Print Friendly and PDF

Bu meydanda nice başlar ... Kesilir hiç soran olmaz





 

Bu aşk bir bahri ummandır.

Buna hadd­u kenar olmaz.

Delilim sırrı kur'andır

Bunu bilende ar olmaz

 

Sure(te) geldin ezeliden

Pirim Muhammed Aliden

Şarab­ı Lâ yezaliden

İçenlerde humar olmaz

 

Eğer âşık isen yare

Sakın aldanma ağyare

Düş İbrahim gibi nare

Bu gülşende yanar olmaz

 

Kıyamazsan başa, cana

Irak dur girme meydana

Bu meydanda nice başlar

Kesilir hiç soran olmaz

 

Hakk ile hak olanlara

Kendi özün bilenlere

Dost yolunda ölenlere

Kan bahası dinar olmaz

 

Bak şu Mansurun işine

Halkı üşürmüş başına

Enel Hakkın firaşına

Düşenlere timar olmaz

 

Seyfullah sözünde mesttir,

Şeyhinden aldığı desttir

Dîvâne-râ kalem nîsttir,

Ne söylese kınâr olmaz.

 

******

Bu aşk bir bahr-i ummandır, buna hadd ü kenâr olmaz

Delîlim sırr-ı Kur’ân’dır, bunu bilende âr olmaz.

 

Süregeldik ezelîden, pîrim Muhammed Ali’den

Şarâb-ı lâ-yezâlîden, içenlerde humâr olmaz.

 

Eğer âşık isen yâre, sakın aldanma ağyâre

Düş İbrahim gibi nâre, bu gülşende yanâr olmaz.

 

Kıyamazsan ser ü câna, ırak dur girme meydâna

Bu meydanda nice başlar, kesilir hiç sorâr olmaz.

 

Hak ile hâk olanlara, kendi özün bilenlere

Dost yolunda ölenlere, kan pahâsı dinâr olmaz.

 

Biz âşığız biz ölmeyiz; çürüyüp toprak olmayız

Karanlıklarda kalmayız, bize leyl ü nehâr olmaz.

 

Bak şu Mansur’un işine, halkı üşürmüş başına

Ene’l-Hakk’ın firâşına, düşenlere tımâr olmaz.

 

İşte bu sırr-ı Kur’ân’dır, “Küllü men aleyhâ fân”dır

İki kapılı bir handır; konan göçer, karâr olmaz.

 

Seyfullah sözünde mesttir, şeyhinden aldığı desttir

Dîvâne-râ kalem nîsttir, ne söylese kınâr olmaz.

 

(Seyyid Nizamoğlu)

 

SEYYİD NİZÂM EFENDİ

İstanbul evliyâsından. Asıl adı, Nizâmeddîn Ahmed Ebâ Nesîm’dir. Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem torunu hazret-i Hüseyin evlâdından olup Seyyiddir. Babası Şehâbeddin Efendi, hazret-i Hüseyin’in Abdullah A’rec kolundan olan torunlarındandır. Peygamber efendimizin yirmi yedinci torunudur. Halk arasında “Seyyid Nizâm” diye meşhûr olmuştur.

Bağdat’ta doğdu. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. 1550 (H. 957) senesinde İstanbul’da vefât etti. Kabri İstanbulda, Silivrikapı’da Seyyid Nizâm Câmii içindedir.

Aslen Bağdatlı olan Seyyid Nizâm Efendi, Kâsım Zülfikâr Mâzenderânî’nin ilim meclislerinde ve hizmetinde bulunarak tasavvuf yolunda ilerledi. Yavuz Sultân Selim Hânın pâdişâhlığı devrinde İstanbul’a geldi. Silivrikapı dışındaki dergâha şeyh oldu. Burada talebe yetiştirdi. İnsanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatıp onların dünyâda ve âhirette kurtuluşa ermeleri için gayret etti. Pekçok kimse onun sohbetlerinde bulunup feyz aldı. Çok kerâmetleri görüldü.

Seyyid Nizâm Efendi ile berâber hacca giden bir zât şöyle naklediyor: “Seyyid Nizâm ile hacca gitmek üzere yola çıktık. Beytullaha ulaşmamıza on günlük yol varken bana; “Oğlum aç gözünü temâşâ kıl. Hak teâlâ Beytullah’ı bize istikbâle (karşılamaya) göndermiş. Meğer hacılar içinde ne makbûl kullar varmış.” buyurdu. Gökyüzüne nazar ettim. Olanları gördüm. Biz yer üzerinde yürürken Beytullah da gökyüzünde yürüyordu.

Medîne-i münevverede Resûlullah efendimizin Ravda-i mütahharasına vardık. Konaklamak için çadırlarımızı kurduk. Seyyid Nizâm hazretleri abdest alıp kabr-i saâdete giderken ben de gizlice arkasına düştüm. Hazret, Hücre-i seâdetin kapısına yapışıp inleyerek feryâd ediyor ve; “Ey Ceddim! Huzûrunuza girmek ve bizzat kabr-i seâdete yüzümü sürmek istiyorum” diyordu. O sırada kabr-i seâdetten; “Teâle ileyye yâ büneyye = Bana gel ey oğlum” diye bir hitâp geldi. Hücre-i seâdetin kapısının kilidi açıldı. Kabr-i seâdetten etrafa nûr saçıldı. Olan hâdiseleri görünce aklım başımdan gitti, bayılıp düşmüşüm. Daha sonra Seyyid Nizâm hazretlerinin ne yaptığını hatırlıyamıyorum. Bir müddet sonra şeyh dışarı çıkmış, beni kendinden geçmiş, perişan bir halde bulmuş. Beni uyandırdı. Bana “Niçin böyle yaptın. Haberim olmadan niçin arkamdan geldin?” diyerek azarladı ve sakın gördüğün bu hâli, kimseye söyleme!” buyurdu. Kendisi hayatta iken bu sırrı kimseye açmadım.”

Seyyid Nizâm hazretlerinin talebelerinden birisi şöyle anlattı: “Hocamdan gizli olarak bir iş yapmağa teşebbüs ettim. Bu yaptığımdan hocamın haberi olmaz diye düşündüm. Bir gecenin yarısında hocam yattığım odaya geldi. Beni uykudan uyandırarak; “Yürü gidelim. Dergahta tevhîd edelim” buyurdu. Kalkıp abdest aldım, dergâha girdim. Baktım ki hocam uyuyor, nâlınları rafta duruyor, sofiler etrafında toplanmışlar, kandiller yanıyor, melekler etrafında dönüyorlar. Hayret içinde kaldım. Bana bir korku geldi. Kendi odama döndüm. Sabaha kadar Kelime-i tevhîd okudum. Benim hayretim şundandı: Beni uykumdan uyandırıp tevhide çağıran hocam, kendi odasında uyuyordu. Sabah namazından sonra hocam beni çağırdı ve sitemli bir tavırla; “Derviş! Bildin mi ve ahvâle (durumlara) vâkıf oldun mu? Meşâyıh-ı kirâmın (Büyük şeyhlerin) bilinen vücûdundan başka bir cism-i latif-i nûrânîlerinin (beş duyu ile idrak edilemeyen nurdan bedenlerinin) dahi var olduğuna inandın mı? Bir daha gizli iş yaptığını sanma!” buyurdu. Ben utandım. Yaptığıma pişman oldum. Yaptığım her işe istigfâr ettim ve böylece tasavvuf yolunda ilerleyip irşâd makâmına ulaştım.”

Seyyid Nizâm hazretlerinin zamanında yaşamış ve hacca gitmiş olan bir kimse şöyle anlattı: “Medîne-i münevvere’de Resûlullah efendimizin mübârek Ravda-i mütahherasına karşı durup ağlayarak uyudum. Rüyâmda Resûlullah’ı gördüm. Bana buyurdular ki: “İstanbulda benim evlâdımdan Seyyid Nizâm vardır. Onu bul. Dâima ziyâret et. Böylece beni görmüş ve cemâlime ermiş olursun”. Ben hac dönüşü İstanbul’a gelip Seyyid Nizâm hazretlerini buldum, sık sık ziyâret ettim ve mübârek sohbetlerinden istifâde ettim.

Seyyid Nizâm hazretleri altmış üç yaşına geldiğinde 1550 (H.957) senesi Muharrem ayının bir Cumâ gecesinde rahatsızlandı. Ölüm hastalığı sırasında sağ tarafına bakıp; “Ceddim Resûlullah aleyhisselâm geldi. Bu dünyâdan gidelim, Cennet’e uçalım” buyuruyor.” dedi. Rûhunu teslim etmeden önce burnundan kan geldi. Ellerini kana bulaştırarak güzel yüzlerine sürdü ve; “Allahü teâlâya hamd ve şükürler olsun ki bugün ceddim (dedem) hazret-i Hüseyin’in âlûde hûn (kana bulaşmış) oldukları gibi ben de öylece gidiyorum” buyurdu. “Yâ Allah” ism-i celîlini söyleyerek rûhunu teslim etti.

Cenâze namazında on bin kişiyi aşkın cemâat bulundu. Cenâze namazını büyük velî Merkez Efendi, Fâtih Câmiinde kıldırdı. Silivrikapı’da yaptırdığı şimdi câmi olan dergâhın içine defnedildi. Merkez Efendi onun defni sırasında şâhid olduğu bir husûsu şöyle nakletti: “Seyyid Nizâm hazretlerini kabre indirdiler. Ben telkîn verdim. O anda hazret-i Seyyid’in bir sedâsını işittim, buyurdu ki: “Biz cevâbımızı verdik. Var sen kendi cevâbını hazırla.” Seyyid Nizâm hazretlerinin vefâtı sırasında Kanûnî Sultan Süleymân Han, Osmanlı pâdişâhıydı.

Seyyid Nizâm hazretleri uzun boylu, yassı yanaklı, ela gözlü, açık kaşlı, yuvarlak yüzlü, lisânı çok düzgün olup, hazret-i Ali gibi heybetli idi. Hattâ onun için; “Emîrü’l-müminîn hazret-i Ali’ye benzer.” diye söylenirdi. Güzel ahlâk sâhibi olup pek cömertti. Seyyid Nizâm hazretlerinin Seyyid Seyfullah Efendi isminde âlim ve velî bir oğlu vardı.

1) Sicilli Osmânî; c.4, s.559

2) Osmanlı Müellifleri; c.1, s.86

3) Hazret-i Seyyid Nizâm; ( A.Akıncı ) s.1 vd.

SEYYİD SEYFULLAH KÂSIM EFENDİ

İstanbul’un büyük velîlerinden. İsmi, Seyfullah Kâsım bin Nizâmüddîn’dir. Doğum târihi belli değildir. 1601 (H.1010) senesinde İstanbul’da vefât etti. Kabri, Silivrikapı’ya giden caddenin sağ tarafındaki sed üzerindedir. Kabrin üzeri açık olup, etrâfı parmaklıkla çevrilidir.

Babası, Seyfullah Kâsım Efendi’yi, iyi edeb ve terbiye olması için Ümm-i Sinân hazretlerine teslim etti. Seyyid Kâsım Efendi, onun yanında zâhirî ve bâtınî ilimleri öğrendi. Ümm-i Sinân hazretlerinden icâzet aldı. Yüksek mânevî mertebelere ve kemâle kavuştu. Babası da evliyânın büyüklerinden idi.

Seyyid Seyfullah Efendi birçok eser yazdı. Yazdığı eserlerden bâzıları şunlardır: 1) Mi’râc-ül-Mü’min, 2) Âdâb-ül-Menâzil, 3) Câmi-ul-Avârif ve Ma’den-ül-Me’ârif, 4) Silsile-i Tarîkat, 5) Miftâh-ı Vahdet-i Vücûd, 6) Esrâr-ul-Ârifiyye, 7) Silsile-i Nebeviyye, 8) Silsile-i Nesebiyye, 9) Etvâr-ı Seb’a, 10) Seyr-üs-Sülûk, 11) Dîvân. Ayrıca Resûlullah efendimizin Ehl-i beytini medheden çok şiirleri vardır. Eserlerinin hepsi bir kitapta basılmıştır.

Bir beyti:

Nân için medh eyleme nâdânı, Nâdânlık budur.

Hayber-i nefsin helâk et, Şâh-ı merdânlık budur.

Açıklaması: Bir lokma ekmek için karşındaki câhil adamı methetmeye kalkma. Çünkü asıl câhillik budur. Elinden geliyorsa nefsini yen. İrâdene sâhip ol. İşte asıl mertlik de böyle olur.

Meşhûr bir ilâhîsi:

Bu aşk bahr-ı ummandır

Buna hadd ü kenâr olmaz

Delîlim sırr-ı Kur’ân’dır

Bunu bilende âr olmaz

Süregeldik ezelîden,

Pîrim, Muhammed, Ali’den

Şarâb-ı lâ-yezâlîden,

içenlerde humâr olmaz.

Eğer âşık isen yâra

Sakın aldanma ağyâra,

Düş İbrâhim gibi nâra,

Bu gülşende yanar olmaz.

Kıyamazsan başa, câna,

Irak dur girme meydâna,

Bu meydânda nice başlar,

Kesilir hiç sorar olmaz.

Hak ile hak olanlara,

Kendi özün bilenlere,

Dost yolunda ölenlere,

Kan behâsı dînâr olmaz.

Bak şu Mansûr’un işine

Halkı üşürmüş başına

Ene’l-Hakk’ın firâşına

Düşenlere tîmâr olmaz.

Seyfullah sözünde mestdür.

Şeyhinden aldığı destdür

Dîvâne râ kalem nîstdür (yokluk)

Ne söylese kınar olmaz.

KİMSEYE SÖYLEME

Seyyid Seyfullah Efendi, Câmi-ul-Avârif adlı eserinde kendisi şöyle anlatır: “Merhûm babamla berâber hacca gitmiştim. Mahfelin (devenin üzerinde, insanların oturduğu yerin) bir tarafına babam, diğer tarafına da ben binmiştim. Uzun bir yolculuktan sonra Medîne-i münevvere ve Mekke-i mükerreme topraklarına yaklaşıyorduk. Bir ara babam bana; “Oğlum! Gözünü aç! Hak teâlâ Beytullah’ı bizi karşılamaya gönderdi. Hacılar arasında Allahü teâlânın ne makbûl kulları varmış.” buyurunca, ben gökyüzüne doğru baktım. Bu sırada Beytullah’ın izzeti ile gökyüzünde durmakta olduğunu gördüm. Biz yürüdükçe, o da yürüyordu. Medîne-i münevvereye gelince çadırlarımızı kurduk. Gece yarısı olunca babam çadırdan dışarı çıktı. Ben de merâk edip, peşine düştüm. Babam abdest alıp, Ravda-i mutahharaya vardı. Resûlullah efendimizin Hücre-i seâdetlerinin kapısından içeri girdi. Yüzünü orada toprağa sürmek isterken, birden Hücre-i seâdetten Resûlullah efendimizin; “Bana gel oğlum.” sözlerini duydu. Bu manzara karşısında çok heyecanlanmıştım. Bu sırada babam Hücre-i seâdetten çıkınca beni gördü. “Bana birşey söylemeden niçin peşimden geldin? Sakın, bu hâli kimseye söyleme.” dedi.”

1) Sefînet-ül-Evliyâ; c.4, s.170

2) Osmanlı Müellifleri; c.1, s.81

3) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.16, s.185

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar