Print Friendly and PDF

Sâî Mustafa Çelebi YAPILAR KİTABI..Tezkiretü’l-Bünyân

Bunlarada Bakarsınız

 


Tezkiretü’l-Bünyân ve Tezkiretü’l-Ebniye
Çevriyazı, Eleştirel Basım ve Notlar: Hayati Develi
Günümüz Diline Aktarım: Hayati Develi-Samih Rifat

Mimar Sinan (1490-1588): Osmanlı İmparatorluğunun yetiştirdiği en önemli mimar ve yaratıcıdır. Yavuz Sultan Selim döneminde Kayseri’nin Ağırnas köyün­den devşirilmiş, Yeniçeri ocağında dülger ve mimar olarak yetişmiş, gösterdiği başarıyla mimarbaşılığa dek yükselmiştir. Katıldığı seferlerde Suriye, Mısır, Irak, İran ve Balkan ülkelerini gezip mimari yapıtlarını inceleyen Sinan, uzun ömrü­nün de sağladığı derin bilgi ve deneyimle Osmanlı mimarlığının Bursa’dan baş­layıp Edirne’de süregiden ve 15. yüzyılda özgün bir biçeme ulaşan çizgisini, en yüksek teknik-estetik düzeyine ulaştırmıştır. Gerek doğrudan kendi tasarladığı ve uyguladığı, gerekse geniş bir mimarlar örgütü aracılığıyla ülkenin çeşitli yer­lerinde yaptırdığı yapılarla Osmanlı mimarlığına tartışılmaz bir ‘altın çağ’ yaşa­tan Mimar Sinan’ın, ömrünün sonlarına doğru Mustafa Saî Çelebi’ye yazdırdığı anıları, Tezkiretü’l-Bünyân ve onun değişik bir biçimi olan Tezkiretü’l-Ebniye, bu ilginç yaratıcının yaşamına ve bu ‘altın çağ’a ışık tutan benzersiz birer otobi­yografik metin niteliği taşımaktadır.

Saî Mustafa Çelebi: 16. yüzyılda Osmanlı sarayında yetişmiş nakkaş ve şair. Pek- çok yapının tarih kitabesini yazmıştır. Tezkiretü’l-Bünyân ve Tezkiretü'l-Ebni- ye’den başka Ravzatü's-Selâtin başlıklı şiir ve tarih yazıları toplamı biliniyor. 1595 yılında İstanbul’da ölmüştür.

Hayati Develi: Erzurum Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Ede­biyatı Bölümü’nü bitirdi (1983). Doktora çalışmasını İstanbul Üniversitesi’nde ta­mamladı (1993). 1998 yılında doçent oldu. Şu anda İstanbul Kültür Üniversite­si’nde öğretim üyesidir. Kitapları: Azeri Türkçesi Lügati (1983), Evliya Çelebi Se­yahatnamesine Göre 17. Yüzyıl Osmanlı Türkçesinde Ses Benzeşmeleri ve Uyumlar (1995), 18. Yüzyıl İstanbul Hayatına Dair Risale-i Garibe (1998), Amet Yesevî (19^9), Osmanlı 1 urltçest-Kılmmıu 111 (2001-200?)

 

SÂî Mustafa Çelebi
YAPILAR KİTABI

Tezkiretü’l-Bünyan ve Tezkİretü’l-Ebnîye
(Mimar Sînan’in anilari)

ÇEVRİYAZI, ELEŞTİREL BASIM VE NOTLAR: HAYATİ DEVELİ
Günümüz Dİlİne Aktarim: Hayatİ Develİ-Samîh Rİfat
Önsöz: Doğan Kuban

TeZKİRETÜ’L-BÜNYAN’IN YENİ BASKISI İÇİN ÖNSÖZ

Doğan Kuban

Sinan’a ait otobiyografik diğer yazmalar arasında Tezkire­tü’l-Bünyan, büyük sanatçının düşünceleriyle en fazla bu­luştuğumuz yapıttır. Kuşkusuz Sinan’ın sanata ilişkin dü­şüncelerini çok daha ayrıntılı olarak öğrenmek isterdik. Ne var ki, Osmanlı kültür yapısı içinde Sinan’ın, uygulamaya dönük bir bağlam dışında, sanata ve mimariye ilişkin dü­şüncelerini dile getirmiş olacağını ileri sürmek kolay değil­dir. Çünkü o dönemin pragmatik yaşam felsefesi ve dünya görüşü, sıradan teolojik yorumlar dışında, maddi dünyanın ne bilimsel ne de felsefi boyutlarıyla fazla ilgilenmemiştir. Gerçi Sinan gibi büyük bir yaratıcının dünyaya ve sanata ilişkin genel yargılar üretmemiş olduğunu düşünmek ola­naksızdır. Ne var ki çağın kültürü, bu tür gözlem ve düşün­celerin vurgulanıp, toplumun dünya üzerindeki görüşünün ifadesi olarak dışa vurulmasını kültürel bir etkinlik olarak geliştirmemişti. Yine de Sinan’ın genç dostu Sâî Mustafa Çelebi’nin ağzından iletilen hikâyeler ve yaşam-öyküsel notlar, bizi Sinan’ın yapıtına bir ölçüde yaklaştıran bilgiler içerir. Sâî, Tezkire’nin Sinan’la yapılan bir “hasbıhal” ol­duğunu yapıtın başında bildirir: “...sahîfe-i rüzgârda nâm u nişânı kalup du’â-i hayr ile yâd olmasına bâ’is olmak içün bu hakîr-i şikeste-zamîr, fütâde-i bî-dest-gîr Sâ’î-i dâ’î- den hasb-i hâllerin nazm u nesr tahrir ü takrîr murâd edin­diler.” Tezkiretü’l-Bünyan’da en büyük yapılara ilişkin an­latıların Sinan’ın kendisine ait olduğu kabul edilse bile, ba­zı gözlemlerin Sâî tarafından eklendiğini kabul etmek gere­kir. Örneğin Sinan gibi bir mimarın Selimiye ve Ayasofya kubbe çaplarını ve yüksekliklerini yanlış bilip, Selimiye’nin daha büyük olduğunu söylemesi kabul edilemez, “...dev- let-i Sultân Selîm Han’da izhâr-ı kudret edüp bu kubbe-i ‘âlînün andan [Ayasofya‘dan] altı zira’ kaddin ve dört zira’ devrin ziyâde eyledüm.” Bu tür ifadelerdeki sayısal yanlış­ların Sinan’ın yanlış ölçümlerinden kaynaklandığını kabul etmektense, Sâî’nin sanatçıyı yüceltmek için bunları kaleme almış olacağını düşünmek daha doğrudur.

Sâî Mustafa Çelebi, Sinan’ın etkinliklerinin hikâyesini onun ağzından dinleyip, Sinan’la yaptığı konuşmaları Si­nan’ı gelecek kuşaklara anlatmak, ve sanatçıyı yüceltmek istemektedir. İlginç olan, Sinan’ın Vakfiyesi’ndeki “Büyük mühendislerin gözbebeği, kurucuların süsü, çağın ustaları­nın ustası, zamanın gerçeklerinden haberi olanların başı, bu dönemin ve bütün dönemlerin Öklid’i, sultanın mima­rı” türünden betimlemelerin Tezkiretü’l-Bünyan'da. olma­masıdır. Bu gözlem yapıttaki anlatıların Sinan’a ait olduğu kanısını güçlendirmektedir. Fakat satırlar arasında Si­nan’ın, iradelerini yerine getirdiği büyük sultanlara yakı­şan, belki de onlarla aynı düzeyde bir güçlü insan olduğu inancının Sâî’de de samimi olarak varolduğunu düşünebi­liriz. Sinan’ın yarattığı anıtsal yapı imgeleri, 16. yüzyılın Osmanlı kültürüne bir çerçeve oluşturur. Biz Sultan Süley­man’ı o çerçeve içinde hayal ederiz. Sâî, içinde yaşadığı ve yüksekliğine haklı olarak inandığı kültürün dayandığı dünya vizyonunu vurgulamakta ve o vizyon içinde hayran olduğu büyük ustanın yaratıcılığına yaraşan kimliğini, ya­pılarını överek dile getirmektedir.

Sâî’nin Tezkiretü’l-Bünyan’da sanatsal ve estetik bir me­saj verdiğini söylemek zordur. Fakat güzel kavramının ağır­lıklı bir yer tutmadığı İslam kültürü ortamında bu doğaldır. İslam’da bütün boyutlarıyla Allah’ın vasıflarından türevlen- miş ululuk boyutları yüceltilir. Onun için Tezkiretü’l-Bün­yan’m pek açık olmayan bir ikilemi vardır. Bir yandan Peygamber’in ve Sultan’m büyüklükleri Tanrı’nm sonsuzluğun­da erimiştir, öte yandan bir yaratıcı sanatçının büyüklüğü yapıtlarıyla sonsuzluğa erişecektir. Yazarın Tanrı’nın bü­yüklüğüne gölge düşürmeden yaratıcı sanatçının yüceltilme- sinin sözsel yöntemini bulması gerekmekteydi. Tezkiretü’l- Bünyan’da yüceliğin tek ölçütü eşsizliktir. Sanatçıya övgü yapıta övgüde kaybolmuştur. Sâî Mustafa Çelebi’nin ne Do- ğu’nun ne de Batı’nın büyük yapılarıyla ilgili bir bilgisi oldu­ğunu gösteren bir işaret yoktur. Sinan’ın yapılarıyla karşılaş- tırabileceği yapılar olarak Mescid-i Aksa, Kabe ve Ayasof- ya’dan söz etmektedir. Özellikle Ayasofya’nın bir kilise ola­rak aşılması gerekiyordu. “Ve haik-ı cihan dâyire-i imkân­dan hâriç dedüklerinün bir sebebi, Ayasofiya kubbesi gibi böyük kubbe devlet-i îslâmiyye’de binâ olınmamışdur, deyü kefere-i fecerenün mi’mâr geçinenleri: ‘Müslümânlara gale- bemüz vardur!’ derler idi. Zu’m-ı fâsidlerince ol kadar kub­be turgurmak gayet müşkildür. ‘Nazire mümkin olsa iderler idi!’ dedikleri bu hakîrün kalbinde ‘ukde olup kalmış idi.” Sâî, Sinan’ın bu endişesini vurgulayarak, Selimiye’nin strük- türel amacını belirtir. Fakat bunu yaparken Sinan’ın söyle­miş olamayacağı şeyleri de ekler.

Sâî’nin Tezkiretü’l-Bünyan’ını bugünün ölçütleriyle de­ğerlendirmek olası değildir. Bu ne bir otobiyografidir, ne bir biyografidir. Belki de Sinan’ın isteğiyle, o günün anla­yışı içinde yazılmış bazı biyografik bilgiler içermektedir. Dönemin mimari tasarım eğilimlerini anlatan bir kitap de­ğildir. Fakat birçok yapı hakkında ancak Sinan’ın bilebile­ceği ayrıntıları nakleder. Üstelik profesyonel dille yazılmış bir kitap da değildir. Sâî strüktürel öğeleri nesnel bir göz­lemle anlatmaz, “...kıbâbları deryâ-yı letâfetün habâbları gibi” (kubbeleri güzellik denizinin kabarcıkları gibi süsle­nip), büyük kemerler için “...kavs-i kuzah [gökkuşağı] gi­bi âsumâna peyveste oldı [ulaştı].” der. Binaların hepsi cennete benzer. Tezkiretii'l-Bünyan'da en uzun bölüm, İs­tanbul’a su getirilmesine ilişkindir. Kırkçeşme sularının in­şası hakkında gerçekten ayrıntılı bilgi veren bu bölüm, bel­ki de yapıtın en ilginç bölümüdür. Sâî’nin Sinan’la konuş­maları, onun yapı etkinliklerini yansıtan bir edebi yapıt olarak, zamanın aydını için mimariye ilişkin hangi konula­rın ağırlık taşıdığını da açıkça göstermektedir. Bunlar bi­zim beklediklerimiz olmayabilir, fakat bütün Osmanlı ta­rihinde başka eşi de yoktur. Ve toplumun mimari yapıtı hangi bağlamda değerlendirdiğini açıklamaktadır.

Mimar Sinan’a ve eserlerine İlİşkîn KAYNAKLAR

Hayati Develi

Türk mimarlık tarihinin şüphesiz en önemli adı olan Mi­mar Sinan’ın yaşamı konusundaki bilgilerimizin çoğu, kendi zamanında kaleme alınmış metinlere dayanır. Bu metinler Mimar Sinan’ın mimari eserlerinin neler olduğu konusunda da birincil kaynaklar durumundadır. Kütüpha­nelerde saptanan bu eserler aslında bir ilk eserin gelişerek birbirini takip eden edisyonları gibi görünmektedir.

♦ Bu kaynakların birincisi Topkapı Sarayı Arşivi, no. D. 1461/3’te bulunan ve herhangi bir başlık taşımayan bir metindir ve ilk defa yayınlayan R. M. Meriç tarafından Adsız Risale olarak adlandırılmıştır. Metin büyük olası­lıkla Mimar Sinan’ın kendisi tarafından kaleme alınmıştır. Kısa biyografisini ve yazmayı düşündüğü kitabın fihristi­ni içerir. Buna göre kitap on bir bölümden oluşacaktır. Bu listenin ardında küçük bir boşluk yer almış ve on birinci bölüme ait olan hamamların listesi verilmiştir. Bu metin, Mimar Sinan’ın yazmayı düşündüğü otobiyografisinin ilk ve eksik kalmış denemesi olarak kabul edilmektedir (Me­riç; Şeşen, 269).

Nüshaları:

• Tek nüshası Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi, no. D. 1461/3 (Şeşen, 269).

♦ İkinci metin, yine Topkapı Sarayı Arşivi’nde, no. D. 1461/4’te (y. lb-5a) bulunan Risâletü’l-Mi’mâriyye'dir. Bunda da kısaca, ancak Adsız Risale'dekinden daha ayrın­tılı olarak Mimar Sinan’ın kısa biyografisi verilir. Yine ya­pıların on bir bölüm halinde listelenmesi tasarlanmış, fakat bunların yeri boş bırakılmıştır. Bu eserin de Mimar Sinan tarafından kaleme alınmış ve yarım kalmış bir otobiyogra­fi denemesi olduğu kabul edilmektedir. Metin, R. M. Me­riç tarafından (s. 11-12) yayınlanmıştır (Şeşen, 269).

Nüshaları:

• Tek nüshası Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi, no. D. 1461/4, y. lb-5a (Şeşen, 269).

♦ Üçüncü metin Tuhfetü’l-Mi’mârîn adını taşımaktadır ve diğer iki metinle aynı yerde (Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi, no. D. 1461/4, y. 6b-27b) ciltlenmiştir. Yazı özel­likleri bakımından da önceki iki metinle aynıdır. Müsved­de halinde olan bu metin, Risâletü’l-Mi’mâriyye’nin geliş­tirilmiş bir edisyonu durumundadır. Başlangıç bölümü Ri- sâletü’l-Mi’mâriyye ile aynıdır. Daha sonra metnin içinde­ki konuları gösteren bir fihrist bölümü yer alır. Ardında bu fihristteki sıraya göre yapıların listesi verilir. Bu edis- yonda öncekilerden farklı olarak Sinan’ın mimarlıkla ilgi­li temel görüşlerinin anlatıldığı kısa “mukaddime” ile ba­zı yapıların inşa özelliklerinin anlatıldığı “hâtime” bölü­mü yer almaktadır. Yapıların listesi on iki bölüm halinde verilmiştir. Bu haliyle ikinci metnin tamamlanmış bir edis- yonudur (Şeşen, 269-270). Bu metin de R. M. Meriç tara­fından (s. 15-52) yayınlanmıştır.

Nüshaları:

                              Tek nüshası Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi, no. D. 1461/4 (Şeşen, 269).

Bu üç metin, hem fiziksel olarak aynı cilt içinde bulun­maları, hem de içerikleri itibariyle birarada düşünülmeli­dir. Metinler doğrudan Mimar Sinan’ın ağzından yazılmış gibi görünür. Bunların üçünün de Sinan tarafından yazıldı­ğını kabul etmemizi engelleyecek bir bilgi yoktur. Şu halde bu üç metin, Sinan’ın yazmayı tasarladığı otobiyografinin üç ayrı safhası (edisyonu) olarak kabul edilmelidir. Adsız Risale bir ön edisyon, Risâle-i Mi’mâriyye ikinci edisyon ve Tuhfetü’l-Mi’mârîn otobiyografinin tamamlandığı son edisyon olmalıdır. Bu metinleri birinci grup başlığı altında değerlendirmek doğru olur.

Daha sonra karşımıza, ikinci grup olarak değer­lendirdiğimiz, Mimar Sinan’ın hayatının ve eserlerinin an­latıldığı iki metin daha çıkar. Bunlar Tezkiretü’l-Ebniye ve Tezkiretü’l-Bünyân adını taşır. Bu iki metnin öncekilerden başlıca farkı, her ikisinin de Sâî Çelebi adında bir yazar ta­rafından kaleme alındığının belirtilmesidir. Ancak bu iki metin arasında da yapısal farklılıklar vardır.

Tezkiretü’l-Ebniye, birinci gruptaki metinlerin tamam­lanmış şekli olan Tuhfetü’l-Mi’mârîn örnek alınarak oluş­turulmuştur. Her iki metnin yapısı da aynıdır. Tezkiretü’l- Ebniye’de de kısa bir girişten sonra Mimar Sinan’ın inşa ettiği yapıların listesi on üç bölüm halinde verilmektedir. Her ne kadar metni Sâî kaleme almışsa da, anlatım Si­nan’ın ağzındandır. Bazı nüshalarda düzyazı bölümden önce yer alan manzum metin yine Sâî Çelebi’nin kalemin­den çıkmış bir Mimar Sinan biyografisidir.

Nüshaları:

                               Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi, Emanet Hâzinesi, no. 1236, y. 50a-57a (=EH).

                               İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi, Türkçe Yazmalar, no. 6826, 13 yaprak (=İÜ).

                               Süleymaniye Kütüphanesi, Hacı Mahmud Efendi no. 4628, y. 15b-21b. Bu metinde manzum bölüm yoktur. Tezkiretü’l-Ebniye’nin bittiği yerde Tezkiretü’l-Bünyân metni başlar (=S2).

                               Süleymaniye Kütüphanesi, Es’ad Efendi no. 2258, y. 32b-35b. Bu metinde önce manzum bölüme, arkasından düzyazı bölüme yer verilmiştir (=S3).

                               Süleymaniye Kütüphanesi, Nuri Arlasez Bağışları, no. 81/2, y. 22b-36b, İstinsah H 1206. Tezkiretü’l- Bünyân ile birleştirilmiş, bir nüshadır. Bu nüshada manzum kısım yoktur.

                               Ankara Millî Kütüphane, no. 06 MK Yz. A 1644, 26 yaprak. Bu metin Tezkiretü’l-Ebniye adıyla kayıtlıdır ve aslında Tezkiretü’l-Bünyân ile birleştirilmiş bir nüshadır. Süleymaniye Kütüphanesi Nuri Arlasez, no. 81’deki yazma ile benzer özellikler taşır.

                               Kahire, Tal’at Kütüphanesi, Türkî-Mecâmî, no. 119/3, y. lla-17a.

                         Millet Kütüphanesi, Ali Emirî, Tarih, no. 921.

Bu nüsha Tezkiretü’l-Bünyan ile birleştirilmiş bir nüshadır. Manzum bölüm yoktur. Ahmed Cevdet Bey’in 1897’de yayınladığı metin muhtemelen bu nüshaya dayanmaktadır (=AE).

                         Kahire, Tal’at Kütüphanesi, Türkî-Mecâmî, no. 81/4, y. 83a-92a. Bu nüsha da Tezkiretü’l- Bünyan ile birleştirilmiş bir nüshadır.

Konuyla ilgili son metin, Tezkiretü’l-Bünyan adını ta­şır. Bu metin Sâî Çelebi tarafından Mimar Sinan’ın ağzın­dan kaleme alınmıştır. Aslında düzyazı olmakla birlikte araya yer yer manzum parçalar serpiştirilmiştir. Giriş bö­lümü, Tezkiretü’l-Ebniye’nin girişine anlatım bakımından büyük ölçüde benzer. Ayrıca Tezkiretü’l-Ebniye’nin kimi nüshalarında yer alan manzum parçadan birçok beyit, Tezkiretü’l-Bünyan’a da alınmıştır. İkisi arasındaki temel farklılık, Tezkiretü’l-Bünyan’da yapıların listesinin veril­memiş, ancak bazılarının yapım süreçleri ve özelliklerinin ayrıntılı olarak anlatılmış olmasıdır.

Nüshaları:

                        Süleymaniye Kütüphanesi, Hacı Mahmud Efendi, no. 4911, 15 yaprak (=S1).

                         Süleymaniye Kütüphanesi, Hacı Mahmud Efendi, no. 4628, y. 21b-35b (=S2).

                        Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi, Revan, no. 1456, 23 yaprak. İstinsah H 1144/M 1732 (=R).

                         Süleymaniye Kütüphanesi, Nuri Arlasez Bağışları, no. 81/1, y. lb-26b, istinsah. Tezkiretü’l-Ebniye ile birleştirilmiş.

                         Ankara Millî Kütüphane, no. 06 MK Yz. A 1644, 26 yaprak. Bu metin Tezkiretü’l-Ebniye adıyla kayıtlı olup aslında Tezkiretü’l-Bünyan ile birleştirilmiş bir nüshadır. Süleymaniye Nuri Arlasez, no. 81 ’deki yazma ile benzer özellikler taşır.

                         Kahire, Tal’at Kütüphanesi, Türkî-Mecâmî, no. 119/4, y. 17b-32b.

                        Millet Kütüphanesi, Ali Emirî, Tarih, 921. Bu nüsha

Tezkiretü’l-Ebniye ile birleştirilmiş nüshadır. Ahmed Cevdet Bey’in 1897’deki yayını muhtemelen bu nüsha esas alınarak yapılmıştır (=AE).

                            Kahire, Tal’at Kütüphanesi, Türkî-Mecâmî, no. 81/4. Bu nüsha da Tezkiretü’l-Ebniye ile birleştirilmiş bir nüshadır (=DK).

Tezkiretü’l-Ebniye ve Tezkiretü'l-Bünyan\ Mimar Si­nan’ın anlatımlarına ve önceki metinlere dayanarak Sâî Çelebi tarafından kaleme alınmış ve birbirini tamamlayan iki metin olarak değerlendirmek mümkündür.

Bu iki metin, 18. yüzyıl civarında birleştirilerek ortak bir metin de oluşturulmuştur (bkz. AE ve DK). Oluşturu­lan bu ortak metinde Tezkiretü’l-Ebniye’deki manzum bö­lüme yer verilmemiştir. Ahmed Cevdet tarafından yayınla­nan metin, bu ortak metnin nüshalarından birine dayan­maktadır.

Adlarını verdiğimiz beş metnin ilgisini şu şekilde göste­rebiliriz:



Birinci gruptaki metinleri, her ne kadar Tuhfetü’l Mi’- mârîn yapısal olarak tamamlanmış görünse de, birer ön edisyon kabul edebiliriz. Bunların yazarlarının Mimar Si­nan’ın kendisi olduğu da düşünülebilir. Büyük olasılıkla daha sonra eserlerinin ve yaşamının daha geniş bir metinde anlatılmasını arzu ederek ve bu işi Sâî Çelebi’ye havale etti. Önce Tuhfetü’l-Mi’mârîn’i esas alarak yine liste tarzında bir metin hazırlayan, hatta Mimar Sinan’ın biyografisini manzum olarak anlatan Sâî Çelebi, daha sonra farklı yapı­da bir metin tasarladı. Bu metni basitçe bir giriş ve yapıla­rın listesi olarak değil de Mimar Sinan’ın yaşamının, eserle­rini ortaya koymadaki sanatçı bakışı ve ideolojisinin anla­tıldığı, başyapıtlarının yapım sürecinin de verildiği bir me­tin olarak düşündü ve bunu uyguladı. Bu ikinci metni ya­zarken daha önce yazdığı manzum bölümden da yararlan­dı. Böylece Sâî Çelebi’nin kaleme aldığı ve Mimar Sinan’ın anlatımına dayalı iki metin ortaya çıkmış oldu. Bu bizim el­deki metinlerin üretim süreçleriyle ilgili varsayımımızdır.

Sonraki yüzyıllarda kim olduğunu bilmediğimiz bir edi­tör, gruplandırılmış bina listelerinden oluşan Tezkiretü’l- Ebniye’nin Tezkiretü’l-Bünyân içinde yer almasının yarar­lı olacağını düşündü ve bu iki metni -birincisindeki man­zum bölümü almayarak- birleştirdi. Bu tamamen pratik bir amaca dayanıyordu. 19. yüzyıl sonlarında metnin bası­lı edisyonu hazırlanırken yine aynı pratik amaca dayalı olarak bu 18. yüzyıl edisyonu esas alınmıştır.

Metinler üstünde yapılan çalışmalar

Bu metinler üstünde bugüne kadar yapılan çalışmalar kro­nolojik sıra içinde şunlardır:

Tezkiretü’l-Ebniye'nin 19. yüzyıl ortalarında on altı sayfalık bir metin olarak yayınlandığını bazı kaynaklar bil­dirmektedir (Şeşen, 270). Bu yayın Edhem Paşa’nın Fenn-i Mimari-i Osmanî = L’Architecture Ottomane (1873) isim­li çalışmasında da aynen yer almıştır.

1897 yılında Ahmed Cevdet Bey, Kütüphane-i İkdam yayınları arasında Tezkiretü’l-Bünyan’ı yayınlar. Bu yayın, Tezkiretü’l-Bünyân ve manzum bölümü dışarıda bırakıla­rak Tezkiretü’l-Ebniye’nin birleştirilmesiyle oluşturulmuş bir nüshaya (muhtemelen Millet Kütüphanesi Ali Emirî nüshasına) dayanmaktadır.

1931 yılında Ahmed Refik (Altınay), Mimar Sinan isim­li kitabının içinde Tezkiretü’l-Ebniye'ye yer vermiştir. Ah­med Refik, manzum bölümü yayınlamadığı gibi Tezkire­tü’l-Ebniye’de yer alan kısa Mimar Sinan biyografisine de yer vermemiştir.

1935 yılında Türk Tarih Kurumu’nun, Atatürk’ün neza­retinde Dolmabahçe Sarayı’nda sürdürdüğü çalışmalar sıra­sında “Türk Tarihinin Ana Hatları” projesi çerçevesinde “Türklerin medeniyete hizmetleri” bölümünün yazılması kararlaştırılmış; bu bağlamda “Osmanlı mimari tarihi” için­de Mimar Sinan’ın hayatı ve eserleriyle ilgili kaynakların ya­yınlanması kararlaştırılmıştır. Bu görevi üstlenen Rıfkı Me- lûl Meriç, 1939 yılında Adsız Risale, Risâle-i Mi’mâriyye, Tuhfetü l-Mi’mârîn ve Tezkiretü’l-Ebniye isimli metinlerin “edisyon kritiklerini (edition critique=e\eştire\ basım) biti­rerek kuruma teslim etmiş, bu metinler dizilmeye başlanmış, ancak proje kapsamındaki diğer metinlerin (Tezkiretü’l- Bünyan, Eyyubî’nin Padişah-nâme’si ve Dayazâde Mustafa Efendi’nin Selimiyye’si) edisyon kritikleri bitirilemediği için basım işi gerçekleştirilememiştir.

1956 yılında, Türk Tarih Kurumu’nun bahsettiğimiz projesinde görev alan Afet İnan, Mimar Koca Sinan isimli bir monografi yayınlar. Bu monografide Tezkiretü’l-Ebni­ye’nin manzum bölümüne de yer verilmiştir. Anlaşıldığına göre İnan bu metni, Meriç’in henüz yayınlanmamış çalış­masından almıştır.

1965 yılında, Rıfkı Melûl Meriç’in hazırladığı ve daha önceden dizilmiş bulunan edisyon kritikler yayınlanmıştır. Bu çalışma bilimsel usullere uygun bir eleştirel basımdır. Nüsha farkları, metnin aparatında Arap harfleriyle veril­miştir. Ne var ki, Meriç çalışmasını bitiremediği için, kul­landığı ve kısaltmalarla gösterdiği nüshaların nerede ve hangi vasıflarda olduğuna ilişkin açıklamalar kitapta yer al­mamıştır. Bu nüshalardan bazılarının özel kütüphanelerde bulunduğu anlaşılıyor. Bu çalışmada Adsız Risale (s. 5-7), Risâle-i Mi’mâriyye (s. 11-12), Tuhfetü’l-Mi’mârîn (s. 15- 22), Tezkiretü’l-Ebniye - manzum bölüm (s. 55-63), Tezki­retü’l-Ebniye - düzyazı bölüm (s. 67-129) yer almaktadır.

1968 yılında Afet İnan’ın Mimar Koca Sinan isimli ça­lışmasının ikinci baskısı yapılır ve bu baskıda Tezkiretii’l- Ebniye'deki yapılar listesine de yer verilir.

1984 yılında Muharrem Hilmi Şenalp tarafından Sâî Çelebi, Tezkiretü'l-Bünyan, Mimar Sinan (Yıldız Üniversi­tesi, Mimarlık Fakültesi) adında bir tez yapılır.

1988 yılında Sadık Erdem Tezkiretü’l-Bünyan’ın 1897’de Ahmed Cevdet Bey tarafından yayınlanan metnini Latin harflerine çevirerek yayınlar. Bu metinde edisyon kritik yok­tur. Sadece metnin sonuna küçük bir sözlük eklenmiştir.

1988 yılında Zeki Sönmez, Mimar Sinan ile ilgili metin­leri günümüz Türkçesine aktararak yayınlar. Sönmez, manzum bölümleri günümüz diline aktarmamış, sadece Latin harflerine aktarmakla yetinmiştir. Ayrıca Sönmez bu çevirileri hangi yayınlara dayanarak yaptığını belirtmemiş­tir. Bu çalışmada Tezkiretü’l-Bünyan (s. 21-57), Tezkire­tü’l-Ebniye (s. 59-77), Tuhfetü’l-Mi’mârîn (s. 79-95), Risâ­le-i Mi’mâriyye (s. 96-97) ve Adsız Risâle (s. 98-100) ya­yınlanmıştır. Çalışmada Tezkiretü’l-Bünyan için muhte­melen Ahmed Cevdet Bey’in yayını esas alındığından, bu metnin içinde Tezkiretü’l-Bünyan’ın düzyazı bölümü de yer almış, sonra Tezkiretü’l-Ebniye’nin manzum bölümü­nün yanında düzyazı bölümü bir defa daha yayınlanmıştır.

1989’da Suphi Saatçi, Mimar Sinan ve Tezkiretü’l-Bün­yan isimli çalışmasında Tezkiretü’l-Bünyan’ın Süleymaniye Kütüphanesi, Hacı Mahmud Efendi, no. 4911’de kayıtlı bu­lunan ve müellif nüshası kabul ettiği nüshayı yayınlamıştır. Bu çalışmada önce metnin günümüz diline aktarılmış biçimi (s. 44-122), sonra metnin anlaşılmasına yönelik notlar ve Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi, Revan no. 1456’da bu­lunan nüshaya dayanan birkaç karşılaştırma (s. 124-129), metnin Latin harflerine aktarılmış biçimi (s. 136-175) ve nüs­hanın tıpkıbasımı verilmiştir. Bu çalışma sadece bir nüshaya dayanması yüzünden bir edisyon kritik sayılamaz. Bunu sa­dece belli bir nüshanın yayını olarak değerlendirebiliriz.

Saatçi, 1990 yılında aynı metnin Revan nüshasını bir makale halinde yayınlar. Bu yayın da söz konusu nüshanın Latin alfabesine aktarılmasından ibarettir.

Bütün bu çalışmalar ortaya şöyle bir tablo çıkarmakta­dır: Mimar Sinan’ın hayatı ve eserleri ile ilgili söz konusu metinler, parça parça ve ayrı ayrı yayınlanmış durumda­dır. Bir ön edisyon olan birinci gruptaki metinlerin edisyon kritiği sadece Meriç tarafından yapılmış, bu yayın Sönmez tarafından günümüz Türkçesine aktarılmıştır.

İkinci grubu oluşturan iki metin önce 1897’de Arap harfleriyle yayınlanmıştır. Bu yayın, birleştirilmiş geç bir nüshaya dayanır; Tezkiretü’l-Ebniye’deki manzum bölü­mü içermez ve bir edisyon kritik özelliği taşımaz. Erdem, bu metni 1988’de Latin harflerine çevirmiştir. Saatçi, 1989’da Tezkiretü’l-Bünyan’ın Süleymaniye Kütüphanesi, Hacı Mahmud Efendi, no. 4911’deki (müellif hattı kabul ettiği) nüshasını, 1990’da da aynı metnin Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi, Revan no. 1456’daki nüshasını yayınlamıştır. Saatçi, bu yayınlarda edisyon kritik yapma­mış, Tezkiretü’l-Ebniye metnine yer vermemiştir.

Birinci gruptaki ön edisyonların daha önce yayınlandık­ları ve bunlarda yer alan bilginin esasen Tezkiretü’l-Ebni- ye’de tekrarlandığı göz önüne alındığında bu grubun yeni bir yayınının gerekli olmadığı açıktır. Ancak ikinci grupta­ki iki metnin, yani Tezkiretü’l-Ebniye ve Tezkiretü’l-Bün- yan'ın birden fazla nüshaya dayanan bir edisyon kritiğinin bugüne kadar yapılmamış olması, bu işi bir gereklilik hali­ne getirmektedir. İşte bizim çalışmamız, bu bütünlüğü ve gerekliliği karşılama ihtiyacından doğmuştur.

Eleştirel basım

Eleştirel basım, birden fazla nüshası bulunan bir metnin nüshalarım karşılaştırıp yanlışları ayıklayarak yeni bir me­tin kurma işlemidir. Metinler arasındaki farklar gösterile­rek, araştırmacılar için nüsha farklarını da gösteren doğru metnin kurulması hedeflenir. Bizim amacımız da Tezkire­tü’l-Bünyan ve Tezkiretü’l-Ebniye metinlerini bu şekilde okuyucuya sunabilmektir.

Tezkiretü’l-Bünyan hazırlanırken Süleymaniye Kütüp­hanesi, Hacı Mahmud Efendi, no. 491 l’deki nüsha esas alınmıştır. Bu esas alma işi, metne konulan sayfa ve satır numaralarının takibini kolaylaştırma amacına yöneliktir. Bu metin tarihsiz olmakla birlikte eldekilerin en eskisi gibi görünüyor. Metne katılmayıp kenara yazılmış kimi bilgile­rin olması, satır ve sayfa kullanımındaki düzensizlik, bu­nun bir müellif nüshası olabileceğini düşündürmektedir (Saatçi 1989, 25-27) Bu nüsha Sİ olarak gösterilmiştir. Di­ğer nüshalarda bu çıkmalar metne dahil edilmiştir.

Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi, Revan no. 1456’da bulunan nüsha, R olarak gösterilmiştir.

Süleymaniye Kütüphanesi, Hacı Mahmud Efendi, no. 4628’de bulunan nüsha, S2 olarak gösterilmiştir. Bu nüs­ha 21b’de başlar, bundan önce 15b-21 b sayfalarında Tez­kiretü’l-Ebniye’nın düzyazı bölümü yer almaktadır.

Kahire Tal’at Kütüphanesi’nde bulunan nüsha, DK olarak gösterilmiştir. Bu nüshanın Süleymaniye Kütüpha­nesi mikrofilm arşivinde no. 1727’de bulunan kopyasını kullandık.

Millet Kütüphanesi, Ali Emirî, Tarih no. 921’de kayıtlı bulunan nüsha, Tezkiretü’l-Bünyan ile Tezkiretü’l-Ebni­ye’nin düzyazı bölümlerinin birleştirilmesinden oluşmuş­tur. Ancak Tezkiretü’l-Ebniye’nin başladığı ve bittiği yer belli olduğundan ve bu yayın yaklaşık yüz yıldır Mimar Si­nan araştırmalarının başlıca kaynağı durumunda bulunan basılı metnin kaynağı olduğu için, edisyon kritiğe dahil edilmiştir. Bu nüshayı AE ile gösterdik.

Tezkiretü’l-Ebniye’nin manzum bölümü Topkapı Sara­yı Müzesi Kütüphanesi, Emanet Hâzinesi, no. 1236’da ka­yıtlı nüshada, Süleymaniye Kütüphanesi, Es’ad Efendi, no. 2258’deki yazmada ve İstanbul Üniversitesi, Türkçe Yaz­malar, no. 6826’daki yazmada bulunmaktadır. Bunları sı­rasıyla EH, S3 ve ÎÜ olarak gösterdik. Meriç’in yayınında birden fazla nüshanın kullanıldığı görülmekteyse de bunla­rın yeri ve nitelikleri belirtilmemiştir.

Tezkiretü’l-Ebniye’nin düzyazı bölümünün edisyon kri­tiği ise EH, S2, S3, ÎÜ ve AE nüshalarına dayanılarak ya­pılmıştır.

Edisyon kritikte sadece nüsha farkları, ayetlerin Ku- ran-ı Kerim’deki yeri ve meali verilmiştir. Metinle ilgili di­ğer açıklamalar ise sadeleştirme bölümünde yer almıştır.

Çevriyazı

Metinde yalınlaştırılmış bir transkripsiyon alfabesinden ya­rarlanılmış, yani Arap harfleriyle metnin aktarılmasında her harf için özel işaretlerden oluşan bir alfabe sistemi kullanıl­mamış, bugünkü standart Türk alfabesiyle yetinilmiştir. Bu­nunla birlikte uzunluklar (A) işaretiyle, ayın ve hemze harf­leri kesme işaretiyle gösterilmiş; art damak ünsüzlerinden sonra gelen uzun ünlüler ise, ünlünün üzerine kısa bir çizgi konularak (â, ü) gösterilmiştir. Bugünkü alfabemizde bulun­mayan genizsi n sesini gösteren kef harfi için (n) harfi kulla­nılmıştır. Türkçe kelimelerde gayın ve kef harfiyle yazılan, ancak iki ünlü arasında sızıcılaşan ön ve art damaksı /g/ fo­nemleri (ğ) harfiyle gösterilmiştir (değil, dağa, olduğı vs.).

16. yüzyıl Türkçesi’nin henüz Eski Türkiye Türkçesinin ses özelliklerini koruduğunu düşünerek, yazıda gösterilme­yen ünlüleri bu dönemin ses özelliklerine göre işaretledik. Türkçe kimi kelimelerde bulunan kapalı e dediğimiz ünlü­yü (e) olarak gösterdik (edüp, verdüm vs.).

Arap harfli metinlerde bir yazım kalıplaşması esas oldu­ğu için özellikle eklemede tonluluk/tonsuzluk uyumu gös­terilmez; ancak böyle bir uyumun var olduğu da bellidir. Bu yüzden /t/ ile biten sözcük tabanlarına /t/ ile başlayan bir ek geldiğinde bunları uyumlu olarak yazdık (ettük, git- tük, gittükten, devlette, dostta vs.).

Farsça birleşik sözcükler ve ön ekler yazılırken iki öge arasında (-) konuldu: şikeste-zamîr, reh-nümâ, kâm-rân, şeh-zâde, nâ-tüvân, tâc-dâr vs.

Farsça son eklerle yapılan türetmelerde ise araya (-) işa­reti konulmadı: nâmver, mehveş, cennetâsâ vs.

Tezkiretii’l-Bünyan için esas aldığımız Sİ nüshası ile Tez- kiretii’l-Ebniye için esas aldığımız EH nüshalarında sayfa kenarına yazılmış metinle ilgili bölümleri farklı bir yazı ka­rakteriyle metnin içine aldık; metinle ilgili olmayan kenar yazılarını ise yalnızca tıpkıbasımda bırakmakla yetindik. Metinde olmayıp da bizim onarım yoluyla eklediğimiz bö­lümleri [ ] ayraçları içinde gösterdik. Eleştirel basımda esas alınan yazmanın sayfası metin kenarına • işaretinin yanına yazıldı. Bu işaret metnin içinde esas alınan nüshanın başla­dığı yeri göstermektedir. Diğer nüshaların sayfa başları da metin içinde I işaretiyle gösterildi ve metnin yanına hangi sayfa olduğu yazıldı. Esas alınan metnin satır numaraları beş satırda bir I işaretiyle gösterildi, metnin yanına yazıldı.

Eleştirel basımın hazırlanması sürecinde değerli zaman­larını ayırıp metin konusundaki görüşlerini paylaşan, çeşit­li önerilerle katkıda bulunan Prof. Dr. İskender Pala’ya, Doç. Dr. Mustafa Çiçekler ve Doç. Dr. Musa Duman’a gö­nülden teşekkürlerimi sunuyorum.

Çevriyazıda kullanılan kısaltmalar

Tezkiretü’l-Bünyan nüshaları

Sİ Süleymaniye Kütüphanesi, Hacı Mahmud Efendi, no. 4911.

R Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi, Revan, no. 1456.

S2 Süleymaniye Kütüphanesi, Hacı Mahmud Efendi, no. 4628.

DK Kahire, Tal’at Kütüphanesi, Türkî-Mecâmî, no. 81/4.

AE Millet Kütüphanesi, Ali Emirî, Tarih, 921.

Tezkiretü’l-Ebniye nüshaları

EH Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi, Emanet Hâzinesi, no. 1236.

İÜ İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi, Türkçe Yazmalar, no. 6826.

S3 Süleymaniye Kütüphanesi, Es’ad Efendi no. 2258.

S2 Süleymaniye Kütüphanesi, Hacı Mahmud Efendi no. 4628.

AE Millet Kütüphanesi, Ali Emirî, Tarih, no. 921.

DİA Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi

Kaynakça

Ahmcd Refik 1931. Mimar Sinan, Kanaat Kütüphanesi, İstanbul.

Arseven, Celal Esad 1983. Sanat Ansiklopedisi, 5 cilt, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, Ankara.

Ayvansarayî Hüseyin Efendi 2001. Hadikatü’l-Cevâmi (İstanbul Camileri ve Diğer Dinî-Sivil Mimari Yapılar), Hazırlayan: Ahmed Nezih Galitekin, İşaret Yayınları, İstanbul, 744 s.

Barkan, Ömer L. 1972. Süleymaniye Camii ve İmareti İnşaatı (1550-1557), c. I, Ankara 1972, XV-393 s.; c. II, Ankara 1979, 301 s.

Çeçen, Kâzım 1988a. Mimar Sinan ve Kırkçeşme Tesisleri, İski Yayınları, İstanbul, 238 s.+ haritalar.

Çeçen, Kâzım 1988b. “Sinan’ın Köprü ve Su Kemerleri”, Mimar Sinan Dönemi Türk Mimarlığı ve Sanatı, İstanbul, 79- 101.

Çeçen, Kâzım 1988c. “Sinan’ın Yaptığı Köprüler”, Mimarbaşı Koca Sinan, Yaşadığı Çağ ve Eserleri, İstanbul.

Çeçen, Kâzım 1991. Halkalı Suları, İski Yayınları, İstanbul, 176 s.+harita ve planlar.

Danişmend, İsmail Hami 1948. İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, c. II, İstanbul.

Develi, Hayati 1997. “Dua ve Yas Motifi Olarak ‘baş açmak’ Tabiri”, Türkiyat Mecmuası, c. XX, İstanbul, s. 85-111.

Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, 8 cilt, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 1993-1995.

Eldem, Sedat Hakkı 1976. Türk Bahçeleri, Kültür Bakanlığı Yayınları, İstanbul.

Erdem, Sadık. Sâî Çelebi-Tezkiretü’l-Bünyan, Binbirdirek Yayınları, İstanbul

Evliya Çelebi. Seyahatname, Topkapı Sarayı Müzesi

Kütüphanesi, Bağdad 304.

Hasol, Doğan 1995. Ansiklopedik Mimarlık Sözlüğü. Yapı- Endüstri Merkezi Yayınları, İstanbul.

Hüseyin Kâzım Kadri, 1927-1943. Türk Lügati, Maarif Vekâleti, 4 cilt, Ankara.

İnan, Afet 1956. Mimar Koca Sinan, Emlak Bankası Yayınları, Ankara. İkinci baskı, Ankara 1968.

Koçu, Reşat Ekrem 1958-1973. İstanbul Ansikolopedisi, 11 c.

Konyalı, İbrahim Hakkı 1953. Fatihin Mimarlarından Azadlı Sinan (Sinan-ı Atik) Vakfiyeleri, Eserleri, Hayatı, Mezarı, İstanbul, 110+XV s.

Kuban, Doğan 1997. Sinan’ın Sanatı ve Selimiye, Tarih Vakfı, İstanbul.

Kunter, Halil Baki 1942. “Kitabelerimiz”, Vakıflar Dergisi, sayı II, Ankara.

Kuran, Aptullah 1988. “Tezkerelerde Adı Geçen Sinan Eserlerinin Yapı Türlerine Göre Alfabetik Listesi”, Mimarbaşı Koca Sinan, Yaşadığı Çağ ve Eserleri I, Vakıflar Genel Müdürlüğü Yayınları, İstanbul, s. 155-166.

Manaz, Abdullah 1992. Suriye'nin Başkenti Şam’da Türk Dönemi Eserleri, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara.

Mantran, Robert 1990. 17. Yüzyılın İkinci Yarısında İstanbul: Kurumsal, İktisadî, Toplumsal Tarih Denemesi, çevirenler: M. Ali Kılıçbay-Enver Özcan, TTK Yayınları, Ankara.

Mehmed Hafid Efendi 1221 [1807]. Ed-Dürretü’l-mensûre fî islâhi’l-galatâti'-meşhûre, İstanbul.

Mehmed Süreyya. Sicill-i Osmanî yahud Tezkire-i Meşâhir-i Osnıâniyye, hazırlayanlar: A. Aktan-A. Yuvalı-M. Hülâgü, Sebil Yayınevi, İstanbul 1996.

Meriç, Rıfkı Melûl 1965. Mimar Sinan, Hayatı, Eseri I. Mimar Sinan’ın Hayatına, Eserlerine Dair Metinler, TTK Yayınları, Ankara, X+129 s.

Meydan-Larousse Büyük Lügat ve Ansiklopedi, Meydan Yayınevi, 12 cilt, İstanbul 1969-1973.

Pakalın, M. Zeki 1983. Osmanlı Tarih Deyimleri ve Sözlüğü, 3 cilt, MEB Devlet Kitapları, İstanbul.

Pala, İskender 2000. Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü, Ötüken Yayınları, İstanbul.

Saatçi, Suphi 1989. Saî Mustafa Çelebi, Tezkiretü’l-Bünyân, 175-15, İstanbul.

Sâî Çelebi. Âsâr-t Eslaftan: Tezkiretü’l-Bünyân, Kütübhane-i İkdam, Dersaadet 1315.

Selanikî, 1989. Tarih-i Selânîkî, hazırlayan: Mehmet İpşirli, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul.

Sönmez, Neslihan 1999. “Osmanlı Mimarlığında Kullanılan Uzunluk Ölçü ve Birimleri”, Osmanlı, Yeni Türkiye Yayınları, c. X, Ankara.

Sönmez, Zeki 1988. Mimar Sinan ile İlgili Tarihi Yazmalar- Belgeler, Mimar Sinan Üniversitesi Yayınları, İstanbul.

Suyolcuzâde Mehmed Necib 1942. Devha-tül-küttâb, tertib ve tashih eden Kilisli Muallim Rifat, İstanbul, 160 s.

Şeşen, Ramazan 1988. “Mimar Sinan ile İlgili Yazmalar”, Mimar Sinan Dönemi Türk Mimarlığı ve Sanatı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, s. 269-275.

Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, yayınlayan: Türkiye Diyanet Vakfı, c. 1-24, İstanbul 1988-2002

Uzunçarşılı, İsmail Hakkı 1988. Osmanlı Tarihi, c. II, TTK

Yayınları, 5. baskı, Ankara.

Ülgen, Aygün 1999. “Osmanlı Saray, Kasır ve Köşkleri”, Osmanlı 10, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, s. 400-428.

Yerasimos, Stefanos 2002. Süleymaniye, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 143 s.

Yılmaz, Mehmet 1992. Edebiyatımızda İslami Kaynaklı Sözler (Ansiklopedik Sözlük), Enderun Kitabevi, İstanbul, 196 s.

BU KİTAP, USTALARIN USTASI MİMARBAŞI ABDÜLMENNANOĞLU SİNAN’I ANLATAN Tezkİretü’l-Bünyan’dir.

Şükürler olsun yedi katın temellerini atana ve eşsiz övgü­ler olsun dokuz katlı gök kemerinin binasını kurana, ki bu fa­ni işlikte kuralsız pergelsiz, Adem’in can ve gönül konağı var­lık sarayını yarattı; onun yürek camilerini güzel ahlak nakış­larıyla şenlendirdi.

Mesnevi-i Manevi

Ne güzel Yaratan ki çıkartıp gizlendiği yerden

Var etti bu köşkü “ol” buyruğundan

Sütunsuz durdurdu havada dokuz kubbeyi

Asıp bıraktı ortaya güneş küreyi

Kudret eliyle mayalandırdı sonra “yok”u

Âdem’in bedeninin temelini attı

Bakış, pencere oldu beden kasrına

Kaşlar kitabe oldu üstüne

Böyle şenlenince Âdem’in varlık köşkü

Kabe’yi yapmak da Hz. İbrahim’e düştü.

Güzel insanların gönül kâbelerinin mimarına[1] sayısız övgü­ler, sonsuz dualar olsun; O, ezelî Yaratıcı’nın kudretli yasalarıy­la Allah yolunda yürüyüp yaşam ve sonsuzluk menzillerine gi­den, güçsüz, kalbi kırık ümmetini, sırat köprüsünden cennet bahçelerinin sarayına yolladı ve din kandilini kılavuz etti onlara.

Mesnevi

Ne büyük kerem var Allah’ın yaratısında

Örnek getirdi ahrete, hem de dünyada.

Sırat köprüsüdür o yüce sevgilinin[2] emri

Cehennemdir ondan uzak düşenin yeri.

Dünya ve ahretin efendisi dört

Seçkin Dost’un[3] nitelikleri üstüne.

Allah hepsinden razı olsun.[4]

Birinci Dost, hakikat kâbesinin mihrabı, tarikat kapısının kandili, temizlik ve doğruluğu kendinde toplamış kişi, pey­gamberler önderinin mağara yoldaşı,[5] din kâbesinin taşı, dört Seçkin Dost’un en gözdesi, Âlemlerin Efendisi’nin elçisinin yerine geçen, eski dost ve himmetli imam, Ebu Bekir Sıddık. Yüce Allah ondan razı olsun.

Nazım

Resûl’ün mağara yoldaşıdır Sıddık

Resûl’ün dert ortağıdır Sıddık

İkinci Dost, hak ve adalet camisinin minberi, doğruların yardımcısı, İslam konağının direği, insanların seçkini, hakla bâtılı ayıran adaletli sultan, temiz din duvarının kerpiç usta­sı, Kayser’in gözlerini kör eden Hazret-i Ömer Faruk. Yüce Allah ondan razı olsun.

Nazım

Gelmemişti dünyaya Ömer gibi

Din yolunda savaşan yiğit bir er.

Üçüncü Dost, ahlak ve güzellik camisinin mahfili, Herşe- yi Bilen Hükümdar’ın[6] kitabını derleyip toplayan,[7] [8] şehitlerin başı, din çatısı tavanının bezeği, çifte nurlu’ Affan oğlu Haz- ret-i Osman. Yüce Allah ondan razı olsun.

Nazım

Göz nurunu döküp erdemle

Kuran’ın toplayıcısı oldu Osman.

Dördüncü Dost, ilim ve irfan kentinin kapısı,[9] apaçık bil­gi ve cesaret sahibi, Amr-i Anter’i öldüren, Hayber kapısını yıkıp parçalayan,[10] din konağının sağlam direği, seçkin imam, Peygamber’in amcaoğlu Ali. Yüce Allah ondan razı olsun.

Nazım

Allah’ın aslanıdır İmam Ali

Sonsuzluk meclisinde kandil alevi.

Hasan ve Hüseyin’in nitelikleri üstüne

Herkesin örnek tuttuğu iki imam; Hz. Fatma’nın göz nurları; evrenin övüncü, insanların ve cinlerin sevgilisi Hz. Muhammed’in gönül bağının meyveleri, iki masum ve mazlum insan; seçkin İmam Hasan ve İmam Hüseyin,[11] Kerbelâ çölünün şe­hidi; Yüce Allah onlardan razı olsun.

Dörtlük

Yeşillikler her bahar Hasan’ın

Zehirden göçtüğünü söyler.[12]

Laleler mazlum Hüseyin’in

Kanlı gömleğini gözler önüne serer.

Allah’ın yeryüzündeki gölgesi, ulu ve yüce Padişah’m övgüye değer nitelikleri üstüne. Allah onun devletini ve saltanatını sonsuza ulaştırsın.

Allah’a şükür ve Peygamber’e övgüden sonra

Yakışan odur ki edeyim Padişah’a da dua.

Doğu’nun Batı’nın sultanı, hakanı denizin ve karanın Kerem göğünün güneşi ve gölgesi Tanrı’nm.

Yeryüzü sultanlarının en seçkini, din düşmanları diyarının fatihi, Şirvan ülkesini alan, Kars’ı, Revan’ı bayındır eden, Derbend’in, Kaytak’ın koruyucusu, eşsiz Tebriz’in kurucusu, Osmanlı sultanları içinde yürekli ve üstün, Süleyman oğlu Se­lim oğlu Ebülfeth Gazi Murat Han;[13] Allah onun saltanatını mahşer ve hesap gününe kadar var etsin.

Kimdir o kadri yüce Hükümdar Taht sahibi o seçkin Padişah?

Tanrı’nın gölgesi, sultanı yedi iklimin Elbette Selim oğlu Sultan Murat.

Rafizî[14] Hükümdarı’na[15] [16] sürdü bir at                                                          

Hapsetti hanesine, eyledi mat.’

Şirvan mülkünü ele geçirdi bir kulu,

Düşmana kapattı Aslan Van’ın yolunu.

Yedikçe Rumîler’in[17] yumruğunu “

Kelb-i âhen”[18] sanırdı pençesini.

Sanma ki yitirdi sadece Kars’ı, Revan’ı

Yitirdi birlikte hem canını, hem malını.

Taç sahibi bir hükümdarken, ne çare

Kendi başına dar ettiler tacını.

Peygamber’in dostlarına söven münafıktır

Ne kadar eziyet edilse ona, layıktır.

Âlemin sığınağı Padişah sağ olsun

Bu gökyüzü ona otağ olsun!

Kutlu Şehzâde’nin övgüye değer halleri üstüne

Devlet ağacının dalındaki çiçek, saltanat ağacının taze yemi­şi, Murat bağının gülü, güzel huylu şehzade, Cihan Padişa­hının sevgili oğlu, Şehzâde Mehmet Han.[19] Nun ve sad hakkı için, Cihan Hükümdarı’hin himayesi altında olsun.

Beyit

Bilgiden öğrenimden nasibini alsın Gözdesi olsun ünlü Padişah’ın.

Sultan Murat Han’ın sadrazamının nitelikleri üstüne

O ulu ve yüce sadrazam, kerem sahibi vezir, halkın işlerini yü­rütenlerin yardımcısı, sağlam düşünceli ve görüşü temkinli, Tanrı Gölgesi’nin sarayında yönetici, Veziriazam Siyavuş Pa­şa Hazretleri,[20] Allah onun yapmak istediklerini kolaylaştırsın.

Beyit

Devrin Asaf’ı[21] o büyük vezir, zamanın Siyavuş’u Gizli güçlerin etkisi, âlemin en seçkini yaptı onu.

Gönle hoş gelen bu eşsiz metnin yazılmasına başlanması

Bu güzel kitabın yazılmasının ve bu siyah peçeli güzelin yüzün­deki süsün nedeni şudur: Günün birinde, Padişah’ın artık iyice kocamış olan başmimarı Abdülmennan oğlu Sinan,[22] zaman sayfasında adı ve izi kalıp hayırla anılmasına vesile olsun diye, bu kırık gönüllü, değersiz, elinden tutanı olmayan ve düşkün Sâi’den, başından geçenleri, nazımla düzyazıyı karıştırarak yazmamı istediler. (Bir süre sonra) gücüm yettiğince yazıp an­latarak, sevinçlere değer katlarına kırık dökük bir armağanla vardım. Yazdığım bu risaleye de Tezkiretü’l-Bünyan adını ver­dim. Bu öyküyü okuyan dostlardan • dileğim, eksiklerini -ola- • 2b bildiği ölçüde- bağışlama eteğiyle örtüp, bu değersizi, “yapıt veren hedef olur” meydanına hedef tahtası etmemeleridir.

Zamandan yakınma

Anlam bahçesinin meyvesidir söz

 Canlılığın akıp giden ırmağıdır söz.

Anlamlı ve ölçülü sözü Kim dinlese büyülenir, însaf sahiplerinin sözüdür bu: Kâmil kişinin değerini kâmil olan bilir. Dipsiz bir denizdir marifet,[23] Dil onun en parlak incisidir.

Kimi sedef çıkarır derinliklerinden Kimi çanak çömlek toplar kenarlarından. Dalgıçlar inseler de en dibine Doldursalar da torbalarını inciyle Zaman olur hep eşsiz güzellikte inciler Zaman olur denizin çerçöpü çıkar.

Sözün kısası Allah vergisidir has şiir Her nisan yağmuru damlasına inci mi denir!

Yoktur dünyada kusur bulunmayacak şiir Bu yeryüzü bahçesinde her gül dikenlidir.

Herkes her şeyde arar durur ya kusur

Hüner gibi bedavaya giden mal yoktur.

Cahilin, bilgisizin değeri yükseldi

Ayaklar altında şimdi bilgi, marifet ehli.

Kimse bakmıyor bile gönül dostlarına Gerçek şu ki artık bir kusur oldu hüner.

O yüce yapıların nitelikleri üstüne halk arasında anlatılanların her biri yerli yerince yazılıp, kendi mübarek ağızlarından Lokman hikmeti gibi aktarılanlara göre şöyle büyütülmüştür.

Bu, dilinden övgü eksik olmayan duacıya, ustaların piri Ab- dülmennan oğlu Sinan’a, Allah’a şükürler olsun, Osmanlı Devleti’nde âlemlerin sığınağı dört padişahın[24] soylu hizmetle­riyle onurlanıp sanat ve mesleğinde işinin ehli ve herkesçe ta­nınıp bilinen bir mimar olmak nasip oldu. O dört padişahın birincisi, Osmanoğullarının kılıcı, yüksek yuvalı şahin, Arap ve Acem ülkelerinin fatihi, âlemin hükümdarı Sultan oğlu Sultan, Sultan Beyazıt oğlu Sultan Selim Han’dır. Allah, cen­net köşklerinden olan kabrini nurlandırsın.

Mesnevi

Cihan şahı, Bayezid Han oğlu Selim

Savaş kılıcı Osmanoğullarının.

Acem Şahı’yla o savaştı

Doğu’yu, Batı’yı kılıcıyla o açtı.

Onun devşirmesiyim ben zavallı

Ne iyilikler etmiştir bu garibe.

Göçüp terkeyledi dünya bağını

Cennet bahçeleri olsun mekânı.

O gizli hazine girdi toprağa Süleyman Han geçti yerine tahta. Allah’ın bir lütfuymuş yetenek Sanatımı ilerlettim gayret ederek. Tanrı şad etsin onun ruhunu Cennetin en yücesinde etsin yerini. Beni dülgerlikte usta kılan Ustamın da hakkı helal olsun.

• Ben zavallı, Sultan Selim Han’ın saltanat gülbahçesinin 3a devşirmesiyim. Kayseri sancağından ilk kez onun zamanında oğlan çocuğu devşirilmişti ve devşirilen erkek çocukların ilki de bendim. Acemioğlanları arasında, yaratılışımdaki düzgün­lük sayesinde seçilip dülgerliğe heveslendim. Ustamın hizme­tinde, tıpkı bir pergelin sabit ayağı gibi kararlı bir biçimde ça­lıştım, merkezi ve çevreyi gözledim. Sonra da pergelin gezen ayağı gibi başka diyarları gezmeye özendim. Bir zaman, padi­şah hizmetinde, Arap ve Acem diyarlarında gezip dolaşarak her yüksek eyvandan bir köşe ve her viran tekkeden bir kırın­tı belleyip yine İstanbul’a döndüm; bir süre daha önemli kişi­lerin hizmetinde bulunduktan sonra kapıya çıktım.[25]

Mesnevi

Süleyman’ın zamanı gelip yetişti

Bu zayıf karıncanın bahtı açıldı.

Onun devrinde nice hizmetler ettim

Devleti yönetenlerin gözüne girdim.

 Oldum yeniçeri çektim cefayı

Piyade ettim birçok gazayı.

Orduda silsilemle, sanatımla, hizmetimle

Ve akranlarım arasında gayretimle

Ta çocukluk çağımdan, çok çalıştım

Hacı Bektaş ocağından yetiştim.

Rodos’la Belgrad’a sefer ettik Sonra sağ selamet geriye geldik. Silsilemle yaptılar beni atlı sekban Mohaç’a sefer açtı Süleyman Han. Oradan döndüm yayabaşı1 oldum Zenberekçibaşılık[26] [27] verildi ardından. Padişah Alman’m üstüne yürüdü Düşmanın gözüne meydan dar göründü. Oradan gelip Boğdan’a gittik Kızılbaş[28] ile nice savaşlar ettik.[29]

Savaş için, düşmanla cenk yerinde, benzersiz gemiler yapmak üzere bu zavallının mimar atanmasının nedeni

Saadetli Sultan Süleyman Han, rahmet ve bağışlama onun üs­tüne olsun, İran’a sefer açtığında,[30] Van Kalesi yakınlarında, Tatvan Gölü diye bilinen deryanın kıyısında, aşağılık Kızıl- başlarla çatışma olacağı kesinleşti. Vezir Lütfü Paşa[31] Hazret­leri, Tatvan Gölü üstünden gemilerle geçip gölün öte yakasın­daki Kızılbaş askerlerinin durumunu bilmek isteyince bu za­vallıyı çağırıp: “Birkaç gemi inşa et!” diye sıkı tembihle işi si­pariş ettiler. Allah’ın yardımıyla, sefer hali yüzünden gerekli malzeme ve alet edevat yokken, yoldaşlarımla işi sıkı tutup az zamanda üç kadırga inşa ederek yelkenini, demirlerini ve kü­reklerini tedarik edip savaş gereçleriyle hazırladık. Sözünü et­tiğim Paşa hazretleri: • “Kaptanlığını da sen yap!” diye emre- • 3b dince, emri ve isteği doğrultusunda yoldaşlarımla denize açı­lıp Kızılbaş askerinin durumunu öğrendik. Son derece hoşnut olup bu zavallıyı iltifatlarıyla seçkinleştirdiler.

Mesnevi

Seferden gelince şah ile âyân

Silsilemle hasekilik[32] edildi ihsan.

Sonra Korfuz’la Pulya’ya sefer ettik[33] [34]

 Oradan gelip Karaboğdan’a’ gittik.

Hizmet edip savaşta ve barışta

Üzengisinde bulundum[35] çok yerde.

Kâfirler üstüne sefer ve bu perişan kulun mimar oluşu

Sultan Süleyman Han, Karaboğdan üstüne yola çıkıp[36] Prut Nehri kıyısına geldiklerinde ordunun geçmesi için köprü la­zım oldu. Pekçok kimse gayret edip bir nice gün köprü inşa etmeye çalıştılar; ancak yaptıkları köprü çamura batıp gö­müldü. Bataklık bir yer olduğundan köprü inşasında şaşkın ve çaresiz kaldılar. Merhum Lütfü Paşa Hazretleri: “Saadetli Padişahım, bu köprünün inşası, Sinan Subaşı ismindeki kulu­nuzun işi ele almasıyla mümkün olur. Haseki kulunuzdur, emredin, yoldaşlarıyla işe sarılsın. Cihan çapında usta ve işbilir bir mimardır.” deyince bu zavallıya yüksek emirleri çı­kıp, sözü edilen ırmak üstünde bir büyük köprü bina ettim.[37] İslam askeri ve halkın hükümdarı mutlulukla geçtiler. Her neyse, Lütfi Paşa Hazretleri bu köprüye yakın bir ilgi duy­duklarından: “Bu köprüyü biz gittikten sonra kafir yıkmasa, korunması için bir kule yapılıp bir miktar adam konsa!” di­ye tedbir düşündüler. O zamanın veziriazamı olan Ayaş Paşa bu zavallıya: “Kule yapmak nasıl bir tedbirdir?” diye sorduk­larında: “Kesinlikle uygun değildir! Kâfire gayret düşüp bir­kaç adamla kuleyi ele geçirirlerse bunun adı, bir kale alınmış olur. Köprüye değer vermek caiz değildir, Padişah’ın devletin- • 4a de nerede gerekirse inşası mümkündür.” dedim. • Lütfü Paşa bu yanıtımdan gücenip: “Senin korkun kalede ağa olup kal­maktır!” dedi. Ben zavallı da: “Padişah hizmetinin kullarıyız, kutlu emirleri olursa hizmetten kaçmayız!” dedim.

Dörtlük

Eskiden beri Padişah’ın kölesiyiz

Kale korumayı bilir eriyiz.

Eskiden kuluyuz, yeniçeriyiz

Yanar ateşe giren semenderiyiz.[38]

O sırada Rumeli Beylerbeyi olan Sofu Mehmet Paşa, he­nüz ordunun gerisindeydiler. Çok tedbir sahibi bir kimseydi­ler; “Hele o da gelsin!” buyurdular. Neyse, bir zaman sonra onlar da Rumeli askeriyle birlikte geldiler. Onların huzurun­da kule yapımı ve köprünün korunması konusu açılınca: “Geçmişte Osmanlılar Rumeli’ye geçtiklerinde gemilerini yakmışlar. Bizim köprüyü kendimizin yıkması gerekirken va­rıp bir de kale yapıp savaş kaçkınlarımıza sığınak mı hazırla­yalım!” diyerek kule yapımından vazgeçirdiler.

Sonra düşman diyarından fetih ve zaferle dönüş nasip ol­du. Bu zavallı, Lütfü Paşa’nın görüşlerine karşı çıkıp tersine hareket ettiğim için bana gücenmiştir diye çok sıkıntılar için­deydim. Bir yeri gelir, olur ki zararı dokunur diye endişe eder­dim. Hikmet Allah’ındır, Mimar Acem Alisi[39] ölüp mimarlık makamı[40] boş kaldı. O sırada Veziriazam Ayaş Paşa da[41] ahre­te göçtüler. Merhumun mezarı konusunda zamanın devlet adamları “Mimar yok; bu bilime sahip yetkin bir usta olsa!” diye tartışırlarken Lütfi Paşa: “Mimarlığa haseki olan Sinan Subaşı’nın getirilmesi gerekir. Ondan başka bu işi gereğince yapabilecek kimse yoktur.” deyince, “Kabul eder mi? Yolun­dan ayırmak doğru mudur?” demişler. Bunun üzerine Yeni­çeri Ağası, bu zavallıyı çağırtıp: “Paşa hazretleri seni mimar­lığa getirmeye karar verdi. Sence de uygun mudur? Değilse bir karar ver!” dediler.

Yeniçeri ocağındaki yolumdan ayrılacak olma düşüncesi • 4b elem verse de sonunda yine mimarlığın, • camiler inşa edip birçok dünya ve ahret muradına vesile olacağını düşünüp kabul ettim.

Mesnevi

Diledim ki bir mimar olayım

Usta olup dünyada eserler bırakayım.

Derdim ki, bağışlasa da Hak

Nasip olsa bana yüce bir cami yapmak.

 Olacağı varmış, hikmet Allah’ın

Gelip gözdesi oldum Padişah’ın.

Hidayetiyle bizi (bu nimete) kavuşturan Allah’a hamdol- sun! Allah bizi doğru yola iletmeseydi kendiliğimizden onu bulacak değildik...' Osmanlı Devleti’nde bunca padişahın yüce hizmetlerinde çalışmak nasip oldu; birçok ulu, cennet gibi camiler inşa ettim. Bir nice zaman da kutlu üzengilerinin yanında yürüyüp seğirterek, savaşta ve barışta sohbetleriyle onurlandım.

Beyit

Şükür ve minnet, ihsanı sonsuz

Tanrı’ya Eriştirdi bu kulunu ihsanlara.

Şehzade Sultan Mehmet’in (Allah’ın rahmeti ve rızası üstüne olsun) cennet benzeri binasının anlatılması1

Birgün, mutluluk göğünün güneşi, yeryüzü padişahlarının en namlısı, saadetli sultan Sultan Selim oğlu Sultan Süleyman Han Hazretleri (rahmet ve bağış üstüne olsun), kalplerin sev­gilisi, yüce şehzadesi Sultan Mehmet Han’ın temiz ruhları için İstanbul’un Eski Odalar[42] semti yakınında bir büyük cami ya­pılmasını ve yapımına türbeden başlanmasını buyurdu. He­men yapı ustaları ve taşçılar toplayıp uğurlu bir zamanda ve kutlu bir saatte binanın temeli atıldı; yapı yavaş yavaş yükse­lip kubbeleri güzellik denizinin kabarcıkları gibi yüceldi; renkli kemerleri gökkuşağı gibi göğe ulaştı.

Beyit

Bahçesine dikili mermer direkler sanmayın

Seyre durmuş sevgili şimali servilerdir onlar.

Gönül açıcı sofaları, esenlik veren birer mesire gibiydi • ve 5a iki minaresi, aydınlık gönüllü bir ihtiyarın önünde ayağa kalk­mış, uzunboylu, yakışıklı gençler gibi, hizmete hazır bekle­mekteydi sanki. Yol tarafında bahçesi, Safâ yolunun bir ben­zeriydi. Şükürler olsun, Allah’ın yardımıyla tamamlanması na­sip oldu. 950 tarihinin Rebiülevvelinde başlanıp 955 Recebin­de namaz kılındı. “Mabed-i Ümmet-i Resûl-i emîn” sözleriyle tarih düşürülmüştür.[43] Masrafına 151 yük[44] akçe sarf olundu.

Mesnevi

Nasıl da yüce cennet gibi bir bina

Can verir havasıyla, dupduru suyuyla.

Herkes beğendi bu güzel camiyi

İltifat gördü Şah’m da huzurunda.

Temelini atıp çok dikkat ettim

Bitirilmesi için çalışıp gayret ettim.

Nice günler çalıştım Hak yardımıyla

Tamamlanması nasip oldu hayırla.

O padişah bana çok iyilikler etti

Ummadığım nice ihsanlar etti.

Sözün kısası bu zavallının, dünya padişahları, vezirler ve âyân adına resmini çizip inşa ettiği seksen cami ve dört yüz­den fazla mescid oldu; altmış yerde medrese, otuz iki saray, on dokuz türbe, yedi darülkurra, on yedi imaret, üç darüşşi- fa, yedi yerde köprü, on beş suyolu kemeri, altı mahzen, on dokuz han ve otuz üç hamam bina olundu.

Gökkubeye benzeyen su kemerlerinin yapımının anlatılması İstanbul’un gözde çeşmelerine su getirilmesi

İnsanların ve cinlerin Süleyman’ı Cihan Padişahı’nın (Rahmet ve bağışlama üstüne olsun) güzel hayrı üstüne

Süleyman Han, cömertlik ve ihsan kaynağı

Lütfuyle kandırmak istedi suya cihanı.

Bolluk bulutuyla ulaşsın susamışlara su

İçip mahşere dek dua etsin genci yaşlısı.

Bir seher vakti, saltanat ve hükümdarlık göğünün güneşi, hü­kümdarlara layık tahtın sahibi, uğurlu ve bahtlı yiğit, saadet- li, evi gökler olan Sultan Selim oğlu Sultan Süleyman Han (Allah’ın rahmeti ve bağışlaması üstüne olsun) dünyayı ay­dınlatan güneş gibi güzel yüzüyle dünyaya ışık saçıp şehir dı­şında gezinirken, İstanbul şehrinin çevresinde Kağıthane kır­larını geçip, yeşillik, gönül çelen bir çayıra ulaştı. Ne var ki

buranın akarsuları bir serap gibi çerçöp içinde gizlenmiş, yol­ları yer yer bozulup harap olmuş; kara toprağın karanlığı içinde abıhayat[45] gibi âlemin gözünden saklanmıştı.

Beyit

Meğer o su savaş kaçkını gibi bozmuş bendini

• Ve çerçöp içinde gizlemiş kendini.                                                                      

Alemin sığınağı Saadetli Padişah bu duru suyu görünce İs­tanbul şehrine getirilmesi ilk bakışta gözüne kolay göründü; bu kaçkını yola getirip âlemin susamışlarını suya kandırmaya niyet ederek yardım atını niyet vadisine sürdü. Saraya geldik­lerinde devletin ileri gelenlerini toplayıp bu şehrin vaktiyle ge­lişip canlanmasına neden olan akarsuyun hangi yolla geldiği­ni sordu. Tarihçilerin anlattıklarından öyle anlaşıldı ki, vaktiy­le Konstantiniyye’nin kurucusu olan Yanko bin Madyan, bu şehri kurduğunda, yedi dağı surların içine alıp “Yedi Dağ Adası”[46] adını vermişler. O zamanlar yüksek binaların yağmur suyunu toplamak için sarnıçlar yapmışlar. Günümüzdeki Çukur Bostanlar[47] onların kalıntısıdır. At Meydam’nın altındaki Binbirdirek de[48] onlardandır. Buralarda biriken yağmur suları­nı kullanırlarmış. Sonra bir başka Padişah, Kırkçeşme Kemerleri’ni[49] inşa edip o taraftan su getirmiş. Zamanla su, toprağa karışmış ve merkezinden ayrılıp kaybolmuş. Merhum Padi­şah: “Her sanatın ustası ve her Bîsütun Dağı’nm bir Ferhad’ı vardır. Bu işi Mimarbaşı’na danışmak gerekir. Bize gereken uygulamadır, kuram değildir!” deyip insanların ve cinlerin Sü­leyman’ı, bu güçsüz karıncaya emir verdiler: “Bu akarsuyun İstanbul’a gelmesi konusuna dikkat ve özen göstersin, zira bu eşsiz hayrın tamamlanmasını arzu ediyorum!” diyerek suyol­ları inşasını bu kölelerine sipariş ettiler.

Beyit

Bağladım künk gibi nice yerden kemeri

Bu safa veren suyun olmak için rehberi.

Bu zavallı da Allah’a tevekkül edip hava terazisiyle[50] vadile- • 6a rin derinliğini ve yüksekliğini ölçüp • o eski suyollarını yer yer aramada ve bu büyük işin nasıl yapılacağı düşünmekteyken,

gereksinimleri karşılayan yüce Allah’a: “Ey yaratıp rızık veren! Ey herşeye gücü yeten kudret sahibi! Bu zavallı güçsüz karınca­nın ne haddidir, zamanın Süleyman’ının katında sözüne itibar edilmesi, eğer senin yardımın olmasa!” diye yalvarırdım.

Kısacası, o yarlarda kaybolan akarsuların yolu yıkılıp bo­zulmuş, kaçıp kaybolan su, yeşillikler arasından kırlara doğ­ru akıp gitmişti. Pınarı başından bağlayıp dağdan bir hendek açarak kırlara yayılan suyu getirip bende topladık; hendese bilimince tahtalara lüleler takarak kaç lüleye[51] dayandığını öğ­rendikten sonra başka dereleri de yeşilliğine ve görünüşüne bakıp aynı usulle ve mühendislik bilimince yaklaşık olarak yazıp âlemin sığınağı Padişah hazretlerine şöyle bildirdik: “Saadetli Padişahım! Bu yerin karanlığındaki o hayat çeşme­sinin izi ve bu zamanımız Hızınnın yeşilliğinde abıhayatın ha­berleri, görüş sahibi akıllılara, güneşten daha açıktır. Bu va­dilerin suyu apaçık; yolları da büyük ölçüde hazır. Bunun ta­mamlanması sadece Padişah’ın emrine bağlıdır.

Dörtlük

Ey bu zamanın Süleyman’ı! Budur mutluluk tahtında Bu güçsüz karıncanın, ayağının toprağına sunduğu. Himmet eyle, su yine akar eskiden aktığı yere Akagelmiştir İstanbul’un bahçesine, bağına.

İnsanların ve cinlerin Süleyman’ı bu güçsüz karıncaya[52] danı­şıp şöyle buyurdular: “Bu suların İstanbul’a gelmesi hangi yolla olur?” Ben de: “Padişahım! Bunun iki yolu vardır. Birincisi, si­zin sayısız kullarınız vardır; emrederseniz, hepsi hizmetinizde canlarını verirler. Öbür yol, emeği karşılığı herkese bir ücret ve­rilmesi; bu iş için hazine harcanıp ustalık bedelinin verilmesidir.” Merhum: “Birinci tedbirin bize bir faydası olmaz, el hayrı olur. Tedbir İkincisidir ki, suyu kendi malımızdan ücretiyle getirelim;

• 6b kimsenin zerre kadar hatırı rencide • olmasın.” dediler.

Nazım

Ne güzel adaletli Şah, Gazi Sultan Ki incinmez hiçbir gönül ondan.

Sultan, bu güçsüz karıncanın önerisine aferin deyip bu mut­luluk verici hayır işinden gönlü sevinç ve neşeyle doldu. O za­manki ağalardan, sonradan Mısır paşası olup Keylon Ali Paşa diye bilinen Ali Ağa, bina emini olarak tayin edildi. İstan­bul’dan ve Topkapı Sarayı ustalarından nice işbilir ustalar top­lanıp uğurlu bir zaman ve güzel bir saatte bu suyollarına el atı­lıp çevresi açılarak onanma başlandı.

Birkaç gün sonra akarsuların öyküsü dilden dile aktarılıp, halk arasında yerli yersiz sözler edilince bina emini olan zat, âyân- la da anlaşarak zamanın Süleyman’ına arz edip bu işten vazgeçil­mesinin daha iyi ve uygun olacağını ileri sürmüşler; bunun için güzel görüşlü vezirler, mal ve hâzinede sıkı tasarrufun gerekli ol­duğunu söyleyerek çalışmanın sona erdirilmesini istemişler. Su­nuşlarında şöyle demişler: “Saadetti Padişahım! Bu akarsu hayrı, “sadaka-i cariye”[53] olup faydası herkese olan büyük bir hayırdır; ne var ki akıl sahipleri içinde, daha ortada su yokken yalnızca mimarbaşının sözüyle işe başlayıp bunca para harcayarak şehre su geleceğini kim bilebilir! Bu mimar, gayb biliminden haberdar mı­dır ki şu kadar lüle su vardır diye saptayıp söyler? Bilmez mi ki onca hazine döküp nice çeşmenin yollarını yaparlar, ancak su başka tarafa kaçar. Şurası açıktır ki, her suyolunun varlığı suya kanıt olmayacağı gibi her yeşillikte de akarsu kaynağı olmaz.

Beyit

Su değil bu, rüya ancak

Kaynağı bir serap ancak.

diyerek Merhum’u bir ölçüde suyun verdiği sevinçten uzaklaştı­rırlar. Öyle ki kızgınlık ateşiyle, cihanı yakıp kavuran güneş gi­bi, bu inleyen kararsız gönlümü incitme kastıyla yola çıkarlar. Bense bu durumdan • habersiz, önceden derelerin yukarılarını • 7a kestirip' her derede ne miktar su varsa toplayıp lülelerle akıtma­ya çalışırdım. Şehirden tarafta, en sondaki dereye el atmak üze­reyken Saadetli Padişahım, başka zamanlarda gezinti yoluyla av­lanarak gelirlerken bu kez gayet aceleyle ve yalnızca birkaç ada­mıyla çıkageldiler. Bina eminiyle bu zavallı, selamlayıp durduk.

Padişah hazretleri: “Mimar! Bu derede ne kadar su var?” dediklerinde: “Saadetli Padişahım! Tahmin olunan üzre yazıl­mıştır; beş lüle kadar sanırım.” dedim. Bina eminiyse karşı çı­karcasına: “Padişahım! Mimarağa kulunuz kendi alanında şa­şılacak derecede mahir bir büyük ustadır; yeraltında saklı suyu da yer üstündeki gibi bilir. Bu konuda herkesin tersine, bir baş­ka düşünceye varmıştır!” deyince anladım ki bu konuda nice dedikodular olmuştur. Padişah’a ikna edici, doğru bir yanıt vermem gerekiyordu. Dua edip şöyle dedim:

Mesnevi

Padişahım her zaman var olasın

Devlet tahtında hep oturasın.

Ben kimim ki zamanın Hızır’ı gibi

Abıhayat pınarını ortaya çıkarayım.

Yine de sanatımda epeyce ustayım

Ey Padişah, senin hizmetinde bir Ferhad’ım.

Ne olur, bu inleyen değersiz karınca

Sen Süleyman’a bu hayırda kılavuz olsa.

Hayrı engelleyenlere insaf verse

Hak Ulaşır menziline bu saf kaynak.

İçip sabah akşam zengin fukara

Hayır dualar edecekler Padişah’a.

Padişah’ın geldiğini görünce yukarıda su olan derelere adamlar gönderip lülelerini hazırlatmayı ihmal etmemiştim. Padişah hazretleri: “Hani bize bildirdiğin sular nerededir, gel göster!” dedikleri zaman yola düşüp, düşe kalka ikinci dere­ye vardık; cansız bir ölü gibi güçsüz düşünce, ihsanı bol Al­lah’a yakarmaktan bir an uzak durmayıp o Dilekler Kabulcü- sü’ne yalvarıp şöyle dedim:

Mesnevi

Ya İlâhî! Herşeyi bilensin

Bütün kusurlardan da ötesin.

Beni gam vadisinde inletme

7b • Padişah’ın yanında hor, zelil etme.

Sonunda, otuz lüle su olduğunu yazdığımız bir dereye vardık; baktık ki tahtalarla lüleleri konmuş. Otuz lüle su akmakta, on lüle kadar fazlası da taşıyor. Saadetli Padişah o duru suyu görün­ce biraz keyiflenip: “Mimar, beri gel! Su bundan mı ibaret? Baş­ka yerlerde de var mı?” deyince: “Evet, Saadetli Padişahım! İki derede daha bunlara benzer sular, şu anda Padişah devletinde akmaktadır. Padişahıma arz olunan su yüz lüledir; ama elli lüle kadar daha fazla olması kesindir, özellikle çok sıcak aylarda su­lar bundan eksik olmaz.” deyip dua ettim.

Nazım

Padişahım aksın her dem

Su gibi ayağının toprağına âlem.

Yaşam pınarı gibidir sözlerin

Keyif verir susamışlara her an.

Hayy ve Samed[54] verir sana umarım ölümsüz Hızır[55] gibi sonsuz bir yaşam.

Mutlu olasın devlet tahtında

Baht ve yücelikle yanyana.

Saadetli Padişahımla oradan bir başka dereye daha gitmek nasip oldu; orada da aynı şekilde bir nice lüle suyun aktığını görüp o duru sudan keyifle içtiler ve bu hayra can ve gönül­den karar verip bir başka dereye gittiler. Orada da duru bir suyun güzelce aktığını gözlemleyip mübarek kaşlarının çatık­lığı gitti ve öfke denizlerinin dalgaları bütünüyle durgunlaştı. Bu zavallıyı, hilat[56] ve çeşitli armağanlarla mutlu edip yücelt­tiler ve birçok yönden beni akranım içinde ayrıcalıklı bir ko­numa yükselttiler.

Beyit

Zamanın Bîsütun Dağı’nda o, şirin sözlü Hükümdar

Bu canını tehlikeye atan köle de hizmetinde Dağdelen.[57]

Nifak ehli başının keder çerçöpleri, hayat suyunu yok ede­cekti az daha. Saadetli Padişah, sözünü ettiğim bina eminine hiç yüz vermezken bu zavallıyı sayısız lütuflarıyla • sevince • 8a boğup Saray’ına döneceği sırada, Allah’ın hikmetiyle, dilime şunlar geldi:

“Saadetli Padişahım! Bu kulunun suyolları inşasında ken­dine özgü nice bilgisi vardır. Bunlardan biri, bu derelerin her birinde havuzlar ve kâfirlerin yaptığı mermer oluklar olması gerekir. Zamanla yıkılıp yeraltında kalmış, izleri kaybolmuş­tur. İnşallah, Cihan Sığınağı Padişah zamanında, pek yakın­da, ortaya çıkması umulur.” dedim. Bu sözlerime katıldığını belli edip keyifle Topkapı Sarayı’na gittiler.

Tanrı’nın hikmetiyle o derelerin her birinde kârgir, büyük havuzlar ve çok güzel, yekpare mermer oluklar, birçok yerde

ortaya çıktı. Sözünü ettiğim bina emini, her birinde Saadetli Pa- dişah’a müjdeciler gönderdi. Yine bir süre sonra Padişah, şeref­le gelip ortaya çıkan havuzları ve mermer olukları seyrederek bu değersizi ihsan hilafıyla, türlü övgüyle ve onurlandırmayla sevindirdiler; öyle ki zamanın ileri gelenleri bile kıskandılar.

Nazım

Adaletli Şah’ın lütfuyla beğenilince

Hemen el attık onun himmetiyle kemerlere.

Altınla gümüş döktük o yolda su yerine

 Gökkuşağı gibi ulaştı kemerleri göğe.

Yolundan çeşmeye akıttık o suları

Dua etti bize insanların ve cinlerin Padişahı.

Yapılan kemerlerden biri, Uzun Kemer[58] diye ün kazanmış­tır. Yüksekliği yirmi zira[59] [60] uzunluğu bin iki yüz yirmi zirâdır. Birisi de Kovuk Kemer’dir.’ Bunun boyu, temeliyle birlikte yetmiş zirâdır. Güzelce Kemer de[61] birkaç yüksek kemerden oluşur. Mağlova Kemeri[62] üç kattır. Her katının köprü gibi yolu vardır, atlı geçer. Yüksekliği altmış beş zira, temeli on se­kiz zirâdır. Müderrisköy Kemerleri de[63] birkaç kemerdir. Bü­yük Havuz,[64] derelerin toplandığı yerdir; yeraltındaki yapısı, temeliyle birlikte düşünülürse Galata Kulesi kadar vardır.

Mesnevi

O gönül çelen yol ve duru su

“... bir pınardır, adına selsebil denir.”’

O ay gibi yuvarlak, güzel havuz

Cennet bağına Kevser havuzu olur.

Bundan sonra bütün suyollarını onarıp pek çok para har­cayarak ve sayısız zahmetle birgün o akarsuyu Kırkçeşme • semtine ulaştırdık. Padişah hazretlerine müjdeciler gitti. 8b

Nazım

Dediler ey Cihan Hükümdarı, yıldızların efendisi

Hüsrev Tahtında her an daha da artsın gücün, yüceliğin.

Allah’a şükür Padişahım, geldi o akarsu

Devletinin devamında insanlar ve cinler huzur buldu.

Meğer Saadetli Padişah hemen adam gönderip gelen taze sudan Topkapı Sarayı’na getirtmişler. Bazı kimseler: “Bunda yeni su kokusu yok, bu eski sudur.” demişler ve tartışma çık­mış. Bu zavallı da suyun sevinciyle ayaklarının toprağına var­dığımda, Ağalar, bu suyun kokusunun olmayışının nedenini sordular. “Saadetli Padişahım bilir ki bu suyu künklerle getir­medik. Bu bir deredir ve onu kargir yollarla getirdik. Bu yüz­den arı, duru, pırıltılı bir sudur.” diye yanıt verip dua ettim. O zaman, hilat ve çeşitli nimetlerle yüceltildim.

O zaman veziriazam olan saadetli kişi, şehir içinde Kırkçeş- me Başı' gibi birçok yerde başçeşmeler yapılmasını istediler; ta ki, sakalar[65] [66] oralardan her mahalleye eriştirsin. Merhum Cihan Sığınağı Padişah buyurdular: “Benim dileğim, bu suyun her mahalleye akıtılmasıdır. Çeşme bina olunacak yerde çeşme, çeşme yapılması mümkün olmayan yüksek yerlerde tatlı kuyu­lar olsun; suyolu bunların içinden geçsin. Böylece her yerde yaşlılar, güçsüz dul kadınlar, küçük çocuklar, testilerini ve su kaplarını doldurup saltanatımın devamına dua eylesinler.

Beyit

Allah her esirin yardımcısı etti onu

Zenginin fakirin koruyucusu oldu.

O ihsanı bol Hükümdar’a[67] [68] [69] şükürler olsun; zamanın Süley­man’ına bu kadar insanın ve cinin duası kıyamete kadar ye­ter; zira sabah akşam, genç yaşlı herkes onun duasını dillerin­de teşbih ve gönüllerinde muska edinmişlerdir.

Mesnevi

Ne güzel sultan, hayırlar babası, gazi,

Cihan hükümdarlarının en yücesi.

Çeşmeler getirdi Sultan Süleyman

Yoktur hayırlarına bir sınır koyan.

Zamanı gezip dolaşanlar demişler

Sevabı kesilmez bu suyun akar gider.

Su yoluna hazine döktü o şah

Dua etsin diye herkes akşam sabah.

Mısır halkını Nil nasıl suluyorsa

İstanbul halkını da öylece kandırdı suya.

 Çekip kılıcını kâfirler üstüne yürüdü

Çaresiz gazadayken can verdi, öldü.

Bulgar, Frenk, Rus ülkelerini açtı

Macar kalelerinin hepsini aldı. İmaretler, medreseler yaptı pek sağlam Camiler, darüşşifalar yaptı bir yandan.

• Yararlanır ondan hem yoksul hem zengin                                                   9a

Dursun ta kıyamete kadar, durdukça âlem.

O şahın ruhu için her saka Sebil eder suyu, zengin yoksul herkese. Yalınayak Sâî de dönmüş şaşkına Sakalık eder Kerbela’nın Hüseyin’i aşkına. Hünerli bir pir olur, Hızır’a erer Su gibi de hayır olmaz ey birader! Bir saka olur yoldaki her çeşme Allah için su verir sanki her geçene. Dost yolunda hayır isteyen kimse Yaptırsın Allah için o da bir çeşme. Umarım keyif alır bu sudan içen Duacı olur hep fakir mimarından.

Ey Rabbim, yardımını ona yoldaş eyle!

Yerini Resulullah’a yakın eyle!

962 senesi Zilkadesinin ilk günlerinde başlanmıştır. Bütün onarmalara, bina ve kemer yenilemelerine ve öbür yapılarına 402 yük ve 63 bin akçe harcanmıştır. Daha sonra, 971 tari­hindeki büyük selde1 yıkılan Mağlova Kemeri’nin yeniden ya­pımına 97 yük ve 91.140 akçe harcanmıştır. Turıınçluk Ke- meri’ne2 300 bin ve 31.325 akçe harcanmıştır.

Sultan Süleyman Han’ın İstanbul şehrinde

büyük özenle inşa edilen ve beğenilip onurlandırılan camisinin niteliği üstüne

Bir sabah vakti, irfan göğünün güneşi, insanların ve cinlerin sevgilisi, mutlu Padişah, rahmetli Selimoğlıı Süleyman Han’ın mübarek soylu gönüllerine bir yüce cami inşasına başlama fikri doğdu. Bunun üzerine bu zavallı kulu, Abdülmennan oğ­lu Mimar Sinan bendesini çağırıp cami inşası konusunda da­nışıldı; binanın resmi belirlendi ve yeri seçildi.

' Seyl-i azim. Bu sel ve sebep olduğu yıkımlar, Selânikî Tarihi'nde şöyle anlatılır: 20 Eylül 1563 tarihinde Padişah hazretleri Halkalı Deresi’ne ava çıkıp, etrafta yağmur işaretleri görülünce deniz kıyısındaki Ayaste- fanos Köyü yakınındaki İskender Çelebi Bahçesi’ne hızla varıp yetiştik­lerinde, gökyüzünün şekli öyle bir hal aldı ki, hiçbir devirde görülmüş ve işitilmiş değil. Acayip ve korkutucu seslerle gök kubbe güm güm gütnle- yip inlemeye başladı. Müthiş bir fırtınayla bir gün ve bir gece boyunca aralıksız, yağmur yağdı. Korkutucu bir şekilde yetmiş dört defa yıldırım düştü. Öğle namazından sonra Halkalı Deresi’nden adeta deniz gibi bir sel gelip, geçtiği yerlerde önüne gelen hayvan ve insanları helak etti. İs­kender Çelebi Bahçesi’ni de doldurup Saray içine girdi; bina neredeyse yıkılacaktı. Padişah hazretlerini, saray hizmetçilerinden güçlü kuvvetli bir yiğit arkasına alıp musandıraya çıkararak kurtardı. O gece aralıksız yağan yağmurların sebep olduğu büyük sel, yeniden yapılan suyolları kemerlerinin gözlerini çalı çırpıyla kapatmış ve bu yüzden arkasında bi­riken sular kemerlerin üstünden aşıp temellerine akmış, binasına zarar vermiş ve gece vakti kıyamet kopar gibi korkunç bir gürültü ile önce Mağlova diye bilinen kemer sonra da diğer kemerler, aynı şekilde yıkıl­mıştır. Selin izleri, Kağıthane’deki yüksek çınar ağaçlarının ta tepelerin­de idi. Ve Silivri kasabasındaki köprü ve Büyük Çekmece, Küçük Çek­mece ve Harami Deresi’nde ne kadar sağlam köprüler varsa bu büyük selin şiddetine dayanamayıp harap oldu (Selânikî Tarihi, 1-2).

2 Turıınçluk suyolu üstündeki kemer. Turıınçluk (ya da Turunçlu) suyo­lu, Fatih Sultan Mehmet döneminde Çiçoz Çiftliği (Taşlılarla) çevresin­deki turunç bahçelerini sulamak için çıkartılıp şehre getirilmiştir. Kay­nağı Ayvalı Dere’de, Ali Paşa Kemeri yakınlarındadır. Mevlihane Kapı- sı’ndan şehre girerek Haseki’de Poyraz Sokağı'ndaki teraziye gelmekte ve hayrata dağıtılmaktaydı (Çeçen 1988, 32-33).

Mesnevi

O bahtı açık Padişah buyurdu

Yapayım kendilerine bir güzel cami.

Düzenleyip Eski Saray’ı1 hemen

Attım temelini Süleymaniye’nin.

Bilir eski yeni hüner sahipleri

Orada ne incelikler gösterildiğini.

Yüce bir vakit ve uğurlu bir saatte kutlu caminin temeli atılıp2 kurbanlar kesildi; yoksullara, iyi insanlara, sınırsız ni­met ve ihsanlar dağıtılarak inşaata başlandı.

Kutlu caminin mermer sütunlarının getirilmesi

Öncelikle o dört mermer sütun, ki her biri Dört Seçkin Dost benzeri din bahçesinin ulu servileridir, her biri bir başka diyar­dan getirilmiştir. Bunlardan biri, Kıztaşı Mahallesi denilen yer­de kâfir zamanında bir kızın diktiği sütundur. Kıztaşı’ diye bi­linen yekpare bir sütun, minare gibi, Tuba4[70] benzeri bir mildir.

Nazım

Sanki o temiz mermerden sütun

Ekseni olmuştu gök çarkının.

Hazine döküp bir kız, insanlara, cinlere

 Nişan dikmiş onu, adı anılsın diye.

Varıp Dağdelen[71] gibi bir bilim sahibine

 Direk etmiş onu bu direksiz göğe.

9b Sözün kısası, âlemin sığınağı Padişah’ın yüce emirleriyle • büyük kalyon1 direklerinden sütunlar dikip kat kat sağlam bir iskele yaptık. Sonra büyük mavna gomenelerini[72] bir araya geti­rip insan gövdesi gibi kalın palamarlarla, demirli makaralar bağ­layarak, sözünü ettiğim sütunun gövdesini, durduğu yerde baş­tan başa kadırga[73] direkleriyle sarıp bağladık. Sonra iki yerden, adam gövdesi kalınlığında gomeneleri çelik makaralara takıp ve birçok yerde sağlam vinçler ve gök çarkı gibi dolaplar kurup binlerce acemioğlanı dolaba girip, Frenk esirlerinden binlerce Süleyman devi[74] hep birden “Koma hay!” diye bağırıp çekmeye başladı. Söz ettiğimiz gomeneye birkaç yedek daha takılıp “Al­lah Allah!” diye bağırarak sözkonusu sütunu göğün ekseni gibi yerinde kopardıkları anda makaralardan yıldırım gibi ateşler sa­çıldı ve o büyük gömene, bu ağırlığa dayanamayıp top gibi çat­ladı; adeta sert bir hallaç yayından pamuk atılır gibi etrafa da­ğıldı. Sonunda hazırlanan yedeğe alındı. Yine “Allah Allah” ba­ğırışlarıyla Padişah’ın sayesinde kolaylıkla indirildi ve bundan dolayı kurbanlar kesilip fakir fukaraya ihsanlar dağıtıldı.[75] Sonra da Süleyman devleri, kızaklara bindirip kutlu binaya getirdiler.

Bir başka sütununu İskenderiye’den mavnayla getirdiler.[76] Bir sütunu, Baalbek’ten deniz kenarına indirilip mavnayla ge­tirildi. Bir başka sütunsa Topkapı Sarayı’nda bulundu.

Mesnevi

Bu güzel biçimli cami sanki Kâbe oldu

O dört sütun ona dört Halife oldu.

Dört direk üstünde İslam’ın evi

Dört Dost ile kurulup güçlendi.

Umarım ki bu inleyen kula

Bulunur çare onların yüzü suyuna.

Böylece birçok zaman, gece ve gündüz, işinin ehli sayısız usta, tam ölçülü akıl yardımıyla, bir an ve bir saat duraklama- yıp her köşesine tam anlamıyla özen gösterdiler. Bu caminin gök yayına benzer gönül okşayıcı kemerlerini güzellerin kaşla­rı gibi seyretmek, olgun kişileri hayran bırakır. Âleme ün sa­lan rengârenk mermerlerinin her biri, bir başka diyardan gel­medir. Tarihçilere göre çoğu, Hazret-i Süleyman’ın Belkıs Sa- rayı’ndan kalmadır. Ak mermerleri Marmara Adası’nın ma­denlerinden kesilmiş, yeşil mermerleri Arabistan’dan gelmiştir; o somaki şemseler ve kıtalar ise —ki dünyada benzeri yoktur desek doğru olur- • madeni bilinmeyen değerli incilerdir. • 10a

Nazım

Mermerinin dalgaları her zaman

 Nişan verirdi güzellik denizi dalgalarından.

Sofaları durağıydı keyif ehlinin

Camları birer ayna, âlemi gösteren.

Süslü kündekârî kapılarının her biri, fildişi ve abanozdan yapılmış, sedefkârî nakışlı bir Erjeng[77] sayfasıdır ki zamanın ileri gelenlerinin gözdesi olmuş, cümle diyar halkının beğeni­sini kazanmıştır. Arşa gölge düşüren kürsü ve kürsü kaidesiy­se büyük bir ustanın yadigârıdır; bu dünyaya tek örnek kal­mış, benzeri ne gelmiş, ne de gelecektir.

Beyit

Âşıklar gelip o kürsüyü öpseler ne olur

Fildişiyle abanoz ona sabah ve akşam gibidir.

Caminin kubbeleri, güzellik denizinin kabarcıkları gibi süs­lendi; büyük kubbesi gökyüzü gibi, altın yaldızlı alemiyse üstün­deki güneş gibi ışıldamaktaydı. Dört minaresiyle kubbe, İs­lam’ın kubbesi Hz. Muhammed’le onun Dört Dostu gibi olmuş­tu. Ve eşsiz benzersiz nakışlı camları, Cibril’in[78] [79] kanatlan gibidir; ne zaman güneşin ışınlarıyla aydınlansa, hep bahar vakti, süslü bir gülbahçesi olur. Ve rengârenk ışınları, bukalemun renkleri gibi oynaşır. Zemini en güzel biçimde süslemek için kırmızı, la­civert ve bakır yeşili kullanılmıştır; öyle nakışlar ve süslemeler yapılmıştır ki görmeyi bilen gözler onun güzelliğine hayran olur.

Mesnevi

Sefa ehlinin derneği oldu cami

Gönül açıcı bir yer, Cennet gibi.

Camları sanki Cebrail’in kanatları

Resimlerine hayran kaldı Çin nakkaşları.

Kutlu caminin güzel kubbesi kapanıp’ diğer yerlerinin inşası da tamamlanınca Kâtiblerin Kıblesi Hasan Karahisârî,[80] müsen- na hattıyla göğe benzer kubbesine Allah gökleri ue yeri, düzen­leri bozulmasın diye tutuyor' âyetini ve cennete benzer her bir kapısının kitabesine, nice beğenilecek, gönül çekici hatlar yazdı. Nakkaşlar onu zaman sayfasına tarih edip yazdılar ve onunla nam ve nişan sahibi olup adlarını mermer levhaya kazdılar.

Mesnevi 10b

Kimileri der ki sülüs ve nesih’i Hasan

Daha iyi yazar kuşkusuz Hisârî’den.

Kimileriyse der ki Hasan müsenna hattında[81] [82] [83] İkinci bir Yâkût’ oldu dünyada.

Saadetli Padişah Edirne’deyken Ferhat Paşa Sarayı bina olundu. Bazı nifak ehli söz birliği ederek Padişah’a kötü niyet­li dilekçeler yazdılar; emin ve kâtiplerin her birinin, Cami in­şası bahanesiyle kendi ev ve saraylarını onarttıklarını, bu yüz­den Cami inşaatının geciktiğini iddia ettiler ve “Bu inşaat sıra­sında yapılan evler camiye aittir.” dediler. Gerçi bu konudan sorumlu olan bina eminidir,[84] ama bazı ahmaklar benim hak­kımda: “Kusuru ortaya çıkacak diye binayı iskeleden çıkara­mıyor!” “Kubbenin duracağı kuşkulu; herif bundan dolayı ne yapacağını şaşırmış, gününü geçiriyor; elinden birşey gelmi­yor, neredeyse aklını yitirmek üzeredir.” gibi sözler ederler.

Mesnevi

Oldu derin düşünceyle adetâ deli

Tüm bu endişeler bulandırdı zihnini.

Madem ki Padişah da ilgi göstermez

Kuşkuya yer yok artık, bu iş bitmez.

Bu sözdür cümle halkın ağzında

Tamamlanır belki gayretle iki yılda.

Dikkat ederse eğer işin başındaki

Ve olursa Saadetli Padişah’ın fermanı.

Padişah duyunca bu sözleri

Kabardı denize benzer yüreği .

At isteyip öfkeyle Cihan Hükümdarı

Öfkeyle çıktı yola inşaata doğru.

Bu zavallı, durumdan habersiz, mermerciler işliği olarak kullanılan yerde mihrabın ve minberin yapımıyla ilgilenirken Saadetli Padişah geldi. Edeple selamlayıp hizmetlerine hazır bekledim. Merhum Padişah, öfkeyle bu zavallı güçsüzden söz konusu binaların durumunu sordu ve:

“Neden benim bu camimle uğraşmayıp önemsiz işlerle za­man geçirirsin. Dedem Sultan Mehmet Han’ın mimarı[85] sana örnek olarak yetmez mi? Bu bina ne zaman tamamlanır, tez bana bilgi ver! Yoksa sen bilirsin!”

Padişah’ı böyle şiddet ve hiddetle son derece öfkeli görün­ce, bu güçsüz karınca dilimi yuttum. Sonunda Allah’ın kud­retiyle dilime, hiç düşünmeden şunlar geldi:

“Saadetli Padişahımın devletinde inşallah iki ayda tamam­lanır!” dedim.

Mesnevi

• Kuluna lütfü olursa Mevlâ’nın                                                                              

11 a

Her işine yardımcı olur onun.

Sözdeki etki sanma ki şendendir

O sözü sana söyletendendir.

Bunun üzerine Saadetli Padişah, kutlu üzengilerinde olan ağalara “Bre şuna sual edin, bu bina bir bütün olarak ne za­man biter?” buyurunca ağalar da:

“Mimar Ağa! Saadetli Padişah ne buyururlar, işitir misin? Bu bina ne zaman kapısı kapanıp tamam olur?” dediklerinde ben yine “îki ay sonra bu bina biter.” dedim. Merhum Padi­şah orada bulunan ağaları tanık tutup:

“Mimar! Hele iki ay sonra bitmezse seninle konuşuruz!” deyip Saray’a gittiler. Saray’a vardıklarında hazinedârbaşıya ve diğer ağalara şöyle buyurdular:

“Mimarın aklını yitirdiği apaçık belli. Hiç iki ayda, birkaç yıllık işin bitmesi mümkün müdür? Herif başının korkusundan aklını kaybetti. Çağırıp siz de sorun, bakın bakalım ne cevap verir? Eğer olmadık sözler ederse inşaatın durumu zorlaşır!”

Bunun üzerine bu değersize adamlar gelip:

“Saray ağaları seni çağırırlar” dediler. Aceleyle Saray’a gittim. Ağalar yine: “İnşaatın ne zamana kadar bitmesi müm­kündür?” diye sordular.

“Padişah hazretlerine iki ayda biter diye yanıt verdim; ta­nıklar tuttular. İnşallah iki ayda tamamlayıp zaman sayfasın­da bir isim bırakayım!” dedim.

Dörtlük

Şirin’in aşkıyla başarmıştı bu işi

Görün bakın Ferhad’ın kestiği dağı taşı

Mihnet ile can verip, can eritir sanatına

Her ne zaman düşse üstadın iş başına.

Benim bu yanıtımı ağalar yine âlemlerin sığınağı Padişah’a sunup şöyle derler:

“Saadetli Padişah! Herife gayret düşmüş, pek akıllı bir kimsedir, inşallah bu gayretle kutlu caminizde en kısa zaman­da namaz kılmak nasip olur.”

Bu zavallı da, ne kadar yapı ustası, boşta gezer taşçı varsa topladım; bunlara sıkı sıkı tembihler edip, başlarına becerik­li denetçiler koyup ve götürüye vermek mümkün olan işleri •11b yetenekli ustalara götürü verip her birine grup grup • işe ya­rar, becerikli adamlar atadım. Kendim de gece gündüz, bir an ve bir saat durmadan, elimde demirli asâyla, pergel gibi kub­benin merkezini ve çevresini dönmekteydim. Bir hafta sonra yine bir gün Saadetli Padişah, inşaatı görmeye gelip:

“Mimar, nasıl eski sözünde duruyor musun?” diye sorunca:

“Bağışlayıcı Tanrı’nın yardımıyla o günden iki ay geçince, Saadetli Padişahım’ın desteğiyle bu kutlu caminin kapısını kapatıp anahtarlarını soylu ellerine ulaştıracağım.” dedim. Yine ağaları toplayıp, tanıklarını yeniledi ve Saray’a gittiler.

Dörtlük

Çalışıp Padişah’ın zamanında

Ayrı bir bezek eyledim her köşesine.

Hem çabuk, hem latif, hem de yok eşi

 Ustalar iyi bilir, az olur böylesi.

Durmadan Yüce Tanrı’nın dergâhına yalvarıp yakararak, gece gündüz yanıp yakılarak, o dilekleri yerine getiren Tan- rı’ya şöyle derdim:

Mesnevi

Îlahî bin bir adına saygı için

Sevgilin Mustafa’nın yüceliği için.

Huzuruna yakınlığı için peygamberlerin

Sır hâzineleri için evliyaların.

Arttır bu Padişah’ın devletini

Düşmana üstünlüğünü, zaferini.

Temelini bu binanın sağlam eyle F

elek döndükçe onu var eyle.

Sonunda Allah’ın yardım edip kolaylaştırmasıyla ve Padişah’ın desteğiyle, iki ay sonra binanın hiçbir eksiği kalmadı; kapısı kapanıp tamamlandı.

Bir sabah cihanın sığınağı Padişah, cihanı aydınlatan gü­neş gibi, kutlu doğuş yerinden[86] çıkıp geldi; caminin anahtarı­nı, dua ederek uğurlu, soylu ellerine teslim ettim.

Mesnevi

Şükürler olsun Padişahım Allah’a

Ulu bir cami inşa etti Hak sana.

Al bunu, anahtarıdır Allah evinin Kılavuzudur yoluna bilinçle gidenin. Kapısının her kanadı bir kitap gibidir Bundan da sana kuşkusuz bir kapı açılır.

Mutlulukla anahtarı kutlu ellerine verdim. Dua edip el bağladım, bekledim. Saadetli Padişah odabaşına doğru döne­rek “Caminin kapısını açmayı en çok hak eden, bu işe en ya­kışır kimdir?” dedikleri zaman bu kişi:

“Padişahım, Mimar Ağa kulunuz, bir aziz kocadır. Lok- • 12a man Hekim hikmetiyle, bu konuda • en çok emek veren odur.” deyince insanların ve cinlerin Padişahı, rahmetli ve ba­ğışlanmış Süleyman Han, Allah'ın rahmeti ve rızası iistiine ol­sun “Gel azizim, inşa ettiğin Allah evini doğruluk, yürek te­mizliği ve duayla yine senin açman daha uygundur.” deyip dua ve övgülerle anahtarı bu kullarına verdiler.

Nazım

Bulamadım tokgözlülük hâzinesinin anahtarını Candan gönülden nice kez “Ya Fettâh” demeyince.[87]

Kısacası, o Padişah’ın nimet ve iyiliklerine bir sınır ve bir son yoktur. Yüce Tanrı, onun çocuklarının ve yakınlarının dünya ve ahretini bayındır eylesin ve Süleyman’ın yerine geç­miş olan Sultan Murat Han’ı ömürlü etsin.

Mesnevi

Ben ki gelişi uğurlu bir mimarım

Ben ki dünya tekkesinin pîriyim.

Allah bilir, çok Tanrı evi yaptım ben

Secde edilsin diye nice bin mihrab diktim.

Şükürler olsun koruyup İslam’ımı

Hep adaletle verdim kararlarımı.

Sözlerimi ikiyüzlülük sanmayın

Hayır dua edilmesidir bana umudum.

Malı olanlar cami inşa ederler

Zengin de yoksul da bir dua beklerler

Umar bu kul, onlara olmayı yakın

Allah hepsine rahmet eylesin.

957 tarihinin Cemaziyelevvelinde başlanıp 963 tarihinde kubbesi kapanmış ve 964 senesi Şevvalinin ilk gününde, ilk cumasında namaz kılınmıştır.[88] Bütün ekleriyle birlikte inşası­na 800 bin ve 96 bin üç sikke harcanmıştır.

İhsanı bol Tanrı’nın yardımıyla Saadetli Padişah’ın bahçesinde dolap kuyusu yapılmasının anlatılması

Birgün rahmetli Selim oğlu Sultan Süleyman Han, rahmet ve bağışlama üstüne olsun, İstanbul’un batı tarafında cennet ben­zeri bir bahçe olan İskender Çelebi Bahçesi’ne[89] gezmeye gider­ler. Yolları, o yakınlarda bulunan Rüstem Paşa’nın hanımı Mihrimah Sultan’ın bahçesine düşer; bağını bahçesini gezip büyük keyif alır. Kendi bahçelerinde böyle bir güzellik, yeşilli­ğinde böyle bir canlılık olmadığını görür; bostanbaşıya sorar:

“Niçin bizim bahçemiz, bu bahçe gibi cıvıl cıvıl ve gönül alıcı olmasın? Hele ki bizim kapımızın hizmetçileri ondan yü­ce, çevresi daha hoş ve güzeldir!”

Mesnevi

Baştan başa canlı yeşillik onun bahçesi

Kuru çalıya benzer bu bağın yeşilliği.

Çiçeklerle donanmış onun dalları

Gülleri açmış yepyeni gülbahçesi.

Bunun ağaçları hep meyvesiz, çıplak

Sanki Allah’tan korkup dökmüşler yaprak.

Sular akıyor onun her köşesinden

Abıhayatı anımsıyor görünce insan.

>• Bunun taze yeşilliği, gizli bir Hızır sanki

Suyu, karanlıkta gizli bir yaşam pınarı.

Sözün kısası, saltanatın ileri gelenleri ve devlet kapısının büyükleri, şu karşılığı verirler:

“Padişahım, bir bahçede akarsu olmazsa o bahçede hoş­luk ve canlılık olmaz.”

Mesnevi

Ateşe bak, nasıl rahat ettirir kış ayında

Her şey ısınıp pişer onunla.

Bitkilereyse sudan ulaşır yaşam

“Ve canlı her şeyi yarattığımız sudan”[90]

Bunun üzerine Saadetli Padişah, kutlu elleriyle bahçenin güzel bir köşesini işaret edip: “Göğe benzer bir su dolabı ya­pımına başlasınlar!” dediler. Ardından da:

“Mimarbaşıyı çağırsınlar, baksın mümkün müdür. Her işi ustasına emanet etmek gerekir.” deyip bu güçsüz kullarını ge­tirttiler. Saadetli Padişah’ın huzurunda dua edip şöyle dedim:

“Saadetli Padişah güzel düşünmüşler, bu gösterdikleri yerde dolap yapılması mümkündür; ne var ki bunun en gü­zel yeri, bahçenin en yüksek yeridir. Böylece her yere su ula­şır; ama Padişahım’ın buyurduğu yerde yapılırsa kimi yerle­re su çıkmaz.”

Âlemin Sığmağı Padişah Hazretleri “Yüksekte su olur mu?” dediler.

“Evet Padişahım; pınarların çoğu dağ başlarındadır. Su, alçağa yükseğe bakmaz.”

Beyit

Yeryüzünde alçağa doğru akar tüm akarsular Ama yeraltına saklanınca yükseklere akar.

Kendi seçtiklerinin tersine olması, rahmetlinin soylu hatır­larını incitmekle birlikte, saltanat ululuğu gereğince, bu kul­ları haklı olduğu için razı oldular.

Dize

Kimseler görmüş değildir yükseğe aktığını suyun.

“Eğer burada su çıkmazsa Mimarbaşı’yla görüşürüz.” de­yip saadetle yola çıktılar.

]-->Hemen belirlenen Saray hizmetlilerinden birçok acemioğlanı, Ferhat gibi demir külünklerle dağları delmeye başlayıp, dolap dairesini kazmayla açtılar. Bir adam boyu kazdıkların­da • güzel bir kârgir dolap dairesine rastladılar. Kâfir zama­nından kalma bir dolap kuyusu bulundu; taşları harap olup içine yıkılmıştı, ancak hâlâ içinde suyu vardı. Bu zavallının gönlüne su serpildi. Hemen Yüce Allah’a şükürler ettim. Bu keyif verici müjde Saadetli Padişah’a ulaşınca, adamlarıyla birlikte ululuk içinde geldiler. Su dolabının[91] felek çarkı gibi dönmekte ve keyif verici suyun, bahçenin yükseğine de alça­ğına da akmakta olduğunu görünce, bu güçsüze hilat ve çeşit­li lütuflarıyla su verip kandırdılar. O sırada rahmetlinin oda- başısı dua edip şöyle dedi:

“Saadetli Padişahım! Bu Mimar Ağa kulunuz boş adam değil; sanki evliyalığı var. Ne şaşılası bir durum oldu!”

Beyit

Sanki Hızır’ıdır zamanın bu nurlu koca

Görünür kıldı şah için yaşam suyunu karanlıkta.

Mesnevi

Bir sanattır bu, dedi şah, görünüşe bakarsan

Bir keramettir hem, aslını ararsan.

Bir kişi işinin ustası oldu mu

Açılır önünde mutluluğun kapısı.

Şükür ve minnet, ihsanı bol Tanrı’ya

Ki sahibiz böyle kusursuz bir insana.

Sultan Süleyman Han (Tanrı’nın rahmeti ve rızası üstüne olsun) zamanında Büyük Çekmece’deki güzel köprünün yapımının anlatılması

Bir seher vakti, yine karaların ve denizlerin sultanı ünlü Padi­şah, Saadetli Hükümdar, insanların ve cinlerin Süleyman’ı, Sultan oğlu Sultan, Sultan Süleyman Han, Allah’ın rahmeti ve bağışlaması üstüne olsun, İstanbul şehrinin çevresindeki dağ­ları ve kırları gezmek niyetiyle dolaşırken yolları Büyük Çek- mece’ye uğrayıp, fakir fukaranın o geçitten gemilerle geçer­ken çektikleri büyük sıkıntıyı ve bir zamanlar burada bir köp­rü olup[92] dalgaların etkisiyle yıkılıp harap olduğunu görür ve yine o yerde bir köprü yaptırmaya, Müslümanlara olan şef­katlerinin çokluğundan ve onların mahzun gönüllerini sevin­dirmek düşüncesiyle, karar verirler.

Mesnevi

Nasıl dua ile anmayayım o Sultan’ı

Dilinde hep “Müslümanlar kardeşimdir” sözleri.

Bakardı halkın hâline şefkatle

Lütfunu görüp herkes duacı olurdu.

Devletin ileri gelenleri, Saadetli Padişah’ın bu hayra bağla­masını çok yerinde bulup onun bunca keremini alkışladılar.

• Beyit                                                                                                                   13b

Bu fani dünya, yok oluş seli üstünde bir köprüdür

Ona yüz vermeyip geçen tevekkül sahipleri özgürdür, îster yüce, ister alçak, ister kul ol, ister hükümdar, Dünyada hayra çalışmak gerek, o bir ölmez oğuldur.

Saadetle bu duacılarına şöyle buyurdular:

“Büyük Çekmece’de kâfir zamanında köprü yapanlar han­gi yolla yapmışlar ve hangi sebepten yıkılmıştır? Oraya şimdi de bir köprü yapılması gerekiyor; bunu yerinde araştırıp dev­let kapısına sunup bildirin.” diye kutlu fermanları çıkınca, bu zavallı, kapsamlı bir inceleme yapıp şöyle yanıt verdim:

“Padişahım, bunun binasının dayanıksız olup yıkılmasının nedeni şudur: Hâzineden para sarfında gerekeni bütünüyle yapmamışlar, köprüyü denizden uzaklaştırıp kıyıya yakın, ba­taklık bir alana düşürmüşler. Bundan dolayı temeli devrilmiş, yıkılıp harap olmuş. Kısacası, deniz tarafı hem sığ hem de sağ­lam yer olduğundan köprünün deniz tarafında yapılması da­ha uygundur.” diyerek köprünün resmini çizip sundum.

Saadetli Padişah son derece hoşnut oldu ve onun kutlu emirleriyle, yüzlerce dülger ve taşçılarla işe sarılıp her ayağa birer kalyon benzeri sandıkçalar çatıldı; Süleyman devleri, de­niz suyunu tulumba ve tulumlarla çekip boşalttılar. Güzel, sağlam sütunlardan iki üç adam boyu kazıklar, şahmerdanla[93] temellere çakıldı; onun üstüne döşenen arşın taşları, sağlam demir kenetlerle kenetlenip aralarına kurşun akıtılarak tek parça haline getirildi. Yapımına toplam 114 yük ve 73.850 üç akçe harcanmıştır.

Mesnevi

Hazret-i Şah bu kuluna buyurdu

Yapayım denize yol gibi bir köprü.

Gökkuşağı gibi kemerler çektim göğe

Bir oldu halk için denizle kara.

Temeli atıldı denizin dibine

Erişti binası göğün yücesine.

Tamamlandı Allah’ın yardımıyla

O ulu köprü Büyük Çekmece’de.

Gece gündüz sebep oldu duaya

Geçit oldu hep zengine fukaraya.

14a • Şaşılası, hoş bir köprüdür, eşsizdir

Uzun boylu, hilal kaşlı bir güzeldir.

Ayakları toprağın ta altına iner

Kemerleri göğün tepesine çıkar.

Her bir kemeri direksiz göğe benzer

Deryanın içinde “nün” harfine döner.

Nasıl böyle alçakgönüllü olmasın

Dünyanın insanı basıp geçiyor üstünden.

Gök yapılı o köprü zamanın şaşkınlık verici işlerinden bi­ri oldu. Cihan Hükümdarı bu zavallıya aferin deyip mutlu­lukla Sigetvar’a doğru yola çıktı.

Sultan Süleyman Han, rahmet ve bağışlama üstüne olsun, ömrünün sonlarında Allah yolunda savaşmak niyetiyle, kötü huylu Sigetvar kâfiri üstüne, her zaman zafere ulaşan, gönlü şen İslam askeriyle yola çıktılar. Kuşkusuz, yay gibi iki bük­lüm bedenleriyle dilek oklarını maksat menziline isabet etti­rip yaylarını gevşettiler. Kısacası, uğraş meydanında yiğitlik­le kılıçlarını arşa astılar.

İslam Padişahının himmetiyle on altı günde Sava nehri[94] üs­tünde gök yapılı bir köprü inşa edilip on yedinci günde İslam askeriyle zamanın Süleyman’ına köprüden geçmek nasip ol­du. Günahkâr kâfirler, adı güzel Padişah’ın kutlu gelişlerini haber alınca “Gelsinler bakalım! Bizim İskender sedlerimiz- den görelim nasıl geçerler? Gemilerle geçmeye kalksalar üç ayda geçilmez; köprü yapmaya kalksalar inşaatı için gerekli ağacın kesilip hazırlanması üç aydan fazla sürer. O zamana kadar kış, kar ve yağmur, uçan askeriyle[95] [96] onları kaçırır. Si­perleri yağmur suyuyla dolup her yanı sel kaplar. Bu sularda Süleyman devleri bile çaresiz kalır.” deyip hiçbir önlem alma­dılar. Ancak, on yedi günde Kayser[97] köprü yapıp geçti diye kafirlere haber ulaşınca kötü işli kral, üzüntü ve korkudan perişan oldu; kendi tahtından ve yaşamından umudunu kesip askeriyle kaleye kapandı, halkı da orman içlerine sürdüler.

Rahmetli Padişah, Sigetvar kalesini kuşattı; kol kol met­risler belirlenip demir atan toplarla • kaleyi dövmeye başla- 14b dılar. Sabah akşam birçok kez, ejder soluklu toplar, düşma­nın korkudan kanını dondurup ahlarının dumanlarını gök­lere çıkardı. Kalenin düşmesi iyice yaklaşınca Merhum’un hastalığı iyice arttı; fetih ve zafer haberiyle birlikte, fetihler­le dolu can kuşu, göğü kendisine yurt tuttu. Biz Allah için varız ve O’na döneriz.[98]

O sırada veziriazam olan tedbirli ve aydınlık gönüllü Mehmet Paşa,[99] Padişah hareminin görevlilerinden bu sırrı bi­lenlere öğüt verip şöyle dedi:

Mesnevi

Ey bu sırrı bilenler

Onun keremiyle yücelenler

Cihan Hükümdarı göçtü diye sakın

Tutmayın yas, üzüntünüzü açığa vurmayın.

Bu sırrı can gibi saklayın tende Soluğu çıkmasın düşman ilinde Asla açmayın bu sırrı başkasına Koruyun, başınız size gerekliyse hele.

“Bilin ki Cihan Hükümdarı, Cennet bağına gitti ve yüce Şehzâde Selim Han’a haberciler çıktı. En kısa zamanda sa­adetle gelip tahta oturması nasip olur. Sizin yapmanız gere­kense, Padişah sağken nasıl çalışıp gayret ederdiyseniz yine aynı İslam gayretiyle cenge sarılmanız. Hem bu sırrı saklama­ya da özen gösteriniz ki düşman diyarında aşağılanıp hor du­ruma düşmeyelim!” dedi.

Daha sonra kale fetholundu; kahramanlık gösterenlerin adları Padişah’a sunuldu; her biri silsilesine göre dileklerine ulaştırılıp nice yüksek rütbe dağıtıldı. Çevredeki nice başka kale de fethededilip koruyucular atandı ve eksiksiz bir onur­la geri döndüler.

Yürekleri ayrılık dikeninin acısıyla gonca gibi kanlı, yara­lı, dışlarıysa gül gibi güleç, yapmacık bir sevinç içindeydi. Ve­zirler, Padişah’ın arabasına yanaştılar, sohbet edip konuşur gi­bi yaptılar; daha nice yollarla halkı oyaladılar. Ta ki Belgrad’a gelindi ve Cihan Hükümdarı Sultan Selim Han’ın gelişleri bel­li oldu, yer gök feryat ve figanla doldu. Vezirler ve ileri gelen devlet adamları, halkın önde gelenleri, matem elbiseleriyle ve kederli bir tavırla arabanın önünce yürüdüler. O gün, âlemi 15a aydınlatan • güneş, kara buluttan bir matem elbisesi giydi,[100] dolunay başına toprak saçtı;[101] cümle âlem yas tuttu.

Gür sesli hafızlar Kuran okuyarak ve seçkin şeyh, Nured- dinzâde Efendi[102] hazretleri, dervişleriyle araba önünde “tev- hid”ler çekerek yürüdüler.

Mesnevi

Bu fani dünya, geçici bir evdir

Yalnızca bir nefestir dirilişin demi

Ömür bağının baharı, su gibi akar

Geçer yel gibi gençlik zamanı.

Sultan Süleyman Han’ın (rahmet ve bağışlama üstüne olsun) nitelikleri üstüne

Ömrünün sonlarında köprü yaptı o din sultanı Doğru yolu olsun diye her zaman, inananların. Çünkü bir köprüdür Dünya, geçmektedir insanlar Ne dilenci kalır burada, ne mutluluğa ermiş hükümdar. Kocamışken sonunda gazada şehit oldu o şah Cennet etsin makamını, âlemin rabbi Allah.

Onun güzel camisini seyredenler dediler “Ebedî kalın burda, işte size cennetler” Hayır için çeşmeler getirdi İstanbul’a Mahşer gününde akarsular nasip olsun ona. Kâbe’de büyük imaret ve medrese inşa etti Adaletiyle yeryüzünü bayındır etti.

Duacı Sâî, atalarından beri duacılarıdır Allah hepsine rahmet etsin, dese ne olur.

O sabah, Yüce Padişah Sultan Selim Han gelip devletin ile­ri gelenleriyle görüştüler.

Beyit

Dediler görenler o ay yüzlüyü

Her ayrılığın olur bir kavuşması.

Merhumun vefat tarihi

Naklederler ki, bu dünyadan ayrıldıktan sonra

Demiş Sultan Süleyman, rüyada oğlu Selim Han’a

Selim’im, adaletle bizden sana yeter tarih

Bilirsin çünkü kalmadı cihan Melik Süleyman’a.[103]

Merhum Sultan Süleyman Han’ın (rahmet ve bağışlama üs­tüne olsun) vefat tarihi, Peygamber’in hicretinin 974. yılıymış.[104]

Büyük köprünün inşasına eksiksiz bir dikkat ve özen gös­terilirken Sultan Süleyman vefat etti ve Sultan Selim Han sa­adetle devlet tahtına oturdular. İslam askerinin arkasından kâfirlerle gazaya, Sigetvar’a doğru giderken sözü edilen köp­rünün yapımından büyük zevk duydular ve bitirilmesi için ge­reken ilgiyi gösterdiler. Geldiklerinde köprüden saadetle geç­meleri nasip oldu ve o zamanın şairlerinden Hüdâyî, köprü­nün bitirilmesine benzersiz bir tarih düşürerek şu gönül okşa­yıcı dizeyi söylediler:

Tamam etti Süleyman köprüsünü Sultan Selim?

Sultan Selim Han Camisi’nin inşasının başlangıcı

Sultan Selim Han hazretleri, saadetle devlet tahtına oturduk­tan sonra, Edirne şehrine son derece sevgisi ve şefkati oldu­ğundan, burada, zamanda benzeri olmayan bir cami yapılma­sını buyurdular. Bu zavallı, öyle büyük bir cami tasarısı ha­zırladım ki, Edirne içinde dünya halkının beğenisini kazan­mayı hak eder. Kubbenin dört tarafında dört minaresi bulun­maktadır. Minarelerin her biri üçer şerefeli ve üçer yolludur. İki minarenin yolları ayrı ayrı yapılmıştır. Evvelce yapılmış olan Üç Şerefeli,[105] bir kule gibidir, gayet kalındır; ama bunun minaresi hem ince, hem de üç yolludur ve bunu yapmanın ne derece zor olduğunu, akıl sahipleri iyi bilirler.

Bütün dünya halkının “Olabilirlik ölçülerinin dışındadır.” demelerinin bir nedeni şudur: Ayasofya kubbesi gibi büyük bir kubbe[106] İslam Devleti’nde yapılmamıştır diye, kâfirlerin mimar geçinenleri “Müslümanlara karşı galebemiz vardır.” derlerdi. Yanlış görüşlerince, o kadar büyük bir kubbeyi durdurmak son derece zordur. “Benzerini yapmak mümkün olsa yaparlar­dı.” dedikleri, bu zavallının yüreğinde bir ukde olup kalmıştı. Sözü edilen cami binasında çalışıp çabalayarak, ihsan sahibi Allah’ın yardımıyla, Sultan Selim Han’ın zamanında • kudret • 15b gösterip bu yüce kubbeyi Ayasofya kubbesinden altı zirâ daha yüksek ve çevresini dört zirâ daha geniş yaptım.

Mesnevi

Zamanın hükümdarı, güzel adaletli sultan
Cihan Padişahı, Süleyman oğlu Selim Han.

Edirne şehrini çok sevdi o
Hayırla eserler bıraktı âleme o.

O inşa etti bu yüce camiyi
Cihan durdukça hayırla anılsın diye.

İncelik, dikkat ve güzelduyuyla
Özetlenip tamamlandı onda sanat.

Gerçekten de direksiz kubbenin altında,
Havada asılı duran bir top oldu o kubbe.

Ayasofya gibi bir kubbe asla
Yapılamaz diye iddia ederdi dünya.

Bu yüce kubbe ondan büyük oldu
En iyi Allah bilir, ben bilmem gerisini.

Padişah 3. Murat’ın tahta geçişinin tarihi

Allah’a şükür, gün gibi doğdu adaletle
Tahtı gök olan bir ay, yüce soylu bir sultan.

Yaşlılar gibi tedbir sahibi, bahtlı bir genç

Temiz cevherli tacın sahibi, güzel huylu Hüsrev.[107]
Geldi oturdu devletin başına şerefle

Baş eğdi cihan halkı onun emrine.

Konuşan bir bülbül oldu Sâî, söyledi tarihini
Âlemin Padişahı oldu gül gibi Sultan Murat
(Yıl 983)
[108]

 

Yüce cami üstüne kaside

Yüce Rabbim, nedir bu güzel yer, bu yüce cami
Mescid-i Aksa gibi sanki, Ulu Kâbe’nin örneği.
T

emeli yeryüzündeydi ezelde bu Beyt-i Ma’mûr’un[109]
Olaylar tufanından kaçıp göğe çekildi sanki.

Nice taşçı taş yontarken erittiler canlarını
Bu Bîsütun’a akıtmak için güzellik ırmağını.

O yüce kubbesi, neredeyse en yüksek gök katı
Dokuz kat göğün bir örneği sayar gören göz onu.

Yapılmadı, yapılmaz, böyle bir kubbe yeryüzünde
Dünyada benzeri yok, mavi gökyüzü dışında.

Kubbesi asılmış sanki göğe samanyoluyla
Bir top ayna benzeri içinde seyredilir dünya.

Işık veren son katı göğün, armağan etti dünyaya

Bu kubbe kapanıp atlas ve ipek kumaşlar asıldığında.[110]

Bunu duyup gizli bir ses, gökten tarih düşürdü bitirilmesine
Sonuna ulaşıp kapandı bu vakitte, bu yüce kubbe.’

Dört minare sanki âlemlerin övüncünün Dört Dostudur,
önündeki alemle Peygamber’in nuru anıştırılır.

Toplanınca o gür sesli güzel melekler
Servilerin tepesini kumru gibi yuva edinip.

Dört minareden her gün neva ve pençgâhla
Bülbül gibi bu gülbahçesine dünyayı davet ederler.

Dört sütun, gerçekten direkleridir İslam evinin
Bilgili bir yol göstericidir dört minare arasındaki kubbe.

Gökte melekler, gök camisine minare oldu sanır
Göğün dokuz katından yüksektir çünkü bu minareler.

Altın ayçasının parıltısı ışık saçar halka
Besbelli herkes yeni ay sanır onun yansımasını.,

Seher vakti tepesine güneşin ışığı düşse
Altın indirdi, alem gönderdi derler Hazret-i İsa.
[111]

Ne zaman kova ya da oğlak burcuna gelse tepesinden
Görünür kuyuda Yusuf gibi güneş, o dünyayı süsleyen.

Özellikle Mimar Ağa Hazretleri, ustaların piri,
Ermişlikle yapar yaptığını diyor bütün dünya.

Öyle şaşılası bir özen göstermiştir ki sanatına
Söylenip anlatılabilir şeylerden değildir asla.

Derler ki Hazret-i Hızır çizmiş Ayasofya’nın resmini
Hızır’a erişti bu adam, sanmayın sıradan bir yapı ustası.

Padişah’ın yüce himmetiyle yapıldı minberle mahfili
Yüksektir biri Arş’tan, Kürsi’den yücedir biri.

Fatiha suresi yazılmış giriş kapılarına
“Allemelesma”nın sırdaşıdır yüce mihrabı.
[112] [113]

Her köşesi cennet bahçesi, her yanı bahar nakışları
Selsebil ırmağıdır sanki peşpeşe yazıları.

Seleften kalan hayırlı halef, kâtip Hasan, duacı,
Müsenna hatlarla eşsiz bir mücevher kutusu yaptı.

Koyamaz harfine bir nokta biraraya gelse dünya
Besbelli güzel yazı kurallarını en iyi o uyguladı.

Süzülmüş su yeşilidir görklü mihrabı onun
Sevinç kaynağıdır mahfili, cihanı süsleyen Şah’m?

Hatayî, Rûmî, İslîmî, Irakî,[114] biraraya gelmiş onda
Göz nuru dökmüş ona sayısız eşsiz usta.

Mermerlerin nakışlarını gören, sanır güzellik denizinde
Dalgalar yaratmış Hakkın gücünün esintisi.

Rengârenk kemerleri gökkuşağına benzer
Gören der: Allah’ın lütfü yağmura işarettir.

Kandiller, top aynalar asılıdır içinde
Tubâ’nın meyvesi, yaprakları gibi Cennet bahçesinde.

Yeni ayla nallanmış bir şişedir gökler
İki altın kandildir ayla güneş, cihanı süsler.

Cennet gibi açık, sekiz kapısı bu gülbahçesinin,
Herkes lütfunu yağmaya gelir oraya Tanrı’nın

Buraya giren, Cehennem ateşinden kurtulur
Kuşkusuz inandık, onayladık, bu Tanrı’nın sözüdür.
[115]

Keyif verir, Merve hakkına, avlunun gülbahçesinde dolaşmak
Şaşılır mı, önemli önemsiz, herkesin kıblesi olursa bu sığınak?

Görenin gönlü kayar, suları akar ağzının,
Sanki kevser havuzudur o benzersiz şadırvan.

Sanmayın ki mermer direklerdir avlusunda dikilmiş
Nice yasemin yüzlü servi, etrafı seyre durmuş.

Avlusundaki kemer yayları, demir kirişle
Yaydır besbelli, benzemez mi dua okuna?

Bu görünümü seyredip bakanlar der ki
Gerçekten benzersiz olmuş, bir daha yoktur eşi.

Tunca, Edirne şehrinin yüz suyuydu ama
Bu yüksek kubbeli cami de baş tacı gerçekten.

Öyle bir iyilik ettin ki ey Şah, Edirne halkına
Sığmaz artık sevinçten canları tenlerine.

Haddin mi senin, anlatmaya kalkışmak onun niteliklerini
Bilirsin ey deli gönül, deniz sığmaz testiye.

Dua et bu binayı burada yapan Şah’a
Adaletnamesi onun, imzalıdır adıyla.

Rum’un ve Acem’in Şahı, Mekke ve Zemzem’in emîri
Odur ayağa diken Beytülharâm’ı ve Mescid-i Aksa’yı.

Ulu hakanların başı, yani dünyadaki gölgesi Tanrı’nın
Güzel yüzlü, güzel düşünceli Süleyman Han oğlu Selim.

Olgunluğu, erdemi, güzelliği, ahlakı, keremi, adaleti toplamış
Gerçekten bayındır etmiş Mevlâ onun altı yönünü de.

Gündüz gece kös sesiyle âlemin kulağına
Dinletilir “İnnâ fetahna..."' ayetinin sırları.

Aklını yitirir, görse bayrağının ayçasını düşmanlar
Süha1
[116] gibi gün doğunca görünmez olur, kaybolur.

Taşı taş üstüne koymaya gücü yetmez zamanında onun
O kadar ki, taşı başına, başını taşa vurur düşman.

İkidilli değil kimse onun zamanında süsen değilse eğer
Kimse ikiyüzlülük etmez, güzelim gülden başka.

Ne olur düşmana baş eğdirirse kılıcının gücüyle
Kırdaki otlar da güneşin kılıcı önünde baş eğer.

Başının üstüne tablayla altın koysa Doğu’nun hükümdarı
Adaleti sayesinde korkup çekinmeden, doğudan batıya gider.

Ne zaman seyrine gelse Padişah, üzengisi dibine
Çimenler yeşil atlas, dikenler canfes serer.

Yücelik binasını Kudret Ustası[117] kılsın sağlam
Budur halkın dileği Cenab-ı Allah’tan.

Viran gönlünü şenlendirir ey duacı Sâî
Gönüller kâbesini yapan odur, Halil İbrahim gibi.

Yüce kâbesinin yapımı sona erince
Önemli önemsiz nasiplensin herkes, tamamlanınca.

Ayakta tutsun o eşsiz Tanrı, temellerini
Hem yapının hem de yapanın, felek döndükçe.


Bu temiz ve güzel yer, mabed olsun Müslümanlara
Gök camisinde nesneler ibadet ettikçe.


TEZKİRETÜ’L-EBNİYE RİSALESİ

TEZKİRETÜ’L-EBNİYE RİSALESİ

->• Şükür Mevlâ’ya lütfunu gösterdi
Yok iken evreni var etti.

Su üstüne kurup yer binasını
Düz etti göğün yedinci katını.

Bu dokuz kubbeyi direksiz durdurdu
Astı onun içine güneş topunu.

Kudret eliyle mayalandırdı “yok”u
İnsan bedeninin temelini attı.

Göz ve ağız, kulak ve dil verdi
Seçkin insan etti böylece bizi.

Halil İbrahim’in dinine bağlı olanlardan
Sevgilisi Mustafa’nın ümmetinden yarattı.

Eriştik Osmanlıların hizmetine
Özellikle de bahtı açık Hüsrev’e.

Âlem hükümdarı Bayezid oğlu Selim Han
Gaza kılıcı Osmanoğullarının.

İran Şahı’yla[118] o savaştı
Doğu’yu Batı’yı kılıcıyla açtı.

Onun devşirmesiyim, ben zavallı
Olmuştur bana çok lütufları.

Sonunda göçüp bıraktı dünya bahçesini
Cennet bahçeleri olsun şimdi mekânı.

Toprağı yurt tutunca o gizli hazine
Geçti Şah Süleyman onun yerine.

Onun zamanında nice hizmetler ettim
Devlet âyânının beğenisini kazandım.

Yeniçeri oldum çok zorluğa katlandım
Piyade oldum çok savaşa katıldım.

Hakkın bir lütfuymuş yetenek

Çok çalıştım sanatımı olgunlaştırdım.

50b • Tanrı sevindirsin onun ruhunu

En yüce Cennet’te etsin yerini.

Beni dülgerlikte yetiştiren

ustama da aferin olsun.

Silsilemle,[119] sanatımla, çabalarımla

Ve gayretimle akranlarım içinde.

Ta çocukluk çağından beri çalıştım

Hacı Bektaş ocağından[120] [121] yetiştim.

Katıldım Rodos’la Belgrad seferlerine

Yine sağsalim geldim geriye.

Silsilemle atlı sekban yaptılar beni

Zamanın hükümdarı Mohaç’a sefer açtı.

Mohaç seferinden gelip yayabaşı oldum bir süre

Ve sonra getirildim zenberekçibaşılığa.

Padişah yine Almanya’ya sefer açtı

Düşmanın gözüne dar etti meydanı.

Oradan gelip yürüdük Bağdad üstüne
Çok savaşlar ettik Kızılbaş ile.

Hükümdar ve devlet âyânı seferden gelince
Silsilemce hasekiliğe yükseltildim ben de.

Sonra Korfu ve Pulya seferlerine gittik

Oradan gelip Karaboğdan’a’ üstüne sefer ettik.

Seferde ve barışta çok hizmetler edip Padişah’a
Üzengisinde[122] bulundum nice yerde.

Sözün kısası, birçok dereceler elde ettim böyle
Bulundum nice önemli görevlerde.

Diledim ki olayım ben de mimar
Ustalığımla bu âlemde bırakayım nice eser.

Der idim ki, nasip etse bana Hak
Yüce bir cami yapmak.

Olacağı varmış hikmet Allah’ın
Bir gün gönlüne düşer Padişah’ın.

-->• Beni başmimarlığa getirip emrettiler
Şehzâde adına bir cami yapmamı istediler.

Hemen güzel bir cami resmi çizdim
Pek beğenildi Padişah katında bu resmim.

Temelini atıp büyük özen gösterdim
Bitirilmesine çok gayretler ettim.

Nice günler çalışarak Allah’ın yardımıyla
Bitirilmesi nasip oldu sonunda hayırla.


Padişah bana çok iyilikler etti
Hiç ummadığım nice ihsanlar etti.

Buyurdu bu kez o açık bahtlı
Yapayım adına bir güzel cami.


Hemen hazırlayıp Eski Saray’ı
Süleymaniye’nin temelini attım.


Onda da her türlü özeni, gayreti gösterdim
Bütün sanatların tamamlandığı bir eser yaptım.


Bilirler önceki ve sonraki hüner sahipleri
Onda ne gibi sanatların gösterildiğini.

İstanbul’da su sıkıntısı çekildi
Kırkçeşme başhavuzunun suyu azaldı.


Yine o taraflarda sular bulundu
Su yolları yapılması buyuruldu.

Gökkuşağı gibi yüksek kemerler yaptık
Suları ta şehre kadar çıkardık.

Akıtıldı o dupduru su şehirde
Yapıldı üç yüzden fazla çeşme.

Bundan sonra Padişah buyurdu yine
Bir köprü yapayım, yol olsun denizde.

Denizin dibine atıldı temeli
Göğün tepesine ulaştı yapısı.


Tanrı’nın yardımıyla tamamlandı
Büyük Çekmece’deki büyük köprü.

Daha nice büyük binalar yaptım
Tanımlamaya yetmez dili, usta yazarların.

51b • Sultan Süleyman iyice kocayınca

Yokluk âleminden sonsuzluk âlemine göçtü.
Çok iyilikler etti bana o Padişah
Nur etsin yattığı yeri Allah.

Göğü durak eden Padişah geçti tahta
Selim Han, Adaletli Süleyman Han’ın oğlu.

Edirne şehrini pek sevdi o
Âlemde hayırla eserler bıraktı o.

Orada bir yüce cami yaptırdı
Cihan durdukça anılsın diye adı.

Allah yeryüzünü döşeyeli beri
Öyle bir bina daha inşa edilmedi.

Gerçekten bu direksiz kümbedin altında
Asılı bir top gibi oldu o kubbe.

Ayasofya gibi bir kubbe asla
Yapılmaz derdi bütün dünya.

Ondan büyük oldu bunun kubbesi
Allah bilir, yoktur bir eşi.

Tanrı’nın lütfü bana rehber oldu
Hayırla bitirlemesi nasip oldu.

Sultan Selim ahrete göç edince
Sultan Murat’a geçti devlet tahtı.

Cihanı adaletle bayındır etti
Din düşmanlarını kahretti.

Tanrım, güçlendir onun devletini
Düşmana üstünlüğünü, galibiyetini.

Artır Mehmet Han’ın ömrünü
O da muradına erişsin devletle.
Onun zamanında yaptım çok binalar
Nice camiler, nice saraylar.

Şükürler olsun, bana bu sanatla

Bunca camiye hizmet nasip oldu Dünya’da.

• Dülgerler piri Habib-i Neccâr’ın[123] çırağı                                                       52a

Kulun, Mimar Yusuf bin Abdullah.

Piri oldum bu fani tekkenin[124]
Devrine eriştim dört padişahın.

Evreni ibret gözüyle seyrettim
Yoktur kalıcılığı, iyice anladım.

Nice binasının attım temellerini
Yokluktur sonu insanın, gelmez gerisi.

Yıkılmaya yüz tuttu beden sarayım
Onun derdiyle sıkıntılara düştüm.

Bu zamanın elemleri sakalımı ağarttı
Allah korkusu bedenimi titretti.

Kemer sanmayın iki büklüm bedenimi
Bir köprüdür o, geçit verir gama, kedere.

Ahrete bir geçit olsun diye ey kardeş
Bu felek sarayının kemerine eğdim baş.

Şükürler olsun ki işimde doğru bir adamım
Fennimde dosdoğru ve sağlamım.

İsteğim budur, hüner sahiplerinden
Geçirdiklerinde bu beyitleri gözden.

Din direğine etsinler duayı
Çünkü onunla durur dünya sarayı.

Beni de hayırla yad etsinler
Kederli gönlümü sevindirsinler.

Ey Sâî, kaldır elini dua için
Kımıldat dilini Tanrı’ya şükür için.


İlahî, bin bir adının hürmetine
Sevgilin Mustafa’nın yüceliğine.


Huzuruna yakınlığı için peygamberlerin
Sır hâzineleri için velilerin.

Bütün Müslümanların, müminlerin
Muhammet ümmetinin cümlesinin.

Yarabbi, sen cümlesine rahmet et
Hepsinin makamını cennet et.


Yarabbi, sen cümlesine rahmet et Hepsinin makamını cennet et.

Metin Kutusu: 52b

Sonsuz hamd olsun dokuz katlı sarayın[125] mimarına ki, onun yüksek kemerlerini, yaratıcı eliyle, tartısız ve terazisiz, pergel- siz ve cetvelsiz, sapasağlam yaptı. Ve sayısız şükürler olsun ye­di tabakalı işliğin ustasına ki, kudret eliyle Âdem’in toprağını mayalandırıp bütün güzellik ve inceliklerini onda gösterdi. Ve binlerce dua o “varlığı gerek”[126] olana ki, onun cömertlik deni­zinin dalgaları, insanoğlunu saklandığı yokluktan varlık mey­danlarına getirdi; melekleri ve yüksek tahtlarda oturanları ona secde ettirdi. Ve sınırsız salavat[127] olsun, günah hastalıklarının hekimi, Allah’ın sevgilisi Hazret-i Muhammed’e ki doğru yol nurunun ışığını, ümmetin azgınlarına yol gösterici eyleyip, on­ları istenebilecek şeylerin en güzeline doğru yolcu etti.

Beyit

Ne güzel o Peygamberlik divanının Sultanı

 Peygamberlik bahçesinin al gülü.

Yüce dergâha kabul edilenlerin önderi

Başbaşa oturulan “Li-tna’allâh”[128] sarayının mehtabı.

îki dünyanın[129] kılavuz imamı

Peygamberlerin himmetlisi, iki cihanın Sultanı.

Nazım

Allah’a hamd ve Peygamber’e övgüden sonra

Seçkin Padişah’a farzdır dua.

Allah’ın gölgesi, yedi diyarın padişahı

Yani Sultan Murat, Sultan Selim oğlu.

Küfre engel, İslam’ın koruyucusu

Zulmü kovan, adaletli hükmün yayıcısı.

Değer ve yücelikle mutlu olsun

Devlet tahtında her zaman otursun.

Bundan sonra, bu zavallı, günahları çok fazla olan ve esir­geyen Allah’ın bağışlamasını uman başmimar, Abdülmennan oğlu Sinan, merhum ve bağışlanmış sultan, İslamm kılıcı, Sul­tan Bayezid Han oğlu Sultan Selim Han (Rahmet ve bağışlama üstüne olsun) saltanatları sırasında devşirme olarak gelip İs­lam’ın yüceliğiyle, inançla ve büyüklerin hizmetiyle onurlan- • 53a dım. • Merhum Gazi Sultan Süleyman Han devrinde yeniçeri olup Rodos ve Belgrad seferlerinin ardından atlı sekban oldum. Daha sonra Mohaç Seferi’ne gidip acemioğlanlar yayabaşılığı nasip oldu. Eksiksiz bir hizmet ve zaman geçmesiyle kapı yaya- başılığı verildi. Bir zaman sonra zenberekçibaşılık yoluyla Al­man Seferi’ne katıldım. Daha sonra Bağdad diyarına gitmek nasip oldu. Bu seferden dönüşte haseki yaptılar. Yine Cihan Hükümdarı’yla Korfu ve Pulya, Karaboğdan[130] seferleri yapıldı ve nice fetihler nasip oldu. O tarihte bu zavallıyı, hakkıdır di­yerek mimarbaşılığa getirdiler; Yüce Allah’ın yardımıyla.

Bu zamana gelinceye kadar padişah hizmetinde bulunup hüner sahiplerinin beğenisini kazanacak nice binalar yapmak nasip oldu; Alemlerin Rabbi’ne şükürler olsun.

Şimdi hatırıma düştü ve resmini çizip inşa ettiğim cami, mescit ve öbür önemli yapıları on üç bölüm halinde yazıp benzersiz bir risale oluşturdum; adını da Tezkiretü’l-Ebniye koydum. Umut ederim ki, zamanın sonuna ve kıyamete dek ona göz gezdirecek temiz yürekli dostlar, çabamdaki ciddiyet ve gayreti öğrendiklerinde insaflı bir gözle bakıp beni hayır duayla anarlar; inşallah!

Birinci bölüm Yapılan yüce camilerin adlarını
ve sayılarını bildirir.

İkinci bölüm Yapılan mescitlerin adlarını ve sayılarını bildirir.

 

Üçüncü bölüm Yapılan medreselerin adlarını
ve sayılarını bildirir.

 

Dördüncü bölüm Yapılan darülkurraların adlarını
ve sayılarını bildirir.

 

Beşinci bölüm Yapılan imaretlerin (aşevlerinin)
ve sayılarını bildirir.

 

 

Altıncı bölüm Yapılan dârüşşifaların (hastanelerin)
adlarını ve sayılarım bildirir.

 

Yedinci bölüm Yapılan suyollarının adlarını ve
sayılarını bildirir.

 

Sekizinci bölüm Yapılan köprülerin adlarını ve sayılarını
bildirir.

 

Dokuzuncu bölüm Yapılan sarayların adlarını ve sayılarını
bildirir.

 

Onuncu bölüm Yapılan kervansarayların adlarını ve
sayılarını bildirir.

 

On birinci bölüm Yapılan mahzenlerin adlarını ve
sayılarını bildirir.

 

• On ikinci bölüm Yapılan hamamların adlarını ve   53b

sayılarını bildirir.

 

On üçüncü bölüm  Yapılan türbelerin adlarını ve sayılarını

Birinci bölüm

Yapılan yüce camilerin adlarını ve sayılarını bildirir.

İstanbul’da Süleymaniye Camisi

Merhum Şehzade Sultan Mehmet Camisi
Avrat Pazarı’nda Haseki Sultan Camisi
Edirnekapı’da Mihrimah Sultan Camisi
Aksaray yakınlarında Osman Şah Validesi Camisi
Yenibahçe yakınlarında Sultan Bayezid Kızı Camisi

Topkapı yakınlarında Ahmet Paşa Camisi


Tahtakale yakınlarında Rüstem Paşa Camisi

Kadırga Limanı’nda Mehmet Paşa Camisi

Silivrikapı’da İbrahim Paşa Camisi

Hüsrev Bey Türbesi yakınlarında Bâlî Paşa Camisi

Yedikule yakınlarında Hacı Evhad Camisi

Molla Gürani yakınlarında Abdurrahman Çelebi Camisi
Ahırkapı yakınlarında Kapıağası Mahmut Ağa Camisi

Yenikapı yakınlarında Odabaşı Camisi

Koca Mustafa Paşa yakınlarında Hâce Hüsrev Camisi

Sulu Manastır’da Hamâmî Hatun Camisi

Üsküplü Çeşmesi yakınlarında Defterdar Süleyman Çelebi Camisi

Balatkapısı içinde Ferah Kethüda Camisi

Balat tarafında Drağman Yunus Bey Camisi

Yenibahçe yakınlarında Hürrem Çavuş Camisi

Kadıçeşme yakınlarında Sinan Ağa Camisi

İzmir [Yemiş] İskelesi yakınında Ahi Çelebi Camisi

Unkapanı’nda Süleyman Subaşı Camisi

Eyüp’te Zal Mahmut Paşa Camisi

Eyüp’te Nişancı Paşa Camisi

Eyüp’te Şah Sultan Camisi

Edirnekapı dışında Emir Buhari Camisi

Yenikapı dışında Merkez Efendi Camisi

Sütlüce’de Çavuşbaşı Camisi

Kiremitlik’te Turşucuzâde Hüseyin Çelebi Camisi

Tersane’de Kasım Paşa Camisi

Azapkapı’da [Sokollu] Mehmet Paşa Camisi

Tophane’de Kılıç Ali Paşa Camisi

Tophane’de Muhyiddin Çelebi Camisi

Tophane ile Beşiktaş arasında Molla Çelebi Camisi

Tophane’nin üst tarafında Ebülfazl Camisi

• 54a Tophane’de Şehzâde • Cihangir Camisi

Beşiktaş’ta Sinan Paşa Camisi

Üsküdar’da [Mihrimah] Sultan Camisi

Üsküdar’da Valide Sultan Camisi

Üsküdar’da Şemsi Paşa Camisi

Kanlıca’da İskender Paşa Camisi

Gebze’de [Çoban] Mustafa Paşa Camisi

İzmit’te Pertev Paşa Camisi

Sapanca’da Rüstem Paşa Camisi

Samanlı’da Rüstem Paşa Camisi

Bolu’da Ferhat Paşa Camisi

İzmit’te Mehmet Bey Camisi

Kayseri’de Osman Paşa Camisi

Kayseri’de Hacı Paşa Camisi

Ankara’da Cenabî Ahmet Paşa Camisi

Erzurum’da (Lala] Mustafa Paşa Camisi

Çorum’da Sultan Alaaddin Camisi; yenileme

İzmit’te Abdüsselâm |İmaret| Camisi; yenileme

İznik’te Eski Cami |Orhan Camisi] yanıp yeniden yapıldı.

Halep’de Hüsrev Paşa Camisi

Manisa’da Sultan Murat Camisi

Kütahya’da Orhan Gazi Camisi; yenileme

Yüce Kabe’nin kubbelerinin tamiri

Kütahya’da Hüseyin Paşa Camisi

Bolvadin’de Rüstem Paşa Camisi

Karapınar’da Sultan Selim Camisi

Şam’da Sultan Süleyman Camisi

Edirne’de Selimiye Camisi

Edirne’de Mahmut Paşa [Taşlık] Camisi

Defterdar Mustafa Çelebi Camisi

Babaeski’de Ali Paşa Camisi

Hafza’da [Sokollu] Mehmet Paşazade Camisi

Lüleburgaz’da [Sokollu] Mehmet Paşa Camisi

Ereğli’de Ali Paşa Camisi

Sofya’da Bosnevî Mehmet Paşa Camisi

Hersek’te Sofu Mehmet Paşa Camisi

Çatalca’da Ferhat Paşa Camisi

Budin’de Mustafa Paşa Camisi

İsparta’da Firdevs Bey Camisi

Ulaşlı’da Memi Kethüda Camisi

Gözleve’de Tatar Han Camisi

Edirne’de Meriç Nehri üzerindeki Mustafa Paşa Köprüsü başında

Haseki Sultan Camisi

Rusçuk’ta Rüstem Paşa Camisi

Tırhala’da Osman Paşa Camisi

Kayseri’de bir daha Hacı Paşa Camisi

Camilerin toplam sayısı: 80.

İkinci bölüm

Yapılan mescitlerin adlarını ve sayılarını bildirir.

• 54b Esekapı’da • İbrahim Paşa Mescidi

Yenibahçe’de Sinan Paşa Mescidi

Yenibahçe’de Rüstem Paşa Mescidi

Yenibahçe yakınlarında bu fakirin Mescidi

Yenibahçe yakınlarında Hafız Mustafa Çelebi Mescidi
Topkapı yakınlarında Müftü Çivizâde Mescidi
Karagümrük civarında Emir Ali Mescidi
Karagümrük yakınlarında Üçbaş Mescidi
Defterdar Şerifezâde Efendi Mescidi

Defterdar Mehmet Çelebi Efendi Mescidi

Lütfü Paşa Çarşısı yakınlarında Simkeş Mescidi

Sultan Mehmet [Fatih] Camisi ekleri yakınında Hacegizâde
Mescidi

Silivrikapı yakınlarında Çavuş Mescidi

Davut Paşa yakınlarında Çivizâde Mescidi[131]

Silivrikapı yakınlarında Takkeci Ahmet Mescidi

Sarıgüzel yakınlarında Hacı Nasuhî Mescidi

Aynı yerde Kasap Hacı İvaz Mescidi

Ağaçayırı yakınında Tabak Hacı Hamza Mescidi

Kumkapı yakınlarında İbrahim Paşa’nm eşinin Mescidi
Langakapısı yakınlarında Bayram Çelebi Mescidi
Kumkapı dışında Kürkçübaşı Mescidi
Kemhacılar Atölyesi Mescidi
Kuyumcular Atölyesi Mescidi

Ayasofya’da Hersek Bodrumu üzerinde bir mescit
Fenerkapısı içinde Yayabaşı Mescidi
Sultan Selim yakınında Abdi Subaşı Mescidi
Sultan Selim yakınında Hüseyin Çelebi Mescidi
Ali Paşa Hamamı yakınında Hacı îlyas Mescidi
Koca Mustafa Paşa’da Duhanîzâde Mescidi
Çukurhamam yakınında Kadızâde Mescidi

Azaplar Hamamı yakınında Müftü Hâmid Efendi Mescidi

Hisar’ın dışında Unkapanı’nda Tüfenkhane Mescidi

Edirnekapı dışında Saray Ağası Mescidi

Eyüp’te Dökmecibaşı Mescidi

Eyüp’te Arpacıbaşı Mescidi

Sütlüce’de Hekim Kaysunîzâde Mescidi

Eyüp’te Karcı Subaşı Süleyman Mescidi

İstanbul’da Karcı Subaşı Süleyman’ın iki adet mescidi

Kiremitlik’te Ahmet Çelebi Mescidi

Kasım Paşa’da Yahya Kethüda Mescidi

Şehremini’de Haşan Çelebi Mescidi

Tophane’de Süheyl Bey Mescidi

Topkapı dışında İlyaszâde Mescidi

Sarrafbaşı Mescidi

Kasım Paşa’da Pazarbaşı Memi • Kethüda Mescidi                                                 • 55a

Büyük Çekmece’de [Sokollu] Mehmet Paşa Mescidi
Üsküdar’da Hacı Paşa Mescidi
Hasköy’de Saraçhane Mescidi
Topkapı dışında Sarraf Mescidi

Sulu Manastır’da Ruznâmeci Abdi Mescidi

Kumkapı dışında Kürkçübaşı Mescidi

Langakapısı yakınlarında Şeyh Ferhat Mescidi

Mescitlerin toplam sayısı: 51.

Üçüncü bölüm

Yapılan medreselerin adlarını ve sayılarını bildirir.

Mekke’de Sultan Süleyman Medresesi

Sultan Süleyman’ın altı adet medresesi[132]

Halıcılar Köşkü’nde Sultan Selim Medresesi

Edirne’de Sultan Selim Medresesi

Çorlu’da Sultan Süleyman Medresesi

İstanbul’da Şehzâde Sultan Mehmet Medresesi

Avrat Pazarı’nda Haseki Sultan Medresesi

Sultan Selim yakınlarında Sultan’ın Kariye Medresesi

Üsküdar’da Mihriınah Sultan Medresesi
Edirnekapı’da Mihrimah Sultan Medresesi
Kadırga Limanı’nda [Sokollu] Mehmet Paşa Medresesi
Eyüp’te [Sokollu Mehmet Paşa] merhumun medresesi
Aksaray yakınında Osman Şah Validesi Medresesi
İstanbul’da Rüstem Paşa Medresesi

İstanbul’da Ali Paşa Medresesi

Topkapı’da Ahmet Paşa Medresesi

İstanbul’da Sofu Mehmet Paşa Medresesi

İstanbul’da İbrahim Paşa Medresesi

Sinan Paşa Medresesi

İskender Bey Medresesi

Kasım Paşa Medresesi

Babaeski’de Ali Paşa Medresesi

Gebze’de Mısırlı Mustafa Paşa Medresesi

İzmit’te Ahmet Paşa Medresesi

Esekapı’da İbrahim Paşa Medresesi

Üsküdar’da Şemsi Ahmet Paşa Medresesi

Kapıağası Mahmut Ağa Medresesi

Kapıağası Cafer Ağa Medresesi

Ahmet Ağa Medresesi

Müftü Hâmid Efendi Medresesi

Malûl Emir Efendi Medresesi

• 55b Ümmülveled Medresesi

Üçbaş Medresesi

Kazasker Perviz Efendi Medresesi

Sultan Mehmet Camisi yakınlarında Hacegizâde Medresesi
Ağazâde Medresesi

Beşiktaş’ta Yahya Efendi Medresesi

Defterdar Abdüsselâm Paşa [Bey] Medresesi

Tuti Kadı Medresesi

Hekim Mehmet Çelebi Medresesi

Hüseyin Çelebi Medresesi

Emir Sinan Efendi Medresesi

Şahkulu Medresesi

Drağman Yunus Bey Medresesi

Karcı Süleyman Bey Medresesi

Hacı Hatun Medresesi

Defterdar Şerifezâde Medresesi

Kadı Hekim Çelebi Medresesi

Baba Çelebi Medresesi

Kirmasti Medresesi; yenileme

Karagümrük’te Sekban Ali Bey Medresesi

Altımermer’de Nişancı Mehmet Bey Medresesi

Sultan Selim’de Bedesten kahyası Hüseyin Çelebi Medresesi

Üsküdar’da Gülfem Hatun Medresesi

Ankara’da Hüsrev Kethüda Medresesi

Medreselerin toplam sayısı: 46.

Dördüncü bölüm

Yapılan darülkurraların adlarını ve sayılarını bildirir.

Sultan Selim Han Darülkurrası

Üsküdar’da Valide Sultan Darülkurrası

Hüsrev Kethüda Darülkurrası

Eyüp’te [Sokollu] Mehmet Paşa Darülkurrası

Küçük Karaman’da Müftü Sa’dî Darülkurrası

Bosna’da [Sokollu] Mehmet Paşa Darülkurrası

Müftü Kadızâde Efendi Darülkurrası

Darülkurraların toplam sayısı: 7.

Beşinci bölüm

Yapılan türbelerin adlarını ve sayılarını bildirir.

Sultan Süleyman Türbesi

Şehzade Mehmet Türbesi

Hüsrev Paşa Türbesi

Sultan Selim Türbesi

Sultan Selim Türbesi yakınında Şehzâdeler Türbesi

Şehzadeler Türbesi yakınında Rüstem Paşa Türbesi

Topkapı’da Ahmet Paşa Türbesi

Eyüp’te [Sokollu] Mehmet Paşa Türbesi

Aynı yerde çocukları için türbe

Siyavuş Paşa Türbesi

Zal Mahmut Paşa Türbesi

Üsküdar’da Şemsi Ahmet Paşa Türbesi

Beşiktaş’ta Yahya Efendi Türbesi

Arap Ahmet Paşa Türbesi

• 56a Beşiktaş’ta • Hayreddin Paşa Türbesi

Tophane’de Kılıç Ali Paşa Türbesi

Eyüp’te Pertev Paşa Türbesi

Yenibahçe yakınında Şahıhûbân Kadın Türbesi
Edirnekapı’da Ahmet Paşa Türbesi
Üsküdar’da Hacı Paşa Türbesi
Türbelerin toplam sayısı: 19.

Altıncı bölüm

Yapılan imaretlerin adlarını ve sayılarını bildirir.

Sultan Süleyman İmareti

Mekke’de Haseki İmareti

Karapınar’da Sultan Selim İmareti

Şehzâde Sultan Mehmet İmareti

Medine’de Haseki Sultan İmareti

Bir imaret de Edirne’de Meriç Nehri üzerinde Mustafa Paşa
Köprüsü başında yapılmıştır.

Şam’da Gök Meydan’da Kasrıablak diye bilinen yerde

Sultan Süleyman İmareti

Çorlu’da Sultan Selim İmareti

Üsküdar’da Valide Sultan İmareti

Üsküdar’da Mihrimah Sultan İmareti

Manisa’da Sultan Murat Han İmareti

Rusçuk’ta Rüstem Paşa İmareti

Sapanca’da yine Rüstem Paşa İmareti
Lüleburgaz’da [Sokollu] Mehmet Paşa İmareti
Hafza’da [Sokollu] Mehmet Paşa İmareti
Gebze’de Mustafa Paşa İmareti
Bosna’da [Sokollu] Mehmet Paşa İmareti
İmaretlerin toplam sayısı: 14

Yedinci bölüm

Yapılan darüşşifaların adlarını ve sayılarını bildirir.

Sultan Süleyman Darüşşifası

Haseki Sultan Darüşşifası

Üsküdar’da Valide Sultan Darüşşifası

Darüşşifaların toplam sayısı: 3.

Sekizinci bölüm

Yapılan suyolu kemerlerinin adlarını ve sayılarını bildirir.

Bend Kemeri

Uzun Kemer

Mağlova Kemeri

Güzelce Kemer

Müderrisköy yakınında kemer ve havuz ki, sular orada
toplanır.

Mağlova’da Uzun Kemer tekrar yapıldı.

Suyolu kemerlerinin toplam sayısı: 6.

Dokuzuncu bölüm

Yapılan köprülerin adlarını ve sayılarını bildirir.

Büyükçekmece’de yapılan köprü

Silivri’de bir köprü

Meriç Nehri üstünde Mustafa Paşa Köprüsü

Marmara’da[133] [Sokollu] Mehmet Paşa Köprüsü

Halkalı’da Odabaşı Köprüsü

Haramideresi’de Kapıağası Köprüsü

Sinanlı’da [Sokollu] Mehmet Paşa Köprüsü

Bosna Vişegrad’da [Sokollu] Mehmet Paşa Köprüsü

Köprülerin toplam sayısı: 8.Onuncu bölüm

• 56b • Yapılan kervansarayların adlarını ve sayılarını bildirir.

Sultan Süleyman Kervansarayı

Büyük Çekmece’de Sultan Süleyman Kervansarayı

Rusçuk’ta Rüstem Paşa Kervansarayı

Bet[134] Pazarı’nda Rüstem Paşa’nın Kebeciler Kervansarayı
Galata’da Rüstem Paşa’nın Kervansarayı [Kurşunlu Han]
Bursa’da Ali Paşa Kervansarayı

Bet Pazarı’nda Ali Paşa Kervansarayı

Vefa’da Pertev Paşa Kervansarayı

Ilgın’da [Lala] Mustafa Paşa Kervansarayı

Sapanca’da Rüstem Paşa Kervansarayı

Samanlı’da Rüstem Paşa Kervansarayı

Karıştıran’da Rüstem Paşa Kervansarayı

Akbıyık’ta Rüstem Paşa Kervansarayı

Karaman Ereğlisi’nde Rüstem Paşa Kervansarayı

İpsala’da Hüsrev Kethüda Kervansarayı

Hafza’da [Sokollu] Mehmet Paşa Kervansarayı
Lüleburgaz’da [Sokollu] Mehmet Paşa Kervansarayı

Edirne’de Rüstem Paşa Kervansarayı

Edirne’de Ali Paşa Kervansarayı

Kervansarayların toplam sayısı: 19.

On birinci bölüm

Yapılan sarayların adlarını ve sayılarını bildirir.

Eski Saray yandı ve yeniden yapıldı.

Yeni Saray[135] yeniden yapıldı.

Üsküdar Sarayı yeniden yapıldı.

Galata Sarayı yeni yapıldı.

At Meydanı Sarayı yenilendi.

Yenikapı Sarayı yenilendi.

Kandilli Sarayı yenilendi.

Fenerbahçe Sarayı yenilendi.

İskender Çelebi Sarayı yeniden yapıldı.

Halkalı Sarayı yeniden yapıldı.

Rüstem Paşa Sarayı

Kadırga Limanı’nda [Sokollu] Mehmet Paşa Sarayı

Ayasofya’da [Sokollu] Mehmet Paşa Sarayı

Üsküdar’da [Sokollu] Mehmet Paşa Sarayı

Rüstem Paşa Sarayı

İstanbul’da Siyavuş Paşa Sarayı

Ali Paşa Sarayı

At Meydam’nda [Sokollu] Mehmet Paşa Sarayı

Sultan Bayezid yakınında Ferhat Paşa Sarayı

Vefa Meydam’nda Pertev Paşa Sarayı

Sinan Paşa Sarayı

Hoca Paşa’da Sofu Mehmet Paşa Sarayı

Yenibahçe’de Mahmut Paşa Sarayı

Halkalı yakınlarında [Sokollu] Mehmet Paşa • Sarayı

Kasım Paşa Çeşmesi yakınlarında Şahıhûbân Kadın Sarayı

Şehir dışında Pertev Paşa Sarayı

Yine şehir dışında Ahmet Paşa Sarayı

Eyüp’te Ahmet Paşa Sarayı

Eyüp’te Ali Paşa Sarayı

Rüstem Çelebi Çiftliği’nde [Sokollu] Mehmet Paşa Sarayı

Bosna’da [Sokollu] Mehmet Paşa Sarayı

Üsküdar Çiftliği’nde Rüstem Paşa Sarayı
Sarayların toplam sayısı 33 adet.

On ikinci bölüm

Yapılan mahzenleri bildirir.

Galata köşesinde buğday mahzeni

Tersane’de zift mahzeni

Topkapı Sarayı’nda ambar

Hasbahçe üstünde ambar

Topkapı Sarayı’nda mutfak ve kiler

Unkapam’nda mahzen

Mahzenlerin toplam sayısı: 6.

On üçüncü bölüm

Yapılan hamamların adlarını ve sayılarını bildirir.

Sultan Süleyman Han Hamamı

Topkapı Sarayı’nda üç adet hamam
Üsküdar Sarayı’nda üç adet hamam
Haseki Sultan Hamamı

Yahudiler içinde Haseki Sultan Hamamı
Üsküdar’da Valide Sultan Hamamı

Karapınar’da Sultan [Selim] Hamamı
Cibâli’de Valide Sultan Hamamı
Edirnekapı’da Mihrimah Sultan Hamamı
Lütfü Paşa Hamamı
Galata’da [Sokollu] Mehmet Paşa Hamamı
Edirne’de [Sokollu] Mehmet Paşa Hamamı
Yenibahçe’de Koca Mustafa Paşa Hamamı
Silivrikapı’da İbrahim Paşa Hamamı
Sulu Manastır’da Kapıağası Hamamı
Beşiktaş’ta Sinan Paşa Hamamı
Fındıklı’da Molla Çelebi Hamamı
Tophane’de Kaptan [Kılıç] Ali Paşa Hamamı
Fenerkapısı’nda Kaptan Paşa Hamamı
Macuncu Çarşısı’nda Müftü Hamamı
Hafza’da [Sokollu] Mehmet Paşa Hamamı
Yenikapı’da Merkez Efendi Hamamı
Eyüp’te Nişancı Paşa Hamamı
Ortaköy’de Hüsrev Kethüda Hamamı
İzmit’te bir hamam
Çatalca’da bir hamam
Sapanca’da Rüstem Paşa Hamamı,

,Kayseri’de Hüseyin Bey Hamamı
Sarıgüzel’de bir hamam

Zeyrek’te [Barbaros] Hayreddin Paşa Hamamı
Karagümrük’te [Barbaros] Hayreddin Paşa Hamamı

Tophane’de Yakup Ağa Hamamı
Hamamların toplam sayısı: 36.

Bitti.



[1] Hz. Muhammed’e.

[2] Hz. Muhammed’in.

[3] Dört halifenin.

5 İtalik yazılar, özgün metinde Arapçadır.

[5] Hz. Muhammed’in Mekke’den Medine’ye hicreti (M. 622) sırasında yol arkadaşı Hz. Ebu Bekir’di ve Mekkeli “müşrik”lerin takibinden kaçmak için birlikte Sevr Dağı’nda bir mağaraya saklanmışlardı. Bundan dolayı Ebu Bekir’in sıfatlarından biri yâr-ı gar’dır (mağara yoldaşı).

[6] Allah’ın.

[7] Kuran-ı Kerim, Hz. Muhammed döneminde dallara, tahta parçaları­na, hurma yapraklarına vb. yazılarak saklanıyor ve esas olarak ezber­leme yoluyla korunuyordu. İlk halife Ebu Bekir döneminde Kuran’ın bütününü ezberleyenlerden oluşan bir kurul oluşturuldu ve yazılı olan metinler biraraya getirildi. Bu kurulda Hz. Osman da vardı. Hz. Os­man’ın halifeliği zamanında bu ilk nüsha esas alınarak dört (ya da ye­di) nüsha hâlinde çoğaltılmış ve belli merkezlere gönderilmiştir.

J Zinnureyn. Hz. Osman, öncePeygamber’in kızı Rukayya ile evlendi. Bu hanımının ölümünden sonra Peygamber’in ikinci kızı Üınmü Kül- süm ile evlendi. Bu nedenle ona iki nur sahibi anlamında (Zinnureyn) denilmiştir.

[9] Hz. Ali, Kuran, hadis ve fıkıh konularındaki bilimsel yetkinliğiyle Peygamber’in “ashabı” içinde bir otorite olarak kabul edilmişti, (bkz. “Ali”, M. Yaşar Kandemir, DİA, I, 375).

[10] Hz. Ali, Hayber fethinde kalenin ağır demir kapısını kalkan olarak kul­lanmıştır. Bu sefer zaferle sonuçlanmış ve Hz. Ali, Yahudilerin yenilme­sinde büyük pay sahibi olmuştur (Ethem Ruhi Fığlalı, DİA, I, 371).

[11] İmam Hasan, Hz. Ali’nin büyük oğluydu. 625 yılında doğdu. Hz. Ali’nin ölümünden sonraki mücadelelerde etkin rol oynamayarak Muaviye’yle barış yaptı. 669 yılında eşlerinden biri tarafından zehirlenerek öldürüldü. Hz. Ali’nin ikinci oğlu Hz. Hüseyin, 626 yılında doğdu. Muaviye’nin ölü­münden sonra, oğlu Yezid’in İslam devletinin başına geçmesi ve kimi grupların buna karşı çıkmasıyla başlayan halifelik mücadelesinde Hz. Hüseyin, Kerbela denilen yerde Yezid’in adamları tarafından kuşatıldı, susuz bırakıldı. 10 Muharrem 61(10 Ekim 680) tarihinde, son bir saldı­rıyla Hz. Hüseyin ve seksen kişilik grubun büyük bir bölümü öldürüldü (DİA, “Hasan” ve “Hüseyin” maddeleri).

[12] Burada Hz. Hasan’ın, eşlerinden Ca’de bint Eş’as b. Kays tarafından ze­hirlenerek öldürülmesine işaret edilmektedir. Zehr sözcüğü aynı zaman­da Arapçada çiçek, Hz. Fatma, güzellik (hasen) anlamlarını taşır.

[13] III. Murat, II. Selim’den sonra tahta geçip 1574-1595 arasında hüküm süren Osmanlı padişahıdır. 1578’de İran’a açtığı sefer sonucunda Azer­baycan, Tiflis, Nihavend ve Hemedan, Osmanlı egemenliğine girmiştir.

[14] Rafızilik, Şia’nın bir kolu olmakla birlikte burada Kızılbaş ve Rafi-
zi terimleri eşanlamlı kullanılmıştır, ikisi de Safcvilere işaret eder.

1 Şah Tahmasb.

1 Satranç oyununa gönderme: At ve mat, bugün de kullanılan satranç terimlerindendir. Hane ise, herhangi bir taşın üstünde bulunduğu ka­redir.

[17] Osmanlılar.

[18] Demir köpek. Bir alet ya da silah adı olabilir.

[19] III. Murat’ın Venedikli Safiye Sultan’dan olma oğlu Şehzâde Mehmet (III. Mehmet) 26 Mayıs 1566’da doğmuş, babasının ölümünden sonra 1595 yılında tahta geçmiştir.

[20] Siyavuş Paşa Hırvat asıllıdır ve Enderun’da yetişmiştir. III. Murat zama­nında çeşitli tarihlerde üç kez sadrazamlık makamına getirildi. Üçüncü- sünde 1593 yılında azledilerek emekliye ayırıldı. 1601’de öldü. (Siciil-i Osmanî, III, 128).

[21] Süleyman Peygamber’in veziri Âsaf bin Berhıye. özel yetenekleri ve bilgisiyle kudret sahibi, tedbirli, ileri görüşlü bir vezir olduğu söylenir. Zamanla Âsaf kelimesi “vezir” anlamını kazanmıştır (Pala, 37-38).

’ Mimar Sinan’ın adı, Tezkiretü'l-Bünyan'da Sinan bin Abdülmennan olarak geçer. Osmanlı döneminde devşirmelerin ya da din değiştirip Müslüman olanların adlarında baba adı olarak “Allah’ın kulu” anla­mında Abdullah, Abdurrahman, Abdülmennan gibi sözcükler kullanıl­maktadır. Tezkiretü’l-Ebniye’nin nesir bölümünde de bu ad, Sinan bin Abdülmennan olarak geçer. Yine Mimar Sinan'ın vakıflarının vakfiyelerinin birindeyse Sinan Ağa ibni Abdurrahman olarak kayde­dilmiştir (İnan, 54). Ancak Tezkiretü’l-Ebniye’nin manzum kısmında yer alan (65) “Bu tilmîz-i habîb-i pîr-i neccâr / Kulun Yûsuf bin’ Ab- dullâh-ı mi’mâr” beyti, önümüze bazı sorunlar çıkarmaktadır. Burada da anlatıcı Mimar Sinan’ın kendisidir ve adını Yusuf bin Abdullah ola­rak vermektedir. Yusuf bin Abdullah adı, Fatih devri mimarlarından olan ve hapsedilip öldürülen Fatih Camisi ve Külliyesi’nin mimarı Azadh Sinan'ın (Sinan-ı Atik) da adıdır ve H 869/M 1464 tarihli vak­fiyesinde -bu vakfiyenin elimizdeki kopyasının tarihi H 1267’dir- adt

1 Mimar Sinan’ın saltanatlarını gördüğü Osmanlı padişahları sırasıyla

[24] Selim (Yavuz), I. Süleyman (Kanuni), II. Selim ve III. Murat’tır.

[25] Kapıya çıkmak, saray ağalarıyla kapıcı, bostancı gibi görevlilerin dış hizmetlere verilmesi ve acemioğlanları kışlalarındaki devşirmelerin, belirli zamanlarda ya da gerek duyuldukça yeniçeri ocağıyla diğer as­keri hizmetlere geçirilmelerini belirten bir deyimdir (Pakalın, 176).

' Yaya adı verilen piyade askerlerin komutanı. Komutasında yüz yaya askeri bulunurdu (Pakalın, 611).

[27] Yeniçeri ocağının 82. ortasının komutanı. Tüfeğin orduda yaygınlaş­masına kadar bu silah kullanılmış, zenberekçi sınıfı da yeniçeri ocağı­nın kaldırılmasına kadar varlığını sürdürmüştür. Zenberekçibaşılar say­gın ağalardandı. Terfi ettikleri zaman haseki olurlardı (Pakahn, 652).

5 Şah İsmail’in askerleri kızıl başlık giydikleri için bunlara “kızılbaş” denilmiştir. Bizim metnimizde “Iranh” anlamında kullanılmış ve bu sözcükle Şii Safevi devleti kastedilmiştir.

[29] Kanuni’nin, ordunun başında çıktığı seferlerin sayısı on üçtür: 1521 Belgrad, 1522 Rodos, 1526 Mohaç, 1529 Viyana, 1532 Alman, 1533 Irakeyn, 1536Korfu (Pulya), 1538 Boğdan, 1541 Budin, 1543 Estergon, 1548 Tebriz, 1553 Nahçıvan, 1566 Sigetvar (Uzunçarşılı, 409-410).

[30] Burada sözü edilen 1533 Irakeyn Seferi’dir.

öğütler içeren bir siyasetnamesi vardır. Kaynaklar onu bilgisine çok gü­venen, kibirli, inatçı bir kişi olarak tanımlar. Peçevî, onun bilgisine faz­la güvenme zaafını “biraz dilbilgisi görmekle kendini zamanın allamesi sanıp bilginlerin ileri gelenlerinden meclisine gelenlere kelime sorar du­rurdu...” diye anlatır. Kanuni’nin kız kardeşi Şah Sultan’la evlenerek Saray’a damat olmuştur (Danişmend, 220-221).

[32] Yeniçeri ocağının cemaat ortalarından 14, 49, 66 ve 67. ortalarına ve­rilen ad (Pakalın, I, 754).

[33] “Korfuz’la Pulya ‘azmin ettük”: Pulya (Puglia), İtalya Yarımadasında, Apcnin Dağı’yla Adriya Denizi arasında, Fortore’den Salento Yarıma- dası’nın ucuna kadar uzanan bölgedir (Meydan Larousse, X, 374). Bu bölgenin en önemli kenti, Fatih devrinde bir ara ele geçirilmiş olan Ot- ranto’dur. Kaynaklarda “Sefer-i Pulya ve Gaza-yı Korfus” olarak ge­çen 1537 yazındaki bu seferde, şehzadelerden Mehmet ve Selim de bu­lunmuştur. Ordu önce Arnavutluk’un güney sahillerinin karşısında Avlonya’nın güneyinde bulunan Korfu Adası’na çıkarma yapmış ve adayla aynı adı taşıyan Korfu kenti muhasara edilmiştir. 29 Ağustos’ta adaya ikinci bir çıkarma yapılmış, ancak 6 Eylül tarihinde muhasara ani bir kararla kaldırılarak seferden dönülmüştür. Bu değişikliğin se­bebini kimi kaynaklar hava koşullarındaki beklenmedik bozulmaya bağlarken, “Venediklünün istirhamları ve Fransa devletinün tavassu­tu” nedenine bağlayanlar da vardır (Danişmend, 2. cilt, 192-196).

[34] Moldavya. Cclâlzâde, Tabakatü’l-Menıâlik adlı yapıtında şöyle diyor: “...Meğer vilayet-i Moldav ki Kara Boğdan demekle meşhurdur, vâsi ve mâmur memleket olup...” (Uzunçarşılı, 343).

[35] Yanıbaşında, yakın hizmetinde bulundum.

[36] Karaboğdan Seferi, Temmuz 1538.

[37] 31 Ağustos 1538 (Danişmend, 209).

[38] Ateşte yanmayan efsanevi bir hayvandır. Deniz atına benzeyen bir kuy­ruğu olan semender, rivayete göre yalnız ateşte yaşar, ateşten çıkınca ölürmüş (Pala, 349). Hafîd Efendi’ye göre sözcüğün aslı Far. sânı (ateş) ve der (içinde) sözcüklerinden oluşan Sâmender “ateşte” kelimesidir.

[39] Asıl adı Abdülkerim oğlu Alaaddin Ali Bey’dir. Azerbeycan Türklerin- dendir ve bu yüzden Acem Alisi diye tanınmıştır. H. 944/M. 1537’den sonra ölmüştür. Tezkiretü'l-Bünyan'daki ifadelerden anlaşıldığına gö­re Mimar Acem Alisi’nin ve Ayaş Paşa’nın ölümü (13 Temmuz 1539) birbirine çok yakındır. Vezir Lütfi Paşa’nın veziriazam olması da Ayaş Paşa’nın ölümünden hemen sonradır. Mimarbaşıhk makamının aylar boyu boş bırakılmayacağını düşünerek Acem Alisi’nin de 1539 yaz başlarında ölmüş olacağını kabul edebiliriz. Buna göre Mimar Sinan da mimarbaşıhğa 1539 Temmuzunda getirilmiş olmalıdır. Mimar Acem Alisi, Şehremini’de kendi yaptığı ve bugün Mimar Camisi, Mimar Acem Camisi ve örümceksiz Dede Camisi adlarıyla anılan caminin önünde­ki hazirede gömülüdür. Mimar Sinan, ilk yıllarında Acem Alisi’nin üs­lûbunu sürdürmüş ve geliştirmiştir (Özkan Ertuğrul, DİA, 1, 322).

[40] Mimarbaşıhk.

' Şehzâdebaşı Camisi. Şehzâde Mehmet, Kanuni’nin ikinci oğluydu ve 1520’de doğmuştu. Kanuni’nin hayattaki beş oğlu arasında en çok Mehmet’i sevdiği ve veliaht olarak onu düşündüğü söylenir. Ne var ki Şehzâde Mehmet, 5 Kasım 1543’te Manisa’da öldü. Cenazesi İstanbul’a getirildi. Estergon Seferi’nden dönmekte olan Kanuni hızla İstanbul’a geldi ve cenaze büyük bir törenle Eski Odalar adı verilen yeniçeri kışla­sının karşısına defnedildi. Kanuni, bu şehzâdesine olan sevgisinin bir so­nucu olarak buraya büyük bir cami yaptırdı (Danişmend, 244-245).

[42] Yeniçeri kışlalarından biri. Bugün Şehzâdebaşı Camisi’nin karşısında, Büyükşehir Belediyesi binasından İstanbul Üniversitesi’ne doğru Ace- moğhı Hamamı’nın bulunduğu yere kadar olan alanı kaplıyordu. Es­ki Odalar Kışlası 1826’da yeniçeri ocağının kaldırılmasından birkaç gün sonra yıktırılmıştır (Pakalın, 556).

1 Bu mısra ebced hesabıyla H 954tarihini (M 1547) göstermektedir.

[44] 100 bin akçe karşılığı bir para birimi (Pakalın, 639). Gümüş para de­mek olan akçeyse, Kanuni ve II. Selim zamanında basılan akçelere gö­re 31/2 kırat ve 85 ayardı (Pakalın, 33).

[45] Hayat suyu. Âb-ı hayat, âb-ı hayvan, çeşme-i hayvan, çeşme-i hayât, çeşme-i cân vs. adlarıyla geçen efsanevi ölümsüzlük pınarı. Söylence­ye göre bir ülkede İskender’e, ilerde bir deniz olduğu, denizi geçtikten sonra karanlıklar diyarının başladığı ve orada ölümsüzlük pınarının bulunduğu haber verilir. Bu pınarı bulup ölümsüzlüğe ulaşmak iste­yen İskender, yanına Hızır ve İlyas’ı da alarak ordusuyla birlikte yola çıkar. Karanlıklar diyarına ulaştıklarında İskender bir başka yoldan, Hızır ve İlyas bir başka yoldan ölümsüzlük pınarını aramaya giderler. Pınarı kim bulursa diğerine haber verecektir. Hızır ve İlyas ölümsüz­lük pınarını bulup suyundan içerler. Durumu İskender’e bildirirlerse de pınarı bir daha bulamazlar. Hızır ve İlyas o günden beri sağdırlar; Hızır denizde, İlyas ise karada sıkıntıya düşenlere yardımcı olmakta­dır (Pala, 12-13).

[46] Cezire-i Hcft-Ccbel. İstanbul’un yedi tepe üstüne kurulu olduğu kabul edilir. Bu yedi tepe, suriçinde yer almaktadır. Birinci tepe Ayasofya, Sultan Ahmet ve Topkapı Sarayı’mn bulunduğu tepedir. İkinci tepede Nuruosmaniye Külliyesi ve Çemberlitaş yer alır. Üçüncü tepe üstünde bugün İstanbul Üniversitesi merkez binası ve Süleymaniye bulunmak­tadır ki, Eski Saray adıyla bilinen ilk saray buraya yapılmıştır. Dör­düncü tepenin üstünde Fatih Camisi Külliyesi vardır. Beşinci tepenin üstünde Sultan Selim Camisi külliyesi bulunur. Altıncı tepe Mihrimah Sultan Camisi ve Külliyesi’nin bulunduğu Edirnekapı ve Ayvansaray semtlerinin yerleştiği alandır. Yedinci tepe, Aksaray semtinden surlara ve Marmara sahiline kadar giden bölgedir. Bu tepe üç yükseltisiyle bir üçgeni andırır. Topkapı, Aksaray ve Yedikule, bu üçgenin üç köşesini meydana getirir (Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, c. 7).

[47] Kentin su gereksiniminin bir bölümünü karşılamak üzere yapılan sar­nıçların bazılarının üstü açıktı. Büyük birer havuz şeklinde olan bu sarnıçlar İstanbul’un fethinden sonra aynı işlevi görmez olmuş, içleri bir miktar toprakla da dolan bu mekanlar, bostan olarak kullanılmış­tır. R. Ekrem Koçu, üç çukur boşlanın adını verir: Edirnekapısı Çu- kurbostanı, Altımermer Çukurbostanı, Sultan Selim Çukurbostanı (Koçu, 4161-4162).

1 Binbirdirek Sarnıcı, Sultan Ahmet Camisi’yle Çemberlitaş arasındaki bölgede, Divanyolu’nun arkasındaki çocuk parkının altında bulunan kapalı su sarnıcıdır. Büyük Constantinus’un 330 yılında İstanbul'u Doğu Roma İmparatorluğunun başkenti yaptığı sırada yanında bulunan on iki Romalı senatörden Philoxenus’un, forum yakınına kendisi için yaptırdığı sarayın sarnıcı olduğu kabul edilir. Uzunluğu 64 m., genişliği 56.40 m.’dir (Meydan Larousse, 11, 382).

[49] İstanbul’daki ilk suyollarının Geç Roma döneminde yapıldığı bilin­mektedir. İlk suyolu Hadrianus (117-138) zamanında yapılmış, Va- lens (364-378) tarafından şehrin iki tepesine su verebilmek için 368 yılında 971 m. uzunluğundaki Bozdoğan Kemeri yapılmıştır. Hadri­anus ve lustinianus zamanında şehrin batısından getirilen suyollarının (Halkalı İsalesi) yapıldığı, Theodosius (379-395) zamanındaysa Belg- rad Ormanlarından gelen ilk kemerlerin yapıldığı kabul edilir (S. Eyi- ce’ye dayanan bu bilgiler için Çeçen 1988a, 23).

[50] Bir tür eski düzeç.

[51] Su dağıtım şebekesinde suyun debisini ölçmek için, özel yapılmış ha­vuzlarda kullanılan pirinç boru. Bu borudan bir dakikada akan su mik­tarı, bir lüle birimini verir. Debi ölçme ve su dağıtımını sağlamak için, diktörtgen biçiminde, genellikle mermerden bir sandık yapılır ve fazla suyun taşabilmesi için bu sandığın yan tarafına bir savak tertiplenir. Sandığın yan yüzüne dik ve savak kenarından düşey yönde 94-96 mm. aşağıya pirinç lüleler yerleştirilir. Lüleler 26 mm. çapındadır. Bir lülelik debi, bugünün ölçü sistemine göre 36 It/dakikadır (Çeçen 1991,144).

[52] Süleynıan-ı ins ü can bu mûr-ı nâtüvânı. Süleyman, Hz. Davud’un oğ­lu olan hükümdar peygamberdir. İnsanlar ve cinlere hükmetmişti; hayvanların dilini konuşabiliyordu. Mescid-i Aksa gibi anıtsal yapıla­rın ve sarayların inşasında cinleri (devleri) de çalıştırmıştır. Bir sefer sı­rasında Süleyman’ın ordusunun geldiğini duyan karınca beyi, bağıra­rak diğer karıncalara saklanmalarını söyler. Onun bu bağırışını duyan Hz. Süleyman onunla konuşur ve çeşitli konularda görüşlerini öğrenir. Edebiyatta yücelik ve büyüklüğün simgesi Süleyman, bunun karşısın­da güçsüzlük ve küçüklüğün simgesi karınca olmuştur (Pala, 359-360).

[53] Devamlılık gösteren, yapan kişi öldükten sonra da sevabı kesilmeyen hayır; yol, köprü, çeşme, okul, bilimsel yapıt, hayırlı evlat vb. gibi.

1 kestirmek: Suyu başka yere akıtmak (Türk Lügati, IV, 76).

[54] Diri ve kimseye ihtiyacı olmayan Tanrı.

[55] Hz. Musa zamanında yaşadığına ve kendisine İlâhî bilgi ve hikmet öğretildiğine inanılan kişi. Aynı zamanda iskender-i Zülkarneyn’e abıhayatı (bengi suyunu) aramakta arkadaşlık ederek karanlıklar di­yarına gitmiş, burada abıhayatı bularak bu sudan içmiş ve ölümsüz­lüğe kavuşmuştur. Hızır’ın darda kalanların yardımına koştuğu, özel­likle denizde kazaya uğrayanlara yardım ettiği inancı yaygındır.

[56] Takdir edilen kişiye giydirilen süslü giysi, kaftan.

[57] Ferhad. Adı ilk defa Nizamî-i Gencevî’nin Hüsrev ü Şirin adlı mesne­visinde geçen ünlü bir aşk öyküsü kahramanı. Sevgilisi Şirin’e uzak­lardan süt getirebilmek için Bîsütun Dağı’nı delmiştir. Bundan dolayı edebiyatta, bir emele ulaşmak için olanaksız görünen işleri göze alabilmenin “mazmun”u olmuştur. Kuh-ken “dağdelen” sözcüğü de Ferhad’ı belirtir (Cemal Kurnaz, “Ferhad”, DİA, 12, 383).

[58] Kırkçeşme suyollarının batı kolu üstündedir ve suyollarının en büyük yapısıdır. Yüksekliği 25 m., uzunluğu 711 m.’dir. Üst katta 50, alt katta 47 kemer vardır (Çeçen 1988a, 97-108).

[59] Uzunluk ölçüsü. “Arşın”ın Arapça karşılığıdır. Değişik tanımları var­dır. Mimaride kullanılan “zirâ”nın metrik sistemde karşılığı 75.8 cm.’dir.

[60] Yüksekliği 35 m., uzunluğu 207 m.’dir. Kırkçeşme şebekesindeki di­ğer bütün kemerlerin ilk kez Sinan tarafından inşa edildiği, buna kar­şılık Kovuk Kemer’in, Geç Roma kalıntısı bir kemerin onanını ve ge­nişletilmesiyle yapıldığı kabul edilir. Ancak bu Roma kemerinin Sinan döneminde ne kadarının sağlam olduğu bilinmemektedir. Kâzım Çe­çen, kemerlerin Sinan tarafından yapılmamış olduğunu belirtir (Çeçen 1988a,109-116.).

[61] Kırkçeşme suyollarında ana galerinin Cebeciköy deresini geçen bölü­mü. Başhavuz’dan Güzelce Kemer’e kadar olan galerinin uzunluğu 4772 m.’dir. Kemerin tabandan yüksekliği 29,5 m.’dir. Temelden yüksekliği ise 34,5 m. olarak tahmin edilmektedir. Kemerin ayakları­nın alt bölümü, bugün Alibeyköy Barajı’nın suları altında kalmıştır. Bu kemer Gözlüce Kemer adıyla da tanınır (Çeçen 1988a, 127-130).

mimari tarzı ve malzemesiyle özgün bir Osmanlı yapısı olduğu kanıt­lanmıştır. Bu kemerin üstünde irili ufaklı 33 kemer vardır. Ayrıca bir yaya geçidi de bulunmaktadır. Kemerin temeliyle birlikte yüksekliği 47 m. olarak hesaplanmıştır (Çeçen 1988a, 117-126).

[63] Süleymaniye suyolu Aypah kolu üstündeki Avasköy ya da Karakc- mer’dir (Çeçen 1988b, 85).

[64] Havz-ı âlî. Kırkçeşme suyolları sisteminin sularının toplandığı başha- vuz. Kemerburgaz’ın 2,5 km kadar güneybatısında, Kovuk Ke­mer’den çıkan yolun tepesinde, Mağlova Kemeri’ne giden yolun üs­tündedir. Büyükbent, Karanlıkbent ve Kirazlıbent ile Paşa Deresi katmasını toplayan ve Kovuk Kemer üstünden geçen Kırkçeşme isale- sinin doğu koluyla, Ayvad Bendi, Ortadere ve Bakraçdcre’nin suları­nı toplayan ve Uzun Kemer üstünden geçen batı kolu, Başhavuz’da birleşir. Silindir şeklinde olan başhavuzun duvar kalınlığı üstte 1,14 m., ortada 3,09 m., en altta 4,05 m.’dir. Havuzun derinliği du­var üstünden 14 m.’dir (Çeçen 1988, 69-71).

’ Kuran-ı Kerim, lnsan/18.

[65] Topkapı Sarayı Müzesi’ndeki Kırkçeşme suyollarına ait krokide, Ccbe- ciköy kolunun başı Kırkçeşmebaşı olarak geçmektedir. “Baş” sözcüğü sisteme verilecek suların toplandığı havuzları ifade ediyor olmalıdır. Kırkçeşme tesislerinin suyolları iki koldan oluşur: Doğu kolu, Kirazlı, Topuz ve Paşa derelerinden; batı koluysa Ayvad Deresi, Ortadere ve Bakraçdere’den su alır. Bu iki koldan gelen su, Kemerburgaz’ın güney­batısındaki Başhavuz’da birleşir. Buradan ana galeriye girerek Mağlova Kemeri’nden geçer. Bu suyolu hattı üstünde irili ufaklı 33 su kemeri var­dır. Bunların çoğu küçük ve bir gözlüdür. Kovuk Kemer, Paşa Kemeri, Uzun Kemer, Mağlova Kemeri ve Güzelce Kemer ise anıtsal yapılardır (Çeçen 1988,51-52). Kırkçeşme suyolu, Eğrikapı’daki surlar dışında Sa­vak Kubbesi ya da Eğrikapı Makscmi adıyla bilinen dağıtım noktasında son bulur. Bu maksemden şehrin çeşitli yerlerindeki başka makscmlere su dağıtılır (Çeçen 1988, 152-176). Ancak “baş” kelimesi bu bağlamda büyük çeşmeleri de ifade ediyor olabilir. Sisteme adını veren ve birden fazla çeşmeden oluşan “Kırkçeşme” Bozdoğan Kemeri’nin altındaydı.

[66] Şehrin çeşmelerinden, deriden yapılmış “kırba”lara doldurduğu suyu
atla ya da sırtında taşıyarak şehre getirip satan kimse. Evliya Çelebi,

sakaların, İstanbul’un 9999 çeşmesinden su taşıdıklarını yazar. Evli-
ya’nm kaydına göre at sakalarının sayısı 1400, arka sakalarının sayısı
8000’dir. Bunlar, “Sakka! Sebil, sebil! İçene rahmet!” diye bağırarak

dolaşırlardı (Seyahatname, I, 160a-160b; ayrıca bkz. Mantran, II, 105).

[69] Allah’a.

1                                           [70] İstanbul’un fethinden sonra yapılan ilk saray. Bu saray, bugün İstan­bul Üniversitesi merkez binasının ve Süleymaniye Camisi’nin olduğu alanları kaplıyordu. Büyük ölçüde ahşap malzemeden yapılan bu bi­na, günümüze ulaşamamıştır. (Ülgen, 405-406).

2                                           Burada sözü edilen temel atma tarihi tartışmalıdır. Kaynaklarda veri­len tarihler 5 Haziran, 7 Haziran, 13 Haziran, 13 Temmuz 1550 vs.’dir. Temel atma töreninde Sultan Süleyman ve vezirleri hazır bu­lunmuş, ilk temel taşını, yerine Şeyhülislâm Ebussuud Efendi koymuş­tur. (Danişmend, 262-263).

3                                           Metinde geçen “kıztaşı” adh mermer sütunun, bugün İstanbul Üni­versitesi merkez binasının yerindeki Eski Saray’la Vefa semti arasında ya da Ayasofya Tahrir Defteri’ndeki kayda göre Ali Paşa Camisi ma­hallesinde bulunduğu tahmin edilmektedir. Fatih devri mimarların­dan Sinan-ı Atik (Azadlı Sinan) vakfının vakfiyesinde de şöyle bir ka­yıt vardır: “Anılan evde kıztaşı adıyla bilinen bir mermer direk olup Sultan Süleyman Han cami-i şerif bina ettikleri zaman taşı alıp evleri harap etmişler.” (Barkan, 344, 19. dipnot).

4                                           Cennette bulunan bir ağaç.

[71] Ferhat.

1 İki ya da üç ambarlı, yelkenli ve kürekli, büyük, ahşap savaş gemisi.

[72] Komena. Denizcilikte gemi çapasına bağlı bulunan kalın halat. (İt. gomena). ’ Kürek ve yelkenle hareket eden savaş gemileri. Bunların güverteleri son

derece alçak, neredeyse su düzeyinde olurdu. Hızlı ve hareket yeteneği yüksek gemiler olduğu için savaşlarda kalyonlara göre daha kullanışlıydılar (Pakalın, II, 129).

[74] Süleyman devleri. Hz. Süleyman insanlara ve cinlere hükmeder, öbür canlıların dilini de konuşabilirdi. Anıtsal yapıların inşasında cinleri (devleri) çalıştırdığına inanılır. Burada mecaz yoluyla kastedilen, iri yapılı, güçlü kuvvetli amelelerdir.

çekmeye yarayan âletler olması lazım gelir. Fransızca ‘trenil’ namıyla taş ocaklarında bu nevi dolapların kullanıldığı anlaşılmaktadır.”(Bar- kan, 345, 20. dipnot).

[76] İskenderiye ve Baalbek’ten getirilen sütunların İstanbul’a taşınmasıy­la ilgili resmi yazışmanın ayrıntıları için bkz. Barkan, s. 336-344. Bar­kan, her biri 9,02 m. uzunluğunda ve 28 ton ağırlığında olan bu sü­tunların nakil işinin epeyce geciktiğini, hatta bu yüzden bunların biri­nin inşaatta kullanılmamış olabileceğini yazar, özellikle Baalbek’tcki sütun, 1170 m. yükseklikteki Baalbek’ten kaldırılıp en yakın liman olan Beyrut’a kadar 80 km.’lik bozuk bir yol üstünden kızaklarla sü­rüklenerek getirilmiştir (Barkan, 343).

[77] Çinli nakkaş. Kimi araştırmacılara göre de Manicilik’in kurucusu Mani’nin resim derlemesi.

[78] Cebrail.

’ Celâlzâde’nin Tabakatii’l-Memâlik'de caminin kubbesinin kapanması tarihi olarak verdiği 9 Şevval 963 Cumartesi günü (16 Ağustos 1556) arşiv belgelerine de uygunluk göstermektedir (Barkan, c. I, 61-64).

Esadullah Kirmanî’den öğrenmiş ve “müsenna” türü yazıda eşsiz bir hattat olmuştur. 1555’te ölmüştür. Mezarı Sütlüce’dedir (Devha- tü’l-kiittâb, 9-10) Metindeki Hasan Karahisârî adım, Hasan bin Kara- hisârî olarak anlamak doğru olur. Bu kişi, Hasan Çelebi diye tanınan hattattır. Çerkez asıllı bir köleyken efendisi Hattat Ahmet Karahisâ- rî’nin öğrencisi ve manevi oğlu olmuş, bu yüzden zaman zaman imza­sını Hasan bin Karahisârî biçiminde atmıştır. Selimiye Camisi’ndeki bütün yazıları, Süleymaniye Camisi’ndekilerin de büyük bölümünü Hasan Çelebi yazmıştır. 1594’ten sonra ölmüş, Sütlüce’dc ustası ve ma­nevi babası Ahmet Karahisârî’nin yanına gömülmüştür (M. Uğur Der­man, “Hasan Çelebi”, DM). Kaynaklar onun “nesih”te Karahisâ- rî’den ilerde olduğunu söylemekte ve metnimizle aynı görüşü paylaş­maktadır.

[81] Kuranı Kerim, Fâtır/41.

[82] Sülüs, nesih, müsenna, hat sanatının yazı türleridir. Sülüs, “ümmü’l-hat” (yazının anası) olarak değerlendirilmiştir ve sanat göstermeye en uygun olan yazı çeşididir. Yuvarlak ve gergin karakteri, sülüse, biçim zenginli­ği ve yeni istiflere açık olma olanağım vermiştir. Bu durum, anıtlarda kullanılan ve uzaktan okunabilmesi için ağzı çok geniş kalemle yazılan ya da satranç yöntemiyle büyütülen celî (iri) sülüs hattında daha çarpıcı­dır. Sülüsün sözcük ya da harf grupları birbirinden koparılmadan yazı­lan biçimine “müselsel”, aynı ibarenin karşılıklı yazılarak ortada kesişti­ği biçimine de “müsennâ” (aynalı) denir. Nesih hattının harflerinde yu­varlaklık belirgin olmakla birlikte her zaman satır düzenine bağlı oldu­ğundan istife uygun değildir. Bu nedenle nesih, uzun metinlerin, özellik­le “mushaf’ın yazımında kullanılmıştır. Eski yazıyla matbaa harfleri de nesihle hazırlanmıştır (M. Uğur Derman, “Hat”, DM, XVI, 429).

[83] İkinci Yakut (Yakut-ı Sânî). Burada İslam hat sanatının en önemli dü­zenleyici ve ustalarından biri olan Yakut el-Musta’sımî’ye (ö. 1298) gönderme vardır.

[84] Kocanişancı Celâlzâde Mustafa’nın Tabakatü’l-Menıâlik'me göre bi­na emini olarak Hüseyin Çelebi adında biri atanmıştır. Bu kişi 956- 960 tarihleri arasında bina emini görevinde bulunmuş, 961-966 tarihlerindeyse bina eminliğini Sinan Bey yapmıştır (Barkan, 1,44-45).

[85] Ceddüm Sultan Muhammed Han mimarı: Metinde geçen bu sözlere bakılırsa Sultan Süleyman, Fatih Sultan Mehmet’in mimarının başına gelenleri anımsatarak Mimar Sinan’ı korkutmak istemektedir. Söz ko­nusu mimar, Fatih Camisi ve Külliyesi’nin mimarı olduğu kabul edilen Sinaneddin Yusuf bin Abdullah (Sinan-ı Atik, Azadlı Sinan) olmalıdır. Evliya Çelebi, sütunlarını biraz kısa tutup yaptırdığı caminin yüksekliği­nin Ayasofya’dan az olmasına neden olduğu için öfkelendiğini, mimarın ellerini kestirdiğini, mimarın da Fatih Sultan Mehmet’i mahkemeye ver­diğini, mahkeme sonucunda Fatih’in tazminat ödemeye mahkûm oldu­ğunu; sonra da caminin mimarlığına bu mimarın öğrencisi olan Sinan'ın getirildiğini yazar (Seyahatname, I. 40b). Ancak Evliya Çelebi bu ilk mi­marın adım vermez. Büyük olasılıkla Evliya burada adları ve olayları ka­rıştırmıştır. Fatih devri bilginlerinden Beşir Çelebi, Tevârîh-i Âl-i Osman adlı yapıtında, bizzat tanık olduğu cezalandırmayı anlatır ve söz konusu mimarın adını Sinan olarak verir. Tezkiretil’l-Biinyan'da anıştınlan olay bu olmalıdır: “Minnet Huda’ya kim gendü gözimüz ile gördük kim Sul­tan Muhammed İstanbul’da Yeni Câmi’i (Fatih Camisi) ve Sekiz Medre­seyi |Sahn-ı Semân Medresesi] ve imâret ve bîmârhâneyi yapan mi’mâr merhûm Sinân’ı habs içinde döğe döğe öldürdi. Aceb anun günâhı nece olaydı kim ol hâl ile ölmeğe müstahak olaydı...” (Beşir Çelebi, 162; ay­rıca bk. Konyalı, 57-60).

[86] Saray’dan.

[87] Tanrı’nm adını anmayınca.

[88] Şadırvanlı taş avluya açılan büyük iç kapının üstünde Hasan bin Ka- rahisârî hatlıyla yazılmış kitabeye göre caminin inşasına 957 (1550) senesi Cemaziyelevvelinin evahirinde başlanmış ve 964 (1557) yılı Zil­hiccesi evahirinde inşaat sona ermiştir, inşaatın başlama tarihini Âli, Kiinhii’l-Ahbar'ında ve Âşık Çelebi (Trabzonlu Mehmet bin Ömer) de Menâzırü’l-Avâlinı adlı yapıtında 956 hicri olarak kaydeder. Bu farklılık, temellerin atılmasıyla asıl yapıya başlanması arasındaki farktan kaynaklanıyor olabilir. Evliya Çelebi, inşaatın başlama tarihi­ni 951 olarak vermiş, temelin kazılıp hazırlanması işinin en az üç yıl sürdüğünü belirtmiştir (Barkan, I, 47-64).

[89] Kaynaklarda Kanuni zamanı bahçeleri arasında sözü edilir (Eldem, Bahçeler). Sclânikî’deki bir kayda göre Yeşilköy “Ayastefanos” ya­kınlarındadır: “...leb-i deryada vâki Ayastefanoz dimekle meşhûr karye kurbında mîri İskender Çelebi Bağçesine sür’atle yetişüp...” (Selânikî Tarihi, 1).

[90] Kuran-ı Kerim, Enbiya/30.

[91] Dolap ya da bostan dolabı, sebze bahçelerinde ve bostanlarda kuyu­dan su çekmek için kullanılan ve bir at tarafından döndürülen, üstü­ne kovalar asılmış çarktır. Metinde sözü edilen dolap kuyusu, Topka- pı Sarayı’nın bahçesinde, bugünkü bilet gişelerinin arkasında bulun­maktadır. Burada bugün iki dolap kuyusu bulunmaktadır. Küçük Do­lap denilen birinci kuyunun çapı 5,20 m., derinliği 26 m.’dir. Kuyu­nun girişinden helezon biçiminde aşağı inen bir merdivenden 360°lik bir dönüşle yaklaşık 10 m. derinliğe inilmektedir. İkinci kuyunun çapı 6.50 m, derinliği 22 m.’dir. Bu kuyu depo görevi görmüş, su yalnız birinci kuyudan çekilmiştir. Bu iki kuyu bir galeri ve künklerle bir­birine bağlanmıştır (Çeçen 1988, 177-180).

[92] ...vaktiyle burada bir köprü olup: Mimar Sinan'ın yaptığı köprüden önce de bölgedeki bataklık araziden geçişi sağlayan, Roma döneminden kalma bir köprü vardı. İstanbul’u batıya bağlayan Via Egnatia adlı ana yolun üzerinden geçtiği bu köprü, bütün Ortaçağ boyunca hizmet et­miş, Bizans’ın son dönemlerindeyse bakımsızlıktan harap olmuştur. “Athyras Köprüsü” denilen bu yapının iki başında birer koruma kule­si bulunuyordu. Fatih tarafından onartılarak bir süre daha kullanılmış­tır (Semavi Eyice, “Büyük Çekmece Köprüsü”, DİA, VI, 520-521). Mi­mar Sinan’ın bunun yerine yaptığı Büyük Çekmece Köprüsü uç uca bir­leşen dört büyük köprüden oluşmaktadır. Köprülerin yollarının genişli­ği 7,17 m. ve dördünün birlikte uzunluğu 635,57 m.’dir (Çeçen 1988c, 432-433; Semavi Eyice, “Büyükçekmece Köprüsü” DİA, VI, 520-521).

[93] Şahmaran. Toprağa iri kazık çakmayan yarayan çok ağır bir çeşit tok­mak (Hasol, Mimarlık Sözlüğü).

[94] Nehr-i Sava. Yugoslavya’da Tuna’yla birleşen ırmak. Bazı nüshalarda yazılmayan bu nehrin adı sadece bir nüshada Sava olarak kaydedil­miştir. Ancak İ. H. Danişmend’in İzahlı Osmanlı Tarihi Kronoloji- si'nde Sigetvar Seferi sırasında Drava Nehri üzerine kurulan büyük ve

sağlam bir köprüden sözedilir. Bu köprü kimi kaynaklara göre 7-8 günde, kimi kaynaklara göre 17 günde bitirilmiştir (Danişmend, II, 345). Bu son rakam, bizim metnimizde verilen tarihle de uyuşmakta­dır. Buna göre nüshaların birinde geçen bu Sava adını, Drava olarak anlamak da mümkündür.

[96] Metinde geçen asker-i perrân ibaresini “uçan askerler” (bataklık sinekleri, böcekler) olarak yorumladık.

[97] Sultan Süleyman

[98] Kuran-ı Kerim, Bakara/156.

4 Sokollu Mehmet Paşa. 1505’te Bosna’nın Sokol köyünde doğmuş, devşirme olarak önce Edirne Sarayı'na, sonra Enderun’a alınarak eği­tilmiş, Semiz Ali Paşa’nın ölümünden sonra, 1565 yılında sadrazam olmuştu. 1579 yılında bir suikast sonucunda öldürüldü (Meydan La- rousse 11, 435-436).

[100] Burada yas belirtisi olarak siyahlar giyme âdetine işaret edilmiştir. Türklerde yas belirtilerinden biri de siyah elbiseler giymekti (Develi 1997, 98-103).

[101] Başa toprak (ya da kül) saçmak, eski metinlerde ve folklorda rast­lanılan bir yas belirtisidir (Develi 1997, 100).

[102] Nureddinzâde Muslihiddin Mustafa Efendi, Filibe’de doğmuş (d.?), İstanbul’da ölmüştür (1573). Sofyalı Bâlî Efendi’nin öğrencisidir. Şeyh Bedreddin’in Varidât'ma, Sadrüddin Konevî’nin Fı«ıîs’una şerh yazmıştır. Vahdet-i Vücûd ve Miraç üzerine birer risalesi vardır (Mey­dan Larousse, IX, 433).

[103] "Bilürsin çünki kalmadı cihan mülkfi] Süleyman’a” dizesi ebced hesabıyla 974/1566 tarihini göstermektedir.

[104] 7 Eylül 1566.

■' Büyük Çekmece Köprüsü’nün yapımına 1563’te başlanmış, 1567’de bitirilmiştir. Bu dize, ebced hesabıyla 972/1565 tarihine denk gelmek­tedir. Yine Hüdayî’nin, Edirne’den gelirken köprünün sağ tarafında kalan kitabede yer alan tarih manzumesinin ebcede göre karşılığı 975/1567’dir: “Dedi târihin Hüdâyî ol zamân / Yapdı âb üzre bu cis- ri Şeh Selîm” Halil Baki Kunter’in verdiği tarih dizesiyse 973 tarihini vermektedir (Kunter, 449).

[105] Üç Şerefeli. II. Murat’ın 1437-47 yılları arasında yaptırdığı, Edirne’ deki ikinci büyük selatin camisi.

[106] Ayasofya’nın kubbesi çeşitli dönemlerde yapılan onarımlar yüzünden tam yuvarlak olmaktan çıkmıştır. 1990-93 yılları arasında yapılan la- zerli okumalarda Ayasofya kubbesinin çapı kuzey-güney ekseni üs­tünde duvardan duvara 34,709 m. (galeri kornişleri arasında 31,805 m.) ve doğu-batı ekseninde 33,092 m. (galeri kornişleri arasında 30,855 m.) olarak saptanmıştır. Selimiye’de D. Kuban’ın teodolitle yaptığı ölçümlerde, kubbe genişliği kuzey-güney aksında 31,7 m., do- ğu-batı aksında 31,2 m. olarak saptanmıştır. Buna karşın Selimiye kubbesi, yarım küre profiliyle daha basık profilli Ayasofya kubbesin­den 20-30 cm. daha yüksektir (Kuban, 245, 30. not). Buna karşılık kubbenin yerden yüksekliği Ayasofya’da çok daha fazladır. Üç büyük caminin yükseklikleri şöyledir: Ayasofya 55,60 m., Süleymaniye 49,50 m., Selimiye 42,25 m (Yerasimos, 139). Bu konunun bir yoru­mu için bkz. Önsöz, s. 9.

[107] Sasaniler sülalesinden bir hükümdar ve Nuşirevan’ın torunudur. Metinler-
de Hüsrev sözcüğü genellikle “padişah” anlamında kullanılır (Pala, 197).

[108] Burada H 983 tarihi verilmiş olmakla birlikte 111. Murat’ın tahta geç-
tiği tarih 8 Ramazan 982’dir.

Firdcvs Cennetinde bir köşk. Âdem peygamberle yeryüzüne indiril-
miş, tufandan sonra yine Cennet’teki yerine alınmıştır.

[110] Yapımı bittiğinde.

’ Hicri 983.

[111] İslam inancına göre Hz. İsa, Yahudiler tarafından çarmıha gerilerek
öldürülmek istendiğinde Allah tarafından dördüncü kat göğe çıkarıl-
mış ve kendisine sonsuza kadar ömür verilmiştir.

[112] Knran-ı Kerim, Bakara, 31 “(Allah Âdem’e) isimleri öğretti”.

[113] Hünkâr mahfili.

[114] Hatayî ve Rûmî: “Hatayî tarzı ya da üslubu, Orta Asya’dan gelen ve Çin süslemelerine benzeyen üsluplanmış yaprak ve çiçek motiflerin- den oluşan bir bezeme tarzıdır. Rûmî tarz ise genellikle Anadolu Sel- çuklularının kullandıkları bir bezeme tarzıdır; bu tarzda eski hayvani motifleri üsluplaştınlarak ne olduğu belli olmayan kıvrımlar ve girift dallardan oluşan süsleme biçimleri içine sokulmuştur; genellikle taş ve tahta oymalarla çini bezemelerinde ve mimari satıhların süslenmesin- de kullanılır (Sanat Ansiklopedisi, I., 210). İslîmî ve Irakî de birer süs- leme üslubudur.

[115] Kuran-ı Kerim, Fetih/1. “Biz sana doğrusu apaçık bir fetih ihsan ettik.”

[116] Büyükayı takımyıldızından parlak bir yıldız.

1 Allah.

[118] Şah İsmail.

[119] Yeniçeri ocağındaki silsilemle.

[120] Yeniçeri ocağı kurulurken, oluşturulan bu yeni askeri örgüte adını Ha-
cı Bektaş-ı Veli’nin verdiği, yeniçeri börkünün de aslında Hacı Bektaş-ı
Veli’nin cübbesinin sarkan kol bölümünden esinlendiği biçiminde bir
söylence vardır. Tarihsel açıdan yeniçeri ocağının Hacı Bektaş-ı Veli ile
doğrudan ilgisi olanaksızdır. Ancak 14. yüzyıl sonları ve 15. yüzyıl baş-
larında Bektaşilik, yeniçeri ocağına nüfuz, etmiş ve bu kurumun üyeleri,
Hacı Bektaş-ı Veli’yi pirleri saymışlardır. Bektaşîlikle ilgili uygulamalar,
ritüeller ve buna dayalı bir söylem, yeniçeri ocağı kaldırılıncaya kadar
yeniçeriler arasında varlığını sürdürmüştür (Pakahn, 617-620).

[121] Moldava’ya.

[122] Çok yakın hizmetinde.

[123] Kuran tefsirlerine göre Hz. İsa'nın üç havarisi, Antakya’ya, yeni di-
ni anlatmak için geldiklerinde, onları ölümle tehdit eden kent hal-
kına Habib-i Neccâr adında biri karşı çıkmış, halkı bu elçilere uy-
maya, inanmaya çağırdığı için de hemşerileri tarafından öldürül-
müştür.

[124] Dünyanın.

[125] Göklerin.

1 Vacibülvücud: Tanrı.

[127] Peygamber’e okunan dua.

[128] “Benim Allah ile öyle anlarım olur ki, ne bir mukarreb melek ne de gönderilmiş bir nebi öyle bir yakınlığı elde edebilir” biçiminde ak­tarılan sözden alınmadır (Yılmaz, 115).

[129] Bu dünyanın ve ahretin.

[130] Moldava.

[131] Çivizâde’nin kızı Ümmügülsüm Hatun tarafından yaptırılmıştır.
Etyemez civarındadır (Hadikatü’l-Ceuânıi, 121).

[132] Bu medreseler Süleymaniye Evvel Medresesi, Sânî Medresesi, Salis
Medresesi, Râbi Medresesi, Ebussuud Efendi Darülhadisi ve Darüt-
tıb’dır (Kuran, 161).

[133] Tekirdağ, Marmaracık.

[134] Bit.

[135] Topkapı Sarayı.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar