“CEPHEYE GİDEN YOL” Behiç ERKİN (1876 – 11 Kasım 1961)
Şeyh Cemâleddin-i Afgâni’yi, İran Şahı Nasreddin Avrupa’da görmüş,
ilmini, irfanını beğenmiş ve İran’ı ıslah etmesi için Tahran'a davet etmiş.
Orada şeyh aleyhine entrikalar olmuş ve neticesinde şeyhi Osmanlı sınırından
Hanekin civarına atmışlar. Şeyh oradan Bağdat’a gelmiş. Bağdat Valisi Giritli
Sırrı Paşa ile görüşmüş, bazı ilmi tartışmalar yapmışlar. Rivayete göre Sırrı
Paşa bu zatı kendisinden daha âlim görerek Bağdat Vilâyeti’ni terk etmesini
emretmiş. Şeyh de Basra’ya gelmiş; Müftü Efendi’nin evinde misafir olmuş.
Epeyce Basra’da kalmış. Hidayet Paşa kendisine çok hürmet ediyordu. Behiç Bey
de, o zaman çok meraklı olduğundan aklınca, coğrafyayla ilgili bir eser yazmaya
başlamıştı. Haftada birkaç gün, yazdığını Şeyh Cemâleddin Efendi’ye götürüp
okutuyordu; o da büyük bir sabır ve tahammül ile onu dinliyor ve bazı
düzeltmeler yapıyordu.
İran Şahı'nın Abdülhamit nezdinde teşebbüsleri üzerine Babıâli ile
Şeyh Cemâleddin hakkında bazı yazılar yazılmaya başlandığından, Hidayet Paşa
kendisini bu işten haberdar ederek Basra’yı terk etmesini ister ve Şeyh de bir
vapurla Bombay’a gider.
1892 Haziranında Hidayet Paşa Basra valiliğinden alınır. Aile pek
sevinmiştir, zira herkes bıkmıştır Basra’dan. Toplanıp yola çıkarlar. Sıcaktan
geceleri ilerliyorlar, gündüzleri çeşitli konaklarda dinleniyorlardı. Mardin’e
geldiklerinde Paşa rahatsızlandı. O sırada Mardin Belediye Reisi Cemâleddin
Efendi büyük bir yakınlık, ilgi ve alaka gösterdi Paşa’ya. Evinde misafir
etti, doktorları seferber etti. Paşa bağırsak iltihabı olmuştu, ancak oralarda
ilaç bulunmuyordu. Diyarbakır’dan ilaç istediler, ama maalesef Hidayet Paşa
ağırlaştı ve vefat etti.
Hidayet Paşa’nın vefatını Behiç Bey ve halasının imzası ile Sultan
Hamid’e bildirdiler.
İstanbul’a gelmişlerdi ve evlerine sürekli taziye ziyaretlerine
gelen giden oluyordu. Bunlardan biri de Sara Hanım’dı. Bu hanım Sadrazam’m kız
kardeşiydi. Sadrazam Cevad Paşa Behiç Bey’in büyükbabası Müşir Ömer Fevzi Paşa
Girit valisi iken onun yanında çalış. Bunun üzerine Behiç Bey bir gün Teşvikiye
Caddesi’ndeki Cevad Paşa Konağı’na gider.
Sadrazam Cevad Paşa ve kardeşi Şakir Paşa, Behiç Bey ile özel
olarak ilgilenirler. Behiç Bey nihayet yakaladığı fırsatı iyi değerlendirir ve
Sadrazam’a yatılı okulda tahsilini yapmak istediğini belirtir bu görüşme
sırasında. Sadrazam,
“Oğlum; ben, kardeşim, sizin büyükbabanız, hep Harbiye
Mektebi’nden feyiz aldık; halanız hanımefendi sizin yatılı bir mektebe
girmenizi istemiyormuş. Harbiye Mektebi’nde gündüz gidilebilen bir zadegân sınıfı vardır; sizi oraya koyacağım, çalışıp
adam olunuz,” der.
Zadegân sınıfı: Belli ailelerin çocuklarının gittiği özel sınıf demek olsa da
aslında, İkinci Abdulhamit Han’ın garip işlerinden birisi olarak, damatlarının
askeri tahsil görmeleri için Harbiye Mektebi’nde açtığı sınıftır (zadegân
sınıfı). Bu sınıfın ilk mezunları 1892 tarihinde mektepten çıkmışlardı.
Behiç Bey teşekkür eder ve çıkar.
Behiç Bey Harbiye Mektebi’ndeki zadegân sınıfına başladığında
sadece 40 öğrenci vardır, bu 40 öğrenciden sadece ikisi kurmay olmayı başarır.
Bunlardan biri Süreyya Paşa, öteki de Behiç Bey’dir.
Bu esnada Şeyh Cemâleddin Afgâni İstanbul’daydı ve Behiç Bey ara
sıra kendisine gidiyordu.
Behiç Bey, okula Paris’teki askeri ataşelik görevinden gelen
Tevfık Paşa ile görüştü ve aynı yıl içinde iki senenin birden derslerini alıp
sınavlarını vermeyi görüştü. Bu isteği kabul olundu ve Behiç Bey de o kadar iyi
çalıştı ki, tek bir notu dahi kırılmadan tam puanla iki senenin birden
derslerini verdi.
Tekrar Cemâleddin Afgâni’ye gittiği için okulun ikinci müdürü
Rıza Paşa, Behiç Bey’i tutuklatmak istedi, ancak araya Nazır Zeki Paşa girdi ve
mesele halloldu. Behiç Bey Afgâni’nin yakını Mısırlı Georgi Efendi’ye durumu
anlattı. Behiç Bey’i çok seven Cemâleddin Afgâni bu olaya kızdı, ancak çok
hasta olduğundan Behiç Bey’e haber gönderdi:
“Ben iyi olayım, onlara gösteririm. Sabretsin.”
Behiç Bey her perşembe günü okuldan çıkınca Cemâleddin Afgâni’nin
Nişantaşı civarındaki evine gider ve öğle yemeklerini orada yerdi. Buraya
birçok tanınmış kişi gelirdi. Sözünü esirgemeyen Cemâleddin Afgâni’nin
sohbetlerinden çok istifade ederdi. Bir gün ona şu soruyu sordu:
“Donanmamız
dünyanın ikinci derece bir donanması iken Bahriye Nazırı (bakanı) Haşan Paşa
bunu sıfıra indirdi, fakat Müslüman’dır diye cennete girecek; Pasteur insanlığa
büyük hizmetler etmiş bir adamdır, Müslüman olmadığı için cehenneme girecek.
Bu işe aklım ermiyor.”
Cemâleddin
Efendi’nin buna verdiği cevap ise şöyleydi: “Hayır, iş öyle değildir, iki türlü
kâfir vardır; biri kâfır-i tekvini, diğeri kâfır-i teklifi. Haşan Paşa kâfır-i
tekvinidir, yani Cenâb-ı Hak “kün” (Ol) buyurduğu vakit, o
kâfir olarak tekevvün etmiştir. Pasteur kâfir-i teklifidir, yani zımnen
Müslüman olması için vâki teklifi kabul etmemiş sayılır. Binâenaleyh Haşan
Paşa’nın yeri cehennemdir; Pastör’ün yeri cennettir.”
Behiç Bey bir gün gazetede İran Şahı Nasreddin’in öldüğünü okudu.
O zaman hükümdarlara suikast yapılırsa, bizim gazeteler bundan hiç söz
etmezlerdi. İran şahını da eceli ile ölmüş gibi yazmışlardı. Behiç Bey,
Cemâleddin Efendi düşmanı olan şahın ölmesinden memnun olmuştur diye düşünerek
o akşam okuldan çıkıp Efendi 'nin evine gitti. Anılarında bu olayı şöyle
anlatır:
“Başınız sağ olsun, dostunuz ölmüş,” dedim.
“Hayır eceli ile ölmedi, köpekler gibi geberttiler,” dedi.
Meğer Cemâleddin Efendi, Behiç Bey’in de şahsen tanıdığı
adamlarından birisini Tahran’a göndermiş; o da, “Cemâleddin-i aşkına,”
diye şahı öldürmüş. İran hükümeti Cemâleddin-i Afgâni’nin teslimini ister,
fakat Sultan Hamid vermez, yahut vermeye cesaret edemez. Düşününüz;
İstanbul’da oturup Tahran’da şahı öldürten Cemâleddin-i Afgâni’den Sultan Hamid
nasıl korkmasın!
Cemâleddin-i Afgâni, Nasreddin Şahı hallettirip yerine Osmanlı
hanedanı prenslerinden birisini İran tahtına oturtmak için Sultan Hamid’in
muvafakatini aldığını ve İran ulemasıyla irtibat kurarak bu işi temin ettiğini;
fakat, sonradan Abdülhamit’in caydığını Behiç Bey’e anlatmış ve bir torba
muhabere evrakını da göstermişti.
Bu esnada Behiç Bey şair Abdülhak Hamid, Mehmet Emin Yurdakul,
Necip Melhame gibi isimlerle tanışmıştı.
Cemâleddin-i Afgâni Behiç Bey’e biyografisini, bir de fotoğrafım
vermişti. Fakat Behiç Bey onun yüzünden okulda problem yaşayınca korkudan
bunları yaktı.
Aradan çok geçmeden de Cemâleddin-i Afgâni operatör Cemil Paşa’nın
yaptığı bir ameliyat esnasında hayatını kaybetti.
Behiç Bey 7 Ocak 1897’de erkânı harp subayı oldu. Yani kurmay
subay. 5 Şubat 1900’de üsteğmen, 29 Kasım 1901 günü de kurmay yüzbaşı. Sh:19-21
**
Bir gün aralarında Nuri Conker’in de
bulunduğu bir fotoğraf çekimi yapılacaktı. Behiç Bey ikinci sırada ayakta,
diğer subaylar etrafında yerlerini alırlar.
“Herkes burada mı?” diye sorar Behiç Bey.
“Mustafa eksik komutanım,” der arkadan bir
ses.
Nuri Conker Mustafa Kemal’in fotoğraf
çekimi için postallarım parlatmaya gittiğini söylediği sırada, onun koşarak
geldiğini görürler. Herkes yerini almış olduğundan Mustafa Kemal’e yer
kalmamıştır.
Bunun üzerine Behiç Bey “Sıkışın!” der.
Arka taraftan biri Mustafa Kemal’e
söylenmektedir:
“Ya neredeydin, geç kaldın, senin yüzünden
yerimizden olduk.”
Behiç Bey bunu duyunca yüksek sesle , “Siz
şimdiden yer hazırlayın ona, o zamanla hepimizin başına geçecek!” der.
Mustafa Kemal ikinci sırada, sıra başına
geçer, resim çekilir.
Behiç Bey 7 Aralık 1908’de, Selanik’e 15
kilometre mesafede bulunan Sedes Çiftliği civarında yapılacak topçu atış
talimlerinde bulunmak üzere kumlan çadırlı ordugâha taburuyla gider. Maksat
hem küçük manevralar yapmak hem de mevzi almış piyade üzerinden topçu atışı
açmak suretiyle askerleri buna alıştırmaktır.
Ordu kurmayına mensup Kolağası Mustafa
Kemal Bey bir gün Behiç Bey’in misafiri olarak manevraya gelir. Behiç Bey’in
çadırında beraber kalacaklardır. Akşam yemeğinden evvel Mustafa Kemal, Behiç
Bey’den rakı ister. Havalar serin, belki lazım olur diye ufak bir şişe rakısı
vardır Behiç Bey’in. Çantayı açar, içinden küçük bir çanta daha çıkarır, onu da
açar ve rakıyı çıkarır. Bir kadeh ona verir, bir kadeh de kendine alır; şişeyi
tekrar çantaya koyar, çantayı da daha büyük olan çantaya. Mustafa Kemal yine
ister. Velhasıl şişe biter. Mustafa Kemal, Behiç Bey’in yanından çıkıp
subayların çadırına gittiğinde yemek borusu çalar ve Mustafa Kemal Behiç
Bey’den yemeğin yarım saat daha geç yenmesini rica eder. Behiç Bey de kabul
eder. Behiç Bey Mustafa Kemal’den teğmenlerle laubali olmamasını rica etmiştir.
Fakat Mustafa Kemal sofrada bir teğmenle uzun uzadıya münakaşa eder.
Mustafa Kemal çadıra döndüğünde Behiç Bey
ile sabahın üçüne kadar memleketin nasıl kurtulabileceğini konuşurlar. Behiç
Bey ilk defa Mustafa Kemal’in ağzından hanedanlık yerine Cumhuriyet rejimine
geçilmesi gerektiğini dinler. Cevabı nettir Behiç Bey’in, ama bir de sorusu
vardır:
“Doğru
söylüyorsun Mustafa, ama kim yapacak bunu?” Mustafa Kemal cevaplar:
“Siz neden fotoğraf çekimi esnasında
öyle söylediniz?”
Behiç Bey ertesi gün Mustafa Kemal’in ilk
defa yönettiği geniş çaplı bu manevrayı mutlaka kaleme almasını tavsiye eder.
“Yaz
ki genç zabitanlar ileride bizler gibi faydalansın,” diyerek
aynı zamanda Mustafa Kemal’in üstü, komutanı olmasına rağmen, ondaki zekâya,
bilgiye ve yeteneğe karşı saygısını dile getirir.
“Mustafa Kemal siz zaten hep okumayı
seviyorsunuz, tavsiyenize uyup bunu yazıp müsaade ederseniz size hediye edeceğim,” der. [Bu
eser Mustafa Kemal Atatürk ’ün ilk eseri olarak bilinir ve ismi “Takımın
Muhabere Talimi"dir.
Yazılış tarihi: 10 Şubat 1324 (1908).] sh:36-37
**
HALKINA
ACIMAYAN YÖNETİCİ ENVER
Yazlık elbiselerle eksi 30’un üzerinde
soğuk! Kar ve zaman zaman tipi fırtınasında yol almayı bırakın, yürümenin
İmkânsız olduğu kar kaplı bir dağda, gündüz ve gece yazlık elbiselerle
ilerlemeye çalışan 100.000 Mehmetçik. Neticede ordumuz için büyük bir felaket
oldu. [Sarıkamış]
3 Ocak’ta her şeyin bittiği anlayan Enver
Paşa derhal Albay Hafız Hakkı’yı “Paşa” yaparak III. Ordu’nun başına
geçirdikten sonra Erzurum’a döndü.
Aralık
ayındaki Sarıkamış faciasından sonra ise ocak ayında hayatta kalan asker sayısı
10.000, düşmanla çarpışmadan beyaz kefene bürünen şehit Mehmetçiğin sayısı ise
90.000’di.
Enver Paşa Erzurum’dan İstanbul’a dönüşünde Osmanlı’da
benzerine hiç rastlanmamış olan bir sansür uyguladı ve basında Sarıkamış
harekâtı ile ilgili olarak tek bir satır haber, resim çıkmadı. Sansür
öylesine yoğundu ki, halk Sarıkamış’ta nelerin yaşandığını seneler sonra
öğrenebilecekti.
Behiç Bey bir gün bazı kanunları savunmak
için Mebusan Meclisi’ne gitmişti; Sarıkamış hadiseleri hakkında mebuslar
arasında çok dedikodu vardı.
Enver Paşa kürsüye çıktı. Sarıkamış muharebesini bir zafer olarak anlattı
ve bu zafer, “Şevket-meâb efendimizin bana tevdi ettikleri ordunun vazifesini
iyi gördüğüne delalet eder,” tarzında beyanatta bulundu. Birkaç dakika evvel aleyhte bulunan
mebuslar da dâhil olmak üzere herkes Enver Paşa’yı alkışladı. Behiç
Bey, salonda mebusların ön sırasında bir yerde oturmaktaydı; alkışları duyunca
arkasına baktı ve bu karşıtlık karşısında şaşırdı kaldı.
Selmanpak civarında cereyan eden muharebe hakkında
da Enver Paşa mecliste “Bu muharebeyi Allah’ın lütfü ile kazandık,”
diye beyanda bulunmuştu; fakat aradan çok
geçmeden gerçek ortaya çıktı.
Seferberlikten evvel III. Ordu’nun mevcudu
takriben 100.000 kişi idi. Sarıkamış muharebesini takiben III. Ordu mıntıkasında
silahaltına alınabilecek ne kadar erat varsa hepsi alındı; ordunun mevcudu
harp başladıktan tam 16 ay sonra yine takriben 100.000 kişi kaldı.
Halbuki o mıntıkada silah altına alınan
efradın toplam sayısı 855.696 kişiydi. Bu hesaba göre, zayiatımız aşağı yukarı
750.000 ere denk düşüyor demektir. Bunun dörtte birini kayıt yanlışı diye kabul
etsek dahi, yine aşağı yukarı 600 bin kişinin esir olmuş, donmuş, yaralanmış,
ölmüş ve firar etmiş olduğu neticesine varırız.
Behiç Bey bu hesabı
Enver Paşa’ya gösterdiği zaman, Enver Paşa Behiç Bey’in yüzüne baktı: “Bunlar nasıl olsa bir gün ölmeyecekler
miydi?” diyerek
meseleyi halletti.
Behiç Bey de, “Evet, bunlar bir gün
gelecek öleceklerdi; fakat memleketi müdafaa edecek kuvvet de bunlardı,” diye
yanıtladı onu.
Enver Paşa bu gencecik Mehmetçikler için
bu ifadeyi kullanırken, Rus Kurmay Başkanı Pietroroviç anılarında
Sarıkamış’a ulaşabilen bir avuç kahramanı şöyle anlatacaktı:
“İlk sırada diz çökmüş beş kahraman. Omuz çukurlarına
yasladıkları mavzerleri ile nişan almışlar. Tetiğe asılmak üzereler. Ama
aşılamamışlar. Kaput yakaları, Allah ’ın rahmetini o civan delikanlıların
yüreklerine akıtabilmek istercesine semaya dikilmiş, kaskatı... Hele
bıyıkları, hele hele bıyıkları ve sakalları! Her biri birer zafer oku gibi
çelik misal. Ya gözler?.. Dinmiş olmasına rağmen, şu kahredici tipinin bile
örtüp kapatamadığı gözleri!.. Apaçık!.. Tabiata da, başkumandana da,
karşısındaki düşmana da isyan eden, ama Allah ’ına teslimiyetle bakan gözler...
Açık, apaçık!..
“Allahuekber Dağlarındaki Türk müfrezesini esir alamadım.
Bizden çok evvel Allah'larına teslim olmuşlardı. ”
Grandük Nikola kumandasındaki Rus ordusu
bir yıllık bir bekleyişten sonra 13 Ocak 1916’da Erzurum cephesinde harekete
geçti. 16 Şubat 1916’da Erzurum, 3 Mart’ta Bitlis ve Muş, 18 Nisan’da Trabzon,
24 Temmuz’da Erzincan düştü.
Rusya’da 1917’nin Mart ayında çarlık
rejimine karşı başlayan ayaklanma kasım ayında Bolşevik rejimin kurulması ve
1918 Ocak ayında Rus ordusunun dağılması ile sonuçlandı. Rus ordusunun dağılıp
çekilmesi üzerine, onların boşalttığı alanlarda 1918 başlarında Antranik
Ozanyan komutasındaki Ermeni birlikleri “Batı Ermenistan
Geçici Hükümeti”
ilan ettiler. Ancak hücuma geçen Türk ordusu karşısında tutunamayarak
dağıldılar. 26 Şubat 1918’de Erzincan, 27 Şubat’ta Trabzon, 12 Mart’ta Erzurum,
2 Nisan’da Van kurtarıldı.
I. Dünya Savaşı’nda, Sarıkamış faciasının
da içinde bulunduğu Ardahan Harekâtı, Köprüköy Savaşı, Sarıkamış Harekâtı,
1915 Malazgirt Savaşı, Kara Killisse Savaşı, Van Savaşı gibi Doğu Cephesi’ndeki
(Kafkasya Cephesi) Osmanlı-Rus savaşlarının Osmanlı’ya yaptığı tahribat
korkunç boyutlardaydı. Sh:98-100
“CEPHEYE GİDEN YOL” Behiç ERKİN (1876 – 11 Kasım 1961)
ENVER
PAŞA’NIN ALMAN HAYRANLIĞI
Kannengiesser
Paşa ile Enver Paşa’nın Alman hayranlığı mevzuunda yaptıkları bir münakaşa
sırasında Behiç Bey, Alman paşaya bir teklifte bulundu:
"Bir
tecrübe yapalım; sizin bir fikrinizi benim fikrim diye ve benim fikrimi de
sizin fikriniz diye Enver Paşa’ya söyleyelim. Göreceksiniz ki, hakikatte sizin
olup benim fikrim diye söyleyeceğiniz fikri kabul etmeyecek, fakat aksini kabul
edecektir.”
Kannengiesser Paşa bunu gerçekten tecrübe
etti ve Behiç Bey’in düşüncesinin doğruluğunu hayretle gördü. sh:75
**
İzmir
Yunanlılar İzmir’e saldırmak üzereyken
orada olan 17. Kolordu’nun başında Nurettin Paşa (Büyük Nurettin ya da
Sakallı Nurettin) diye gayet sert mizaçlı bir komutan vardı. Nurettin
Paşa hem kolordu kumandanıydı hem de İzmir valisi.
Damat Ferit Paşa bu vatansever ve şerefli
komutam görevden aldı. Yerine, Balkan Harbi’nde Selanik'i Yunan’a
savaşmadan teslim eden, askerlikten hiç anlamayan ve emekli olan Ali Nadir
Paşa’yı yeniden askere alıp 17. Kolordu’nun başına getirdi. İzmir
valiliğine ise daha sonra İngiliz casusu olduğu öğrenilen Kanbur İzzet Paşa’yı
atadı.
Fransız ve İngiliz birlikleri İzmir ve
civarındaki birkaç tabyayı işgal ederek Yunanlılara karşı koyulmasını engelledi.
Bu esnada İngilizler İstanbul’da Harbiye
Nazırı’na, “Yunanlılar İzmir ve çevresini işgal edecektir,” diye
bildirimde bulundu.
Nazırımız “Bu Mondros Mütarekesi
uygulamasıdır, karşı durulmamalıdır,” diye fikir beyan etti!!!
Damat Ferit’in paşası, Ali Nadir Paşa
Yunan askeri geldiğinde çatışma olmasın diye tüm askeri kışlaya topladı.
Kanbur İzzet valilik gücünü kullanıp
Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin çalışmalarını yasakladı ve böylece Damat Ferit’in
adamları İzmir’i düşmana peşkeş çekmek için gerekli her hazırlığı tamamlamış
oldular.
Bu esnada yörede yaşayan azınlık Rumlar
Trabzon’dan Sinop’a 400 yıl önce tarihin sayfaları arasında yok olmuş Pontus
Rum Devleti’ni kurmak hevesiyle silahlanıp çeteler oluşturma faaliyetlerine hız
veriyorlardı.
Rusya’da
devrim yaşanması nedeniyle, Erzurum’daki Rus ordusu geri çekiliyordu. Bu geri
çekilme esnasında birkaç yıl önce Rus ordusuna katılmış olan Ermenilerin yanı
sıra İngilizlerin bölgede 25.000 silah dağıttığı Ermeniler de Erzurum’dan
Kars’a kadar çok büyük bir vahşet ve katliam gerçekleştiriyordu.
İngilizler doğuda asayişi sağlaması için
Osmanlı yönetimine baskı yapmaya başladı. Osmanlı yönetimi de o esnada hem
boşta olan hem de İttihatçı olmadığı bilinen Mustafa Kemal Paşa’yı asayişi
sağlasın diye doğudaki 9. Kolordu’nun başına geçirip görevlendirme kararı aldı.
29 Nisan 1919 günü Harbiye Nazırı Şakir Paşa
Mustafa Kemal’i çağırarak 9. Ordu Müfettişliğine (kumandanlığına) atanmasının
kararlaştırıldığını bildirdi.[1]
O esnanda doğudaki 9. Ordu’nun başında
Tuğgeneral Kâzım Karabekir Paşa vardı. (Kâzım Karabekir kıdem olarak Mustafa
Kemal’den 27 ay sonra paşa olmuştur, dolayısıyla Mustafa Kemal Samsun’a ayak
bastığı sırada Anadolu’daki en kıdemli paşaydı.)
İstanbul İngilizler tarafından işgal
edilmiş, 144 vatansever subay Malta’ya sürülmüştü.
Güney
Anadolu’da da Mersin’den Urfa’ya doğru Fransızlar Ermenilerle beraber yürüyüşe
geçti.
İşte, Behiç Bey ile Mustafa Kemal
Şişli’deki evde oturup vatanları ile ilgili ne yapmak gerekir diye kafa kafaya
verdiklerinde, memleketin içinde bulunduğu durum buydu.
Her gün Anadolu’nun başka bir ilinin işgal
edildiği haberi geliyordu. Vatan sevgisi olanlar büyük bir ıstırap çekmekteydiler.
Yunanlıların İzmir’e çıktığı günün ertesi
Mustafa Kemal Paşa da Bandırma vapuru ile Samsun’a hareket etti.
Mustafa Kemal Paşa Samsun’a giderken Türk
halkı ve İngilizler tarafından nasıl biliniyordu bu çok önemlidir. İngiliz resmi
harp tarihi arşivlerinde aynen şöyle yazar:
Çanakkale’de geleceği elinde tutan
komutan, üstün şahıs Mustafa Kemal’di. Çanakkale muharebelerinde göstermiş olduğu
çok yüksek sevk ve idare, fedakârlık ve feragat her türlü övgünün üzerindedir
ve bu konuda ne söylense azdır. Mustafa Kemal Çanakkale’nin kaderini tayin
etmiştir.
Türkler
için Samsun yolundaki Mustafa Kemal, vatan savunmasında o güne kadar görülmüş
en büyük savaşı kazanmış, kahraman bir paşadır. Sh:141-143
**
MUSTAFA
KEMAL, DAMAT FERİT’İ UYARIYOR
20 Mayıs 1919 günü Mustafa Kemal Atatürk,
Damat Ferit’e bir telgraf göndererek onu uyardı:
“İzmir’in Yunan askerleri tarafından
işgali hadisesi, yakından temasta bulunduğum milleti ve orduyu tasavvur ve tasvir
edilemeyecek derecede üzmüştür. Ne millet ne de ordu, mevcudiyetine karşı
yapılan bu haksız tecavüzü kabul edecektir!” Harbiye Nezareti Mustafa Kemal’e
bir telgraf göndererek Diyarbakır’dan Samsun yolu ile İstanbul’a sevk edilecek
olan 198 makineli tüfek, 26 top kaması ve 31.333 sürgü kolunun nerede olduğunu
sordu.
Mustafa Kemal cevap verdi:
“Sevkıyatı durdurdum!”
General Milne derhal Mustafa Kemal’in geri
çağrılması için Harbiye Nezareti’ne yazı gönderdi.
Aynı gün (6 Haziran 1919) Damat Ferit, Osmanlı’yı
parçalayarak kimin nereye sahip olacağı pazarlıklarında belli anlaşmalara
varan emperyalist devletlerin daveti üzerine, Paris Barış Konferansı’na
katılmak üzere Paris’e yola çıktı.
Kendi kafasına göre hazırladığı iki yazı
sunacaktı konferansta, ama onur kırıcı bir yanıt alarak geri döndü hemen.
Osmanlı Harbiye Nazırı, İngiliz generalin
isteğini hemen yerine getirerek Mustafa Kemal’i İstanbul’a çağırdı.
O günlerde
Times gazetesi, “Hindistan Müslümanlarını gücendirme
pahasına da olsa Türkleri İstanbul’dan atmalı,” diye yazıyordu.
ABD Dışişleri Bakanlığı ise ABD elçilik ve
konsolosluklarına bir genelge gönderiyordu:
“Petrol
bulunan, bulunabilmesi olanağı olan her yerde, petrol kaynakları üzerindeki
denetim durumu, gelişme umutları ve bu alanlardaki petrol üretimine Amerika’nın
karışabilme olanaklarının bildirilmesi.”
14 Haziran 1919 günü Mustafa Kemal
Vahdettin’e bir telegraf gönderdi ve eğer zorlanırsa, görevinden istifa ederek
Anadolu’da milletin sinesinde kalacağını yazdı ve İstanbul’a çağırılma nedenini
sordu.
Gelen cevabın başında “İngilizlerin
isteği” yazıyordu.
Mustafa kemal derhal Kâzım Karabekir’e bir telgraf gönderdi: “İstanbul’da
milli bağımsızlık zevkinden yoksun bazılarının İngiliz esaretine girmekte
sakınca görmedikleri anlaşılıyor. Merkezi Hükümet (İstanbul) milli
girişimlerimize karşı her ne şekilde tecavüz elini uzatırsa, uygun şekilde
hemen karşı harekete girişilerek milli gayenin gerçekleştirilmesi zorunludur.”
İstanbul Hükümeti Mustafa Kemal’in Vahdettin’e cevabı üzerine kararını
açıkladı:
“Mustafa
Kemal Paşa’nın azledilerek hiçbir resmi sıfatı kalmamış olduğundan, bildiri ve
emirlerinin resmi nitelik taşımadığının Dâhiliye Nezaretince (İçişleri
Bakanlığı) gereken illere duyurulması.”
Mustafa Kemal de Padişah’a ve bağlı
bulunduğu Harbiye Nezareti’ne istifa ettiğini bildirdi.
Bir bildiri de orduya, valilere ve millete
yazıp gönderdi:
“İstifa ederek kutsal milli gaye için çalışmak üzere
artık milletin sinesinde bir ferd-i mücahidim.”
Bu gelişmeleri yakından takip eden
İngilizler o esnada Erzurum’da bulunan İngiliz Albay Rawlingson’u derhal
Mustafa Kemal’le görüşmeye gönderdiler. Görüşme kısa sürdü!
İngiliz Albay Mustafa Kemal’e, “Erzurum’da
yapmaya çalıştığınız kongreyi yapmayın, aksi halde zor kullanarak kongreyi dağıtırız!” dedi.
Mustafa Kemal’den ise, “O
halde biz de kuvvete kuvvetle karşılık verir, milletin kararını yerine
getiririz! Ne pahasına olursa olsun kongre yapılacaktır, görüşmemiz bitmiştir!” cevabını aldı.
Damat Ferit Erzurum Kongresi’ni yasakladı
ve Mustafa Kemal’in derhal tutuklanmasını emretti.
Mustafa Kemal Osmanlının Doğu Anadolu’daki
15. Kolordu Komutanı Kâzım Karabekir ile buluştu. Mustafa Kemal, Kâzım
Karabekir’den 27 ay daha önce general olduğu için, daha kıdemli idi. Ama o
artık Osmanlı Ordusu mensubu değil, istifa etmiş bir sivildi. Kâzım Karabekir
ise sivil değil, görevi başında bir Osmanlı komutanı. Mustafa Kemal ile Kâzım
Karabekir buluştular.
Kâzım Karabekir esas duruşa geçti ve “Ben
ve kolordum emrinizdeyiz, bundan sonra ne emirleriniz varsa, ifayı (yerine
getirmeyi) şeref bilirim,” dedi.
İngilizlerin bütün tehditlerine rağmen
Erzurum Kongresi yapıldı (23 Temmuz 1919).
“Türkleri zayıflatmak
için Kürtleri harekete geçirmek iyi bir plandır.”
Mustafa Kemal ve Türk halkı şimdi de Sivas
Kongresi’ne hazırlanıyordu. Bu sefer Fransız Jandarma Müfettişi Brunot
kongrenin olmaması için Mustafa Kemal’e haber yolladı. O da cevabını aldı:
“M. Brunot bilmelidir ki Fransızların
Sivas’ı işgale karar vermeleri kendilerine çok pahalıya mal olacak.”
Bu arada özellikle İstanbul’da Amerikan
mandası olma fikirleri Anadolu’dakilerin kulağına geliyordu. Mustafa Kemal
buna da cevabını verdi:
“Manda yok! Ya
istiklal ya ölüm var!”
İstanbul gazetelerinde de çıkan yazılar
halkı yanlış yönlendiriyordu:
“Bütün
cihanın kuvvetine karşı milli bir hareket yaratmak! Ne çocukça bir hayal!” Renin gazetesi (Aslında kapatılan Tanin) (11
Ekim 1919).
“Milli
kuvvetler ateş olsalar cürümleri kadar yer yakarlar.” Ali
Kemal, Peyami Sabah, 14 Kasım 1919
Anadolu Kadınları Müdafaa-yı Vatan
Cemiyeti Mustafa Kemal’e bir telgraf gönderir:
“Sizleri
kendimize rehber kabul ederek Anadolu Kadınlan Müdafaa-yı Vatan Cemiyeti adıyla
bir demek kurduk. Amaç vatan müdafaasıdır. Biz hemşireleriniz de siz muhterem
kardeşlerimizle beraber olacağız ve beraber yaşamak hakkını savunacağız.” (12
Aralık 1919)
Mustafa Kemal ertesi gün Anadolu
Kadınları’ndan gelen bu telgrafa cevap verir: sh:144-147
**
Anadolu’da Milli hükümetin kurulmasına ve
vaziyete hâkim olmasına rağmen, İstanbul hükümeti, Ankara hükümetine karşı
verilen fetvalarla, Damat Ferit’in bildirilerini uçaklarla Anadolu’nun
muhtelif yerlerine attırıyordu.
İşin acı tarafı şudur ki, Türk milletinin
Anadolu’da Yunan işgaline karşı harekete geçtiği bir sırada, başta
padişah-halife olduğu halde, İstanbul hükümeti, bu hareketi bastırmak gayesini
güden beyannameleri Anadolu’ya Yunan uçakları vasıtasıyla attırmak gibi bir
haysiyetsizlik ve rezilliği göze almaktan çekinmiyordu.
Gazetecilerden Refı Cevat Ulunay da 8
Eylül 1920 günkü yazısında,
“Görüyoruz
ki Yunanistan kısa zamanda Mustafa Kemal kuvvetleri denilen çapulcuları
tepeleyecektir,” diye yazıyordu.
Damat Ferit 9 Eylül 1920 Pazartesi günü
Michel Paillares’i, vatanını müdafaa edenlere karşı Venizelos’la ortak hareket
etmek için anlaşmaya Yunanistan’a gönderdi.
Venizelos’un bütün bu gelişmeler
karşısında iştahı iyice kabarıyordu ve İngiltere Başbakanı Lloyd George’a yine
aynı öneride bulundu:
“Türklerin
İstanbul’dan atılması ve Karadeniz bölgesinde Pontus Devleti’nin kurulması.” (4
Kasım 1920)
Venizelos’un bu önerisinin üzerinden
sadece 12 gün geçmişti ki Yunanistan’da genel seçimler oldu. Venizelos
seçimleri kaybetti, hatta Yunanistan’ı bile terk etmek zorunda kaldı.
Sh:170-171
**
Mayıs-Haziran 1922 Genel Durum
8 Mayıs 1922 günü itibarı ile Garp Cephesi’nin
mevcudu 181.000 askerdi.
12 Mayıs günü Yunanistan’da Gunaris
Hükümeti istifa etti. Türk ulusu Mustafa Kemal önderliğinde toparlandıkça
düşman sarsılmaktaydı. İngilizlerin Hint Birlikleri de İstanbul’dan ayrıldı.
Anadolu’da kendine güveni gelen Türk
ulusunun, “Düşmanı denize dökeceğiz,” inancına İstanbul’da gazeteci Ali Kemal, Peyami Sabah
gazetesinde 21 Mayıs 1922’de cevap verdi:
“Ankara ’nın Yunan ’ı denize dökeceği,
bir kuru vaattir.”
Ali Kemal 10 gün sonra, 2 Haziran 1922
günü bir yazıya daha imza attı:
“Ankara’nın tuttuğu yol çıkmaz, çıkmaz,
çıkmaz”
3 Haziran 1922 günü de General Harrington
İngiltere’ye bir rapor yazdı:
“Yunan ordusu daha bir yıl dayanabilir. ”
Mustafa Kemal 14 Haziran günü Adapazarı’na
annesi Zübeyde Hanım’ın elini öpmeye gitti. Zübeyde Hanım Binbaşı Baha Bey’in
demiryolu istasyonundaki evinde misafir edilmişti. Evin önü mahşer günü
gibiydi.
Mustafa Kemal eve doğru yürürken annesi
dışarı çıkmış, oğlunun güçlükle kendisine doğru gelmesini seyrediyor, bir yandan
da mendiliyle gözlerini siliyordu.
Nihayet Gazi Paşa annesinin kollarına
atıldı. Kalabalık, "Allah ayırmasın!” diye gök gürültüsü gibi
bağırıyor, bütün kadınlar ağlayarak dua ediyorlardı.
Gazi Mustafa Kemal Paşa, silah
arkadaşları, Mehmetçik ve vatanını seven her bir birey “Milli Mücadele” için
çalışırken, vatanı müdafaa edip düşmanı topraklarımızdan kovmaya uğraşırken, Vahdettin
yeğeni Sami ile Yüzbaşı Armstrong’a bir mesaj gönderir. Mesajın
özeti:
“M. Kemal ve adamları ingilizlerin düşmanıdır.
Bense dostuyum. Ne isterseniz vermeye hazırım. Halife olmak haysiyetiyle daima
sizin tarafınızı tutanın.”
Vahdettin’in haziran ayındaki bu
açıklamasını, 1 Temmuz günü Ali Kemal’in yazısı takip etti:
“itilaf Devletleri ’nin kararlarına
karşı gelmek yerine, itaat etmek lazımdır.”
Sh:240-241
**
AMERİKA’NIN
BEHİÇ BEY’E TEKLİFİ: DEMİRAĞLARDAN VAZGEÇİN!
Günün birinde bir Amerikalı Ankara’ya
Behiç Bey’i ziyarete geldi ve şu teklifte bulundu: “Demiryolu
inşaatından vazgeçin, müştereken karayolu yapalım ve motorlu nakil vasıtaları
ile (otobüs ve kamyon) yolcu ve eşya nakledelim dedi.
Behiç Bey Amerikalıya sordu:
“Bu karayolu malzemesi ziftten yapılma
değil mi?”
“Evet,” dedi Amerikalı.
“Bu zift petrolden elde edilir değil mi?” diye sordu Behiç Bey.
“Evet,” dedi Amerikalı.
“Peki bu karayolu üstünde işleyecek
vasıtalar mazot ya da benzin kullanacak değil mi?”
“Evet.” dedi Amerikalı.
“Bu mazot ve benzin petrolden elde edilir
değil mi?”
“Evet,”dedi Amerikalı.
“Bu petrol bizde var mıdır?” diye sordu Behiç Bey.
“Korkarım ki hayır,” dedi Amerikalı.
“Bu
memleket kömürü olduğu halde kullanamamış, ağaç keserek odunla trenlerini işleterek
askerini düşmanın karşısına güçlükle dikip özgürlüğünü kazanmıştır. Bizi bu
petrole bu kadar muhtaç hale getirirseniz, kim bilir vatanı bir daha müdafaa
etmek gerekse ne müşkül durumda kalırız. Bu zorlukları tecrübe etmiş olmam
vesilesi ile milli menfaatler adına, ülkenin her yerini karayolu yapmak
düşüncesini sakıncalı bulurum,” dedi Behiç Bey.
Amerikalı ise bu girişiminden bir sonuç
alamadı.
AVRUPA’YI
ASYA’YA BAĞLAYACAK BÜYÜK BİR TÜNEL
Bir
gün bir İngiliz geldi. Londra-Hindistan Demiryolu projesi dâhilinde,
İstanbul Boğazı’nı bir tünel ile geçmek hususunda Behiç Bey ile müzakereye
girişmek istedi. Tünel, Kâğıthane civarından başlıyor ve Pendik’ten çıkıyordu.
Behiç Bey bu kişiden, temsil ettiği şirketin salahiyetnamesine (yetki belgesi)
haiz olmadığı için, bunu getirmesini istedi. İngiliz bir daha görünmedi. sh: 307-308
(Tünelden çıkan gazın kokusunu hissettiniz
mi?)
Kaynak:
Emir KIVIRCIK, Cepheye Giden Yol, 2008 İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar