Aybaşları Hesap ve Haritaları, Ankara 2008.
[381] Bakara Suresi, 2/189.
[382] Muhammed Esed, Kur’ân Mesajı Meal ve Tefsir, İşaret
Yayınları, İstanbul 2000, s. 54, 165 nolu dipnot.
[383] Bakara Suresi, 2/187.
[384] Taberî, Câmiu’l-Beyân, III, 424, 494, 495, 496, 502-503.
[385] Taberî, Câmiu’l-Beyân, III, 498, 502.
[386] Taberî, Câmiu’l-Beyân, III, 512-513
[387] Fecr-i sâdık ve fecr-i kâzib ifadeleri için bu çalışmamızın
“sabah namazının vakti” bölümüne bkz.
[388] Serahsî, Mebsût, I, 141.
[389] Ebû Dâvûd, Sünen, I, 548.
[390] Yazır, II, 6.
[391] Hüseyin Atay, Sahur Vaktinin Tayin ve Tespiti, İslami İlimler
Enstitüsü Dergisi, Ankara 1982.
[392] Tirmîzî, Sahih, III, 227.
[393] Abdurrazzak el-Hemmâm, el-Musannaf, Beyrut 1403, IV, 229.
[394] Hemmâm, IV, 232.
[395] Hemmâm, IV, 232.
[396] Buhârî, Şerh Umdetül-Kârî, II, 231.
[397] Cassas, Ahkamü’l-Kur’ân, I, 236-237.
[398] Merginani, Hidaye, I, 117-120.
[399] Mükâtil b. Süleyman Ebu’l-Hasen el-Ezdî el-Belhî, Tefsiru
Mükatil b. Süleyman, thk. Ahmed Mahmud Şehhâte Dâru ihyâi’t-türâs, Beyrut
1423, I, 141, V, 7; Elmalılı, Tefsir, II, 17.
[400] Zemahşerî, Mahmud b. Ömer, Esâsu’l-Belâğa, Dâru Sadır,
Beyrut 1992, s. 273; İbn Manzûr, Lisânu’l- Arab, XIV, 358-359.
[401] Zemahşerî, Keşşâf, III, 176.
[402] Râgıb el-İsfahâni, el-Müfredât, s.380-381.
[403] Yûsuf el-Kardâvî, İslam Hukukunda Zekât, (Çev. İbrahim
Sarmış), Kayıhan Yayınları, İstanbul 1984, I, 54.
[404] Mü’minûn, 23/1-4.
[405] A’râf, 7/156; Rum, 30/39; Fussilet, 41/6-7.
[406] Ude, Halil Ebû Ude, et-Tatavvuru’d-Dilâli beyne
Lugâti’ş-Şi’ri’l-Câhili ve Lugâti’l-Kur’âni’l-Kerîm, Mektebetu’l-Menâr,
Ürdün 1985, s. 211.
[407] İbn Manzûr, Lisanu’l-Arab, III, 17.
[408] Salih Tuğ, İslam Vergi Hukukunun Ortaya Çıkışı, Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, Ankara 1963, s. 7-13.
[409] Fussilet, 41/7.
[410] Bakara, 2/43.
[411] Fatır, 35/18.
[412] A’la, 87/14.
[413] Nisâ, 4/49.
[414] Kehf, 18/19.
[415] Meryem, 19/13.
[416] Hüseyin b. Muhammed ed-Damegani, İslahu’l-Vucuh ve’n-Nezair
fi’l-Kur’âni’l-Kerim, (Thk. Abdulaziz Seyyidu’l-Ehl), Dâru’l-İlm
li’l-Melayin, Beyrut 1985, s. 218.
[417] Tevbe, 9/103.
[418] Hüseyin 001161, 051/(0-50510/ 4610071 Zekât, ilahiyat
Fakültesi Dergisi, Erzurum 1997, 92/1, 13, s. 349-350.
[419] Tevbe, 9/59.
[420] Mü’minun, 23/4.
[421] En’am, 6/141.
[422] 1010 1021/71-/1 6877" 1/7٠ك/-/1 /70/37/11 ,0911 ك, V , 462 .
[423] Râzî, 1 16/001711/"7-6010, XIII, 164.
[424] 12011, (6077111/1/-/7613671, XIX, 10.
[425] Zemahşerî, Keşşâf, III, 176.
[426] Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi'1-Kur ’ân, XII, 105
[427] Beyzâvî, 117111671/ 11- 70071217, IV, 82.
[428] 10105٥,
Medârikü ’--Tenzil, II, 459.
[429] ibn Hacer, ٢/01/11/17-7677, III, 313.
[430] Bakara, 2/183.
[431] İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, III, 313-314.
[432] İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, I, 508.
[433] İbnü’l-Esir, Ebü'l-Hasan İzzeddin Ali b. Muhammed b. Abdülkerim; İslâm
Tarihi: el-Kâmil fi’t-Tarih Tercümesi, (I-XII) (Çev. Ahmet Ağırakça vd.),
Bahar Yayınları, İstanbul 1985, II, 156.
[434] İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, III, 313.
[435] Bakara, 2/189.
[436] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi,
Konya 1991, II, 129.
[437] Komisyon, İbadet ve Müessese Olarak Zekât, İstanbul 1984,
s. 173-174.
[438] Ebû Ubeyde b. Sellam, el-Emval, Mısır 1968, s. 592.
[439] Ebû Ubeyde b. Sellam, el-Emval, s. 374.
[440] Buhârî, Zekât, 68; Müslim, el-Libas ve’z-Zinet, 112.
[441] Tirmîzî, Zekât, 10.
[442] Mâide, 5/48.
[443] Âl-i İmrân, 3/133.
[444] İbn Manzûr, Lisanü’l-Arab, I, 569.
[445] Bakara, 2/189, 196-197; Tevbe, 9/3; Hac, 22/27.
[446] Âl-i İmrân, 3/197.
[447] Tevbe, 9/19
[448] Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, s. 387.
[449] Bakara, 2/188,199.
[450] Mâide, 5/83; Tevbe, 9/92.
[451] Yûnus, 10/61; Nûr, 24/14; Ahkâf, 46/8.
[452] A’râf, 7/50.
[453] A’râf, 7/44; Yûsuf, 12/70; Hac, 22/27.
[454] A’râf, 7/167; İbrahim, 14/7.
[455] Râgıb, el-İsfahâni, Müfredât, s. 15.
[456] Cevad Ali, el-Mufassal, VI, 373.
[457] Bakara, 2/197.
[458] Cevad Ali, el-Mufassal, VI, 348.
[459] Bakara, 2/198.
[460] Cevad Ali, el-Mufassal, VI, 348-349.
[461] Cevad Ali el-Mufassal, VI, 356-359.
[462] Enfal, 8/35.
[463] Bakara, 2/203.
[464] Cevad Ali, el-Mufassal, VI, 380-383, 386.
[465] Bakara, 2/158.
[466] Reşid Rıza, Tefsîru'l-Menâr, Dâru’l-Fikr, Kahire, 1923, X,
413-414.
[467] Tevbe, 9/36.
[468] Mâide, 5/2,97.
[469] Tevbe, 9/37.
[470] Mustafa Öztürk, Kur’ân-ı Kerim Meali Anlam ve Yorum Merkezli
Çeviri, Ankara 2015, s. 275.
[471] Fecr, 89/1-4.
[472] İbn Kesir, Tefsiru’l Kur’ân, VIII, 390.
[473] Hac, 22/26-28.
[474] Mevdûdî, 70/071177117 17-1340-339 ,111 ,1671 1/7٠ك.
[475] Bakara, 2/189.
[476] Râzî, V, 283-284.
[477] Bakara, 2/197.
[478] Zemahşerî, Keşşâf, I, 243.
[479] İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân, I, 540-541.
[480] Sâbûnî Muhammed Ali, Ravâiu’l-Beyân Tefsîru Ayâti’l-Ahkâm,
Beyrut 1980, I, 245.
[481] Cevad Ali, el-Mufassal, VI, 350.
[482] Hac, 22/28.
[483] Mevdûdî, 72/7117711/17-661 ,111
,671" 1/7٠ك.
[484] Bakara, 2/203.
[485] Yazır, II, 62.
[486] Tevbe 9/3.
[487] Râzî, XV, 525.
[488] Müslim, Hac, 310; Ebû Dâvûd, Menâsik, 77; Nesâi, Menâsik, 220.
[489] Ural Dağları ile Adriyatik Denizi arasında kalan bölgeye
(Dâru’l-Bulgar) denir. Hayrettin Karaman, İslam’ın Işığında Günün
Meseleleri, Nesil Yayınları, İstanbul 1984, II, 334, (dipnot).
[490] Mehmet Ali Orhan, Namaz Vakti ve Vakti Girmeyen Bölgelerde Namaz
Meselesi, Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sy. 11’den
naklen; Güzelhisari, Hilyetü’n-Nâcî ‘ale’ş-Şerhi’l- Halebî, ts., I, 27,
370.
[491] III. Din Şûrası Tebliğ ve Müzakereleri, s. 150.
[492] Hayrettin Karaman, İslam'ın Işığın da Günün Meseleleri, I,
95-103.
[493] 22-24 Haziran 1980 tarihinde Belçika'da, Diyanet İşleri
Başkanlığı ve Rabıtatü'I-Alemi'l-İslami'nin ortaklaşa düzenlediği Brüksel
Konferansına 17 ülkeden 40'ı aşkın temsilci katılmıştır. Katılımcılar içinde
Muhammed Hamidullah da yer almıştır. Konferansa, ülkemizden de Hayrettin
Karaman ve Halil Gönenç gibi değerli ilim adamları iştirak etmiştir.
[494] Ebû Zekeriyya Muhyiddin b. Şeref en-Nevevî, el-Mecmû'
Şerhu'l-Mühezzeb, İdâratu't-Tıbâ‘ati'l- Münîriyye, Mısır, III, 41.
[495] III. Din Şûrası Tebliğ ve Müzakereleri, s. 155.
[496] Bu astronomik değerler, Diyanet işleri Başkanlığı Vakit Hesaplama
Şube Müdürlüğü’nden alınmıştır.
[497] Bu öneri, Diyanet İşleri Başkanlığı astronomlarından İlhami
Aşıkkaya ve Humeyra Nur İşlek'e aittir.
[498] Hamidullah, İslam Peygamberi, II, 95-97.
[499] Hamidullah, İslam Peygamberi, II, 96-97.
[500] Meryem, 19/62.
[501] Müslim, Fiten, 110.
[502] Bigiyef, s. 100.
[503] Âl-i İmrân, 3/103.
[504] http://www2.diyanet.gov.tr/Din Hizmetleri Genel Müdürlüğü, 1978-Ruyeti
Hilal Toplantısı, Erişim Tarihi,
20.07.2017
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar
Yorum Gönder