Print Friendly and PDF

Kapitalizm ve Özgürlük ...Milton Friedman

Bunlarada Bakarsınız

 


Özgün Adı / Capitalism and Freedom

İçindekiler

GİRİŞ................................................................ I

BÖLÜM 1......................................................... 9

EKONOMİK ÖZGÜRLÜKLE SİYASİ ÖZGÜRLÜK /IRASINDAKİ İLİŞKİ

BÖLÜM 2......................................................... 30

ÖZGÜR BİR TOPLUMDA DEVLETİN ROLÜ

BÖLÜM 3......................................................... 50

PARANIN KONTROLÜ

BÖLÜM 4......................................................... 75

ULUSLARARASI MALÎ VE TİCARÎ DÜZENLEMELER

BÖLÜM 5......................................................... 100

MALÎ POLİTİKA

BÖLÜM 6......................................................... 114

EĞİTİMDE DEVLETİN ROLÜ

BÖLÜM 7......................................................... 145

KAPİTALİZM V E A YRIMCILIK

BÖLÜM 8......................................................... 160

İŞ VE İŞGÜCÜ ÇEVRELERİNİN

SOSYAL SORUMLULUĞU VE TEKEL

BÖLÜM 9....................................................... 184

ÇALIŞMA RUHSATI UYGULAMALARI

BÖLÜM 10..................................................... 217

GELİR DAĞILIMI

BÖLÜM 11..................................................... 239

SOSYAL REFAH ÖNLEMLERİ

BÖLÜM 12..................................................... 258

YOKSULLUĞUN HAFİFLETİLMESİ

BÖLÜM 13..................................................... 266

SONUÇ

2002 Baskısına Önsöz

Bu kitabın 1982 baskısına yazdığım önsözde, 1962 senesindeki ilk basımı sırasında aldığım tepkilerle eşimle birlikte yazdığımız, aynı felsefeyi savunan bir sonraki ki­tabımız Free to Choose'un 1980’de basılması esnasında al­dığım tepkiler arasındaki dramatik değişimi belgelemiş­tim. Bu bakış açısındaki değişim, hükümetin Keynesyen yaklaşımlar ve refah devleti uygulamalarının etkisiyle ar­tan rolüyle geçen zaman zarfında daha da gelişti. 1956 yılında benim ders verdiğim ve eşimin de bu kitaba şekil vermem konusunda bana yardımcı olduğu zamanlarda, hükümetin Birleşik Devletler’deki —federal, eyalet ve ye­rel düzeylerdeki-harcamaları toplamı millî gelirin yüzde yirmi altısına tekabül ediyordu. Bu harcamaların büyük bir çoğunluğu da savunma amaçlıydı ve savunma harici harcamalar da milli gelirin sadece yüzde on ikisine denk geliyordu. Yirmi beş sene sonra bu kitabın 1982 basımı esnasında toplam harcama milli gelirin yüzde otuz do­kuzu oranına yükselmişti ve savunma harici giderler iki kattan daha fazla bir yükseliş göstermiş ve milli gelirin yüzde otuz biri oranına ulaşmış bulunuyordu.

Elbette, bu değişimin fikir iklimine etkileri de olacaktı. Margaret Thatcher’m Britanya’da, Ronald Rcagan’ııı da Birleşik Devletler’de seçimi kazanmasına giden yolun açılması bu etkilerden biridir. Belki Leviathan”ı durdur­muşlardı ama bir taraftan da onu öldürmüyorlardı. Bir­leşik Devletler’de toplam hükümet harcamaları 1982 se­nesinde yüzde otuz dokuz iken yavaş bir düşüşle 2000 senesine gelindiğinde yüzde otuz altılara geriledi ama bunun neredeyse tüm sebebi savunma harcamalarında­ki azalmaydı. Savunma harici harcamalar 1982 senesinde kabaca sabit olarak yüzde otuz bir iken bu oran 2000’e gelindiğinde yüzde otuzdu.

1989 yılında Berlin Duvarı’nın yıkılması ve 1992’de Sovyetler Birliği’nin çöküşü sonucunda bu yaklaşım daha fazla destek buldu. Bu iki olay, son vetmiş sene­dir tecrübe edilen ekonomiyi düzenlemenin iki alterna­tif yolunu dramatik bir biçimde sonlandırdı: tavandan tabana yapılanmayla tabandan tavana yapılanma; merke­zi planlama ve kontrol mekanizmalarıyla serbest piyasa, daha net söylersek kapitalizmle sosyalizm. Bu denetlerin sonuçları daha önce benzer daha ufak çaplı denemeler­de öngörülmüştü aslında: Hong Kong ve Tayvan’la Çin, Doğu Almanya’yla Ban Almanya ve Güney Kore’yle Kuzey Kore bunlara örnek teşkil eder. Ama Berlin Duvan’nın yıkılması ve Sovyet Birliği’nin çöküşünün dra­matik sonuçlan genel kanının bir parçası haline geldi ve böylece merkezî planlamanın aslında Friedrich A. Hayek’in 1944’teki o dâhiyane polemiğinde belirttiği gibi, Kölelik Yolu olduğu fikri kabul gördü.

Birleşik Devletler ve Büyük Britanya için doğru olan şeyler diğer ileri Batı ülkeleri için de geçerlidir. Savaş sonrasındaki on yıllık süreçte artarda pek çok ülkede patlama yaşadığına şahit olunan sosyalizm, zamanla ihti­yatlı ve durağan bir yapı arz etmeye başladı. Bugün dahi tüm bu ülkelerde baskı, piyasanın rolünü daha da arttır­mak ve devletin rolünü azaltmak yönünde. Ben bu duru­mu fikirle uygulama arasındaki uzun boşluk olarak özet­liyorum. II. Dünya Savaşı’nı takip eden on yılların hız­lı sosyalizasyon süreci savaş öncesindeki anlayışın kolek­tivizme doğru evrilmesıne yol açtı; geçen birkaç on yılın hantal ya da durağan sosyalizm tecrübesi bakışların sa­vaş sonrası değişimin erken etkilerine yönelmesine se­bep oldu; geleceğin desosyalizasyon süreci de Sovyetler Birliği’nin çöküşü ile beslenen değişimin olgun etkileri­ni yansıtacaktır.

Bu görüş değişikliğinin az gelişmiş dünya ülkele­ri üzerinde çok daha kesin etkileri olmuştur. Bu, günü­müzdeki en büyük komünist devlet, Çin için de geçerli­dir. Deng Xiaoping’in yetmişlerin sonla tında piyasa re­formlarına başlamasıyla tarım alanlarının özel mülkiye­te açılması, elde edilen ürün miktarında önemli bir artışa sebebiyet verdi ve diğer piyasa öğelerini de komünist ku­manda toplumuna sokmuş oldu. Ekonomik özgürlükte­ki bu sınırlı artış Çin’in çehresini değiştirdi ve bizim öz­gür pazarlara olan inancımızı da pekiştirmiş oldu. Çin halen özgür bir toplum olmaya çok uzak bir noktada olabilir ama şüphe yok ki Çin’in insanları daha özgürler ve Mao dönemine kıyasla daha refah içinde yaşıyorlar. Politika hariç her açıdan daha özgür oldukları rahatlık­la söylenebilir. Bunun yanında siyasal özgürlüklerin ge­lişimiyle ilgili küçük çapta birkaç olay da gözlenebiliyordu. Margaret Thatcher’ın Britanya’da, Ronald Rcagan’ın da Birleşik Devletler’de seçimi kazanmasına giden yolun açılması bu etkilerden biridir. Belki Leviathan1’! durdur­muşlardı ama bir taraftan da onu öldürmüyorlardı. Bir­leşik Devletler’de toplam hükümet harcamaları 1982 se­nesinde yüzde otuz dokuz iken yavaş bir düşüşle 2000 senesine gelindiğinde yüzde otuz altılara geriledi ama bunun neredeyse tüm sebebi savunma harcamalarında­ki azalmaydı. Savunma harici harcamalar 1982 senesinde kabaca sabit olarak yüzde otuz bir iken bu oran 2000’e gelindiğinde yüzde otuzdu.

1989 yılında Berlin Duvarının yıkılması ve 1992’de Sovyetlcr Birliği’nin çöküşü sonucunda bu yaklaşım daha fazla destek buldu. Bu iki olay, son yetmiş sene­dir tecrübe edilen ekonomiyi düzenlemenin iki alterna­tif yolunu dramatik bir biçimde sonlandırdı: tavandan tabana yapılanmayla tabandan tavana yapılanma; merke­zi planlama ve kontrol mekanizmalarıyla serbest piyasa, daha net söylersek kapitalizmle sosyalizm. Bu deneylerin sonuçları daha önce benzer daha ufak çaplı denemeler­de öngörülmüştü aslında: I long Kong ve Taivvan’la Çin, Doğu Almanya’yla Batı Almanya ve Güney Kore’yle Kuzey Kore bunlara örnek teşkil eder. Ama Berlin Duvan’nın yıkılması ve Sovyet Birliği’nin çöküşünün dra­matik sonuçları genel kanının bir parçası haline geldi ve böylece merkezî planlamanın aslında Fricdrich A. Hayek’in 1944'teki o dâhiyane polemiğinde belirttiği gibi, Kölelik Yolu olduğu fikri kabul gördü.

Birleşik Devletler ve Büyük Britanya için doğru olan şeyler diğer ileri Batı ülkeleri için de geçerlidir. Savaş sonrasındaki on yıllık süreçte artarda pek çok ülkede patlama yaşadığına şahit olunan sosyalizm, zamanla ihti­yatlı ve durağan bir yapı arz etmeye başladı. Bugün dahi tüm bu ülkelerde baskı, piyasanın rolünü daha da arttır­mak ve devletin rolünü azaltmak yönünde. Ben bu duru­mu fikirle uygulama arasındaki uzun boşluk olarak özet­liyorum. II. Dünya Savaşı’nı takip eden on yılların hız­lı sosyalizasyon süreci savaş öncesindeki anlayışın kolek­tivizme doğru evrilmesine yol açtı; geçen birkaç on yılın hantal ya da durağan sosyalizm tecrübesi bakışların sa­vaş sonrası değişimin erken etkilerine yönelmesine se­bep oldu; geleceğin de sosyalizasyon süreci de Sovyetler Birliği’nin çöküşü ile beslenen değişimin olgun etkileri­ni yansıtacaktır.

Bu görüş değişikliğinin az gelişmiş dünya ülkele­ri üzerinde çok daha kesin etkileri olmuştur. Bu, günü­müzdeki en büyük komünist devlet, Çin için de geçerli­dir. Deng Xiaoping’in yetmişlerin sonlannda piyasa re­formlarına başlamasıyla tarım alanlarının özel mülkiye­te açılması, elde edilen ürün miktarında önemli bir arnşa sebebiyet verdi ve diğer piyasa öğelerini de komünist ku­manda toplumuna sokmuş oldu. Ekonomik özgürlükte­ki bu sınırlı artış Çin’in çehresini değiştirdi ve bizim öz­gür pazarlara olan inancımızı da pekiştirmiş oldu. Çin halen özgür bir toplum olmaya çok uzak bir noktada olabilir ama şüphe yok ki Çin’in insanları daha özgürler ve Mao dönemine kıyasla daha refah içinde yaşıyorlar. Politika hariç her açıdan daha özgür oldukları rahatlık­la söylenebilir. Bunun yanında siyasal özgürlüklerin ge­lişimiyle ilgili küçük çapta birkaç olay da gözlenebiliyor; pek çok yerleşim biriminde bazı yöneticilerin seçimle iş­başına gelmeleri gibi. Çin’in kat etmesi gereken daha çok yol var ama şu anda doğru yönde ilerlediği söylenebilir.

II. Dünya Savaşı’nın hemen ardından gelen dönem­de standart doktrin, üçüncü dünyanın gelişimi için mer­kezi planlama ve geniş kapsamlı yabancı yardımlarının gerekliliğiydi. Bu formülün Peter Bauer ve diğerleri ta­rafından etkin bir şekilde gösterildiği gibi denendiği her yerdeki başarısızlığı ve Doğu Asya Kaplanlarının -Hong Kong, Singapur, Tayvan ve Güney Korepiyasa mer­kezli politikalarının dramatik başarısı, kalkınma için çok farklı bir doktrinin geliştirilmesine sebep oldu. Bugün pek çok Latin Amerika ve Asya ülkesiyle, birkaç Afri­ka ülkesi piyasa merkezli bir yaklaşımı öngörmekte ve devlete bu yaklaşımda çok daha az bir rol bırakmaktadır. Eski Sovyet uydularının birçoğu da aynı şekilde davran­mıştır. Tüm bu durumlarda, bu kitabın temel konusu­nu da göz önüne alarak, ekonomik özgürlüklerdeki artı­şın siyasi ve sivil özgürlüklerin artışıyla el ele ilerlemek­te olduğu ve refah artışına neden olan rekabetçi kapita­lizmle özgürlüğün birbirinden ayrılamaz bir bütün oldu­ğu hatırlanmalıdır.

Son bir kişisel not: Bir yazar için ilk çıkışı üzerinden kırk sene geçmiş eserini yorumlayabilmek, çok az karşı­laşılan bir imtiyazdır. Bu şansa sahip olmaktan çok mut­luyum. Kitabın zamana direnip ayakta kalmış olması ve bugünün sorunlarına cevap verebilir halde olması beni çok memnun ediyor. Yapabileceğim tek bir büyük deği­şiklik, olsaydı eğer, ekonomik özgürlük ve siyasal özgür­lük «eklindeki ayrımımı; ekonomik özgürlük, sivil özgür­lük ve siyasal özgürlük olarak üçe ayırmak olurdu. Bu ki­tabı bitirmemle beraber Hong Kong; Çin’e geri katılma­dan önce, ekonomik özgürlüğün sivil ve siyasal özgür­lük adına bir şart olduğu ama siyasal özgürlüğün istenen bir şey dahi olsa ekonomik ve sivil özgürlüklerin bir şar­tı olmadığı konusunda beni ikna etti. Tüm bu satırların arasında, kitabın büyük yanlışı olarak siyasal özgürlüğün rolüne yetersiz yaklaşılması görünüyor ki bu da bazı du­rumlar altında ekonomik ve sivil özgürlükleri arttırırken, kimi durumlarda da ekonomik ve sivil özgürlüklere en­gel teşkil edebilmektedir.

Stanford, California/
11 Mart 2002

1982 Baskısına Önsöz

Eşimin yardımlarıyla şekillenen bu kitaptaki konuş­malarım neredeyse bir çeyrek yüzyıl önce yapılmışlardı. O zamanların entelektüel yaşamının içinde olan insanlar için dahi zor olan o dönemin düşünce iklimini yeniden kurmanın, o dönemde on yaşın altında olan, hatta doğ­mamış olan şu anki nüfusun yansından fazlası için hayli hayli zor olacağı aşikârdır. Biz, devletin büyümesiyle öz­gürlüğün ve zenginliğin üzerinde beliren refah devleti­nin ve Keynesyen düşüncelerin coşkusuna yönelik tehli­keden oldukça endişeli olanlar, çoğunluğu oluşturan di­ğer entelektüeller tarafından etrafları satılmış aykırı bir azınlıktan başka bir şey değildik.

Hattâ yedi yıl sonra, bu kitap ilk defa basıldığında dahi büyük milli yayınlarda hiç yer almamıştı. Londra’da The Tconomist ve diğer büyük yayınlara ulaşmış olmasına rağmen The Neıv York Timefta, The Herald Tribune’de. (o zamanlar hâlâ New York’ta basılmaktaydı), The Chicago Tribune’dc, Time’da, Newsweek’tc, hatta Saturday Rebienta ilahi hakkında tek satır yoktu. Bu da toplumun geneli­ne yönelik olarak, büyük bir Birleşik Devletler üniversitesinde profesör olan bir yazar tarafından yazılmış, gele­cek on sekiz senede 400.000 kopyanın üzerinde satacak bir kitaba yönelik ilginç bir muameleydi. Kariyer seviye­si olarak hemen hemen aynı düzeylerde olmakla birlik­te refah devleti ya da sosyalizm ya da komünizm yanlı­sı olan bir ekonomiste yöneltilecek tepkinin aynı şekilde olacağını beklemek pek de inandırıcı olmamaktadır.

Geçtiğimiz çeyrek yüzyılda entelektüel iklimin ne öl­çüde değişime uğradığı eşim ve benim tarafımdan yazı­lan, Kapitalizm ve Özgürlük ile aynı felsefi temeller üze­rinde şekillenen ve 1980 yılında basılan Free to Choose adlı eserde açıklanmıştır. Bu kitap tüm büyük yayınlar­da, hattâ bazılarında özellikle ele alınarak ve uzun bir ya­zının konusu olarak yorumlanmıştır. Sadece bir bölüm Fook Digesfte yeniden basılmakla kalmamış ayrıca ka­pakta da yer almıştır. Free to Choose Birleşik Devletler’de ilk senesinde 400.000’e yakın ciltli kopya satmış ve on iki farklı dile çevrilmiş, ayrıca 1981 yılında kitlelere ulaşması için karton kapaklı olarak basılmıştır.

Bu iki kitabın karşılaştığı tavır farklılığının aralarında­ki kalite farkıyla açıklanacağı inancında değiliz. Aslında önceki kitap daha felsefi ve soyuttu ve ayrıca daha temel bilgiler üzerineydi. Free to Choose’un önsözünde de belirt­tiğimiz gibi Free to Choose teoriden çok pratik üzerine yo­ğunlaşmış bir kitaptır. Kapitalizm ve Özgürlük’ün yerine geçmekten çok, onu tamamlar niteliktedir. Yüzeysel bir düzeyde bu iki kitabın karşılaştıkları tavır arasındaki fark televizyonun gücüne atfedilebilir. Free to Choose PBS’te aynı isimle yaptığımız diziye dayanıyordu ve şüphesiz bu TV dizisinin başarısı kitabın başarısını tetiklemiştir.

Bu açıklama çok yüzeysel kalıyor çünkü bu TV programının varoluşu ve başarısı düşünce ikliminin değişimi ile mümkün olmuştur. Kimse bize 1960’larda gelin de Free to Choose gibi bir program yapın diye teklif getirme­di. Eğer bitilen bu tip programlara destek olsaydı birkaç tanesinin ortalarda olması kaçınılmaz olurdu. Bir şekilde böyle bir program yapılmış olsaydı bile, o programdaki görüşlere açık bir seyirci kitlesinin bulunması mümkün değildi. Daha sonraki kitabın açık fikirli bir kitle bulma­sı ve İV programının başarısı daha çok genel düşünce ikliminin değişmesiyle ortaya çıkabilmiştir. Bu iki kitap­taki düşünceler entelektüel dünyanın ana akımı olmak­tan hâlâ çok uzaktır ama en azından şu anda entelektüel çevrede saygı görüyorlar ve liberal toplumda kabul edi­lebilir bulunuyorlar.

Genel bakışın değişimi bu kitap sayesinde, ya da aynı felsefi geleneğin mahsulü diğer kitaplar -örneğin Hayek’in Kölelik Yolu ile Özgürlüğün Anayasası gibisayesin­de olmamıştır. Buna kanıt olarak sadece 1978 senesinde Commentary’nin editörleri tarafından düzenlenen Ka­pitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi sempozyumundaki makaleler gösterilebilir. Bir bölümde şöyle denir: “Ka­pitalizm ve Demokrasi arasında kaçınılmaz bir bağ oldu­ğuna dair bir düşünce var ve demokrasi daha önceleri böyle bir görüşün sadece yanlış değil ayrıca siyasi olarak da tehlikeli olduğunu düşünen bir grup entelektüel tara­fından akla yatkın olarak görülüyor.” Benim buna kat­kım Kapitalizm ve Özgürlük?te geçen etkili bir alıntı. Adam Smith’in bu kısa sözü ve kapanış çağrısı: “Yolculuğa hoş geldiniz”. 1978 yılında bile sempozyumun ben hariç 25 katılımcısının ancak 9 tanesinin açıkladıkları görüşlerin Kapitalizm ve özgürlük’iin temel mesajıyla bir yakınlık taşıdığı söylenebilir.

Düşünce iklimindeki değişim, felsefi ya da teorik alanlardaki değişimlerin değil deneyimlerin sonucunda oluşmuştur. Bir zamanlar, entelektüel sınıfların büyük umutları olan Rusya ve Çin, tüm bu umutları boşa çı­karmıştı. Fabian sosyalizmi aracılığıyla Amerikan ente­lektüelleri arasında ezici bir etki yaratan Büyük Britanya büyük sorunlar içindeydi. Bizde de aşırı devlet müptelası olan ve büyük kitlelerce desteklenen Milli Demokratik Parti, Vietnam Savaşı ile özellikle Başkan Kennedy ve Başkan Johnson’ın oynadıkları rollerin ardından hayal kırıklığı yaratmıştı. Büvük reform programlan — refah toplumu uygulamaları, toplu konutlar, işçi sendikalarının desteklenmesi, okulların entegrasyonu, eğitime federal yardım ve pozitif ayrımcılık gibiküllerine karışıyor­du. Nüfusun kalanıyla beraber cüzdanlar enflasyon ve yüksek vergilerle boşalıvordu. Bu fenomen sadece pren­sipleri anlatan kitaplarda açıklanan düşüncelerin inandıncılığını değil, neredeyse aynı program ve aynı mesajı ta­şımakta olan iki adamdan Barry Gokhvater’ın 1964’teki ezici mağlubiyetiyle Ronald Reagan’ın 1980’deki ezici galibiyeti arasındaki bağlantıyı da açıklar.

O zaman bunun gibi kitapların rolü ne olabilir? Çift cevabı var bunun. İlki, erkek sohbetlerine konu yarat­mak. l'ree lo Cboose’ım önsözünde de yazdığımız gibi: “Sizi tamamen ikna edebilecek tek kişi ancak kendiniz olabilirsiniz. Boş zamanlarınızda sorunları kafanızda evirip çevirmelisiniz, birçok tartışmayı göz önüne alma­lı, fikirlerin yavaş yavaş pişmelerine izin vermeli ve uzun bir zaman sonra tercihlerinizi kanaatlere dönüştürmelisiniz.”

ikinci ve daha basit olanı, ortamlar değişimi mecbur kılana değin tercihlerinizi açık tutmaktır. Özel düzenler­de ve hususiyetle devlet düzenlerinde müthiş bir atalet —statükonun tiranlanvardır. Ancak gerçek ya da hisse­dilen bir kriz reel bir değişim yaratabilir. Bu kriz ortaya çıktığında yapılacak şeyler etrafta gezinip durmakta olan fikirlerle ancak hayat bulacaktır. İnanıyorum ki en temel fonksiyonumuz, var olan politikalara alternatifler üretip onları canlı ve hazır bulundurmaktır; ta ki politik olarak imkânsız olan politik olarak kaçınılmaz olana dönüşünceye değin.

Kişisel bir hikâye belki ne demek istediğimi daha açık gösterecektir. 1960’ların sonlarında bir zaman daha yeniden yapılandırılmamış bir kolektivist olan Leon Keyserling ile Wisconsin Üniversitesinde bir tartışmaya katılmıştım. O, benim fikirlerimle baştan sona gerici bir tavırla dalga geçmenin tartışmada asıl kozu olduğu inan­andaydı ve bunu yapmak için de bu kitabın ikinci bö­lümünün sonundan bir pasaj okumayı seçti. Bu pasajda benim sıraladığım maddeler vardı; demiştim ki, “yukarı­da ana hatları verilen ilkeler çerçevesinde geçerli biçim­de haklı gösterilemeyecek bazı ilkelerin listesini yapmayı yararlı bulmaktayım.” Fiyat desteklerini, kotaları ve daha bir sürü şeyi kınamamla eğlenirken öğrencilerden olu­şan izleyicilerle sıkı bir birliktelik kurmuştu, ta ki madde ll’e gelene değin: “Erkeklerin barış zamanı da zorunlu askerlik yapması.” Zorunlu askerliğe çağrılma hakkındaki açıklamalarım ateşli alkışlar sağladı ve hem tartışmayı hem de seyirciyi rakibimin kaybetmesine sebep oldu.

Sırası gelmişken, zorunlu askerliğin on dört mad­delik mazur görülemez devlet faaliyetleri listemden elenen tek madde olduğunu da söylemeliyim ayrıca bu, bir daha bu listeden hiçbir şeyin denmeyeceği anlamına da gelmiyor. Diğer maddelere gelince, bu kitapta benim­senen prensiplerin çok uzağına gittik -bu da bir yandan düşünce ikliminin değişme sebebi iken diğer yandan da bu değişimin pratik etkisinin ne kadar az olduğunun ka­nıtı oluyor. Ayrıca bu kitabın esas itici gücünün 1962’de neyse 1981’de de bazı örnekler ve detaylar güncelliğini yitirmiş dahi olsalar değişmediğine dair bir kanıt olma özelliği taşıyor.

Önsöz

Bu kitap 1956 yılında Wabash College’da düzenle­nen John Van Sickle ve Benjamin Rogge tarafından yönetilen Volker Vakfının sponsor olduğu konferansta yaptığım bir dizi konuşmanın uzun bir gecikmenin ar­dından toparlanmasıyla oluştu. Takip eden yıllarda ben­zer konuşmaları Claremont College’da Arthur Kemp, North Carolina Üniversitesinde Clarence Philbrook ve Oklahoma Devlet Üniversitesinde Richard Leftvvich tarafından yönetilen Volker konferanslarında da yaptım. Bu konuşmaların hepsi de prensipleri temel alan ve sonra bu prensipleri bir seri özel duruma indirgeyen bu kitabın ilk iki bölümünün içeriği çerçevesinde ko­nuşmalardı. Bu konferansların yöneticilerine sadece beni konuşma yapmak için çağırdıkları için değil, daha da önemlisi onların bu konuşmalara yönelik eleştiri ve yorumları ve bu konuşmaları deneme formunda vaztya dökmem konusundaki dostça baskıları adına borçluyum ayrıca Volker Vakfından Richard Cornuelle, Kenncih Templeton, ve Ivan Bierly’e bu konferansları düzen­ledikleri için çok teşekkür ediyorum. Katılımcılara da keskin araştırmacılıkları, konulara derin ilgileri ve doy­mak bilmez entelektüel coşkuları ile beni birçok konuda yeniden düşünmeye ve bir dolu hatayı düzeltmeye sevk ettikleri için minnet duyuyorum. Bu konferanslar dizisi benim hayatımın en kışkırtıcı entelektüel deneyimleri arasında yer alıyor. Söylemeye gerek bile olmasa da bu konferansların yöneticilerinden ve katılımcılardan birisi bile bu kitaptaki her şeyle topyekûn aynı düşünmüyor. Ama bu kitap adına bir kısım sorumluluğu almaktan da kaçınmayacaklarına güveniyorum.

Bu kitapta anlatılan felsefeyi ve detaylarının çoğun­luğunu birçok öğretmene, meslektaşlarıma ve arkadaş­larıma avnca tüm bu saydıklarım haricinde Chicago Üniversitesinde beraber çalışma şansı bulduğum seçkin bir grubun üyeleri, l'rank 11. Knight, Henry C. Simons, Lloyd W Mınts, Aaron Dircctor, Friedrich \. Havek ve George Stigler’e borçluyum. Bu kitapla düşüncelerini ayrıntılı bir şekilde aktaramadığım, tetkik ellemediğim için onlardan özür diliyorum. Onlardan çok şev öğren­dim ve öğrendiklerim kendi düşüncelerimin temelini oluşturdular ki bu kitaba dipnot eklerken hangi noktaları seçeceğimi bilemedim.

Minnettar olduğum diğer birçok kişiyi burada ismen yazmaktan istemeden dahi olsa yanlışlıkla unutma korku­suyla kaçınıyorum. Ama hiçbir şevi inançla kabul etmeye razı olmayan, bu yönleriyle de beni teknik sorunları basit bir dille anlatmaya ve böylecc hem anlayışımı ve umarım ki ifademi de geliştirmeme sebep olan çocuklarım Janet ve David’in isimlerine burada değinmeden de durama­yacağım. Sunu ila söylemeliyim ki onlar da sorumluluğu almakla beraber fikirlerin hepsi ile mutabık değildirler.

Hali hazırda basılmış olan materyallerden özgürce yararlandım. I. Bölüm’de Felix Morley’nin basımını yaptığı Essays in Individuality (Pennsylvania Üniversitesi Yayınları 1958) ve yine aynı isimle farklı bir formda The Neıv İndividualist Revıeıv Cilt I Sayı I’de (Nisan 1961) ya­yınlanan materyalin bir gözden geçirmelinden oluşuyor. Bölüm iv ilk kez Robert A. Solo tarafından Economics and the Public Interest (Rutgers Üniversitesi Yayınları 1955) adıyla basılan makalenin bir gözden geçirilmesidir. Di­ğer bölümlerin de kimi parçalan farklı makalelerimden ve kitaplarımdan alınmadır.

“Eşim olmasaydı bu kitap asla yazılamazdı” nakaratı artık akademik önsözlerin değişilmez parçalanndan biri halini aldı. Ama bu kitap için bu söylem kelimesi kelime­sine doğrudur. Çeşitli konuşmaların parçalanı bir araya getiren, çok farklı versiyonlan birleştiren, yazılı İngiliz­ceye daha yaklaşan bir dile çeviren ve kitabın bitirilme­sinde itici güç olan hep eşim oldu. Başlık sayfasındaki teşekkür, bu yardımı olduğundan az gösterecektir.

Sekreterim Muriel A. Porter ihtiyaç duyulan zaman için etkili ve güvenilir bir kaynak olmuştur ve ona ger­çekten çok şey borçluyum. Müsveddelerin çoğunu tıpkı diğer eski taslaklar gibi tek başına daktilo etmiştir.

Giriş

“Ülkem benim için neler yapabilir demeyin, kendini­ze ben ülkem için neler yapabilirim diye sorun.” Başkan Kennedy’nin görevine başlarken yaptığı konuşmada sarf ettiği bu sözler sık sık anılır. Bu söz üzerindeki tartışma­ların, sözün ne anlama geldiği değil de, nereden alındığı konusunda yoğunlaşması, günümüz anlayışının çarpıcı bir göstergesidir. Cümlenin iki yarısından da vatandaş­larla devlet arasında, özgür bir toplumdaki özgür birey­lerin ideallerine yakışır bir münasebete ilişkin bir mana çıkarılamıyor. “Ülkem benim için neler yapabilir” gibi paternalist bir ifadeden, devletin patron, yurttaşın da onun bekçiliği altında olduğu anlamı çıkar ki, bu görüş, özgür insanın kendi yazgısından sorumlu olduğu inancı­na ters düşer. “Ülkem için neler yapabilirim” gibi bire­ye görev yükleyen bir ifadeden ise, devletin efendi ya da Tanrı, yurttaşın da hizmetkâr ya da adanmış olduğu an­lamı çıkar. Özgür bir insan için ülkesi, onu oluşturan bi­reylerin toplamıdır, bireylerin üzerinde ve onları aşan bir şey değil. Kişi ortak ulusal mirastan gurur duyar ve ortak toplumsal geleneklere sadıktır. Ancak devleti ne lütuf ve ödüller bahşedici, ne de körü körüne tapılacak ve hizmet edilecek bir efendi ya da Tanrı olarak görür; devlet onun için yalnızca bir araçtır. Özgür insan vatandaşların çeşit­li biçimlerde hizmet ettikleri bir hedef birliğinden başka ulusal hedef tanımaz. Yine onun için, vatandaşların çe­şitli biçimlerde gerçekleştirmeye çalıştıkları amaçlar bir­liği dışında hiçbir ulusal amaç yoktur.

Özgür insan ne ülkesinin onun için neler Yapabilece­ğini, ne de kendisinin ülkesi için neler yapabileceğini so­racaktır. Onun verine, şu soruyu yöneltecektir: “Ben ve diğer vurttaşlar bireysel sorumluluklarımızı verine getir­men kolay laştırmak için, çeşitli hedef ve amaçlarımızı gerçekleştirmek ve hepsinden önemlisi, özgürlüğümü­zü korumak için devlet aracılığıyla neler yapabiliriz?” Bu soruva bir başkası eşlik edecektir. “Yarattığımız devle­tin, özgürlüğümüzü koruması için kurduğumuz, hükü­metin o özgürlüğü yok edici bir Frankenstein’a dönüş­memesini nasıl sağlayabiliriz?” Özgürlük ender bulunan narin bir bitkidir. Aklımız bize, özgürlüğün karşısındaki en büyük tehdidin iktidarın tek bir merkezde toplanma­sı, güç temerküzü olduğunu söyler, tarih de bunu doğ­rular. Devlet özgürlüğümüzü korumamız için gereklidir, sayesinde özgürlüğümüzü kullanabileceğimiz bir araçtır; ama aynı zamanda gücün siyasi ellerde yoğunlaşmasıyla devlet özgürlüğe karşı bir tehdit niteliğine de bürünebilmektedir. Bu gücü yöneten kişiler başlangıçta iyi niyetli, gücü kötüye kullanacak biçimde yozlaşmayacak yapıda olsalar bile, güç hem farklı türde kişilikleri kendine çeke­cek, hem de böyle kişiler biçimlendirecektir.

Öyleyse bir yandan devletin özgürlüğü tehdit etmesi­ni önlerken, öte yandan hükümetlerin vaatlerinden nasıl yararlanabiliriz? Anayasamızda ver alan geniş kapsam­lı iki ilke bu soruya, özgürlüğümüzü bugüne dek koru­yan bir cevap vermektedir; ne var ki, emredici hüküm­ler olarak kabul edilmelerine karşın, bu ilkeler defalarca çiğnenmiştir.

Söz konusu ilkelerin ilki, devletin hedeflerinin ve et­kinlik alanının sınırlandırılması gereğidir. Devletin baş­lıca işlevi, özgürlüğümüzü hem yurtdışındaki düşman­lardan hem de yurttaşlardan korumak; adalet ve düze­nin sürekliliğini sağlamak; özel anlaşmaları uygulatmak ve rekabetçi piyasaları güçlendirmektir. Bu temel işlevin ötesinde, devlet kimi zaman, münferit bireyler tarafın­dan yapıldığında daha zor ya da daha pahalı olabilecek işleri topluca ve birlikte gerçekleştirmemizi mümkün kı­lar. Aslında devletin bu yolda kullanılması da tehlikeli­dir. Ne var ki, kaçınılmazdır da. Ancak bunu yapmadan önce iktidarın yetkilerinin açık seçik ve kapsamlı bir bi­çimde dengelenmesi gerekir. Hem ekonomik, hem di­ğer etkinliklerde öncelikle gönüllü iş birliği ve özel girişi­me dayanarak, özel kesimin kamu kesimi güçleri üzerin­de denedeyici olmasını ve din, ifade ve düşünce özgür­lüğünün de etkili bir koruyucusu olmasını güvence altı­na alabiliriz.

İkinci geniş kapsamlı ilke, devletin gücünün yay­gınlaştırılması gereğidir. Eğer devlet güç kullanacaksa, bunu şehirde yapması eyalette yapmasından, eyalette yapması Washington’da yapmasından daha iyidir. Eğer yerel yönetimin, okullar veya kent içi taşımacılık ya da çevre sağlığı konusundaki uygulamalarını beğenmiyor­sam, başka bir eyalete göç edebilmeliyim. Gerçi pek az kişi böyle bir adım atar, ama bunun mümkün olması bile denetleyici bir rol oynar. Washington’ın politikasına kar­şıysam, bu kıskanç uluslar dünyasında birkaç seçeneğim daha var demektir.

Federal hükümetin yasa gücündeki kararlarından sa­kınmanın zorluğu, yandaşlarının çoğuna merkezileşmeilin çok çekici gelmesindendir. Aksi halde, toplum yara­rına olduğuna inandıkları gelirin zenginlerden yoksulla­ra ya da kişisel amaçlardan kamusal amaçlara aktarımını öngören programların daha etkili biçimde uygulanması mümkün olmayabilir. Bir açıdan haklıdırlar da. Ama ma­dalyonun bir yüzü daha vardır. İyilik yapmak için kulla­nılan güç aynı zamanda kötülük yapmak için de kullanı­lır; gücü buğun kontrol edenler yarın iş başında olmaya­bilirler. Daha da önemlisi, birinin iyilik saydığını diğe­ri kötülük sayabilir. Devletin hedef ve etkinlik alanı ge­nişletme eğiliminde olduğu gibi, merkezileşme eğilimi­nin de trajedisi, buna çoğunlukla iyi niyetli kişilerin, yani sonuçlarından ilk elde acı çekecek olanların öncülük et­mesidir.

Özgürlüğün korunması, devletin gücünü sınırlamak ve yaygınlaştırmak için öne sürülen bir savunma nedeni­dir. Bunun yapıcı bir yönü de vardır. Mimaride ya da re­sim sanatında, bilimde ya da edebiyatta, sanayide ya da tarımda, uygarlığın büyük ilerleyişleri hiçbir zaman mer­kezi hükümede olmamıştır. Christoph Colombe, ger­çi mutlak hükümdar tarafından bir ölçüde mali bakım­dan desteklenmiştir, ama Çin’e giden yeni yolu arama­ya bir parlamento çoğunluğunun direktifiyle çıkmamış­tır. Newton ve Leibnıtz; Einstein ve Bohr; Shakespeare, Milton ve Pasternak; VCTıitney, McCormick, Edison ve Ford; Jane Addams, Florence Nightingale ve Albert Schweitzer, edebiyatta, teknik imkânlarda ya da hastalık­ların tedavisinde, beşeri bilgi ve anlayışında eni ufuklar açarken hükümetin emriyle hareket etmemişlerdir. Ba­sanları bireysel dehanın ve azınlığın desteklediği, çeşit­liliğe, değişikliğe izin veren bir toplumsal ortamın ürü-

nüdür.

Devlet hiçbir zaman bireysel eylemin değişiklik ve çeşitliliğini taklit edemez. I lerhangi bir zaman dilimin­de konut yapımında, beslenmede ya da giyimde tek tip standartlar koyarak birçok bireyin yaşam düzeyini iyileş­tirebilir hiç kuşkusuz; okullaşmada, vol yapımında, sağ­lık ve temizlik hizmetlerinde yine tek tip standartlar ko­van merkezi hükümet, birçok yerel alanın, hattâ ortala­ma olarak tüm toplulukların etkinlik düzeyini yükselte­bilir. Ne var ki, uygulamada ilerlemenin yerini durgun­luk almış, yarını bugünün üstüne çıkaracak deneyler için gerekli olan çeşitliliğin yerini ise tek tip sıradanlık almış olur.

***

Yukarıda söz ettiğimiz belli başlı sorunlardan bazıla­rı bu kitapta tartışılmaktadır. z\na fikir, ekonomik özgür­lüğün bir sistemi ve siyasi özgürlüğün gerekli bir koşulu olarak, rekabetçi kapitalizmin rolüdür; bir başka deyişle, ekonomik etkinliklerin serbest piyasada faaliyet göste­ren özel girişim aracılığıyla örgütlenmesidir. İkinci plan­daki konu, kendim özgürlüğe adamış ve ekonomik et­kinlikleri düzenlemede öncelikle piyasaya dayanmış bir toplumda hükümetin oynaması gereken roldür.

ilk iki bölümde bu sorunlar somut uygulamalardan çok, bir özet niteliğinde, ilkeler çerçevesinde ele alına­cak; ilenki bölümler bu ilkelerin çeşitli özel sorunlara uy­gulanmasını işleyecektir.

Bir özet, gayet anlaşılır ve kapsamlı olabilir, ancak iz­leyen iki bölümde kesinlikle böyle bir durum söz konusu değil. İlkelerin uygulanması hiçbir biçimde avrıntılı ola­maz. 11er geçen gün yeni sorunlar ve koşullar getirmek-

5

tedir. İşte bu nedenle, devletin rolü hiçbir zaman so­rumsuzca ve rahadıkla tanımlanamaz, kendine özgü iş­levleri açısından bir bütün olarak kolaylıkla ortaya kona­maz. Yine bu nedenle zaman zaman, günümüz sorun­larına ilişkin değişmez sandığımız ilkeleri yeniden ince­leme gereği duyarız. Tüm bunların bir yan ürünü, kaçı­nılmaz biçimde ilkelerin yeniden denenip sınanması ve bunları kavrayışımızın keskinleştirilmesi olacaktır.

Bu kitapta işlenen siyasi ve ekonomik bakış açısına bir etiket koymak son derece kolaydır. Doğru ve uygun etiket liberalizmdir. Ne yazık ki, özel teşebbüs sistemi­nin düşmanları, kasıtlı olmasa da, akıllık edip bu etike­ti kendilerine mal etmişlerdir.[11] İşte bu yüzden Birleşik Devletler’de liberalizm sözcüğü, XIX. yüzyılda ve bu­gün Kıta Avrupası’nda taşıdığı anlamdan çok farklı bir anlamda kullanılmaktadır.

XVIII. yüzyıl sonlarında ve XIX. yüzyıl başlarında li­beralizm adı altında gelişen entelektüel akım toplumun asıl amacının özgürlük ve asıl varlığın da birey olduğu­nu vurgulamış, “bırakınız yapsınlar” ilkesini, ülke için­de devletin ekonomik rolünü azaltıcı, dolayısıyla bireyin rolünü genişletici bir araç olarak desteklemiştir. Ülke dı­şındaysa, dünya uluslarını birbiriyle barışçı ve demokra­tik yollardan ilişkilendirmenin aracı olarak serbest tica­reti desteklemiştir. Siyasi konularda, temsili hükümetin ve parlamenter kurumlan gelişmesinden, devletin key­fi gücünün azaltılmasından ve bireylerin medeni özgür­lüklerinin korunmalından yana olmuştur.

Birleşik Devletler’de XIX. yüzyılın sonlarından itiba­ren ve özellikle 1930’dan sonra, liberalizm terimi, özel­likle iktisat politikasında çok değişik bir anlam verile­rek kullanılmıştır. Ve terim, istenen hedeflere ulaşma­da, özel gönüllü düzenlemelerden çok, öncelikle devlete dayanılması eğilimini ifade eder olmuştur. Sloganlar öz­gürlükten çok, refah ve eşitliktir. XIX. yüzyıl liberalleri özgürlüğün genişletilmesini, refah ve eşitliği ileri düzeye çıkarmanın en etkili yolu olarak görüyorlardı. XX. yüzyıl liberali ise, refah ve eşitliği, özgürlüğün ön koşulu ya da seçeneği saymaktadır. XX. yüzyıl liberali, refah ve eşit­lik uğruna savaş vermiş klasik liberalizmin tersine, devlet müdahalesi ve koruyuculuğun yeniden canlanmasından yana olmuştur. O kadar ki, XVII. yüzyıl merkantilizmin­den söz edildiğinde gerçek liberalleri gericilikle suçlama eğilimi bile olabilmektedir.

Liberalizm terimine ilişkin bu anlam değişmesi, eko­nomik konularda siyasi konularda olduğundan çok daha belirgin bir şekilde su yüzüne çıkmaktadır. XIX. yüzyıl liberali gibi XX. yüzyıl liberali de parlamenter kurumlara, temsili hükümete, medeni haklara vb. taraftardır. Bu­nunla birlikte siyasi konularda bile belirgin bir fark var­dır. Özgürlüğü kıskanan, dolayısıyla ister kamusal ister özel ellerde, gücün merkezileşmesinden korkan XIX. yüzyıl liberali, siyasi gücün yaygınlaştırılmasından yanay­dı. Kendini eyleme adayan, görünürde seçmenler tara­fından denetlenen hükümetin elinde olduğu sürece gü­cün gelişeceğine inanan XX. yüzyıl liberaliyse, merkezi hükümetten yanadır. Gücün nerede bulunması gerekti­ği konusunda, kent yerine eyalet mi, eyalet yerine fede­ral hükümet mi, ulusal hükümet yerine uluslararası bir örgütte mi olması gerektiği konusunda hiçbir kuşkuya

düşmeyecektir.

Liberalizm teriminin yozlaşması nedeniyle, öncele­ri bu ad altında anılan görüşler, şimdilerde çoğunluk­la muhafazakârlık olarak etiketlenmektedir. Ancak bu, tatmin edici bir alternatif değildir. XIX. yüzyıl liberali, hem sorunun temeline inerek etimolojik açıdan, hem de toplumsal kurumlarda büyük değişikliklerden t ana ola­rak siyasi açıdan bir radikaldi. Çağdaş mirasçısı da öyle olmalıdır. Özgürlüğümüze büvük çapta müdahale eden devlet uygulamalarını sürdürmek istemeyiz, ama özgür­lüğümüzü genişletmeye yarayanları korumak isteriz el­bette. Bunun da ötesinde, uygulamada muhafazakârlık terimi öylesine çeşitli görüş yelpazesini kapsamaya baş­lamış ve bu görüşler öylesine birbirleriyle bağdaşmaz ol­muştur ki, liberal-muhafazakârlık ve aristokratik-muhafazakârlık gibi ‘tireyle’ birleştirilmiş terimler göreceğimi­ze kuşku yoktur.

Liberalizm terimini, hem onu özgürlüğü ortadan kal­dıracak önlemleri savunanlara teslim etmek istemediğim için, hem de daha ivi bir seçenek bulamadığım için, libe­ralizm sözcüğünü özgün anlamında, yanı “özgür insa­na özgü bir öğreti” olarak kullanarak bu güçlükleri asa­cağım...

Bölüm I

Ekonomik Özgürlükle

Siyasi Özgürlük Arasındaki İlişki

Birçok insan ekonomi ve siyasetin birbirinden ba­ğımsız, farklı alanlar olduğuna ve bireysel özgürlüğün si­yasi, maddi zenginliğinse ekonomik bir problem oldu­ğuna inanır. Bu bağlamda herhangi bir siyasi düzenle­menin herhangi bir ekonomik düzenlemeyle birleştirile­bileceğine inanılır. Günümüzde bunu en çok savunan­lar, Rusya’daki “totaliter sosyalizm”in bireysel özgürlük­ler üzerindeki kısıtlamalarını kınayan ve bir ülkenin bir yandan Rusya’nın ekonomik düzenlemelerini uvgularken, diğer yandan yapacağı siyasi düzenlemelerle birey­sel özgürlükleri de güvence altına alabileceğine inanan “demokratik sosyalizm” savunucularıdır. Bu bölümde anlatmak istediğim temel konu, bu tip yaklaşımın yalnız­ca bir hayalden ibaret olduğu, ekonomi ile siyaset arasın­da çok yakın bir ilişki olduğu, ekonomi ve siyasetin an­cak belli kombinasyonlarının mümkün olduğu ve sosya­list bir toplumun aynı zamanda bireysel özgürlükleri de güvence altına alacak kadar demokratik olamayacağıdır.

Ekonomik düzenlemeler özgür bir toplumun ilerle­mesinde ikili bir rol oynar. Öncelikle, ekonomik düzen­lemelerdeki özgürlük geniş anlamda özgürlüğün tamam­layıcılarından biridir, bu nedenle tek başına bir amaçtır.

İkincisi, ekonomik özgürlük siyasi özgürlüğe giden yol­da vazgeçilmez bir araçtır.

Ekonomik özgürlüğün bu rolleri arasında birincisi­nin önemini ısrarla vurgulamak gerekmektedir, çünkü özellikle entelektüeller özgürlüğün bu yönünü önemsizleştirme eğilimindedirler. Onlar yaşamın maddi taraf­larını hor görüp, sözde yüksek değerlerinin korunması­nın çok daha önemli olduğunu ve dolayısıyla bu değer­lerin çok daha özel bir dikkati hak ettiğini düşünürler. Bununla birlikte entelektüeller için değilse bile, Ameri­kan vatandaşlannın çoğu için, ekonomik özgürlüğün si­yasi özgürlüğün bir aracı olma anlamındaki dolaylı öne­mi, ekonomik özgürlüğün doğrudan önemiyle karşılaştı­rılabilir düzeydedir.

ikinci Dünya Savaşı’ndan sonra döviz kontrolü ne­deniyle tatilini Birleşik Devletler’de geçirmesine izin ve­rilmeyen bir İngiliz vatandaşının yaşadığı temel özgür­lüklerden mahrumiyet, siyasi görüşleri nedeniyle tatili­ni Sovyetler Birliği’nde geçirmesine izin verilmeyen bir Birleşik Devletler vatandaşınınkiyle aynıdır. Birisinin özgürlüğüne getirilen kısıdama ekonomik iken, öteki si­yasi kısıtlamaya uğramaktadır, ama temelde ikisi arasın­da çok önemli bir fark yoktur.

Getirilen yasayla, hükümetin emeklilik sözleşmesin­den faydalanabilmek için gelirinin yüzde onunu buna ayırmak zorunda bırakılan bir Birleşik Devletier vatan­daşı, bunun karşılığı kadar bir bölüm için kişisel özgür­lüğünden yoksun bırakılmış demekdr. Böyle bir yoksun­luğun “ekonomik” olmaktan çok, “medeni” ya da “siya­si” olduğu kabul edilen dinsel özgürlükten yoksun bıra­kılmaya ne denli yakın olduğunun ve ne denli güçlü hissedilebileccğinin eti güzel örneği, Amısh Cemaati’nden bir grup çiftçinin başına gelenlerin öyküsünde görül­mektedir. Bu çiftçiler, zorunlu federal yaşlılık program­larını ilkesel olarak bireysel özgürlüklerinin ihlali olarak görmüş ve vergileri ödemevi ve bundan faydalanmayı kabul etmemişlerdir. Sonuç olarak sosval sigorta harçla­rının karşılanması için sürülerinin bir bölümü açık arttırmayla satılmıştır. Zorunlu yaşlılık sigortasını özgürlüğün ihlali olarak gören vatandaşların sayısı az olabilir, lakal özgürlüğe gerçekten inanan bir insan hiçbir zaman "kel­le” hesabı yapmaz.

( eşitli eyaletlerin tasaları uyarınca bir Amerikan va­tandaşı, gereken ruhsatı alamadıkça kendi seçtiği mes­leği yapmakta özgür değildir, dolayısıyla benzer şekilde hayati bir özgürlükten yoksun kalmış olur. Aynı durum, bir İsviçreliden alacağı bir saate karşılık, bazı mallarını takas etmek isteyen ama kota nedeniyle engellenen bir kişi için de söz konusudur. İmalatçı tarafından belirle­nen fiyatın altında Alka Seltzer satan bir Californialının “adil ticaret” vasası gereğince hapse atılması da benzer bir durumdur. Bir çiftçi de istediği miktarda buğday ye­tiştirmekte özgür değildir, Örnekler çoğaltılabilir. Gö­rüldüğü gibi, ekonomik özgürlük hem tek başına hem de total özgürlük içerisinde son derece büyük bir önem taşımaktadır.

Siyasi özgürlüğe ulaşmada bir araç olarak ele alındık­larında, ekonomik düzenlemelerin önemi, gücün top­lanması ve yayılmasındaki etkilerinden kaynaklanmak­tadır. Ekonomik özgürlüğü doğrudan sağlayan ekono­mik örgütlenme türü, yanı rekabetçi kapitalizm, ekono­mik gücü siyasi güçten ayırarak, böylece birinin ötekini dengelemesini mümkün kıldığı için siyasi özgürlüğü de geliştirmektedir.

Tarihsel kanıtlar da serbest piyasayla siyasi özgür­lük arasındaki ilişki konusunda aynı şeyi söylemektedir. Hiçbir yerde ve zamanda, büyük ölçüde siyasi özgürlü­ğe sahip bir toplumun, ekonomik faaliyederini düzenle­mek için serbest piyasa benzeri bir düzen kullanmadığı­na rastlamadım.

Büyük ölçüde özgür olan bir toplumda yaşadığımız için, siyasi özgürlük gibi bir şeyin dünyanın ne kadar kü­çük bir bölümünde ve ne kadar kısa bir zamandan beri var olduğunu unutma eğilimin deyiz; insanoğlunun ti­pik durumu tiranlık, kölelik ve sefalettir. Batı dünyası­nın tarihsel gelişiminde ondokuzuncu yüzyıl ve yirmin­ci yüzyılın başları çarpıcı istisnalardır. Bu dönemlerde si­yasi özgürlük, açıkça serbest piyasa ve kapitalist kurum­lanıl gelişmesiyle birlikte oluşmuştur. Aynı durum Yu­nanistan’ın altın çağı ve Roma döneminin başlangıcı için de geçerlidir.

Tarih sadece kapitalizmin siyasi özgürlük için gerek­li koşul olduğunu söyler. Ancak yeterli bir koşul olma­dığı da açıktır. Faşist İtalya ve Faşist İspanya, son yet­miş yılın çeşitli dönemlerinde Almanya, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları öncesinde Japonya, Birinci Dünya Sa­vaşı öncesindeki on yılda Çarlık Rusyası siyasi açıdan öz­gür toplumlar olarak tanımlanamazlar. Bununla birlikte her birinde ekonomik yapının hâkim biçimi özel teşeb­büstür. Bu nedenle, temelde kapitalist olan ekonomik düzenlemelerle özgürlükçü olmayan siyasi düzenlemele­rin bir arada olması mümkündür.

Bu toplumlarda bile vatandaşlar, ekonomik totalitarizmin siyasi totalitarizmle birleştiği Nazi Almanyası ya da Sovyeder gibi modern totaliter devletierin vatandaş­larından çok daha büyük özgürlüğe sahipti. Çar yöneti­mindeki Rusya’da bile belli koşullar altında bazı vatan­daşlar siyasi otoriteden izin almaksızın işlerini değiştirebiliyorlardı, çünkü kapitalizm ve özel mülkiyetin varlı­ğı, devletin merkezi gücüne karşı kısmî bir denetim sağ­lamaktaydı.

Ekonomik özgürlükle siyasi özgürlük arasındaki iliş­ki karmaşıktır ve hiçbir şekilde tek taraflı değildir. Ondokuzuncu yüzyılın başlarında Bentham ve Felsefi Ra­dikaller, siyasi özgürlüğü ekonomik özgürlüğe ulaşmada bir araç olarak görme eğilimindeydiler. Kitlelerin ken­dilerine uygulanan kısıtlamalar aracılığıyla engellendiği­ne ve halkın büyük çoğunluğuna oy hakkı tanıyan bir si­yasi reform yapılması durumunda, halkın, kendisi için iyi olanı yaparak “bırakınız yapsınlar” lehine oy kulla­nacağına inanıyorlardı. Geçmişe bakıldığında yanıldıkla­rı söylenemez. Büyük ölçüde “bırakınız yapsınlar” doğ­rultusunda gerçekleşen ekonomik reformlara geniş öl­çekte siyasi reformlar eşlik etmiştir. Ekonomik düzen­lemelerdeki bu değişikliği, kitlelerin refahındaki inanıl­maz artış izlemiştir.

Ondokuzuncu yüzyıl İngilteresi’nde Benthamcı libe­ralizmin zaferini, devletin ekonomik işlere artan müda­halesine karşı tepkiler izledi. İki dünya savaşının etkisiy­le bu kolektivizm eğilimi hem İngiltere’de hem de başka yerlerde büyük hız kazandı. Demokratik ülkelerde öz­gürlükten çok refah hakim oldu. Felsefi Radikallerin en­telektüel torunları —bunlardan bazıları Dicey, Mises, Hayek ve Simons’tu— bireyciliğin karşı karşıya olduğu gizli

tehdidi hissederek; ekonomik faaliyetin merkezden de­netimine doğru gidişatın devam etmesi durumunda, I layek’ın bu sürece ilişkin zekice çözümlemesini adlandır­dığı gibi, “Kölelik Yolu”na (I'lıc Road to Serfdom) vara­cağından korktular. Onların altını çizdikleri nokta, eko­nomik özgürlüğün siyasi özgürlüğe ulaşma yolunda bir araç olma niteliğiydi.

ikinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinin ardından yaşanan olaylar, ekonomik ve siyasi özgürlük arasında daha farklı bir ilişki olduğunu göstermektedir. Kolektivıst ekonomik planlama gerçekten de bireysel özgürlük­le çatışmıştır. Bununla birlikte, en azından bazı ülkelerde sonuç, özgürlüğün bastırılması değil, ekonomik politika­nın tersine çevrilmesi olmuştur. Yine İngiltere bu konu­daki en çarpıcı örneği oluşturmaktadır. Belki de dönüm noktası, işçi Partisi’nin, büvük endişelere rağmen kendi ekonomi politikasını uygulayabilmek için gerekli gördü­ğü, “atamaların denetlenmesi” yasası olmuştur. lam an­lamıyla uygulansa ve sürdürül şeydi, bu yasaya göre, bi­reylerin işlere aranması merkezden yapılacaktı. Bu yasa kişisel özgürlüklere öylesine kesicin bir çatışma oluştu­ruyordu ki, sadece dikkate değmeyecek kadar az savıda uygulama alanı bulmuş ve yürürlüğe girdikten çok kısa bir süre sonra kaldırılmıştır. Yasanın yürürlükten kaldı­rılması, ekonomi politikasında kararlı bir değişime yol açmıştır. Merkezi “plan” ve “program”lara dayalı politi­kaların azaltılması, birçok kontrolün kaldırılması ve özel piyasanın öneminin arttırılması, ekonomi politikaların­daki bu kararlı değişime damgasını vurmuştur. Benzer politika değişiklikleri diğer demokratik ülkelerin çoğun­da da görülmüştür.

Merkezi planlamanın başarısının sınırlı olması ya da belirlenen hedeflere ulaşmada tümüyle başarısız olması, bu politika değişimlerinin en iyi açıklamasıdır. Bununla birlikte, bu başarısızlık, en azından bir dereceye kadar, merkezi planlamanın siyasi sonuçlarına vc özel hakların çiğnenmesin! gerektiren bir mantığa sahip olması nede­niyle, bu mantığı izlemek konusundaki isteksizliğe bağ­lanabilir. Bu değişimin bu yüzyıldaki kolekııvist eğilimin valnızca geçici olarak kesintiye uğraması olduğu da söy­lenebilir elbette. Ama övle olsa bile, ekonomik düzen­lemelerle siyasi özgürlük arasındaki yakın ilişkiyi açıkça ortaya koymaktadır.

Tek başına tarihsel kanıt hiçbir zaman inandırıcı de­ğildir. Belki de özgürlüğün genişlemesiyle kapitalizm ve piyasa kurumlanılın gelişmesinin aynı zamana gelmesi tümüyle rastlantı olabilir. Neden aralarında bir bağlan­tı bulunması gereksin ki? Ekonomik ve siyası özgürlük arasındaki mantıksal bağlar nelerdir? Bu soruları tartışır­ken, ilk önce pivasavt özgürlüğün doğrudan bileşenlerin­den biri olarak ele alacağız, daha sonra piyasa düzenle­meleriyle sıvasi özgürlük arasındaki dolaylı ilişkiyi incele­yeceğiz. Böylece, özgür bir toplum için ideal ekonomik düzenlemelerin ana hatlarını ortaya koymuş olacağız.

Lbcraller olarak biz, toplumsal düzenlemeler konu­sunda yargıya varırken, bireyin ya da belki ailenin özgür­lüğünü temel hedef olarak ele alırız. Bu anlamda bir de­ğer olan özgürlük insanlar arası karşılıklı ilişkileri kap­samalıdır. Cuma’nın olmadığı ıssız bir adada Robinson Crusoe için özgürlüğün hiçbir anlamı yoktur. Issız ada­daki Robinson Crusoe kısıtlamalarla karşı karşıyadır; “gücü” sınırlıdır, seçenekleri sınırlıdır, ama bizim ele aldığımız anlamda bir özgürlük sorunu yoktur. Benzer biçimde, bir toplumda özgürlük, bireye bu özgürlüğü­nü nasıl kullanacağını öğretmez. Özgürlük her şeyi kap­sayan bir ahlak bilimi değildir. Aslında bir liberalin te­mel amaçlarından biri, bireyin kendi ahlaki sorunlarıyla kendisinin uğraşmasını sağlamaktır. “Gerçekten önem­li” ahlaki sorunlar özgür bir toplumda bireyin karşısı­na çıkanlardır —özgürlüğünü nasıl kullanması gerektiği gibi. Bu nedenle bir liberalin vurgulayacağı iki grup de­ğer vardır. Birincisi, insanlar arası ilişkilere ilişkin değer­lerdir ki, burada liberal bir insan önceliği özgürlüğe ve­rir. İkincisi, bireyin özgürlüğünü kullanma biçimine iliş­kin değerlerdir ki bunlar da bireyin ahlak ve felsefe dün­yasını oluştururlar.

Liberaller, insanları kusurlu varlıklar olarak görürler. Onlara göre toplumsal örgütlenme sorunu, “kötü” in­sanların kötülük yapmasını engellemek ya da “iyi” insan­ların iyilik yapmasına yardımcı olmak kadar olumsuz bir sorundur. Elbette ki bu “kötü” ve “iyi” insanlar aynı ki­şiler olabilir; bu onları kimin değerlendirdiğine bağlıdır.

Toplumsal örgütlenmenin temel sorunu, çok sayı­da insanın ekonomik faaliyetlerinin nasıl koordine edi­leceğidir. Görece geri kalmış toplumlarda bile var olan kaynakların etkin biçimde kullanılması için geniş kap­samlı işbölümü ve işlevlerde uzmanlaşma gerekir. İleri toplumlarda çağdaş bilim ve teknolojinin sunduğu ola­naklardan bütünüyle yararlanabilmek için çok daha bü­yük çapta koordinasyona ihtiyaç duyulmaktadır. Sade­ce birbirlerinin günlük ekmeklerini sağlamak anlamında bile milyonlarca insan karşılıklı ilişki içerisine girmekte­dir. Kaldı ki otomobil gibi uzun süre kullanılan malların sağlanmasıyla gerçekleşen karşılıklı ilişkiler bu sayıyı kat kat artırmaktadır. Özgürlüğe inanan bir insanın yaşadığı güçlük, bu son derece yaygın etkileşimi bireysel özgür­lüklerle uzlaştırma güçlüğüdür.

Temelde milyonlarca insanın ekonomik faaliyetlerini koordine etmenin yalnızca iki yolu vardır. Birincisi ordu ve modern totaliter devletlerin tekniği olan ve zor kul­lanma tekelini de içeren merkezi yönlendirme; İkincisi ise piyasanın tekniği olan bireylerin gönüllü işbirliğidir.

Gönüllü işbirliği aracılığıyla koordinasyonun sağ­lanması olanağı —çoğu kez reddedilse detemel olarak, “ekonomik etkileşimin her iki tarafı da bu etkileşimden fayda sağlar” önermesine dayanır. Ancak bu önerme, iş­lemin iki taraflı olarak gönüllü ve biliniyor olması koşu­luna bağlıdır.

Böylece takas, zor kullanmaya gerek olmaksızın ko­ordinasyonu sağlamış olur. Gönüllü takas yoluyla örgüt­lenmiş bir toplumun işleyen modellerinden biri, reka­betçi kapitalizm dediğimiz, özgür, özel teşebbüs takas ekonomisidir.

En basit şekliyle böyle bir toplum belli sayıda bağım­sız hane halklarından oluşmaktadır, bir Robinson Crusoe’lar topluluğu gibi. Her hane halkı, kontrolünde bu­lunan kaynaklan mal ve hizmet üretmek için kullanır ve her iki taraf için de kabul edilebilir koşullar çerçevesinde pazarlık ederek bunları diğer hane halklarının ürettikleri mal ve hizmetlerle takas eder. Böylelikle mal ve hizmet­leri kendi kullanımı için üreterek ihtiyaçlannı doğrudan karşılamak yerine, başkalan için mal ve hizmetler üre­terek ihtiyaçlannı dolaylı yoldan karşılaması mümkün olur. Bu dolaylı yolun benimsenmesindeki teşvik edici unsur, hiç kuşkusuz, işbölümü ve işlev uzmanlaşması­nın sağladığı ürün artışıdır. I iane halkı her zaman ken­disi için doğrudan üretim yapma seçeneğine sahip oldu­ğundan, yarar sağlayamayacağı bir takasa girmek zorun­da değildir. Dolayısıyla iki taratın da yararına olmayacak bir takas yapılmayacaktır. Bu yüzden de İşbirliği zor kullanmaksızın gerçekleşecektir.

Nihai üretici birimin hane halkları olması durumun­da, işlev uzmanlaşması ve işbölümü daha ileriye gideme­yecekti. Oysa modern toplumda çok daha fazla ilerle­dik. Kapasitelerine göre hizmet sunan ve mal satın alan bireyler arasında aracılık yapan girişimciler geliştirdik. Benzer şekilde, ürünün ürünle takasına bağlı kalmayı sürdürmüş olsaydık, işbölümü ve işlev uzmanlaşması da ilerleyemezdi. Sonuç olarak, takası kolaylaştıran ve sat­ma ve satın alma diye ikiye ayırmayı mümkün kılan bir araç olan parayı geliştirdik.

Girişimcilerin ve paranın güncel ekonomimizdeki önemli rollerine ve doğurdukları sayısız karmaşık so­runa karşın, koordinasyon sağlamada piyasa tekniğinin esas karakteristiği, girişimin de paranın da bulunmadı­ğı takas ekonomisinde ortaya çıkmaktadır. Söz konusu yalın modelde olduğu gibi, girişim ve paranın bulundu­ğu karmaşık ekonomide de işbirliği kesinlikle bireysel ve gönüllüdür. Ancak burada: (a) girişimciler özel girişim­cidir, bu nedenle anlaşmayı yapan asıl taraflar da bire\ lerdir. (b) bireyler herhangi bir takasa girip girmemekte tam anlamıyla özgürdür, dolayısıyla her işlem de kesin­likle gönüllüdür.

Bu koşulları genel anlamda tanımlamak, ayrıntılarıyla ortaya koymaktan ya da sürdürülmelerini sağlayacak ku­rumsal düzenlemeleri spesifik olarak belirlemekten çok daha kolaydır. Gerçekte, teknik ekonomik literatürün çoğu tamamen bu sorularla ilgilidir. Temel zorunluluk, bir bireyin diğerine fiziksel zor kullanmasını önlemek ve gönüllü anlaşmalara katılmayı güçlendirmek için yasa ve düzenlemeler oluşturmak, böylece “özcl”e öz kazandır­maktadır. Bunun ram sıra, belki de en zor sorunlar te­kelden -ki tekel, birevin takas seçeneklerini ortadan kal­dırarak etkin bir özgürlüğe engel olmaktadırve üçün­cü kişili ri etkilediği halde bedelini ödemenin ya da taz­min etmenin mümkün olmadığı “komşuluk etkileri”nden kaynaklanmaktadır. Bu sorunları daha ayrıntılı ola­rak izlcven bölümde inceleyeceğiz.

l '.konomik faaliyetlerin pivasa organizasyonunun te­mel özelliği, etkin bir takas özgürlüğü sağlandığı sürece, faaliyetlerinin çoğunda bir bireyin bir başkasına müda­hale etmesini engellemesidir. Iş yapabileceği birçok sa­tıcının bulunması nedeniyle tüketici, bir tek satıcının ya­pabileceği baskıdan korunurken, satıcı da kendisinden alışveriş yapabilecek çok sayıda tüketici bulunması saye­sinde tek bir tüketicinin baskısından korunur. İşçi, ken­disine is verebilecek başka işverenlerin varlığı sayesinde işverenin baskısından korunur. Ve bu böyle devam eder. Ve pivasa bunu kişisel olmayan bir biçimde ve merkezi otorite olmadan yapar.

Gerçekte serbest ekonomiye karşı çıkılmasının en büvük sebebi, piyasanın bu işi gerçekten böylesine iyi yapmasıdır. Serbest ekonomi, belli bir grubun “insanla­rın istemeleri gerektiğine” inandığı şeyleri değil, insan­lar neleri istiyorlarsa onları verir. Serbest piyasaya karşı olanların çoğu, özgürlüğün kendisine inanmamaktadır.

Serbest piyasanın varlığı, elbette ki, devlete olan ih­tiyacı ortadan kaldırmaz. Tersine, devlet hem “oyunun kuralları”nı belirlemek için bir forum olarak, hem de kararlaştırılan kuralların yorumlanması ve uygulanması için bir hakem olarak gereklidir. Piyasanın yaptığı şey, si­yasi araçlarla karara bağlanması gereken sorunların ora­nını büyük ölçüde azaltarak, devletin oyuna doğrudan katılması gerekliliğini en aza indirmektir. Siyasi araçlarla faaliyette bulunmanın temel özelliği, daha sonra büyük oranda uyum ve mutabakat gerektirmesi ya da bunu zor­la sağlama eğilimi yaratmasıdır. Öte yandan piyasanın en büyük avantajı, geniş ölçüde çeşitliliğe izin vermesidir. Siyasi terimlerle ifade etmek gerekirse, bu bir nispi tem­sil sistemidir, iler birey istediği kravat rengi için oy kul­lanabilir ve çoğunluğun hangi rengi istediğini bilmek zo­runda değildir. Kendisi azınlığın içindeyse dahi, çoğun­luğun istediğine uymak zorunda değildir.

işte, piyasa ekonomik özgürlük sağlar derken, bah­settiğimiz şey piyasanın bu özelliğidir. Ancak bu karak­teristik özelliğin dar anlamda ekonomik olmanın çok ötesinde sonuçları bulunmaktadır. Siyasi özgürlük, bir bireyin diğer bir bireyden baskı görmemesi demektir. Özgürlüğe yönelen en temel tehdit zor kullanma gücü­dür ve bu güç, ister bir monarkın, bir diktatörün, ister­se bir oligarşinin ya da o anki çoğunluğun elinde olsun, tehdit olmayı sürdürür. Özgürlüğün korunması için gü­cün bu şekilde yoğunlaşmasını mümkün olduğu kadar engellemek gerekmektedir. Engellemenin mümkün ol­madığı noktalarda ise gücün dağıtılması ve yayılması ge­rekir. Bu bir kontrol ve denge (check-balance) mekaniz­masıdır. Ekonomik faaliyetlerin organizasyonunun siya­si otoritenin denetiminden çıkarılmasıyla birlikte piyasa, zor kullanma gücünün kaynağını ortadan kaldırır. Bövlece piyasa, ekonomik gücün siyasi gücü desteklemek yeri­ne, denetlemesini de mümkün kılar.

Ekonomik güç iyice yaygınlaştırılabilir. Mevcut eko­nomik merkezlerin aleyhine yeni ekonomik güç merkez­lerinin gelişmesinin oluşmasını destekleyen koruma ya­saları yoktur. Öte yandan siyasi gücün tek bir merkezde toplanmasının engellenerek dağıtılması çok daha güçtür. Birçok bağımsız küçük hükümet olabilir. Fakat tek bir hükümet içerisinde eşit güce sahip küçük siyasi güç mer­kezleri bulundurmak, çok sayıda ekonomik güç merke­zini tek bir büyük ekonomide bulundurmaktan çok daha zordur. Bir büyük ekonomide birçok milyoner olabilir. Buna karşılık vatandaşlarının enerjisinin ve coşkusunun odaklandığı, öncü konumundaki gerçek lider, bir kişi­den fazla olabilir mi? Eğer merkezi hükümet güçlenirse, bu güçlenme büyük olasılıkla yerel hükümetlerin aley­hine olacaktır. Bu noktada dağıtılacak siyasi gücün sa­bit toplamı gibi bir şey var gibi görünmektedir. Dolayı­sıyla, ekonomik gücün siyasi güce eklenmesi durumun­da yoğunlaşma neredeyse kaçınılmaz gibi görünmekte­dir. öte yandan eğer ekonomik güç siyasi ellerden uzak tutulursa, siyasi güce karşı bir denetim ve muhalefet hiz­meti verebilir.

Kısaca özetlemeye çalıştığım bu iddia belki de bir ör­nekle en iyi şekilde anlatılabilir. Önce sözünü ettiğimiz ilkeleri açıklamaya yardımcı olacak farazi bir örnek dü­şünelim, sonra da piyasanın siyasi gücü korumak için ne yolla çalıştığını gösterecek son deneyimlerden bazı gün­cel örnekler sıralayalım.

Özgür bir toplumun bir özelliği, hiç kuşkusuz, bi­reylerin toplumun yapısında radikal bir değişikliği açık­ça savunma ve propagandasını yapma özgürlüğüdür; an­cak bu savunma ikna yoluyla olmalı ve zorlama ya da di­ğer baskı biçimlerini içermemelidir. Kapitalist bir top­lumdaki siyasi özgürlüğün bir belirtisi de, kişilerin açık­ça sosyalizmi savunabilmeleri ve bu uğurda çalışabilme­leridir. Aynı şekilde sosyalist bir toplumda da siyasi öz­gürlüğün bireylerin kapitalizmi tanıtması ve savunması­na imkân verecek düzeyde olması gerekirdi. Sosyalist bir toplumda kapitalizmi savunma özgürlüğü nasıl korunur ve sürdürebilir?

İnsanların herhangi bir şeyi savunmaları için önce­likle hayatlarını kazanabilmeleri gerekir. Ancak sosyalist bir toplumda tüm işler siyasi otoritenin denetimi altında olduğundan, bu durum zaten daha başlangıçta sorun ya­ratır. Sosyalist bir hükümet için işçilerinin resmî öğretiye doğrudan karşıt politikalar savunmalarına izin vermek, kendinden feragat etmek demektir ki, bunun zorluğu, ikinci Dünya Savaşı’ndan sonra Birleşik Devletler’de fe­deral devlet memurları arasındaki “güvenlik” sorunu de­neyimiyle vurgulanmıştır.

Diyelim ki, böyle bir taviz gerçekleşti. Kapitalizmi savunmanın bir anlam taşıması için yandaşlarının bu davalarını finanse edebilmeleri, yani halka açık toplan­tılar düzenlemeleri, broşürler bastırmaları, radyo reklâ­mı vermeleri, gazete ve dergiler çıkarmaları vb. gerekir. Bu parasal kaynağı nereden bulabilirler ki? Sosyalist toplumlarda büyük geliri olan, hattâ devlet tahvili şeklinde büyük sermayesi bulunan kişiler olabilir fakat muhteme­len bunlar üst düzey kamu görevlileri olacaktır. Kapita­lizmi açıkça savunduğu halde işinde kalabilen küçük bir sosyalist memur düşünmek mümkündür. Fakat sosyalist kodamanların böylcsine “yıkıcı” eylemleri finanse ettik­lerini düşünmek safdillik olur.

Tek parasal kaynak, çok sayıda alt düzey memurdan toplanacak küçük miktarlar olacaktır. Fakat bizim so­rumuzun cevabı bu değildir, çünkü memurlardan para toplayarak kaynak oluşturabilmek için onları zaten bu davaya inandırmış, ikna etmiş olmak gerekir. Oysa bizim esas sorunumuz zaten böyle bir kampanyayı başlatabil­mek için gerekli kaynağı edinmektir. Kapitalist toplumlarda radikal hareketler hiçbir zaman bu biçimde finan­se edilmemiştir. Bu tür radikal hareketler genellikle, da­vaya inandırılmış birkaç zengin birey tarafından destek­lenerek finanse edilirler. Son zamanlarda önde gelen bir­kaç isim olarak, bir Frederick Vanderbilt Field, bir Anita McCormick Blainc, bir Corliss Lamont ya da daha ge­riye gidilirse bir Fricdrich Engels anılabilir. Ne var ki, si­yasi özgürlüğün korunmasında servet eşitsizliğinin rolü, yani patronun rolü çok ender olarak belirtilir.

Kapitalist bir toplumda, herhangi bir fikir hareketi­ni başlatmak amacıyla para bulmak için gerekli olan, yal­nızca birkaç zengin kişiyi davaya inandırmaktır vc çok garip olsa da, böyle birçok kişi ve bağımsız destek kay­nağı bulunmaktadır. Aslında parasal yardımda bulunabi­lecek kişileri ya da malî kuruluşları, propagandası yapı­lacak fikirlerin sağlamlığına inandırmak bile gerekmez; propagandanın malî açıdan başarılı olacağına, gazete veya dergi ya da kitap veya benzer girişimin kâr getirece­ğine inandırmak yeterlidir. Örneğin, rekabetçi bir yayın­cının, yalnızca kişisel olarak aynı fikirde olması bu yazı-

lan yayınlaması için yeterli değildir. Burada mihenk taşı, piyasanın, yaptığı yatırıma karşılık tatmin edici gelir geti­recek kadar geniş olmasıdır.

Bu yolla piyasa kısır döngüyü kırar ve kişileri önce­den ikna etmek gerekmeksizin, onlardan para toplan­masını sağlayarak bu tür girişimlerin finanse edilmesini mümkün kılar. Sosyalist toplumda bu tür olanaklar yok­tur, yalnızca tüm gücü elinde tutan devlet vardır.

Hayal gücümüzü biraz genişletelim ve diyelim ki, sosyalist bir hükümet bu sorunun bilincindedir ve öz­gürlüğü koruma kaygısı olan kişilerden oluşmuştur. O zaman gerekli parasal kaynakları sağlayabilir mi? Belki, ama nasıl yapacağını görmek zor. Karşıt propagandaya parasal yardım yapacak bir büro kurabilir. Ancak kimi destekleyeceğini nasıl seçecektir? Eğer her isteyene ve­recek olursa kısa sürede parası tükenecektir, çünkü sos­yalizm, yeterince yüksek bir fiyatın büyük bir arz yarata­cağı yolundaki temel ekonomik yasayı yok sayamaz. Ra­dikal davaları savunmayı tatmin edici bir miktarla ödül­lendirdiğiniz takdirde, bunları savunacak kişi arzı sınır­sız olacaktır.

Dahası, popüler olmayan bir davayı savunma özgür­lüğü, böyle bir savunmanın bedelsiz olmasını gerektir­mez. Tersine, eğer radikal değişikliğin savunulması bir bedel ödenmesini gerektirmeseydi, üstelik bir de devle­tin parasal desteğiyle yapılsaydı, hiçbir toplum istikrar­lı olamazdı. İnsanların derinden inandıkları davaları sa­vunmak için fedakârlıklarda bulunmaları tümüyle gerek­lidir. Gerçekten de özgürlüğü yalnızca kendinden fera­gatte bulunmaya gönüllü kişiler için korumak önemlidir, aksi takdirde özgürlük, kurallara uymama ve sorum suz-

luk biçiminde yozlaşır. Önemli olan, popüler olmayan davaları savunmanın bedelinin dayanılır ölçüde olması ve engelleyici olmamasıdır.

Ancak henüz sözümüzü bitirmedik. Serbest piyasa toplumunda parasal kaynaklara sahip olmak yeterlidir. Kâğıt satıcıları mallarını W ali Street ]ournata olduğu ka­dar Daily İV'orker’n da satmak isterler. Sosyalist bir top­lumdaysa parasal kaynaklara sahip olmak yeterli olma­yacaktır. Farazi kapitalizm savunucumuz, kendisine kâ­ğıt satması için devletin kâğıt fabrikasını, broşürlerini ya­yımlaması için devletin baskı makinelerini, bunları dağıt­ması için devletin postanesini, toplantılar düzenleyecek bir salon kiralaması için devletin acentelerinden birini ikna etmek zorundadır.

Belki de bu zorlukları yenmenin ve sosyalist bir top­lumda özgürlüğü korumanın bir yolu vardır. Hiç kim­se bunun kesinlikle imkânsız olduğunu söyleyemez. Bu­nunla birlikte, aykırı görüşlerin bulunması olasılığını et­kili bir biçimde koruyacak kurumlar oluşturulmasının önünde gerçekten büyük zorlukların olduğu açıktır. Bil­diğim kadarıyla, hem sosyalizmden, hem de özgürlükten yana olan İliç kimse bu sorunu gerçekten göğüslemedi ve hiç kimse sosyalist yönetimde özgürlüğe izin verecek kurumsal düzenlemeler geliştirme yolunda kayda değer bir başlangıç dahi yapmadı. Buna karşılık, kapitalist top­lumun özgürlüğü nasıl beslediği açıktır.

Winston Churchill deneyimi, bu soyut ilkelere çarpıcı bir pratik örnek teşkil etmektedir. 1933’ten İkinci Dün­ya Savaşı’nın patlak vermesine kadar Churchill’in BBC tarafından yönetilen bir devlet tekeli olan İngiliz radyo­sunda konuşma yapması yasaktı. Söz konusu olan, iilke-

sinin önde gelen bir yurttaşı, bir parlamento üyesi, eski bir bakan, Hitler Almanyası’nın tehdidine karşı harekete geçmek için yurttaşlarını ikna etmek amacıyla mümkün olan her yolu umutsuzca deneyen bir insandı. Ama BBC devlet tekeli olduğu için ve Churchill’in konumu da çok “tartışmalı” olduğu için Ingiliz halkına radyodan seslen­mesine izin verilmiyordu.

Bir başka çarpıcı örnek 26 Ocak 1959 tarihli Time dergisinin ortaya çıkardığı “kara liste” ile ilgilidir. Dergi olayı şöyle bildiriyor:

Oscar ödül töreni I Iollywood’un en yüksek onur basamağıdır, ancak iki yıl önce bu onura gölge düşmüştür. The Brave One adlı yapıtıyla bi­rinci seçilen Robert Rich ödülünü almak için or­taya çıkmamıştır. Robert Rich, sinema endüstri­si tarafından 1947 yılından beri komünist olduk­larından kuşkulanıldığı için kara listeye alınan 150 kadar yazarı ifade eden takma bir addır. Bu olay özellikle yüz kızartıcıdır, çünkü Motion Picture Academy komünistlerin ya da Anayasanın Beşin­ci Ek Maddesi savunucularının Oscar yarışması­na katılmasını engellemişti. Geçen hafta hem ko­münistler için kovulan kural, hem de Rich’in kim­liğinin sırrı ortaya çıktı.

Rich’in, 1947 yılında, sinema endüstrisinde komünizm davasında tanıklık etmeyi reddede­nin, orijinal adıyla “Hollyvvood Onlusu” diye bi­linen yazarlardan Dalton Trumbo (Johnny Got His Gun) olduğu ortava çıkmıştır. Robert Rich’in “Ispanya’da, sakallı bir genç” olduğu konusunda ısrar eden yapımcı Frank King şöyle demiştir: ‘En iyi senaryoyu almak için elimizden geleni yapmak hissedarlarımıza karşı görevimizdir. Trumbo bize The Brave One’ı getirdi, biz de aldık...’

Böylece 1 Iollywood’un kara listesinin resmî olarak sonu gelmiş oldu. Yasaklı yazarlar için res­mî olmayan son çok önce gelmişti. Son l lollywood filmlerinin en azından yüzde onbeşinin kara listedeki yazarlarca yazıldığı bildirilmiştir. Yapım­cı King, “Hollpvood’da, Forest Lawn’da oldu­ğundan daha çok hayalet vardır” demiştir. “Bu kentteki her film şirketi kara listedeki kişilerin ya­pıtlarını kullanmıştır. Biz sadece herkesin bildiği­ni ilk doğrulayanlarız.”

Bir insan, benim gibi, komünizmin tüm özgürlü­ğümüzü ortadan kaldıracağına inanabilir, komünizme mümkün olduğu kadar katı bir şekilde ve şiddetle karşı çıkabilir, ama aynı zamanda özgür bir toplumda bir in­sanın komünizme inandığı için ya da ilerlemesine çalış­tığı için başkalarıyla birlikte gönüllü düzenlemelere gi­rişmesini engellemenin kabul edilemez olduğuna da ina­nabilir. Bu kişinin özgürlüğü komünizmi övme özgürlü­ğünü de kapsar. Hiç kuşkusuz, özgürlük, bu koşullar al­tında başkalarının onunla işbirliği yapmama özgürlüğü­nü de içerir. Hollyvvood’un kara listesi, gönüllü alışveri­şi engellemede baskı aracı olarak kullanılan hileli bir dü­zenleme olduğundan, özgürlüğü ortadan kaldıran bir ey­lemdi. Ancak bir işe yaramadı çünkü piyasa, kara listeyi korumanın maliyetini çok yükseltti. İşin ticarî yönü, yani girişimcilerin ellerinden geldiğince çok para kazanma is­teği, kara listedeki kişilere alternatif bir iş alanı yaratarak ve başkalarını da onlara iş vermeye teşvik ederek, onla­rın özgürlüğünü korumuştur.

Eğer I Iollywood ve sinema endüstrisi bir devlet giri­şimi olsaydı ya da İngiltere’de BBC tarafından işe alına­cak olsalardı, “Hollyvvood Onlusu”nun ya da benzerle­rinin iş bulabileceklerine inanmak zor olurdu. zXynı şe­kilde, bu koşullar altında bireycilik ve özel girişim taraf­tarlarının —ya da aslında statükodan başka herhangi bir görüşün yandaşlarınıniş bulabileceklerini düşünmek de zordur.

Piyasanın siyasi özgürlüğü korumadaki rolü konu­sunda başka bir örnek, McCarthyizm olayında ortaya çıkmıştır. İçerdiği asıl sorunlar ve yapılan suçlamaların erdemleri tümüyle bir yana, bireylerin ve özellikle de devlet memurlarının vicdanlarını açığa vurmalarına ay­kırı düşen konulardaki sorumsuz suçlamalar ve sorgula­malara karşı ne gibi bir korunmaları vardı? Devlet me­muriyeti seçenekleri olmadığı takdirde Ek Beşinci Mad­deye başvurmaları boş yere maskaralıktan başka bir şey olmayacaktır.

Söz konusu kişilerin temel koruması, hayatlarını ka­zanabilecekleri özel piyasa ekonomisinin varlığıydı. Yine de burada koruma mutlak değildi. Birçok özel işveren haklı ya da haksız olarak, teşhir edilmiş bu kişilere iş ver­meye karşıydı. Çoğunluğun tutmadığı davaları savunan kişilere genellikle yüklenen bedeli haklı göstermek, bu işe dolaylı olarak karışan birçok kişiye yüklenen bede­li haklı göstermekten daha kolay olabilir. Ancak önem­li olan, söz konusu bedelin bireyin özgürlüğünü kısıtla­yıcı ve yasaklayıcı olmamasıdır; eğer tek seçenek devlet memuriyeti olsaydı, bu bedel kesinlikle özgürlüğü kısıt­layıcı olacaktı.

İşe karışan kişilerin büyük bölümünün, piyasanın ideal serbest piyasaya en çok yaklaştığı, küçük esnaflık, ticaret, çiftçilik gibi ekonominin en rekabetçi kesimle­rine kaymaları ilgi çekicidir. Ekmek satın alan hiç kim­se buğdayın bir komünist ya da cumhuriyetçi, bir meş­rutiyetçi ya da bir faşist, zenci ya da beyaz tarafından ye­tiştirilip yetiştirilmediğini bilmez. Bu da kişisel olmayan piyasanın ekonomik etkinlikleri siyasi görüşlerden nasıl ayırdığını ve insanları ekonomik etkinliklerde, üretimle­riyle ilgili olmayan nedenlerle —bu nedenler görüşleriyle ya da renkleriyle ilişkili olsa bileayrıma uğramaktan na­sıl koruduğunu göstermektedir.

Örnekten de anlaşıldığı üzere, toplumumuzda reka­betçi kapitalizmin korunması ve güçlendirilmesinde en çok çıkan bulunanlar, çoğunluğun düşmanlığını kolay­lıkla çekebilecek ve güvensizlik duyulabilecek olan azın­lık gruplardır; bunlann başında da zenciler, Yahudiler, yabancı uyruklular gelmektedir. Yine de serbest piyasa­nın düşmanlarının —komünistler ve sosyalistlerbüyük ölçüde bu gruplardan çıkmaları da son derece çelişki­li bir durumdur.

Bölüm 2

Özgür Bir Toplumda Devletin Rolü

Totaliter toplumlara yöneltilen ortak itiraz, bu tür toplumlarda, sonucun araçları haklı göstereceğine ina­nılmasıdır. Sözlük anlamında alınırsa, bu itiraz açıkça mantıksızdır. Eğer sonuç araçları haklı çıkarmazsa baş­ka ne çıkarabilir ki? Ne var ki, bu kolay yanıt itirazı gi­dermez; sadece itirazın iyi yapılmadığını gösterir. Sonu­cun araçları haklı çıkardığını yadsımak, söz konusu so­nucun nihai sonuç olmadığını; uygun araçların kullanıl­masının asıl sonucun kendisi olduğunu dolaylı yoldan öne sürmek demektir. Arzu edilir olsun ya da olmasın, kötü araçlar kullanılarak ulaşılabilecek herhangi bir so­nucun, daha temel bir sonuç olarak iyi araçların kullanı­mına yol açması gerekmektedir.

Liberal bir bireye göre uygun araçlar, herhangi bir baskı biçiminin uygun olmadığını belirten gönüllü iş­birliği ve özgür tartışmadır. İdeal olan, sorumlu bireyler arasında tamamen özgür bir tartışma temelinde ulaşılan tam fikir birliğidir. Bu, bir önceki bölümde vurgulanan özgürlüğün amacını açıklamanın bir başka yoludur.

Bu noktadan hareket edildiğinde, piyasanın rolü, daha önce de belirtildiği gibi, uzlaşma olmadan ittifak kurulmasını mümkün hale getirmesidir; yani piyasa et­kili bir nispi temsil sistemidir. Öte yandan siyasi karar-

lar aracılığıyla açıkça gerçekleştirilen eylemin tipik özel­liğiyse, temelde aynı görüşte olmayı gerektirmesi ya da buna zorlama eğilimidir. Bir konu karara bağlanırken ya “evet” ya da “hayır” denmesi gerekir; koşullar öne sür­mek, en iyi ihtimalle, ancak sınırlı sayıda seçenek için söz konusu olabilir. Nispi temsilin açıkça siyasi biçimde kullanılması bile bu sonucu değiştirmez. Piyasanın nis­pi temsiliyle kıyaslandığında, siyaset alanında gerçekten temsil edilebilir olan ayrı grupların sayısı çok sınırlıdır. Daha da önemlisi, ortaya çıkanın genellikle, her “parti” için ayrı bir yasama kararı değil, tüm gruplara uygulana­bilir bir yasa olması gerekliliğidir. Bu da, uzlaşma olmak­sızın ittifaka ulaşmaya imkân tanımayan siyasi nispi tem­silin etkisizliğe ve parçalanmaya yol açabileceğini göste­rir. Bu nedenle de uzlaşma olmaksızın kurulacak bir it­tifakın dayanabileceği herhangi bir uzlaşma ortamını da ortadan kaldırır.

Etkili nispi temsilin olanaksız olduğu bazı konular vardır kuşkusuz. Örneğin ulusal savunma konusunda, insanlar kendi isteklerine göre farklı oranlarda hizmet talep edemezler. Böyle bölünemez konularda iddiamı­zı ortaya atabilir, tartışabilir ve oylayabiliriz. Ancak bir kez karar verildi mi, çoğunluğa uymamız gerekir, işte bu tür bölünmez konuların varlığı -bireyi ve ulusu şiddet­ten korumak bunların başında gelir— piyasa aracılığıyla yalnızca bireysel faaliyete bel bağlanmasına engel olur. Kaynaklarımızın bazılarını bu tür bölünmez kalemlere kullanacaksak, farklılıkları uzlaştırması için siyası kanal­lara başvurmamız gerekir.

Siyasi kanalların kullanılması kaçınılmaz olmasına rağmen, istikrarlı bir toplum için elzem olan sosyal bir-

lik ve beraberliğin zorlanmasına yol açar. Eğer ortak ey­lem konusunda verilecek karar, insanların her halükar­da bir görüş birliği içinde oldukları az sayıdaki sorunlar dizisine ilişkinse, bu zorlama en az seviyede gerçekleşir. Kesin bir anlaşma gerektiren sorunlar dizisi genişledik­çe, toplumu bir arada tutan hassas bağlar büsbütün zor­lanır. Bu durum insanların çok ciddi biçimde farklı dü­şündükleri bir soruna kadar giderse, toplumda çatlaklar oluşabilir, l'emcl değerlerde öze ilişkin görüş ayrılıkla­rı, eğer halledilebilirse, çok ender olarak ov sandığında halledilir. Bu tür görüş ayrılıklarını karara bağlayan ni­hai yol çatışmadır. Savaş bu tür bir sorunu karara bağlar ama kesinlikle çözemez. Tarihteki dini ve iç savaşlar bu düşüncenin kanlı tanıklarıdır.

Piyasanın geniş çapta kullanılması, kapsadığı her tür etkinlikle ilişkili olarak çoğunluğa boyun eğmeyi gerek­siz kılarak sosyal dokudaki zorlanmayı azaltmaktadır. Pi­yasanın kapsadığı etkinlikler dizisi genişledikçe, kesin si­yasi kararları gerektiren, dolayısıyla üzerinde anlaşma­ya varma gereği bulunan konular azalmaktadır. Sonuç­ta anlaşmaya varmanın gerekli olduğu sorunlar azaldık­ça, özgür toplum korunurken, anlaşmaya varma olasılığı daha da artmaktadır.

Görüş birliği bir idealdir elbette. Uygulamada, her konuda tam ittifak sağlamaya ne zamanımız yeter, ne de gücümüz. Zorunlu olarak bundan daha azıyla yetinme­liyiz. Böylece şu ya da bu biçimde çoğunluk sistemini çıkar yol olarak kabul etmek durumundayız. Çoğunluk sistemine başvurma isteğimizin ve aranacak çoğunluğun ölçüsünün eldeki sorunun ciddiyetine bağlı bulunması, çoğunluk sisteminin kendi başına bir temel ilke olına-

yıp, kestirme çözüm yolu olduğunu açıkça ortaya koyar. Eğer sorun çok büyük bir önem taşımıyorsa ve azınlıktakiler taleplerinin gerçekleşmemesinden fazla etkilen­meyeceklerse, basit çoğunluk yeterli olacaktır. Öte yan­dan, azınlığın söz konusu soruna ilişkin duygulan güç­lüyse asgari çoğunluk işe yaramayacaktır. Sözgelimi, ifa­de özgürlüğü konusunda alınacak bir kararın basit ço­ğunluğa dayanmasını pek çoğumuz istemeyecektir. Ya­sal yapımız, farklı çoğunluklar gerektiren farklı konulara ilişkin bu tür ayrımlarla doludur. Bunların en üst düzey­de olanları Anayasada yer alan hükümlerdir. Bunlar öy­lesine önemli ilkelerdir ki, kestirme çözümlere teslim ol­maya pek istekli olmayız. Bu ilkeler kabul edilirken ne­redeyse tam bir görüş birliğine varıldığından, simdi bun­larda değişiklik yapmak için de böyle bir görüş birliğinin gerekliğine inanırız.

Bizim Anayasamızda ve vazıh ya da yazısız diğer anayasalarda belli bazı konularda çoğunluk sisteminden ödün veren hükümler ve bu anayasalardaki ya da ben­zerlerindeki bireylere baskı yapılmasını yasaklayan özel maddeler, özgür tartışmayla ulaşılan ve araçlar konusun­da gerekli oybirliğine varıldığını yansıtan örnekler olarak görülmektedir.

Şimdi, çok genel batlarıyla da olsa çok daha spesifik bir konuya dönmek; tek basına piyasaya bırakılmaması gereken ya da piyasaya bırakılması durumunda maliyeti çok artıracağı için siyasi kanatlan kullanmanın daha ter­cih edilebilir olduğu alanlardan söz etmek istiyorum.

YASA KOYUCU VE HAKEM OLARAK DEVLET

İnsanların günlük faaliyetlerini, içinde bulunduk­ları genel gelenek ortamı ve yasal çerçeveden ayırt et-

mek önemlidir. Günlük faaliyetler, bir oyuna katmanla­rın oyun esnasındaki eylemleri gibidir; çerçeve de oyna­dıkları oyunun kuralları gibi. Tıpkı iyi bir ovunda oyun­cuların, hem oyunun kurallarını, hem de hakemin oyu­nu yorumlamasını ve yürütmesini kabul etmelerinin ge­rekmesi gibi, iyi bir toplumda da vatandaşların, araların­daki ilişkileri yönetecek olan genel koşullar üzerinde, bu koşulların farklı yorumlan konusunda hakemlik yapa­cak araçlar üzerinde ve genel kabul görmüş kurallar ara­sındaki uyumu sağlayacak bir aygıt üzerinde anlaşmaya varmaları gerekir. Oyunda olduğu gibi, toplumda da ge­nel koşulların çoğu, geleneklerden doğmuş sonuçlardır ve çoğu zaman düşünülmeden kabul edilmişlerdir. Her ne kadar küçük değişikliklerin birikimli (kümülatif) et­kisi nedeniyle oyunun ya da toplumun karakterinde za­manla köklü değişiklikler gerçekleşse de, genellikle ku­rallarda köklü yenilikler yapmayı göze alamaz, yalnızca küçük değişiklikler yapmayı düşünürüz. Hem oyunda, hem de toplumda kurallar dizisinin sürdürülmesi, ancak katılanların büyük bölümünün dış yaptırımlar olmaksı­zın bunlara uymalarıyla mümkündür, bunun temelin­de de geniş çapta sosyal uzlaşma yatmaktadır. Ama ku­ralların yorumlanması ve yürütülmesi için yalnızca gele­neklere ya da bu uzlaşmaya dayanamayız; bir hakeme de ihtiyacımız vardır. İşte bütün bunlar özgür bir toplum­da devletin temel rolleridir: kuralları değiştirebileceği­miz araçlar sağlamak, kuralların anlamı konusunda ara­mızdaki farklılıkları uyumlu hale getirmek ve başka tür­lü oyunu oynamayacak olan birkaç kişiyi kurallara uyma­ya zorlamak.

Bu açılardan devlete ihtiyaç duyulmasının nedeni mutlak özgürlüğün imkânsız olmasıdır. Bu düşünce her ne kadar bir felsefe olarak son derece çekiciyse de, anar­şinin, kusurlu insanoğlunun dünyasında uygulanması olanaksızdır.

İnsanların özgürlükleri çatışabilir; böyle bir durum­da, bir kişinin özgürlüğü bir başkasının özgürlüğünü ko­ruyacak kadar sınırlandırılmalıdır. Yüksek Mahkeme’nin bir zamanlar dediği gibi, “benim yumruğumu hareket ettirme özgürlüğüm, senin çenenin yakınlığıyla sınırlanmalıdır.”

Devletin uygun faaliyetlerinin neler olacağına ka­rar vermede temel sorun, farklı bireylerin özgürlükle­ri arasındaki bu çatışmaların nasıl halledileceğidir. Bazı durumlarda yanıt kolaydır. Bir insanın komşusunu öl­dürme özgürlüğünün ötekinin yaşama özgürlüğünü ko­rumak için feda edilmesi gerektiği yolundaki önermeye tam bir ittifak, görüş birliği sağlamak hiç de zor değildir. Diğer durumlarda yanıt bulmak zordur. Ekonomik alan­da, birleşme özgürlüğüyle rekabet özgürlüğü arasında­ki çatışmadan doğan büyük bir sorun vardır. “Girişim”i nitelerken “özgür” sözcüğüne nasıl bir anlam vereceğiz? Birleşik Devletler’de “özgür”ün anlamı, herkesin bir gi­rişimde bulunma özgürlüğünün olmasıdır; bu da mevcut girişimcilerin daha iyi bir ürünü aynı fiyattan ya da aynı ürünü daha düşük fiyattan satmaları dışında, rakiplerini piyasadan uzak tutma özgürlüğüne sahip olmamaları de­mektir. Öte yandan Avrupa kıtası geleneğine göre, söz konusu sözcük, genellikle girişimcilerin, fiyatları belirle­mek, piyasaları bölmek ve olası rakipleri piyasa dışında tutacak diğer teknikleri de uygulamak dâhil olmak üze­re, istediklerini yapmakta özgür olmalarını içermektedir.

Belki de bu alandaki en büyük zorluk, birleşme özgürlü­ğüyle rekabet özgürlüğü sorununun son derece şiddetli olduğu, işçiler arası birleşmelerde ortaya çıkmaktadır.

Yanıtın hem çok zor, hem de çok önemli olduğu bir başka temel ekonomik alan, mülkiyet haklarının tanımı­dır. Yüzyıllar boyunca gösterdiği gelişim sürecinde yasa­larımıza yerleşmiş olan mülkiyet kavramı, öylesine içimi­ze işlemiştir ki, onu olduğu gibi kabul eder ve mülkiyeti nelerin ne ölçüde oluşturduğunu, mülkiyet sahipliğinin verdiği hakların apaçık önermelerden doğmadığını, kar­maşık toplumsal yaratımlar olduğunu düşünmeyiz. Ör­neğin, belli bir toprak parçasına sahip olmam ve mülkü­mü islediğim gibi kullanma özgürlüğüm, bir başkasının arazimin üzerinden uçakla geçme hakkını çiğnememe izin vermekte midir? Yoksa onun uçağını kullanma hak­kı öncelikli midir? Ya da bu, ne kadar yüksekten uçtuğu­na mı bağlıdır? Ya da ne kadar gürültü yaptığına? Gönül­lü alışveriş, arazimin üzerinden uçma ayrıcalığı için bana ödeme yapmasını gerektirir mi? Yoksa arazimin üzerin­den uçmaması için benim mi ona ödeme yapmam gere­kir? Sanırım patentler, telif haklan, işletme hisseleri, ku­ruluşlardaki hisse senetleri, sulara ilişkin haklar vs. mül­kiyetin tanımlanmasında, genel kabul görmüş toplumsal kuralların rolünü vurgulamaya yeterlidir. Ayrıca birçok durumda, iyi belirlenmiş ve genel kabul görmüş bir mül­kiyet tanımının var olması, tanımın ne olduğundan çok daha önemli olmaktadır.

Ekonomik alanda çözülmesi zor problemler yara­tan bir diğer konu da para sistemidir. Devletin para sis­teminden sorumlu olması çoktan beri kabul görmüş bir durumdur. Kongreye “para basma, paranın yerli ve ya­bancı değerini ayarlama” yetkisini veren anayasal hü­küm, bunu açıkça ortaya koyar. Devletin ekonomik alandaki hiçbir faaliyeti muhtemelen bu kadar büyük bir kabul görmemiştir. Devletin sorumluluğunun bu den­li alışkanlık haline gelmiş olması ve günümüzde artık hiç sorgulanmayacak derecede benimsenmiş olması, bu so­rumluluğun zeminini anlamayı çok daha fazla gerekli kıl­maktadır. Zira bu durum, özgür bir toplumda, devletin etkinlik alanının uygun olan etkinliklerinden, uygun ol­mayanlara doğru yaygınlaşması; malî bir çerçeve sağla­maktan kaynakların bireyler arasında dağılımına kadar genişlemesi tehlikesini de içinde barındırır. Bu sorunu üçüncü bölümde ayrıntılarıyla ele alacağız.

Özet olarak, ekonomik etkinliğin gönüllü takas ara­cılığıyla örgütlenmesi, devlet aracılığıyla bir bireyin diğe­rine karşı zor kullanmasını önlemek için yasa vc düzen sağladığımızı, gönüllü olarak girişilen anlaşmaları uygu­ladığımızı, mülkiyet haklarını tanımladığımızı, bu tür hakları yorumladığımızı ve uygulattığımızı ve bir malî çerçevenin koşullarını saptadığımızı varsayar.

TEKNİK TEKEL VE KOMŞULUK ETKİLERİ ZEMİNİNDE DEVLET ARACILIĞIYLA GERÇEKLEŞ Tİ RİLEN F A ALİ YETLER

Devletin rolü, daha önce de ele aldığımız üzere, pi­yasanın kendi başına yapamayacaklarını yapmaktır; yani oyunun kurallarını belirlemek, hakemlik yapmak ve ku­ralları uygulatmak. Aynı zamanda, piyasa aracılığıyla da yapılabilecek ama teknik ya da benzer koşullardan kay­naklanan güçlükler nedeniyle devlet aracılığıyla yapılma­sını tercih ettiğimiz işler de olabilir. Bütün bunlar, gö­nüllü takasın ya aşın pahalı ya da olanaksız olduğu du-

rumlara indirgenebilir. Bu tür durumlar iki genel sını­fa ayrılır: Tekel ya da benzer piyasa kusurları ve komşu­luk etkileri.

lakas, ancak birbirine neredeyse eşit iki seçeneğin var olması durumunda gerçekten gönüllüdür. Tekel bu seçeneklerin yokluğunu ifade eder, bu nedenle etkin bir takas özgürlüğünü engeller. Uygulamada tekel, genellik­le değilse bile çoğunlukla ya devlet desteğinden ya da bi­reyler arasındaki hileli anlaşmalardan kaynaklanır. Bun­larla ilgili olarak sorun, ya devletin tekeli beslemesini en­gellemek ya da anti-tröst yasalarımızdaki gibi kuralla­rın etkin biçimde uygulanmalarını sağlamaktır. Bunun­la birlikte, teknik açıdan ancak bir tek üretici tarafından üretilmesi uygun olan bir mal/hizmet nedeniyle de te­kel doğabilir. Bana kalırsa, bu tür durumlar sanıldığın­dan çok daha az sayıdadır, ama kesinlikle yok değildir. Basit bir örnek olarak, bir toplumdaki telefon hizmetle­ri gösterilebilir. Bu tür durumlara “teknik” tekel adı ver­mekteyim.

Teknik koşulların rekabetçi piyasa güçlerinin doğal sonucu olarak bir tekel oluşturması durumunda üç se­çenek mümkün görünmektedir: Özel tekel, kamu teke­li ya da kamu düzenlenmesi. Üçü de kötüdür, demek ki kötüler arasında bir seçim yapmalıyız. Birleşik Devlet­ler’de tekellerin kamu tarafından düzenlenmesini göz­lemleyen Henry Simons, sonuçlan öylesine tatsız bul­muş ki, kamu tekelini “ehveni şer” olarak görmüş. Al­man demiryollarında kamu tekelini gözlemleyen tanın­mış Alman liberal VValter Eucken ise sonuçların sevim­sizliğine bakarak kamu düzenlenmesinin “kötünün iyi­si” olduğu sonucuna varmış, ikisinden de ders alarak is-

temeye istemeye, eğer tahammül edilebilirse, özel teke­lin belki de “kötünün içinde en iyisi” olduğu sonucunu çıkarıyorum.

Eğer toplum durağan olsaydı, dolayısıyla teknik teke­li doğuran koşulların olduğu gibi kalacağı garantisi bu­lunsaydı, bu çözüme pek güvenmezdim. I Iızla değişen bir toplumda teknik tekeli doğuran koşullar da sık sık değişir; bu nedenle kamu düzenlemesinin de, kamu te­kelinin de koşullardaki değişime pek kolay ayak uyduramayacağını, bunlann özel tekel kadar kolaylıkla ortadan kaldırılamayacaklarını düşünüyorum.

Birleşik Devletler’deki demiryollan buna mükem­mel bir örnektir. Ondokuzuncu yüzyılda demiryolların­da büyük çaplı tekel, teknik nedenlerden ötürü belki de kaçınılmazdı. Eyaletlerarası Ticaret Komisyonu (ICC) da aynı gerekçeyle kurulmuştu. Ne var ki, koşullar de­ğişti. Karayollarının ve hava taşımacılığının gelişmesi demiryollanndaki tekel öğesini ihmal edilebilir oranlara in­dirdi. Yine de ICC’yi ortadan kaldırmış değiliz. Tersi­ne, başlangıçta halicin demiryolları tarafından sömürül­mesin! engellemek amacıyla işe başlayan ICC, demiryol­larını kamyonların ve öteki taşıt araçlarının rekabetin­den koruyan bir kuruluş haline gelmiştir. Benzer biçim­de, İngiltere’de demiryolları kamulaştırıldığında, kam­yon taşımacılığı önce devlet tekeline alınmıştı. Eğer Bir­leşik Devletler’de demiryolları hiçbir zaman kamu dü­zenlemesine tabi tutulmasaydı, günümüzde demiryollan da dâhil olmak üzere, taşımacılık, çok az tekel öğesi içe­ren ya da hiç içermeyen, büyük ölçüde rekabetçi bir sa­nayi olacaktı.

Ama özel tekel, kamu tekeli ve kamu düzenlemesi belaları arasında, var olan koşullardan bağımsız olarak, bir kereye mahsus ve kalıcı bir seçim yapılamaz. Eğer teknik tekel çok gerekli bir hizmet ya da malın sağlan­ması için kurulmuşsa ve tekelin gücü büyükse, düzen­lenmemiş özel tekelin kısa vadedeki etkileri bile dayanıl­maz olabilir, bu durumda kamu düzenlemesi de, kamu mülkiyeti de “kötünün iyisi” sayılabilir.

Bazı durumlarda teknik tekel fiili bir kamu tekelini haklı kılabilir. Ama kendi başına, başkalarının rekabetini yasaklayarak kurulan bir kamu tekelini haklı gösteremez. Sözgelimi, posta hizmetlerinin hâlâ kamu tekelinde ol­masını haklı göstermenin bir yolu yoktur. Posta hizme­tinin teknik tekel olduğu ve devlet tekelinin de kötülerin içinde en iyisi olduğu iddia edilebilir. Bu iddia doğrultu­sunda, belki de postanenin devlete ait oluşuna bir ma­zeret bulunabilir, ama posta hizmetini geri kalan herkes için yasadışı kılan günümüz yasalarının haklı gösterile­cek bir yanı olamaz. Eğer posta dağıtımı bir teknik tekel­se, o zaman hiç kimse devletle rekabette başarılı olama­yacaktır. Eğer değilse, devletin bu işe karışmasının hiçbir nedeni yoktur. Bunu anlamanın tek yolu, başkalarının da bu işe girmelerine izin vermektir.

Posta tekeli kurmamızın tarihsel nedeni şudur: Pony Ekspress ülkenin bir ucundan diğerine posta taşımada öylesine başarılıydı ki, devlet kıtalararası hizmet vermeye başlayınca onunla etkin biçimde rekabet edemedi ve za­rara girdi. Sonuç, posta taşımayı başka herkes için yasak­layan bir yasanın çıkarılması oldu. Bugün Adams Eks­press Şirketi’nin faal bir işletme olacağı yerde bir yatırım tröstü olmasının nedeni budur. Posta taşıma işine gir­mek herkese açık olsaydı, öyle sanıyorum ki, çok sayı­

da şirket bu işe girer ve bu köhne sanayi kısa sürede bir devrim yaşardı.

Gönüllü takasın olanaksız olduğu ikinci bir durum, bireylerin faaliyet terinin diğerlerini etkilediği, ama bu­nun bedelini talep ya da tazmin etmenin mümkün ol­madığı /.aman ortaya çıkmaktadır. Bu, “komşuluk etkile­ri’’ sorunudur. Bir akarsuyun kirletilmesi, buna verilebi­lecek en nçıklavıcı örneklerden biridir. Akarsuyun kirle­tilmesine neden olan kişi, diğerlerini iyi suyu kötü suyla takas etmek zorunda bırakmaktadır. Diğerlen böyle bir takası bir bedel karşılığında yapmak isteyebilirler. An­cak bireysel eylemlerle bövle bir takası engellemeleri ya da kendilerine uygun bir tazminat ödenmesini sağlama­ları imkansızdır.

Bu konuya bir başka örnek de karayollandır. Burada, yolları kullanan bireyleri saptayarak onlardan ücret talep etmek ve dolayısıyla özel işletme kurmak teknik açıdan mümkündür. Bununla birlikte, birçok giriş ve çıkış nok­taları olan genel geçiş yollarında her kişiden, verilen hiz­met karşılığında ücret talep edilmesi, tüm girişlere turni­keler kurmayı gerektireceğinden ücret toplama maliye­tini de yükseltecektir. Akaryakıt vergisi, bireylerin yol­ları kullandıkları oranda ücret ödemelerini sağlamanın çok daha ucuz bir yöntemidir. Fakat bu yöntemle, belli bir kullanımın ücret olarak tam karşılığını saptamak ola­naksızdır. Dolayısıyla bu hizmeti özel girişimin sunma­sı ve kapsamlı bir özel tekel kurmaksızın ücret toplama­sı mümkün değildir.

Bu sorunlar yoğun trafiğin ve sınırlı geçişin bulun­duğu uzun mesafeli paralı otoyollar için geçerli değildir. Bunlarda para toplama maliyeti düşüktür ve günümüzde

pek çoğundan ücret alınmaktadır. Bu konuda genellik­le sayısız seçenek vardır, dolayısıyla ciddi bir tekel soru­nu bulunmamaktadır. Dolayısıyla bunların özel mülkiyet haline gelmeleri ve özel olarak işletilmeleri için her türlü neden mevcuttur. Özel işletmeler olmaları durumunda, yolculuğun uzunluğuna göre ödenen akaryakıt vergisini karayollarını işleten girişimin alması gerekecektir.

Komşuluk etkileri nedeniyle tekel olması haklı görü­lebilecek durumlar ile görülemeyecek olanlar arasındaki farkları sergilemesi açısından ve hemen herkesin ilk ba­kışta ulusal parkların yönetimini geçerli bir devlet işle­vi olarak görmesinden dolayı parklar ilginç bir örnektir. Aslında komşuluk etkileri bir kent parkı için bir maze­ret olabilir, ama Yellowstone Ulusal Parkı ya da Büyük Kanyon gibi bir ulusal park için olamaz. Bu ikisi arasın­daki temel fark nedir? Kent parkından yararlanan kişileri saptamak ve bu yararlar için ücret almak son derece zor­dur. Eğer kentin ortasında bir park varsa, çevresindeki tüm yapılar açık alandan yararlanmakta ve parkın için­den ya da kenarından yürüyen kişiler de yarar sağlamak­tadırlar. Parkın kapılarına gişeler koymak ve parka bakan her pencere için yıllık ücret toplamak çok zor ve paha­lı olacaktır. Oysa Yello\vstone gibi bir ulusal parkta giriş kapılarının sayısı azdır; buraya gelenlerin çoğu uzunca bir süre kalırlar, dolayısıyla gişeler kurup giriş ücreti top­lamak pekâlâ mümkündür. Alınan bu ücretler tüm mas­rafları karşılamıyorsa da günümüzde bu yöntem uygu­lanmaktadır. Eğer halk böyle bir olanağı para ödeyecek kadar istiyorsa, özel girişimlerin bu tür parklar sağlama­ları için her türlü teşvik unsuru mevcut demektir. Ve hiç kuşkusuz, bugün bu türden birçok özel girişim bulun­maktadır. Ben şahsen, devletin bu alanda faaliyet göster­mesini haklı gösterecek komşuluk etkileri ya da önemli tekel etkileri uyduramam.

Komşuluk etkileri başlığı altında ele aldıklarıma benzer sorunlar, akla gelebilecek hemen her müdaha­leye akılcı nedenler bulmak için kullanılmıştır. Bunun­la birlikte, birçok durumda, bu “akılcı nedenler bulma”, komşuluk etkileri kavramının meşru uygulamasından çok, özel bir savunmadır. Komşuluk etkileri iki yanlıdır. Devletin faaliyetlerini genişletmek için olduğu gibi, sı­nırlamak için de bir neden oluşturabilirler. Üçüncü taraf­lar üzerindeki etkileri ayırt etmek ve büyüklüğünü ölç­mek zor olduğundan, komşuluk etkileri gönüllü takası engeller, ancak söz konusu zorluk devlet faaliyetlerinde de vardır. Komşuluk etkilerinin, bu etkileri ortadan kal­dırmanın maliyetine değecek ölçüde geniş olup olmadı­ğını anlamak zordur, bu maliyetleri uygun bir biçimde dağıtmaksa daha zor. Sonuç olarak, devlet komşuluk et­kilerinin üstesinden gelmek üzere bir faaliyete giriştiğin­de, bireylere uygun bir bedel ya da tazminat saptamakta başarısız olarak bir ölçüde yeni bir takım komşuluk etki­leri yaratmış olacaktır. İlk komşuluk etkilerinin mi, yok­sa yenilerinin mi daha ciddi olduğuna, yalnızca her bir durumun kendi unsurları doğrultusunda karar verilebi­lir, ancak bu durumda bile sadece yaklaşık bir sonuç elde edilebilir. Bunun da ötesinde, komşuluk etkilerini dev­let aracılığıyla ortadan kaldırmanın devlet faaliyeti ile il­gisi olmayan son derece önemli bir komşuluk etkisi bu­lunmaktadır. Devletin her müdahalesi, bireyin özgürlük alanını doğrudan sınırlar ve ilk bölümde ele alınan ne­denlerden ötürü özgürlüğün korunmasını dolaylı yol­dan tehdit eder.

Gönüllü takas aracılığıyla, devletle ortak hareket et­meden başarılması zor ya da imkânsız olan işlerde, dev­letle işbirliği yapmanın uygun olup olmayacağı konusun­da ilkelerimiz bize kesin ve net bir yol göstermez. Dev­let müdahalesinin önerildiği her durumda, bunun avan­tajlarını ve dezavantajlarını ayrı ayrı sıralayarak bir bilan­ço yapmamız gerekir. İlkelerimiz bize, hangi kalemleri hangi tarafa koyacağımızı söyler ve farklı kalemlere ne kadar önem atfedeceğimiz konusunda bir zemin oluş­turur. Özellikle, önerilen herhangi bir devlet müdahale­sinin özgürlüğü tehdit eden komşuluk etkisini bilanço­nun borç hanesine yazmayı ve bu etkiye hatırı sayılır bir ağırlık vermeyi her zaman isteveceğimiz kesindir. Öte­ki kalemlerde olduğu gibi, buna ne kadar ağırlık verile­ceği de koşullara bağlıdır. Sözgelimi, mevcut devlet mü­dahalesinin fazla olmaması durumunda ek müdahalenin olumsuz etkilerine daha az ağırlık veririz. Devletin bu­günün ölçülerine göre küçük olduğu zamanlarda yazan I lenry Simons gibi ilk liberallerin, bazı faaliyetleri devle­tin üstlenmesini istemelerinin önemli bir nedeni budur. Oysa devletin fazlasıyla şişkin olduğu günümüzde libe­raller böyle bir durumu kabul edemezler.

PATERNALİST ZEMİNDE

DEVLET ARACILIĞIYLA

GERÇEKLEŞTİRİLEN FAALİYETLER

Özgürlük yalnızca sorumlu bireyler için savunulabi­lir bir hedeftir. Çocukların ya da delilerin özgür olması gerektiğine inanmayız. Sorumlu bireylerle diğerleri ara­sına bir çizgi çizmek kaçınılmaz bir gerekliliktir, ama bu da nihai özgürlük hedefimizin özünde bir bulanıklık ol-

duğunu gösterir. Sortimin olmayanlar olarak adlandırdı­ğımız insanlar için paternalizm zorunludur.

Burada durumu en net olanlar belki de delilerdir. De­lilere ne özgürlük vermek, ne de onları öldürmek isteriz. Delilerin barınmaları ve bakımları konusunda bireylerin gönüllü faaliyetlerine güvenebilmek çok iyi olurdu. Ama sanırım, bu tür hayırsever etkinliklerin yetersiz kalaca­ğı olasılığını göz ardı edemeyiz; çünkü delilerin bakımı­na başkalarının katkıda bulunması bana da yarar sağla­yacağı için bir komşuluk etkisi meydana gelmektedir. Bu nedenle bunların bakımının devlet aracılığıyla düzenlen­mesini isteyebiliriz.

Çocukların durumu daha zor bir sorun teşkil eder. Toplumumuzda nihai etkin birim birey değil ailedir. Yine de ailenin birim olarak kabul edilmesinde ilkeden çok, kolay çözüm arayışı rol oynar. Ebeveynlerin genel­likle çocuklarını en iyi şekilde koruyabileceklerine ve öz­gür olmaya uygun, sorumlu bireyler olarak yetiştirecek­lerine inanırız. Fakat ebeveynlerin diğer insanlarla iste­diklerini yapmakta özgür olduklarına inanmayız. Çocuk­lar embriyo evresindeki sorumlu bireylerdir ve özgürlü­ğe inanan bir insan onların temel haklarının korunması­na da inanır.

Şimdi, biraz duygusuzca görünse de, sorunu farklı bir açıdan ele alalım: Çocuklar aynı zamanda tüketim mal­ları ve toplumun potansiyel sorumlu fertleridir. Bireyle­rin ekonomik kaynaklarını istedikleri gibi kullanma öz­gürlüğü, bu kaynakları çocuk sahibi olmakta kullanma, yani özel bir tüketim biçimi olarak çocuk sahibi olabilme hizmetini satın almada kullanma özgürlüğünü de içerir. Ancak bir kere böyle bir tercih yapıldığı andan itibaren çocuklar kendi başlarına bir değere ve ebeveynlerin öz­gürlüğünün uzantısı olmayan, kendi özgürlüklerine sa­hip olurlar.

Devlet faaliyetlerinin paternalist zemini bir liberal için birçok açıdan can sıkıcıdır, zira bu “bazıları diğerle­ri için karar verirler” ilkesinin kabulünü de içermektedir. Liberal bir insan, uygulamaların çoğunda bu ilkeye kar­şı çıkar. Ama sorunları olduklarından daha basitmiş gibi göstermenin kimseye bir faydası yoktur. Ölçülü bir paternalizme duyulan ihtiyacı göz ardı etmek mümkün de­ğildir. Dicey 1914’te akli yetersizliği olanların korunma­sıyla ilgili bir yasayı kaleme alırken şöyle yazmıştı: “Akli Yetersizlik Yasası hiçbir aklı başında insanın girmekten kaçınamayacağı bir yolda atılmış ilk adımdır; ama eğer bu yolda çok ileriye gidilirse, devlet adamlarını bireysel öz­gürlüğe müdahale etmeden çözemeyecekleri sorunlarla yüz yüze getirecektir.”’ Bize nerede duracağımızı söyle­yebilecek bir formül yoktur. Yanlış olma ihtimali olan yargımıza ve bir yargıya vardığımızda bunun doğru oldu­ğuna yurttaşlarımızı ikna etme yeteneğimize ya da onla­rın bizi görüşlerimizi değiştirmeye ikna etme yetenekleri­ne güvenmeliyiz. Her konuda olduğu gibi burada da, ku­surlu ve önyargılı insanoğlunun özgür tartışma ve denemc-yanılma yoluyla ulaştıkları fikir birliğine inanmalıyız.

SONUÇ

Hukuku ve düzeni koruyup sürdüren, mülkiyet hak­larını tanımlayan, mülkiyet haklarında ve ekonomik

A.V. Dicey, Lednres On The Re/ation Betıveen Laıı> And Public Opinion in Hngland Duriug l'be Nineteenth Ctulnry (Ondokn^/mcn YiigyıMu İngıltere'deki Kamuoyu re Hukuk ilişkisi (J-yerine Dersler) 2d. l'.d.; J.ondon: MacMillan & Co.. 1914, p. li.

oyunun diğer kurallarında değişildik yapabileceğimiz bir araç olarak hizmet veren, kuralların yorumu üzerindeki anlaşmazlıklarda hakemlik yapan, anlaşmaları yürüten, rekabeti geliştiren, malî çerçeve sağlayan, teknik tekelle­ri engelleyecek ve çoğunluğun devlet müdahalesini haklı gösterecek kadar önemli saydığı komşuluk etkilerini gi­derecek faaliyetlerde bulunan, deli olsun, çocuk olsun sorumluluğu olmayan kişilerin korunmasında özel hayır derneklerine ve özel aileye ek yardım veren bir devlet... böyle bir devletin, hiç kuşkusuz, yerine getireceği önem­li işlevler vardır.

Bununla birlikte, bu tür bir devletin işlevlerinin açık­ça kısıtlı olacağı doğrudur ve günümüzde Birleşik Dev­letler’deki ve Batı ülkelerindeki federal ve eyalet hükü­metlerinin üstlendiği bir sürü faaliyetten uzak duracak­tır. Bu faaliyetlerin birkaçını yukarıda inceledik, bazıları­nı ise ilerleyen bölümlerde ayrıntılarıyla ele alacağız. Yu­karıda ana batlarıyla ele aldığımız ilkeler çerçevesinde, devlet müdahalesinin haklı gösterilemeyeceği —ancak buna rağmen görebildiğim kadarıyla ABD hükümetinin faaliyet gösterdiği— alanların bir listesini yapmanın bir liberalin devlete biçtiği rolün ölçüsü hakkında bir fikir sağlamak açısından faydalı olacağına inanıyorum.

1.        Tarım için taban destek fiyatları programları.

2.   Petrol ithal kotaları, şeker kotaları vb. gibi, ithal tarifeleri ya da ihracat kısıtlamaları.

3.        Çiftlik programı ya da Teksas Demiryolu Ko­misyonu tarafından petrolün eşit dağıtımı gibi araçlarla devletin çıktıları kontrol etmesi.

4.        Bugün Ncw York’ta hâlâ uygulandığı gibi, kira kontrolü ya da İkinci Dünya Savaşı sırasında ve hemen

sonrasında zorla uygulatılan daha genel fiyat ve ücret kontrolleri

5.        Yasal asgari ücret düzeyleri ya da yasal azami fiyatlar. Örneğin; ticarî bankalardaki vadesiz mevduata ödenebilecek faiz oranlarının yasal tabanı ya da tasarruf­lara ve vadeli mevduatlara ödenebilecek yasal azami faiz oranları gibi,

6.        Sanayilerin ayrıntılı biçimde düzenlenmesi. Ör­neğin Eyaletlerarası Ticaret Komisyonu tarafından ula­şımın düzenlenmesi gibi. Başlangıçta demiryollarında başlatılan bu uygulama teknik tekel açısından bir ölçüde haklı görülebilirdi; ancak şimdilerde hiçbir ulaşım aracı için böyle bir gerekçe yoktur. Bir başka örnek bankala­rın ayrıntılı biçimde düzenlenmesidir.

7.        Radyo ve televizyonun Federal İletişim Ko­misyonu tarafından kontrol edilmesi ifade özgürlüğünü açıkça ihlal etmesi ve sansür uygulaması nedeniyle özel­likle belirtilmesi gereken benzer bir örnektir.

8.        Mevcut sosyal sigorta programlan; özellikle de insanları, emekli maaşı alabilmek için gelirlerinin bir bö­lümünü a) emeklilik fonlarına, b) kamu tarafından iş­letilen girişimlere yatırmak zorunda bırakan yaşlılık ve emeklilik programlan.

9.        Belli girişimlerin ya da işlerin veya mesleklerin, yalnızca ruhsat sahibi olanlarla sınırlandınldığı ve ruhsa­tın söz konusu etkinliğe girmek isteyen herkesin ödeye­bileceği bir vergi makbuzundan öte bir şey olduğu ruh­sat koşullannın çeşitli kent ve eyaletlerde uygulanması.

10.     “Kamu toplu konut” yapımı ve konut yapımı­nı desteklemeye yönelik diğer bir dizi yardım programı.

11.    Erkeklerin barış zamanında, zorunlu olarak as­kere alınmaları. Serbest piyasaya uygun düzenleme, gö­nüllü askerî kuvvetler oluşturmak, yani insanların aske­rî hizmet vermeleri için kiralanmaları şeklinde olmalıdır. İstenen sayıda kişiyi çekmek için gereken bedeli ödeme­menin hiçbir mazereti olamaz. Günümüzdeki düzenle­meler keyfi ve eşitsizdir; genç adamların hayatlarını bi­çimlendirme özgürlüklerine ciddi bir müdahaledir ve büyük olasılıkla piyasa seçeneğinden bile daha pahalıya gelmektedir. (Savaş zamanı için yedek sağlama amacıyla yapılan genel askerî eğitim farklı bir sorundur ve liberal açıdan haklı gösterilebilir.)

12.    Yukarıda belirtildiği gibi, ulusal parklar.

13.    Kâr amacıyla posta taşımacılığının yasalarla ya­saklanması.

14.    Yukarıda belirtildiği gibi, paralı yolların kamu mülkiyetinde olması ve işletilmesi.

Bu liste kapsamlı olmaktan çok uzaktır.

Bölüm 3

Paranın Kontrolü

Son birkaç on yılda devletin ekonomik işlere müda­halesini genişletmek için başlıca bahaneler “tam istih­dam” ve “ekonomik büyüme” olmuştur. Özel serbest girişim ekonomisinin yapısal olarak istikrarsız olduğu ve kendi başına bırakılması durumunda yinelenen doruk (boom) ve çöküş döngüleri üreteceği öne sürülmekte­dir. Bu nedenle işleri dengede tutmak için devletin mü­dahale etmesi gerektiği iddia edilmektedir. 1930 Dünya Ekonomik Buhranı esnasında ve sonrasında etkili olan bu iddialar, ABD’de Yeni Düzen’in doğmasına ve diğer ülkelerde de devlet müdahalesinin artmasına neden olan temel unsuru teşkil etmiştir. Son zamanlarda “ekonomik büyüme” daha popüler bir toplanma çağrısı haline geldi. Devletin soğuk savaş için malî güç sağlamak üzere eko­nominin genişlemesini sağlamak ve dünyanın bağımsız ülkelerine demokrasinin komünist devletten daha hızlı büyüdüğünü göstermek zorunda olduğu öne sürüldü.

Bu iddialar tümüyle yanıltıcıdır. İşsizliğin ciddi bo­yutlara ulaştığı diğer dönemler gibi, Büyük Buhran’a da özel ekonominin yapısal istikrarsızlığı değil, devle­tin yanlış düzenlemeleri yol açmıştır. Devletçe kurulan ve para politikasından sorumlu olmakla görevlendirilen Federal Rezerv Sistemi 1930 ve 1931’de bu sorumlulu­ğu öylesine beceriksizce kullanmıştır ki, ılımlı bir ekono­mik daralmayla geçiştirilebilecek olan olay tam anlamıy­la bir felakete dönüşmüştür. Benzer biçimde bugün, Bir­leşik Dcvletler’dc ekonomik büyümenin önündeki baş­lıca engeller devletin aldığı önlemlerdir. Gümrük engel­lemeleri ve uluslararası ticarete konan başlıca kısıtlama­lar, ağır vergi yükleri, karmaşık ve eşitsiz bir vergi yapısı, düzenleyici komisyonlar, devletin fiyat ve ücret belirle­mesi ve diğer bir sürü önlem, bireyleri kaynaklan yanlış kullanmaya ve yönlendirmeye teşvik etmekte ve yeni ta­sarrufların yatırım yönünü saptırmaktadır. Hem ekono­mik istikrar, hem de büyüme için ivedilikle gereksinme duvduğumuz şey, devlet müdahalesinin arttırılması de­ğil azaltılmasıdır.

Böyle bir azaltma devlete bu alanlarda yine de önem­li bir rol bırakacaktır. Devleti serbest ekonomiye malî çerçeve sağlaması için kullanmak arzu edilen bir durum­dur; istikrarlı bir yasal çerçeve sağlama işlevinin bir bölü­müdür. Devletin, değerleriyle uyum içinde olması koşu­luyla, bireylerin ekonomide büyüme yaratmalarını müm­kün kılan genel bir yasal ve ekonomik çerçeve sağlamak için kullanılması da, yine aynı ölçüde arzu edilen bir du­rumdur.

Ekonomik istikrara ilişkin olarak devlet politikasının başlıca alanları, malî politika, para ve bütçe politikasıdır. Bu bölüm ülke içi para politikasını, bir sonraki bölüm uluslararası para düzenlemelerini, beşinci bölüm de para ve bütçe politikalarını ele alacaktır.

Bu ve gelecek bölümde görevimiz, ikisinin de çekici yanları bulunmasına karşın hiçbiri kabul edilebilir olma-

yan iki görüş arasında yolumuzu bulmaktır. Scylla', ta­mamen otomatik altın standardının hem gerçekleştirile­bilir hem de arzu edilir olduğu ve bununla istikrarlı bir ortamda bireyler ve ülkeler arasındaki ekonomik işbirli­ğini beslemeye ilişkin tüm sorunların çözümleneceğine olan inancın ta kendisidir. Charybdis ise, önceden kes­tirilemeyen koşullara uyum sağlayabilmek amacıyla, ba­ğımsız bir merkez bankasında ya da başka bir bürokra­tik organda bir araya getirilen bir grup teknisyenin geniş ölçekli kişisel karar verebilme yetkisiyle donatılması ge­rektiğine duyulan inançtır. Bunların hiçbiri ne geçmişte doyurucu bir çözüm sağlayabilmiş ne de gelecekte sağla­yacak gibi görünmektedir.

Bir liberal, ilke olarak, güç temerküzünden korkar. Amacı, her bireyin azami özgürlüğünü ayrı a n koru­maktır; bu da bir insanın özgürlüğünün diğer insanla­rın özgürlüğüne müdahale etmemesi ilkesine dayanır ve bu amaç için gücün tek bir merkezde toplanmaması ge­rektiğine inanır. Piyasa aracılığıyla yapılabilecek herhan­gi bir işlevin devlere verilmesini kuşkuyla karşılar; çün­kü bu, hem söz konusu alanda gönüllü işbirliğinin teri­ne zor kullanmayı koyar, hem de devletin rolünü arttıra­rak diğer alanlardaki özgürlüğü tehdit eder.

Gücün dağıtılması gereksinimi özellikle para alanında

Scyllıı ve Churvhdis Yıııı.ııı Mitolojisinde \eı alan iki canavardır. Mi­tolojiye göre. dar bir su kanalının iki ucunda duran bu iki canavar bir birlerine bir ok mesafesinde durmaktadırlar ve aralarındaki mi sale o kadar kısadır ki. birindi n kurtulmaca çalışan denizciler bir diğerine yaklaşmak zorunda kalmaktadır. Günümüzde, bu mitolojik yaratık lar. ikisi dc birbirinden tehlikeli iki seçeneğin bulunduğu ve birinin tehlikesinden uzaklaşarak diğerinin tchlikclerivlc karşı karşıya gelin iliği durumları ifade ermek için kullanılmaktadır. l ürkccdc “iki ucu keskin kılıç'* deyimi di aynı durumu ifade etmektedir, (en)

ciddi bir sorun yaratır. Devletin para islerinde belli ölçü­de sorumluluğu olması gerektiği yolunda yaygın bir gö­rüş birliği bulunmaktadır. Ayrıca para üzerindeki kont­rolün ekonomiyi denedemek ve biçimlendirmek için et­kili bir araç olabileceği görüşü de yaygındır. Paranın etki gücünü, Lenin’in bir toplumu yıkmanın en etkili yolunun onun parasını yıkmak olduğu yolundaki ünlü sözleri dile getirmektedir. Paranın gücüne verilebilecek en iyi örnek­lerden biri, çok eski zamanlardan beri paranın kontro­lünü elinde bulundurmanın verdiği gücün hükümdarla­rı, büyük halk kitlelerine ağır vergiler salmaya yetkili kıl­ması, bunu yaparken de (eğer varsa) bir yasama mecli­sinin açık onayına genellikle başvurmamalarıdır. Bu du­rum, hükümdarların sikke kestikleri ve amaca ulaşmak için benzer çarelere başvurdukları eski günlerde başla­yıp, matbaa makinelerini çalıştırmak ya da düpedüz iti­bari defter kayıtlarıyla oynamak gibi çok daha incelikli modern tekniklerin kullanıldığı günümüze dek geçerli ol­muştur. Sorun devletin para sorumluluğunu uygulaması­nı mümkün kılan, ancak aynı zamanda bunun için devle­te verilen gücü sınırlayan ve bu gücün özgür bir toplumu güçlendirecek yerde zayıflatacak şekillerde kullanılmasını önleyen kurumsal düzenlemeleri gerçekleştirmektedir.

BİR MAL STANDARDI

Tarihsel olarak birçok farklı yerde ve yüzyıllar bo­yunca en sık geliştirilen araç mal standardıdır; örneğin, altın va da gümüş, bakır ya da kalay, sigara ya da konyak vb. gibi bazı fiziki malların para yerine kullanımı, fiğer para tümüyle bu tür fiziki bir mal olsaydı, ilke olarak devletçe kontrol edilmesine ihtiyaç kalmayacaktı. 'Top­lumdaki para miktarı, başka şeylere bağlı olmak verine, parasal malın üretim maliyetine bağlı olacaktı. Para mik­tarındaki değişmeler de, parasal mal üretiminin teknik koşullarındaki değişime ve para talebindeki değişiklikle­re bağlı olacaktı. Bu, otomatik alttn standardına inanan­ların çoğunu heveslendiren bir idealdir.

Gerçekte mal standartları devlet müdahalesi gerek­tirmeyen bu basit modelden çok uzak bir sapma göster­miştir. Tarihsel olarak altın ya da gümüş standardı gibi bir mal standardına, belirli koşullarda parasal mala çev­rilebilen, şu ya da bu türden itibarî paranın gelişmesi eş­lik etmiştir. Bu gelişmenin çok iyi bir nedeni vardı. Bir bütün olarak toplum açısından mal standardının temel kusuru, para miktarını arttırmak için gerçek kaynakla­rın kullanılması gerekliliğidir. İnsanlar önce Güney Afri­ka topraklarından altın çıkarmak için zorlu bir çaba gös­terirken, daha sonra aynı çabayı Fort Knox ya da benzer bir yere yeniden gömmek için göstermek zorunda kal­maktadırlar. Mal standardının işlemesi için gerçek kay­nakların kullanılması gerekliliği, insanları bu kaynakla­rı kullanmadan da aynı sonucu elde edebilecekleri yollar bulmaya teşvik etmektedir. İnsanlar üzerinde “...kadar mal standardı birimi ödemeyi taahhüt ediyorum” yazan kağıt parçalarını kabul ederlerse, bu kağıt parçalan da al­tın ya da gümüş parçalanyla aynı işlevi görebilir ve üre­tilmeleri de çok daha ucuza mal olur. Başka bir yazımda uzun uzadıya ele aldığım bu konunun, mal standardının temel problemi olduğunu düşünüyorum.[12]

Eğer bir otomatik mal standardı uygulanabilir olsay­dı, liberalin ikilemine harika bir çözüm sunabilir; parasal güçlerin sorumsuz uygulamaları tehlikesi olmaksızın is­tikrarlı bir parasal çerçeve sağlayabilirdi. Diyelim ki, ül­kedeki paranın vüzde yüzünün gerçek anlamda altın ol­duğu dürüst bir altın standardı, altın standardı mitoloji­sine inanan ve bunun devlet müdahalesiyle işletilmesi­nin uygunsuz ve ahlak dışı olduğu inancını taşıyan bü­yük halk kitleleri tarafından desteklcnsevdi, devletin do­laşımdaki paraya müdahalesine ve sorumsuz parasal ey­lemlerde bulunmasına karşı etkili bir güvence sağlana­bilirdi. Böyle bir standart geçerli olduğu sürece devle­tin parasal yetkilerinin kapsamı son derece az olurdu. Ne var ki, daha önce de belirtildiği gibi, böyle bir oto­matik sistem tarihin hiçbir döneminde uygulanabilir ol­mamıştır. Her zaman parasal mala ek olarak, banknot­lar, mevduat belgeleri ya da devlet tahvilleri gibi itibarî unsurlar içeren karma bir sistem yönünde gelişme gös­termiştir. İtibari unsurlar bir kez ortaya çıktığı andan iti­baren, başlangıçta bunları ortaya çıkaranlar bireyler olsa dahi, devletin bunlar üzerindeki denetimini engellemek son derece güçtür. Bunun temel sebebi, taklit edilmesini ya da ekonomik eş değerinin piyasaya sürülmesini engel­lemenin oldukça zor olmasıdır, itibari para, bir standart para ödeme anlaşmasıdır. Ancak genellikle böyle bir an­laşmanın yapıldığı zamanla hayata geçirildiği zaman ara­sına uzun bir ara koymak gibi bir eğilim vardır. Bu du­rum hem anlaşmayı yürürlüğe koymanın zorluğunu art­tırır, hem de sahte anlaşmalar yapma eğilimini teşvik eder. Ayrıca itibarî öğeler bir kez ortaya çıkınca, devle­tin kendisinin itibarî para çıkarma eğilimi neredeyse kar­şı konulamaz boyutlara ulaşır. Dolayısıyla, uygulamada mal standartları yoğun devlet müdahalesini içeren kar­ma standartlar olma eğilimi göstermiştir.

Birçok kişinin altın standardından yana sözler etme­sine karşın, bugün hemen hiç kimsenin kelimenin tam anlamıyla bir altın standardı istemediği de belirtilmeli­dir. Altın standardını istediğini söyleyenlerin tümü bu­günkü gibi bir standarttan ya da 1930’larda uygulanan bir standarttan; yani itibarî parayı -çok yanıltıcı bir te­rim olmasına karşın“desteklemek” için az miktarda al­tını elde tutan bir merkez bankasının ya da devlet bü­rosunun yönettiği bir altın standardından söz etmekte­dirler. Bazıları altının ya da altın sertifikalarının gerçek anlamda elden ele dolaştığı —bir altın-sikke standardı1920’lerin altın standardından yana olacak kadar ileri gi­derler. Ama onlar bile, devletin dolaşımdaki itibarî altı­nıyla, mevduat karşılığında altın ya da itibarî para tutan bankaların çıkardıkları mevduat belgelerinin eş zaman­lı olarak var olmasından vanadırlar. Ondokuzuncu yüz­yılda İngiltere Merkez Bankası’nın altın standardını bü­yük bir beceriyle yönettiği altın standardının parlak gün­lerinde bile, para sistemi tam bir otomatik altın standar­dı olmaktan çok uzaktı. O zaman bile bu, büyük ölçüde yönetilen bir standarttı. Ve hiç kuşkusuz, ülkelerin bir­biri ardına devletin “tam istihdam”dan sorumlu olduğu görüşünü benimsemelerinin bir sonucu olarak, bugünkü durum çok daha aşırıdır.

Benim ulaştığım sonuç, özgür bir toplum için parasal düzenlemeleri sağlama sorunun çözümü açısından oto­matik mal standardının ne uygulanabilir, ne de arzu edi­lir bir çözüm olduğudur. Arzu edilmez, çünkü parasal malı üretmek için kullanılacak kaynakların maliyeti çok yüksektir. Uygulanamaz, çünkü onu etkin kılmak için

gereken mitoloji ve inançlar artık yoktur.

Yalnızca belirtilen genel tarihsel kanıtlar değil, aynı zamanda Birleşik Devletler’de yaşanan özel deneyim de bu sonucu destekler nitelikledir. İç Savaştan sonra, al­tın ödemelerinin yeniden başladığı 1879’dan 191 Ve dek ABD’de altın standardı uygulandı. 11er ne kadar bu, tam otomatik altın standardına, Birinci Dünya Savaşı nın biti­minden beri uyguladıklarımızın tamamından daha yakın idiyse de, yine de yüzde yüz altın standardı olmaktan çok uzaktı. Devletin çıkardığı banknotlar mevcuttu ve özel bankalar ülkedeki en etkili dolaşım aracı olarak mevduat­ları dolaşıma soktu, bankacılık işlemleri devlet organları tarafından düzenleniyordu. Ulusal Bankalar Para Kont­rol Dairesi’nce, devlet bankalarıysa devlet banka otorite­lerince denetlenmekteydi. Bankaların ya da doğrudan bi­reylerin madeni para ya da sertifika olarak elde tuttukları altın oranı, yıldan yıla değişmekle birlikte, para stokunun yüzde onuyla yirmisi arasındaydı. Geri kalan yüzde sek­sen ya da doksan, altın rezervinde karşılığı olmayan gü­müş, itibarî para vcva banka mevduatlarıydı.

Geriye baktığımızda, sistem oldukça iyi işliyormuş gibi görünebilir. Oysa zamanın Amerikalıları için hiç de öyle değildi. Bu memnuniyetsizliğin belirtilerinden biri, Bryan’tn 1896 seçiminin havasını belirleyen “Altın I laç” (Cross of Gold) konuşmasında doruk noktasına varan 1880’lerin gümüş çalkantısıdır. Sonuçta 1890’larm ba­şındaki ciddi buhran yıllarının en büyük nedeni bu çal­kantıdır. Söz konusu çalkantı, Birleşik Devletler’de al­tının biteceği ve dolayısıyla yabancı paralar karşısında doların değer yitireceği korkularının yayılmasına neden oldu. Bu da dolardan kaçışa ve sermayenin dışarıya ak-

masına yol açarak ülkede deflasyonu körükledi.

1873, 1884, 1890 ve 1893 yıllarında birbirini izleyen malî buhranlar, iş ve bankacılık çevrelerinde, bankacı­lıkta reform yapılması yolunda yaygın bir istek doğurdu. Bankaların, mevduatları paraya çevirmeye yönelik talep­leri oybirliğiyle reddetmeleri sonucu ortaya çıkan 1907 paniği, sonunda malî sistemden hoşnutsuzluğu ve dev­let eylemine duyulan ivedi ihtiyacı kristalleşirdi. Kong­re tarafından bir Ulusal Para Komisyonu kuruldu ve bu komisyonun 1910’da bildirdiği tavsiyeler, 1913’te yürür­lüğe giren Federal Rezerv Yasası’nda yer aldı. Bu yasa doğrultusunda gerçekleşen reformlar, çalışan sınıflardan bankacılara kadar toplumun her kesiminden ve her iki siyasi partiden de destek gördü.

Federal Rezerv Yasası’yla parasal düzenlemelerde yapılan değişiklik, uygulamada yazarlarının ya da destek­leyicilerinin hedeflediklerinden çok daha şiddetli oldu. Yasa yürürlüğe girdiğinde tüm dünyada bir altın stan­dardı uygulanıyordu —tam otomatik bir altın standardı olmasa da o güne kadar uygulananlar arasında ideale en yakın altın standardıydı. Bunun böyle süreceği, dolayı­sıyla Federal Rezerv Sistcmi’nin gücünü fazla sınırlama­yacağı varsayılıyordu. Yasanın geçmesinden hemen son­ra Birinci Dünya Savaşı patlak verdi. Altın standardı bü­yük ölçüde terk edildi. Savaşın sonundaysa, bir para tü­rünün diğerlerine çevrilebilirliğini sağlamak ve bankala­rı düzenlemek ve denetlemek amacıyla kurulmuş olan Rezerv Sistemi, artık, altın standardına yapılmış ufak bir ilave olmaktan çıkmış, Birleşik Devletler’deki para mik­tarını belirleyebildi ve tüm dünyada uluslararası malî ko­şulları etkileyebilen güçlü bir otorite olmuştu.

PARASAL TAKDİR YETKİSİ

Birleşik Devletler’de, en azından İç Savaş Ulusal Ban­kacılık Yasası’ndan bu yana, para kuramlarındaki en dik­kat çekici değişiklik Federal Rezerv Sistemi’nin kurulma­sıdır. 1836’da Birleşik Dcvletler’in İkinci Bankasının ayrı­calığının son bulmasından ben ilk kez parasal koşulların sorumluluğunu açıkça yüklenen ayrı bir resmî organ ku­rulmuş oluyordu ve bu organın parasal istikrarı sağlamak ya da en azından belirgin istikrarsızlığı engellemek için gereken güçle donatıldığı varsayılmaktaydı. Bu neden­le Federal Rezerv Sistemi’nin kuruluşundan öncesini ve sonrasını, başka bir ifadeyle, İç Savasın bitiminden 1914’e ve 1914’ten 1962’ye, eşit uzunlukta iki dönemin deneyi­mini bir bütün olarak karşılaştırmak öğretici olacaktır.

istikrarsızlık ister para stokundaki ve fiyatlardaki, is­terse üretimdeki dalgalanmalarla ölçülsün, ikinci döne­min (1914-1961) ekonomik açıdan daha istikrarsız ol­duğu açıktır. İkinci dönemdeki bu istikrarsızlık kısmen iki dünya savaşının etkilerini Yansıtmaktadır; parasal sis­temimiz ne olursa olsun, bu savaşlar istikrarsızlığın kay­nağı olacaktı. Ancak savaşı ve onu izleven yılları hesaba katmayıp, yalnızca 1920’den 1939’a ve 1947’den 1961’e kadar olan barış yıllarını ele alsak dahi, sonuç yine aynı olacaktır. Para miktarları, fiyatlar ve üretim, Federal Re­zerv Sistemi’nin kurulmasından sonra, önce olduğun­dan kesinlikle daha istikrarsızdır. Üretimdeki en başa­rısız dönem, hiç kuşkusuz, 1920-21, 1929-33 ve 193738’dekı ciddi daralmaları içeren iki savaş arası yıllardır. Amerikan tarihinde hiçbir yirmi yıllık dönemde böylesi­ne ciddi ve sık üretim daralması yaşanmamıştır.

Bu kabataslak karşılaştırma Federal Rezerv Siste­mi’nin parasal istikrara katkıda bulunmadığını kanıtla­ma/ elbette. Belki Rezen’ Sistcmi’nin başa çıkması ge­reken sorunlar, daha önceki parasal yapıda ortaya çıkan­lardan çok daha ağırdı. Belki de önceki düzenlemelerin yürürlülükte kalması durumunda, bu sorunlar daha bü­yük ölçüde parasal istikrarsızlık yaratacaktı. Yine ile ka­bataslak bir karşılaştırma okura en azından, b'ederal Re­zerv Sistemi gibi uzun zaman önce kurulmuş, böylesine güçlü ve kapsamlı bir organın gereken ve istenen işlevi yerine getirdiğini ve kuruluş amaçlarının gerçekleşmesi­ne katkıda bulunduğunu kabul etmeden önce bir an du­rup düşünme fırsatı verecektir.

Tarihsel kanıtların kapsamlı incelemesine dayanarak ben, kabataslak bir karşılaştırmada açıkça gördüğümüz ekonomik istikrar farklılığının, aslında parasal kuram­lardaki farklılığa yorulabileceğinc inanıyorum. Bu kanıt beni, Birinci Dünya Savaşı esnasında ve hemen sonra­sındaki fiyat artışlarının en az üçte birinin Federal Re­zerv Sistemi’nin kuruluşuna bağlanabileceğine inandır­maktadır. Ayrıca 1920-21, 1929-33 ve 1937-38’dcki üç büyük daralmanın her birinin böylesine ağır oluşu, doğ­rudan doğruya rezerv otoritelerinin kararlarına bağlana­bilir. Kanımca bunlar önceki para ve bankacılık düzen­lemelerinde ortaya çıkmazdı. Bunda ya da başka durum­larda durgunluklar görülebilirdi, ama çok büyük olasılık­la hiçbiri büyük daralmalara dönüşmeyecekti.

Açıkçası bu kanıtı burada ortaya koyamayacağım.1Bununla birlikte, 1929—33 Büyük Buhranı’nın ekono­mik işlerde devletin rolüne karşı tutumları biçimlendir­mekteki —ya da biçimsizleştirmekteki demek daha doğru olur-önemi açısından, söz konusu kanıtın bu olaya ge­tirdiği yorumu daha ayrıntılı olarak ortaya koymak ge­rekebilir.

4 Bkz: “A Program for Monctary Stability” adlı çalışmanı ve Anna |. Sclnvartz ve Milton I'rıedman, “A Monctary I Jistory Of Ihc United States”, 1867-1960 (National Burcau of liconomic Research için Princeton l’nivcrsity Press tarafından yayımlanmıştır.)

 

1929 yılının Ekim ayında borsanın çökerek, 1928 ve 1929 yıllarındaki hisse senedi livarları tırmanışına son vermesi, dramatik olmasından ötürü çoğu kez Bü­yük Buhran’ın hem başlangıcı hem de en büyük nede­ni sayılır. Oysa hiçbiri doğru değildir. Borsanın çökü­şünden birkaç ay önce, 1929’un ortalarında iş faaliyetleri doruk noktasına ulaşmıştı. Doruğa bu kadar erken ula­şılmış olması kısmen Federal Rezerv' Sistcmi’nin spekü­lasyonu kesme çabasıyla uyguladığı görece sıkı para ko­şullarının bir sonucu olabilir; borsa da bu dolaylı yol­dan daralmanın ortaya çıkmasında rol oynamış olabilir. I üsse senedi piyasasının çöküşü, hiç kuşkusuz, iş güve­nini ve bireylerin harcama isteğini dolaylı yoldan etkile­yerek ış dünyasında bunalım etkisi yaratmıştı. Ancak bu etkiler kendi baslarına ekonomik faaliyette tam bir çö­küş yaratmazlardı. Olsa oksa, tarih boyunca sık sık Bir­leşik Devlctlcr’in ekonomik büyümesini noktalayan sı­radan hafif durgunluktan biraz daha ciddi vc biraz daha uzun süreli bir daralma yaratır, böylesine büyük bir fela­kete vol açmazlardı.

Daralma yaklaşık bir yıl boyunca, daha sonraki seyri­ne egemen olacak tipik özelliklerinden hiçbirini göster­medi. Ekonomik gerileme önceki birçok daralmanın ilk yıllarında yaşanandan ağırdı; bunun nedeni muhtemelen borsanın çöküşüne ek olarak, 1928’in ortalarından ben süregelen olağanüstü sıkı para koşullarıydı. Ama nitelik olarak hiçbir farklılık, büyük bir felakete dönüşme belir­tisi göstermemişti. Safça bir “bundan sonra ve bundan dolayı” (post hoc ergo propter hoc) biçiminde akıl yü­rütmeleri savmazsak, ekonominin örneğin 1930’un Evlül ya da Ekim aylarındaki durumunda, izlcvcn yıllar­da çok şiddetli ve sürekli bir gerilemeyi kaçınılmaz kıla­cak, hattâ bunu büvük bir olasılık haline getirecek bir şev yoktu. Geriye baktığımızda, o sırada artık l ederal Rezerv’in daha öncekinden farklı davranmaya başlamış ol­ması gerektiği apaçık görünmektedir; 1929 Ağustosun­dan 1930 Ekimine dek para stokunun neredeyse yüz­de üçe kadar, önceki tüm daralmalarda olduğundan (en ciddileri dışında) çok daha büyük ölçüde azalmasına izin vermemeliydi. Bu bir hata olmasına rağmen belki de ma­zur görülebilirdi ve çok da tehlikeli değildi.

1930 Kasımında, bir dizi bankanın iflası banka müş­terilerinin mevduatlarını paraya çevirmek için bankla­ra hücum etmelerine sebep oldu ve bu durum daral­manın karakterini şiddetli bir biçimde değiştirdi. Bu sal­gın ülkenin bir bölümünden diğerine yayıldı ve 11 Ara­lık 1930’da Birleşik Devletler Bankası’nın iflasıyla doruk noktasına ulaştı. Bu iflasın bu kadar büyük önem taşı­masının nedeni yalnızca ikiyüz milyon dolarlık mevdu­atıyla ülkenin en büyük bankalarından biri olması değil, aynı zamanda sıradan bir ticaret bankası olmasına kar­şın, adı nedeniyle ülkede ve hattâ ülke dışında birçok kişi tarafından bir tür devlet bankası savılmasıydl.

Ekim 1930 öncesinde likidite krizine ya da bankalara duyulan güvenin yitirilmesine ilişkin hiçbir belirti voktu. Bu tarihten itibaren ekonomi tekrarlanan likidite krizi

hastalığına yakalandı. Banka iflasları dalgası bir süre ya­tışır gibi oluvor, daha sonra birkaç çarpıcı iflas ya da di­ğer olaylar nedeniyle yeniden alevleniyor, bu da banka­lara duyulan güvenin yeniden yitirilmesine ve para çek­mek için bankalara hücum edilmesine yol açıyordu. Bü­tün bunların tek ve birincil önemi bankaların iflas etme­sinden değil, para stokları üzerindeki etkilerinden kay­naklanmaktaydı.

Bizimki gibi, mevduatların sadece bir bölümünün mevduat karşılığı olarak tutulduğu bankacılık sistemin­de, bir banka bir dolarlık mevduat karşılığında nakit bir dolara sahip değildir elbette. “Mevduat” sözcüğünün bövlesine yanıltıcı bir terim olmasının nedeni de budur. Bir bankaya nakit bir dolar yatırdığınızda, banka ken­di nakdinin üzerine 15 ya da 20 çent ekleyip, geri kalanı diğer vezneden borç olarak verecektir. Borç alan bunu, bu ya da başka bir bankaya mevduat olarak venıden vatırabilir ve süreç aynen tekrarlanır. Bunun sonucu ola­rak, bankalar ellerinde bulundurdukları her nakit bir do­lar karşılığında mevduat olarak birkaç dolar borçludur­lar. İşte bu nedenle, halk parasının ne kadar büvük bö­lümünü mevduat olarak bankada tutarsa, belli bir mik­tar nakdin karşılığındaki toplam para stoku (nakit artı mevduatlar) o kadar vüksek olur. Dolavısıvla ilave nakit varatma olanağı ve bunun bankanın eline geçme imkâ­nı bulunmadığı sürece, mudilerin büvük çapta para çek­me girişimleri, toplam para stokunun azalması anlamı­na gelecektir. Aksi takdirde, mudilerin isteklerini karşıla­maya çalışan bir banka, alacaklarını isteyerek ya da yatı­rımlarını satarak vey’a mevduatlarını çekerek diğer ban­kalara baskı vapacak, o bankalar da başka bankalara ben-

zer biçimde baskı uygulayacaklardır. Bu kısır döngü dur­durulmazsa, bankaların nakit bulma girişimleri kıymetli evrakların fiyatını aşağı çeker, aslında sağlam sayılabile­cek olan bankayı borcunu ödeyemez hale getirir, mev­duat sahiplerinin güvenini sarsar ve döngü yeniden işle­meye başlar.

Federal Rezerv öncesi bankacılık sistemi yürürlük­teyken, bir bankacılık paniğine yol açan ve 1907’de ol­duğu gibi, mevduatların konvertibilitesinin oybirliğiy­le askıya alınmasına neden olan da işte tam bu türden bir durumdu. Ödemelerin durdurulması zorlu bir adım­dı ve kısa bir süre için işleri daha da kötüleştirdi. Ama aynı zamanda tedavi edici bir önlem niteliği de taşıyor­du. Bulaşmayı önleyerek ve birkaç bankanın iflasının di­ğer bankalar üzerinde baskı yaratmasını ve sağlam ban­kaların da iflasına yol açmasını engelleyerek kısır dön­güyü kısa sürede kırdı. Birkaç hafta ya da ay sonra du­rum istikrara kavuşturulduğunda, ödemeleri durdurma kararı kaldırılabildi ve parasal daralma olmaksızın iyileş­me başladı.

Gördüğümüz gibi, Federal Rezerv Sistemi’nin kurul­masının başlıca amacı böyle bir durumla başa çıkmak­tı. Halkın bankalara para yatırmak yerine, para çekmesi eğilimi göstermesi sonucu bankaların zor duruma düş­melerinin ve iflaslarının önlenmesi için, Federal Rezerv' Sistemi’ne bankaların mevduatlarını teminat alnna alma yetkisi verilmişti. Bu şekilde, tehdit niteliğindeki herhan­gi bir paniğin bertaraf edilebileceği, mevduatların paraya çevrilmesini durdurma ihtiyacının olmayacağı ve parasal buhranın çökertici etkilerinin tümüyle ortadan kaldırıla­bileceği umulmaktaydı.

Bu yetkilerin kullanılmasına duyulan ilk ihtiyaç ve dolayısıyla etkinliklerini sınamaya yönelik ilk test, yu­karıda anlatıldığı gibi, bankaların peşpeşe kapanması­nın bir sonucu olarak 1930’un Kasım ve Aralık ayların­da gündeme geldi. Federal Rezerv Sistemi bu sınavda hazin bir başarısızlık örneği gösterdi. Bankaların kapan­masının özel bir eylem planı gerektirmediği düşünülmüş olacak ki, Sistem, bankacılık sistemine nakit sağlamakta neredeyse hiç faydalı olmadı. Bununla birlikte Sistem’in başarısızlığının güç yetersizliğinden değil, irade yetersiz­liğinden kaynaklandığı vurgulanmalıdır. Bunu izleyen öteki olaylarda olduğu gibi, bu olayda da Sistem’in ban­kalara, mevduat sahiplerinin talep ettikleri nakdi sağla­ma gücü fazlasıyla vardı. Bu güç kullatulsaydı, banka ka­panmaları kısa sürede son bulacak ve parasal çöküş ger­çekleşmeyecekti.

Banka iflaslarının ilk dalgası söndü ve 1931’de ban­kalara yeniden güven duyulmaya başladığına ilişkin be­lirtiler görüldü. Rezerv Sistemi bu fırsattan, kendi ka­patılmamış kredilerini azaltma yönünde yararlandı, yani ılımlı deflasyonist eylemde bulunarak doğal yayılmacı güçleri dengeledi. Böyle olduğu halde, yine de yalnızca parasal kesimde değil, öteki ekonomik etkinliklerde de iyileşme belirtileri vardı. 1931’in ilk dört ya da beş ayının rakamlarının, -daha sonraki olaylar göz önüne alınmak­sızınincelenmesi halinde, bir döngünün sonunu ve ye­niden canlanışın başlangıcını işaret ettikleri görülür.

Bununla birlikte geçici canlanma kısa dönemli oldu. Tekrarlanan banka iflasları yeniden bir dizi para çekme dalgası yarattı ve para stokundaki düşüş tekrarlandı. Re­zerv Sistemi yine olaylara seyirci kaldı. Ticarî bankacılık sisteminin eşi görülmemiş tasfiyesine karşılık, “son çare olarak borç verme” kayıtları, üye bankalara verilen kredi miktarında gerileme olduğunu gösteriyordu.

1931 Eylülünde Ingiltere altın standardını bıraktı. Bu karar öncesinde ve sonrasında Birleşik Devletler’den al­tın çekildi. Bundan önceki iki vıl altının Birleşik Devletİcr’e akmasına ve ABD altın stokuyla Federal Rezerv’in altın rezerv oranının her zaman yüksek olmasına karşın, Rezerv Sistemi altının dışarıdan çekilmesine, daha önce içeriden çekildiğinde göstermediği kadar kısa zamanda ve şiddetli bir tepki gösterdi. Üstelik bunu, ülke içindeki malî güçlükleri yoğunlaştıracağı bilinen bir biçimde vaptı. İki yıllık ciddi ekonomik daralmadan sonra, Sistem, iskonto oranını (ticarî bankalara uyguladığı faiz haddi­ni) o güne kadar görülmemiş oranda ve çok kısa süre içinde yükseltti. Bu önlem altın çekilmesini durdurdu. Buna bankalardan para çekme dalgası ve banka iflasla­rında görülmemiş bir artış eşlik etti. 1931’in Ağustosun­dan 1932’nin Ocağına kadar geçen altı aylık sürede ka­baca, var olan her on bankadan biri faaliyetlerini gecici bir süre için durdurmak zorunda kaldı ve ticari bankalar­daki toplam mevduat yüzde onbeş oranında düştü.

19.32’de bir milyar dolarlık devlet tahvillerinin satın alınmasına ilişkin politikadan kısa bir süre için vazge­çilmesi, gerilemenin hızını yavaşlattı. Bu önlem 1931’de alınsaydı kesinlikle söz konusu çöküntüyü önlemeve ye­terli olabilirdi. 1932’devse geçici bir önlem olmanın öte­sine geçilmeyecek kadar geç kalınmıştı; Sistem etkinliği­ni yitirdiğinde, geçici iyileşmeyi, 193.3’ün Bankalar tati­linde sona eren yeni bir çöküş izledi. Bankaların resmî olarak bir hafta kapalı kaldıkları bu sistem büyük ölçüde, mevduatın paraya çevrilmesinin geçici bir süre için dur­durulmasına engel olmak amacıyla kurulmuştu. Daha önceleri banka iflaslarını önleyen bu önlem, bu kez ön­celikle ülkede var olan bankaların üçte birinin ortadan kalkmasına yol açtı; daha sonra öncekilerle kıyaslana­mayacak kadar ciddi ve geniş kapsamlı olarak mevdua­tın paraya çevrilmesini durdurmaya yeşil ışık yaktı. Yine de kendini haklı gösterme yeteneği çok büyük olacak ki, Federal Rezerv Yönetim Kurulu 1933’ün yıllık raporun­da şöyle yazıyordu: “Buhran sırasında Federal Rezerv Bankası’nın son derece büyük olan nakit talebini karşı­lamadaki yeteneği, Federal Rezerv Yasası doğrultusunda uygulanan para sisteminin etkinliğini göstermiştir... Fe­deral Rezen' Sistemi’nin liberal bir açık piyasa alım po­litikası gütmemiş olması durumunda, buhranın nasıl bir seyir izleyeceğini söylemek zordur.”

1929 Temmuzundan 1933 Martına kadar Birleşik Devletler’deki para stoku üçte bir oranında düştü ve bu düşüşün üçte ikisi Ingiltere’nin altın standardını bırak­masının ardından gerçekleşti. Para miktarındaki gerile­me önlensevdi, kı önlenebilirdi ve önlenmeliydi, daral­ma hem kısa süreli hem de daha hafif olabilirdi. Yine de tarihsel standartlara göre ciddi sayılabilirdi. Ancak eğer para miktarında azalma olmasaydı, dört yıllık sü­rede para gelirinin yandan fazla ve fiyatlann da üçte bi­rin üzerinde gerilemesi mümkün olmayacaktı. Bildiğim kadarıyla, hiçbir zaman hiçbir ülkede, ciddi bir buhranla birlikte para miktarında keskin bir düşüşün yaşanmadığı, aynı şekilde para miktanndaki bir düşüşe ciddi bir buh­ranın eşlik etmediği herhangi bir durum yoktur.

Birleşik Devletler’deki Büyük Buhran, özel girişim sisteminin doğasında var olan istikrarsızlığın bir belir­tisi olmaktan çok uzaktır; tersine, birkaç kişinin bir ül­kenin para sistemi üzerinde sınırsız güç sahibi olmasıy­la birlikte yapılan hataların ne denli zarar verici olduğu­nu göstermektedir.

O zamanki bilgi düzeyi açısından ele alındığında bu hatalar mazur görülebilir belki... Ama ben öyle düşün­müyorum. Fakat mesele bu değil. Bu denli geniş kap­samlı etkileri olan hatalar-mazur görülsün ya da görül­mesinyapabilecek birkaç kişiye böylesine güç ve özerk­lik veren her sistem kötü bir sistemdir. Özgürlüğe ina­nanlar açısından kötü bir sistemdir, çünkü siyasi organ tarafından etkili bir kontrol olmaksızın böylesine büyük bir güç birkaç kişiye verilmiştir; bu da “bağımsız” mer­kez bankasına karşı yaratılan temel bir siyasi çatışmadır. Güvenliği özgürlükten üstün tutanlar için bile kötü bir sistemdir. Sorumluluğu yaymasına karşın, birkaç kişiye büyük güç veren ve bövlece önemli siyasi faaliyetleri bü­yük ölçüde kişilik arızalarına bağımlı kılan bir sistemde, affedilebilir olsun ya da olmasın hata yapılması kaçınıl­mazdır. Clemenceau’nun deyişiyle, para merkez banker­lerine bırakılmayacak kadar ciddi bir konudur.

OTORİTELER YERİNE KURALLAR

Eğer hedeflerimizi ne tam anlamıvla otomatik olarak çalışan altın standardına dayanarak, ne de bağımsız oto­ritelere geniş özerklik vererek gerçekleştirebileceksek, o zaman hem istikrarlı olan hem de sorumsuz devlet mü­dahalesinden uzak bulunan başka bir parasal sitemi nasıl kurabiliriz? Bu öylesine bir sistem olmalıdır ki, bir yan­dan serbest girişim ekonomisine parasal çerçeveyi sağ­larken, diğer yandan da ötekilerin siyasi ve iktisadi öz­

gürlüklerini kullanmalarının önünde bir engel teşkil et­memelidir.

Umut verici görünen tek yol, para politikasını yönet­mek için yasa gücünde kurallar koyan insanların yerine, hukuk devletini tesis etmeye çalışmaktır. Böylece halkın siyasi otoriteler aracılığıyla para politikasını kontrol et­mesi sağlanmış olacak ve aynı zamanda para politikası­nın siyasi otoritelerin günlük kaprislerine bağımlı olma­sı önlenecektir.

Para politikası için yasama kuralları koyma konusu­nun, kendisiyle hiç ilgisi yokmuş gibi görünen bir başka konuyla, ilk Anayasa değişikliği konusuyla, çok fazla or­tak noktası bulunmaktadır. Herhangi biri, paranın kont­rolü için yasalaştınlmış bir kuralın gerekliliğinden söz et­tiğinde genellikle aldığı yanıt şu olur: Para otoritesinin ellerini bu biçimde bağlamanın pek anlamı yoktur, çün­kü otorite, eğer isterse, yasanın gerektirdiği neyse, o ko­nuda her zaman kendi iradesini kullanabilir ve buna ek olarak başka seçeneklere de el atabilir, dolayısıyla “hiç kuşkusuz” mevcut yasadan daha iyisini yapabilir. Aynı savın bir alternatifi yasamaya uygulanır. Denilir ki, eğer yasama kuralını kabul etmek istiyorsa, hiç kuşkusuz, her özel durumda “doğru” politikayı yasalaştırmak isteye­cektir. Öyleyse kuralın kabul edilmesi sorumsuz siyasi faaliyetlere karşı nasıl bir korunma sağlamaktadır?

Aynı sav yalnızca ufak sözcük değişiklikleriyle, ilk Anayasa değişikliğine ve benzer biçimde tüm İnsan Hakları Bildirisi’ne uygulanabilir. “İfade özgürlüğüne müdahale yasağı standardı” diye bir şeyden söz etmek saçma değil mi, diye sorulabilir. Neden her durum ayrı ayrı ve kendi değerlerine göre ele alınmasın? Bu, para

politikasındaki alışılagelmiş sava, yani parasal otoritenin ellerini önceden bağlamanın arzu edilir bir durum olma­dığı düşüncesine paralel bir sav değil midir? Her duru­mun ortaya çıktığında kendi değerlerine göre ele alın­ması serbest olmalıdır, değil mi? Neden aynı durum ko­nuşma özgürlüğü için de aynı derecede geçerli değildir? Adamın biri sokağın köşesinde durup doğum kontrolü­nü savunmak isteyebilir, bir başkası komünizmi, üçüncüsü vejetaryenliği ve bu sonsuza dek gidebilir. O halde neden herkes için özel görüşlerini yayma hakkını onavlayan ya da yadsıyan bir yasa çıkarılmasın? Ya da alternatif olarak, neden sorunu halletmesi için karar alma yetkisini bir idari organa vermeyelim? Hemen açıkça görülür ki, her olayı ayrı ayrı ele alıyor olsaydık, her olayda ve belki de ayn ayrı ele alman her olayda çoğunluk konuşma öz­gürlüğü aleyhine oy kullanacaktı. Bay X’in doğum kont­rol propagandasını yapıp yapmaması konusunda yapıla­cak bir oylama çoğunluğun “hayır” demesiyle sonuçla­nacaktır, aynı durum komünizm ya da vejetaryenlik ko­nusunda da tekrarlanacaktır.

Şimdi tüm bu olayların bir demet halinde toplandığı­nı düşünün ve halk yığınlarının bunlar için bir bütün ola­rak oy kullanması istensin; başka bir ifadeyle, tüm olay­lar ve durumlar için ifade özgürlüğünün yasaklanmasına ya da her durumda ifade özgürlüğüne izin verilmesine halkoyuyla karar verilsin... Çok büyük ihtimalle çoğun­luk, ifade özgürlüğü lehinde oy kullanacaktır; yani bir bütün olarak ele alındığında, insanlar tek tek ele alınıp oylama yapıldığında verecekleri oyun tam tersini kul­lanacaklardır. Neden? Nedenlerden biri şudur: Herkes azınlıkta olduğu zaman kendisinin ifade özgürlüğünden mahrum edilmesine karşı, kendisi çoğunlukta olup baş­kalarının ifade özgürlüğünün kısıtlanmasına karşı oldu­ğundan çok daha duyarlıdır. Sonuç olarak, bir bütün ola­rak oy verdiğinde, azınlıkta bulunduğu zaman kendi ifa­de özgürlüğünün ender olarak kısıtlanmasına, başkaları­nın özgüree konuşma hakkının sık sık kısıtlanmasından çok daha fazla ağırlık verdiği görülür.

Bir başka ve para politikasıyla daha doğrudan ilişki­li neden, tüm durum ve olayların bir bütün olarak görül­mesi durumunda, izlenen politikanın kümülatif etkileri bulunduğunun açığa çıkmasıdır. 1ler durumun ayrı ayrı oylanması durumunda böyle bir kümülatif etki görülme­yecek ya da hesaba katılmayacaktır. Bay Jones’un köşe başında konuşup konuşamayacağı konusunda bir ot la­ma yapıldığında, bu durum genel ifade özgürlüğü po­litikasının olumlu etkilerine izin vermez, izin veremez, çünkü özel bir yasama olmaksızın insanların köşe baş­larında konuşma özgürlüğünün bulunmadığı bir top­lum, yeni fikirlerin, deneylerin, değişimin vb. gelişmesi­nin, herkesçe bilinen çok çeşitli yollardan engelleneceği bir toplum olacaktır. Şansımız var ki, her konuşma yap­ma durumunu ayrı ayrı düşünmemek gibi fedakârca bir kuralı benimsemiş bir toplumda yaşamaktayız.

işte tam olarak aynı varsayımlar parasal alana uygu­lanabilir. liğcr her olay kendi değerine göre düşünülür­se, karar verenler yalnızca sınırlı bir alanı inceliyor ve bir bütün olarak politikanın kümülatif etkilerini hesaba kat­mıyor olacaklarından, olayların büyük bölümünde bü­yük bir olasılıkla yanlış karar verilecektir. Öte yandan, eğer bir grup olgu bir bütün olarak ele alınıp genel bir kural benimsenirse, kuralın varlığı, insanların tutumları vc inançları ve beklentileri üzerinde olumlu etkiler yara­tacaktır. Oysa ayrı avrı olavlara tam anlamıyla avın politi­kanın ayrı ayrı uygulanması durumunda —bu politika is­teğe bağlı olarak uygulanmış olsa dahi— bu durum orta­ya çıkmayacaktır.

l'.ğer bir kural yasalaştırılacaksa, bu kural nasıl olma­lıdır? Liberal eğilimli kişilerce en sık önerilen kural, fi­yat düzeyi kuralıdır, yani para otoritelerinin istikrarlı bir fivat düzeyi sağlamalarını öngören bir yasama direktifi. Ben bu tür bir kuralın yanlış olduğunu düşünüyorum. Yanlış bir kuraldır, çünkü para otoritelerinin kendi faa­liyetleriyle uygulayabilecekleri doğrudan ve net yetkileri­nin bulunmaması temel hedeflerden biridir. Dolayısıy­la böyle bir kural sorumlulukların dağılmasına ve otori­telere çok geniş hareket alanı vara tılma sına vol açar. Hiç kuşkusuz, parasal faaliyetlerle fiyat düzeyi arasında ya­kın bir ilişki bulunmaktadır. Ancak bu ilişki, istikrarlı bir fiyat düzeyi sağlama hedefinin otoritelerin günlük faali­yetlerine uygun bir kılavuz olmasını sağlavacak kadar ya­kın, değişmez ve bu kadar doğrudan bir ilişki değildir.

Benimsenecek kural sorununu başka bir yazımda enine boyuna ele aldım. Bu nedenle burada, vardığım sonucu belirtmekle yetineceğim. Şimdiki bilgi düzeyi­mizde, bu kuralı para miktarının hareketi açısından or­taya kovmak bana daha uygun görünüyor. Bugün benim tercihim, para otoritelerinin para miktarında belli bir bü­yüme hızı sağlamalarını öngören bir yasama kuralı koy­maktan yana olacaktır. Bu amaçla para miktarını, tica­rî bankalar dışında dolaşımda olan bütün para ile tica­rî bankaların tüm mevduatlarının toplamı olarak tanım-

VI Program For Monetary StabHity, op.cit.pp. 77-99. layacağım. Rezerv Sistemi’nin yapması gerekenin de bu şekilde tanımlanan toplam para miktarının, aydan aya, hattâ mümkünse günden güne, yıllık yüzde X oranında yükselmesini sağlamak olduğunu düşünüyorum. Burada X, 3 ile 5 arasında bir rakamdır. Kesin bir para tanımının kabul edilmesi ve kesin bir artış oranının tercih edilme­si, özel bir para tanımının ve özel bir artış oranının ter­cih edilmesinden çok daha az fark yaratır.

Durum böyle olduğunda, bu kural para otoriteleri­nin takdir yetkisini çok büyük ölçüde kısıdarken, Fede­ral Rezerv ve Hazine yetkililerine, yine de para miktan artış oranı belirleme, borç yönetimi, bankacılığın dene­timi vb. konularda arzu edilenden daha fazla takdir yet­kisi bırakmaktadır. Başka yazılarımda ayrıntılı olarak iş­lediğim, bankacılık ve malî alanlarda daha ileri reformlar hem mümkündür hem de gereklidir. Bu reformlar, dev­letin bugünkü kredi ve yatırım faaliyetlerine müdahale­sini ortadan kaldıracak ve devlet finansmanı işlemlerini sürekli bir istikrarsızlık ve belirsizlik kaynağı olmaktan çıkarıp mantığa uygun biçimde düzenli ve öngörülebilir faaliyetlere dönüştürecektir. Ancak, önemli olmalarına karşın bu ileri reformlar, para otoritelerinin para mikta­rı üzerindeki takdir yetkilerini kısıtlayacak bir kuralın be­nimsenmesi kadar temel nitelik taşımamaktadırlar.

Yine de vurgulamak isterim ki, özel önerilerimi, para yönetiminde her şeyi kapsayan, taş tabletlere yazılıp tüm gelecek zamanlar için saklanacak kurallar olarak görmü­yorum. Sadece, mevcut bilgimiz ışığında, makul oranda bir parasal istikrar sağlamanın en umut verici kuralı ol­duğunu düşünüyorum. Bu kuralı işlettikçe, parasal so­runlar hakkında daha çok şey öğrendikçe, daha iyi so­nuçlar veren daha iyi kurallar geliştirebileceğimizi umut ediyorum. Bana kalırsa böyle bir kural, para politikasını, kurucuları için bir tehdit olmaktan çıkarıp özgür bir top­lumun direği haline getirecek tek uygulanabilir araçtır.

Bölüm 4

Uluslararası Malî ve Ticarî Düzenlemeler

Uluslararası parasal düzenlemeler sorunu, farklı ulu­sal paralar arasındaki ilişkileri ifade etmektedir; başka bir deyişle, bireylerin Amerikan Dolarını Sterline, Kana­da Dolarını Amerikan Dolarına vb. çevirebilme koşul­larıdır. Bu sorun bir önceki bölümde ele alınan paranın kontrolüyle yakından ilgilidir. Ayrıca hükümetin uygula­dığı uluslararası ticaret politikalarıyla da ilişkilidir, çün­kü uluslararası ödemeleri etkileme tekniklerinden biri de uluslararası ticaretin kontrolüdür.

ULUSIARARASI PARASAL DÜZENLEMELERİN EKONOMİK ÖZGÜRLÜK AÇISINDAN ÖNEMİ

Teknik niteliğine ve korkunç karmaşıklığına karşın, uluslararası parasal düzenlemeler bir liberalin ihmal et­meyi göze alamayacağı bir konudur. Hiç kuşkusuz bu­gün Birleşik Devletler’de ekonomik özgürlüğe yönelen en ciddi kısa dönemli tehdit -tabii, eğer bir III. Dün­ya Savaşı çıkmazsa— ödemeler dengesi sorununu “çöz­mek” için çok geniş kapsamlı ekonomik kontrolleri be­nimsemek durumunda kalmamızdır. Uluslararası ticare­te müdahaleler nedense zararsız görünür. Devletin eko­nomik faaliyetlere müdahale etmesine karşı olanlar tara­fından bile desteklenebildi bu müdahaleler, birçok işa­damı tarafından “Amerikan Yaşam Biçimi”nin bir par­çası olarak da görülebilmektedir; oysa alabildiğine geniş bir alana yayılma gücü bulunan ve serbest girişim açısın­dan da yine alabildiğine yıkıcı etkileri olan birkaç müda­hale vardır. Birçok deneyime dayanılarak denilebilir ki, bir piyasa ekonomisini otoriter bir ekonomik topluma dönüştürmenin en etkili yolu, döviz üzerine doğrudan kontroller koymaktır. Bu bir tek adım, kaçınılmaz ola­rak ithalat kotalarına, ithal ürünlerini kullanan ya da ithal ikamesi yapan ülkede yerel üretimin kontrol edilmesine yol açar ve bövlece sonu gelmeyen bir döngü biçiminde sürüp gider. Senatör Barry Goldsvater gibi sadık bir ser­best teşebbüs savunucusu bile zaman zaman “altın akı­şı” denen konuyu tartışırken, döviz işlemlerinde kısıtla­maların bir “tedavi” olarak gerçekleşebileceğini belirt­mek durumunda kalmıştır. Ne var ki, bu “tedavi” hasta­lıktan çok ama çok daha kötü bir sonuç verecektir.

Yeni olduğu ileri sürülenin, genellikle bir önceki yüz­yılın biraz kılık değiştirmiş bir artığı biçiminde orta­ya çıktığı ekonomi politikasında, gerçekten yeni bir şe­yin varlığına çok ender rastlanır. Bununla birlikte, ya­nılmıyorsam, tam gelişmiş döviz kontrolleri ve “para­nın çevrilemezliği” konulan birer istisnadır ve kökenle­ri, otoriter taraflarını gözler önüne sermektedir. Bildi­ğim kadarıyla, bunlar Nazi rejiminin ilk yıllarında I ljalmar Schacht tarafından icat edilmişti. Geçmişte para birçok kez “çevrilemez” olarak tanımlanmıştır. Ancak o dönemlerde bu sözcük, o günkü hükümetin kâğıt parayı yasal olarak belirlenmiş oran üzerinden altına ya da gü­müşe veya parasal mal karşılığı neyse ona çevirmek iste­mediği ya da çeviremediği anlamını taşıyordu. Çok en­der olarak, bir ülkenin yurttaşlarına ya da orada oturan-

lata belli kağıt parçalarının ticaretini yapmayı yasakladı­ğı anlamına gelirdi. Örneğin, Birleşik Devletler’de İç Sa­vaş sırasında ve sonraki beş yıl süresince, Amerikan pa­rası çevrilemezdi, yani yeşil banknot sahibi bunu Hazine’ye götürüp karşılığında belirli bir miktar altın alamaz­dı. Ancak söz konusu dönem boyunca piyasa fiyatından altın satın alabilir ya da iki taralın karşılıklı anlaştıkları fi­yattan, Amerikan parası karşılığı İngiliz sterlini alım sa­tımı yapabilirdi.

Birleşik Devletler’de dolar, 1933’ten beri, eski anla­mıyla, çevrilemezdir. Amerikalı yurttaşların altın tutma­ları ya da altın alım satımı yapmaları yasaktır. Dolar yeni anlamda çevrilemez değildir. Ama ne yazık ki, bizi bü­yük bir olasılıkla er geç bu yöne, yani çevrilemezliğe sü­rükleyecek politikalar benimsediğimiz görülmektedir.

ABD PARA SİSTEMİNDE ALTININ ROLÜ

Yalnızca kültürel bir gerileme para sistemimizde al­tının hâlâ temel öğe olduğunu düşünmemize yol açabi­lir. ABD politikasında altının rolü daha net olarak şöy­le tanımlanabilir: Altın öncelikle, buğday ya da diğer ta­rımsal ürünler gibi fiyatının desteklendiği bir maldır. Al­tın destek-fiyat programımız, buğday destek-fiyat prog­ramımızdan üç önemli noktada ayrılır. Birincisi, destek fiyatı ülke içi üreticilere olduğu kadar yabancı üreticile­re de öderiz; İkincisi, destek fiyattan yalnızca yabancı alı­cılara özgürce satış yaparız, yerlilere değil; altının para­sal rolünün önemli bir kutsal kalıntısı olan üçüncüsü de, I lazine’nin satın alacağı altına ödeme yapmak üzere para yaratma, yani para basma yetkisi olmasıdır. Böyle olduğu için de altın alımı için yapılan harcamalar bütçede görün­mez ve gerekli harcama miktarlarının Kongre tarafından onaylanması zorunluluğu yoktur; benzer biçimde Hazi­ne altın sattığında, defter kayıtlarında yalnızca altın ser­tifikalarında bir azalış gösterilir ve karşılığında alınanlar­dan bütçeye bir girdi gösterilmez.

Altının fiyatı 1943’te ilk kez bir onsu 35 dolar ola­rak saptandığında, bu fiyat serbest piyasa fiyatının çok üstündeydi. Bunun sonucunda Birleşik Devletler’e al­tın aktı, altın stoku akı yılda üç katına çıktı ve dünya al­tın stokunun yarısından çoğu ABD’nin eline geçti. Buğ­day “fazlası”nda olduğu gibi, hükümet piyasa fiyatın­dan daha yüksek fiyat verdiği için altın “fazlası” birik­miş oldu. Son zamanlarda bu durum değişti. Altının ya­sal sabit fiyatı 35 dolarda kalırken, diğer mallarınkı iki ya da üç katına çıktı. Böylece 35 dolar, serbest piyasa­da oluşabilecek fiyat düzeyinin altında kaldı.[13] Sonuç ola­rak da karşı karsıya olduğumuz sorun, tıpkı kiralarda ta­van fiyat belirlemenin konutlaşmada kaçınılmaz olarak “açık” yaratması gibi, hükümetin altın fiyatını serbest pi­yasa fiyatının altında tutma çabası nedeniyle, “fazlalık” yerine “açık”tır.

Altının yasal fiyatı tıpkı buğday fiyatının zaman za­man yükseltilmesi gibi, çok önceden yükseltilebilirdi. Ne var ki, altının başlıca iki büyük üreticisi, dolayısıyla fiyat­ların yükselmesinden en çok yarar sağlayacak olan ülke­ler, Birleşik Devletlcr’in en az siyasi yakınlık duyduğu Sovyetler Birliği ve Güney Afrika’dır.

Devletin altın fiyatını kontrolü, başka herhangi bir fi-

yat kontrolü gibi, serbest ekonomiyle bağdaşmaz. Böy­le bir sahte altın standardı, uygulanabilir olmasa da, altı­nın para olarak kullanılabildiği, serbest ekonomiyle bağ­daşan gerçek bir altın standardından net bir biçimde ay­rılmalıdır. 1933 ve 1934 yıllarında Roosevelt yönetimi altın fiyatlarını yükselttiğinde bununla ilişkili olarak alı­nan önlemler, altın fiyatının saptanmasından çok, libe­ral ilkelerden temel ayrılışı göstermekte ve özgür dün­yanın başına bela olan uygulamaların ilk örneklerini ver­mekteydi. Sözünü ettiklerim, altın stokunun kamulaştı­rılması, parasal amaçlarla özel ellerde altın tutulması ya­sağı, özel ve kamusal anlaşmalarda altına ilişkin madde­lerin geçersiz sayılması gibi önlemlerdir.

1933 ve 1934’te çıkarılan bir yasayla, elinde altın olanlar, altınlarını federal hükümete devretmek zorun­da bırakıldı. Tazminat olarak, o zamanki piyasa fiyatının oldukça altında olan yasal fiyata eşit bir meblağ ödendi. Yasanın etkili olabilmesi için, Birleşik Devletler’de, sa­natsal amaçlarla kullananlar dışında altın bulundurmak yasadışı ilan edildi. Serbest girişim toplumunun dayana­ğı olan özel mülkiyet ilkeleri açısından bundan daha yı­kıcı bir önlem düşünülemezdi. Altının suni bir düşük fi­yattan kamulaştırılmasıyla F’idel Castro’nun suni bir dü­şük fiyattan arazi ve fabrikaları kamulaştırması arasında ilke açısından hiçbir fark yoktur. Böyle bir işe kalkışan ABD, hangi ilkeyi gerekçe göstererek bir başkasına karşı çıkabilir? Ne var ki, söz konusu altın olunca serbest giri­şim yandaşlarının bazıları öylesine büyük bir körlük gös­terebiliyorlar ki, 1960’da, J. P. Morgan Şirketi’nin ardılı Morgan Guaranty Trust Şirketi’nin başkanı Henry Alexander, Amerikan yurttaşlarının altın sahibi olma yasa­ğının yurt dışında altın tutmayı da kapsamasını önere­bildi. Ve bu önerisi, bankacılık topluluğu tarafından iti­raz görmediği gibi Başkan Eisenhower tarafından da be­nimsendi.

Her ne kadar altının “parasal kullanım için elde tu­tulması” gibi mantıksal bir gerekçe gösterildiyse de, al­tın sahibi olma yasağı, ister iyi ister kötü, böyle, bir pa­rasal kullanım için konmamıştı. Altının kamulaştırılma­sı, hükümetin altın fiyatlarındaki artışlardan elde edebi­lecek tüm “nakit” kârını toplamasını mümkün kılmak va da belki özel bireylerin bundan yararlanmalarını önle­mek amacıyla gerçekleştirilmişti.

Altına ilişkin maddelerin geçersiz savılması da aynı amaca yönelikti. Ve bu da serbest girişimin temel ilkesi­ni yıkıcı bir önlemdi. Çünkü iki tarafın da ivi nivetle ve tam bilinçle giriştiği anlaşmalar, taraflardan birinin yara­rına geçersiz ilan ediliyordu!

CARİ ÖDEMELER VE SERMAYE KAÇIŞI

Uluslararası parasal ilişkileri daha genel bir düzeyde ele alırken, iki farklı sorunu ayırt etmek gerekir: ödeme­ler dengesi ve altına yönelme tehlikesi. Sorunlar arasın­daki fark, en yalın biçimde, sıradan bir ticarî banka ben­zetmesiyle ortaya konabilir. Banka, faaliyetlerini, çalışan­ların ücretlerini, aldığı kredilerin faizlerini, malzeme ma­hvederini, hisse sahiplerinin kâr paylarını vb. gibi harca­malarını, aldığı hizmet bedelleri, verdiği kredilerin faizle­ri ve benzeri gelirlerle denkleştirebilecek şekilde düzen­lemek zorundadır. Kısacası, sağlıklı bir gelir hesabı için çaba harcamalıdır. Ne var ki, gelir hesabı açısından iyi durumda olan bir banka, mudilerinin herhangi bir ne­denle bankaya olan güvenlerini yitirmeleri ve birdenbire mevduatlarını topluca çekmeye kalkışmaları durumun­da, ciddi bir tehlikeyle karsı karşıya kalabilir. Birçok sağ­lam banka, geçen bölümde açıklanan likidite krizi sıra­sında böyle bir para çekme hücumu nedeniyle kepenklerini kapatmak zorunda kalmıştır.

Bu iki sorun elbette ki birbiriyle ilişkisiz değildir. Mudilcrin bankaya olan güvenlerini yitirmelerinin önemli bir nedeni, bankanın gelir hesabında kayıplar veriyor ol­ması olabilir. Yine de iki sorun çok farklıdır. Çünkü ge­lir hesabı sorunları genellikle yavaş yavaş ortaya çıkar ve bunları çözmek için yeterli zaman bulunur. Birdenbire ortaya çıktıklarına çok ender rastlanır. Öte yandan, para çekmeye hücum, bazen ansızın ortaya çıkar vc önceden kestirilmesine olanak yoktur.

İşte Birleşik Devletler de buna paralel bir durum ser­gilemektedir. Ülkede ikamet edenler ve ABD hükümeti­nin kendisi, özel ya da kamusal olarak, öteki ülkelerden mal veya hizmet satın almak, yabancı girişimlere yatırım yapmak, borç faizlerini ve aldığı kredileri ödemek, baş­kalarına yardım etmek için dolar karşılığında döviz al­maya çalışmaktadır. Aynı zamanda yabancılar da ben­zer amaçlarla döviz karşılığında dolar alırlar. Bu noktada döviz alımı için harcanan dolar miktarı, dövizle satın alı­nan dolar miktarına eşit olmalıdır; tıpkı satılan ayakkabı sayısının alınan ayakkabı sayısına eşit olması gibi. Arit­metik aritmetiktir ve birinin satın aldığı ötekinin sattığı­dır. Ancak herhangi bir dövizin dolar cinsinden fiyatın­dan, bazılarının harcamak istediği dolar miktarının öte­kilerin satın almak istedikleri miktara eşit olacağı konu­sunda hiçbir garanti yoktur; tıpkı belirlenen herhangi bir ayakkabı fiyatından, insanların satın almak istedikle­ri ayakkabı sayısının başkalarının satmak istedikleri sayı­ya eşit olacağının garantisi olmaması gibi. Deneysel (ex post) eşitlik, varsayımsal (ex ante) tutarsızlıkları ortadan kaldıran bir mekanizmayı yansıtır. Bu amaç için uygun bir mekanizma bulma sorunu, bankanın gelir hesabı so­rununun aynısıdır.

Buna ek olarak Birleşik Devletler’in, bankaların hü­cumu önleme sorununa benzer bir sorunu vardır. ABD yabancı merkez bankalarına ve hükümetlere altını ons başına 35 dolardan satmayı taahhüt etmiştir. Yabancı merkez bankaları, hükümetler ve bu ülkelerde oturanlar Birleşik Devletler’de mevduat ya da anında dolara çev­rilebilecek ABD tahvilleri şeklinde büyük fonlara sahip­tirler. Herhangi bir zamanda bu değerli evrak sahipleri ellerindeki dolar karşılıklarını altına çevirmek için ABD Hazinesi’ne hücum etmeye başlayabilir. İşte 1960 son­baharında meydana gelen tam olarak budur ve gelecek­te, öngörülemeyen bir tarihte yeniden yaşanması da bü­yük bir olasılıktır.

iki sorun iki şekilde birbiriyle ilişkilidir. Birincisi, bir banka için gelir hesabı güçlükleri, nasıl güvenin yitiril­mesinin baş nedeniyse, aynı şey ABD’nin altını ons ba­şına 35 dolardan satma taahhüdü için de geçerlidir. El­lerinde dolar bulunduranların bunları altına va da başka paralara çevirmek istemelerinin temel sebebi, ABD’nin döviz hesabını dengeleyebilmek için dışardan borç al­mak zorunda kalmasıdır. İkincisi, altının sabit fivatı, bir başka fiyat dizisinde, alım satım yaparak istikrar sağla­mak için kullanılan bir araç olarak benimsenmiştir. Bu fiyat dizisi, doların diğer para birimleri karşısındaki fivatidir. Altının akışıvsa, ödemeler dengesinde varsayımsal (ex-antc) sapmaların çözümünde kullanmak üzere be­nimsediğimiz bir araçtır.

DIŞ ÖDEMELER DENGESİNİ SAĞLAMAK İÇİN ALTERNATİF MEKANİZMALAR

Bu ilişkilerin her ikisine de ışık tutabilmek amacıyla, ödemelerde denge sağlamak için ne gibi alternatif meka­nizmaların mümkün olduğunu ele almak gerekmektedir. Çünkü ödemeler dengesi her iki soruna da birçok açıdan temel teşkil etmektedir.

Birleşik Devletler’in uluslararası ödemelerinde ge­nel olarak denge sağladığını, ama ortaya çıkan bir olayın bu durumu değiştirdiğini varsayalım. Sözgelimi, yaban­cıların almak istedikleri dolar miktarının, ABD’de ika­met edenlerin satmak istedikleri miktara oranla azaldığı­nı ya da olaya öbür yandan bakarsak, ellerinde dolar bu­lunanların almak istedikleri döviz miktarının, ellerindeki dövizi dolar karşılığı satmak isteyenlerin miktarına göre arttığını düşünelim, işte bu, ABD ödemeler dengesinde “açık” yaratacak bir tehlikedir. Böyle bir durum, yurtdışındaki üretim verimliliğinin artması ya da ülke için­de azalması sonucu ortaya çıkabilir; ABD’nin dış yardım harcamalarının artması ya da öteki ülkeleritıinkinin azal­ması gibi durumlarda ya da milyonlarca başka değişiklik­lerde her zaman görülebilir.

Bu tür bir bozukluğa bir ülkenin urum sağlayabilme­si için dört yol, sadece dört yol vardır ve bu yolların bazı bileşimlerinin kullanılması gerekir.

1. ABD’nin elindeki döviz rezervleri aşağı çekile­bilir ya da yabancıların ABD doları rezervleri yükseltile

bir ayakkabı fiyatından, insanların satın almak istedikle­ri ayakkabı sayısının başkalarının satmak istedikleri sayı­ya eşit olacağının garantisi olmaması gibi. Deneysel (ex post) eşitlik, varsayımsal (ex ante) tutarsızlıkları ortadan kaldıran bir mekanizmayı yansıtır. Bu amaç için uygun bir mekanizma bulma sorunu, bankanın gelir hesabı so­rununun aynısıdır.

Buna ek olarak Birleşik Devletler’in, bankaların hü­cumu önleme sorununa benzer bir sorunu vardır. ABD yabancı merkez bankalarına ve hükümetlere altını ons başına 35 dolardan satmayı taahhüt etmiştir. Yabancı merkez bankaları, hükümetler ve bu ülkelerde oturanlar Birleşik Devletler’de mevduat ya da anında dolara çev­rilebilecek ABD tahvilleri şeklinde büyük fonlara sahip­tirler. Herhangi bir zamanda bu değerli evrak sahipleri ellerindeki dolar karşılıklarını altına çevirmek için ABD Hazinesi’ne hücum etmeye başlayabilir. îşte 1960 son­baharında meydana gelen tam olarak budur ve gelecek­te, öngörületneyen bir tarihte yeniden yaşanması da bü­yük bir olasılıktır.

iki sorun iki şekilde birbiriyle ilişkilidir. Birincisi, bir banka için gelir hesabı güçlükleri, nasıl güvenin yitiril­mesinin baş nedeniyse, aynı şey ABD’nin altını ons ba­şına 35 dolardan satma taahhüdü için de geçerlidir. El­lerinde dolar bulunduranların bunları altına ya da başka paralara çevirmek istemelerinin temel sebebi, ABD’nin döviz hesabını dengelenebilmek için dışardan borç al­mak zorunda kalmasıdır. İkincisi, altının sabit fivatı, bir başka fiyat dizisinde, alım satım yaparak istikrar sağla­mak için kullanılan bir araç olarak benimsenmiştir. Bu fiyat dizisi, doların diğer para birimleri karşısındaki fivatidir. Altının akışıysa, ödemeler dengesinde varsayımsal (ex-ante) sapmaların çözümünde kullanmak üzere be nimsediğimiz bir araçtır.

DIŞ ÖDEMELER DENGESİNİ SAĞLAMAK İÇİN ALTERNATİF MEKANİZMALAR

Bu ilişkilerin her ikisine de ışık tutabilmek amacıyla, ödemelerde denge sağlamak için ne gibi alternatif meka­nizmaların mümkün olduğunu ele almak gerekmektedir. Çünkü ödemeler dengesi her iki soruna da birçok açıdan temel teşkil etmektedir.

Birleşik Dcvletler’in uluslararası ödemelerinde ge­nel olarak denge sağladığını, ama ortaya çıkan bir olayın bu durumu değiştirdiğini varsayalım. Sözgelimi, yaban­cıların almak istedikleri dolar miktarının, ABD’dc ika­met edenlerin satmak istedikleri miktara oranla azaldığı­nı ya da olaya öbür yandan bakarsak, ellerinde dolar bu­lunanların almak istedikleri döviz miktarının, ellerindeki dövizi dolar karşılığı satmak isteyenlerin miktarına göre arttığını düşünelim. İşte bu, ABD ödemeler dengesinde “açık” yaratacak bir tehlikedir. Böyle bir durum, yurtdışındaki üretim verimliliğinin artması ya da ülke için­de azalması sonucu ortaya çıkabilir; ABD’nin dış yardım harcamalarının artması ya da öteki ülkelerininkinin azal­ması gibi durumlarda ya da milyonlarca başka değişiklik­lerde her zaman görülebilir.

Bu tür bir bozukluğa bir ülkenin uvum sağlayabilme­si için dört yol, sadece dört yol vardır ve bu yolların bazı bileşimlerinin kullanılması gerekir.

1.        ABD’nin elindeki döviz rezervleri aşağı çekile­bilir ya da yabancıların ABD dolan rezervleri yükseltile­bilir. Uygulamada bunun anlamı, ABD hükümetinin al­tın stokunun azalmasına izin verebileceğidir. Çünkü al­tın dövizle değiştirebileceği ya da altınla döviz borç alı­nabileceği için bunların resmî değişim oranlarından do­lara çevrilmesi mümkün kılınabilir; ya da yabancı hükü­metler ABD’de ikamet edenlere resmî oranlardan dö­viz satarak dolar birikimi yapabilirler. Rezervlere dayan­mak, hiç kuşkusuz, geçici bir çare olarak en iyisidir. As­lında ödemeler dengesi konusundaki büyük kaygı nede­niyle ABD’nin geniş çapta kullandığı çözüm yolu tam da budur.

2.        Birleşik Devletler’deki fiyatlar, yabancı ülkeler­deki fiyatlara göre aşağı çekilmeye zorlanabilir. Bu, tam gelişmiş altın standardı uygulaması çerçevesinde temel uyum mekanizmasıdır. Başlangıçtaki açık dışarıya altın akışı yaratacaktır (yukarıda 1. mekanizma); altının dışa­rıya akışı da para stokunda düşüşe neden olacaktır; para stokundaki gerilemeyse ülke içinde fiyatların ve gelirle­rin düşmesine yol açacaktır. Aynı zamanda yurt dışında bunun tersi etkiler meydana gelecektir: İçeriye altın akı­şı para stokunu şişirecek, dolayısıyla fiyatları ve gelirle­ri yükseltecektir. Düşük ABD fiyatları ve yüksek yaban­cı fiyatlar, Amerikan mallarını yabancılar açısından çe­kici kılacak, böylece satın almak istedikleri dolar mikta­rı artacaktır; öte yandan, fiyat değişimleri yabancı malla­rı Amerikalılar için daha az çekici kılacak, bu nedenle de satmak istedikleri dolar miktarı azalacaktır. Bu iki yön­lü etki açığı azaltacak ve daha çok altın akışına gerek kal­madan dengeyi yeniden kuracaktır.

Modern standart yönetiminde bu etkiler otomatik değildir, ilk adımda altın akışı gerçekleşebilir, ama ülke­lerdeki para otoriteleri aksine karar vermedikleri süre­ce ne altını kaybeden ülkede, ne de altını kazanan ülke­de bu olay para miktarını etkileyecektir. Günümüzde her ülkede merkez bankası ya da hazine, altın akışlarının et­kisini güçlendirme ya da altın akışları olmadan para sto­kunu değiştirme yetkisine sahiptir. Bu yüzden bu meka­nizma, ancak para otoritelerinin ödemeler dengesi açık veren ülkede deflasyon, dolayısıyla işsizlik yaratmak is­temeleri durumunda ya da ödemeler dengesi fazlalık ve­ren ülkelerdeki otoritelerin enflasyon yaratmak isteme­leri durumunda kullanılabilir.

3.        M Aynı etkiler, ülke içi fiyatların değişiminde ol­duğu gibi, döviz kurlarında da bir değişiklik yaratabilir. Sözgelimi, 2. mekanizmada belli bir arabanın fiyatı Bir­leşik Amerika’da yüzde 10 oranında düşerek 2800 dolar­dan 2520 dolara inmiş olsun. Eğer her yerde sterlinin fi­yatı 2,80 dolarsa, İngiltere’de arabanın fiyatı (navlun ve öteki masraflar dışında) 1000 sterlinden 900 sterline dü­şecektir. Eğer sterlinin fiyatı 2,80’den 3,11 dolara yükse­lirse, bu kez arabanın ABD fiyatında bir değişiklik olma­dan, İngiltere’deki fiyatında aynı düşüş gerçekleşecektir. Daha önce 2800 dolar elde etmek için 1000 sterlin har­caması gereken bir İngiliz şimdi 2800 doları 900 sterline alabilecektir. Ama kendisi, döviz kurlarındaki değişikliği bilmediği sürece, bu maliyet düşüşü ile ABD fiyatında­ki bu düşüş nedeniy le meydana gelen azalma arasındaki farkı anlamayacaktır.

Uygulamada döviz kurlarındaki değişiklikler birçok şekilde meydana gelebilir. Bu değişiklik, günümüzde pek çok ülkede olduğu gibi kesin döviz kuru türlerinden bi­risinin sonucu olarak devalüasyon ya da değer kazandır­ma yoluyla da gerçekleştirilebilir. Bu aslında, kendi para birimini sabitleşebilmek için fiyatını değiştiren bir hükü­met bildirisidir. Alternatif olarak, döviz kurunun saptan­ması için sabitlenmesi hiç de gerekli olmayabilir. Tıpkı 1950’den 1962’ye kadar Kanada dolarında olduğu gibi, serbest piyasa kuru olabilir. Eğer piyasa kuru olacaksa yine Kanada’da 1952’den 1962’ye kadar olduğu gibi, ön­celikle özel girişimler tarafından belirlenen gerçek bir pi­yasa kuru olmalıdır; ya da 1931’den 1939’a kadar İngilte­re’de ve 1950’den l®62’ye, sonra yine 1961’den 1962’ye kadar Kanada’da yapıldığı gibi hükümetin spekülasyon­larıyla ayarlanmış kurlar olabilir.

4.        İkinci ve üçüncü mekanizmalarla yapılan ayar­lamalar, yurtiçi fiyatlardaki ya da döviz kurlarındaki de­ğişimin harekete geçirdiği mal ve hizmet akışı değişiklik­leriyle uyumludur. Ticarete uygulanan doğrudan hükü­met kontrolleri ya da müdahaleleri yerine, ABD’nin do­lar harcamalarını azaltmak ve gelirlerini çoğaltmak yolu­na gidilebilir. İthalatı kısmak için gümrük tarifeleri ko­nabilir, ihracatı desteklemek için teşvikler verilebilir, çe­şitli mallara ithalat kotaları uygulanabilir, ABD yurttaşla­rının ya da şirketlerinin yurtdışmdaki sermaye yatırımla­rı kontrol edilebilir ve döviz kontrolüne ilişkin daha nice araç kullanılabilir. Bu kategoriye, yalnızca özel etkinlik­ler üzerindeki kontroller değil, ödemeler dengesini sağ­lamak için hükümet programlarında değişiklikler yapıl­ması da dâhil edilmelidir. Dış yardım alanların bunu Bir­leşik Devletler’de harcamaları istenebilir; Silahlı Kuvvet­ler -kendi kendileriyle çelişkili bir terminolojiyle“do­lar” tasarruf etmek için, yurt dışında aldığında daha ucu­za sağlanabilecek mallan, Birleşik Devletler’de daha pa­

halıya elde edebilir vs... Bütün bu hayret uyandırıcı dü­zenlemeler hemen hemen aynı kategoridedir.

Belirtilmesi gereken önemli nokta, bu dört yoldan biri ya da ötekinin kullanılması ve kullanılmak zorunda olmasıdır. Çift kayıtlı muhasebe defterlerinde borç-alacak toplamları tutmalıdır. Ödemeler tahsilatlarla eşitlenmelidir. Tek soru “nasıl”dır.

Süregelen ulusal politikamız öyle gösteriyor ki, bun­ların hiçbirini yapmadık ve yapmayacağız. Başkan Kennedy 1961 Aralığında Ulusal İmalatçılar Derneği’nde yaptığı bir konuşmada şöyle dedi: “Bu yönetim iş başın­da olduğu sürece —bunu açık bir bildiri olarak tekrarlı­yorumdöviz kontrolleri koymak, ticaret engelleri yarat­mak, doları devalüe etmek ya da ekonomik iyileşmemi­zi boğmak gibi amaçlar gütmeyecektir.” Mantıksal ola­rak bu ifade iki olasılık yaratmaktadır: Biri, öteki ülkele­rin söz konusu önlemleri almalarını sağlamaktır ki, bu hiç de emin olamayacağımız bir yoldur; diğeri de rezerv­leri aşağı çekmektir ki, Başkan ve yetkililer bunun sür­mesine izin verilmemesi gerektiğini ısrarla yinelemişler­dir. Bununla birlikte, Time dergisinin bildirdiğine göre, Başkan’ın “vaadi” hazır bulunan işadamlarınca “bir al­kış patlamasına” yol açmıştır. Bugüne kadar açıklanmış politikamız göz önüne alındığında, durumumuz, gelirini aşan bir biçimde yaşavan, ama daha fazla kazanmasının ya da daha az harcamasının ya da borç almasının veya bu açığı varlıklarından finanse etmesinin mümkün olmadı­ğında ısrar eden birine benzemektedir!

Bir tek tutarlı politika benimsemeye istekli olmadı­ğımız için biz ve bizim gibi deve kuşu misali demeç­ler veren ticarî ortaklanınız, dört mekanizmanın tümü­

ne birden başvurmak zorunda kalmaktayız. Savaş sonra­sı yılların başında ABD rezenden yükseldi, şimdilerdey­se düşmekte. Rezervlerimiz yükseliyor olsaydı hiç yapa­madığımız kadar kolaylıkla enflasyona yeşil ışık yakar­dık; oysa altının azalması yüzünden 1958’den beri daha deflasyonist bir politika izlivorduk. Altının resmî fiyatını değiştirmemize karşın, ticari ortaklarımız kendi fiyatları­nı değiştirdiler, dolayısıyla onların paralarıyla dolar ara­sındaki kambiyo kuru değişti ve bu ayarların ortaya çı­kışında ABD baskısı da yok değildi. Sonunda ticarî or­taklarımız geniş kapsamlı doğrudan kontroller kullandı­lar ve onların yerine biz ödemeler dengesi açığıyla kar­şı karşıya kaldığımız için ödemelerde doğrudan müda­halelere başvurduk. Bunlar, ufak ama çok belirtisel bir adım olarak turistlerin gümrüksüz getirebilecekleri ya­bancı malların miktarını kısıtlamaktan, dış yardım har­camalarının ABD’de yapılmasını zorunlu kılmaya, ailele­ri deniz aşırı hizmetlere katılmaktan alıkoymaya, petro­le daha eli sıkı ithal kotaları uygulamaya kadar varan çok geniş kapsamlı önlemlerdir. Dahası, yabancı hükümet­lerden, ABD ödemeler dengesini güçlendirici özel ön­lemler almalarını istemek gibi küçültücü bir adım atmak durumunda bile kaldık.

Söz konusu dört mekanizmadan “doğrudan kontroller”in kullanılması açıkça her açıdan en kötüsüdür ve hiç kuşkusuz, özgür bir toplum için en yıkıcı olanıdır. Açık seçik bir politika yerine, şu ya da bu biçimde bu tür kontrollere giderek daha çok dayanır olduk. Bir yandan halkın önünde serbest ticaretin erdemleri konusunda vaaz verirken, öte yandan ödemeler dengesinin inanıl­maz baskısıyla ters yönde hareket etmek zorunda kalmış bulunuyoruz vc bu yolda daha da ileri gitmek gibi büyük bir tehlikeyle karşı karşıyayız. Tarifeleri (gümrük engel­lerini) azaltmak için akla gelebilecek tüm yasaları geçi­rebiliriz; hükümet azaltılacak gümrük oranlan konusun­da görüşmeler yapabilir; yine de ödemeler dengesi açığı­nı çözmek için bir alternatif mekanizma benimsemez­sek, bir dizi ticaret engelinin verine başkalarını koymak zorunda kalırız, bunlar da gerçekten daha iyilerinin yeri­ne daha kötülerinin uygulanması olur. Tarifeler kötüvse, kotalar ve diğer doğrudan müdahaleler daha da kötüdür. Tarife de tıpkı piyasa fiyatı gibi, kişisel değildir ve devle­tin iş etkinliklerine doğrudan müdahalesini gerektirmez; kota ise diğer idari müdahaleler gibidir, yöneticilere özel çıkarları bitirmek için “iyi fırsat”lar verir. Belki tarifeler­den de, kotalardan da daha kötüsü ekstra yasal düzenle­melerdir, Japonya’nın dokuma ihracatını kısıtlamak için “gönüllü” antlaşma yapması gibi.

SERBEST PİYASA ÇÖZÜMÜ OLARAK DALGALI KURTAR

Serbest piyasa ve serbest ticaretle tutarlı olan yalnız­ca iki mekanizma vardır. Biri tam otomatik uluslarara­sı altın standardıdır. Önceki bölümde gördüğümüz gibi, bu ne mümkündür ne de arzu edilen bir durumdur. Her koşulda bunu yalnız başımıza benimsememiz olanaksız­dır. Öteki ise, hükümet müdahalesi olmaksızın piyasada­ki özel işlemlerle belirlenen ve serbestçe dalgalanan kur sistemidir. Bu da bir önceki bölümde savunduğumuz parasal kuralın en büyük serbest piyasa karşılığıdır. Eğer bunu benimsemezsek, serbest ticaret alanını genişletme­yi kaçınılmaz olarak başaramayacağız ve eninde sonun­da ticarete geniş kapsamlı doğrudan kontroller koymak zorunda kalacağız. Ötekilerde olduğu gibi, bu alanda da koşullar beklenmedik biçimde değişebilir ve değişmek­tedir de. Şimdi (Nisan 1962) karşı karşıya olduğumuz bu güçlükleri atlatabilir ve açık yerine fazla vermek, rezerv­leri eritmek yerine biriktirmek gibi bir duruma gelebili­riz. Eğer böyle olursa, bunun anlamı yalnızca, diğer ül­kelerin kontroller uygulama gereğiyle karşı karşıya kala­cak olmalarıdır. 1950’de yazmış olduğum bir makalede dalgalı kur sistemini önerirken, konu, o zamanki “do­lar darlığı”na eşlik eden Avrupa’nın ödeme zorluklarına ilişkindi. Böyle bir tersyüz oluş her zaman mümkündür. Gerçekte bu tür değişikliklerin nasıl ve ne zaman mey­dana geleceğini kestirmekteki güçlük de tam olarak budur ve serbest piyasa için ileri sürülen temel savı oluştur­maktadır. Bizim sorunumuz bir ödemeler dengesi soru­nunu “çözmek” değildir; bizim sorunumuz uluslararası ticareti, koşullardaki değişikliklere serbest piyasa güçle­rinin çabucak, etkili ve otomatik tepki göstermesini sağ­layacak işleyen bir mekanizmanın benimsenmesiyle öde­meler dengesi sorununu çözmektir.

Böylesine serbest piyasa mekanizmasına uygun bir sistem olduğu açıkça görülmesine karşın serbest dalga­lı kur sistemi yalnızca çoğunlukla profesyonel iktisatçıla­rın oluşturduğu oldukça az sayıda liberal tarafından des­teklenmiştir ve diğer tüm alanlarda devlet müdahalesi­ni ve fiyat saptamasını reddeden birçok liberal buna kar­şı çıkmıştır. Neden böyledir? Bunun bir nedeni sadece statükonun tiranlığıdır. İkinci bir nedeni ise, gerçek al­tın standardıyla sahte altın standardının birbirine karış­tırılmasıdır. Gerçek altın standardı uygulamasında, ülke­lerin farklı miktarlardaki altını ifade eden farklı para bi­rimleri farklı isimler taşıyacağından, farklı ulusal para­ların birbirlerine karşılık fiyatları hemen hemen değiş­mez olacaktır. Yalnızca isimsel olarak altına uyma bi­çimini benimsemekle gerçek altın standardının esasını elde edebileceğimizi sanma yanılgısına kolayca düşebi­liriz; oysa bu, değişik ulusal paraların fiyatlarının birbiri­ne karşı, yalnızca tedirgin piyasalarda birtakım oyunlar­la saptanmış fiyatlar nedeniyle değişmez olduğu düzme­ce bir altın standardını benimsemektir. Üçüncü neden, herkesin kendisini özel muameleve layık görürken, baş­kaları için serbest piyasanın kaçınılmaz olduğuna inan­masıdır. İnsan doğası böyledirve bu özellikle bankacıla­rı döyiz kurları açısından etkiler. Garantili bir fiyat olsun isterler. Dahası, döviz kurlarındaki dalgalanmalarla başa çıkacak piyasa araçlarına sahip değillerdir. Serbest döviz piyasasında spekülasyon ve arbitrajda uzmanlaşmış şir­ketler yoktur. Bu, statükonun tiranlık biçimlerinden bi­ndir. Örneğin, Kanada’da bazı bankacılar, onlara fark­lı bir statüko kazandıran on yıllık serbest kur uygulama­sından sonra, bunun sürmesini isteyenlerin ve hem sabit kura hem hükümetin kur ayarlamalarına karşı çıkanların başında gelmekteydiler.

Bütün sebeplerden daha önemlisi, öyle zannediyo­rum ki, dalgalı kur deneyimi konusundaki istatistiksel yanılgının neden olduğu bir yanlış yorumdur ki bunun gerçekliği standart bir örnekle kolayca görülebilir: Arizona’da veremden ölüm oranı diğer eyaletlerden daha yüksek olduğu için ABD’de veremli birinin gidebilece­ği en kötü yer Arizona’dır. Bu örnekteki hata apaçık or­tadadır. Döviz kurları söz konusu olduğunda ise du­rum biraz daha karmaşıktır. Ülkeler içerdeki yanlış pa­rasal yönetim ya da başka bir nedenle ciddi malî zorluk­lara düştüklerinde, son çare olarak esnek döviz kurları­na başvurmak durumunda kalırlar. I liçbir döviz kont­rolü ya da ticarete konan doğrudan kısıtlama, ekonomik çizgilerden çok uzak çizgide bir kur oranı saptanmasını sağlayamaz. Sonuçta dalgalı döviz kurlarının çoğunlukla malî ve ekonomik istikrarsızlıkla ilişkili olduğu tartışma götürmez bir gerçektir; buna örnek olarak hiperenflasyon ya da birçok Güney Amerika ülkesinde görülen cid­di ama hiperenflasvon olmavan durumlar gösterilebilir. Birçoğunun yaptığı gibi, dalgalı döviz kurlarının bu tür bir istikrarsızlık yarattığı sonucuna varmak kolaydır.

Dalgalı döviz kurlarından yana olmak, istikrarsız dö­viz kurlarından yana olmak anlamına gelmez. Ülke için­de serbest fiyat sistemini desteklememiz, fivatlann şid­detli iniş çıkış gösterdiği bir sistemi desteklediğimizi göstermez. Amacımız, fiyatların serbestçe dalgalanabi­leceği, ama bunları belirleyen güçlerin yeterince istikrarlı olduğu, dolayısıyla fiyatların ılımlı ölçüler içinde hareket ettiği bir sistemdir. Aynı şey dalgalı döviz kurları siste­mi için de geçerlidir. Asıl hedef, temel ekonomik politi­kalar ve koşulların istikrarlı olması nedeniyle, döviz kur­larının serbestçe değişebildiği ama aslında çok istikrarlı olduğu bir dünyadır. Döviz kurlarının istikrarsızlığı, bu­nun altındaki ekonomik yapının istikrarsızlığının bir be­lirtisidir. Döviz kurlarını idari bir kararla sabitlemek su­retiyle bu belirtiyi ortadan kaldırmak, bunun altında va­tan hiçbir zorluğu çözmez, hattâ bunlara uyum sağlama­yı daha zor hale getirir.

ALTIN VE DÖVİZDE SERBEST PİYASA İÇİN GEREKLİ POLİTİKA ÖNI.<MLfiRİ

Birleşik Devletler’in hem altında hem de dövizde gerçek bir serbest piyasa geliştirmesi için alınması gerek­tiğine inandığım önlemleri ayrıntılı olarak belirlememin, tartışmanın somut terimlerle ortaya çıkmasına yardımcı olabileceğini düşünüyorum.

1.        ABD herhangi bir sabit fiyattan altın alım satı­mı yapma taahhüdünde olmadığını ilan etmelidir.

2.        Bireylere altın bulundurmayı ya da alıp satmayı yasaklayan yasa kaldırılmalıdır; böylece altının ulusal pa­ralar da dâhil, diğer mallar ya da malî araçlar karşılığında alınabildiği ya da satılabildiği fiyat üzerinde kısıtlama ol­maması sağlanmalıdır.

3.        Rezerv Sistemi’nin borçlar toplamının yüzde 25’ine eşit altın sertifikalan tutma zorunluluğuna ilişkin yasa kaldırılmalıdır.

4.        Buğday fiyatı destekleme programı gibi, altın fiyatı destekleme programından tümüyle kurtulmakta­ki temel problem birikmiş devlet stoklarının ne yapıla­cağıdır ve bu geçici bir sorundur. İki durumda da benim görüşüm, hükümetin vakit geçirmeden 1. ve 2. madde­lerdeki adımları atarak yeniden serbest piyasa tesis et­mesi ve tüm stoklarını hemen elden çıkarması gerektiği yönündedir. Bununla birlikte, hükümet muhtemelen bu stokların aşamalı olarak elden çıkarılmasını tercih ede­cektir. Bana kalırsa buğday için beş yıl yeterince uzun bir süredir, bu nedenle hükümetin her yıl stokun beş­te birini elden çıkarmasından yanayım. Bu süre altın için de uygundur. Dolayısıyla beş yıllık sürede hükümet al­tın stoklarını serbest piyasada açık artırmayla eritmelidir.

Serbest altın piyasasında bireyler altın için depo sertifi­kasını altının kendisinden daha yararlı bulabilirler. Böyle olduğunda, özel girişim, hiç kuşkusuz, altının saklanma­sı ve sertifika çıkarılması hizmetini sağlayabilir. Neden altının depolanması ve depo sertifikalarının çıkarılması, kamulaştırılmış bir endüstri olmak zorunda olsun ki?

5.        ABD, dolarla diğer paralar arasında resmî döviz kurları belirlemeyeceğini ve buna ek olarak, döviz kurla­rını etkilemeyi hedefleyen spekülatif va da benzeri etkin­liklerde bulunmayacağını da ilan etmelidir. Böylece dö­viz kurları serbest piyasalarca belirlenecektir.

6.        Bu önlemler, Uluslararası Para Fonu’nun (IMF’) bir üyesi olarak, dolar için resmî bir parite belirlemede­ki şekil yükümlülüğümüzle çelişebilir. Bununla birlik­te, IMF, Kanada’nın yasa maddeleriyle bir parite belir­lemekte başarısız olmasını uzlaştınlabilir bulmuş ve Ka­nada için dalgalı kur uygulamasını onaylamıştır. Aynı şe­yin ABD için de uygulanmasına bir engel yoktur.

7.        Öteki uluslar dolar karşısında kendi paralarını sabitlemeyi yeğleyebilirler. Bu onları ilgilendirir ve on­ların paralarını sabit bir fiyattan alıp satma taahhüdün­de bulunmadığımız sürece buna karşı çıkmamız için bir neden yoktur. Bu ülkeler ancak daha önce sıraladığı­mız önlemlerden birini veya birkaçını kullanarak, yani rezervleri eriterek ya da arttırarak, ülke içi politikaları­nı ABD’nin politikalarıyla eşgüdümlü yürüterek, ticare­te doğrudan uyguladıkları kontrolleri sıklaştırarak ya da gevşeterek dolara karşı paralarını sabitlemeyi başarabile­ceklerdir.

TİCARETTEKİ ABD KISITLAMALARINI KALDIRMAK

Ana hatlarını verdiğimiz bu tür bir sistem, ödemeler dengesi sorununu kökünden çözecektir. Böylece üst dü­zey hükümet yetkililerinin yabancı ülkelerden ve merkez bankalarından yardım istemelerine sebep olan ödemeler dengesi açığının ortaya çıkması mümkün olmayacaktır. Amerika Başkanı’nın, bankasına yeniden güven sağlama çabasındaki taşra bankacısı gibi davranmasına ya da it­hal kısıtlamaları uygulamak için yönetimi serbest ticaret vaazları vermeye zorlamasına veya ödemelerin yapıldığı paranın adı gibi önemsiz bir sorun uğruna ulusal ve kişi­sel çıkarları feda etmesine de gerek kalmayacaktır. Öde­meler her zaman dengelenecek, çünkü fiyat, yani döviz kuru, bu dengeyi yaratmakta serbest olacaktır. Alıcı bu­lamayan hiç kimse dolar satmayacak ya da satıcı bula­mazsa almayacaktır.

Böylelikle dalgalı döviz kurları, mal ve hizmetlerde tam bir serbest ticarete doğru etkili bir biçimde ilerleme­mizi mümkün kılacaktır. Yalnızca bazı kasıtlı müdahale­ler gibi engeller siyasi ve askerî gerekçelerle haklı göste­rilebilir; örneğin, stratejik malların komünist ülkelere sa­tışının yasaklanması gibi. Oysa sabit döviz kurları cen­deresine bağlı kalındığı müddetçe serbest ticarete doğru ilerlememiz kesinlikle söz konusu olamaz. Tarifeler ya da doğrudan kontroller olasılığı gerekirse emniyet sübabı olarak elde tutulmalıdır.

Dalgalı döviz kuru sistemi, serbest ticarete karşı ileri sürülen en gözde savın yanılgısını apaçık ortaya koyacak bir yan avantaja sahiptir. Bu sav, başka yerlerdeki “dü­şük” ücretlerin ABD’deki “yüksek” ücretleri korumak

için gerekli olduğudur. Amerikalı işçinin saat başına aldı­ğı 4 dolarla karşılaştırıldığında, Japon işçinin saat basına aldığı 100 yen düşük ya da yüksek midir? Bu tümüyle dö­viz kuruna bağlıdır. Döviz kurunu ne belirler? Ödemele­ri dengeleme gerekliliği; mesela Japonlara satabilecekleri­mizin miktarını onların bize satabileceklerinin miktarına kabaca eşitlemek döviz kurunu belirleyecektir.

Daha basit anlatırsak; Japonya ile ABD’nin yalnız­ca birbirleriyle ticaret yapan iki ülke olduğunu ve dö­viz kuru olarak da 1000 yenin bir dolar olduğunu var­sayalım. Japonlar yabancı ticarete girecek her kalemi ABD’den daha ucuza üretebiliyorlar. Bu döviz kurun­da Japonlar bize daha çok satış yapabilirler. Bizse onla­ra hiçbir şey satamayız. Onlara banknot dolarla ödeme yaptığımızı varsayalım. Japon ihracatçıları bu dolarları ne yapacaklar? Yiyemezler, giyemezler, içinde yaşayamazlar. Eğer yalnızca elde tutmak isteselerdi, dolar basmak hari­ka bir ihracat endüstrisi olurdu. Bundan elde edilen gelir, Japonlar tarafından neredeyse bedavaya satılan havatın nimetlerine hepimizin sahip olmasını mümkün kılardı.

Ne var ki, Japon ihracatçıları dolarları ellerinde tut­mak istemeyeceklerdir. Bunları yen karşılığında satmak isteyeceklerdir. Diyelim ki, bir dolara satın alacakları bir şey yoktur, bir dolarla bunun karşılığı olan 1000 yen­den daha ucuz bir şeyi satın alamazlar. Elinde yen olan biri, niçin 1000 yenle satın alabileceğinden daha az mal elde etmesine neden olan bir dolara 1000 yen versin ki? Hiç kimse vermez. Japon ihracatçısının dolarlarını venle değiştirebilmesi için daha az yen almayı önermesi ge­rekmektedir; yani yen karşısında doların fiyatı 1000’den daha düşük ya da dolar karşısında yen doların binde bi-

rınden daha yüksek olmak durumundadır. Ancak 500 yen bir dolar olursa, Japon malları Amerikalılar için ön­cekinden iki kat daha pahalı, Amerikan malları Japonlar için yarı yarıya daha ucuz olacaktır. Bu durumda Japonlar artık tüm üretimlerini Amerikalı üreticilere satamayacaklardır.

O zaman dolar karşısında yenin fiyatı hangi düzeyde belirlenecektir? Bu düzey, isteyen her ihracatçının Ame­rika’ya yaptığı ihracat karşılığında aldığı dolarları, Ame­rika’dan mal ithal etmekte kullanacak olan ithalatçıla­ra satabilmesini mümkün kılmalıdır. Bir başka deyişle, dolar bazında ABD’nin ihracat değerinin ABD’nin yine dolar bazında ithalat değerine eşit olmasını garanti ede­cek bir düzey olmalıdır. Daha kesin bir ifade kullanmak gerekirse, sermaye hareketleri, yardımlar ve benzerleri­nin de hesaba katılması gerekir. Fakat bunlar temel ilke­yi değiştirmez.

Dikkat ederseniz bu açıklama, Japon ya da Ameri­kan işçisinin yaşam düzeyi konusunda hiçbir şey söyle­memektedir. Bunların konuvla ilgisi yoktur. Eğer Japon işçisinin yaşam düzeyi Amerikan işçisinden daha düşük­se, bunun nedeni, aldığı eğitim, elindeki sermaye ve top­rak miktan vb. nedenlerle Amerikan işçisinden daha az üretken olmasıdır. Eğer Amerikan işçisi, diyelim ki, Ja­pon işçisinden ortalama dört kat daha üretkense, onu dört kattan daha az üretken olacağı malların üretiminde çalıştırmak, emeği ziyan etmek demektir. En iyisi, daha üretken olduğu malları üretmek ve bunları daha az üret­ken olduğu malları satın almak üzere ticarette kullan­mak olacaktır. Tarifeler Japon işçisinin hayat standardı­nın yükselmesini ya da Amerikan işçisinin yüksek stan­dardının korunmasını sağlamaz. Tersine, Japon standar­dını düşürür ve Amerikan standardını da olabildiğince yüksek tutar.

Serbest ticarete doğru ilerlememiz gerekir dedik, peki bunu nasıl yapacağız? Bugüne kadar uygulamaya çalıştığımız yöntem, tarifelerin düşürülmesi konusunda diğer ülkelerle karşılıklı görüşmeler yapmaktır. Bana ka­lırsa bu yöntem yanlıştır. Her şeyden önce çok ağır bir ilerleme gösterir. En hızlı ilerleyen, tek başına hareket edendir, ikinci olarak, bu yöntem temel soruna ilişkin yanlış bir görüşü beslemektedir. Bu yöntemle tarife, uy­gulayan ülkenin yararına, diğer ülkelerinse zarannaymış gibi görünmektedir; sanki bir tarifeyi kaldırdığımız za­man iyi bir şeyi feda ediyormuşuz ve bunun karşılığında öteki ülkelerin uyguladıkları tarifelerin azaltılmasını hak ediyormuşuz gibi. Aslında durum oldukça farklıdır. Ta­rifelerimiz diğer ülkelere olduğu kadar bize de zarar ver­mektedir. Başka ülkeler yararlanmasalar bile, tarifeleri­mizden vazgeçmek bizim yararımıza olacaktır.' Elbette o ülkeler kendi tarifelerini azaltırlarsa, bu daha da yararı­mıza olacaktır, ama bizim yarar elde etmemiz onların ta­rifelerini azaltmalarını gerektirmez. Kişisel çıkarlar birbiriyle çelişki içinde değil, uyum halindedir.

Bana kalırsa, İngiltere’nin ondokuzuncu yüzyılda ta­hıl yasasını kaldırdığı zaman yaptığı gibi, serbest ticare­te tek yanlı olarak ilerlemek bizim için çok daha iyi ola­caktır. Onlar gibi biz de çok büyük çapta siyasi ve eko­nomik güç kazanacağız. Biz büyük bir ulusuz ve Lüksemburg malları üzerindeki tarifeyi kaldırmadan önce

' Bu açıklamaların makul istisnaları bulunmaktadır, ama bunlar çok tazla teorik olup, pratik olasılıklarla ilgisi yoktur.

Lükscmburg’dan karşılık olarak yarar talep etmek ya da i long Kong dokuma mallarına ithal kotaları koyarak binlerce Çinli göçmeni birdenbire işten atmak bize ya­kışmaz. Alınyazımıza uygun yaşayalım ve isteksiz takip­çiler olmaktan vazgeçip hızı biz belirleyelim.

Daha kolay anlaşılması için konuyu tarifeler açısın­dan ele aldım, ancak görüldüğü gibi, tarife-dışı kısıtla­malar ticaret için tarifelerden daha ciddi engeller oluşturabiliyor. İkisini de kaldırmalıyız. Hemen başlatıla­cak ama aşamalı olarak yürütülecek bir program çerçe­vesinde, gerek bizim, gerekse diğer ülkelerin “gönüllü” olarak kabul ettiği tüm ithalat kotaları ya da diğer mik­tar kısıtlamaları her yıl yüzde yirmi oranında arttırılma­lı; öyle ki, tümüyle vazgeçilebilecek kadar yüksek, işe ya­ramaz ve işlemez olsun. Ayrıca önümüzdeki on yıl için­de tüm tarifeler her yıl mevcut düzeyinin onda biri ka­dar azaltılmalıdır.

Yurt içinde ve yurt dışında özgürlük konusunu ge­liştirebilecek birkaç önlem daha var. Bir yandan ekono­mik yardım adı altında yabancı devletlere bağışlarda bu­lunurken -dolayısıyla sosyalizmi geliştirirkenöte yan­dan üretmeyi başardıkları ürünlere kısıtlamalar uygulamak-dolayısıvla serbest girişimi engellemekyerine, daha tutarlı ve ilkeli bir konum alabiliriz. Dünyaya şöy­le diyebiliriz: “Biz özgürlüğe inanıyoruz ve bunu uygula­mayı amaçlıyoruz. Hiç İtimse sizi özgür olmava zorlaya­maz. Bu sizi ilgilendirir. Ama size herkes için eşit koşul­larla tam bir işbirliği sunabiliriz. Paramız size açıktır. Ne isterseniz, elinizde ne varsa burada satın. Bundan kazan­dığınızla ne isterseniz alın.” Ancak bu yolla bireyler ara­sındaki işbirliği dünya çapında ve özgürce gelişebilir.

Bölüm 5

Malî Politika

Yeni Düzen’den bu yana, işsizliğin ortadan kaldırıl­ması için kamu harcaması yapma ihtiyacı, federal düzey­de devletin etkinliğinin genişletilmesine bahane olarak öne sürülmüştür. Bu bahane birçok aşamadan geçmiş­tir. ilkinde, kamu harcamaları “pompayı doldurmak”, yani ekonominin canlanmasını sağlamak için gerekliy­di. Buna göre, geçici harcamalar ekonomiyi harekete ge­çirecek ve hükümet bundan sonra sahneden çekilebile­cekti.

Başlangıçta yapılan harcamalar işsizliğin ortadan kal­dırılmasını sağlamakta başarısız olup bunu 1937-38’deki keskin ekonomik daralma izleyince, yüksek tutardaki kamu harcamalarının sürekliliğini haklı çıkarmak ama­cıyla “uzun süreli durgunluk” kuramı geliştirildi. Bu ku­ramla, ekonominin olgunluğa eriştiği savunuluyordu. Yatırımlar için elverişli fırsatlar fazlasıyla sömürülmüştü ve önemli yeni fırsatlar da pek çıkacak gibi görünmüyor­du. Yine de bireyler hâlâ birikim yapmak istiyorlardı. Bu nedenle hükümetin harcamalarda bulunması ve sürek­li bir açığı devam ettirmesi son derece önemliydi. Açı­ğın karşılanması için çıkartılan tahvillerle bireylere tasar­ruflarını biriktirme yolu açılırken, kamu harcamalarıyla da istihdam yolu sağlanacaktı. Bu görüş, kurumsal ana­liz ve bunun da ötesinde güncel deneyimlerle bütünüyle gözden düştü. Bu deneyimler arasında, uzun süreli dur­gunluk kuramcılarının hayal bile edemedikleri, tümüy­le yeni özel yatırım yollarının ortaya çıkması da bulunu­yordu. Söz konusu görüş yine de arkasında bir miras bı­raktı. bikir olarak hiç kimse tarafından benimsenmemiş olabilir; ama tıpkı pompayı doldurmaya yönelik olanlar gibi, bu isimle başlatılan hükümet programları hâlâ yü­rürlükte ve sürekli büyüyen kamu harcamalarında büyük rol oynamaya devam ediyor.

Son zamanlardaysa kamu harcamalarında önemle üzerinde durulan, pompanın doldurulması ya da uzun süreli durgunluğun yeniden hortlaması değil, harcama­ların denge çarkı olma özelliğidir. Kişisel harcamala­rın herhangi bir nedenle azalma eğilimi göstermesi du­rumunda toplam harcamaları dengede tutabilmek için, kamu harcamalarının arttırılması gerektiği söylenir. Tam tersine, kişisel harcamalar artmaya başlarsa, bu kez kamu harcamaları azaltılmalıdır. Gelgeldim denge çarkı, ne ya­zık ki, dengesizdir. Küçük bile olsa her gerileme, siyasi duyarlılığı olan yasa koyucu ve yöneticilerin, her zaman var olan, acaba yeni bir 1929—33 habercisi olabilir mi korkusuyla ürpermelerine neden olur. Hemen, şu veya bu şekildeki federal harcama programlarının yasalaştı­rılmasını hızlandırmaya karar verirler. Ancak bu prog­ramlardan pek çoğu, gerileme geçinceye kadar yürürlü­ğe girememiştir. Dolayısıyla toplam harcamaya etkileri, daha ilerde ele alacağım gibi, gerilemeyi yatıştırmaktan çok, izleyen genişlemeyi kızıştırma eğiliminde olmuştur. I larcama programlarının onaylanmasında gösterilen tez canlılıkla, gerileme geçtikten ve genişleme başladıktan sonra bu programların ya da daha öncekilerin kaldırıl­masında gösterilen tez canlılığın eşit düzeyde olduğunu sövlemek olanaksızdır. Tam tersine o zaman, “sağlıklı” bir genişlemenin kamu harcamalarında kısıtlamalar yapı­larak “tehlikeye düşürülmemesi” gerektiği savunulmaya başlanır. Bu nedenle denge çarkı kuramının başlıca zara­rı, gerilemelerde denge kuramamış olması — ki gerçekten de dengeyi sağlayamamıştırya da hükümet politikasına enflasyonist bir eğilim getirmiş olması da değildir — kaldı ki bunu da yapmıştırasıl zararı, hükümet etkinliklerinin federal düzeyde genişlemesini sürekli teşvik etmiş ve fe­deral vergi yükünde azalmayı önlemiş olmasıdır.

Federal bütçenin bir denge çarkı olarak kullanılma­sının önemi göz önüne alındığında, savaş sonrası dö­nemdeki ulusal gelirin en istikrarsız öğesinin kamu har­camaları olması son derece ironiktir. Ve bu istikrarsızlık hiç de diğer harcama öğelerini dengeleyici hareketler yö­nünde değildir. Federal bütçenin diğer etkenlerin oluş­turduğu dalgalanmalara karşı bir denge çarkı olmaktan çok uzak kalması bir yana, kendisi bir ana zarar ve istik­rarsızlık kaynağı olmuştur.

Günümüzde ekonominin bütünü içinde bu harca­malar öylesine büyük bir yer almaktadır ki, federal hü­kümet ekonomiye önemli etkilerde bulunmaktan kaçınamaz. Bu nedenle ilk yapılması gereken, devletin ken­di çitlerini onarması, harcamaların akışında mantıklı bir istikrar sağlayacak işlemleri benimsemesidir. Eğer bunu yaparsa, ekonominin geri kalanında gerekli olan düzen­lemelerin azaltılmasına açıkça katkıda bulunmuş olacak­tır. Bunu yapmadığı sürece de, hükümet yetkililerin mas­karalıkları, azılı öğrencilerini bir düzene getirmeye çaba-

layan bir okul yöneticisinin kendini beğenmiş ses tonun­dan öteye gidemeyecektir. Tabii onların bu davranışla­rı pek şaşırtıcı değildir. Sorumluluğu başkalarına yükle­mek ve kendi yetersizliklerinden dolayı başkalarını suç­lamak, yalnızca hükümet yetkililerin tekelinde olan kötü bir huy değildir.

Aşağıda daha ayrıntılı olarak dikkate alacağım gibi, federal bütçenin bir denge çarkı olarak kullanılabilece­ği ve kullanılması gerektiği görüşü benimsense bile, büt­çenin harcamalar yanının bu yolda kullanılma zorunlu­luğu yoktur. Vergi yanı da aynı amaçla kullanılmaya ha­zırdır. Ulusal gelirdeki bir düşme, otomatik olarak fede­ral hükümetin vergi gelirlerinin daha büyük oranda düş­mesine neden olur; böylece bütçeyi açığa doğru iter. Bir tırmanışta ise bunun tam tersi olur. Eğer daha fazla bir şey yapmak isteniyorsa, gerileme sürecinde vergiler in­dirilebilir, genişleme sürecinde yükseltilebilir. Hiç kuş­kusuz, politika burada da, gerilemeleri yükselmelerden daha memnuniyet verici hale getirerek, bir asimetrinin ortaya çıkmasına neden olabilir.

Denge çarkı kuramı pratikte harcamalar yönüne uy­gulanmışsa, bunun nedeni arttırılmış kamu harcamala­rını destekleyen başka güçlerin varlığıdır. Özellikle en­telektüeller arasında, devletin ekonomik ve özel işler­de daha büyük bir rol oynaması gerektiğine olan yaygın inancın benimsenmesi bu etkenlerdendir. Ayrıca söz ko­nusu uygulama, refah devleti felsefesinin bir zaferi ola­rak görülmektedir. Denge çarkı kuramı bu felsefeye ya­rarlı bir yandaş olmuş, devlet müdahaleciliğinin olabil­diğinden daha hızlı adımlarla ilerlemesini mümkün kıl­mıştır.

Denge çarkı kuramı, harcamalar yerine vergilere uy­gulanmış olsaydı, şimdi her şey çok daha farklı olabilir­di... Her gerilemenin bir vergi indirimini öngördüğünü düşünün; bunu izleyen genişlemedeyse vergilerin yük­seltildiğini; ancak bu yükseltme siyasi açıdan hoşa gitme­diğinden, bunun yeni önerilen kamu harcamaları prog­ramlarına karşı direnişe ve mevcut kamu harcamalarında da kısıntıya gidilmesine yol açtığını düşünelim. Bu tak­dirde, federal harcamaların ulusal gelirden çok daha az bir payı yutacağı bir duruma gelebiliriz. Çünkü bu pay, vergilerin engelleyici ve sindirici etkilerindeki azalmalar nedeniyle daha büyük olabilir.

Burada hemen, bu hayali varsayımın denge çıkan ku­ramını desteklemek gibi bir amacı olmadığını eklemeli­yim. Uygulamada bunun etkileri, denge çarkı kuramın­dan beklenen yönde bile olsa, zaman içinde gecikecek ve yayılacaktır. Bu etkileri diğer etkenlerin oluşturduğu dal­galanmalara karşı dengeleyiciler haline getirebilmek için, bu dalgalanmaları çok önceden kestirebilmemiz gerekli­dir. Bütün siyasi görüşler bir yana, gerek mali politika­da, gerekse para politikalannda, vergilerde ve harcama­larda ölçülü planlı değişiklikleri duyarlı bir istikrar sağ­lama mekanizması olarak kullanmayı, çok açık bir ifa­deyle, yeterince bilmiyoruz. Hattâ bunu yapmaya çalışır­ken bütün işleri neredeyse daha da berbat ediyoruz. İş­leri berbat etmemiz, sürekli olarak ters davranmamızdan ileri gelmiyor; eğer öyle olsaydı, her seferinde ilk yapma­mız gerektiğini düşündüğümüz şeyin tam tersini yapa­rak durumu kolaylıkla iyileş tirebilirdik. Aslında işleri za­ten berbat olan diğer durumların üzerine biraz daha bo­zukluk ekleyerek daha da kötü hale getiriyoruz. Sanırım geçmişte yaptığımız da bu — tabi ciddi biçimde ters olan büyük hataları da buna eklemeliyiz. Başka bir yerde para politikasına ilişkin yazdıklarım, aynı şekilde malî politi­kaya uygulanabilir: “İhtiyacımız olan şey, ekonomi taşı­tının direksiyonunu, yol üstündeki beklenmedik düzen­sizliklerden kurtarmak için durmadan sağa sola çeviren para ustası bir sürücü değil; bunun yanında, arka koltuk­ta denge ağırlığı gibi oturan para yolcusunun arada sıra­da öne uzanıp taşıtı yoldan çıkaracak biçimde direksiyo­na ani müdahaleler yapmasını engelleyecek bazı önlem­lerdir de.”[14]

Parasal kuralın malî politikaya uygulanabilir olma­sı için yapılması gereken şudur: Harcama programla­rı bütünüyle toplumun özel teşebbüs eliyle değil, dev­let aracılığıyla yapmak istedikleri şeylere göre planlan­malı ve yıldan yıla ekonomik istikrarla ilgili sorunlar dik­kate alınmamalıdır. Yine yıldan yıla ekonomik istikrarda olacak değişmeler dikkate abnmadan, vergi oranlan bi­rer yıllık ortalama planlı harcamalan yeterince karşılaya­cak düzeyde ayarlanmalıdır. Aynca bu planlamada hem kamu harcamalarında hem de vergilerde düzensiz deği­şikliklerden kaçınılmalıdır. Hiç kuşkusuz, bazı değişik­likler kaçınılmaz olabilir. Uluslararası ilişkilerdeki ani bir değişme askerî harcamalarda yüksek artışlara sebep ola­bilir ya da tam tersine bu tür harcamaların azaltılmasına olanak tanıyabilir. Savaş sonrası dönemde bu tür değiş­meler federal harcamalarda değişikliklerin olmasına ne­den olmuştur. Ama bunlar hiçbir şekilde tüm harcama­lar için geçerli olmamıştır.

Malî politika konusunu bitirmeden önce yaygın ola­rak desteklenen şu görüşü de tartışmak istiyorum: Ver­gi gelirleriyle ilişkili olarak kamu harcamalarındaki bir ar­tış, ister istemez genişletici etki, azalma ise daraltıcı etki yapar denir. Malî politikanın denge çarkı olarak hizmet edebileceğine olan inancın özünü oluşturan bu görüş, şimdilerde iş adamları, profesyonel iktisatçılar ve sıradan kişiler arasında fark gözetilmeksizin hepsi tarafından ka­bul edilmiş bir gerçektir. Ama yalnızca kabul edilmiş ol­ması mantıksal açıdan doğru olduğu anlamına gelmez; bu şimdiye kadar hiçbir deneysel kanıtla belgelenememiştır ve benim bildiğim, aşağıda da açıklayacağım de­neysel kanıta da aykırı düşmektedir.

Bu inanışın kaynağı yüzeysel bir Keynesyen analize dayanır. Kamu harcamalarının 100 dolar arttığını ve ver­gilerin değişmediğini varsayalım. İşte bu noktadan iti­baren basit analiz başlar. İlk adımda, ek olarak gelen bu 100 dolan alan insanlar bu miktarda fazladan bir gelir elde etmiş olacaklardır. Bu gelirin bir bölümünü, diye­lim ki, üçte birini biriktireceklerdir, geri kalan üçte ikisi­ni tüketeceklerdir. Ama bu, ikinci adımda bir başka kişi­nin ekstra 66 dolar, yani ilk değerin üçte ikisi kadar faz­ladan gelir elde etmesi anlamına gelir. Söz konusu kişi de bunun bir bölümünü biriktirip geri kalanını tükete­cek ve bu olay sonsuz defa tekrarlanacaktır. Bu anali­ze göre, eğer her adımda gelirin üçte biri biriktirilip üçte ikisi tüketilirse, 100 dolarlık bir ek kamu harcaması, ni­hai olarak geliri 300 dolar artırmış olacaktır. Bu, katsayısı 3 olan basit Keynesyen çarpan analizidir. Tabii eğer tek bir harcama enjeksiyonu varsa etkiler ortadan kalkacak, başlangıçtaki 100 dolarlık gelir sıçramasını, her seferin-

de bir öncekine göre aşamalı olarak azalan düzeyler iz­leyecektir. Ama eğer kamu harcamaları belirli bir zaman birimi içinde 100 dolardan daha fazla tutulursa, örneğin bir yıl içinde 100 dolar daha fazla, bu analize göre gelir­ler her yıl 300 dolar daha yüksek olacaktır.

Bu basit analiz son derece çekicidir. Ama bu çeki­cilik sahtedir ve söz konusu değişmeyle ilgili diğer et­kenlerin göz önüne alınmayışından kaynaklanmaktadır. Bunlar da hesaba katılırsa nihai sonuç çok daha şüphe­lidir: Gelirde hiçbir değişiklik olmayabilir. Bu durumda kişisel harcamalar 100 dolar azalırken, kamu harcama­ları bu tutarın tamamı kadar artacaktır. Bunun yanında para geliri artsa bile, fiyatlar yükselebilir, dolayısıyla reel gelir daha az artar ya da hiç artmaz. Şimdi kaşla göz ara­sında dikkatten kaçabilecek olasılıklardan bazılarını bir­likte inceleyelim.

İlk olarak, bu basit hesapta, hükümetin 100 dolan nereye kullandığı konusunda hiçbir şey söylenmemiştir. Diyelim ki, devletin sağlamaması durumunda bireylerin kendi olanaklanyla edinecekleri bir şeye harcanmıştır. Örneğin, kişiler bir parkı bakımlı tutmak için park bakıcılanna 100 dolar harcıyor olsunlar. Şimdi bu masraf­tan hükümetin ödediğini ve o parkın “ücretsiz” kullanı­mına izin verdiğini varsayalım. Bakıcılann gelirleri hâlâ 100 dolardır. Ama daha önceden bu masraftan ödeyen kişilerin fazladan 100 dolarları olmuştur. Kamu harca­ması, daha başlangıç evresinde bile hiç kimsenin geliri­ne 100 dolar ek sağlamamaktadır. Sadece bireylere park bakımı dışında başka amaçlar için kullanabilecekleri 100 dolarlık ek bir olanak sağlamaktadır. Bu amaçlar büyük olasılıkla daha düşük değerdeki amaçlar olacaktır. Artık

bazı kişiler park hizmetlerini ücretsiz elde edebildikleri­ne göre, toplam gelirlerinin eskisinden daha az bir bö­lümünü tüketim mallarına kullanmaları beklenebilir. Bu­nun ne kadar daha az olacağını söylemek pek kolay de­ğildir. Basit analizde olduğu gibi, kişilerin ek gelirleri­nin üçte birini biriktirdiklerini varsaysak bile, bundan bir dizi tüketim malını “ücretsiz” elde edebildikleri anlamı­nı çıkaramayız. Çünkü burada serbest kalan paranın üçte ikisi diğer tüketim mallarının edinilmesinde kullanılacak­tır. Elbette daha önce satın aldıkları tüketim mallarını al­mayı sürdürmeleri ve boşta kalan 100 dolan birikimleri­ne eklemeleri gibi bir olasılık da bulunmaktadır ama bu pek muhtemel değildir. Bu durumda, basit Keynesyen analizde bile kamu harcamaları tümüyle dengelenmiştir. Kamu harcamalan 100 dolar yükselmiş, özel harcama­lar ise 100 dolar azalmıştır. Ya da bir diğer örnek olarak bu 100 doların bir yolun yapımında kullanıldığını düşü­nelim. Devlet yapmasaydı özel girişim bu yolun yapımı­nı üstlenecekti. Bu durumda şirket serbest kalan fonlannın hepsini büyük bir olasılıkla daha az çekici yatırımlar­da tüketmeyecektir. Bu olaylarda kamu harcamalan yal­nızca kişisel harcamaların yönünü saptırır. Çarpanın ça­lışmaya başlaması için gereken kamu harcamalannın net fazlalığı daha başlangıçta vardır. Bu açıdan bakıldığında, sapma olmamasını sağlama almanın yolunun, hüküme­tin parayı tümüyle yararsız yerlerde kullanması olduğu gibi paradoksal bir durum ortaya çıkmaktadır. Bu davra­nış, “boşluktan doldurma” türünden iş yapmanın sınırlı entelektüel içeriğidir. Ama tabii, tek başına bu bile ana­lizde bir şeylerin yanlış olduğunu göstermeye yeter.

ikinci olarak, basit hesapta devletin harcanacak 100

dolan nereden bulacağı hakkında hiçbir şey belirtilme­miştir. Analizin gösterdiği kadanyla, devletin bu parayı yeni para basarak ya da halktan borç para alarak sağla­masının sonuçları aynıdır. Ancak hangi yolu seçerse seç­sin, mutlaka bir fark olacaktır. Malî politikayla para po­litikasını birbirinden ayırt edebilmek için bu 100 dolann devletçe borçlanarak sağlandığını varsayalım. Bu du­rumda para miktan, kamu harcaması yapılmaması du­rumunda olacağı düzeyde kalacaktı. Bu yerinde bir tah­mindir, çünkü ek kamu harcaması olmadan da para mik­tan arttırılabilir. Eğer istenen buysa, yeni para basılma­sı ve bunlarla henüz satılmamış olan önemli devlet tah­villerinin satın alınması yeterlidir. Ancak burada borç­lanmanın etkilerinin neler olabileceğini sormamız gere­kir. Bu problemi analiz edebilmek için sapmanın olma­yacağını varsayalım; bu durumda ilk adımda kişisel har­camalardaki azalmanın karşılanması şeklindeki 100 do­larlık doğrudan dengeleme olmayacaktır. Devletin har­camalar için borçlanmasının kişilerin elindeki para mik­tarını değiştirmediğine dikkatinizi çekerim. Bir başka de­yişle, devlet bazı kişilerden sağ eliyle 100 dolar borç alır­ken, sol eliyle de bu aldığı parayı harcamaların yöneldiği kişilere vermektedir. Para değişik kişilerde bulunmakla birlikte toplam para miktan aynı kalmaktadır.

Basit Keynesyen analiz üstü kapalı bir şekilde, borç­lanmanın diğer harcamalara hiçbir etkisinin olmadığını varsayar. Bunun olabileceği iki uç durum söz konusu­dur. İlk olarak, ellerinde para ya da tahvil tutmalan açı­sından insanlar arasında bir fark olmadığını varsayalım. Bu durumda, 100 dolan elde etmek için satılacak tahvil­ler, alıcıya daha önceki tahvillerden daha fazla kazanç teklif etmeye gerek kalmaksızın satılabilir. (Elbette 100 dolar, uygulamada istenilen kazanç oranına etkisi yok sa­yılacak kadar küçük bir değerdir. Gerçekte burada anı­lan 100 dolarlık örneğin 100 milyon dolar, hattâ 100 mil­yar olduğunu düşünürsek, asıl etkinin ne derece önemli olduğu anlaşılabilir.) Keynesyenlerin deyişiyle, bir “liki­dite tuzağı” söz konusu olduğundan kişiler bu tahville­ri “atıl para”yla almaktadırlar. Eğer durum böyle değilse o zaman devlet tahvilleri ancak daha yüksek bir kazanç oranı önerilerek satılabilir. Böylece başka borçlanıcılar da daha yüksek meblağlar ödemek zorunda kalırlar. Bu­radaki daha yüksek oran genel olarak borçlanıcıların ki­şisel harcama hevesini kırar. Şimdi de, basit Keynesyen analizin dayandığı ikinci uç durumu ele alalım: Eğer ola­sı borçlanıcılar, harcamalarında kararlıysalar, faiz oran­larındaki artış ne kadar yüksek olursa olsun, kişisel har­camalarını kısmazlar; Keynesyenlerin deyişiyle, eğer ya­tırımların marjinal verimlilik oranı belli faiz oranlarına tam anlamıyla aykırı değilse harcamalarını kısmazlar.

Kendini ne kadar Keynesyen sayarsa saysın, sözü edilen bu iki uç varsayıma halen inanmakta olan hiç­bir tanınmış iktisatçı bilmiyorum. Bu varsayımların her­hangi bir dikkate değer borçlanma miktarı veya faiz ora­nı artışı durumunda geçerli olabileceğine ya da son de­recede özel koşullar dışında, geçmişte geçerli olduğuna inanan bir iktisatçı da tanımıyorum. İktisatçı olmayan­ları bir yana bırakırsak, şimdiye kadar, kendini Keynes­yen saysın ya da saymasın, pek çok iktisatçı, kamu har­camalarında vergi gelirleriyle bağlantılı olarak gerçekle­şen bir artışın, borçlanmayla finanse edilse dahi, kesin­likle genişletici olduğunu kabul eder. Nitekim bu inanı­şın sözü edilen iki uç durumdan birine dayanması gerek­tiğini de görür...

Eğer bu varsayımların hiçbiri geçerli olmasaydı kamu harcamalarındaki artış, hem bu fonları devlete borç ve­renlerin hem de aksi durumda bu fonları borç alacak olanların özel harcamalarındaki azalışla dengelenmiş olacaktı. Harcamalardaki artışın ne kadarı dengelene­cektir? Bunun yanıtı paranın kimin elinde olduğuna bağ­lıdır. Paranın değişmez miktarı kuramından anlaşılabilen uç noktadaki varsayıma göre, kişilerin ellerinde bulun­durmak istedikleri para miktarı, ortalama olarak yalnız­ca o kişilerin gelirlerine bağlıdır; ellerindeki tahvil veya benzerlerinden sağlayacakları verim oranına bağlı değil­dir. Bu durumda, toplam para önce ve sonra aynı mik­tarda olacağından, toplam parasal gelir de aynı olmalı­dır, çünkü ancak bu halde kişiler o para miktarını elle­rinde bulundurmaktan tatmin olacaklardır. Bunun anla­mı, faiz oranlarını belirli tutardaki kişisel harcamaları kı­sıtlamaya yetecek düzeyde yükseltme gereğidir. Kısıla­cak tutarsa, tam tamına arttırılacak kamu harcamaları­na eşit olmalıdır. Kamu harcamalarının genişletici olma­sı bu aşırı uç durumda hiçbir anlam taşımaz. Gerçek ge­lir bir yana, parasal gelir bile vükselmemektedir. Bütün olan, kamu harcamalarının yükselmesi ve kişisel harca­maların düşmesidir.

Okuyucuyu bu analizin son derece basitleştirilmiş ol­duğu konusunda uyarırım. Tam bir analiz yapabilmek için fazlasıyla uzun bir ders kitabı gerekiyor. Ama bu basit analiz bile, sonucun 300 dolarla 0 dolar arasında­ki herhangi bir gelir artışı olabileceğini göstermek için yeterlidir. Kararlı tüketiciler belirli bir gelirin ne kadarı­nı harcayacaklarıyla ilgilenirler. Kararlı sermaye malı alı­cılarıysa, maliyetine bakmaksızın bu gelirden ne kadarını bu tur mallara harcayacaklarıyla ilgilenirler. Sonuç, 300 dolarlık Keynesyen artışa daha yakın olacaktır. Öte yan­dan kararlı para tutucular, gelirleri ile nakit dengeleri ara­sında sağlamak istedikleri orana bakarlar. Halkın bunlar­dan hangisinde daha karalı olacağı mantıkla anlaşılabile­cek bir durum değil, olaylara dayanan kanıtlar sonucun­da yanıtlanabilecek deneysel bir sorudur.

1930’ların Büyük Buhran’ından önce iktisatçıların büyük bir bölümü, hiç kuşkusuz, gelirde 300 dolarlık bir artışa değil de, sıfır artışa daha yakın bir sonuç olacağı­nı düşünürlerdi. Buhran sonrası iktisatçıların çoğu ise el­bette ki tam aksi bir sonuca varacaklardır. Daha yakın zamanlarda, eski konuma doğru bir eğilim gelişmiştir. Bu değişmelerden hiçbirinin doyurucu kanıtlara dayan­madığını üzülerek belirtiyorum. Bu son eğilimler, daha çok ham deneyimlerden kaynaklanan sezgisel yargılara dayanmaktadır.

Bazı öğrencilerimle işbirliği yaparak, daha tatmin edici sonuçlar elde etmek amacıyla, ABD ve diğer ül­kelere yönelik, oldukça yoğun deneysel çalışmalar yap­tım.'1 Oldukça çarpıcı sonuçlar elde ettik. Sonuçlar esas çıktının, Keynesyen uçtan çok, miktar kuramı uçlarına daha yakın olacağını göstermekteydi. Bu kanıtlara daya­narak doğrulanan yargıya göre, kamu harcamalarındaki 100 dolarlık artışın, ortalamada, geliri yalnızca 100 dolar

'Bu sonuçlarhn bazıları Milton briedman vc David Mciselman’ın The Re/atine Stabrfty of tbe Investment Mııltiplier and Monetary I 'elocity in The United States, 1896-1958 içinde yer almaktadır. civarında artırması beklenmelidir. Bunun anlamı, gelir­le ilişkili olarak kamu harcamalarındaki bir artışın hiçbir şekilde genişletici olmadığıdır. Bu artış parasal gelire ila­ve yapabilir, ama bütün bu ilave kamu harcamaları tara­fından emilir. Kişisel harcamalar değişmez. Süreç içeri­sinde fiyatlar büyük bir olasılıkla artacağından ya da tersi durumda olabileceğinden daha az düşeceğinden, görü­lecek etki kişisel harcamaların gerçek anlamda daha kü­çük kalmasıdır. Karşıt önerilerse kamu harcamalarında bir azalış öngörür.

Elbette ki bu sonuçlar kesin sonuçlar olarak algılan­mamalıdır. Bu yargılar, benim bildiğim en geniş kapsam­lı kanıtlara dayanmakla birlikte yine de birçok eksik ba­rındırmaktadır.

Bununla birlikte bir şey çok açıktır. Doğru ya da yan­lış, malî politikaların etkilerine ilişkin kabul edilmiş tüm görüşler, bu geniş kapsamlı kanıtların en azından bir bö­lümüyle çelişkilidir. Bu görüşleri doğrulayan başka hiç­bir tutarlı ve düzenli kanıt bilmiyorum. Bu görüşler eko­nomik analiz veya kantitatif araştırmaların gösterdiği so­nuçlar değil, ekonomik mitolojinin birer bölümüdür. Yine de bu görüşler şimdiye kadar, halkın devletin eko­nomik hayata çok geniş kapsamlı olarak müdahalelerde bulunmasını desteklemesinde çok etkili olmuşlardır.

Bölüm 6

Eğitimde Devletin Rolü

Günümüzde okullarda temel öğretim, hemen he­men bütünüyle devlet organları ya da kâr amacı gütme­yen kurumlarca yönetilmekte ve giderleri bunlar tarafın­dan karşılanmaktadır. Bu durum yavaş yavaş, aşamalı olarak gelişmiş ve aruk öylesine yerleşip kabul edilmiş­tir ki, örgütlenme ve felsefesi serbest girişime dayalı ül­kelerde bile okullarda eğitimin neden özel uygulama ge­rektirdiği konusuna pek dikkat edilmemektedir. Bunun sonucu da, devlet sorumluluğunun ayrım yapılmaksızın, fark gözetilmeksizin genişletilmesi olmuştur.

İkinci bölümde sözünü ettiğimiz ilkeler açısından, devletin eğitime müdahalesi iki gerekçeyle mantığa büründürülebilir. Birincisi, önemli “dışsal etkiler”in; örne­ğin, bir bireyin davranışlarının başkalarına önemli mali­yeti olduğu ve söz konusu bireyin bu maliyeti tazmin et­mesinin mümkün olmadığı durumlar ya da tam tersine başkalarına önemli kazanımlar sağladığı halde kendisine bir bedel ödenmesinin mümkün olmadığı, gönüllü mü­badelenin olanaksız olduğu koşulların varlığıdır. İkinci­si, çocuklar ve diğer sorumluluğu olmayan kişilerin paternalist himayesidir. Dışsallık etkilerinin ve paternalist himayenin 1) vatandaşlar için genel eğitim, 2) uzmanlaş­mış mesleki eğitim alanlarında çok farklı sonuçları var­dır. Devlet müdahalesinin gerekçeleri bu iki alanda çok farklıdır ve çok farklı türden faaliyetleri haklı gösterir.

Bir başka temel nokta daha: Okullarda “öğretim” ile “eğitim” i ayırt etmek çok önemlidir. Ne öğretim tamamiyle eğitimdir, ne de eğitim sadece öğretim. Dikkate alınması gereken eğitimdir. Devlet etkinlikleri çoğunluk­la öğretim ile sınırlıdır.

VATANDAŞLAR İÇİN GENEL EĞİTİM

Vatandaşlarının büyük çoğunluğunun asgari düzey­de okuma yazma bilmedikleri ve bilgi sahibi olmadıkla­rı, bir dizi ortak değeri yaygın biçimde kabul etmedikle­ri bir toplum istikrarlı ve demokratik olamaz. Eğitim iki­sine de katkıda bulunur. Sonuçta bir çocuğun eğitilme­sinden elde edilen, yalnızca çocuk ve ana babası için de­ğil, toplumun öteki üyeleri için de bir kazanımdır. Be­nim çocuğumun eğitimi istikrarlı ve demokratik bir top­lumun ilerlemesini sağlayarak sizin refahınıza katkıda bulunur. Bundan yararlanan belli bireyleri (ya da ailele­ri) saptamak mümkün olmadığından, verilen hizmet için ücret talep edilemez. Dolayısıyla önemli bir “dışsal etki” söz konusudur.

Bu özel dışsal etki devletin hangi faaliyetini haklı gösterir? En belirgin olanı, her çocuğun asgari düzeyde öğretim görmesini sağlamaktır. Böyle bir ihtiyacı, devlet faaliyeti olmadan, ebeveynlerin karşılaması da sağlana­bilir, tıpkı başkalarının güvenliğini korumak için, konut veya otomobil sahiplerinden belli standartlara uymala­rının istenmesi gibi. Bununla birlikte iki durum arasın­da bir fark vardır. Konutlar ya da otomobiller için gere­ken standartların masraflarını ödeyemeyen bireyler, ge­nellikle söz konusu malı ya da mülkü satarak bundan kurtulurlar. Böylece devletin yardımı olmaksızın gerek­li olan yapılmış olur. Çocuğuna asgari düzeyde öğretim sağlamaya maddi gücü yetmeyen ana babadan çocuğun alınması ise, ailenin temel toplumsal dayanağımız olması durumuna ve bireyin özgürlüğüne olan inancımıza açık­ça aykırıdır. Dahası, özgür bir toplumda vatandaşlar için eğitimin değerini de düşürecektir.

Toplumdaki ailelerin büyük çoğunluğu böyle bir eği­timin gerektirdiği parasal yükü karşılama gücüne sahip­se, bu masrafı doğrudan ailelerin üstlenmesini istemek hem mümkündür hem de arzu edilen bir durumdur. İs­tisnai durumlarda ise, ihtiyaç içindeki ailelere özel yar­dım programları uygulanabilir. Bugün Birleşik Devletler’in pek çok bölgesinde bu koşullar geçerlidir. Bu böl­gede okul masraflarının ailelerce karşılanması en doğru­sudur. Böyle bir uygulama, devlet mekanizmasının şim­di yaptığı gibi tüm yurttaşlardan yaşamları boyunca ver­gi toplaması ve topladığı vergiyi, çoğunlukla aynı kişile­re, çocuklarının okul dönemlerinde geri vermesi duru­munu ortadan kaldıracaktır. Daha ileride tartışılacak bir konu olan devletin okulları yönetme olasılığını da azal­tacaktır. Genel gelir düzeylerinin yükselmesiyle yardım gereksinimi azalacağı için okul giderlerine yardım öğe­sinin azalma olasılığı artacaktır. Şimdi olduğu gibi, eğer devlet okullarda öğretim giderlerinin tümünü ya da ço­ğunu karşılarsa, gelirdeki bir artış, vergi mekanizma­sı aracılığıyla daha da döngüsel bir fon akışına ve dev­letin rolünde bir genişlemeye yol açacaktır. Sonuç ola­rak, okul giderlerinin ailelere yüklenmesi, çocuk sahibi olmanın toplumsal ve özel maliyetini eşitlemeye ve aile­lerin büyüklüklerine göre daha iyi dağıtılmasına yardım­

cı olacaktır."1

Çocuk sayısı ve kaynaklar açısından aileler arasında­ki farklılıklar, buna ek olarak oldukça büyük çapta gider gerektiren bir öğretim standardı uygulatılması, Birleşik Devletler’in birçok bölgesinde böyle bir politikanın uy­gulanmasını pek mümkün kılmamaktadır. Oysa hem bu tür bölgelerde hem de böyle bir politikanın uygulanabi­lir olduğu bölgelerde devlet öğretim sağlamanın parasal yükünü üstlenmiştir. Yalnızca herkes için zorunlu asga­ri düzeyde öğretimi değil, gençlere sunulan ama zorun­lu olmayan yüksek öğretimi de devlet ödemektedir, iki durum için de söz konusu olan “dışsallık etkileri”ni az önce ele aldık. Giderler devletçe ödenmektedir, çünkü asgari zorunlu eğitimi uygulatmak için mümkün olan tek araç budur. Yüksek öğretim finanse edilmektedir, çünkü daha yetenekli ve istekli bireylerin eğitim görmesi siya­si ve toplumsal lider geliştirmenin en iyi yoludur ve top­lum bundan yarar sağlamaktadır. Bu önlemlerin maliyet­leri bunların getirileriyle dengelenmelidir. Eğitim süb­vansiyonunun ne ölçüde haklı olduğu konusunda fark­lı yargılar bulunabilir. Bununla birlikte, büyük olasılıkla çoğumuz, kazancımızın devlet yardımını haklı göstere­cek kadar önemli olduğu sonucuna varacaktır.

Bu gerçekler devlet yardımını yalnızca belli türlerdeki okul öğretimi için haklı göstermektedir. Beklendiği gibi,

10      Böyle bir adımın ailelerin büyüklüğünü gözle görülür şekilde etki­leyeceği konusu hiç de sanıldığı kadar hayal ürünü değildir. Örneğin, sosyo-ekonomik düzeyi yüksek olan ailelerde, düşük olanlara göre doğum oranlarının daha az olması, daha yüksek öğretim standartla­rı uygulamalarına bağlı olarak çocuklarının eğitim maliyetlerinin daha yüksek olmasıyla açıklanabilir. bu, öğrencinin ekonomik üretkenliğini artıran ama onu yurttaşlık ya da liderlik konularında eğitmeyen salt mes­leki öğretimin destek görmesini haklı çıkarmaz. Bu iki öğretim türü arasına kesin bir çizgi çekmek son dere­ce zordur. Genel okul öğretimi, çoğu öğrencinin ekono­mik değerine katkıda bulunur. Gerçekten de çağdaş za­manlarda ve az sayıda ülkede okur-yazarlığın bir piyasa değerine sahip olduğu düşüncesi sona ermiştir. Ve mes­leki eğitimin çoğu da öğrencinin bakış açısını genişletir. Yine de aradaki fark anlamlıdır. Birleşik Devletler’de ge­niş çapta yapıldığı gibi, veterinerlerin, güzellik uzman­larının, diş hekimlerinin ve daha bir sürü uzmanın dev­letin desteklediği eğitim kurumlannda parasız öğretim görmüş olması, ilkokulların devlet yardımı görmesiy­le aynı gerekçelere bağlı olarak haklı gösterilemez. Baş­ka gerekçelerle haklı gösterilip gösterilemeyeceğini daha ileride ele alacağız.

“Dışsal etkiler”den kaynaklanan kalitatif argümanlar elbette hangi spesifik öğretim türlerinin sübvanse edil­mesi gerektiğini ya da ne kadar sübvanse edilmesi gerek­tiğini belirlemez. Muhtemelen sosyal getirisi en yüksek olan, asgari düzeyde öğretimdir ve öğretim düzeyi yük­seldikçe sosyal getirisi azalır. Bu ifade bile tümüyle doğ­ru kabul edilemez. Birçok devlet, üniversiteleri, daha alt seviyedeki okullardan çok daha önce desteklemiş­tir. Hangi öğretim türünün en büyük toplumsal avanta­jı sağladığına ve toplumun kıt kaynaklarının ne kadarı­nın bunlara harcanacağına, siyasi organlar vasıtasıyla ka­rar verilir. Bu analizin amacı, bu sorunlarda toplum adı­na karara varmak değil, bir seçim yaparken göz önünde bulundurulması gereken sorunları açığa kavuşturmak­tır; özellikle bu seçimin bireysel değil, toplumsal teme­le dayanılarak yapılmasının uygun olup olmadığını orta­ya koymaktadır.

Görüldüğü gibi, okul öğretiminin “dışsal etkileri” hem asgari düzeyde bir okul öğretiminin zorunlu olma­sına hem de bu öğretimin devletçe finanse edilmesine mazeret oluşturabilmektedir. Üçüncü aşamayı ise, yani eğitim kurumlanılın simdi olduğu gibi devletçe yönetil­melerini, bir başka deyişle “eğitim endüstrisinin “ka­mulaştırılmasını” bu gerekçelere ya da görebildiğim ka­darıyla başka herhangi bir gerekçeye dayanarak hak­lı göstennek çok daha zordur. Böyle bir kamulaştırma­nın arzu edilirliği çok ender olarak açıkça ortaya konur. Devletler temelde okul öğretimini eğitim kurumlarının masraflannı doğrudan ödeyerek finanse ederler. Dola­yısıyla bu girişim, okul öğretimini finanse etme karanna bağlı olarak gerekli görülmektedir. Yine de ikisi bir­birinden ayrılabilir. Devlet “uygun görülen” eğitim hiz­metlerine harcanması koşuluyla ana babalara çocuk ba­şına, her yıl belli miktarda paraya çevrilebilir senet ve­rerek asgari düzeyde bir okul öğretiminin finanse edil­mesini sağlayabilir. Böylece ana babalar bu bedeli ya da daha fazlasını, kendi seçtikleri bir “uygun görülen” ku­rumdan eğitim hizmeti satın almakta özgürce kullanabi­lirler. Eğitim hizmetleri de kâr amacıyla çalışan özel giri­şim ya da kâr amacı gütmeyen kurumlar tarafından sağ­lanabilir. Bu durumda devletin rolü, okulların belli asga­ri standartlara —örneğin asgari bir ortak müfredatın taki­bi gibiuymalarını sağlamakla sınırlı kalabilecektir; tıp­kı lokantaların asgari sağlık standartlarına uymalarını de­netlediği gibi. Bu türden bir programın kusursuz bir ör­neği, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Birleşik Devlet­ler’de emekli askerlere uygulanan eğitim programlarıdır. Nitelikli her emekli askere, belli asgari standartlara uy­ması koşuluyla, kendi seçeceği herhangi bir eğitim kuru­ntuna harcamak üzere yıllık bir bedel ödenirdi. Daha sı­nırlı bir örnek de, İngiltere’de devlet okulu taksiderinin yerel otoritelerce ödenmesidir. Bir başkası, Fransa’da devlet okulu dışındakilere giden öğrencilerin okul gider­lerinin bir bölümünün devletçe karşılanmasıdır.

Okulların kamulaştırılmasına yönelik olarak “dışsal etkiler”e dayanılarak ileri sürülen bir iddia, toplumsal istikrarın önkoşulu sayılan ortak değerlerin başka tür­lü sağlanamayacağı yolundadır. Yukarıda önerildiği gibi, özel olarak yönetilen okullara asgari standartlar konma­sı bu sonuca ulaşmak için yeterli olmayabilir. Bu sorun farklı dinsel gruplarca yönetilen okullar açısından somut olarak ortaya konabilir. Denilebilir ki, bu okulların öğ­rencilere aşıladığı değerler dizisi birbinyle ve herhangi bir mezhebe bağlı olmayan okullarda aşılananlarla tutar­sız olacaktır; bu okullardaki eğitim birleştirici olmaktan çok, ayırıcı bir güce dönüşecektir.

Aşın uca götürüldüğünde bu iddia, yalnız devlet tara­fından yönetilen okullan değil, bu okullara devamın zo­runlu olmasını da kapsamaktadır. Birleşik Devletler’de ve diğer birçok batı ülkesinde mevcut uygulamalar iki­sinin ortasındadır. Devlet tarafından yönetilen okullar bulunmaktadır, fakat devam zorunlu değildir. Bununla birlikte, öğretimi finanse etmekle yönetmek arasındaki bağ, öteki okullar için bir dezavantaj yaratır. Bu okullar, okullara harcanan kamu fonlarından çok az yararlanır ya da hiç yararlanamazlar. Bu durum özellikle Fransa’da ve

şimdilerde Birleşik Devletler’de siyasi çatışma konusu­dur. Bu dezavantajın ortadan kalkması ile kilise okulları­nın çok güçleneceğinden ve ortak değerlerin sağlanması sorununun daha da büyümesinden korkulmaktadır.

Bu sav ikna edici görünmekle birlikte, bunun doğ­ru olduğu ya da okulların özelleştirilmesinin öne sürülen etkileri doğuracağı hiçbir şekilde kesin değildir. Öncelik­le, ilkesel olarak özgürlüğün korunmasıyla çelişmekte­dir. İstikrarlı bir toplum için gerekli ortak sosyal değer­leri sağlamakla, inanç ve düşünce özgürlüğünü engelle­yen öğretiler aşılamak arasında bir çizgi çekmek, belir­tilmesi tanımlanmasından daha kolay olan gizli sınırlar­dan biridir.

Etki açısından, okulların özelleştirilmesi ebeveynler için seçenekler dizisini genişletecektir. Eğer şimdi oldu­ğu gibi ebeveynler özel bir ödeme yapmaksızın çocukla­rını devlet okullarına gönderebiliyorlarsa, devlet tarafın­dan finanse edilmedikleri takdirde özel okullara gönde­rilenlerin sayısı bir hayli azalacaktır. Yerel kilise okulları­nın okul öğretimine ayrılan kamu fonlarından yararlan­mamak gibi bir dezavantajları vardır, ancak bunları fi­nanse etmek isteyen ve gerekli fonları sağlayabilecek ku­rumlar tarafından işletilmesi gibi bunu telafi eden avan­tajları da bulunmaktadır. Özel okullara ödenek sağlaya­cak az sayıda başka kaynaklar da bulunmaktadır. Eğer şimdi öğretim için yapılan kamu harcamaları, ebeveyn­ler tarafından çocuklarını hangi okullara gönderdiklerine bakılmaksızın elde edilebilir olsaydı, o zaman bu talebi karşılamak üzere çeşidi okullar ortaya çıkardı. Ebeveyn­ler çocuklarını bir okuldan alıp ötekine yollamak suretiy­le, okullar hakkındaki görüşlerini, şimdikinden çok daha

etkili biçimde, doğrudan belirtebilirlerdi. Genel olarak şimdi de bu yola başvurabilirler, ama bu onlara epey pa­halıya mal olur, çünkü çocuklarını ya bir özel okula gön­derme ya da oturdukları yeri değiştirme yoluna başvur­mak durumundadırlar. Bunun dışında, görüşlerini sade­ce hantal siyasi kararlar aracılığıyla dile getirebilmekte­dirler. Belki devletçe yönetilen bir sistemde okul seçi­minde daha geniş çapta özgürlük sağlanması mümkün olabilir, ama her çocuğa bir yer sağlama yükümlülüğü görüşüyle bu özgürlüğü çok daha ileriye götürmek zor­dur. Öteki alanlarda olduğu gibi burada da tüketici tale­bini karşılamada rekabetçi girişim, hem kamulaştırılmış kurumlardan hem de başka amaçlar için işletilen girişim­lerden çok daha yeterli olacaktır. Sonuçta da yerel kilise okullarının önemi artacağı yerde azalabilecektir.

Aynı yöndeki bir başka etken de, çocuklarını yerel kilise okullarına gönderen ebeveynlerin, vergileri arttır­maya ya da okullar için daha yüksek kamu harcamaları­nı finanse etmeye gönülsüz davranmalarıdır; bu da anla­şılabilir bir durumdur. Sonuç olarak yerel kilise okulları­nın önemli olduğu bölgelerde devlet okulları için fonla­rın yaratılması çok zordur. Kalitenin harcama ile ilişkili olduğu düşünülürse, ki hiç kuşkusuz bir ölçüde öyledir, bu bölgelerde devlet okullarının kalitesi daha düşük ol­makta, dolayısıyla yerel kilise okulları da göreceli olarak daha çekici gelmektedir.

İncelemekte olduğumuz sava ilişkin özel bir durum, eğitimin birleştirici bir güç olması için devlet tarafından yönetilen okulların gerekli olduğu, buna karşılık özel okulların sınıf farklılıklarını köriikleyici eğilimidir. Ço­cuklarını hangi okula gönderecekleri konusunda kendi­lerine daha büyük bir özgürlük tanınan aynı türden ebe­veynler arasında gruplaşmalar oluşacağı, böylece farklı çevrelerden gelen çocukların sağlıklı bir biçimde kaynaş­malarını engelleyecekleri öne sürülüyor. Bu iddia temel­de doğru olsun olmasın, bu şekilde sonuçlanacağı hiç de kesin değildir. Günümüzdeki düzenlemelerde yerleşim alanlarının bölgelere ayrılması farklı çevrelerden çocuk­ların kaynaşmalarını yeterince kısıtlamaktadır. Buna ila­veten, ebeveynlerin çocuklarını özel okullara gönderme­lerine engel yoktur. Yerel kilise okulları bir yana, yalnız­ca çok sınırlı bir zümre çocuklarını özel okullara gön­dermekte, gönderebilmektedir; bu ise daha ileri bir ay­rım yaratmaktadır.

Gerçekte bu iddia, bana göre neredeyse taban taba­na zıt bir fikri, yani okulların özelleştirilmesini işaret et­mektedir. Büyük kentteki zenci mahallesini bir yana bı­rakıp, düşük gelirli bir çevrede yaşayan birinin hangi açı­dan en dezavantajlı durumda olduğunu kendimize so­ralım. Diyelim ki, yeni bir araba sahibi olmayı yeterince önemli buluyorsa, biraz kemerleri sıkıp para biriktirerek kent dışındaki yüksek gelir grubunun yaşadığı bir mahal­le sakininin arabasının aynısını satın alabilir. Bunu yapa­bilmek için o mahalleye taşınmasına gerek yoktur. Tam tersine, gerekli parayı yaşadığı yer konusunda kısmen ta­sarruf yaparak da sağlayabilir. Aynı şey giyim veya mo­bilyalar ya da kitaplar vb. için de geçerlidir. Oysa diyelim ki, yoksul bir semtte yaşayan fakir bir ailenin üstün yete­nekli bir çocuğu var ve ana baba çocuğa ve öğrenimine çok değer verdiklerinden bu amaç için kemerleri sıkıp para biriktirmek istiyorlar. Çok sayıda özel okulda veri­len özel eğitim ya da burs yardımı bu çocuk için sağla­namazsa aile çok zor durumda kalır. “İyi” devlet okulla­rı yüksek gelir çevrelerinde bulunmaktadır. Aile çocuğu­na daha iyi bir öğretim için vergilerle verdiklerine ek ola­rak başka şeyler de harcamaya hazır olabilir. Ama aynı anda pahalı bir çevreye taşınmaya parasal gücü yetme­yecektir.

Bu konudaki görüşlerimizin, hâlâ yoksul ve zengin sakinler için tek bir okulun bulunduğu küçük bir kent imajının etkisi altında olduğuna inanıyorum. Bu koşul­lar altındaki devlet okullarında fırsatlar eşitlenmiş olabi­lir. Kentleşme ve kent dolayındaki bölgelerin gelişmele­riyle birlikte durum çok büyük oranda değişmiştir. Bu­günkü okul sistemimiz, fırsatları eşitlemekten çok uzak olup, hattâ tam tersini yapmaktadır. Geleceğin umudu olan az sayıdaki gencin başlangıçtaki yoksul statülerinin üstüne çıkmasını hepten zorlaştırmaktadır.

Okullarda öğretimin kamulaştırılması yönündeki bir diğer sav “teknik tekel” dir. Küçük topluluklarda ve kır­sal kesimlerde çocuk sayısı bir okuldan fazlasını haklı gösteremeyecek kadar az olabilir; öyle ki, ebeveynlerin ve çocukların çıkarlarını korumak için bir rekabete gir­meye gerek kalmaz. Teknik tekelin diğer türlerinde kısıdanmamış özel tekel, devlet kontrolünde özel tekel ve kamu işletmeciliği tekeli gibi alternatifler bulunmakta­dır. Bu sav, her ne kadar açıkça geçerli ve önemliyse de, son yıllarda ulaştırmadaki ilerlemeler ve nüfusun gide­rek kentsel topluluklarda yoğunlaşması nedeniyle zayıf­lamıştır.

Bu görüşler çerçevesinde belki de en haklı gösterile­cek düzenleme, hiç olmazsa ilk ve orta eğitimde devlet ve özel okulların bir karışımıdır. Çocuklarını özel okul-

 

 

lara göndermeyi seçen ebeveynlere onaylanmış bir okul eğitimine harcanması koşuluyla devlet okulundaki bir çocuğun ortalama eğitim maliyetine eşit bir bedel öde­nebilir. Bu düzenleme teknik tekel savının geçerli özel­liklerine uygun düşecektir. Ve ebeveynlerin, çocuklarını yardım görmeyen özel okullara göndermeleri durumun­da, eğitim için iki kez —bir kez genel vergilerle ve bir kez de doğrudan— ödeme yaptıkları şeklindeki haklı şikâyet­lerini de karşılayacaktır. Böylece rekabetin gelişmesi de mümkün olacak ve bütün okulların gelişmesi ve ilerle­mesi tetiklenecektir. Rekabetin araya sokulması okullar­da sağlıklı bir çeşitlilik artışına çokça katkıda bulunacak­tır. Ayrıca, bu durumun okul sistemlerine esneklik geti­rilmesine de katkısı olacaktır. Öğretmenlerin ücrederini piyasa ile uyumlu hale getirmesi de sağladığı yararlardan biri olacaktır. Bununla kamu yetkililerin eline, ücret dü­zeylerini değerlendirebilecekleri ve arz ve talep koşulla­rındaki değişmelerde çok daha ivedilikle ayarlama yapa­bilecekleri bağımsız bir ölçek verilmiş olacaktır.

Öğretimde en büyük gereksinimin çok para olduğu­na inanılır. Daha çok tesis yapmak ve daha iyi öğretmen­leri çekmek amacıyla daha yüksek ücretler ödeyebilmek için ihtiyaç duyulan en önemli şeyin daha çok para oldu­ğu görüşü yaygındır. Bu yanlış bir teşhis gibi görünmek­tedir. Okullarda öğretim için harcanan para toplam ge­lirimizden çok daha hızlı, olağan dışı yüksek bir oranda artmıştır. Öğretmen ücretleri, karşılaştırılabilir uğraşıla­rın sağladığı gelirden çok daha hızlı artmıştır. Sorun, ön­celikle çok az para harcamamız değil, öyle bile olsa, har­canan her bir dolar karşılığında elde ettiğimizin pek az olmasıdır. Belki de birçok okulda muhteşem yapılara ve lüks arsalara harcanan paraların toplamı, okullarda öğ­retim giderleri adı altında sınıflandırılmaktadır. Bunla­rı eğitim giderleri ile bir tutmak zordur. Ve sepet örme, dans ve eğitimcilerin yaratıcılıklarını artıracak nice diğer kurslar için de aynı şey geçerlidir. Ebeveynlerin isterlerse bu tür yapmacık gösterilere kendi paralarını kullanmala­rına hiçbir makul itirazın olmayacağını da hemen ekle­meliyim. Bu, onların bileceği bir iştir. Karşı çıkılan şey ebeveynlerin ve ebeveyn olmayan benzer kişilerin sırtı­na yüklenmiş vergilerle toplanan paraların bu tür amaç­lar için kullanılmasıdır. Vergi parasının bu şekilde kulla­nılmasını haklı gösterecek “dışsallık etkileri” bunun ne­resinde?

Vergi gelirlerinin bu şekilde kullanılmasının temel sebeplerinden biri, okulların yönetimi ve finansmanının birbirine karıştırıldığı bugünkü sistemdir. Paranın kol­tuklar ve koridorlar yerine daha iyi öğretmenler ve ki­taplar için kullanılmasını yeğleyen ebeveynin, bu tercihi­ni ifade edebilmesinin tek yolu bu karışımı tümüyle de­ğiştirebilecek bir çoğunluğu ikna etmektir. Bu, piyasanın herkesin kendi beğenisini tatmin etmesine izin verme il­kesinin özel bir türü; etkin nispi temsildir; oysa siyasi sü­reç çoğunluğa uymayı gerektirir. Aynca çocuğunun eği­timine fazladan bir miktar para harcamayı isteyebilecek ebeveynler de çok azdır. Çocuklarının okulu için ilave harcama yaparak daha pahalı bir okula gönderemezler. Zira böyle bir okula göndermeleri durumunda, yalnızca ek maliyeti değil, tüm maliyeti ödemek zorunda kalacak ve dans dersleri, müzik dersleri vb. gibi müfredat dışı et­kinliklere de fazladan para harcayacaklardır. Okullarda öğretim için daha fazla harcama vapmanın yolları böy­

lelikle kapatıldığından, çocukların eğitimine daha fazla para harcama baskısı, devletin öğretime müdahalesinin yüzeysel olarak haklı olduğu kalemlerde yükselen kamu harcamalarıyla kendini gösterir.

Bu analizden de anlaşıldığı gibi, önerilen düzenleme­lerin benimsenmesi, devletin öğretime yaptığı harcama­ların azalması, buna karşılık toplam harcamaların artma­sı anlamına gelebilir. Böylece ebeveynlerin istedikleri şeyi çok daha etkin biçimde satın almaları mümkün ola­cak ve bu da doğrudan ya da dolaylı olarak vergilendir­me yoluyla bugünkünden daha fazla harcama yapmaları­na neden olacaktır. Bu düzenlemeler, öğretime daha faz­la para harcayan ebeveynlerin paranın ne şekilde kulla­nıldığını bilememekten kaynaklanan öfkelerini dindire­cektir. Ayrıca okul çağında çocuğu olmayanlar veya ileri­de de çocuk sahibi olmayacakların daha fazla vergi öde­melerinin engellemesi de bu düzenlemenin önemli etki­lerinden biridir.

Öğretmenlerin ücretleri konusunda temel sorun bunların ortalama olarak çok düşük olmaları değildir -tabii ortalama olarak çok yüksek de olabilirlerdi— an­cak tek tiptirler ve esnek değildirler. Zayıf öğretmenler kötü bir şekilde aşın ücretlendirilmekte ve iyi öğretmen­ler ise eksik ücretlendirilmektedirler. Ücret tarifeleri tek tip olma eğilimindedir ve yetenekten çok, alınmış dip­lomalara, öğretim sertifikalarına ve kıdeme dayanmak­tadır. Bu bile büyük ölçekte bugünkü okullann devlet eliyle yönetilmesinin bir sonucudur ve devlet kontrolü­nün uygulandığı birim büyüdükçe işin ciddiyeti de o öl­çüde artmaktadır. Gerçekten, bu önemli olgu, profes yönel eğitim örgütlerinin birimleri bu denli genişletme ye —yerel okul bölgesinden eyalet düzeyine, eyaletten fe­deral hükümet düzeyinedüşkün olmalarının ana nede­nidir. Herhangi bir bürokratik hizmet örgütünde, stan­dart ücret göstergeleri neredeyse kaçınılmazdır; yetene­ğe bağlı olarak büyük farklılıklar sağlayacak olan reka­beti uyarmak hemen hemen olanaksızdır. Kendileri öğ­retmen olan eğitimciler öncelikle denetimi ele geçirir­ler. Böylece ebeveynlerin ya da yerel topluluğun deneti­mi azalır. İster marangozluk olsun, isterse tesisatçılık ya da öğretmenlik, hangi alanda olursa olsun işçilerin ço­ğunluğu standart ücret çizelgelerinden yanadır ve açık­çası özel yetenekliler her zaman sayıca az olduğundan, yeteneğe bağlı ücret farklılaşmasına karşı çıkarlar. Bu, insanların ister sendikalar isterse sanayi tekelleri aracı­lığıyla olsun, birtakım düzenler çevirerek fiyatları sabit­leştirmeye çalışmalarına yol açan eğilimin özel bir duru­mudur. Gelgelelim hileli işbirliği anlaşmaları, eğer onla­rı doğrudan devlet uygulatmıyor ya da en azından onla­ra önemli destek sağlamıyorsa, genel olarak rekabet ta­rafından yok edilir.

Eğer kasıtlı olarak, yaratıcı, atılgan ve kendine güve­nen insanları işten çıkarıp onların yerine kalın kafalı, sı­radan ve hayal gücünden yoksun olanları işe alacak bir sistem geliştirmek isterseniz yapmanız gereken tek şey bugün büyük kentlerde ve ülke çapında uygulanan siste­mi taklit etmek ve öğretmen olabilmek için diploma zo­runluluğu koyarak standart maaş sistemi uygulamaktır. Bu koşullar altında ilk ve ortaokul öğretmenliğindeki ye­tenek düzeyinin olabildiğince yüksek olması belki de şa­şırtıcıdır. Alternatif bir sistem bu sorunları çözebilir ve rekabete olanak tanıyarak başarının ödüllendirilmesinde

ve öğretmenlik mesleğinin bu konuda yetenekli kişiler için çekici kılınmasında etkili olabilir.

Birleşik Devletler’de öğretime devlet müdahalesi ne­den kendi çizgileri doğrultusunda gelişmiştir? Bu soruyu kesin olarak yanıtlayabilmek için eğitimin geçmişiyle ilgi­li gerekli ayrıntılı bilgiye sahip değilim. Yine de toplum­sal politikayı değiştirebilecek türde bazı varsayımlarda bulunmak yararlı olabilir. Her şeye rağmen şundan emi­nim ki, şimdi önereceğim düzenlemeler aslında bir asır önce de istenebilirdi. Ulaştırmadaki yoğun gelişmeden önce “teknik tekel” savı çok daha güçlüydü. XIX. yüzyıl ve XX. yüzyılın başlarında Birleşik Devletler’deki aynı derecede önemli temel sorun, çeşitliliği arttırmak değil, istikrarlı bir toplumun temeli olan toplumsal değerleri yaratabilmekti. Dünyanın her yerinden, değişik diller ko­nuşan ve farklı geleneklere bağlı olan göçmenler Birleşik Devletler’e sel gibi akmaktaydı. “Eritme potası” ortak değerlere uyumluluk ve bağlılık konusunda bazı önlem­ler getirmeliydi. Devlet okulu bu konuda önemli bir işle­ve sahipti; en azından İngilizceyi ortak bir dil olarak ka­bul ettiriyordu. Alternatif karşılama belgeleri çerçevesin­de, okulların uygunluklarının belirlenmesinde gözetile­cek asgari standartlar arasına İngilizce kullanma zorun­luluğu alınabilirdi. Ancak bu gereğin bir özel okul siste­minde uygulatılmasını ve yeterince yerine getirilmesini sağlamak daha zor olabilirdi. Diğer seçeneğe göre dev­let okulu sisteminin kesinlikle tercih edilir olması gerek­tiği sonucuna varmıyorum, yalnızca o zaman şimdi ol­duğundan çok daha güçlü gerçekler ileri sürülebileceği­ni söylemek istiyorum. Bugünkü sorunumuz çoğunluğa uymayı kabul ettirmek değil, tersine bunun aşırıya kaç-

ması tehdidi altında olmamızdır. Sorunumuz çeşitliliği arttırmaktır ve diğer seçenek bunu kamulaştırılmış okul sisteminden çok daha etkin biçimde yapacaktır.

Bir asır önce önemli sayılan bir başka etkense, bi­reylere nakit para bağışlarının (“ianelerin”) kötü şöh­reti ile karşılama belgelerinin dağıtımı ve kullanımları­nın denetimini yürütecek etkili bir yönetim mekanizma­sının bulunmasının bir araya gelmesidir. Böyle bir me­kanizma çağımızın fenomenidir ve aşın derecede geniş­leyen kişisel vergilendirme ve sosyal güvenlik program­larıyla tam olgunluğa erişmiştir. Böyle olmasaydı okulla­rı yönetmek, eğitimi finanse edebilmenin tek yolu ola­rak görülebilirdi.

Yukanda aktarılan örneklerden bazıları (İngiltere ve Fransa) önerdiğimiz düzenlemelerin kimi özelliklerinin şimdiki eğitim sistemlerinde bulunduğunu göstermek­tedir. Ve çoğu Batı ülkesinde bu tür düzenlemeler için güçlü ve sanırım artan bir baskı da vardır. Bu durum bel­ki, bu tür düzenlemeleri kolaylaştıran devletin yönetim mekanizmasındaki çağdaş gelişmelerle bir ölçüde açık­lanabilir.

Her ne kadar bugünkü sistemden önerilen sisteme geçişte ve bu sistemin yönetiminde pek çok idari sorun çıkacaksa da, bunlar benzersiz ya da çözümsüz değildir. Diğer etkinliklerin özelleştirilmesinde olduğu gibi, mev­cut tesis, donanım, araç ve gereçler bu alana girmek is­teyen özel girişimlere satılabilir. Böylece geçiş sırasında herhangi bir sermaye savurganlığı yapılmamış olur. Dev­let birimleri bundan sonra da, en azından bazı bölgeler­de, okulları yönetmeyi sürdüreceğinden, geçiş aşamalı ve kolay olacaktır. Birleşik Devletler ve bazı diğer ülkelerde

öğretimin yerel birimlerce yönetimi, küçük çaptaki de­nemeleri de cesaretlendirebileceği için geçiş benzer şe­kilde kolaylaşacaktır. Belli bir devlet biriminden yapıla­cak parasal yardıma uygunluk niteliklerinin belirlenme­sinde kuşkusuz zorluklar çıkacaktır; ama bu, mevcut be­lirleme sorunuyla, yani belirli bir çocuk için hangi biri­min okul sağlamakla yükümlü olacağının saptanması so­runuyla özdeştir. Bölgeler arasındaki sübvansiyon fark­lılıkları, birini diğerine göre daha çekici kılar, tıpkı öğre­timin nitelik farklılığının şimdi aynı etkiyi yapması gibi. Buna eklenecek tek zorluk, çocukların nerede eğitilece­ğine karar vermede çok daha özgür olunması nedeniy­le kötüye kullanma fırsatlarının da daha büyük olabilme­sidir. Varsayılan yönetim zorluğu, statükonun önerilen herhangi bir değişikliğe karşı standart savunmalarından biridir; bu olayda ise normalden daha zayıf bir savun­ma söz konusudur, çünkü mevcut düzenlemeler yalnız­ca önerilen düzenlemelerden kaynaklanan sorunları de­ğil, eğitim ve öğretimin bir devlet fonksiyonu olarak gö­rülmesinden kaynaklanan sorunları da kapsamalıdır.

KOLEJ VE ÜNİVERSİTE DÜZEYİNDEKİ OKULLARDA ÖĞRETİM

Yukarıdaki tartışma daha çok ilk ve orta öğretimle il­giliydi. Daha yüksek düzeydeki okullarda öğretimde ka­mulaştırmayı dışsallık etkileri ya da teknik tekele dayan­dırmak daha zayıf bir gerekçedir. Bir demokraside tüm vatandaşlar için asgari düzeydeki okul öğretimi üzeri­ne uygun içerikli bir eğitim programı geliştirilmesi ko­nusunda neredeyse oybirliğine varan bir uzlaşma ve fikirbirliği vardır; temel hemen hemen okuma, yazma ve aritmetikten oluşan üçlünün tamamı üzerine kuruludur.

Birbirini izleyen daha üst düzeylerdeyse görüş birliği gi­derek azalmaktadır. Elbette ki Amerikan Koleji’nin al­tındaki bir düzeyde, çoğunluğun (çoğulun değil) görüş­lerinin herkese kabul ettirilmesi konusunda bir uzlaşma sağlanmamıştır. Anlaşma sağlanamaması aslında bu dü­zeydeki okul öğretiminin parasal yardım görmesinin uy­gunluğu üzerinde bile kuşkular doğurabilir; ortak top­lumsal değerler yaratılması gerekçesiyle kamulaştırma­dan yana ileri sürülebilecek her savı çürütebilir. Bu dü­zeyde, bireylerin daha yüksek bir eğitim görmek için gi­debilecekleri ve gittikleri kurumlann uzaklıkları açısın­dan herhangi bir “teknik tekel” söz konusu olamaz.

Birleşik Devletler’de ilk ve orta düzeyden daha üst seviyedeki okullarda devlet kurumlannın öğretimdeki rolleri daha küçüktür. Yine de bu rollerin 1920’lere ka­dar önem açısından çok büyüdüğü açıktır ve şimdiki ko­lej ve üniversitelere giden öğrencilerin masraflarının ya­rısından fazlası devlet kurumlannca karşılanmaktadır."

Bunların büyümelerinin temel sebeplerinden biri gö­rece ucuz olmalarıdır; eyalet ve belediye kolej ve üniver­sitelerinin pek çoğu özel üniversitelerin parasal olarak dayanabileceğinin çok altında okul taksitleri uygulanmış, bunun sonucunda özel üniversiteler ciddi parasal sorun­larla karşılaşmış ve oldukça haklı olarak “haksız” reka­betten yakınmışlardır. Devletten bağımsız olma statüle­rini korumak istemişlerse de, parasal baskı karşısında devlet yardımı arayışına sürüklenmişlerdir.

Daha önce yapılan analizler göstermiştir ki daha tat-

11     Bkz. George |. Stigler, Eıuplııyıncııt and Compensation in Edııaılioıı (“Occasioııal Paper” No: 33, |New York: National Bureau of Econonıic Research, 1950|), p.33

 

 

min edici çözümler bulmak mümkündür. Daha yüksek düzeyde öğretime yapılacak kamu harcamaları, gençlerin vatandaşlık ve toplum liderliği eğitimi için bir araç olma­ları açısından haklı gösterilebilir, yine de doğrudan mes­leki eğitime giden cari harcamaların büyük bir bölümü­nün bu ya da başka gerekçelerle haklı gösterilemeyeceği­ni hemen eklemek isterim. Yalnızca devlet kurumlanndan birinde görülecek öğrenim için öğretim yardımı yap­mak, yardımı bununla sınırlamak hiçbir gerekçeyle haklı gösterilemez. Her yardım, eğitim alanı belirli bir türde ol­mak koşuluyla kendi seçecekleri bir kurumda harcanabil­mek üzere bireylere verilmelidir. Devlet elinde tutulacak okullardaysa eğitim giderlerini kapsayan ücreder alınmalı ve böylece devlet desteği görmeyen okullarla eşit koşul­larda rekabete girmeleri sağlanmalıdır.[15] [16] [17] Sonuçta ortaya çıkacak sistem, ana hadarıyla Birleşik Devletler’de İkinci Dünya Savaşı sonrasında orduda görevi sona eren asker­lerin eğitimini finanse etmekte uygulanan düzenlemelere benzeyecektir, ancak fonlar federal hükümet yerine bü­yük bir olasılıkla eyaletlerden gelecektir.

Bu tür düzenlemelerin benimsenmesi çeşitli okullar arasında daha etkili bir rekabete ve bu okulların kaynak­larını daha verimli kullanmalarına vesile olacaktır. Bu, özel kolej ve üniversitelerin üzerindeki dolaysız devlet yardımının baskısını ortadan kaldıracak, böylece onların tam bağımsızlıklarını ve çeşitliliklerini koruyacak, aynı zamanda da devlet kurumlanna oranla büyüyebilmele­rine imkân sağlamaktadır. Ayrıca yardımların, verildiği amaçların yakından incelenmesini sağlamak gibi yan bir

yararı da olabilir. Kişiler yerine kurumlann yardım gör­mesi, devlet yardımı açısından uygun olan etkinlikler ye­rine, bu kurumlar için uygun olan bütün etkinliklerin ay­rım gözetilmeksizin yardım almasına yol açmıştır.

Gelişigüzel yapılmış incelemeler bile, iki türden et­kinliklerin kesişmekle birlikte özdeş olmaktan çok uzak olduklannı göstermektedir.

Kolej ve üniversite düzeyinde alternatif düzenleme için sermaye tartışması daha nettir, çünkü çok sayıda ve çeşitte özel okul vardır. Sözgelişi, Ohio eyaleti vatandaş­ları der ki, “Eğer koleje gitmek isteyen bir genciniz var­sa, oldukça düşük eğitim ihtiyaçlarını karşılaması koşu­luyla ve eğer Ohio Universitesi’ne gitmeyi seçecek kadar da açıkgözse ona otomatik olarak dört yıllık hatırı sayılır bir burs vereceğiz. Ama eğer çocuğunuz Yale, Harvvard, Northvvestern, Beloit ya da Chicago Üniversitesi’ni bir yana bırakın, Oberlin Koleji’ne ya da Western Reservc Üniversitesi’ne gitmek isterse o zaman bir peni bile ala­mayacaktır.” Böylesine bir program nasıl haklı görüle­bilir? Ohio eyaletinin yüksek eğitim bursları için harca­mak istediği parayı, herhangi bir kolej ya da üniversite için elde edilebilir olarak tahsis etmesi ve Ohio Üniversitesi’nin diğer kolej ve üniversitelerle eşit koşullarla ya­rışmasını istemesi çok daha adil ve daha yüksek bir burs standardını geliştirmez miydi?13 [18]

OKULLARDA MESLEKİ VE

PROFESYONEL ÖĞRETİM

Okullarda mesleki ve profesyonel öğretimin yukarıda genel eğitimin dayandırıldığı türden dışsal etkileri yoktur. Bu, tıpkı makineler, yapılar ya da diğer şekillerdeki insan dışı sermayeye yapılan benzer yatırımlar gibi insan serma­yesine yapılan bir yatırım şeklidir. Fonksiyonu insanoğlu­nun ekonomik üretkenliğini artırmaktır. Eğer bunu sağ­layabilirse, birey bir özgür girişim toplumunda hizmetleri için, aksi durumda elde edebileceğinden daha yüksek bir kazanç elde ederek ödüllendirilmiş olacaktır.u

Kazançtaki bu fark ister makineye ister insana yöne­lik olsun, sermaye yatırımı için bir özendiricidir. Her iki durumda da fazladan elde edilen kazançlar onları sağla­manın ana maliyetini dengelemelidir. Mesleki okul öğ­retimini oluşturan ana maliyetler, eğitim döneminde el­den kaçırılan gelirler, kazanma döneminin başlangıcının ertelenmesiyle faiz kaybı, okul taksideri, kitaplar ve araç gereçlere harcananlar gibi eğitimin elde edilmesine özgü giderlerdir. Fiziki sermaye için ana maliyetler, sermaye araç gerecinin yapımı için gerçekleşen giderlerle yapım döneminde yitirilen faizleridir. Her iki olayda da öngör­düğü getirisi yine öngördüğü maliyederden yüksekse bi­rey yatırım yapmak ister.H Her iki durumda da eğer bi-

rey yatırıma girişir ve eyalet yatırımı yardımla destekle­mez ve gelirini de vergilendirmez se birey (ya da ana ba­bası, hamisi ya da yardım eden kimsesi) genel olarak bü­tün fazladan maliyetleri üstlenir ve fazladan kazançları da alır: Özel teşvikleri sistematik olarak toplumsal olan­lardan ayırma eğilimi göstermeyen hiçbir katlanılmaz maliyet ya da uygunsuz kazanç yoktur.

Eğer sermaye, fiziksel aktifler için olduğu gibi insan için de, ilgili bireyler tarafından piyasadan, doğrudan ya­tırım yoluyla bireyden veya ebeveynlerden ya da yardım eden kimselerden gönüllü olarak kolayca sağlanabilseydi, sermayenin getireceği kazanç oranı her iki alanda da hemen hemen eşit olurdu. Eğer insan dışı sermayenin getirisi daha yüksek olsaydı ebeveynler mesleki eğitime yapacakları yatırım yerine, çocukları için o tür bir serma­ye satın alma eğiliminde olurlardı. Gerçekten de eğitime yapılan yatırımın verim oranının fiziksel sermayeye yapı­lan yatırımın verim oranından çok daha yüksek olduğu­na ilişkin hatırı sayılır deneysel kanıt vardır. Bu fark in­san sermayesinde eksik yatırımın varlığını gösterir.[19]

insan sermayesine yapılan bu eksik yatırım büyük bir olasılıkla sermaye piyasasındaki bir kuşum yansıtıyordun insana yaürım fiziki sermayeyle aynı koşullarla ya da aynı kolaylıkla finanse edilemez. Nedenini görmek kolaydır. Eğer fiziki sermaye yatırımını finanse etmek için vade­li borçlanmaya gidildiyse, borç veren bu borç karşılığın­da ya ipotek şeklinde bir teminat alabilir ya da arta kalan

borç için doğrudan o fiziki aktif üzerinde hak iddia ede­bilir; ödemeden kaçınma durumunda fiziki aktifi satarak yatırımın en azından bir bölümünü paraya çevirebilece­ğini umabilir. Ama eğer bir insanın kazanma gücünü ar­tırmaya yönelik borç verirse, bunu karşılayabilecek bir te­minat elde etmeyeceği bellidir. Köleliğin bulunmadığı bir eyalette yatırımı oluşturan birey satın alınamaz ve satıla­maz. Övle olabilseydi bile teminatı eşit koşullarda olmaz­dı. Fiziki sermayenin üretkenliği genel olarak ilk borçlana­nın işbirliğine dayanmaz. Ama insan sermayesinin üret­kenliği çok açık bir şekilde böyledır. Gelecekteki kazançla­rından başkaca hiçbir teminat sunamayan bir bireyin eği­timini finanse edecek bir borç, bu nedenle bir bina yapıl­masını finanse etmek için kullanılacak bir borç önerisin­den çok daha az çekicidir: Teminat daha azdır ve sonuç­ta ortaya çıkabilecek faiz ve anaparayı tahsil etmenin ma­liyeti daha yüksektir.

Eğitim yatırımlarının finansmanında kullanılan vade­li borçlanmaların uygunsuzluğu bir başka zorluk daha çıkarır. Bu tür bir yatırım ister istemez yüksek risk içe­rir. Beklenen ortalama kazanç yüksek olabilir, ama or­talamaya ilişkin çok daha fazla değişken bulunmakta­dır. Değişkenlerden biri ölüm ya da fiziksel yetersiz­liktir, ama yine de bunlar yetenek, enerji ve şans de­ğişkenleri yanında çok daha önemsiz kalır. Sonuç ola­rak eğer vadeli borçlanmaya gidilmiş ve bu yalnızca ge­lecekteki kazançlarla teminat altına alınmış olsaydı, bor­cun önemli bir bölümü hiçbir zaman ödenemeyecekti. Bu tür borçlan borçlananlar açısından çekici kılabilmek için, söz konusu borçlara uygulanan itibari faiz oranla­rı, ödenmeyen borçlardaki sermaye kayıplannı karşılaya-

cak kadar yüksek olmalıdır. Oysa yüksek itibari faiz ora­nı, hem aşırı faizi düzenleyici (murabaha) yasalara aykı­rı düşer hem de borçları borç alanlar için çekici olmayan bir hale getirir.[20]

Diğer riskli yatınmlarda bunun karşılığı olan sorunu çöz­mek için kullanılan araç, borç ve ipotekten sonraki net özvarlığa hisse sahibinin payı kadar sınırlı yükümlülüğün eklenme­sidir. Bunun eğitimdeki karşılığı bir bireyin kazanç beklentile­rinden bir hisse “satın almak” olacaktır; bir başka deyişle, ona gelecekteki kazançlannın bir bölümünü borç verene verme­si koşuluyla eğitimini finanse edebilmesi için avans verilmek­tedir. Borç veren bu yolla ilk yaptığı yatırımdan daha fazlasını görece başarılı bireylerden geri alabilecektir, bununla da başansızlardan dolayı uğrayabileceği başlangıç yatırımının kayıplannı karşılayabilecektir.

Bu tür özel anlaşmalar için herhangi bir yasal engel yok gibi görünmektedir, yine de bunlar ekonomik açıdan

bir bireyin gelecekteki kazanma kapasitesinden bir hisse satın almayla, dolayısıyla kısmi kölelikle eşittir. Hem borç veren hem de borç alan için yüksek karlılığına rağmen bu tür anlaşmaların yaygın olamamasının bir nedeni büyük olasılıkla, bireylerin diledikleri yere gidebilme özgürlük­lerinin olması, doğru gelir bildirimi alınması gerekliliği ve anlaşmaların yürürlük süresinin çok uzun olması dolayı­sıyla bunların yönetimine ilişkin maliyetlerin yüksek ol­masıdır. Bu maliyetler, özellikle küçük ölçekteki yatırım­lar için, finanse edilen bireylerin geniş bir coğrafi alana yayılmaları durumunda daha da yüksek olacaktır. Bu tür maliyetler, bu tür yatırımların hiçbir zaman özel himaye altında gelişememesinin öncelikli nedeni olabilir.

Bununla birlikte, bu konuda baş rolü oynayan etkenler, fikrin yeniliğinin kümülatif etkisi, insana yapılan yatırımı tıpkı fiziksel bir değere yapılan yatırım gibi düşünme istek­sizliği, gönüllü olarak girişilmiş olsa bile sonucunda böyle bir anlaşmanın pek akla uygun düşmeyen toplumsal kınan­ma olasılığı ve böylesi yatırımlara girmeye en uygun aracı­ların, yani hayat sigortası şirketlerinin, yasal ve geleneksel kısıtlamaları olabilir. Olası kazanç özellikle bu işe yeni giri­şenler için son derecede ağır yönetim maliyetlerine katlan­maya değecek kadar büyüktür."1

IR Bu işin nasıl yapılabileceğini vc bazı yardımcı yöntemlerle bundan nasıl kar edilebileceğini düşünmek ilginçtir. İlk ise girişenler finanse et­meyi planladıkları bireylerden çok yüksek niteliksel standartlar isteye­rek en iyi yatırımları seçebileceklerdir, I.ğer bunu yaparlarsa kendi ya­tırımlarının karlılığını, finanse ettikleri bireylerin üstün niteliğinin top­lum tarafindan tanınmasıyla artırabileceklerdir: “I eğitimi XYZ Sigorta Şirketince finanse edilmiştir” başlığı, alışverişi çekici kılacak kalitenin bir teminatı olabilir (“İyi I <v I lizmetlerincc onaylanmıştır” gibi.) XYZ Şirketi “kendi” doktorlarına, avukatlarına, dişçilerine vc bunlar gibi ni­celerine her tür genel hizmet de verebilir. |

Nedeni her ne olursa olsun, piyasadaki bir kusur in­san sermayesine eksik yatırıma yol açmıştır. Dolayısıyla bu tür bir yatırımın gelişmesine yönetim maliyetlerinin engel olduğu gerekçesiyle teknik tekelin ve piyasanın; sürtüşme ve esneksizliğine dayanarak çalışmasını geliş­tirme gerekçesiyle devlet müdahalesinin mantığa uygun­muş gibi sunulması mümkün olabilir.

Eğer devlet müdahale edecekse bunu nasıl yapmalı­dır? Müdahalenin ortada görünen ve şimdiye kadar uy­gulanan tek şekli, okullarda mesleki ya da profesyonel öğretimin karşılıksız devlet burslarıyla genel bütçe ge­lirlerinden finanse edilmesidir. Bu biçim açıkça uygun­suz görünmektedir. Yatırım, fazladan kazancın yatırımı geri ödediği ve piyasa faizi oranında gelir getirdiği nokta­ya kadar sürdürülmelidir. Eğer yatırım insana yapılıyor­sa, o zaman fazladan kazanç, bireyin hizmetlerine karşı­lık aksi durumda ödenecek olandan daha yüksek bir üc­ret biçimini alır. Serbest piyasa ekonomisinde birey bu kazancı kendi kişisel geliri olarak elde eder. Eğer yatırım parasal yardtm görmüş olsaydı, o zaman hiçbir maliyeti üstlenmemiş olacaktı. Bu nedenle eğer yardımlar eğitim görmek isteyen ve asgari kalite standardına uyan herke­se verilseydi, o zaman insana aşın yatınm eğilimi ola­bilirdi. Çünkü bireyler eğitimi kendi özel maliyetlerinin üstünde herhangi bir fazladan gelir sağlayana kadar sür­dürme dürtüsünde olacaklardı, hattâ herhangi bir faizi bir yana bırakın, gelir yatırılan anaparayı geri ödemeye yetersiz olduğu halde eğitime devam edeceklerdi. Böy­le bir aşırı yatırımdan kaçınabilmek için devlet, yardım­ları kısıtlamak durumunda kalacaktır. Yatınm tutannın “doğru” olarak hesaplanabilmesindeki zorluk bir yana, bu bile finanse edilebileceklerden çok daha fazla sayıda istekli arasında kısıtlı yatırım tutarının temelde keyfi bir dağıtım yoluyla yapılmasını gerektirecektir. Maliyetlerin tümü genel olarak vergi ödeyenlerce üstlenilirken, eği­timleri için parasal yardım alabilecek kadar talihli olan­lar, yapılan yatırımın tüm kazancını elde edebilecekler­dir; bu da gelirin tümüyle keyfi ve neredeyse sapkınlığa varan bir yeniden dağıtım şeklidir.

Aranan nitelik gelirin yeniden dağılımı değil, beşeri ve fiziki yatırım için gerekli sermayeyi benzer koşullarda sağlanabilir kılmaktır. Bireyler yatırım maliyetlerini ken­dileri üstlenmeli ve ödüllerini alabilmelidirler. Maliyetle­ri üstlenmek istediklerinde de yatırım yapmaları piyasa kusurları nedeniyle engellenmemelidir. Devletin bu so­nuca erişebilmesinin bir yolu, insana net özvarlık yatırı­mı yapmasıdır. Bir devlet organı asgari standardını tuttu­rabilecek bireylere eğitimlerini finanse etmeyi önerebilir ya da finansmana yardımcı olabilir. Sınırlı bir yıllık tuta­rı, belirli sayıda yıl boyunca kabul görmüş bir kurumda eğitim için kullanılmasını öngörerek kullanıma açabilir. Buna karşılık birey, devletten aldığı her 1000 dolar için gelecekte elde edeceği kazancının belirlenecek bir tuta­rın üstündeki bölümünü ya da yine belirlenecek bir yüz­desin! devlete ödemeyi kabul eder. Bu ödeme kolaylık­la gelir vergisi ödemeleriyle birleştirilerek ek yönetim gi­derlerinin en aza indirilmesi sağlanabilir. Temel tutar, bu özel eğitim yapılmamışçasına elde edilebilecek tahmini ortalama gelire eşit olarak belirlenir; gelirden ödenecek paysa tüm proje kendi kendini finanse ediyor gibi düşü­nülerek hesaplanır. Bu yolla, eğitimi gören bireyler aslın­da tüm maliyeti yüklenmiş olacaklardır. Bundan sonra, kullanılmak istenen yatırım toplamı bireysel seçimle be­lirlenebilir. Bunun mesleki ve profesyonel eğitimin dev­letçe finanse edildiği tek yol olması ve hesaplanan gelir­lerin tüm ilintili kazanç ve maliyetleri yansıtması koşu­luyla, bireylerin özgür seçimi en uygun yatırım toplamı­nı üretmek yönünde olacaktır.

Anlaşmadaki ikinci koşul, ne yazık ki, yukarıda deği­nilen parayla değerlendirilemeyen kazançlann dahil edil­mesinin olanaksızlığı nedeniyle tam olarak yerine getiri­lememektedir. Bu nedenle, uygulamada, tasarlanan yatınm bir miktar daha küçük kalacaktır ve en uygun şekil­de dağıtılamayacaktır.[21]

Çeşitli nedenlerle, bu fikrin özel finansman kurumlanyla vakıflar ve üniversiteler gibi kar amacı gütmeyen ku­rumlarca geliştirilmesi daha yerinde olacaktır. Temel ge­lirlerin ve devlete ödenecek bu asıl gelirden artan bölü­mün kestirilmesindeki zorluklar nedeniyle, tasarlanan dü­zenin politik bir futbola dönüşmesi gibi büyük bir teh­like vardır. Çeşitli mesleklerin gelirleri hakkında mevcut bilgi, yalnızca projeyi kendi kendini finanse eder göstere­cek değerlerin kabaca tahmin edilmesine yarayacaktır. Ek olarak, temel gelirler ve anılan paylar bireylerin kazanma yeterliliklerindeki farklılıklara bağlı olarak bireyden bireye değişebilir, tıpkı gruplar arasında farklı yaşam süresi bek­lentilerine göre değişen sigorta primlerinde olduğu gibi.

Böyle bir tasarının özel düzeyde gelişmesindeki en­

gel yönetim giderleri olduğundan, fonları hazırlayacak uygun devlet birimi daha küçük birimler yerine fede­ral hükümetin kendisidir. Eyaletlerden herhangi birinin maliyederi, sözgelişi finanse edilen kişilerin izlenme ma­liyetleri, bir sigorta şirketininkiyle aynı olacaktır. Federal hükümetin bu işi üstlenmesiyle bunlar tümüyle ortadan kaldınlamasa bile en aza indirgenecektir. Örneğin, baş­ka bir ülkeye göç eden bir birey, yasal ve ahlaki yönden kazancının karşılıklı anlaşmaya varılmış payını ödemek­le yükümlü olmaya devam eder, yine de bu yükümlülü­ğünü uygulatmak zor olabilir. Çok başarılı kişiler bu ne­denle göç etme eğiliminde olabilirler. Benzer bir sorun, hiç kuşkusuz gelir vergisinde, hem de çok daha geniş kapsamda ortaya çıkar. Tasarlanan düzene federal dü­zeyde eşlik eden bu ve diğer idari sorunlar, ayrıntılarında uğraştıncı olmakla birlikte ciddi görünmemektedir. Cid­di olan sorun daha önce de anıldığı gibi politik olanıdır: Tasarlanan düzen, politik bir futbol olmaktan ve uygu­lamada kendini finanse eden bir proje olmaktan çıkarak mesleki eğitime yardım sağlayan bir araç durumuna dö­nüşmekten nasıl kurtarılabilir?

Ama tehlike kadar fırsatların da varlığı bir gerçek­tir. Sermaye piyasasındaki kusurlar, daha pahalı mesle­ki ve profesyonel eğitimleri ancak ebeveynleri ya da ha­mileri tarafından finanse edilebilecek olan bireylere tah­sis etme eğilimi doğurabilir. Bu kusurlar böyle bireyleri, çoğu yetenekli bireyin gerekli sermayenin bulunmama­sından dolayı giremediği bir rekabet ortamından koru­nan ve “yarışmayan” bir grup haline getirir. Sonuç, ser­vet ve toplumsal konumdaki eşitsizliğin sürekli hale geti­rilmesidir. Yukarıda ana hatları belirtilen düzenlemeler­deki gelişmeler, sermayeyi daha yaygın olarak hazır kıla­cak ve bununla fırsat eşitliğinin gerçekleşmesinde, gelir ve servetteki eşitsizliklerin azaltılmasında ve insan kay­naklarımızın tam kullanımının geliştirilmesinde kayda değer bir yol alınmış olacaktır. Bunu da rekabeti gerile­terek, özendiricileri yok eden ve doğrudan doğruya ge­lirin yeniden dağılımından kaynaklanabilecek marazlarla uğraşarak değil, özendiricileri etkin kılarak ve eşitsizlik nedenlerini ortadan kaldırarak yapacaktır.

Bölüm 7

Kapitalizm ve Ayrımcılık

Kapitalizmin evriminde dikkat çekici bir tarih­sel olgu vardır. Bu evrime, ekonomik faaliyederini an­cak özel engeller altında sürdürebilen belirii dinsel, ırk­çı ya da sosyal topluluklara uygulanan önemli kısıdamalar eşlik etmiştir. Bir başka deyişle, onlarla başkaları ara­sında ayrım yapılmıştır. İş anlaşması düzenlemelerinin toplumsal konum düzenlemelerinin yerine geçmesiyle, ortaçağdaki toprağa bağlı kölelerin bağımsızlığına doğ­ru ilk adım atılmıştır. Ortaçağ boyunca Yahudilerin ko­runabilmesi, din nedeniyle uygulanan resmî zulme kar­şın, iş yapabilecekleri ve kendilerini geçindirebilecekleri bir piyasa sektörünün varlığı sayesinde mümkün ol­muştur. Puritenler ve Quakerlar ise, yaşamlarının diğer alanlarında birçok yetkiden yoksun bırakılmalarına rağ­men, piyasa sektöründe para biriktirebilmeleri sayesin­de Yeni Dünya’ya göç edebilmişlerdir. İç Savaş’tan son­ra Güney eyalederi zencilere yasal kısıdamalar getirebil­mek için birçok önlem almıştır. Hiçbir ölçekte asla uy­gulanmayan bu önlem, taşınmaz ve kişisel malvarlığı­na sahip olmaya getirilen sınırlamaydı. Bu tür engelleri koymadaki başarısızlık, zencilere kısıdamalar getirmek­ten kaçınma konusunda herhangi bir özel kaygıyı yansıt­mıyordu. Daha çok, özel mülkiyete olan temel inanan, zencilere ayrımcılık yapma isteğine baskın çıkacak kadar güçlü olmasından kaynaklanmaktaydı. Özel mülkiyet ve kapitalizmin genel kurallarının korunması, zenciler için önemli bir fırsat olmuş, onlara aksi durumda elde edebi­leceklerinden çok daha büyük ilerleme olanağı sağlamış­tır. Daha genel bir örnekle belirtilirse, herhangi bir top­lum içinde ayrımcılığın sürdürüldüğü alanlar son derece tekelci yapıda olanlardır; buna karşılık, en geniş rekabet özgürlüğü olan alanlardaysa, belirli renk ya da dini grup­lara karşı ayrımcılık en düşük düzeydedir.

Birinci bölümde de vurgulandığı gibi, deneyimin çe­lişkilerinden biri şudur: Bu tarihsel kanıta karşın, kapita­list bir toplumdaki temel değişiklikleri en çok savunan­lar işte bu azınlık gruplarından çıkmışlardır. Bunlar, ser­best piyasanın bu kısıtlamaların olabildiğince küçük çap­ta kalmasını mümkün kılan başlıca etken olduğunu kav­rayacakları yerde, yaşamakta oldukları kahntısal kısıdamaları kapitalizme yorma eğilımi göstermişlerdir.

Daha önce, serbest piyasanın ekonomik etkinliği ala­kasız özelliklerden nasıl ayırt ettiğini gördük. Birinci bö­lümde belirtildiği gibi, ekmek satın alan biri, bu ekmeğin yapıldığı buğdayın üreticisinin bir beyaz ya da bir zenci, bir Hıristiyan ya da bir Yahudi olduğunu bilemez. Do­layısıyla da buğday üreticisi, kaynaklan olabildiğince et­kin kullanabileceği bir konumdadır; çalıştırdığı işçilerin renk, din ya da başka özelliklerinden dolayı toplumun yaklaşımlanndan etkilenmez. Bundan da öte ve üretici için belki daha da önemlisi, serbest piyasada ekonomik etkinliğin bireylerin diğer özelliklerinden ayn tutulma­sı, ekonomik bir özendiricidir. İş ilişkilerinde üretkenlik randımanıyla bağdaşmayan tercihler yapan bir işadamı­nın ya da bir girişimcinin, bu tür tercihler yaptığı takdir­de bireylere göre dezavantajlı bir duruma düşer. Böyle davranan bir birey, bu tür tercihler yapmayanlara oranla kendini çok daha yüksek bir maliyetin etkisi altına sokar. Bundan dolayı da başkaları onu serbest piyasanın dışına itme eğilimi gösterirler.

Aynı fenomenin kapsamı çok daha geniştir. Çoğun­lukla başkalarına dinlerinden, renklerinden ya da başka bir nedenden dolayı ayrımcılık yapan bir kişinin bu sıra­da hiçbir maliyet yüklenmediği, bu maliyederi rahatlık­la başkalarına yüklediği kabul edilir. Bu görüş, bir ülke­nin başka ülke ürünlerine gümrük vergisi koyarak ken­di kendine zarar vermeyeceği gibi bir yanılgıyla aynıdır.2" Aslında her ikisi de aynı ölçüde yanlıştır. Sözgelimi, bir zenciden mal satın almaya ya da onunla yan yana çalış­maya karşı çıkan bir insan, bununla kendi seçim olanak­larını kısıtlar. Genel olarak, satın alacaklarına daha yük­sek bir fiyat ödeyecek ya da çalışmasının karşılığını daha az alacaktır. Ya da başka bir deyişle, aramızdan ten ren­gini ya da din özelliğini önemsemeyenler sonuçta bazı şeyleri daha ucuza satın alabileceklerdir.

Bütün bu belirtilenler belki de ayrımcılığın tanımında ve yorumlanmasında gerçek sorunlar olduğunu göstere­bilir. Ayrımcılık yapan insan yaptığının fiyatını öder. Ay­rımcılığın paylaşılmayan bir beğeniden başka bir anlamı olmadığını görmek insana zor gelir. Bir bireyin bir şar­kıcı yerine bir başkasını dinlemek için daha yüksek ücret

Gary Becker ayrımcılığı inceleyen parlak ve etkileyici bazı ekono­mik konulu yayınlarından birinde, ayrımcılık sorununun dış ticaret ve tarifelerindeki yapıyla neredeyse özdeş olduğunu göstermektedir. Bkz: G. S. Becker, The TLconomies of Discrimination, Chigago, University of Ghigago Press, 1957. ödemek istemesi halinde biz bunu -en azından aynı tik­sindirici duygu olmadan“ayrımcılık” olarak görmüyo­ruz. Oysa eğer o kişi kendisine sunulan hizmetlerde biri­sine rengi diğerinden farklı olduğu için daha yüksek üc­ret ödemek istiyorsa o zaman buna ayrımcılık diyoruz. Bu iki olay arasındaki fark, birinde o beğeniyi paylaşma­mız, diğerindeyse paylaşmamamız dır. İlke olarak bir ev sahibinin çekici bir hizmetçiyi çirkin bir hizmetçiye ter­cih etmesine neden olan beğeniyle, bir diğerinin bir zen­ciyi bir beyaza ya da bir beyazı bir zenciye tercih etme­sine neden olan beğeni arasında, bu beğenilerden birini anlayışla karşılayıp onaylamamız, diğeriniyse böyle kar­şılamamamız dışında herhangi bir fark var mıdır? Bura­da her beğeninin eşit güzellikte olduğunu söylemek iste­miyorum. Tam tersine, ben bir insanın yalnızca derisinin rengine ya da ana babasının dinine göre değişik muame­le görmesi için hiçbir gerekçe olamayacağına yürekten inanırım. Kanımca bir insan böyle dış özelliklerine göre değil de, ne olduğuna ve ne yapabildiğine göre değerlen­dirilmelidir. Bu konuda benden farklı beğeni sahipleri­nin bana önyargılı ve dar görüşlülük gibi gelen tutumla­rını aşağı görür ve onları küçümserim. Ama özgür tartış­maya dayalı bir toplumda bence başvurulacak en uygun yöntem, onları bu beğenilerinin kötü olduğuna, bu gö­rüş ve davranışlarını değiştirmeleri gerektiğine ikna et­menin yollarını bulmak, benim beğeni ve tutumlarımı onlara benimsetmek için baskı yapmamaktır.

ADİL İSTİHDAM UYGULANLA.LARI YASASI

İşe almada ırk, renk ya da dine bağlı nedenlerle yapı­lacak herhangi bir “ayrımcılığı” önlemek amacıyla bazı eyaletlerde adil istihdam uygulama komisyonları (Fair

Employmenlt Practices Commissions FEPC) kurul muştur. Böyle bir yasa bireylerin birbirleriyle gönüllü iş anlaşmaları yapma özgürlüklerine açıkça müdahale eder. Bu tür anlaşmaların devletçe onaylanması ya da onay­lanmamasını zorunlu kılar. Dolayısıyla bu, diğer birçok durumda karşı çıkacağımız türden, özgürlüğe doğrudan bir müdahaledir. Dahası, özgürlüğe yapılan müdahalele rin pek çoğunda olduğu gibi, bu yasanın etkilediği birey lerin faaliyetleri, yasayı önerenlerin kontrol edilmesini is tedikleri faaliyetlerden olmayabilir.

Sözgelimi, zenci tezgâhtarların kendilerine hizmet etmesinden son derece tiksinen insanların ikamet etti ği bir yörede bulunan bir bakkal dükkânını düşünün. Bu bakkal dükkânının bir tezgahtar gereksinmesi olduğu­nu ve işe ilk başvuranın gerekli niteliklere sahip bir zen ci olduğunu düşünelim. Anılan yasanın bir sonucu ola­rak da dükkanın bu zenciyi işe alması gerektiğini varsa yalım. Bu işlemin etkisi, bu dükkanda işlerin azalması ve dükkan sahibinin zarar etmeye zorlanmasıdır. Eğer yöre toplumunun tercihleri yeterince güçlüyse, dükkanın ka panmasına bile neden olabilir. Yasanın bulunmaması halinde dükkan sahibi beyaz tezgahtarı zencilere tercih ederek işe alabilir, bu arada da herhangi bir kişisel ter­cih, önyargı ya da beğeni belirtmiş olmaz. Sadece toplu­mun beğenilerini yansıtıyordun Esnaf, tüketicilerin satın almak isteyecekleri hizmederi tüketiciler için üretmekte dir. Buna karşın zarar görmektedir ve belki de kendisine bu etkinliği yasaklayan yasa tarafından fark edilebilir öl çüde zarar verilen başlıca kişidir. Yasa onu, zenci yerine beyazı işe alarak toplumun beğenilerine cevap vermek ten alıkoymaktadır. Yasanın tercihlerini terbiye etmek

istediği tüketiciler, aslında yalnızca dükkan sayısının sı­nırlı kalmasından etkileneceklerdir, çünkü bunlardan biri kapanınca daha yüksek fiyatlar ödemek zorunda ka­lacaklardır. Bu analiz genelleştirilebilir. Olayların büyük bir bölümünde işverenler, istihdamla ilişkili olan teknik fiziki verimlilikle ilgisi olmayan etkenleri göz önüne alan istihdam politikaları benimsediklerinde ya müşterileri­nin ya da diğer işçilerinin tercihlerini aktarıyorlar. Ger­çekten de işverenler daha önce de değinilen tipik bir gü­düyle, eğer bu tür tercihlerin yükselen maliyetleri onlara yükleniyorsa tüketicilerinin ve işçilerinin tercihlerine yan çizme yollarını ararlar.

FEPC’nin savunucuları, bireylerin kendi aralarında istihdamla ilgili olarak gönüllü iş anlaşmalarına girebil­me özgürlüğüne müdahaleyi şu nedene dayanarak hak­lı çıkarmaya çakşırlar. Her ikisi de eşit fiziksel verimli­lik kapasitesinde olan bir beyaz ve bir zenciden, zenciyi işe almayı reddeden bir birey, bu davranışıyla, uygulama­da iş bulma olanakları sınırlı olan belidi renkte ya da din­deki topluluklara zarar vermektedir. Bu sav, birbirinden çok farkh iki değişik zarar türünün ciddi şekilde birbiri­ne karıştırılmasına neden olur. Bunlardan biri, bir bire­yin bir dış fiziksel güç kullanarak ya da onu rızası olmadı­ğı bu anlaşmaya girmeye zorlayarak ortaya çıkardığı pozi­tif zarardır: Çok açık bir örnek, birinin başkasının kafası­na copla vurmasıdır. Daha az açık bir örnekse, ikinci bö­lümde tartışılan akarsuların kirletilmesi konusudur. İkin­ci tür zarar, iki bireyin karşılıklı kabullenilebilir bir anlaş­ma yapabilme olanağını bulamaması halinde ortaya çıkan negatif zarardır. Birinin bana satmak istediği şeyi satın al­mak istemeyerek, o kişinin o malı ondan satın almadı­ğım için kötü duruma düşmesine neden olmam gibi. Eğer bir topluluğun tercihleri opera şarkıcıları yerine daha çok blues şarkıcılarından yanaysa, onlar elbette birincilere göre İkincilerin ekonomik refahını yükseltiyorlar demek­tir. Eğer yetenekli bir blues şarkıcısı iş bulabiliyor ve yete­nekli bir opera şarkıcısı bulamıyorsa, bunun yalın anlamı, blues şarkıcısının topluluğun para ödemeye değer buldu­ğu bir hizmeti sunuyor olması, opera şarkıcısınınsa olma­masıdır. Yetenekli opera şarkıcısı topluluğun beğenisin­den “zarar” görmüştür. Eğer beğeniler tam tersi olsaydı, üstün durumda olan o olur ve bu kez blues şarkıcısı “za­rar” görürdü. Açıkçası bu tür bir zarar üçüncü kişilere is­tekleri dışında herhangi bir alışverişi zorunlu kılmaz, on­lara bazı ek maliyetler yüklemez ya da onlara ek olanak­lar sağlamaz. Bir kişinin pozitif zarar vermesini, başka bir deyişle zor kullanmasını engellemek için devletten yarar­lanma talebi haklı çıkabilecek güçlü bir nedendir. Buna karşılık negatif tür “zarar”dan sakınabilmek için devlet­ten yararlanmayı gerektirecek hiçbir neden yoktur. Tam tersine, bu tür bir hükümet müdahalesi özgürlükleri azal­tır ve gönüllü işbirliğini sınırlar.

FEPC yasası, savunucularının neredeyse bütün diğer uygulamalarda nefret uyandırıcı bulacakları bir ilkenin benimsenmesini gerektirir. Eğer devletin, “bireyleri işe almada renk, ırk ya da din nedeniyle ayrımcılık yapma­yabilirler” demesi uygunsa, o zaman devletin, aynı yön­de oy verecek çoğunluk bulunabilirse, “bireyleri işe al­mada renk ırk ya da din nedeniyle ayrımcılık yapmalı­dırlar” demesi de uygun görülmelidir. Hitler’in Nürnberg yasalarıyla Güney eyaletlerinde zencilere özel kısıt­lamalar getiren yasaların her ikisi de FEPC ilkesine ben­zer yasa örnekleridir. FEPC’den yana ama bu tür yasa­lara karşı olanlar, ilke olarak bunlarda herhangi bir yan­lışlık bulunduğunu, yani yasaların izin verilmemesi gere­ken bir tür devlet eylemini içerdiğini savunamazlar. Olsa olsa kullanılan belirli ölçütlerin ilintisiz olduğunu savu­nabilirler ve kişileri bu ölçütler yerine başkalarını kullan­maya ikna etmeye çalışabilirler.

Tarihi şöyle bir gözden geçirip de, her bağımsız olayı genel ilkelerin bir parçası olarak değil de kendi özel ko­şullarıyla değerlendirdiğimizde, çoğunluğun ne tür şey­lerle ikna olacağına bakarsak, devletin bu alandaki uygu­lamalarının çoğunluk tarafından uygun görülmeyeceğini görürüz. Hattâ o andaki FEPC yandaşlarının görüş açı­sından bakıyor olsak bile... Eğer o anda FEPC savunu­cuları kendi görüşlerini etkili kılabilecek konumdaysalar, bu yalnızca ülkenin bir bölümündeki yöresel bir çoğun­luğun diğer bölümündeki bir çoğunluğa görüşlerini zor­la kabul ettirebilecek anayasal ve federal konumda bu­lunmasından kaynaklanır.

Genel bir kural olarak denilebilir ki, belirli bir çoğun­luğun eylemine güvenerek kendi çıkarlarını savunma­ya kalkan bir azınlık aşırı ölçüde basiretsizdir. Bir kısım olaylara uygulanacak genel bir feragat hükmünün kabu­lü, belirli çoğunlukların belirli azınlıkları sömürmesini önleyebilir. Böyle bir feragat hükmünün yokluğu halin­de, çoğunlukların güçlerini, azınlıkları çoğunlukların ön­yargılarından korumak için değil, kendi tercihlerini -ya da isterseniz önyargılarını diyelimetkili kılmak için kul­lanacakları sarih bir gerçektir.

Konuyu bir başka ve belki de daha çarpıcı bir biçim­de anlatmak için öyle bir birey düşünelim ki, beğenilerle ilgili şimdiki modelin arzu edilir olmadığına ve zencile­rin, olması gerekenden daha az fırsata sahip bulundukla­rına inansın. Kendi inançlarını uygulamak için, diğer ni­telikleriyle aşağı yukarı birbirine eşit belli sayıdaki iş baş­vurusu arasından her zaman zenci adayları seçtiğini var­sayalım. Acaba şimdiki koşullar altında böyle davranma­sı engellenmeli midir? FEPC’nin mantığına göre engel­lenmesi gerektiği apaçıktır.

Adil istihdam ilkesine çok benzeyen ve bu ilkelerin çok daha fazla işe yaradığı bir alan da “adil ifade” dir, “özgür ifade değil”. Bu konuda Amerikan Medeni Öz­gürlükler Sendikası’nın (American Civil Liberties Union-ACLU) konumu tümüyle çelişkili görünmektedir. Sendika hem özgür konuşma hem de adil istihdam ya­salarından yanadır. Özgür konuşmanın haklılığını doğ­rulayacak bir yol, neyin hangi anda uygun konuşma ola­cağına o andaki çoğunluğun karar vermesinin arzu edi­lir olacağına inanılmasıdır. Biz, düşüncelerde özgür olan bir piyasa istiyoruz; öyle ki, başlangıçta yalnızca birkaç kişi tarafından benimsenmiş olsa bile, düşüncelere ço­ğunluğu ele geçirme ya da tam uzlaşıya yakın bir kabul şansı tanısın. Bu ilke istihdam için ya da genel olarak mal ve hizmetler piyasası için de geçerlidir. O andaki çoğun­lukların istihdamda hangi nitelikleri haiz olduğuna karar vermeleri, hangi vasıfların uygun olduğuna karar verme­lerinden daha çok istenir bir durum mudur? Mal ve hiz­metlerin bulunduğu özgür bir piyasa yok edildiği takdir­de düşüncelerdeki özgür piyasa daha uzun zaman var­lığını sürdürülebilir mi? ACLU bir ırkçının bir sokak köşesinde ırk ayrımcılığı öğretisi üzerine vaaz verebil­me hakkını, ölüm kalım savaşı verircesine savunacaktır.

Ama yine de eğer o ırkçı kendi ilkeleri doğrultusunda davranıp belirli bir işe bir zenciyi almayı reddederse bu kez onun hapse girmesinden yana olacaktır.

Daha önce de vurgulandığı gibi, renk gibi ölçütlerin ilintisiz nitelikler olduğuna inanan bizlerin yapacağı en uygun davranış, vatandaşlarımızı aynı düşüncede olma­ya ikna etmektir; onları, bizim ilkelerimiz doğrultusun­da hareket etmelerini sağlamak için devletin baskı gücü­nü kullanarak zorlamak değildir. Bütün gruplar arasın­da bunun böyle olduğunu ilk kabul eden ve açığa vuran ACLU olmalıdır.

ÇALIŞMA HAKKI YASALARI

Bazı eyaletler “çalışma hakkı” diye adlandırılan yasa­lar onaylamışlardır. Bu yasalar, işe almak için bir sendi­kaya üye olma koşulunu yasadışı saymaktadır.

Çalışma hakkı yasalarının içerdiği ilkeler FEPC’nin ilkeleriyle özdeştir. Her ikisi de iş sözleşmesi özgürlü­ğüne müdahale etmektedir, birinde belirli bir renk ya da dinin işe alma koşulu olmayacağı belirtilirken, diğerinde bir sendikaya üyeliğin bir koşul olamayacağı ileri sürül­mektedir. İlkedeki bu özdeşliklerine karşın, her iki yasa­ya ilişkin görüşlerde yüzde yüze yakın ayrılıklar vardır. FEPC yandaşlarının neredeyse tümü çalışma hakkına karşıdır; çalışma hakkı yandaşlarının neredeyse tümü de FEPC’ye karşıdır. Bir liberal olarak ben, ikisine de kar­şı olduğum gibi, “san köpek” denilen sözleşmeleri (söz­leşme süresince bir sendikayla ilişkisi olmayacağına söz verme koşulu) yasadışı bırakan yasalara da karşıyım.

İşveren ve işçiler arasında rekabet varsa, işverenlerin kendi işçilerine istedikleri herhangi bir koşulu önermek­

te özgür olmamaları için hiçbir neden yok gibidir. İşve­renler bazı durumlarda işçilerin ücretlerinin bir bölümü­nü nakit olarak almak yerine, beysbol sahaları ya da oyun tesisleri veya daha iyi dinlenme olanakları biçimindeki ya­şamın hoş ve zevkli yönlerinin sağlanmasını tercih ettik­lerini görmektedirler. Bu gibi durumlarda işverenler, iş sözleşmelerine daha yüksek nakit ücret yerine bu tür te­sislerin konmasını daha kârlı bulabilirler. Benzer biçim­de emeklilik planları önerebilir ya da bu emeklilik planına veya benzerlerine katılımı isteyebilirler. Bunlardan hiçbiri bireylerin iş bulma özgürlüğüne müdahaleyi gerektirmez. Bunlar yalnızca işin niteliklerini işçiler için uygun ve çeki­ci hale getiren işveren girişimlerini yansıtır, işveren sayısı çok olduğu sürece, belirli istekleri olan işçiler bunları karşılayabilen bir işverenin yanında ış bulabilirler. Rekabetçi koşullar altında, yalnız sendika üyelerini çalıştıran bir fab­rikada bile aynı şey gerçekleşebilir. Uygulamada bazı işçi­lerin yalnız sendika üyesi çalıştıran kuruluşlarda çalışma­yı ve diğerlerinin her iki şekilde de işçi çalıştıran kuruluş­larda çalışmayı tercih etmeleri halinde, bazılarının bir ko­şulu, diğerlerinin de başka bir koşulu benimseyebildikleri değişik alternatifler içeren iş sözleşmeleri gelişebilecektir.

Uygulama açısından FEPC ile çalışma hakkı arasın­da, hiç kuşkusuz, bazı önemli farklılıklar vardır. Bu fark­lılıklar, işçi tarafında sendikal örgütler şeklindeki bir te­kelin ve işçi sendikaları hakkında bir yasanın var olma­sından doğar, işveren için, rekabetçi bir işçi piyasasında işe almada yalnız sendika üyelerini çalıştırma koşulunun gerçekte herhangi bir biçimde karlı olabileceği kuşkulu­dur. Buna karşılık, işçi tarafında herhangi bir kuvvetli te­kel gücü bulunmazsa, çok sayıda sendika kurulabilir. Sa­dece sendikalı işçi çalıştırmak söz konusu olmaz. Yalnız sendikalı işçi çalıştıran kuruluş hemen her zaman tekel gücünün bir simgesi olacaktır.

Yalnız sendika üyesi çalıştıran bir kuruluşla işçi te­kelinin rastlaşması, çalışma hakkı yasası için geçerli bir argüman değildir. Bu rastlantı, hangi biçimde ve görü­nümde olursa olsun, tekel gücünün ortadan kaldırılma­sı için yapılacak eylemin argümanıdır. Aynı zamanda, emek alanında daha etkili ve yaygın antitröst eylem için de geçerli bir argümandır.

Uygulamada önemli olan bir başka özel durum, şu anda federal yasalar ve eyalet yasalan arasındaki çelişkiy­le, bütün eyaletleri bağlayan, ancak eyaledere birbirinden ayrı olarak çalışma hakkı yasasıyla bir kaçış deliği bırakan bir federal yasanın mevcut olmasıdır. Buna en uygun çö­züm bu federal yasanın yeniden gözden geçirilmesi ola­bilirdi. Ancak burada zor olan, hiçbir eyaletin buna tek başına önayak olabilecek durumda bulunmaması ve bu ayn ayn eyaletlerdeki insanlann kendi eyaletlerinde sen­dikal örgütlere hükmedecek bir yasa değişikliğini isteme­meleridir. Çalışma hakkı yasası bu yönde en etkili olabi­leceği için “ehveni şer” sayılabilir. Kısmen, çalışma hak­kı yasasının tek başına sendikaların tekel gücüne büyük etkisi olamayacağına inanma eğiliminde olduğum için, onun bu şekilde haklı gösterilişini kabul edemiyorum. Bana göre, pratik savlar, ilke açısından karşı çıkışa ağır basamayacak kadar zayıf görünmektedir.

OKUL ÖĞRETİMİNDE AYRIM

Okullardaki öğretimde ayrım, önceki yorumlarda tek bir nedenle değinilmemiş belirli bir sorunu ortaya çıkarı­

yor. Bunun nedeni, bugünkü koşullarda okullardaki öğ­retimin öncelikle devlet eliyle yapılıyor ve yönetiliyor ol­masıdır. Bu durumda hükümetin çok açık bir karar al­ması, ya ayrımı ya da bütünleşmeyi uygulaması gerek­mektedir. Her ikisi de bana iyi bir çözüm olarak görün­memektedir. Ten renginin ilintisiz bir nitelik olduğuna ve bunun herkesçe böyle tanınması gerektiğine inanan­lar, bunun yanında bireysel özgürlüğe de inanıyorlarsa, o zaman bir ikilemle karşı karşıyadırlar. Eğer zorunlu ay­rım ile zorunlu bütünleşme kötülüklerinden birini seç­mek zorunda kakaydım, bütünleşmeyi seçmemeyi ola­naksız bulurdum.

Başlangıçta ayrım ve bütünleşme sorununa hiç de­ğinmeden yazılan geçen bölümde, her iki kötülükten de kaçınmaya olanak tanıyacak en uygun çözüm verilmek­te; genel olarak özgürlüğün genişletilmesini sağlayıcı dü­zenlemeler ve bunlann özgürlüğe ilişkin özel sorunlarla nasıl uyumlu kılınacağı belirtilmektedir. Uygun çözüm, okullan devletin işletmesine son vermek ve çocuklarının devam etmelerini istedikleri okul türünün seçimini ebe­veynlere bırakmaktır. Tabii buna ek olarak hepimiz, eli­mizden geldiği kadar, davranışlarımız ve konuşmaları­mızla karma okulları esas, aynm yapılan okullarıysa en­der bir istisna haline getirecek tutum ve düşüncelerin ge­lişmesini desteklemekteyiz.

Eğer yukarıdaki bölümde anılana benzer bir öne­ri benimsenseydi, bazılarının tümüyle beyaz, bazıları­nın tümüyle zenci, bazılannınsa karma olduğu değişik türlerde okulların gelişmesine olanak tanınmış olurdu. Böylece toplumun tutumu değiştikçe aşamalı olarak bir okullar dizisinden bir diğer diziye -karma okullar olması­nı dilerimgeçilmesi mümkün kılınabilirdi. Böylece sos­yal gerilimin yükselmesine ve toplumun karışıklık içine itilmesine fazlasıyla neden olan insafsız siyasi çatışmalar­dan da kaçınılmış olurdu. Bu özel alanda, piyasanın ge­nel olarak yaptığı gibi, çoğunluğa uyma gereği olmadan da işbirliğine olanak tanınabilirdi.[22]

Virginia eyaleti, geçen bölümde ana hatları çizilenle pek çok ortak yönü olan bir planı benimsemiştir. Her ne kadar zorunlu bütünleşmeden kaçınmak amacıyla benimsendiyse de, ben bu yasanın sonuçtaki etkilerinin çok farklı olacağını tahmin ediyorum. Her şeyden önce, sonuçla niyet arasındaki fark, özgür bir toplumun önce­likli haklarındandır; burada istenen, insanların kendi il­gileri doğrultusunda serbest bırakılmalıdır, çünkü ne za­man neye ilgi duyacakları hakkında tahminde bulunma­nın bir yolu yoktur. Gerçekten de, daha işin başlangıç döneminde bile bazı sürprizler olmuştur. Bana, çocuğu­nu ayrım yapılan bir okuldan ayrım yapılmayan bir oku­la aktarmak isteyen bir babanın bu aktarmanın masraf­larını karşılamak üzere karşılama belgesi almak için ilk başvuruda bulunanlardan biri olduğu anlatıldı. Aktarma isteği bu nedenle değil, sadece ayrım yapılmayan oku­lun eğitim açısından daha iyi olmasından kaynaklanmış. Daha ileride, eğer bu arada karşılama belgesi sistemi kaldınlmadıysa, Virginia geçen bölümde anılan sonuçların sınanacağı bir deneyimi yaşayacaktır. Eğer anılan sonuç­

lar doğruysa, Virginia’da gelişecek okulların çeşitlilik açı­sından artışı yanında, yalnız görünümde değil, özlü ni­teliklerde de bir artış görülebilecek ve daha sonra bunu liderlerin girişimlere hız kazandıran güdüleriyle diğer okullarda da bir nitelik artışı izleyecektir.

Resmin diğer yüzünde kökleşmiş değerlerin ve inançların yasa düzenlemeleriyle kısa süre içinde kökün­den söküp atılabileceğini sanacak kadar saf olmamamız gerektiği görülecektir. Ben Chicago’da oturmaktayım ve Chicago’da ayrıma zorlayan bir yasa bulunmamakta. Bu­radaki yasalar bütünleşmeyi gerektiriyor. Ama yine de gerçekte, Chicago’da kamu okullarının büyük bir olası­lıkla tümünde, Güney kentlerindeki okulların pek ço­ğunda olduğu gibi ayrım yapılmaktadır. Hiç kuşkusuz, eğer Virginia sistemi Chicago’da uygulansaydı bunun sonucunda ayrımda hissedilir bir azalmayla birlikte, be­cerikli ve çok hevesli zenci gençliğine sağlanacak fırsat­larda büyük çapta artış olurdu.

Bölüm 8

İş ve İşgücü Çevrelerinin

Sosyal Sorumluluğu ve Tekel

Rekabetin birbirinden çok değişik iki anlamı var­dır. Sıradan tanımıyla rekabet, bir bireyin bilinen rakibi­ni altetme yolunu aradığı kişisel mücadele anlamını taşır. Ekonomi dünyasındaki rekabetse neredeyse bunun tam karşıt anlamındadır. Rekabetçi piyasa alanında kişisel ra­kiplik ya da mücadele yoktur. Kişisel çekişme yoktur. Serbest piyasa çiftçisi, her ne kadar rakibiyse de, komşu­suyla kendini kişisel mücadele içinde ya da onun tehdi­di altında hissetmez. Rekabetçi piyasanın özü onun ki­şisel olmayan karakteridir. Katılanlardan hiç kimse di­ğer katıl anların mallan ya da işleri elde edebilme koşulla­rını belirleyemez. Hepsi piyasanın oluşturduğu fiyadarla iş görürler; gerçi fiyau tüm katılanlann ayn ayrı eylem­lerinin birleşik etkisi belirler ama hiçbir bireyin tek başı­na fiyat üzerinde etkisi yoktur, varsa bile dikkate alınma­yacak düzeydedir.

Tekel, belirli bir birey ya da işletmenin belirli bir malı ya da hizmeti elde edebilme koşullannı önemli ölçüde belirleyecek yeterlilikte kontrole sahip olması durumun­da ortaya çıkar. Bir yerde tekel, kişisel rakipliği içerdiğin­den, sıradan rekabet kavramına daha yakındır.

Tekel özgür bir toplum için iki tür sorun yaratır.

İlki, tekelin varlığı bireylere sunulan seçeneklerde azal­ma, dolayısıyla gönüllü alışverişi sınırlama anlamını taşır. İkincisi, tekelin varlığı tekelciye ait olan “sosyal sorum­luluk” denen konuyu ortaya çıkarır. Rekabetçi bir piya­sada, katılanın alışveriş koşullarını değiştirmek konusun­da hissedilir bir gücü yoktur; onun bağımsız varlığı ne­redeyse hiç görülemez; dolayısıyla katılanın, bütün yurt­taşlarıyla birlikte paylaştığı ülke yasalarına uyma ve onla­rın ışığı altında yaşama dışında herhangi bir “sosyal sorumluluğu”nun bulunduğunu savunmak güçtür. Tekel­ci gözle bakıldığı zaman böyle bir sosyal sorumluluğun varlığı ve bu varlığın güçlü olduğu saptanabilir. Onun gücünü yalnızca kendi çıkarlarını daha ileriye götürmek için değil de, toplum tarafından istenebilir sonuçlara gö­türmekte kullanmasını savunmaksa kolaydır. Ama böy­le bir öğretinin yaygın bir ölçekte uygulanması özgür bir toplumu yıkabilir.

Tabii, rekabet, öklit geometrisindeki bir doğru ya da bir nokta gibi ideal bir örnektir. Sıfır genişlik ve derinli­ği olan bir öklit doğrusunu hiç kimse hiçbir zaman gör­memiştir; yine de hepimiz birçok şeyi öklit hacmi olarak görmeyi yararlı buluruz, bir alan ölçerin ölçme şeridini öklit doğrusu gibi görürüz. Benzer şekilde “saf rekabet diye bir şey de yoktur. Her üreticinin ürettiği ürünün fi­yatına ufak bile olsa bir ölçüde etkisi vardır. Burada an­layış ve politika açısından önemli olan konu, bu etkinin belirgin olup olmadığı ya da uygun bir biçimde ihmal edilip edilemeyeceğidir; tıpkı alan ölçerin “doğru” ola­rak tanımladığı şeyin kalınlığına aldırmadığı gibi. Yanıt kuşkusuz soruna bağlı olmalıdır. Ama Birleşik Devletler’deki ekonomik etkinlikleri inceledikçe sorunların ve sanayilerin giderek artan bir biçimde çok büyük boyut­lara erişmesinden etkilenmekteyim; bu açıdan da ekono­miyi rekabetçiymiş gibi kabul etmenin uygun olduğu ka­nısındayım.

Tekellerin ortaya çıkardığı konular teknik konulardır ve benim özel bir yeterliliğim olmayan bir alandır. Do­layısıyla bu bölüm bazı geniş kapsamlı konuların olduk­ça yüzeysel incelenmesiyle sınırlı kalmıştır: Tekelin kap­samı, tekelin kaynaklan, uygun devlet politikası, iş ve iş­gücünün sosyal sorumluluğu.

TEKELİN KAPSAMI

Ayrı ayn göz önünde bulundurulması gereken üç önemli tekel vardır: Endüsride tekel, işgücünde tekel ve devletçe oluşturulmuş tekel

1.   Endüstriyel Tekel: İşletme tekeli hakkındaki en önemli olgu, ekonomiye bir bütün olarak bakıldığında onun görece önemsizliğidir. Birleşik Devletier’de yak­laşık dört milyon bağımsız işletme faaliyet göstermekte­dir; her yıl yaklaşık dört yüz bin yeni işletme buna eklen­mekte, bundan biraz daha az sayıdaki işletme de ortadan kaybolmaktadır. Çalışan nüfusun yaklaşık beşte biriyse serbest olarak çalışmaktadır. Anılabilecek hemen her sa­nayi kolunda devlerle cüceler yan yanadır.

Bu genel izlenimlerin ötesinde tekelin ve rekabetin kapsamı hakkında doyurucu ve tarafsız bir ölçüt ver­mek zordur. Bunun ana nedeni, daha önce de belirtildi­ği üzere, ekonomik kuramda kullanılan bu kavramların mevcut durumu tanımlamaktan çok, belirli sorunları in­celemek için çizilmiş ideal yapılar olmasıdır. Sonuç ola­rak, belirli bir işletmenin ya da sanayinin tekelci ya da re­

kabetçi olup olmadığı konusunda kesin bir tanım yapı­lamaz. Bu tür terimlere kesin anlamlar vermekteki zor­luk pek çok yanlış anlamalara yol açmaktadır. Rekabet halinin hangi deneyim koşullarına dayanarak değerlen­dirildiğine bağlı olarak, birbirinden farklı şeyler için aynı terim kullanılmaktadır. Buna en ilginç örnek, Amerikalı bir öğrencinin tekelci olarak tanımlayacağı düzenlemele­ri bir AvrupalInın son derecede rekabetçi olarak görebil­mesidir. Sonuç olarak Avrupalılar, Avrupa’daki anlamıy­la rekabet ve tekel koşullarını Amerikan literatür ve tar­tışmaları çerçevesinde yorumladıklarında, Birleşik Devletler’de olduğundan çok daha ileri düzeyde tekel bulun­duğuna inanma eğilimindedirler.

Özellikle G. Warren Nuti ve George J. Stingler gibi bazı ekonomistler, sanayileri tekelci, rekabetçi olarak iş­letilebilir ve devlet eliyle işletilen ve denetlenen gibi sı­nıflara ayırmaya ve bu kategorilerde zaman içindeki de­ğişmeleri izlemeye çalışmışlardır.[23] Vardıkları sonuca göre, 1939’da ekonominin kabaca dörtte biri devlet eliy­le işletilmekte ya da denetlenmekteydi, geri kalan dört­te üç içerisinde bir çeyreği ve belki de yüzde 15 kadarı tekelci olarak, en az üççeyreği ve belki de yüzde 85 ka­darı rekabetçi olarak tanımlanabilirdi. Tabii, devlet ta­rafından denetlenen sektörler geçen yarım yüzyıl için­de önemli ölçüde büyümüştür. Öte yandan özel sek­tör içinde tekellerin artma eğilimi göstermemesinin yanı sıra, azalma bile olmuştur.

Öyle sanıyorum ki, tekellerin bu tahminlerin gördü­ğünden çok daha önemli olduğu ve zaman içinde sürek­li olarak büyüdüğü şeklinde yaygın bir izlenim vardır. Bu yanlış izlenimin bir nedeni, salt ve göreli boyutiann bir­birine karıştırılması eğilimidir. Ekonomi büyüdükçe iş­letmeler salt boyut olarak da büyümüşlerdir. Dolayısıy­la, onların piyasanın daha büyük bir bölümü sayılmaları­na alışılmıştır, piyasa daha hızlı büyümüş olabilir. İkinci bir neden tekelin daha çok haber değeri taşıması ve re­kabetten daha çok ilgi çekmesidir. Eğer bireylerden Bir­leşik Devletier’de başı çeken sanayileri saymaları istenseydi, neredeyse hepsi otomobil üretimini listeye alırlar­dı, pek azıysa toptan ticareti sayardı. Ancak toptan ti­caret otomobil üretiminin iki katı önem taşımaktadır. Toptan ticarette rekabet derecesi yüksektir, dolayısıyla az ilgi çeker. Pek az kişi toptan ticarette önde gelen işlet­melerin isimlerini verebilir, oysa bunlar arasında salt bo­yut olarak çok büyük olanları vardır. Bazı açılardan ol­dukça rekabetçi sayılmasına karşın, otomobil üretiminde çok az sayıda firma vardır ve tabii, bu sektör tekele daha yakındır. Herkes önde gelen otomobil üreticisi firmala­rın adını bilir. Bir başka ilginç örnek vermek gerekirse, ev işi hizmetleri, telgraf ve telefon sanayiinden çok daha önemli bir sanayidir. Üçüncü bir neden genel tercih ve eğilimin küçüğe karşı büyüğün öneminin abartılması yo­lunda olmasıdır. Son olarak da, toplumumuzun temel özelliğinin endüstriyel yapı olarak tanımlanmasıdır. Bu da imalat sektörünün abartılmasına yol açmaktadır, as­lında imalat sektörü hasılatın ya da istihdamın yaklaşık olarak yalnızca bir çeyreğini sağlamaktadır. Ve tekelin, ekonominin diğer sektörlerine göre öneminin abartıl­masına, çoğunlukla aynı nedenlerle, rekabetin kapsamı­nı genişletenlerle karşılaştırıldığında, tekelin ilerlemesini sağlayan teknolojik değişmelerin aşın ölçüde önemsen­mesi eşlik etmektedir. Sözgelimi, kide üretiminin yaygın­laşması çok vurgulanmış, buna karşılık yerel, yöresel piyasalann önemini azaltarak ve rekabetin içinde yer alabi­leceği kapsamı genişleterek rekabeti geliştiren taşımacı­lık ve haberleşmedeki gelişmelere gerektiğinden daha az dikkat edilmiştir. Otomobil sanayinde giderek büyüyen yoğunlaşma artık sıradan bir olaydır; büyük demiryollanna bağımlılığı azaltan kamyon sanayiinin büyümesi pek küçük bir ilgiyle geçiştirilmektedir; aynı şey çelik sanayi­inde de giderek azalan yoğunlaşma için de geçerlidir.

2.   İşgücünde Tekel: Tekelin önemini abartma eğilimi işgücü alanında da vardır. İşçi sendikaları çalışan nüfu­sun yaklaşık dörtte birini kapsamakta ve bu durum sen­dikaların ücrederin yapısındaki öneminin abartılmasına yol açmaktadır. Oysa sendikaların pek çoğu tümüyle et­kisizdir. Sağlam ve güçlü sendikaların bile ücreder yapı­sına yalnızca kısıtlı bir etkisi vardır. Hattâ tekelin önemi­ni değerlendirirken sanayi yerine işgücü yönünde daha fazla abartma eğilimi bulunmasının nedeni daha da açık­tır. Sendika bulunduğu zaman, herhangi bir ücret artışı, sendika örgütünün eseri olmasa bile sendika aracılığıy­la gerçekleşir. Ev işlerinde çalışan hizmetçilerin ücretleri son yıllarda önemli ölçüde artmıştır. Eğer ev hizmetçile­rinin bir sendikası olsaydı, o zaman bu artış sendika ara­cılığıyla gelecek ve ona yakıştınlacaktı.

Bu, sendikalann önemsiz olduğu anlamına gelmez. İşletme tekelinde olduğu gibi, onlar da piyasanın tek ba­şına yapabileceğinden farklı ücret düzeyinin oluşturul­masında belirgin ve anlamlı bir rol oynarlar. Onların önemini küçümsemek de abartmak kadar yanlış olacak­tır. Bir çalışmamda, çalışan nüfusun yüzde 10-15 kadarı­nın sendikalar nedeniyle ücret düzeylerini yaklaşık ola­rak yüzde 10 ile 15 kadar artırabildiklerini hesaplamış­tım. Bunun anlamı, çalışan nüfusun geride kalan yüzde 85-90’ının ücret düzeylerinin artan ücretlerle karşılaştı­rıldığında yüzde 4 kadar düşmesiydi.[24]

Benim bu tahminleri yapağım zamandan bu yana başkaları tarafından çok daha ayrıntılı incelemeler yapıl­dı. İzlenimlerim onların vardıkları sonuçların da aynı şe­kilde sıralandığı yolundadır.

Sendikalar belirli bir meslekte ya da sanayide ücret düzeylerini yükselttikleri takdirde, kaçınılmaz olarak o meslek ya da sanayideki istihdam sayısını eski koşulla­ra oranla azaltacaklardır; tıpkı daha yüksek bir fiyatın, sa­tın alınan mal miktarını düşürmesi gibi. Bu da, diğer uğ­raş alanlarında iş arayan kişi sayısında bir artış, bundan dolayı da söz konusu uğraş alanlarının ücretlerinde aşa­ğıya doğru bir zorlanma etkisi yapar. Sendikalar genellik­le, nasıl olsa yüksek ücret alan gruplar arasında en güçlü durumda olduklarından, etkileri, yüksek ücretli işçilere, daha düşük ücretli işçilerin zararına, daha da yüksek üc­retler ödemek şeklinde kendini gösterecektir. Sendikalar bu nedenle topluma ve işgücü kullanımını çarpıtmakla işçilere bir bütün olarak zarar vermekle kalmamış, en de­zavantajlı işçiler için elde bulunan fırsatları azaltarak çalı­şan sınıfın gelirlerini daha da eşitsiz hale getirmişlerdir.

İşgücü tekeliyle işletme tekeli arasında bir açıdan önemli bir fark vardır. Geçen yarım yüzyıl boyunca işlet­me tekelinin öneminde herhangi bir yükseliş eğilimi ol­madığı görünmektedir, bununla birlikte işgücü tekelinin öneminde kesinlikle bir artış olmuştur, işçi sendikaları Birinci Dünya Savaşı süresince dikkati çekecek önemde büyümüşlerdir, yirmili yıllarda ve otuzların başında geri­leyen sendikalar, daha sonra New Deal döneminde ile­riye doğru müthiş bir sıçrama yapmışlardır, ikinci Dün­ya Savaşı sırasında ve sonrasında elde ettikleri kazanım­lar! pekiştirmişlerdir. Son zamanlarda ise ancak durum­larını koruyabilmekte, hattâ gerilemektedirler, Bu geri­leme, belirli sanayilerdeki ya da mesleklerdeki herhan­gi bir düşüşün yansıması değildir. Daha çok, o sanayi ya da meslek kolunda güçlü sendikaların, daha zayıf sendi­kalara kıyasla yüksek olan önemlerinin azalmasıdır. İş­gücü tekeliyle işletme tekeli arasında çizdiğim bu ayrım bir bakıma çok keskindir. Çünkü bir yerde sendikalar bir ürünün satışında tekeli zorunlu kılan bir araç olmuşlar­dır. Bunun en açık örneği kömürde görülmüştür. Guffey Kömür Yasası kömür madeni işleticilerinin fiyat kar­teline yasal dayanak sağlama amacına yönelik bir giri­şimdi. Otuzların ortasında bu yasa anayasaya aykırı ilan edilince, John L. Lewis ve Birleşik Maden işçileri Sen­dikası yasadışı eylemlere giriştiler. Toprak üstüne çıkarı­lan kömür miktarı, fiyatları düşmeye zorlayacak düzeyle­re yükseldiği zaman Lewis grev ya da işi durdurma çağrı­lan yapmakta ve bunun sonucu olarak da sanayiyle söz­süz bir işbirliği içindeymişçesine üretimi ve fiyatları de­netlemekteydi. Bu kartel yönetiminden elde edilen ka­zançlar ise maden işleticileriyle madenciler arasında pay

taşılıyordu. Madencilerin kazancı, daha yüksek ücret dü­zeylerine çıkabilme şeklindeydi. Tabii bu, aynı zamanda daha az madenci çalıştırılması demekti. Bundan sonra, yalnızca işini koruyabilen madenciler bu kartel kazancın­dan paylarını atabildiler, hattâ kazancın büyükçe bir bö­lümü de daha fazla boş zaman olarak ellerine geçti. Sen­dikaların bu rolü oynayabilmeleri, onların Sherman Antitröst Yasasından muaf tutulmuş olmalarıyla mümkün olmuştur. Çoğu diğer sendika da bu bağışıklık avantajın­dan yararlanmış ve bu nedenle de işgücü örgütü olarak değil de sanayinin kartelleşmesine yardımcı hizmet sa­tan işletmeler olarak yorumlanmışlardır. Bunlar arasın­da Kamyon Sürücüleri Sendikası belki de en dikkat çe­kici olanıdır.

3.   Devlet ve Devlet Desteğinde Tekel: Birleşik Devletler’de satıtabilen malların üretiminde doğrudan devlet tekeli pek sık görülmez. Posta, TVA ya da diğer kamu kuruluşlarının mülkiyetindeki enerji santrallerinde elekt­rik enerjisi üretimi; dolaylı olarak akaryakıt vergisiyle ya da doğrudan geçiş ücrederiyle satılan karayolu hizmet­lerinin tasarruf hakkı, belediyelerin su ve benzeri tesis­leri temel örneklerdir. Bunlara ek olarak, federal hükü­met artık savunma, uzay ve araştırmaya ayrılan çok bü­yük bütçelerle pek çok işletmenin ve bütün bir sanayi kolunun ürünlerinin esas itibariyle tek alıcısı durumuna gelmiştir. Bu durum, özgür bir toplumun korunmasında çok önemli sorunlar çıkarmaktadır, ama bunlar “tekel” başbğı altında irdelenecek türden sorunlar değildir.

Özel üreticiler arasında kartel ve tekelin kurulma­sı, desteklenmesi ve uygulatılması konularında yapılan düzenlemelerde devletin alet edilmesi, devlet tekelin­den çok daha hızlı gelişmiştir ve halen de önemini ko­rumaktadır. Eyaletlerarası Ticaret Komisyonu buna eski bir örnektir ve kapsadığı alanı demiryollarından karayo­lu taşımacılığına ve diğer ulaşım araçlarına kadar geniş­letmiştir. Tarımsal program da bunlar arasında en çok bilinenlerden bindir. Temelde hükümetçe uygulanan bir karteldir. Verilebilecek diğer örnekler; radyo ve tele­vizyon üzerindeki denetimiyle Federal Haberleşme Ko­misyonu; eyaletlerarası ticarete konu olarak taşınan pet­rol ve gaz üzerindeki denetimiyle Federal Enerji Komis­yonu; havayolları üzerindeki denetimiyle Sivil Havacılık Kurulu; bankalann vadeli mevduatlara ödeyebilecekleri en yüksek faiz oranlanyla ilgili uygulaması veya vadesiz mevduatlara koyduğu faiz ödeme yasağıyla Federal İhti­yatlar Kurulu’dur.

Bu örnekler federal düzeyde görülenlerdir. Bunlara ek olarak, benzeri gelişmeler eyaletlerle yerel düzeylerde de geniş çapta tomurcuklanarak üremiştir. Bildiğim kadanyla demiryollarıyla hiçbir ilgisi bulunmayan Teksas Demiryolu Komisyonu, petrol kuyularının üretimde bu­lunabilecekleri gün sayısını sınırlayarak kuyulardaki pet­rol üretimine kısıtlamalar koymaktadır. Doğal kaynakla­rın korunması adı altında yapılan bu uygulamayla aslın­da amaçlanan fiyatların denetlenmesidir. Daha yakın za­manlarda petrole konan federal ithalat kotaları da buna çok yardımcı olmuştur. Zamanın çoğunda petrol kuyu­larını çalıştırmayarak fiyatları yüksek tutmak, bana göre, istihdam yaratmak için kömür ateşçilerinin dizel loko­motiflerde aylak aylak oturmaları karşılığında onlara üc­ret ödenmesiyle aynıdır. Yine de işçileri bu şekilde şı­martmayı özgür işletmenin ihlali olarak gören ve kına­yanlar arasında en yüksek sesi çıkaran -ki bunun başta petrol sanayinin kendisi olması dikkate değerdirbazı iş çevresi temsilcileri, iş petrole gelince işçi şımartma ola­yına sağırmışçasına sessiz kalmaktadır.

Gelecek bölümde tartışılacak olan ruhsat uygulama­ları devletçe yaratılmış ve desteklenmiş diğer bir eyalet düzeyindeki tekel örneğidir. İşletilebilecek taksi araçları­nın sayısındaki kısıtlamalar benzeri bir uygulamanın ye­rel örneğidir. Bir taksiyi bağımsız olarak işletebilme hak­kını veren bir plaka New York’ta şu anda 20.000 dolar­la 25.000 dolar arasında, Philadelphia’daysa 15.000 do­lara satılmaktadır. Yerel düzeydeki bir başka örnek de yapı izinleri yönetmelikleridir; görünürde kamu güvenli­ği için çıkarılmıştır, ama genellikle özel yapsatçılann kur­duğu yerel yapı ticareti sendikaları ya da birliklerinin de­netimi altındadır. Hem il, hem de eyalet düzeyinde dik­kat çekecek çeşitlilikte etkinliğe sayısız kısıdama getiril­mektedir. Hepsi de bireylerin birbirleriyle gönüllü alış­veriş yapabilme ehliyederine konan keyfi kısıdamalardır. Bu kısıdamalar özgürlüğü kısıdadıklan gibi aynı zaman­da kaynakların israfına da sebep olmaktadır.

Devlet eliyle yaratılan tekellere bir örnek de, ilke ola­rak çok farklı bir tür olan mucidere verilen patentler ve yazarlara verilen telif haklarıdır. Bunlar farklıdır, çünkü her ikisi de mülkiyet haklarının tanımıyla eşit değerlen­dirilebilir. Tam olarak söylemek gerekirse, eğer bir arazi parçası üzerinde bir mülkiyet hakkım varsa, o zaman be nim o belirli arazi parçasına ilişkin tanımlanmış ve dev­letçe uygulanmış bir tekelim olduğu ileri sürülebilir. Bu­luşlar ve yayınlara ilişkin sorunsa, benzeri bir mülkiyet hakkının belirlenmesinin istenip istenmeyeceğidir. Bu

sorun, aslında neyin mülkiyet olarak kabul edilip neyin edilmeyeceğinin belirlenmesinde devletin kullanımına olan genel ihtiyacın bir parçasıdır.

Patentler ve telif haklarının her ikisi için de, ilk bakış­ta mülkiyet hakkı tesis edilmesini geçerli kılan güçlü bir neden vardır. Bu yapılmadıkça, mucit buluşunun üre­time katkısı karşılığında bir ödemeyi alırken zorluk ya da olanaksızlıkla karşılaşabilecektir. Bir yerde, bedelini alamayacağı imtiyazlarını başkalarına bağışlamak duru­munda kalacaktır. Dolayısıyla buluşunu üretmek için ge­reken zaman ve çabayı o işe adaması için hiçbir özendi­ricisi olmayacaktır. Benzeri görüşler yazarlar için de geçcrlidir.

Aynı zamanda bunlara ilişkin maliyetler de söz konu­sudur. Bir şey daha var: birçok “yeni buluş”a patent uy­gulanamaz. Sözgelimi, süpermarketin “mucidi”, vatan­daşlara, bedelini almayacağı önemli yararlar bağışlamış­tır. Bir buluş türü için gereken yetenek türü diğer bir bu­luş için de aynen gerekli olduğuna göre, patentlerin var­lığı yine de bu yöndeki etkinlikleri patenti alınabilen bu­luşlara doğru yönlendirme eğilimindedir. Öte yandan uyduruk patentler ya da mahkemede savunulmaya kal­kıldığında yasallığı şüpheli olabilecek patentler, sık sık başka şekilde sürdürülmesi daha güç ya da olanaksız olan özel danışıklı düzenlemelerin gerçekleştirilebilme­sini sağlayan bir araç olarak kullanılmaktadır.

Bunların hepsi zor ve önemli bir sorun üzerine çok yüzeysel yorumlardır. Bu yorumların amacı soruna be­lirli bir yanıt önermek değil, patentlerin ve telif hakları­nın devlet tarafından desteklenmiş diğer tekellerden ne­den farklı bir kategoride olduklarını göstermek ve orta­ya çıkardıkları sosyal politika sorununu açığa çıkarmak­tır. Bir şey apaçıktır. Patentler ve telif haklarına bağlanan belirli koşullar -sözgelimi, başka bir süre için değil de on yedi yıl süreyle korunma altına alınması gibibir ilkeye dayanmazlar. Bunlar uygulanabilir düşüncelerle belirlen­miş, amaca kestirmeden erişmek için başvurulan çareler­dendir. Ben şahsen, patent korunmasında çok daha kısa bir sürenin tercih edilmesi gerektiğine inanma eğilimindeyim. Ama bu, üzerinde çok ayrıntılı incelemeler yapıl­mış ve çok daha fazlasının yapılmasının gerekli olduğu bir konuda henüz yerine oturmamış bir değerlendirme olacaktır. Dolayısıyla da fazla güvenilir değildir.

TEKELİN KAYNAKLARI

Tekelin üç ana kaynağı vardır: “Teknik” nedenler, doğrudan ve dolaylı devlet yardımı, özel hileli anlaşma­lar.

1.    Teknik Nedenler: İkinci bölümde işaret edildiği gibi, tekel bazı alanlarda pek çoğu yerine yalnızca bir iş­letmeyi daha verimli ya da ekonomik yapan teknik ne­denlerle ortaya çıkar. En açık örnek bir telefon şebeke­si, su şebekesi ve bunlann hususi bir toplumdaki ben­zerleridir. Ne yazık ki, teknik tekele hiçbir çözüm yok­tur. Uç kötülük arasında tek bir seçenek vardır: düzen­lenmemiş özel tekel, devletçe düzenlenmiş özel tekel ve devlet işletmesi.

Bu kötülüklerden birinin bir bütün olarak diğeri­ne tercih edilmesini önermek olanaksız görünmektedir, ikinci bölümde de vurgulandığı üzere, tekelin devlet ta­rafından düzenlenmesi ya da devlet tarafından işletilme­sinin en önemli dezavantajı, her iki seçenekte de geriye

dönüşün fazlasıyla zor olmasıdır. Bunun sonucu olarak da, tahammül edilebildiği yerlerde, düzenlenmemiş özel tekelin bir kötünün iyisi olarak ileri sürülmesi gerekti­ği inancındayım. Dinamik değişimler büyük bir olasılık­la onun kuyusunu kazacak ve bu değişimlerin etkilerini gösterebilmeleri için en azından biraz şansları olacaktır. Ve kısa süre içinde bile, ilk bakışta göründüğünden daha geniş ölçekte, tekel konusunu ikame edebilecek şeyler de vardır; öyle ki, özel girişimler, fiyatlarını maliyetleri­nin üstünde tutmanın kazançlı olması gibi oldukça dar kapsamlı bir sınırlama içindedirler. Bundan da öte, gör­müş olduğumuz gibi, düzenleyici kurumlar sık sık üre­ticilerin denetimine geçme eğilimindedirler, dolayısıyla düzenleme yapıldığında fiyadar, düzenleme yapılmadığı zamankinden daha düşük olmayabilir.

Bereket versin ki, teknik nedenlerden kaynaklanan tekel alanları oldukça kısıtlıdır. Bunlar da özgür bir eko­nominin korunmasında herhangi bir ciddi tehlike oluş­turmazlar.

2.  Doğrudan ve Dolaylı Devlet Yardımı: Tekel gücü­nün belki de en önemli kaynağı doğrudan ve dolaylı dev­let yardımı olmuştur. Yukarıda makul ölçüde doğrudan devlet yardımının sayısız örneği aktarılmıştır. Tekelin oluşmasına başka amaçlar için alınmış önlemler dolay­lı olarak yardım edebilir; bu önlemlerin, firmaların ola­sı rakiplerine kısıtlamalar yüklemek gibi aslında amaç­lanmamış etkileri vardır. Belki de bunlara en açık üç ör­nek; tarifeler, vergi yasaları ve iş uyuşmazlıklarındaki ya­sal yaptırımlardır.

Kuşkusuz, gümrük tarifeleri, çoğunlukla yerli sanayi­nin “korunması” için konur; amacı olası rakiplere engel­ler koymaktır. Bunlar bireylerin gönüllü alışveriş bağlan­tılarına girebilme özgürlüğüne her zaman müdahale et­miştir. Sonuçta bir liberal kendine konu birimi olarak bir ulusu ya da belirli bir ulusun vatandaşlarını değil, bireyin kendisini alır. Dolayısıyla da Birleşik Devletler ve İsviç­re vatandaşlarının karşılıklı yarar sağlayacakları alışveri­şi gerçekleştirmelerini engellemek, iki Birleşik Devletler vatandaşının aynı şeyi yapmasını engellemek kadar öz­gürlük ihlalidir. Tarifeler tekel yaratmamalıdır. Eğer ko­runan sanayinin piyasası yeterince geniş ise ve teknik ko­şullar da çok sayıda firmaya olanak tanıyabiliyorsa, o za­man korunan sanayide etkili bir iç piyasa rekabeti oluşa­bilir, Birleşik Devletler’de tekstilde olduğu gibi. Bunun­la birlikte, tarifelerin tekeli besledikleri açıktır. Birkaç fir­manın fiyatları karşılıklı olarak aralarında belirlemeleri, bunu çok sayıda firmanın yapabilmesinden çok daha ko­laydır ve genel olarak aynı ülkedeki işletmelerin araların­da böylesi bir anlaşmayı yapmaları, farklı ülkelerdeki iş­letmelerin gerçekleştirmesinden daha kolaydır. Ingiltere, iç piyasasının görece küçük olmasına ve çok sayıda fir­ma bulunmasına karşın ondokuzuncu yüzyıl boyunca ve yirminci yüzyılın başlarına kadar uyguladığı serbest tica­retiyle tekelin yayılmasından korunabilmişti. Tekel, İn­giltere’de serbest ticaret terk edildikten sonra, ilk kez Bi­rinci Dünya Savaşı’ndan sonra ve daha sonra da 1930’ların başında çok daha yoğun biçimde ciddi bir sorun ha­line gelmiştir.

Vergi yasalarının etkileri, çok daha dolaylı olmuştur ama kesinlikle daha önemsiz değildir. Kurumsal ve bi­reysel gelir vergilerinin, sermaye kazançlarına bireysel gelir vergisi adı altında yapılan özel uygulamayla olan bağlantısı temel unsurlardan biri olmuştur. Bir kurumun (kurumlar vergisine tabi şirketin) kurumlar vergisi dışın­da 1 milyon dolar kâr sağladığını varsayalım. Eğer bu 1 milyon doların tamamı hissedarlara kâr payı olarak dağı­tılırsa, onlar da bunu vergilendirileb'lir kazançlarına ek­lemek zorundadır. Bu gelirin ortalama yüzde 50’sini ge­lir vergisi olarak ödemek zorunda olduklarını varsaya­lım. Bundan sonra tüketime harcamak ya da biriktirmek ve yatırım yapmak için ellerinde sadece 500.000 dolar kalacaktır. Ama eğer kurum hissedarlara hiç kâr payı da­ğıtmazsa bünyesinde yatırım için kullanabileceği tam bir milyon doları var demektir. Böyle bir yeniden yatırım, hisselerin piyasa değerlerini artırma eğilimi gösterecek­tir. Dağıtım yapılması durumunda bu fonları biriktire­cek olan hissedarlar, bu durumda yalnızca hisselerini satıncaya kadar ellerinde tutarak bütün vergilerini erteleyebileceklerdir. Onlar gibi, kendilerine tüketim için ge­reken kazancı sağlamak üzere daha erken bir tarihte his­selerini satanlar da oransal olarak düzenli gelirlere uygu­lanandan çok daha düşük olan sermaye kazançları vergi­sini ödeyeceklerdir.

Bu vergi yapısı kurum kârlarının alıkonmasını teşvik etmektedir. İç yatırımla sağlanacak kazanç hisse sahibi­nin fonları dışarıda yatırım yaparak değerlendirmesin­den belirgin biçimde daha az olsa bile, vergi tasarrufun­dan dolayı iç yatırımı karşılayabilir. Bu da sermaye israfı­na, yani sermayenin daha verimli amaçlar yerine verim­lilik oranı düşük yerlerde kullanılmasına yol açar. Bu du­rum, İkinci Dünya Savaşı sonrasında firmaların kazanç­larına çıkışlar ararlarken gösterdikleri yatay çeşitlenme eğiliminin temel nedenidir. Aynı zamanda yeni girişimle­re oranla eski kurumlann güçlenmesinin kaynağını oluş­turmuştur. Mevcut kurumlann verimlilik oranı yeni iş­letmelere kıyasla daha düşük olabilir, yine de hissedarları elde edilen kazançlann kendilerine ödenmesini isteyerek bunları sermaye piyasası aracılığıyla yeni işletmelere ya­tırmaktan çok, yine onlara yatırmak eğilimindedirler.

işgücü tekelinin esas kaynağı devlet yardımları ol­muştur; yukarıda tartışılan ruhsat uygulamalan, yapı izinleri ve benzerleri gibi antitröst yasasından muaf olma, sendikalann sorumluluklannda kısıdamalar, özel yargı huzurunda yargılanma hakkı ve diğerleri gibi işçi sendikalarına özel dokunulmazlıklar tanıyan yasalar da ikinci bir kaynak olmuştur.

Belki de bu ikisine eşit ya da daha önemli olan, bir iş uyuşmazlığının yargılanmasında ele alınan eylemlere, başka koşullar altında aynı eylemler için uygulanacaklar­dan daha farklı standartlar uygulayan yasa yaptırımları ve genel kanaat ortamıdır. Eğer insanlar yoldan çıkmış bir şekilde ya da ağır kişisel öç alma amaçlı eylemleri sıra­sında arabaları devirir ya da malı mülkü yıkarlarsa, onla­rı bu eylemlerin yasal sonuçlarından korumak için kim­se kılını kıpırdatmayacaktır. Ama aynı eylemlere bir iş uyuşmazlığı sırasında girişirlerse rahatlıkla hiç zarar gör­meden kurtulabilirler. Eğer yetkililerin rızaları olmasay­dı, Sendikaların fiili ya da olası şiddet ya da baskıyı içe­ren eylemleri gerçekleşemezdi.

3.   Özel Hileli Anlaşmalar: Tekelin son kaynağı özel hileli anlaşmalardır. Adam Smith’in söylediğine göre, “aynı ticaret dalındaki insanlar eğlenmek ve oyalanmak için bile birbirleriyle çok nadir buluşurlar, ama bu gö­rüşmeler halka karşı fesat amacıyla yapılan gizli bir an­laşma ya da fiyatları yükseltmeye yönelik bir tertiple son bulur.”[25]

Bu nedenle bu tür hileli anlaşmalar ya da özel kartel anlaşmaları sürekli olarak artmaktadır. Yine de bu anlaş­malar devleti yardıma çağıramadıklan sürece genellikle istikrarsız ve kısa sürelidirler. Fiyatları yükselterek kartel oluşturulması dışarıdakiler için bu sanayiye girmeyi daha kârlı hale getirir. Bunun da ötesinde fiyatların artırılması yalnızca katılımcıların, çıktılarını belirli bir fiyattan üre­tim yapmak isteyecekleri miktarın altına indirmeleriyle mümkün olabileceği için her birinde çıktıyı artırabilmek için fiyatı kırma arzusu olacaktır. Tabii her biri diğerle­rinin anlaşmaya uyacaklarını umar. Yalnız bir ya da en çok birkaç “yan çizenin” bulunması -ki bunlar gerçekten kamu menfaatinedirkarteli kırmak için yeterlidir. Hele bir de kartelin uygulanmasına devlet desteği olmazsa o zaman oldukça kısa sürede başarıya ulaşacaklarına nere­deyse kesin gözüyle bakarlar.

Antitröst yasalarımızın esas rolü bu tür hileli anlaş­maları yasaklamak olmuştur. Bu konuya başlıca katkıla­rı fiili yargılamalardan çok, dolaylı etkileriyle olmuştur. Bunlar gözle görülebilen hileli anlaşma tertiplerinin, ör­neğin söz konusu amaç için açıkça bir araya gelmelerin yasaklanması şeklinde olmuş ve böylece de hileli anlaş­ma maliyederini artırmıştır. Daha önemlisi, ticareti kısıt­layıcı ve narh koyucu anlaşmaların mahkemelerce geçer­li olduğu yolundaki hukuk öğretisini yeniden doğrula­mışlardır. Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde, eğer bir grup iş­letme yalnızca ortaklaşa bir satış acentesi aracılığıyla sa­tış yapmayı ve bu anlaşmaya uymayan işletmelerin belir­lenmiş bir cezayı ödemesini içeren bir anlaşmaya girer­lerse mahkemeler bunu geçerli sayar. Bu tür bir anlaşma Birleşik Devletler’deki mahkemelerce geçerli sayılmaya­caktır. İşte bu farklılık, kartellerin neden Birleşik Devletler’den çok Avrupa ülkelerinde daha istikrarlı ve yaygın olduğunu açıklamaktadır.

UYGULANMASI GEREKEN DEVLET POLİTİKASI

Devlet politikası konusunda ilk ve acil gereklilik, is­ter işletme tekeli isterse işgücü tekeli olsun, tekeli do­laysız olarak destekleyen önlemlerin ortadan kaldırılma­sı, ayrıca yasaların hem işletmelere, hem de işçi sendika­sı benzerlerine tarafsız olarak uygulanmasıdır. Her ikisi de antitröst yasalarının hükümleri altında olmalıdır; şöy­le ki, her ikisi de mülkiyetin tahrip edilmesi ve özel fa­aliyetlere müdahale edilmesine ilişkin yasalar karşısında aynı şekilde işlem görmelidir.

Bunun ötesinde, tekel gücünün azaltılması yönün­de atılacak en önemli ve etkili adım, vergi yasalarında kapsamlı reformlar yapmak olacaktır. Kurumlar vergi­si kaldırılmalıdır. Bu yapılsa da yapılmasa da, kurumlardan kâr payı olarak ödenmemiş bireysel hissedarla­rın kazançlarını (dağıtılmamış kurum kârını) kendileri­ne mal etmeleri istenmelidir. Yani kurum bir kar payı ödeme çekini gönderirken, yanında bir de şu metni içe­ren bir belge göndermelidir: “Kurumunuz buradaki his­se başına çent olan kâr payınıza ek olarak tekrardan

yatırımda kullanılan kâr payımızdan da hisse başına ... . çent daha kazandırmıştır.” Bundan sonra da, bireysel hissedardan bu mal edilmiş ama dağıtılmamış kazançla­rını, hattâ kâr payını kendi vergi iadesinde bildirmesi is­tenmelidir. Kurumlar yine de bu parayı istedikleri kadar yeniden yatırımda kullanmakta özgür olmalıdırlar, ama bunu yapmak için hissedarların dışarıda kazanabilece­ğinden daha fazlasını iç yatırımda kazanabilmeleri dışın­da başka bir teşvik unsuru da olmayacaktır. Birkaç basit önlem bile, sermaye piyasalarını canlandırmak, işletme­yi harekete geçirmek ve etkin rekabeti artırmak için tetikleyici olacaktır.

Hiç kuşkusuz, bireysel gelir vergisi şimdi olduğu ka­dar yüksek oranda kademelendirildiği sürece olumsuz etkilerinden sakınmaya yardımcı olacak araçlar arama yolunda güçlü bir baskı her zaman var olacaktır. Yüksek oranda kademelendirilmiş gelir vergisi bu yolla olduğu kadar, dolaysız olarak da kaynaklarımızın etkin kullanı­mına ciddi bir engel oluşturacaktır. Uygun çözüm, yasa­larda satır aralarında saklı kaçamak araçların ortadan kal­dırılmasıyla birlikte yüksek oranların büyük ölçüde dü­şürülmesidir.

İŞ DÜNYASI V'E

İŞGÜCÜNÜN SOSYAL SORUMLULUĞU

Şirket yetkililerinin ve işçi liderlerinin kendi hissedar­larının ya da kendi üyelerinin çıkarlarına hizmet etmek­ten öteye giden bir “sosyal sorumluk”lan olduğu görü­şü yaygın bir kabul görmektedir. Bu görüş, özgür bir ekonominin karakter ve yapısı hakkında temel bir kav­ramsal yanlışa işaret etmektedir. Böyle bir ekonomide iş dünyasının yalnız ve yalnız tek bir sosyal sorumluluğu olabilir: Oyunun kuralları içinde kaldıkları sürece, kay­naklan kullanmak ve kârlannı artırmaya yönelik etkin­liklerde bulunmak, yani aldatma ve dolandırma olma­dan açık ve özgür bir rekabete girişmek. Sendika liderle-

tinin “sosyal sorumluluk”lan da, benzer biçimde üyele­rinin çıkarlarına hizmet etmektir. Bunların dışında bize düşen sorumluluksa, bireyin kendi çıkarlarını kollama­sına olanak tanıyan yasal çerçeveyi oluşturmaktır, yine Adam Smith’den alıntı yapacak olursak: Birey “aslında tamamen kendi iradesi dışında bir sona doğru görünmez bir el tarafından itilmektedir. Amacın bir parçası olmasa bile bu, toplum için her zaman kötü bir şey demek değil­dir. Kendi çıkarlarının peşinde koştuğu zaman kamunun çıkarlarına sağlayacağı fayda, gerçekten kamunun çıkar­larına hizmet etmek için yaptıklarının sağladığı faydadan çok daha fazladır. Kamu yararına ticaret yaptıklarını söy­leyenlerin iyi bir şey yaptıklarını hiç görmedim.”2

Eğer şirket yetkilileri hissedarları hesabına olabildi­ğince çok para kazanmaktan başka bir toplumsal sorum­luluğu benimsemiş olsalardı, o zaman bazı eğilimler öz­gür toplumumuzun temel kurumlannın altını oyabilirdi. Bu, temelde yıkıcı olan bir öğretidir. Eğer işadamlarının hissedarlarına en fazla kârı sağlamaktan başka bir top­lumsal sorumlulukları varsa, bunun ne olduğunu nere­den bilecekler? Kendi kendini seçmiş özel bireyler top­lumsal çıkarın ne olabileceğine karar verebilirler mi? O toplumsal çıkara hizmet edebilmek için kendilerinin ya da hissedarlarının omuzlarına bu kadar ağır bir sorum­luluk yüklemelerinin haklılığına kendileri karar verebilir­ler mi? Vergilendirme, harcama ve denetleme gibi kamu işlevlerinin konumlarından dolayı özel kişiler tarafından seçilmiş ve o sırada belirli girişimlerin başında olan kişi­ler tarafından, keyfi biçimde uygulanmasına göz yumulabilir mi? Eğer işadamları hissedarların hizmetinde ol­

’’ İbid., bk, IV, Bölüm 11, p. 421

maktan çok, vatandaşlara hizmet edeceklerse o zaman bir demokraside şirket hissedarları da er ya da geç seçim ve atama gibi kamu teknikleriyle seçilebilirler.

Ve bu olay gerçekleşmeden çok önce de karar ver­me yetkileri ellerinden alınmış olacaktır. Başkan Kennedy’nin 1962 Nisanında Birleşik Devletler Çelik Şirke­tinin çelik fiyatlarına yaptığı zammı, halkın öfke göste­risi üzerine iptal etmesi ve çelik yetkililerinin vergi in­celemesinden başlayıp antitröst davalarına kadar varan çeşitli düzeylerdeki misillemelerle tehditte bulunmaları canlı bir örnektir. Bu, Washington’da toplanan sınırsız güçlerin yaptıkları gösteriler nedeniyle çarpıcı hale gelen bir olaydır. Hepimiz bir polis devletinin aslında ne den­li güçlü olduğunun farkına vardık. Bu olay şimdi ele al­mış olduğumuz noktayı da açığa kavuşturmaktadır. Sos­yal sorumluluk öğretisinin iddiasına göre, eğer çelik fiya­tı bir kamu karan olacaksa, o zaman özel olarak belirlen­mesine izin verilemez.

Öğretinin bu örnekte görülen belirli ve günümüzde en çok göze çarpan yönü, iş ve işgücü çevrelerinin bir fi­yat enflasyonundan kaçınabilmek amacıyla fiyat ve üc­ret düzeylerini aşağıda tutmaya ilişkin sözde sosyal so­rumluluklarıdır. Herhangi bir zamanda fiyatlann yukarı­ya doğru çıkması yönünde bir baskı olduğunu varsaya­lım. Tabii sonuçta bu durum para miktarındaki bir artışı da yansıtacaktır. Her işadamı ve işçi liderinin de söz ko­nusu sorumluluğu üstlenmeye hazır olduğunu ve böylece herhangi bir fiyatı yükselmekten alıkoymakta başarılı olabileceklerini de düşünürsek, işte o zaman açık bir enf­lasyon olmadan gönüllü bir fiyat ve ücret kontrolü sağ­lanmış olur. Bunun sonuçlan neler olabilir? Çıkacak so-

nuç açıkçası mal darlıkları, işgücü darlıkları, el altı piya­saları ve karaborsalardır. Eğer malların ve işçilerin pay­laştırılması fiyatlarla yapılamayacaksa bunu sağlayabile­cek bazı başka araçlar bulunmalıdır. Seçeneklere göre tahsis düzenlemeleri özel olarak yapılabilir mi? Belki, bir süre için küçük ve önemsiz bir bölgede yapılabilir. Ama eğer söz konusu mallar çok sayıda ve önemliyse, o za­man malların tahsisinin devlet eliyle yapılması, ücret po­litikası ve işgücünün yer yerleştirilmesiyle dağıtılması ko­nularında devlet tarafından önlem alınması yönünde ke­sin bir baskı ve büyük olasılıkla da karşı konulamaz bir baskıyla karşılaşılacaktır. Fiyat denetimleri, ister yasalar­la ister gönüllü olarak yapılsın, eğer etkili biçimde uygu­lanabilirse, er ya da geç özgür girişim sisteminin yıkılma­sına ve yerini merkezden yönetim sistemine bırakması­na yol açacaktır. Üstelik enflasyonun önlenmesinde bile etkili olamayacaktır. Tarih, fiyatların ve ücretlerin ortala­ma düzeylerini belirleyen şeyin, işadamlarının ya da işçi­lerin açgözlülüğü değil, ekonomideki para miktarı oldu­ğuna ilişkin kanıtlarla doludur. Hükümetler her zaman, işlerini -ki bunlar arasında paranın kontrolü de vardıryürütürken kendi yetersizliklerinden ve insana özgü, so­rumluluğu başkalarına atma eğilimlerinden kaynaklanan nedenlerle, iş ve işgücü çevrelerinden kendi kendilerini kısıtlamalarını isterler.

Sosyal sorumluluk alanında, kişisel çıkarları da et­kilediği için değinmeyi görev saydığım bir diğer konu, iş çevrelerinin hayırsever etkinlikleri ve bunlar arasın­da özellikle de üniversiteleri desteklemek için bağışlarda bulunmaları gerektiği şeklindeki iddiadır. Bir özgür giri­şim toplumunda bu tür şirket bağışlan şirket fonlarının

uygunsuz kullanımından başka bir şey değildir.

Şirket, sahibi olan hissedarlarının bir aracısıdır. Şir­ket bir bağışta bulunmakla, hissedarı kendisine ait fon­ları dilediği gibi kullanmaya karar verebilmekten alıkoy­maktadır. Kurumlar vergisi ve bağışların vergiden indi­rilebilmesi olanağıyla, hissedarlar şirketin kendi adlarına bir bağışta bulunmasını isteyebilirler, çünkü böylece çok daha büyük bir bağışta bulunmaktan kurtulabilecekler­dir. En iyi çözüm kurumlar vergisinin kaldırılması ola­caktır. Kurumlar vergisi kalsa bile, hayır ve eğitim bu­rumlarına yapılacak bağışların vergiden düşülebilmesini haklı gösterebilecek bir şey yoktur. Bu tür bağışlar toplumumuzda mülkiyetin nihai sahibi olan bireyler tarafın­dan yapılmalıdır.

Şirketlerin bu tür bağışların vergiden düşülen mik­tarını özgür girişim adına artırmakta ısrar eden kişiler, temelde kendi kişisel çıkarlarına karşı çalışmaktadırlar. Çağdaş işletme kavramına sık sık yapılan olumsuz bir eleştiri, mülkiyetle denetlemenin birbirinden ayrılığı il­kesine yöneliktir; öyle ki şirket, hissedarlarının çıkarla­rına hizmet etmeyen sorumsuz yetkilileriyle, kendine özgü bir yasa uyarınca artık bir toplumsal kurum olmuş­tur. Bu suçlama doğru değildir. Ama izlenen politikanın şu anda gösterdiği gelişime bakılırsa, şirke derin hayır iş­lemek amacıyla yardımlarda bulunmalarına izin verilme­si ve bunlar için gelir vergisinden indirimler yapılabilme­si mülkiyetle denetimi gerçek anlamda birbirinden ayır­maya ve toplumun temel doğal karakterini yıkmaya doğ­ru adımlar atılmaktadır. Bu, bireysel toplumdan bir adım uzağa ve tek vücut bir devlete doğru atılan bir adımdır.

Bölüm 9

Çalışma Ruhsatı Uygulamaları

Ortaçağ lonca sisteminin yıkılması, Batı dünyasında özgürlüğün doğması için atılması gereken ilk adımlardan biriydi. Liberal fikirlerin zaferinin bir işaretiydi bu ve ondokuzuncu yüzyıl ortalarında İngiltere ve Birleşik Dev­letlerde yaygın bir şekilde, Avrupa’da ise daha dar kap­samda, insanlar resmî ya da yan resmî bir izin belgesi ol­maksızın diledikleri ticareti ya da mesleki uğraşı sürdüre­bilmekteydiler. Son yıllarda ise bir gerileme bazı meslek­lerin icra edilebilmesi için özel bireylere özel lisans zo­runlulukları gibi kısıtlamalar getirilmiştir.

Bireylerin kendi kaynaklannı diledikleri gibi kullan­ma özgürlüğüne konan bu kısıtlamalar onlann hakları açısından önemlidir. Aynca da ilk iki bölümde geliştir­diğimiz ilkelere uygulanabilecek farklı türden sorunlara neden olmaktadır.

Önce genel olarak sorunun, daha sonra tıp uygula­maları örneği üzerinde duracağım. Tıp alanını seçmemin nedeni, kısıtlamalar için en güçlü gerekçelerin ileri süriilebildiği alan olarak görünmesidir; ne de olsa kof iddia­ları yıkmak insana pek de fazla bir şey öğretmez. İnsan­ların çoğunun, hattâ büyük olasılıkla liberallerin çoğu­nun tıp mesleğinin yalnızca eyalet tarafından ruhsat ve­rilen kişilerce uygulanması gerektiğine inandıklarından

kuşkuluyum. Tıp alanında ruhsatlandırma gerekçesinin diğer birçok alandan daha sağlam olduğunu kabul edi­yorum. Yine de erişeceğim sonuçlar, liberal ilkelerin tıp alanında bile ruhsatlandırmayı haklı görmeyeceği ve eya­letin tıp alanındaki ruhsatlandırmasının istenen sonuç­lan vermediği şeklinde olacaktır.

İNSANLARIN GİRİŞEBİLECEĞİ EKONOMİK ETKİNLİKLERDE DEVLETİN AYNI ANDA

HER YERE UYGULANAN KISITLAMALARI

Ruhsatlandırma çok daha genel ve fazlasıyla yaygın bir fenomenin özel bir durumudur; bireylerin atanmış bir eyalet yetkilisinin koyduğu koşullar dışında belirli bir ekonomik etkinliğe girişemeyeceklerini emreder. Orta­çağ lonca sistemi, hangi bireylerin belirli meslekleri sür­dürebileceklerini açıkça saptayan özel bir örnektir. Hin­distan’ın kast sistemi de diğer bir örnektir. Kısıtlamalar, kast sisteminde esnaf loncaları sisteminden hatırı sayılır ölçüde daha dar bir kapsamda olmak üzere, açıkça dev­let tarafından değil, daha çok genel toplumsal gelenekle­re bağlı olarak uygulanırdı.

Kast sisteminde, her bireyin mesleğinin, tümüyle içinde doğduğu kast tarafından belirlendiği şeklinde yay­gın bir inanış vardır. Bir iktisatçıya göre böyle bir siste­min mümkün olamayacağı apaçıktır, çünkü bu sisteme göre kişilerin belirlenen mesleklere dağılımı, hiçbir ta­lep koşuluna bağlı olmadan ve yalnızca doğum oranla­rına bağlı olarak katı bir biçimde düzenlenir. Tabii, sis­temin çalışma yolu bu değildi. Gerçek ve bugün bile bir ölçüde geçerli olan durum, sınırlı sayıda mesleğin belir­li kastların üyeleri için ayrılmış olmasıydı, ama bu kastla­rın her üyesi söz konusu mesleklere girmemiştir. Tarım

gibi, çeşitli kastlardan üyelerin girişebileceği bazı genel uğraş alanları da olmuştur. İşte bunlar, farklı meslekler­den insanların hizmet talebine göre arzlarını ayarlanma­sına olanak sağlamıştır.

Günümüzdeki tarifeler, adil ticaret yasaları, ithal ko­taları, üretim kotaları, sendikaların istihdamla ilgili kı­sıtlamaları ve benzerleri bu tür bir fenomenin örnek­lerindendir. Bunların hepsinde, belirli bireylerin belir­li etkinliklere hangi koşullar altında girişebileceği resmî bir yetkili tarafından belirlenir; bu, bir yerde bazı birey­lerin başkalarıyla anlaşma yapabilmesine izin veren ku­rallar anlamı taşır. Bu örneklerin olduğu kadar ruhsat­landırmaların da ortak özelliği, yasaların bir üretici grup adına yürürlüğe konmasıdır. Ruhsatlandırmalarda bu ge­nellikle bir meslek grubudur. Diğer örneklerdeyse üret­tiği belirli bir ürün için tarife isteyen bir gruptur. Örne­ğin zincirleme mağazaların rekabetinden korunmak iste­yen bir küçük perakendeciler grubu ya da petrol üretici­leri, çiftçiler veya çelik işçilerinden oluşan bir grup ola­bilir. Mesleki ruhsatlandırma artık iyice yaygınlaşmışUr. Bildiğim en iyi özet araştırmanın yazan Walter Gell­horn’a göre, “1952’ye kadar lokantalar ve taksi şirketleri gibi ‘kişinin kendi işi olanlar’ hariç, 80’den fazla bağım­sız meslek eyalet yasalanyla ruhsatlandınlmıştır ve eyalet yasalanna ek olarak, çok sayıda belediye tüzükleri de bu­lunmaktadır. Radyo operatörleri ve hayvan panayın ko­misyon acenteleri gibi değişik mesleklerin federal karar­nameler uyannca ruhsat gerektirmesine değinmeye bile gerek yok. 1938’de bile tek bir eyalet, Kuzey Carolma, yasalarını 60 mesleği kapsayacak şekilde genişletmişti. Eyalet yasasının etki alanına eczacılar, muhasebeciler ve

mimarların, baytarlar ve kütüphanecilerin girdiğini öğ­renmek kimseyi şaşırtmayabilir. Ama harman makine­si operatörlerinin ve kırıntı tütün tacirlerinin bile ruh­satlandırılması gerektiğini keşfetmek inşam eğlendirmez mi? Ya yumurta sınıflandırıcılannın ve kılavuz köpeği eğiticilerinin, zararlılarla mücadelecilerin ve yat satıcıla­rının, ağaç budayıcılarının ve kuyu kazıcılarının, kiremit döşeyicilerin ve patates yetiştiricilerininkine ne demeli? Peki ya kıllanma uzmanlarına ne dersiniz? BNu mesle­ğin Connecticut’da ruhsatlandırılan uzmanlan, ciddi unvanlanna yaraşır bir vakarla aşın ve göze güzel görün­meyen kıllan yoluyorlar[26]

Böylesi ruhsat uygulamalan yasalaştınlırken, yasa koyuculan ikna etmeye yönelik savlar, her zaman kamu yarannı koruma gereğini öne süren gerekçeler olmakta­dır. Bununla birlikte, bir mesleğin ruhsata bağlanması­na ilişkin yasa çıkartma baskısı, endet olarak o meslek dalının üyelerince dolandınlmış ya da bir biçimde kötü­ye kullanılmış kamu üyelerinden gelir. Tam tersine bu baskılar istisnasız o mesleğin üyelerinden gelmektedir. Hiç kuşkusuz, onlar müşterinin ne kadar sömürülebileceğini herkesten daha iyi bilirler ve belki o nedenle de bu uzmanlık bilgilerine sahip çıkma hakkı isteyebilmektedirler.

Benzer şekilde, ruhsadandırma düzenlemeleri he­men hiç istisnasız ruhsatlandınlacak mesleğin üyeleri ta­rafından denetlenmeyi içerir. Bir yerde bu bile doğaldır. Eğer tesisatçılık mesleği, müşterilere iyi hizmet verebile­

cek düzeyde yeterlilik ve yetenekteki kişilerle sınırlandı­rılacaksa, o zaman kimin ruhsat alabileceğinin değerlen­dirmesini de yine yalnızca tesisatçılar yapabilecektir. İşte bu nedenle de, ruhsat verme yetkisindeki kurullar ya da başka bir organ, neredeyse istisnasız olarak çoğunlukla tesisatçılardan, eczacılardan, doktorlardan ya da ruhsatlandınlacak meslek neyse onun üyelerinden oluşur.

Gellhorn’un işaret ettiği diğer noktalar şunlardır; bu­gün bu ülkede faaliyet gösteren mesleki ruhsatlandırma kurullarının yüzde 75’j tümüyle ilgili mesleğin ruhsat­lı uygulayıcılarından oluşuyor. Bu mesleğe girerken ta­şınması gereken nitelikler ve ruhsat sahiplerinin uyma­sı gereken kurallar gibi birçok karan verme hakkına sa­hip olan bu, çoğu yan-zamanh memur olan erkek ve kadınlann bu işten son derece önemli ekonomik çıkarlan olabilir, u er kek ve kadınlann, ki çoğu yanm gün çalışan memurlardır, bu mesleğe girişte gerekenler ilişkin bir­çok karann verilmesinde ve ruhsat sahiplerinin uyacak­ları standartlann belirlenmesinde doğrudan ekonomik çıkarlar olabilir. Daha önemlisi, onlara kural olarak bu meslekler içinde örgütlü gruplann temsilcileridir. Genel­likle bu gruplar tarafından valilik ya da başka makamlar­ca yapılacak atamalara aday gösterilirler. Bu atama çoğu zaman tamamen formalitedir. Bu formalite sık sık mes­leki birliğin doğrudan atama yapması sonucu atlanır. Ör­neğin Kuzey Carolina’da tarihçiler, Alabama’da dişçiler, Virginia’da psikologlar, Maryland’da sağlık uzmanlan ve Washington’da avukatlar bu şekilde atanır.[27]

Bu nedenle ruhsatlandırma çoğu kez, devletin o iş­kolu üyelerine yetki aktardığı ortaçağ loncası türünden bir düzenleme yaratır. Uygulamada kimin ruhsat alabi­leceğine ilişkin kriterlerin belirlenmesinde göz önünde bulundurulan özellikler, meslekten olmayan birinin gö­züyle bakıldığında, mesleki yeterlilikle hiçbir ilgisi yok­muş gibi görülür. Bu hiç de şaşırtıcı değildir. Eğer bazı bireyler başka bireylerin bir mesleği icra etmeye çalışma­ları hakkında karar vermek durumundaysa, her tür konu dışı özellik işe karışabilir. Ancak bu konu dışı özellikle­rin neler olabileceği, ruhsat verme kurulunu oluşturan üyelerin kişiliklerine ve zamanın havasına bağlıdır. Gellhorn, komünist yıkım korkusunun ülkeyi kasıp kavur­duğu bir dönemde, çeşitli mesleklerde ne tür bir bağlı­lık yemininin gerekli olduğuna dikkati çekerek şöyle yaz­maktadır: “1952’deki bir Teksas kararnamesine göre ec­zacılık ruhsatı için başvuran bir adayın Komünist Par­tisi üyesi olmadığına ya da böyle bir partiyle yakın iliş­kide bulunmadığına; böyle bir ideolojiye inanmadığına ve buna inanan ve Birleşik Devletler Hükümetini zor kullanarak ya da anayasa dışı herhangi bir yolla yıkmayı öğreten ya da böyle bir amaca yardım eden bir grubun veya örgütün üyesi olmadığına ve bunları destekleme­diğine yemin etmesi gerekmektedir.” Böyle bir yemin­le eczacıları ruhsatlandırma yoluyla korunması amaçla­nan kamu sağlığı arasındaki ilişki her nasılsa biraz çapra­şık görünmektedir. Dahası, Indiana’da profesyonel bok­sörlerden ve güreşçilerden bile yıkıcı olmadıklarına dair yemin etmelerinin istenmesi nasıl haklı gösterilebilir ki? Washington D.C.’de bir ortaokul müzik öğretmeni, ko­münist olduğu anlaşıldıktan ve bu nedenle istifaya zor­landıktan sonra piyano akortçusu olurken bile zorluk­larla karşılaşmıştı, çünkü gerçekten de ‘komünist disip-


 

lin’e bağlıydı. Washington eyaletinde veterinerler komü­nist karşıtı bir yemin imzalamadıkça hasta bir inek ya da kediye bakamazlar.”[28]

Kişinin komünizme karşı tutumu her ne olursa ol­sun, ruhsatlandırmada aranan niteliklerle sağlanması dü­şünülen amaç arasında daha çok zorlama bir ilişki ku­rulmuştur. Böylesi niteliklerin nelere kadar varabileceği bazen gülünç bile olabilmektedir. Gellhorn’dan birkaç alıntı daha belki komik öğeleri görmenizi sağlayabilir.[29]

En ilginç düzenlemelerden biri, birçok yerde ruhsat uygulanan bir ticaret dalı olan berberliğe uygulanan bir dizi ayarlamalardır. Her ne kadar başka eyaletlerin ka­rarnamelerinde benzeri bir ifade tarzı yasal ilan edilmiş­se de, Maryland mahkemelerince geçersiz ilan edilen bir yasadan bir örnek şöyledir: “Mahkeme, işe yeni başlaya­cak berberlerin ‘hijyen, bakterioloji, saç, cilt, tırnak, kas ve sinir dokubilimi, kafa, yüz ve ense yapısı, sterilizasyon ve antiseptiklerle ilgili temel kimya, cilt, saç, salgı bezleri ve tırnak hastalıkları, saç kesme, sakal tıraşı, saç­ların taranması, şekil verilmesi, boyanması, renginin açıl­ması konularında da temel bilimler eğitimi görmüş ol­ması gerektiğini öngören yasal hükümden etkilenmek yerine üzüntü duymuştur.”[30] Berberlerle ilgili yasal dü­zenlemelerden bir alıntı daha: “1929’daki berberlik yö­

netmelikleriyle ilgili bir incelemede örnek alınan on se­kiz eyaletten hepsinde çıraklık gerekli görülmekle bir­likte, bir tekinde bile isteklilerin bir ‘berber okulu’ndan mezuniyetini öngören yasal bir hüküm yoktu. Günü­müzdeyse eyaletler, aletlerin sterilizasyonu gibi ‘teorik konular’da en az (ve genellikle de çok daha fazla) bin sa­atlik eğitim veren bir berberlik okulundan mezuniyette, ayrıca bunu bir çıraklık döneminin izlemesi gerektiğinde ısrar etmektedirler.”[31]

Aktarılan bu sözlerin, mesleklerin ruhsata bağlan­ması sorununun, devlet müdahalesi sorununun önem­siz bir görüntüsü olmaktan öte bir anlam taşıdığını açık­ça gösterdiğine inanıyorum. Öyle ki bu, bu ülkede birey­lerin girişebilecekleri etkinlikleri seçebilme özgürlükle­rinin ciddi biçimde ihlalidir ve kapsamın genişletilmesi yolunda yasa koyucuların ardı arkası kesilmeyen baskı­sıyla, çok daha ciddi bir tehdit olma yolundadır.

Ruhsatlandırmaya neden gidildiğini ve böylesine özellikli yasaları yürürlüğe koyma eğiliminin hangi ge­nel politik sorunu açığa çıkardığını belirtmeden, ruhsat­landırmanın yararlarını ve zararlarını tartışmak hiçbir işe yaramaz. Berberlerin diğer berberlerden oluşturulmuş bir komite tarafından onaylanmasını öngören çok sa­yıdaki farklı eyalet yasasının çıkarılması, böylesi bir ya­sanın aslında kamu çıkarına olduğuna hiç de ikna edici bir kanıt değildir. Elbette açıklaması daha farklıdır; üre­tici bir grup, politik açıdan bu konuya, tüketici bir grup­tan daha çok yoğunlaşmıştır. Bu sık sık açıkça işaret edi­len ve yine de öneminin vurgulanmasında aşırıya gidile­meyecek bir noktadır.[32]

Hepimiz hem bir üretici, hem de bir tüketiciyiz. Bu­nunla birhkte, etkinliklerimizde tüketici olmaktan çok, üretici olarak uzmanlaşmış ve dikkatimizin daha büyük bir bölümünü bu yöne adamışızdır. Gerçekten de mil­yonlarca değilse bile binlerce çeşit mal tüketiyoruz. Bu­nun sonucuysa, berber ya da sağlık uzmanlan gibi aynı ticaret dalındaki insanların hepsinin kendi ticaretleriy­le ilgili sorunlara yoğun bir ilgileri ve enerjilerini bunla­ra yönelik bir şeyler yapabilmek için adama istekleri var­dır. Öte yandan, aramızda berber kullananlarımız ara­lıklı olarak berbere gider ve gelirimizin yalnızca pek kü­çük bir bölümünü berber dükkanlanna harcarız. İlgimiz rastlantısaldır. Aramızdan herhangi birinin berberlik uy­gulamalarının kısıtlanmasındaki haksızlığı açığa vurmak üzere yasa koyuculara başvurmak için zaman ayırmak is­teme olasılığı pek azdır. Aynı olay gümrük engelleri için de söz konusudur. Belirli tarifelerde özel çıkarları ol­duğunu düşünen gruplar, konunun kendileri açısından önemli olduğu noktasında bir araya gelmiş yoğun grup­lardır. Kamu çıkarıysa genellikle yayılmıştır. Bu neden­le özel çıkarların baskısını dengeleyici herhangi bir genel düzenlemenin yokluğunda, üretici grupların yasalaştır­ma eylemine etkileri her zaman çok daha güçlü olacak­tır ve bunu birbirinden farklı, çok yaygın tüketici çıkarla­rı izleyecektir. Gerçekten de bu açıdan bakıldığında, bil­mece, neden bu kadar çok sayıda saçma ruhsat yasasının çıkarıldığı değil de, neden daha da fazlasının çıkanlamadığıdır. Bireylerin burada ve diğer ülkelerde var olmuş ve halen de var olan devlet kontrollerinden göreli bir öz­gürlüğü nasıl olup da elde edebildikleri bir bilmecedir.

RUHSATLANDIRNIANIN YARATTIĞI

POLİTİK SORUNLAR

Kontrolün üç değişik seviyesini birbirinden ayırmak gerekir: Bu seviyelerin birincisi tescil, İkincisi belgelen­dirme, üçüncüsü ruhsatlandırmadır.

Tescilden, bireylerin belirli türdeki etkinliklere giri­şirken adlarını bazı resmî kütüklere yazdırmalarını ön­gören düzenlemeler anlaşılmalıdır. Adını listelere yaz­dırmak isteyen herhangi bir kişinin o etkinliğe girişme hakkının geri çevrilmesine neden olabilecek hiçbir koşul yoktur. Kişiden bir kayıt ücreti ya da vergi sınıflandırma­sına göre bir tescil harcı alınabilir.

İkinci basamak belgelendirmedir. Devlet dairesi, bir bireyin belirli yetenekleri olduğunu belgelendirebilir, an­cak böyle bir belgesi olmayan insanların da bu yetenek­lerini kullanarak herhangi bir mesleği icra etmelerini hiç­bir şekilde engelleyemez. Örneğin, muhasebecilik bun­lardan biridir. Birçok eyalette, serbest muhasebeci ola­rak belgelendirilmiş olsun ya da olmasın, herhangi bir insan muhasebecilik yapabilir, ancak yalnız belirli bir sı­navı başarabilmiş kişiler adlarıyla birlikte BSM unvanı­nı kullanabilir ya da işyerlerine belgeli serbest muhase­beci olduklarını belirten bir tabela koyabilirler. Belgelen­dirme çoğunlukla arada kalmış bir basamaktır. Eyalederin çoğunda serbest muhasebecilerin etkinlik düzeyleri­ni kısıtlayıcı yönde bir eğilim olmuştur. Böyle etkinlik­lerde belgelendirme değil, ruhsatlandırma yapılmakta­dır. Bazı eyaletlerde, “mimar” unvanı yalnızca belirtil­miş bir sınavı başarabilmiş kişilerce kullanılabilir. Bu bir belgelendirmedir. Başka kişileri, konut yapımında belir­li bir ücret karşılığında insanlara danışmanlık yapmak-

tan alıkoyamaz.

Üçüncü basamak asıl ruhsatlandırmanın kendisidir. Bu, bireyin bir mesleğe girmek için kabul edilmiş bir yetkili merciden ruhsat almasını öngören düzenlemedir. Ruhsat yalnızca bir formalite olmaktan öte bir şeydir. Yeterliliğin gösterilerek kanıtlanmasını ya da görünüş­te yeterliliğin kanıtlanması için tasarlanmış bazı sınavla­rın verilmesini gerektirir; bunun yanında ruhsatı olma­yan herhangi bir insanın uygulamaya girişme yetkisi ol­madığı gibi, kişi eğer bir uygulamaya girişirse, para ya da hapis cezasına çarptırılabilir.

Dikkat çekmek istediğim soru şudur: Hangi koşul­lar -tabii böyle koşullar varsaaltında şu ya da bu basa­maktan birini haklı görebiliriz? Bana göre tescilin libe­ral ilkelerle tutarlı olarak haklı gösterilebileceği üç daya­nak vardır.

İlk olarak, diğer hedeflere ulaşmaya yardımcı olabilir. Bunu şöyle açıklayabilirim: Polisler genellikle şiddet ey­lemleriyle birlikte akla gelirler. Olay olduktan sonra, si­lah kullananların yakalanması esastır. Olay olmadan önceyse, ateşli silahların, onları yasadışı amaçlar için kul­lanabilecek kişilerin eline geçmemesinin sağlanması is­tenir. Ateşli silah satan mağazaların tescil edilmesi bu amaca hizmet edebilir. İzin verirseniz, daha önceki bö­lümlerde birkaç kez değindiğim bir noktayı yinelemek istiyorum: Bir düzenlemenin haklı olduğuna karar ve­rebilmek için bu çizgiler çerçevesinde haklı olabileceği­ni söylemek hiçbir zaman yeterli değildir. Liberal ilke­ler ışığında avantajlar ve dezavantajlar bilançosu kurul­malıdır.

İkincisi, tescil, bazen vergilendirmeyi kolaylaştıran

bir araç olmaktan başka bir şey değildir. Bundan sonra ortaya çıkacak sorular, bu verginin gerekli görülen dev­let hizmetlerinin finansmanında kullanılacak gelirleri ar­tırmak için uygun bir yöntem olup olmadığı ve tescilin vergi tahsilatını kolaylaştırıp kolaylaştırmadığıdır. Bun­lar ya tescili yaptıran kişiye bir vergi yüklendiği için ya da tescil yapan kişi bir vergi tahsildarı olarak kullanıldı­ğı için gerçekleşir. Örneğin, çeşitli tüketim mallarının sa­tışı üzerinden alınan bir verginin tahsil edilebilmesi için, vergiye konu edilecek malların satışını yapan bütün yer­lerin bir listesinin ya da bir kütüğünün bulunması gere­kecektir.

Tescili haklı gösterme olasılığına, yani ana ilgi ko­numuza en yakın olan üçüncüsüyse tescilin tüketicile­ri dolandırıcılığa karşı koruyabilecek bir araç olabilmesi­dir. Genel olarak, liberal ilkeler, akiderin uygulanmasın­da yetkiyi devlete verir ve dolandırıcılıksa akitlerin ihlali demektir. Gönüllü anlaşmalara müdahale nedeniyle or­taya çıkabilecek dolandırıcılığa karşı kişinin kendini ön­ceden korumak amacıyla epey ileriye gitmesi gerektiği kuşkuludur elbette. Ancak dolandırıcılık yapılmasına yol açabilecek öyle etkinlikler olabilir ki, bu etkinliklere gi­riştiği bilinen kişilerin bir listesinin önceden hazır bulun­ması istenebilir. Örneğin, taksi işletmesi şoförlerin tescil edilmesi. Geceleyin birini arabasına almış bir taksi şofö­rü onu soymak için çok iyi bir fırsat yakalamış olabilir. Böylesi bir eylemin önüne geçebilmek için taksicilik işi­ne girişmiş kişilerin bir isim listesinin bulunması istene­bilir; hepsine birer numara verilir ve bu numaraları taksi araçlarına koymaları istenir, böylece saldırıya uğrayan ki­şinin yalnızca o numarayı anımsaması yeterli olabilecek­tir. Burada bireyleri başka bireylerin şiddetinden koru­mak için sadece polis gücü yetecektir ve belki de bunun için en elverişli yöntem olacaktır.

Belgelendirmeyi haklı göstermek çok daha zordur. Nedeni, serbest piyasanın bunu kendi başına yapabile­cek olmasıdır. Bu sorun ürünler için olduğu kadar in­sanların hizmetleri için de geçerlidir. Birçok alanda kişi­lerin yeterliliklerini ya da belirli bir ürünün kalitesini bel­gelendiren özel belgelendirme acenteleri vardır. İyi Ev Hizmederi işareti, bir özel belge düzenlemesidir. Sınaî ürünlerde belirli bir ürünün kalitesini belgelendiren özel tahlil laboratuarları vardır. Tüketici ürünlerindeyse tüke­tici tahlil acenteleri vardır; bunlann ABD içerisinde en iyi bilinenleri Tüketiciler Birliği ve Tüketici Araştırmalan’dır. Better Business Bureaus belirli mallann kalitelerini belgelendiren gönüllü bir örgüttür. Teknik okullar, ko­lejler ve üniversiteler kendi mezunlannın kalitesini bel­gelendirirler. Perakendecilerin ve mağazalann bir işlevi de sattıklan pek çok malın kalitesini belgelendirmektir. Tüketici mağazaya karşı güven geliştirir ve mağaza da bu güveni hak edebilmek için sattığı mallann kalitesini araş­tırmaya teşvik olur.

Bazı durumlarda, belki de çoğu durumda, belgelen­dirmenin gizli tutulmasının güç olması nedeniyle, birey­lerin belgelendirme için para ödemek istemeleri duru­munda gönüllü belgelendirmenin sürdürülmesi müm­kün olmayabilir. Konuya esas itibariyle patentler ve te­lif haklannda değinildiği gibi, sorun bireylerin başkala­rına sağladıktan hizmetlerin değerini atabilecekleri bir durumda olup olmadıktandır. Ben kişileri belgelendir­me işine girişmiş olsam, sizi belgelendirmem karşılığın­da bana bir ödeme yapmanızı zorlayacak etkili bir yol bulamayabilirim. Eğer belgelendirme bilgilerimi birisi­ne satacak olsam, onun da bunu başkalarına aktarması­nın önüne nasıl geçebilirim? Bu nedenle kişiler bir öde­me yapılması gerektiğinde bu hizmet için ödeme yapma­yı isteseler bile, belgelendirme konusunda etkili bir gö­nüllü alışveriş sağlamak mümkün olmayabilir. Bu sorun­dan, diğer türdeki komşuluk etkilerinde yaptığımız gibi, bir çaresini bulup kurtulabilmenin bir yolu belgelendir­menin devlet eliyle yapılmasıdır.

Belgelendirmenin haklılığını gösterecek diğer bir ola­sı gerekçe tekel nedenlerine dayanır. Belgelendirmenin maliyeti, bilginin aktarıldığı kişi sayısından oldukça ba­ğımsız olduğu için, belgelendirmenin bazı teknik tekel yönleri de vardır. Yine de bu durumdan dolayı tekelin hiçbir şekilde kaçınılmaz olduğu anlaşılmamalıdır.

Ruhsatlandırmanın haklı gösterilmesiyse bana çok daha zor görünmektedir. Çünkü ruhsatlandırma, birey­lerin gönüllü anlaşmalara girme haklarının önüne set çe­kilmesine doğru yol almaktadır. Her ne kadar bir libera­lin devlet faaliyetinin uygunluğu anlayışı içinde kabul et­mesini zorunlu kılan, ruhsadandırmayı haklı gösterecek bazı gerekçeler varsa da, yine de her zaman olduğu gibi, avantajlar dezavantajlarla karşılıklı tartılmalıdır. Bir libe­ral açısından ana argüman komşuluk etkilerinin varlığı­dır. En basit ve en açık örnek, “yetersiz” bir sağlık uz­manının bir salgın hastalığın başlamasına neden olabile­ceğidir. Yalnızca kendi hastasına zarar verdiği sürece, bu durum hastasıyla o sağlık uzmanı arasındaki bir gönül­lü anlaşma ve alışverişi ilgilendiren bir sorun olacaktır. Bu konuda müdahaleyi gerektirebilecek herhangi bir ne­den yoktur. Bununla birlikte, eğer sağlık uzmanı hasta­sına kötü bakarsa, bir salgın hastalığın yayılarak o anda­ki ilişkiye hiç karışmamış üçüncü kişilerin de zarara uğ­rayabileceği ileri sürülebilir. Böyle bir olayda, söz konu­su hasta ve sağlık uzmanı da dahil olmak üzere herkesin, böyle salgınların ortaya çıkmasını engelleyebilmek için tıp uygulamalarının “yeterli” kişilerle sınırlandırılmasına boynan eğmesi akla uygun bir durumdur.

Uygulamada ruhsatlandırma savunucularının en baş­ta ileri sürdükleri himayeci argüman bu değildir. Birey­lerin kendilerine hizmet verecek kişileri, ki bu sağlık uz­manı, tesisatçı ya da berber olabilir, layıkıyla seçmekte yeteneksiz oldukları ileri sürülür. Bir insanın bir sağlık uzmanı seçerken akıllı bir seçim yapabilmesi için onun da bir sağlık uzmanı olması gerekir. İşte bu nedenle ço­ğumuzun yeteneksiz olduğu, dolayısıyla da kendi bilgi­sizliğimizden korunmamız gerektiği öne sürülür. Bu du­rum, seçmen yönümüzün tüketici yönümüzü kendi bil­gisizliğimize karşı, insanlara yetersiz sağlık uzmanlarının ya da tesisatçıların ya da berberlerin hizmet etmesini ön­leyerek koruması gerektiğini ileri sürmeye kadar gider.

Buraya kadar tescil etme, belgelendirme ve ruhsat­landırma hakkında ileri sürülen argümanları sıraladım. Anılan her üç olayda da, avantajlann karşısına konması gereken yüksek toplumsal maliyetlerin bulunduğu orta­dadır. Bu toplumsal maliyederden bazıları daha önce be­lirtilmişti. Şimdi bunlardan tıp dahndakileri daha ayrıntı­lı olarak göstereceğim, ama önce bunları genel hadarıyla tanıtmak yararlı olabilir.

Tescil, belgelendirme ya da ruhsatlandırmadan han­gisi olursa olsun, bu önlemlerden herhangi birinin en

göze batan toplumsal maliyeti, özel bir üretici grubun kamu zararına bir tekel konumunu elde etmek için bunu araç olarak kullanmasıdır. Bu sonuçtan kaçınabilmenin hiçbir yolu yoktur. Şu ya da bu şekildeki yasal yöntemle­re dayalı kontrollerle bu sonucun çıkmaması tasarlana­bilir, ama bunlardan hiçbirinin tüketici çıkarından daha büyük olan üretici yoğunlaşmasından doğan sorunu or­tadan kaldırması pek olası değildir. Böylesi bir düzenle­meyle en yakından ilgilenecekler, ki bunlar uygulanma­sında ve yönetiminde en çok baskı yapacak olanlardır, yine o belirli mesleğin ya da ticaretin içindeki insanlar olacaklardır. Kaçınılmaz bir sonuç olarak tescilin belge­lendirme, belgelendirmenin ise ruhsatlandırma şeklinde genişlemesi için «üreteceklerdir. Bir kez ruhsatlandırma­ya ulaşıldığında ise, ilgili yönetmelikleri zayıflatma yö­nünde gelişmiş kişilerin etkili olmasını engellemeye ça­lışacaklardır. Böylelerine ruhsat verilmeyecektir. Bu ne­denle de başka mesleklere girmek zorunda kalarak ilgi­lerini yitireceklerdir. Hiç değişmeyen bir sonuç, mesleğe girişlerin meslek üyelerinin denetiminde bulunması, do­layısıyla da bir tekel konumunun oluşturulmasıdır.

Bu açıdan belgelendirme çok daha az zararlıdır. Eğer belge alanlar kendi özel belgelerini “kötüye kullanılırsa”; eğer o ticaretin üyeleri belgelendirmede aranan koşulla­rı güçleştirerek yeni başlayanları gereksiz yere zora ko­şar, böylece uygulamacıların sayısını çok fazla azaltırlar­sa, belgeli ve belgesizler arasındaki fiyat farkı, kamunun belgesiz uygulamacılara yönelmesine yetecek kadar çok açılır. Teknik deyimlerle, belgeli uygulamacıların hiz­metlerine olan talep esnekliği oldukça büyük, kendi özel konumlarının avantajını kullanarak kamunun geri kalamm sömürebilme olanaklarının kapsamıysa oldukça dar olacaktır.

Sonuç olarak, ruhsadandırma yapılmadan belgelen­dirmek, tekelleşmeye karşı bir hayli korunmayı içeren bir uzlaşma ortamıdır. Dezavantajları da vardır, ama ruhsat­landırmanın alışılmış argümanlarının ve özellikle hima­yeci argümanlarının yalnız başına hemen hemen tümüy­le karşılandığına dikkat edilmedir. Eğer ileri sürülen ar­güman bizim iyi bir uygulamacıyı ayırt edemeyecek ka­dar bilgisiz olduğumuz şeklindeyse o zaman gerekli olan tek şey ilgili bilginin ortaya konmasıdır. Eğer bütün bi­lincimizle hâlâ belgesiz birisine gitmek istiyorsak, o za­man o bizim bileceğimiz bir iştir; bundan sonra kalkıp da bilgimiz yoktu diye yakınamayız. Meslek üyesi olma­yan kişiler tarafından ruhsatlandırmayı destekleyici sav­lar belgelendirmeyle böylesine tam olarak karşılandığın­dan, ben şahsen belgelendirme yerine ruhsadandırmanın haklı gösterebileceği herhangi bir olayın bulunması­nın zor olduğu görüşündeyim.

Tescil işleminin bile gözle görülür toplumsal mali­yetleri vardır. Bu bir düzen doğrultusunda atılan öylesi­ne bir adımdır ki, bu düzende her birey bir kimlik belge­si taşımak ve yapmayı tasarladığı işlere girişmeden önce yetkililere bilgi vermek zorundadır. Dahası, daha önce de belirtildiği gibi, tescil, belgelendirme ve ruhsatlandırmaya doğru atılmış ilk adım olma eğilimini göstermektedir.

TIBBİ RUHSATLANDIRMA

Tıp, uzun bir zamandan beri uygulaması yalnızca ruhsat almış kişilerle sınırlandırılmış bir meslektir. Hiç düşünmeden sorulacak olan “Yetersiz tıp doktorlarının uygulamaya girmelerine izin vermeli miyiz?” sorusu sa­dece olumsuz bir yanıtı kabul eder gibi görünmektedir. Ama üzerinde biraz durmamızı sağlayacak ikinci bir dü­şünce daha eklemek istiyorum.

Her şeyden önce ruhsadandırma, tıp mesleğini yürü­tebilecek kişilerin sayısını kontrol edebilecek bir anah­tar görevi yapar. Bunun neden böyle olduğunu anlaya­bilmek için tıp mesleğinin yapısı üzerinde biraz durmak gerekir. Amerikan Tıp Cemiyeti belki de Birleşik Dev­letlerdeki en güçlü sendikadır. Bir sendikanın gücünün özü, belirli bir mesleğe girişebilecek kişilerin sayısını kı­sıtlayabilirle gücünde yatar. Bu kısıtlama, başka koşul­lar altında başarılabileceğinden daha yüksek oranda bir ücret düzeyini uygulatabilme gücüyle de dolaylı yoldan gerçekleştirilebilir. Eğer ücret düzeyi bu şekilde uygulatılabilirse, iş bulabilecek kişilerin sayısı azaltılmış olacak­tır. Bu kısıdama tekniğinin kendine özgü dezavantajları vardır. Her zaman o mesleğe girmeye çabalayan, hoşnut olmayan insanların oluşturduğu bir grup bulunacaktır. Eğer bir sendika, kapsadığı meslek dalına girmek isteyen kişilerin -ki bunlar o dalda iş bulmak için her zaman ça­balayacaklardırsayısını doğrudan sınırlandırabilirse çok daha iyi yapmış olur. Böyle bir durumda aksi huylu ve memnuniyetsiz olanlar daha işin başında dışarıda tutula­rak, sendikanın onlarla uğraşması gerekmeyecektir.

Amerikan Tıp Cemiyetinin konumu da budur. Mes­leğe girme olanağı olan kişilerin sayısını sınırlandırabilecek bir sendikadır. Bunu nasıl gerçekleştirmektedir? Asıl kontrol daha tıp okuluna giriş basamağında yapılmakta­dır. Tıp okulları, Amerikan Tıp Cemiyetinin Tıp Eğitimi ve Hastaneler Danışma Kurulunca onaylanır. Bir tıp oku­lunun Danışma Kumlunun onaylanmış okullar listesinde yer alabilmesi ve bu konumu koruyabilmesi için onun ön­göreceği standartlara uyması gerekmektedir. Kurul, sayı­nın azaltılması yönünde bir baskının bulunduğu çeşitli ta­rihlerdeki etkinliğiyle gücünü göstermiştir. Örneğin, Tıp Eğitimi ve Hastaneler Danışma Kurulu 1930’lardaki ge­rileme sırasında çeşitli tıp okullarına bir mektup göndere­rek, öğrenci sayısının, eğitimin layıkıyla verebileceği sayı­nın çok üzerine çıktığını yazmıştır. Daha sonraki bir ya da iki yıl içinde, okulların hepsi -biraz da bu tavsiyenin etki­siyledurum ve koşullara dayanan çok güçlü kanıtlar gös­tererek aldıkları öğrenci sayısını azalttılar.

Kumlun onayının önemi neden bu denli büyüktür? Gücünü kötüye kullandığı dummlarda, onaylanmanmış okullar neden ayağa kalkmazlar? Bunun vanıtı açıktır: Birleşik Devletler eyaletlerinin hemen hepsinde bir ki­şinin tıp uygulamasında bulunabilmesi için ruhsat almış olması, bu ruhsatı sağlayabilmek için de onaylanmış bir okuldan mezun olmuş olması gerekir. Hemen hemen bütün eyaletlerde onaylanmış okulların listeleri, Ame­rikan Tıp Cemiyetinin Tıp Eğitimi ve Hastaneler Da­nışma Kumlunca onaylanmış okulların listesiyle özdeş­tir. işte, ruhsat koşulunun mesleğe girişte etkili bir anah­tar olmasının nedeni budur. Bunun çift yönlü bir etkisi vardır. Bir yanda, ruhsatlandırma komisyonlarının üye­leri her zaman tıp doktorudur, dolayısıyla da kişiler daha ruhsat için başvuru aşamasında bir ölçüde kontrol altına alınabilmektedirler. Bu kontrolün geçerliliği, tıp okulu basamağında yapılan kontrole göre daha kısıtlıdır. Ruh­sat gerektiren mesleklerin hemen hepsinde, insanlar bir defadan daha çok giriş onayı almayı deneyebilirler. Eğer

bir kişi yeterince uzun bir süre ve yasal yetkiler çerçeve­sinde yeterince denerse, er ya da geç başarıya ulaşması mümkündür. Eğitimi için gereken zaman ve parayı za­ten harcadığı için de, bu denemeyi sürdürmesi için güç­lü bir motivasyonu vardır. Bir insanın ancak eğitimini ta­mamladıktan sonra devreye giren ruhsat koşullan, mes­leğe giriş maliyetlerini yükselteceği için, okula girişi de fazlasıyla etkileyecektir. Çünkü ruhsatı elde etmek çok daha uzun bir zaman alabilir ve başanya ulaşma konu­sunda da biraz belirsizlik her zaman vardır. Ancak mali­yetteki bu artış, bir insanı daha meslek hayatının başlan­gıcında engellemek yoluyla girişi kısıtlamak kadar etkili değildir. Kişi daha tıp okuluna giriş basamağında denir­se sınavlarda asla aday olamayacak, dolayısıyla sınav ba­samağında başa bela olması da hiçbir zaman söz konu­su olmayacaktır. Bu nedenle bir meslekteki kişi sayısı­nın kontrolünü ele geçirebilmenin etkili bir yolu, mesle­ki okullara girişin kontrolünü ele geçirmektir.

Tıp okullanna kabulün denedenmesi ve daha son­ra ruhsadandırma, mesleğe girişi kısıdamanın iki yolunu oluşturmaktadır. En belirgin olan yol elbette başvuran­ların çoğunu geri çevirmektir. Daha az belirgin, ama bü­yük olasılıkla çok daha önemli olanıysa, gençleri cesare­tini okullara girmeyi denemeyecekleri kadar kırmak için çok yüksek giriş ve lisans standartlan koymaktır. Her ne kadar birçok eyalet yasası tıp okulundan önce yalnız iki yıllık bir yüksek okul eğitimi öngörse de, girenlerin yak­laşık yüzde yüzü dört yıllık bir yüksek okul eğitiminden geçmişlerdir. Benzer şekilde, tıp eğitiminin kendisi de aynı doğrultuda, özellikle daha zorlu koşullardaki dok­torluk stajı düzenlemeleriyle daha da uzatılmıştır.

Yeri gelmişken, her ne kadar bu yönde ilerliyorlarsa da, avukatlar mesleki okullara giriş denetimi konusun­da doktorlar kadar başarılı olamamışlardır. Bu başarısız­lığın nedeni ilginçtir. Amerikan Barolar Birliğinin onay­lanmış okullar listesinde yer alan okulların hemen hepsi tam gün eğitim yapan okullardır; aralarında onaylanmış gece eğitimi yapan bir okul neredeyse hiç görülmez. Öte yandan, bir diğer olgu da eyalet yasa koruyucularının ço­ğunun gece eğitimi yapan bir okuldan mezun olmala­rıdır. Eğer oylarını mesleğe girebileceklerin onaylanmış okul mezunu olması gerekir şeklinde bir kısıtlama geti­rerek kullanmış olsalardı, o zaman kendilerini de yeter­sizler sınıfında değerlendirmeleri gerekecekti. Kendi ki­şisel yeterliliklerinin azımsanması konusundaki bu istek­sizlikleri, hukukun tıbbı taklit edebilme başarısını kısıt­lamada ana etken olmuştur. Şahsen uzun yıllardan beri hukuk mesleğine kabul edilmek için gerekli nitehkler ko­nusunda hiçbir yoğun çalışma yapmamakla birlikte, bu kısıdamanın yine de işlev görmez hale geldiğini anlamış bulunuyorum. Öğrencilerin olanakları genişleyip bollaştıkça, tam gün eğitim yapan hukuk okullarına devam edenlerin sayısı da artmakta, bu da yasa koyucuların ni­teliğini değiştirmektedir.

Tekrar tıbba dönecek olursak; onaylanmış okullar­dan mezun olma koşulunun mesleğe girişte en önem­li mesleki denetim kaynağı olduğu söylenebilir. Meslek bu denetimi sayılan sınırlamada kullanmıştır. Yanlış an­laşılmayı önlemek için, tıp mesleğinin ayrı ayrı üyeleri­nin, tıp mesleğinin liderlerinin ya da Tıp Eğitimi ve Has­taneler Danışma Kurulundaki yetkililerin kasıtlı olarak kendi gelirlerini artırmak amacıyla mesleğe girişi kısıt-

lamaya gittiklerini söylemek istemediğimi belirtmek is­tiyorum. İşler bu şekilde yürümez. Bu insanlar gelirle­rini artırabilmek amacıyla mesleğe girenlerin sayısını kı­sıtlamak isteseler dahi bunu yaparken şöyle bir gerek­çe ileri süreceklerdir: Mesleğe çok fazla kişinin alınma­sı durumunda kendi gelirlerinin düşeceğini ve istedikle­ri oranda gelir elde edebilmek için ahlaki olmayan yön­temlere başvurmak zorunda kalacaklarını söyleyecekler­dir. Ahlaka uygun uygulamaların sürdürebilmesi için tek çıkar yolun ise, kişilere tıp mesleğinin yararlılığına ve ge­rekliliğine yaraşır düzeyde bir gelir sağlamak olduğunu ileri süreceklerdir. İtiraf etmeliyim ki, bu durum bana hem ahlaki açıdan, hem de olaylara dayanalı nedenler­le her zaman karşı çıkılabilir görünmüştür. Tıp liderleri­nin, ahlaklı olmaları için kendilerine ve meslektaşlarına bir bedel ödenmesi gerektiğini açığa vurmaları çok ga­rip olurdu. Ve eğer durum böyle olsaydı, o zaman öde­necek fiyatın herhangi bir sının olacağından kuşku du­yarım. Görünürde, yoksullukla namuslu olmak arasında küçük bir ilişki vardır. Aslında bunun tam tersi olması beklenirdi; namussuzluk her zaman bir kâr sağlamayabi­lir ama ara sıra sağladığı da kuşkusuzdur.

Mesleğe girişlerin kontrol altında tutulmasına, yalnız Büyük Buhran gibi işsizliğin yüksek ve gelirlerin görece düşük olduğu dönemlerde, anılan çerçeve içinde açıkça mantığa uydurulan bir açıklama getirilebilir. Olağan za­manlardaysa kısıtlamanın mantıklı açıklaması daha farklı olacaktır. Bu durum, tıp mesleği üyelerinin, aslında mes­leğin “kalite” standartlan olarak benimsedikleri şeyi yük­seltmeyi amaçladıktan biçiminde açıklanacaktır. Bu açık­lamadaki eksiklik, genel olarak yapılan ve bir ekonomik sistemin çalışma şeklinin doğru kavranmasını engelleyen bir hatadır, yani teknik verimlilikle ekonomik verimlilik arasında bir ayrım yapamama hatasıdır.

Avukadarla ilgili şu öykü bu noktayı herhalde ay­dınlatacaktır. Okullara girişle ilgili sorunların tartışıldı­ğı bir avukatlar toplantısında arkadaşlarımdan biri, giri­şi kısıtlayan standartlara karşı otomotiv sanayinden bir benzetme yapmış. Eğer otomotiv sanayi hiç kimsenin düşük kalitede araba kullanmaması gerektiğini ileri sürseydi ve bu nedenle de Cadillac standardını sağlayama­yan hiçbir üreticinin üretim yapmasına onay verilmeme­sini öngörseydi, anlamsız bir şey yapılmış olmaz mıydı? diye sormuş. Katılan üyelerden biri ayağa kalkıp benzet­meye katıldığını söyleyerek, “Pek tabii, her ne pahasına olursa olsun Cadillac avukatlardan başkası ülkenin işine gelmez!” demiş. İşte mesleki tutum da bu yönde. Üye­ler yapılan işin yalnız teknik nitelikleriyle ilgilenirler ve eğer bu durum sonuçta bazı insanların hiçbir tıbbi hiz­met alamamalarına neden olsa dahi, tıp doktorlarımızın yalnızca birinci sınıf doktorlardan oluşması gerektiği ile­ri sürülür. Bununla birlikte, insanların “en uygun” tıbbi hizmeti almaları gerektiği şeklindeki görüş her zaman kısıdayıcı bir politikaya, yani tıp doktorlarının sayısını dü­şük tutmaya yönelik bir politikaya yol açar. Tabii, çalış­makta olan tek gücün bu olduğunu ileri sürmek istemi­yorum, ancak bu türden düşünceler çoğu iyi niyetli dok­toru, eğer böyle iç rahatlatıcı mantıksal bir bahaneleri olmasaydı, daha ilk elde bir tarafa atıvereceği politikalar doğrultusunda davranmaya yönlendirir.

Kalitenin, kısıtlamayı desteklemek için bir gerekçe olmayıp yalnızca mantıksal bir bahane olduğunu gös­termek kolaydır. Amerikan Tıp Cemiyetinin Tıp Eğiti­mi ve Hastaneler Danışma Kurulu, yetkilerini kaliteyle hiçbir ilişki bulunmayan yollarla kısıtlama yapmak için kullanmışlardır. Bunun en basit örneği çeşitli eyaledere, tıp uygulaması yapabilecek kişilerde yurttaş olma özelli­ğinin aranması yönünde yaptığı tavsiyedir. Yapılacak tıb­bi çalışmaların yurttaşlıkla ilişkili olduğunun kabul edil­mesini anlaşılmaz buluyorum. Fırsat düştükçe uygulat­mayı denedikleri benzeri bir gereklilikse, ruhsatlandır­ma sınavının İngilizce olarak yapılması zorunluluğudur. Her zaman çarpıcı bulduğum bir kanıt, Cemiyetin gü­cünü ve yetkisini olduğu kadar kaliteyle ilişki yoksunlu­ğunu da ortaya koyan bir sayıdır. 1933’ten sonra Alman­ya’da Hider iktidara geldiğinde, Almanya, Avusturya ve diğer ülkelerden yurt dışına, tabii aralarında Birleşik Devletler’de çalışmak isteyen doktorların da bulunduğu, büyük bir beyin göçü olmuştu. 1933’ü izleyen beş yıl­lık süre içinde, Birleşik Devletler’de çalışma izni verilen yurt dışı eğitimli doktor sayısı, 1933’ten önceki beş yılın toplamıyla aynıdır. Bu durumun, olayların doğal akışının bir sonucu olmadığı açıktır. İlave doktor sayısının saldı­ğı endişe, yabancı doktorlarda aranması gereken özellik­lerin iyice zorlaş tınlmasına yol açmış, bu da onlara aşın yüksek maliyetler yüklemiştir.

Tıp mesleğine, doktorlann sayısını kısıtlayabilme yet­kisi veren anahtarın ruhsatlandırma olduğu açıktır. Bu aynı zamanda tıbbın idare edildiği yollarda meydana gelen teknolojik ve organizasyon değişikliklerini kısıtlama gücü de sağlayan bir anahtardır Amerikan Tıp Cemiyeti toplu tıbbi muayenehanelerin ve önceden ödenmiş tıbbi planla­rın her zaman karşısında olmuştur. Bu yöntemlerin iyi ve kötü yanları olabilir, ama bunlar insanların istedikleri za­man denemekte özgür olmaları gereken buluşlardır. Tıb­bi uygulamanın düzenlenmesinde en uygun yöntemin ke­sinlikle bağımsız bir doktorun uygulaması olduğunu ileri sürmek bir temele dayandırılamaz. Toplu uygulama ola­bilir, hattâ kurumsal da olabilir. Yönetim bütün çeşitlerin denenmesine olanak veren bir sistem olmalıdır.

Amerikan Tıp Cemiyeti böyle atılımlara karşı diren­miş ve yasaklanmalarında etkili olmuştur. Cemiyet bu gü­cünü, ruhsatlandırmanın, hastanelerde çalışma izinlerinin denetlenmesini sağlaması sayesinde dolaylı olarak elde et­miştir. Tıp Eğitimi Kurulu ve Hastaneler Danışma Kuru­lu hastaneleri olduğu gibi okulları da onaylar. “Onaylan­mış” bir hastanede çalışma izni alacak bir tıp doktorunun genel olarak önce kendi ilçe tıp cemiyetinden ya da has­tane yönetim kurulundan onay almış olması gerekir. Ne­den onaylanmamış bir hastane kurulamaz? Çünkü şu an­daki ekonomik koşullar bir hastanenin çalışabilmesi için behrli sayıda stajyer bulundurulmasını gerektirir. Eyalet yasalarının çoğu, uygulama izni alacak adayların belirli öl­çüde stajyerlik deneyimi bulunmasını ve bu deneyimin “onaylanmış” bir hastanede kazanılmış olmasını öngö­rür. “Onaylanmış” hastaneler listesi, genellikle Tıp Eği­timi ve Hastaneler Danışma Kurulunun listesiyle özdeş­tir. Bunun sonucu olarak, ruhsatlandırma yasası Cemiye­te, okullarda olduğu gibi hastaneler üzerinde de denetim olanağı verir. İşte bu, çeşitli tipteki toplu uygulamanın en­gellenmesinde Cemiyetin çok başarı olarak kullanabildiği bir anahtardır. Bazı gruplar, birkaç olayda bundan kurtu­labilmeyi başarabilmişlerdir. Washıngton çevresinde ba­şarıya ulaşabilmelerinin nedeni, federal antitröst yasalanna dayanarak Amerikan Tıp Cemiyetine karşı dava açabil­meleri ve davayı kazanabilmeleri olmuştur. Diğer birkaç olayda ise özel nedenlerle başarı kazanabilmişlerdir. Bun­lara karşın, toplu uygulamalara olan eğilimin Cemiyetin karşı koymalarıyla frenlendiğinden hiç kuşku duyulma­ması gerekir. Tam yeri gelmişken, Cemiyetin karşı çıktığı tek toplu uygulama tipinin önceden ödenmiş toplu uygu­lama olması da ilginç bir noktadır. Bunun ekonomik ge­rekçesi, farklı fiyatlandırmaya gidilebilmesi olasılığını or­tadan kaldırması gibi görünüyor.[33]

Mesleğe girişteki kısıtlamanın özünü ruhsatlandırma­nın oluşturduğu ve bunun da ağır toplumsal maliyetler getirdiği açıktır; bunlar hem tıp uygulamasında bulunmak isteyen ama bunu yapmaktan alıkonan bireylere, hem de satın almak istediği tıbbi hizmetten yoksun bırakılan ve onu satın almaktan alıkonan kamuya yüklenmektedir. Şu soruyu sormama izin verin: Ruhsatlandırmanın, var oldu­ğu söylenen iyi bir sonucu var mıdır aslında?

Her şevden önce, yeterlilik standartlarını gerçekten yükseltmekte midir? Mesleğin şimdiki uygulanma biçi­miyle yeterlilik standartlarını yükseltemeyeceği, bazı ne­denlerden dolayı açıknr. Öncelikle, herhangi bir alana girmeye bir engel koyarsanız, bu alana girmek için tür­lü yollar arama dürtüsünü de ortaya çıkarırsınız ve tabii, tıp da bir istisna değildir. Osteopati* ve kiropati** mes­leklerinin ortaya çıkması, tıbba girişin kısıtlanmasıyla ta­mamen ilişkisiz değildir. Tam tersine, bu anılanların her biri, bir yere kadar, girişe konan kısıtlamanın etrafından dolaşma yolunu bulma atılımıdır. Her biri sırayla, kendi­lerine ruhsatlandırma ve kısıtlandırma getirilmesi yolun­da ilerlemektedir. Varılmak istenen sonuç, değişik dü­zeylerde ve türde uygulamalar yaratmak ve tıbbi uygula­ma olduğu söylenen şeyle onu ikame eden osteopati, kiropati, inançla iyileştirme ve benzerleri arasındaki farkı ortaya koymaktır. Bu seçenekler pekala, tıbba giriş kısıt­lamaları bulunmaması durumunda var olacak tıp uygula­malarından daha düşük bir kalitede olabilirler.

Daha genel olarak, eğer doktorların sayısı olabilece­ğinden daha azsa ve hepsi de tümüyle meşgulse -ki ge­nellikle öyledirlerbu durumdan eğitilmiş doktorların yapabildikleri tıbbi uygulama toplamının da yapılabile­cek olandan daha az olduğu anlamı çıkar, yani bir yerde daha az adam-saat toplamında uygulama yapılabilmekte­dir. Bunun alternatifi, herhangi biri tarafından yerine ge­tirilebilecek, belli bir eğitime dayanmayan uygulamadır; bu da hiçbir profesyonel niteliği bulunmayan kişiler ta­rafından yapılabilir ve bazı yerlerde de yapılması gerek­lidir. Dahası, durum iyice aşırıya kaçmıştır. Eğer “tıbbi uygulama” yalnızca ruhsatlı pratisyenlerle sınırlandırıla­caksa, o zaman tıbbi uygulamanın ne olduğunun tanım­lanması gerekir; kaldı ki, işe adam doldurma yalnız de­miryollarına özgü bir şey de değildir. Yetkisiz tıbbi uygu­lamaları yasaklayan tüzükler yorumlanırken, birçok şey yalnızca ruhsatlı doktorların tekeline verilmiştir, oysa bunlar rahatlıkla teknisyenler ve Cadillac tıp eğitimi gör­memiş diğer yetenekli insanlar tarafından da kusursuzca yerine getirilebilir. Olası tüm örnekleri sıralamaya yeter­li bir teknisyen değilim. Ancak konuya eğilenler tara fin dan söylendiğini bildiğim bir durum, eğilimin “tıbbi uy­gulama” kapsamının sürekli genişletilerek aslında teknis­yenlerin kusursuzca yapabilecekleri faaliyetlerin de da­hil edilmesi yönünde olduğudur. Uzmanlık eğitimi gör­müş doktorlar zamanlarının hatırı sayılır bir bölümünü, rahatlıkla başkaları tarafından yapılabilecek işlerde kul­lanmaktadırlar. Bunun sonucundaysa tıbbi özene ayrılan zaman şiddetle azalmaktadır. Bu durumla ilişkili olarak, tıbbi özenin kalite ortalamasının, gösterilen özen kalite­sinin basit ortalamasının alınmasıyla bulunamayacağını artık birileri anlamalıdır; bu bir tıbbi uygulamanın geçer­liliğini yalnız kurtulanlara bakarak değerlendirmeye ben­zer; kısıtlamaların özen ölçüsünü azalttığı olgusu göz önünde bulundurulmalıdır.

Anlamlı bir değerlendirmeyle, ortalama yeterlilik dü­zeyinin kısıtlamalar nedeniyle düştüğü sonucu da ortaya çıkarılabilir.

Bütün bu yorumlar bile yeterince açıklayıcı değildir, çünkü durumu zamanın belli bir kesitinde değerlendir­mekte ve zaman içindeki değişmeleri hesaba katmamak­tadır. Herhangi bir bilim ya da konudaki ilerlemeler, ge­nellikle çok sayıdaki aykırı kişiler, şarlatanlar ve o dalda hiçbir yeri olmayan insanlar arasından birinin yaptığı işin bir sonucu olarak ortaya çıkar. Eğer meslekten birisi de­ğilseniz, şu andaki koşullar altında tıp alanında araştır­ma ve deneylere girişmeniz çok zordur. Ama eğer mes­lekten biriyseniz ve meslek içinde iyi bir konumda kal­mayı istiyorsanız, yapacağınız deneylerde kendinizi cid­di biçimde sınırlamanız gerekir. Bir “İnançla İyileştiri­ci” kendini saf hastalara kabul ettirebilen bir şarlatan­dan başka bir şey olmayabilir, ancak belki bunlann bin ya da binlercesinin arasından birisi, tıp için önemli bir ilerlemeyi ortaya çıkarabilecektir. Bilim ve bilgiye giden çok çeşitli yol vardır; uygulamayı tıp denen şeyle kısıtla­mak ve bunu da belirli bir grubun -ki bu grup genellik­le baskın çıkacak inanca bağlılığa boyun eğmek zorun­dadırtekeline verme eğilimimizin etkisinin, yapılagelen deneylerin miktarını azaltmak, dolayısıyla da bu alandaki bilginin gelişme hızını azaltmak şeklinde olacağı kesin­dir. Tıbbın içeriği için geçerli olan şeyler, daha önce de ortaya konduğu üzere, düzenlenmesi için de geçerlidir. Bu konuyu aşağıda daha da açacağım.

Ruhsatlandırma ve onunla yakın ilişkisi olan tıp uy­gulamalarındaki tekelin uygulama standartlarını düşür­me eğilimi gösterdiği bir başka yol daha vardır. Bunun doktor sayısındaki azalma, eğitilmiş doktorların top­lam çalışma saatlerinin daha az önemli işlerde harcan­ması, araştırma ve geliştirme teşviklerindeki azalma gibi nedenlerle ortalama özen kalitesini düşürdüğünü daha önce ortaya koymuştum. Bunlardan başka, doktorların yanhş tedavilerinin onlara ödettirilmesini, özel bireyle­re daha da zorlaştırdığı için de düşürmektedir. Bireyi ye­tersiz ülkelere karşı koruma yollarından biri, sahtekarlı­ğa karşı korunma ve yanhş tedaviye karşı mahkemele­re de dava açabilme hakkıdır. Bazı davalar açılmıştır ve doktorlar daha ne kadar yanlış tedavi sigortası ödeye­ceklerinden bir hayli yakınmaktadırlar. Tıp cemiyetleri­nin uyanıklığı olmasaydı yanhş tedavi davaları olabilece­ğinden bir kat daha çok sayıda ve daha başarılı olurdu. Bir doktorun diğer bir meslektaşına karşı tanıklık yap­masını sağlamak eğer “onaylanmış” bir hastanede çalış­ma hakkının elinden alınması gibi bir yaptırımla karşıla­

nabilecekse hiç de kolay olmaz. Lehte ya da aleyhteki ta­nıklıklar genellikle tıp cemiyeti tarafından oluşturulmuş bir komitenin üyeleri tarafından yapılır, tabii, her zaman olduğu gibi bunlar hastaların sözde çıkarları doğrultu­sunda olur...

Bu etkileri göz önüne alındığında ruhsatlandırma­nın tıbbi uygulamaların hem nitelik hem de nicelikleri­ni azalttığına; tıp doktoru olmak isteyenlerin bu fırsat­larını azaltıp onları daha az çekici buldukları meslekle­re girmeye zorladığına; kamuyu daha az doyurucu tıb­bi hizmetlere daha çok ödeme yapmak durumunda bı­raktığına; hem tıbbin içeriğinin hem de tıbbi uygulama­ların düzenlenmesinde teknolojik gelişmelerin ilerleme­sini engellediğine inanıyorum. Bunlardan çıkardığım so­nuç, ruhsadandırmanın tıp uygulamalarında bir zorunlu­luk olmasına son verilmesidir.

Tüm bunlar söylendikten sonra, sanırım okuyucu­ların çoğu, bu konulan tartıştığım birçok kişi gibi şunlan söyleyeceklerdir: “Ama yine de, bir tıp doktorunun kalitesi hakkında bir kanıtı elde etmenin başka nasıl bir yolu olabilir ki? Maliyetlerle ilgili söylediklerinin hepsine katılsak bile, kamuya hiç değilse asgari kalite güvence­si sağlamanın tek yolu yine de ruhsatlandırma değil mi­dir?” Buna verilecek yanıt kısmen, insanlann kendi tıp doktorlannı artık bir ruhsatlı doktorlar listesinden rastgele bir isim seçerek bulmadıklarıdır; bir bölümü de yir­mi otuz yıl önce olduğu gibi bir kişinin bir sınavı verme yeteneğinin artık bir kalite güvencesi olmamasıdır. Bun­lardan dolayı ruhsadandırma artık güvencenin, en azın­dan asgari kalitenin asıl ya da başlıca kaynağı olmaktan çıkmıştır. Ama esas yanıt bundan çok daha farklıdır. Ya­nıt, sorunun kendi içinde açığa çıkan kurulu düzenin zorbalığı ve piyasanın doğurganlığıyla, meslekten olma­dığımız alanlarda, hattâ biraz olsun bilgimizin bulundu­ğu alanlarda bile, düş gücümüzün yetersizliğidir. İzin ve­rin size meslek tekel gücünün kullanmamış olması du­rumunda tıbbın nasıl bir gelişme göstermiş olabilece­ğini ve hangi kalite güvencelerinin ortaya çıkabileceği­ni göstereyim.

Herhangi bir kimsenin, sahtekarlık ve savsaklama sonucu başkalarına vereceği zarardan doğacak yasal ve malî sorumlulukları dışında hiçbir kısıtlamayla karşı­laşmadan, tıp uygulamasına girişmekte özgür olduğu­nu varsayalım. Sanırım, tıptaki gelişmelerin tümü daha farklı olurdu. Şimdiki tıbbi bakım piyasası, engellendi­ği şekliyle, farkın neler olabileceği hakkında bazı fikir­ler verebilir. Hastanelerle bağlantılı olarak, toplu muaye­nehaneler aşırı derecede büyümüş olacaktı. Bireysel mu­ayenehanelerle devlet ya da hayır kurumlannın yönetti­ği kurumlaşmış büyük hastaneler yerine, tıbbi ortaklıklar ya da şirketler, yani tıp ekipleri gelişmiş olabilirdi. Bun­lar teşhis ve tedavi için, hastaneler dahil, merkezi tesis­ler kurabilirlerdi. Bazıları bir olasılıkla, bugünkü hastane sigortasını, sağlık sigortasını ve toplu tıbbi uygulamala­rı tek bir pakette toplayan önceden ödeme şekliyle hiz­met verecekler, diğerleriyse her ayn hizmet için ayrı üc­retler alacaklardı. Ve tabii çoğu da her iki ödeme yönte­mini birlikte kullanacaklardı.

Bu tıp ekipleri -onlara departmanlı tıp mağazaları da diyebilirsinizhastalarla üp doktorları arasında bir aracı görevi yapacaklardı. Uzun ömürlü ve sarsılmaz kalabil­mek için güvenilirlik ve kalite saygınlığı kazanmaya çok

önem vereceklerdi. Aynı nedenlerle tüketiciler de onla­rın saygınlıklarını tanımaya başlayacaklardı. Tıp doktor­larının kalitesini değerlendirebilecek şekilde uzmanlaş­mış yetenekleri bulunacaktı; o kadar ki, departmanlı ma­ğazaların şimdi çoğu üründe yaptığı gibi, onlarda bu ko­nuda kendi tüketicilerinin acenteleri olacaklardı. Bunla­ra ek olarak, değişik yetenek ve eğitim düzeyindeki in­sanları bir araya toplayarak, sınırlı eğitimi olan teknis­yenleri eğitimlerine uygun işlerde kullanacaklar, çok ye­tenekli ve yüksek nitelikli uzmanlan da yalnız bunlann uygulayabilecekleri işlere ayırarak tıbbi bakım işlerini et­kili bir düzene sokabileceklerdi. Okuyucu fantezilerine göre, bunlara eklemeler yapabiEr ki bunlann bir bölü­münü benim de yaptığım gibi, önde gelen kliniklerde gü­nümüzde olan olaylara benzeterek yapabilir.

Hiç kuşkusuz, bütün tıbbi uygulamalar böyle ekipler aracılığıyla yürütülmeyecektir. Bireysel muayenehaneler de varlıklannı sürdürecektir, tıpkı departmanlı mağaza­ların yanında sınırlı sayıda müşterileriyle varlığını sürdü­ren küçük mağazaların olduğu gibi ya da çok ortaklı bir hukuk firmasının yanında bireysel çalışan avukatlık bü­rolarının da bulunduğu gibi. İnsanlar kendi bireysel say­gınlıklarını oluşturacaklar ve bazı hastalar bireysel uygu­layıcıların kişiye özel ve mahrem olma özelliklerini ter­cih edeceklerdi. Bazı bölgeler tıp ekiplerinin hizmet sun­malarına yetmeyecek kadar küçük olacaktı vs.

Tıp ekiplerinin bu alana hakim olacağını iddia etmek istemem bile. Tek amacım, şimdiki uygulama düzeninin pek çok başka seçeneğinin daha olabileceğini örnekler­le göstermektir. Herhangi bir bireyin ya da küçük bir grubun, yararlarını değerlendirmelerini bir yana bırakın,

daha olanakların hepsini tam olarak kavrayabilmesindeki imkânsızlık, devletin merkezi planlamasına ve dene­yim olanaklarını kısıtlayan mesleki tekeller oluşturulma­sı gibi düzenlemelere karşı önemli bir savdır. Öte yan­dan, piyasa lehindeki önemli bir sav da onun çeşitlen­meye karşı hoş görüsüdür; geniş çaptaki özel bilgi ve ye­teneği yararlı kılabilme özelliğidir. Özel grupların dene­yimleri engelleme gücünü ortadan kaldırır ve müşterilere neyin en iyi hazmet edeceği kararının verilmesinde yetki­yi üreticilere değil, müşterilere verir.

Bölüm 10

Gelir Dağılımı

20. yüzyılda kolektivist düşüncenin gelişmesindeki ana öğe, en azından Batı ülkelerinde, toplumsal bir he­def olarak gelir dağılımı eşitliğine olan inanç ve bunun yerleşmesini sağlamak için de devlet elinin kullanılma­sına olan gönüllülüktür. Bu eşitlikçi düşünce ve onun doğuracağı eşitlikçi önlemlerin değerlendirilmesinde iki soru sorulmalıdır. İlki kurala ve; ahlaka ilişkindir. Eşitli­ğin yerleştirilmesinde devlet müdahalesini haklı çıkara­cak şey nedir? İkincisi somut ve bilimseldir. Alınmış ön­lemlerin sonuçlan neler olmuştur?

AHLAKİ AÇIDAN DAĞILIM

Serbest piyasa toplumunda gelir dağılımını doğrudan haklı gösterecek ahlaki ilke, “herkese, kendisinin ve sa­hip olduğu araçların ürettiği “kadar”” şeklindedir. Bu il­kenin etkinliği bile devlet faaliyetine dayanır. Mülkiyet haklan, yasa ve toplumsal gelenek konusudur. Daha önce de görüldüğü gibi, bunlann tanımlanmalan ve uygulanmalan devletin öncelikli işlevlerindendir. Bu ilke­nin tümüyle işler hale gelmesi durumunda, gelir ve var­lığın nihai dağılımı benimsenmiş mülkiyet kurallanna bağlı olabilir.

Bu ilkeyle ahlaki yönden etkileyici görünen bir diğer

ilkenin, yani uygulama eşitliğinin, ilişkisi nedir? Bu iki ilke bir ölçüde birbiriyle çelişkili değildir. Gerçek uygu­lama eşitliğinin sağlanması için ürüne uygun ödeme yap­mak gerekli olabilir. Belirli bireylerden, ki bunları yete­nek ve başlangıçtaki beceriklilikleri açısından aynıymış gibi görmeye hazırız, eğer bazıları boş zamanı olmasın­dan daha çok zevk alıyorsa ve diğerleri de ticarî mallar­dan zevk alıyorlarsa, o zaman toplumda kazanç eşitliği­ni ya da uygulama eşitliğini sağlayabilmek için piyasa ara­cılığıyla bir kazanç eşitsizliği oluşması gerekir. Bir kişi, güneşlenmenin tadını çıkarabileceği kadar çok boş za­man sağlayan basit bir işi, daha yüksek gelir getiren zor bir işe tercih edebilir; bir başka kişiyse tam tersini yeğ­leyebilir. Her ikisine de eşit ücret ödenmesi durumun­da, daha temel bir düşünceye göre gelirleri eşitsiz olmuş olurdu. Benzer şekilde, eşit uygulama, bir bireyin pis ve hoş olmayan bir işte alacağı ücretin daha hoş bir işe göre daha yüksek olmasını gerektirir. En sık görülen eşitsiz­likler bu türdendir. Parasal gelir farklılıkları, mesleğin ya da ticaretin diğer özelliklerindeki farklılıkları dengelerler. İktisatçıların deyimiyle, bu durum, maddi karşılığı olan ve olmayan “net fayda”nın bütününü oluşturmak için “farklılıkları eşitlemek”tedir. Uygulama eşitliğini sağla­yabilmek ya da insanların zevklerini tatmin edecek biçi­me sokmak için, piyasanın çalışmasıyla biraz daha ince düşündürmeyi gerektiren diğer bir tür eşitsizliğinin daha ortaya çıkması gerekir. Bu durum en kolay şekilde bir piyangoya benzetilerek açıklanabilir. Doğuştan yetenek­leri eşit olan bireylerden oluşmuş bir grup düşünelim. Bunlar ödüllerinin son derece eşitsiz olduğu bir piyan­goya gönüllü olarak katılmaya hazır olsunlar. Oluşacak gelir eşitsizliğinin, bireylerin başlangıçtaki eşitliklerinden çok yarar elde edebilmelerine kesinlikle olanak tanıma­sı gerekir. Gelir dağılımını olaylar olduktan sonra tek­rardan yapmak, onların piyangoya katılma fırsatını geri çevirmekle eşdeğerdedir. Bireyler uğraşıları, yatırımları ve benzeri kararlarını, belirsizliğe karşı takındıkları tav­ra bağlı olarak verirler. Bir devlet memuru olmaktan çok bir sinema oyuncusu olmaya çabalayan bir kız, bile bile piyangoya girmeyi seçecektir, tıpkı devlet tahvili yerine son kuruşuna kadar uranyum hisselerine yatırım yapa­cak bir birey gibi. Sigorta, belirlilik yönündeki bir tercihi ortaya koymanın bir yoludur. Bu örnekler bile, insanla­rın tercihlerini tatmin edebilmek için tasarlanmış düzen­lemelerin ne derecede gerçek eşitsizlik sonucuna varaca­ğını tümüyle göstermez. İnsanların ücredendirilmesi ve işe alınmasıyla ilgili düzenlemeler bütünüyle böyle ter­cihlerden etkilenir. Eğer sinema oyuncuları belirsizlik­ten hiç hoşlanmasalardı, aralarında birleşerek, üyelerinin kazanç girdilerini az çok eşit olarak paylaşmayı peşinen kabullendiği ve bunun sonucunda da risklere karşı birlik olarak kendilerine bir sigorta sağladıkları bir “koopera­tif’ geliştirme yönünde bir eğilimleri olurdu. Eğer böy­le bir tercih yaygın olsaydı, çok farklı şirketlerin riskli ve risksiz atılımlan birleştirmesi bir kural haline gelirdi.

Gerçekten de gelirin artan basamaklı vergiler ve ben­zerleriyle yeniden dağılımını sağlayan devlet önlemleri­nin anlamını açıklayabilen yollardan biri budur. Şu veya bu gerekçeyle, belki de yönetim maliyetleri nedeniyle, pi­yasanın bir piyangolar dizisi yaratamayacağı ya da toplum üyelerinin istedikleri türden piyangolar düzenlemeyece­ği, dolayısıyla da artan basamaklı vergilendirmenin, sözümona bunu gerçekleştirecek bir devlet girişimi oldu­ğu ileri sürülebilir. Bu görüşün bir gerçeği içerdiğinden kuşkum yoktur. Yine de şu andaki vergilendirmeyi hak­lı göstermesi zordur, çünkü vergiler, hayat piyangosunda çekiliş yapılıp kimlerin ödülleri kazandığı ve kimlerinse boşları çektiği öğrenildikten sonra koyulur. Ayrıca ver­giler çoğunlukla, boş çektiklerine inananlarca oylanır. Bu çerçeve içinde, bir kuşağın henüz doğmamış bir kuşağa uygulanacak bir vergi tarifesini oylaması haklı görülebi­lir. Böylesi herhangi bir işlem, sanırım, gelir vergisinin şu anda olandan çok daha düşük oranda kademelendirilmesiyle sonuçlanacaktır, en azından kağıt üzerinde.

Her ne kadar ürüne göre yapılan ödemelerin orta­ya çıkardığı gelir eşitsizliğinin çoğu, farklılıkların “eşitlenmesi”ni ya da insanların belirsizlik konusundaki ter­cihlerinin sonucunu yansıtsa da, büyük bir bölümü de, hem insan yeteneğinde hem de mülkiyette başlangıçta­ki doğuştan bulunan farklılıkları yansıttr. İşte bu bölüm gerçekten zor olan ahlaki konulan ortaya çıkarır. Do­ğuştan kişisel yetenekle mülkiyet arasındaki eşitsizlik ve miras kalmış zenginlikle kazanılmış zenginlik arasında­ki eşitsizlikler konusunda bir ayrım yapılması gerektiği ileri sürülür. Kişisel yeteneklerdeki farklılıklardan veya sözkonusu bireyin birikimleri sonucu oluşan zenginlik­teki farklılıklardan dolayı ortaya çıkan eşitsizliğe uygun gözüyle bakılır; ya da bu en azından mirasla elde edil­miş zenginlikten doğan farklılıklar kadar açıkça uygun­suz olarak düşünülmez.

Bu ayrım savunulamaz. Anne babasından kaktım yo­luyla çok beğenilen, olağanüstü bir ses alan bir bireyin elde ettiği yüksek gelirin, kendisine varlık miras kalan bi­reyin elde edeceği yüksek gelirlerden daha haklı gösteri­lebileceği herhangi bir ahlaki dayanak var mıdır? Sovyet örgüt yöneticilerinin oğullarının gelir beklentileri köylü­lerin oğullarının beklentilerinden kesinlikle daha yük­sektir. Bu durum, bir Amerikalı milyoner oğlunun daha yüksek gelir beklentisinden daha mı haklıdır? Bu soru­ya bir başka yönden de yaklaşabiliriz. Çocuğuna bırak­mak istediği varlığı olan bir anne babanın bunu yapabi­leceği çeşitli yollar vardır. Belirli tutardaki bir parayı ço­cuğunun eğitiminin finansmanında, örneğin bir iş kur­masında ya da ona varlık geliri sağlayacak bir vakıf kur­makta kullanabilir. Hangisi olursa olsun, bunlar çocu­ğa başka koşullarda elde edebileceğinden daha yüksek bir gelir sağlayacaktır. Ancak gelir ilk durumda insan ye­teneğinden, İkincisinde kârdan, üçüncüsündeyse mirasla elde edilmiş zenginlikten geliyormuş gibi kabul edilecek­tir. Bu gelir kategorileri arasında bir ayrım yapmanın da­yanabileceği herhangi bir ahlaki gerekçe var mıdır? Son olarak, bir kişinin kendi kişisel yetenekleriyle ya da ken­di birikimiyle üreteceği zenginlik üzerinde hakkı olabile­ceğini, ancak bunu çocuklarına aktarmaya hakkı olmadı­ğını, yani bir kişinin gelirini kendi yaşamında kullanabi­leceğini ama varislerine veremeyeceğini söylemek man­tıksız görünmektedir. Bunun kendi içinde ve kendisin­den dolayı ahlaki bir ilke olarak görülmemesi gerektiği, bir araç ya da özgürlük gibi başka bazı ilkelerin doğal bir sonucu olarak görülmesi gerektiği kanısındayım.

Bazı farazi örnekler temel güçlüğü ortaya koyacak­tır. Dört Robinson Crusoe’nun aynı yörede bulunan dört değişik ıssız adaya düştüğünü varsayalım.Bunlardan biri, ona rahat ve iyi yaşam koşulları sağlayan büyük ve verim­li bir adaya düşmüştür. Diğerleriyse yaşamlarını güçlükle sürdürebildikleri küçük ve oldukça kıraç adalara çıkabil­mişlerdir. (dünün birinde, birbirlerinin varlığını keşfeder­ler. Büyük adadaki Crusoe’un diğerlerini kendisine ka­tılmaya ve zenginliğini paylaşmaya davet etmesi elbetteki cömertlik olurdu. Ama böyle yapmadığını varsayalım. Diğer üçünün güçlerini birleştirmeleri ve onu zenginli­ğini kendileriyle paylaşmaya zorlamaları haklı olur muy­du? Çoğu okuyucuya evet yanıtı daha çekici gelecektir. Ancak böyle demeden önce aynı durumu değişik bir kis­ve altında daha dikkatlice düşünün. Varsayın ki, bir yol­da üç; arkadaşınızla birlikte yürüyorsunuz ve yol üzerin­de bir 20 dolarlık banknot yalnız sizin gözünüze çarptı ve aldınız. Bunu onlarla eşit olarak bölüşmeniz ya da en azından onlara içecek bir şey ısmarlamanız kuşkusuz cö­mert bir davranış olurdu. Ama bunu yapmadığınızı var­sayın. Şimdi, diğer üçünün güçlerini birleştirmeleri ve bu 20 doları kendileriyle bölüşmeniz için sizi zorlamaları haklı olur muydu? Sanırım, okuyucuların çoğu hayır diye yanıtlayacaklardır. Hattâ biraz daha düşündüklerinde, ey­lemin cömerdiğinin, eylemin kendisinin açık “doğru” ol­duğunu göstermeyeceğine karar verebileceklerdir. Serve­ti dünyadaki tüm insanların ortalamasından daha yüksek olan herhangi bir kimsenin hemen bu fazlalığı diğer bü­tün dünya sakinlerine eşit şekilde dağıtarak elinden çıkar­ması gerektiğini kendimize ya da yurttaşlarımıza karşı ile­ri sürmeye hazır mıyız? Hepimiz, eğer başkalarınca yeri­ne getirilirse, böyle bir davranışı hayranlıkla karşılar ve övebiliriz. Ancak dünya çapında bir “hazıra konma” uy­gar bir dünyayı imkânsızlaştırır.

Ne olursa olsun, iki yanlıştan bir doğru elde edilmez.

Zengin Robin Crusoe’un ya da 20 doları bulan şanslının servetini başkalarıyla bölüşmeye olan gönülsüzlüğü di­ğerlerinin zor kullanmalarını haklı çıkarmaz. Başkaların­dan alacak olarak gördüğümüz şeyleri alırken zor kullan­maya yetkili olduğumuza kendi başımıza karar vermemi­zi, yani kendi davamızda yargıç olmamızı haklı görebi­lir miyiz? Ya da onları alacaklı olarak görmediğimiz du­rumlarda? Konumdaki veya durumdaki ya da servette­ki çoğu farklılık bir şans ürünü olarak değerlendirilebilmekten oldukça uzaktır.

“Şans”la karşılaştırdığım “erdeme” verdiğimiz sözde bir değere karşın, genelde açıkça erdeme dayananlardan çok, şans nedeniyle ortaya çıkan eşitsizlikleri kabullenme­ye hazırızdır. Bir öğretim üyesi, piyangoda büyük ödü­lü kazanan iş arkadaşına gıpta edecektir, ama ona bir kö­tülük yapması ya da kendisine haksızlık edildiği gibi bir duyguya kapılması olası değildir. Gelgelelim iş arkadaşı önemsiz bir zamla kendisinden fazla ücret almaya gör­sün, çok büyük olasılıkla hakkı yenmiş gibi hissedecektir. Her şeyden öte, şans tanrıçası tıpkı adalet tanrıçası gibi kördür. Oysa burada ücret artışı, ilgili faziletlerin rastlan­tısal olmayan değerlendirilmesi sonucu yapılmıştır.

ÜRÜNE GÖRE DAĞILIMIN ARAÇSAL ROLÜ

Piyasa toplumunda ürüne göre yapılan ödemenin iş­levi, öncelikle dağılıma değil, kaynakların tahsisine yöne­liktir. Birinci Bölüm’de de belirtildiği gibi, piyasa ekono­misinin ana ilkesi gönüllü alışveriş aracılığıyla gerçekleş­tirilen işbirliğidir. Bireyler bu yolla kendi kişisel istekleri­ni daha etkin bir biçimde doyurabildikleri için diğer bi­reylerle işbirliği yaparlar. Ama bir birey ürüne eklediği­nin tümünü almadıkça, neyi üretebileceğinden çok, neyi alabileceği noktasından hareketle alışverişe girişir. Her iki taraf da birleşik ürüne kattıklarını alırken karşılık­lı yarar sağlayamıyorsa alışveriş gerçekleşmez. Kaynak­ların en etkin biçimde kullanımı için, en azından gönül­lü işbirliğine dayalı bir sistem içinde, ürüne göre bir öde­menin yapılması gerekir. Her ne kadar kuşkuluysam da, yeterli bilgi elde edilebilirse ödülle özendirmenin yerini zorlama alabilir. Çevredeki cansız nesneler ortadan kal­dırılabilir; bireyler belirli zamanlarda belirli yerlerde bu­lunmaya zorlanabilirler; ancak bireylerin en iyi çabalarını ortaya koymaya zorlanabilmeleri çok düşük bir olasılık­tır. Bir başka şekilde ele alırsak, zorlamanın işbirliğinin yerine geçmesi mevcut kaynaklar toplamını değiştirir.

Gerçi piyasa toplumunda ürüne göre yapılan öde­menin başlangıçtaki işlevi, kaynakların zor kullanılma­dan etkin bir biçimde tahsis edilmesini kolaylaştırmaktır, ama adil bir dağılım sonucu yapılıyor gibi görünmedik­çe buna tahammül edilmesi olası değildir. Bir toplumun istikrarlı olması, üyelerinin önemli bir bölümünün dü­şünmeden benimseyeceği temel yargı değerlerinin özü­nün bulunmasına bağlıdır. Bazı anahtar kurumlar yalnız­ca bir araç olarak değil, “mudak gerekler” olarak benim­senmelidir. Ürüne uygun olarak yapılacak ödemenin bu benimsenmiş yargı değerlerinden birisi olduğuna ve bü­yük çapta da olmaya devam ettiğine inanıyorum.

Bu durum, kapitalist sisteme karşı çıkanların bunun sonucunda ortaya çıkan gelir dağılımına saldırma neden­leri incelenerek açıklanabilir. Toplumun ana değerleri­nin belirgin özelliği, kendilerini toplumun örgütlenme sisteminin yandaşı ya da karşıtı olarak da görseler, toplu­mun üyelerince aynı biçimde benimsenmesidir. İçerde­ki en şiddetli kapitalizm eleştirmenleri bile, ürüne uyum­lu ödemenin ahlaki yönden adil olacağını bütünüyle be­nimsemişlerdir.

En geniş kapsamlı eleştiriler Marksistlerden gelmiş­tir. Marx emeğin sömürüldüğünü ileri sürmüştür. Ni­çin? Çünkü emek, ürünün tümünü üretmiş, ama yalnız­ca bir bölümünü alabilmiştir; kalan Marx’ın “artı değer”idir. Emek yalnızca ürettiği şeyde söz sahibiyse “sömü­rülmüş” olabilir. Eğer biri sosyalist öncüllerden birisinin yerine, “herkese gereksinimine göre, herkesten yeteneği­ne göre” -bu ne anlama geliyorsaöncülünü benimser­se o zaman emeğin ürettiğini, karşılığında aldığıyla değil, “yeteneğiyle”; emeğin aldığını ise ürettiğiyle değil” “ge­reksinimiyle” karşılaştırmak gerekecektir.

Tabii, Marksist iddianın geçersizliği başka nedenle­re de dayanır. Öncelikle, birlikte çalışan tüm kaynakla­rın toplam ürünüyle, ürüne katılan tutar -iktisatçıların deyimiyle marjinal ürünarasında belirgin bir ayrım yapılmamasıdır. Daha da etkileyici olanıysa, öncülden so­nuca geçişte “emeğin” anlamında belirtilmemiş bir de­ğişme vardır. Marx ürünün üretiminde sermayenin rolü­nü kabul etmekle birlikte, sermayeyi somutlaşmış emek olarak görmüştür. Dolayısıyla ayrıntıları tam olarak yazı­lan Marksist kuramın öncülleri şöyle gelişir: “Şimdiki ve geçmişteki emek ürünün tümünü üretir. Şimdiki emek ürünün yalnızca bir bölümünü alır.” Olası mantıksal so­nuç, “Geçmişteki emek sömürülmüş tür,” olacaktır ve geçmişteki emeğin daha fazla alabilmesini sağlayacak ey­leme geçişi bozan şey, bunun nasıl yapılabileceğinin hiç­bir şekilde belli olmamasıdır, eğer ona zarif mezar taşla­rı sağlanması öngörülmediyse.

Piyasa alanında ürüne göre dağıtımın en önemli araçsal rolü, kaynakların zorlama olmadan tahsis edilmesi­nin başarılmasıdır. Ama sonuçta ortaya çıkan eşitsiz­likteki tek araç olma rolü de onda değildir. Birinci Bölüm’de siyasal gücün merkezileşmesini dengelemek için bağımsız güç odaklarının oluşmasında eşitsizliğin oyna­dığı role değinmiştik; bunun yanında “patronların”, ta­raftarı olmayan ya da alışılmışın dışındaki fikirlerin yayıl­masını finanse etme olanağını tanıyarak bireysel özgür­lüğün gelişmesinde oynadığı role de değinmiştik. Eşit­sizlik ayrıca, ekonomik alanda “patronlara” deneylerini ve yeni ürün geliştirmelerini finanse edebilme olanağını sağlar; empresyonist tablolar bir yana, ilk deneysel oto­mobillerini ve televizyon setlerini satın alabilmelerine imkân verir. Son olarak da, dağılımın herhangi bir “otorite”ye gerek kalmadan, kişilere bağlı kahnmadan ger­çekleşmesini mümkün kılar; zorlama olmadan işbirliği ve uyumun sağlanmasında piyasanın oynadığı rolün özel bir yönüdür bu.

GELİR DAĞILIMI OLGULARI

Ürüne göre ödemeyi gerektiren kapitalist bir sistem eşitsizlikle önemli ölçüde tanımlanabilir ve uygulamada da aynen böyledir. Bu olgu genellikle kapitalizmin ve öz­gür girişimin diğer sistemlere göre daha yaygın bir eşit­sizlik oluşturduğu şeklinde yanlış yorumlara neden olur; bu önermenin doğal sonucu olarak da, kapitalizmin ya­yılması ve gelişmesi eşitsizliğin artması anlamına gelir. Bu yanlış yorumlama, gelir dağılımı hakkında yayımla­nan istatistiklerin çoğunun insanı yanılgıya düşüren ka­rakteri, özellikle kısa dönemdeki eşitsizliği uzun dönemdekinden ayırt edememe eksiklikleri nedeniyle destek bulmuştur. Gelin biz gelir dağılımının belli başlı olgula­rını gözden geçirelim.

Birçok insanın beklentisinin aksine gelişen dikkat çe­kici olgulardan biri, gelirin kaynaklarıyla ilgilidir. Bir ülke ne kadar kapitalist olursa, gelirden genelde sermaye de­nen şeyin kullanımına ödenen pay o oranda küçük olur ve insan hizmederine ödenen pay da o oranda büyük olur. Hindistan, Mısır ve bunlar gibi azgelişmiş ülkelerde toplam gelirin yansı kadan mülk geliridir. Birleşik Devletler’de mülk geliri yaklaşık toplamın beşte biridir. Öte­ki gelişmiş kapitalist ülkelerde orantı bundan pek farklı değildir. Hiç kuşkusuz, bu ülkeler ilkel ülkelerden daha fazla sermayeye sahiptirler, aynca sakinlerinin üretken­lik yetenekleri yönünden de daha zengindirler; dolayısıy­la mülk geliri yüksek olsa bile toplamın ancak küçük bir payıdır. Kapitalizmin büyük başansı mülkteki birikim değildir, erkeklere ve kadınlara yeteneklerini çoğaltabil­irle ve geliştirebilme olanağı tanımasıdır. Yine de kapita­lizmin düşmanlan onu maddeci olarak tanımlayıp kına­maktan hoşlanırlar ve yandaşlarıysa ilerlemenin zorunlu bir maliyeti olarak gördükleri kapitalizmin maddeciliğin­den dolayı sık sık özür dilerler.

Popüler anlayışa aykın diğer çarpıcı bir olgu, kapita­lizmin öteki örgüdenme sistemi seçeneklerine göre daha az eşitsizliğe götürdüğü ve kapitalizmin gelişmesinin eşitsizlik kapsamını önemli ölçüde azalttığı yönünde­dir. Mekan ve zaman karşılaştırmalan bu görüşü doğru­lamaktadır. İskandinav ülkeleri, Fransa ve Birleşik Dev­letler gibi kapitalist Batılı toplumlarda, Hindistan gibi bir statü toplumuna göre ya da Mısır gibi geçmişe dönük bir ülkeye göre kesinlikle önemli ölçüde daha az eşitsizlik vardır. Rusya gibi komünist ülkelerle karşılaştırma, ka­nıtların kıtlığı ve güvenilirsizliği nedeniyle daima zordur. Ama eşitsizlik eğer ayrıcalıklı olanlarla diğer sınıflar ara­sındaki yaşam düzeyi farklılıklarına göre belirlenecekse, bu tür eşitsizlik komünist ülkelere göre kapitalist ülke­lerde kesinlikle daha az olabilir. Yalnızca Batılı ülkeler arasında, ülke ne kadar çok kapitalistse eşitsizlik her an­lamda daha az görünmektedir: İngiltere’de Fransa’dan daha az, Birleşik Devletier’de İngiltere’den daha da az­dır. Yine de nüfuslarının yaradılıştan farklı oluşları ne­deniyle ortaya çıkan sorun, bu karşılaştırmaları zorlaştır­maktadır; adil bir karşılaştırma, sözgelişi, Birleşik Dev­letler’! yalnızca İngiltere Birleşik Kralhğı’yla değil, İngil­tere Birleşik Krallığı’na onun Batı Hint Adaları ve Afri­ka’daki sömürgelerini de ekleyerek yapılabilir.

Zaman içindeki gelişmelerle kapitalist toplumlarda ulaşılan ekonomik ilerleme başarısına, eşitsizliğin çok büyük çapta azalması eşlik etmiştir. 1848’de John Stuart Mili şunları yazabilirdi: “Şimdiye kadarki (1848) bü­tün mekanik buluşların insanların günlük uğraşlarında­ki yükü azalttığı tartışmalıdır. Bunlar nüfusun daha ge­niş bir kesiminin aynı zahmet ve eziyet dolu yaşamı sür­dürmelerini ve artan sayıda üretici ve diğerlerinin servet­ler yapmasını mümkün kılmışlardır. Orta sınıfların kon­forunu artırmışlardır. Ama insan yazgısındaki, ki bunun üstesinden gelmek onun doğasında ve geleceğinde var­dır, o önemli değişiklikleri henüz etkilemeye başlama­mışlardır.” [34]

Bu ifade bir olasılıkla Mill’in zamanında bile doğru değildi, ama bugün kesinlikle hiç kimse ilerlemiş kapita­list ülkeler hakkında böyle bir şeyi yazamaz. Dünyanın geri kalanı içinse bu durum hâlâ doğrudur.

Geçmiş yüzyıl boyunca süren ilerlemenin ve gelişme­lerin ana özelliği, kitleleri bellerini kıran uğraşlardan kur­tarması ve daha önce üst sınıfların tekelinde olan ürün ve hizmetleri, herkesin kullanımına açmasıdır. Tıp bir yana, teknolojideki ilerlemelerin büyük bir bölümü, şu ya da bu biçimde daha önceleri gerçekten varlıklı kişile­re açık olan lüksleri kitlelerin de elde edebilmesini müm­kün kılmıştır. Bazı örnekler verirsek, çağdaş su tesisatla­rı, merkezi ısıtma, otomobiller, televizyon ve radyo kit­lelere; zenginlerin hizmetkârlar, eğlendiriciler ve bunlar gibilerini kullanarak her zaman elde edebildiklerine eş­değerde rahatlıklar sağlamıştır.

Bu fenomen hakkında, gelirin anlamlı ve karşılaştı­rılmalı dağılımlarına ilişkin ayrıntılı istatistiki kanıtların elde edilmesi zordur, bu tür araştırmalar genel sonuçla­rı ancak ana batlarıyla göstermektedir. Bununla birlikte, böyle istatistiki veriler aşırı derecede yanlış yönlendirici olabilir; gelirdeki eşitleyici ve eşitleyici olmayan farklılık­lar arasında bir ayrım yapamazlar. Örneğin, bir beysbol oyuncusunun çalışma yaşamının kısa olması, faal yılla­rı boyunca elde edeceği yıllık gelirin parasal yönden eşit çekicilikteki diğer alternatif mesleklerden daha yüksek olması gerektiği anlamına gelir. Ama böyle bir fark, sayı­lan, gelirde olacak herhangi başka bir farkın etkileyece­ği gibi aynen etkiler. Hakkında sayılar verilen gelir birimi de büyük bir önem taşır. Bireyleri esas olarak yapılan bir gelir dağılımı tablosu her zaman, aile birimlerine göre bir dağılımdan önemli ölçüde daha fazla gözle görülür eşit­sizlik gösterir. Bireylerin çoğu yarım günlük işlerde ça­lışan ya da küçük tutarlarda mülk geliri alan ev kadınla­rıdır ya da ailenin diğer üyeleri benzeri bir konumdadır­lar. Aileyle ilgili doğru dağılım, ailenin toplam aile geliri­ne göre sınıflandırılarak yapılanı mıdır? Ya da kişi başına olanı mıdır? Ya da eşdeğer bir birim başına olanı mı? Bu önemsiz bir kaçamak konusu değildir. Çocuk sayısından dolayı aile dağılımındaki değişimin son yarım yüzyıl için­de bu ülkede yaşam düzeylerindeki eşitsizliği azaltan en önemli etken olduğuna inanıyorum. Bu kademelendirilmiş miras ve gelir vergisinden çok daha önemlidir.

Gelir dağılımına ilişkin kanıtların yorumlanmasında ana sorunlardan biri, temelde farklı iki değişik tür eşit­sizliğin birbirinden ayrılması gereğidir, yani geçici ve kısa vadeli gelir farklılıklarıyla uzun vadedeki gelir ko­numu farklılıkları. Yıllık gelir dağılımı aynı olan iki top­lum düşününüz. Birisinde önemli derecede hareketlilik ve değişim vardır, belirli ailelerin gelir hiyerarşisi içinde­ki konumlan yıldan yıla oldukça değişebilmektedir. Di­ğerindeyse önemli derecedeki değişmezlik nedeniyle ai­lelerin her biri yıllar boyunca aynı konumda kalmaktadır. İkincisi açıkça her anlamda daha eşitsiz bir toplum ola­caktır. Eşitsizliğin bir türü dinamik değişikliğin, toplum­sal eşitlik ile fırsat eşitliğinin bir işaretidir; diğeriyse bir statü toplumunun. Bu iki tür eşitsizliğin birbirine karıştınlmaması önemlidir, çünkü rekabet ve serbest teşeb­büs esasına dayanan kapitalizmin birini diğeriyle ikame etme eğilimi vardır. Yıllık gelir olarak ölçeğe vurulmuş olsa bile, kapitalist olmayan toplumlar kapitalist olanlar­dan daha fazla eşitsizlik gösterme eğilimindedirler; ay­rica bunlardaki eşitsizlik kalıcı olma eğilimindedir, oysa kapitalizm statüyü ortadan kaldırır ve toplumsal hare­ketliliği getirir.

GELİR DAĞILIMINI DEĞİŞTİRMEKTE KULLANIIAN DEVLET ÖNLEMLERİ

Hükümetlerin gelir dağılımını değiştirmede en yay­gın olarak kullandıkları yöntemler artan basamaklı gelir vergisiyle verasetin vergilendirilmesi olmuştur. Bunlann istenebilirliğini tartışmadan önce amaçlarına erişmekte başanlı olup olmadıklannı sormakta yarar vardır.

Bu soruya bugünkü bilgilerimizle kesin bir yanıt ver­mek mümkün değildir. Aşağıdaki değerlendirme kişisel­dir, yine de kısa ifade edebilme uğruna büsbütün bilgi­sizce ve dogmatik olmadığını umarım. Bence bu vergi önlemlerinin, bazı istatistiki gelir ölçeklerine göre sınıf­landırılmış aile gruplannın ortalama konumları arasında­ki farkları birbirine yaklaştırma yönünde görece küçük, ama ihmal edilemeyecek bir etkisi vardır. Bununla birlik­te, bu tür gelir sınıflarının içindeki kişiler arasında karşı­laştırılabilir önemde keyfi eşitsizlikler de göstermişlerdir. Sonuç olarak, uygulama eşitliği ya da kazanç eşitliğiyle il­gili temel öğenin net etkisinin eşitliği artıran ya da azal­tan şey olup olmadığı hiçbir şekilde açık değildir.

Kağıt üzerindeki vergi oranları hem yüksektir hem de artan yüksek basamaklıdır. Bunun iki farklı menfi ne­ticesi vardır. İlk olarak, sonuçlann bir bölümü vergiden önceki gelir dağılımını daha da eşitsiz kılmıştır. Bu, ver­gilendirmenin olağan sonuç etkisidir. Yüksek vergilen­dirilmiş etkinliklere -ki bunlar yüksek riskli ve maddi ol­mayan dezavantajları bulunan etkinliklerdirgirişme ce­saretini kırarak o etkinliklerdeki gelirleri artırmaktadır­lar. ikinci olarak da, hem yasal hem de diğer koşullarla vergi kaçırmayı kamçılamaktadırlar; bunlar yüzde değer­lendirmesiyle kânn düşük gösterilmesi, eyalet ve beledi­ye bonosu faizlerinin vergiden muaf tutulması, sermaye kazançlarının lehindeki özel uygulamalar, gider hesapla­rı, diğer dolaylı ödeme yolları, sıradan gelirlerin sermaye kazancına dönüştürülmesi vb. gibi daha pek çok şaşırtı­cı sayıda ve türde, “yasal boşluklar” şeklinde adlandırı­lan şeylerdir. Ortaya çıkan sonuç, yükümlendirilebilen cari oranların itibari oranlardan çok daha düşük ve belki de daha önemlisi vergilerin etkisinin keyfi ve eşitsiz ola­rak gerçekleşmesi olmuştur. Aynı ekonomik düzeyde­ki insanlar, gelirin elde edildiği kaynağa ve vergiden kaç­ma yollarını bulabilme fırsatlarına bağlı olarak çok deği­şik vergiler ödeyebilmektedir. Eğer şimdiki oranlar tam anlamıyla uygulanmış olsaydı, teşviklerin ve benzerleri­nin üzerindeki etkileri, toplumun etkenliğini köklü şekil­de zarara uğratabilecek kadar ciddi olabilirdi. Vergiden kaçınma bu nedenle ekonomik refah için zorunlu olabi­lir. Eğer böyle olursa, kazanç önemli ölçüde kaynak İsra­il ve yaygın bir haksızlığın ortaya çıkması pahasına elde edilmiş demektir. Daha düşük belirlenmiş bir oranlar di­zisine tüm gelir kaynaklarının daha eşit vergilendirilme­si ve daha kapsamlı bir tabana yayılması eklenirse, hem genel vergi uygulamasında bir ilerleme hem de ayrıntıda daha fazla hakkaniyet sağlanmış ve kaynak israfı da daha azaltılmış olacaktır.

Kişisel gelir vergisinin keyfi sonuçlar verdiği ve eşit­sizliği azaltmada sınırlı bir etkisi olduğu şeklindeki bir değerlendirme, eşitsizliği azaltmak için artan basamak-

h vergilendirmeden yana olanlar da dahil olmak üzere, konunun ilgilileri tarafından yaygın olarak paylaşılmak­tadır. Onlar bile çok yüksek vergi basamaklarının şid­detle azaltılması ve tabanın genişletilmesi gerektiğini ile­ri sürmektedirler.

Artan basamaklı vergi yapısının gelir ve servet eşit­sizliği üzerindeki etkisini azaltan bir diğer etken, bu ver­gilerin varlıklı olma yolundakilere oranla şu anda varlık­lı olanlar için daha düşük kalmasıdır. Bunlar bir yandan servetten elde edilecek gelirin kullanımını kısıtlarken, et­kili olabildikleri sürece servet birikimini de çok dikka­te değer oranda engellemektedirler. Servetten elde edi­len gelirin vergilendirilmesi doğrudan servetin kendisini azaltıcı bir etki yapmaz, ancak servet sahiplerinin sürdü­rebilecekleri tüketim düzeylerini ve servetlerine ekleme yapmalarını azaltır. Vergi önlemleri riskten kaçınmayı ve mevcut servetlerin daha istikrarlı biçimlerde şekillenme­sini özendirmektedir, bu da mevcut servet birikimlerinin dağılma olasılığını azaltmaktadır. Öte yandan, yeni biri­kimler oluşmasına giden temel yol büyük cari gelirlerden geçmekted.r; bunların büyük bir bölümü tasarrufta kul­lanılmakta ve diğer bölümüyse yüksek kazançlar getire­bileceği riskli etkinliklere yatırılmaktadır. Eğer gelir ver­gisi etkili olabilseydi bu yolu kapatabilirdi. Bunun sonu­cunda da, şu anda serveti ellerinde bulunduranları yeni gelenlerin rekabetinden koruma şeklinde bir etkisi olur­du. Uygulamadaysa bu etki daha önce anılan vergiden kaçma araçlarıyla geniş ölçüde boşa gitmiştir. Yüzde de­ğerlendirmesi nedeniyle vergisiz gelir elde etmenin özel­likle kolay yolları olan petrol işinde yeni birikimlerin ne denli büııık bir bölüm oluşturduğu dikkat çekicidir.

Gelirin artan basamaklı vergilendirilmesinin istenirliğini değerlendirmede, uygulamadaki ayrım kesin ola­mayacaksa bile, iki sorunun münferiden irdelenmesi­ni önemli görüyorum: Birincisi, devletin üsdenmesi ka­rarlaştırılan etkinliklerin (Onikinci Bölüm’de tartışılacak yoksulluğun hafifletilmesi için önlemler de dahil) finan­se edilmesi için fon sağlanması; İkincisi, yalnızca yeni­den dağıtım amacıyla vergiler konması. İlk sorun, hem kurlarla orantılı olarak maliyetleri belirleme gerekçesine hem de toplumsal eşitlik standartları gerekçelerine da­yanarak bazı basamaklandırma önlemlerini gerekli kıla­bilir. Ama şu anki yüksek gelir ve veraset basamakların­daki oranların yüksekliği bu gerekçeyle —sırf getirileri bu denli düşük olduğu içinhaklı gösterilemez.

Bir liberal olarak, yalnızca gelirin yeniden dağıtımı için artan basamaklı vergi uygulaması bana ters geliyor. Diğerlerine vermek için bazılarından alırken zor kulla­nılmasını ve böylecc de bireysel özgürlükle çelişkiye dü­şülmesini açıkça gösteren bir olaydır bu.

Enine boyuna düşünüldüğünde, en iyi kişisel vergi yapısı kanaatimce, belli bir muafiyet değerinin üzerin­deki gelire tek oranda bir vergi uygulanması, bunun ya­nında gelirin çok geniş bir anlamda tanımlanması ve ge­lirin kazanılması için yapılacak giderlerden yalnızca ke­sinlikle tanımlanmış olanlarının düşülmesine izin veril­mesi gibi görünmektedir. Beşinci Bölüm’de de önerildi­ği gibi, bu tür bir program, kurumlar vergisinin kaldırıl­masıyla ve kurumlardan gelirlerini pay sahiplerine yük­lemelerini istemekle ve pay sahiplerinin de bu tutarla­rı kendi vergi beyanlarına dahil etmelerini istemekle bir­leştirilebilir. Diğer önemli değişiklik istekleri petrol ve

diğer hammaddelerdeki yüzde değerlenmesinden dolayı kâr kaçaklarının ortadan kaldırılması, sermaye kazançla­rına özel uygulamanın kaldırılması, gelir, mülk ve bağış vergilerinin eşgüdümleşmesi ve günümüzde izin verilen çok sayıda indirimin kaldırılmasıdır.

Bir muafiyet değeri, bana göre haklı bulunabilecek bir basamaklandırma derecesi gibi görünmektedir, (ay­rıntılı tartışma için Onikinci Bölüme bakınız). Nüfusun yüzde 90’ının kendi kendilerine yükleyecekleri vergileri ve diğer yüzde 10 için de bir muafiyeti oylamasıyla, yüz­de 90’ın diğer yüzde 10 için ceza türünde vergileri oyla­ması birbirinden çok farklı şeylerdir -ki Birleşik Devletler’de yapılan, sonuçta bu olmaktadır. Oransal tek yüzdeli bir vergi daha yüksek gelirli kişilerin devlet hizmet­lerine daha yüksek mutlak ödemeler yapmasını gerek­tirecektir, ki bu İhsan edilen yararlara göre açıkça aykı­rı da değildir. Yine de bu durum, kendi vergi yüklerini bile etkileyememiş çok sayıda kişinin diğerlerine yükle­necek vergileri oylayabileceği bir durumu ortadan kaldı­racaktır.

Tek yüzdeli gelir vergisinin şu andaki artan basamak­lı yüzde yapısının yerine geçirilmesi önerisi çoğu okuyu­cuya radikal bir öneri gibi gelecektir. Ve kavram bakı­mından da öyledir zaten. İşte tam da bu nedenle devlet geliri verimi, gelirlerin tekrar dağılımı ya da ilintili her­hangi başka bir ölçüt göz önüne alındığında radikal ol­madığı çok da fazla ileri sürülemez. Şu andaki gelir ver­gisi oranlarımız, vergiye tabi gelirlerin bekar vergi yü­kümlülerinde 18000 doların ya da birlikte bildirimde bu­lunan evli vergi yükümlülerinde 36000 doların üzerinde­ki bölümü için yüzde 50’ye varan bir oranla yüzde 20’yle yüzde 91 arasındadır.

Bunun yanı sıra, şimdi söylendiği ve tanımlandığı şek­liyle, yani şu anki muafiyederden ve izin verilen tüm in­dirimlerden sonra, vergiye tabi gelire uygulanacak yüz­de 23,5’luk tek bir oran, şimdiki artan yüksek basamaklı yüzdelerle elde edilen kadar vergi geliri getirebilecektir.[35]

Aslında böylesi bir tek oran uygulamasıyla yasanın diğer özelliklerine hiç dokunulmasa bile, vergi gelirleri üç nedenle daha yüksek beyan edilecek vergiye tabi ge­lir toplamı yüzünden daha yüksek olacaktır: Beyan edi­lecek vergiye tabi gelir tutarını azaltmak için yasal ama masraflı düzenler kurmak yönündeki dürtüler şimdi ol­duğundan daha az olacaktır (matrah kaçırma); yasal ola­rak beyan edilmesi gereken gelirlerin bildiriminden ka­çırma dürtüsü daha azalacaktır (matrah kaçırma); şu an­daki oransal yapının özendirici olmayan etkilerinin orta­dan kaldırılmasıyla eldeki kaynakların daha etkin kullanı­mı ve daha yüksek gelirler elde edilmesi sağlanacaktır.

Şimdiki artan yüksek basamaklı oranların verimi çok düşükse, bunların yeniden dağılıma etkisi de öyledir. Bu durum, hiçbir zarar vermedikleri anlamına gelmez. Tam aksine verimin bu denli düşük olmasının nedenlerinin bir bölümü, ülkede bulunan çok yetenekli insanlardan bazılarının enerjilerini onu düşük tutmanın yollarını bul­maya adamalarından ve çoğu diğer insanınsa etkinlikle­rini bir gözleriyle vergiye ilişkin sonuca bakarak şekil­lendirmeye çalışmalarından kaynaklanmaktadır. Bunla­rın hepsi düpedüz israftır. Kaldı ki, karşılığında ne elde edebiliyoruz? En fazla, bazılarının devletin geliri yeni­den dağıtmasından aldığı doyum duygusu. Bu duygu bile artan basamaklı vergi yapısının gerçek sonuçlan hakkındaki cahillikle beslenir ve eğer gerçekler bilinseydi kesin­likle o da buhar olup giderdi.

Yine gelir dağılımına dönersek, gelir dağılımını etki­lemek için, vergilendirme yerine, çok daha değişik tür­de yapılacak toplumsal faaliyeti haklı gösterecek neden­ler vardır. Gerçek eşitsizliklerin çoğu piyasanın kusurla­rından kaynaklanır. Bunlann çoğu ya doğrudan devlet faaliyetiyle ortaya çıkmıştır ya da devlet faaliyetiyle gide­rilebilir. Her türlü gerekçe bu eşitsizlik kaynaklannı or­tadan kaldırmak için oyunun kurallannın düzeltilmesin­den yanadır. Örneğin, devlet eliyle verilmiş özellikli te­kel imtiyazları, tarifeler ve belirli gruplara çıkar sağlayan diğer yasal düzenlemeler birer eşitsizlik kaynağıdır. Bir liberal bunlann kaldınlmasını memnuniyede karşılaya­caktır. Eğitim olanaklannın genişletilmesi ve yaygınlaştınlması eşitsizliklerin azaltılması yönünde önemli bir et­ken olmuştur. Böylesi önlemlerin yalnızca marazlan ha­fifletmek yerine, eşitsizlik kaynaklannı kökünden çöz­mek gibi eylemsel bir erdemi vardır.

Gelir dağılımı da, devletin başka önlemlerle çözüm getirebileceği yerde, bir dizi önlem koyarak zarara ne­den olduğu bir diğer alandır. Bu da özel girişimin sözde kusurları öne sürülerek devlet müdahalesinin haklı gös­terilmesinin bir başka örneğidir; oysa bu büyük devlet şampiyonlarının yakındığı küçük büyük birçok fenomen aslında devlet tarafından yaratılmıştır.

Bölüm 11

Sosyal Refah Önlemleri

Dimdik yükselen basamaklı bireysel gelir vergisinin ortaya çıkmasına yardımcı olan insancıl ve eşitlikçi dü­şünce, belirli gruplann “refahının” yükselmesine yöne­lik bir önlemler ordusunun da ortaya çıkmasına yardım­cı olmuştur. Tek başına çok büyük önem taşıyan bir ön­lemler dizisi, yanlışlıkla “sosyal güvenlik” başlığını taşı­maktadır. Diğerleriyse kamuya konut edindirme, asga­ri ücret yasaları, tarım destekleme fiyatları, özel yardım programları ve benzerleridir.

Önce son anılanlardan bazılarını, çoğunlukla amaç­la gerçekleşen sonucun ne kadar farklı olduğunu belirt­mek için özetle tartışacak, daha sonra da sosyal güven­lik programının en geniş kapsamlı tek öğesi olan yaşlı­lık ve kaza sigortalarını biraz daha uzun bir şekilde ele alacağım.

ÇEŞİTLİ REFAH ÖNLEMLERİ

1.    Kamuya konut edindirme: Kamuya konut edindir­me konusunda sık sık ileri sürülen bir sav sözde komşu­luk etkisine dayanır: Özellikle kentlerin yıkıntı bölgele­riyle onlardan sonra gelen düşük nitelikli konutların, it­faiye ve polis koruması açısından topluma daha yüksek maliyetler yüklediği söylenir. Söz konusu komşuluk etki­si aslında var olabilir. Ama yine de bu durum yalnız ka­muya konut edindirmenin geçerliliğini değil, bu tür ko­nut edinmenin toplumsal maliyete eklediği daha yüksek vergileri de tartışma konusu yapar, çünkü özel ve top­lumsal maliyetleri eşideme eğiliminde olacaktır.

Öncelikle, ek vergilerin düşük gelirli insanlara yükle­neceği ve bunun da istenmeyeceği şeklinde bir yanıt ve­rilecektir. Bu yanıt kamuya konut edindirmenin kom­şuluk etkisi gerekçesiyle değil de, düşük gelirli insan­lara yardım amacıyla önerildiği anlamını içermektedir. Eğer durum buysa, o zaman niçin özellikle konut edin­dirme konusunda yardım edilmelidir? Eğer fonlar yok­sullara yardım etmek için kullanılacaksa, bunların belirli bir biçimde verilmesi yerine nakit ödenerek kullanılma­sı daha etkili olmaz mıydı? Yardım edilen ailelerin belir­li bir bağış tutarını konut edinme biçimi yerine nakit ola­rak almayı tercih edecekleri kesindir. Kendileri isterlerse bu parayı konut edinmede kullanabilirler. Kaldı ki, eğer nakit olarak ödenirse şimdikinden daha da kötü bir du­ruma düşmüş olmazlar; eğer başka gereksinimleri daha önemli buluyorlarsa, o zaman bırakın oldukları gibi kal­sınlar. Para yardımı komşuluk etkisinin yanında yardı­mın biçimiyle ilgili sorunu da çözecektir, çünkü eğer ko­nut satın almada kullanılmamışsa, komşuluk etkileri ne­deniyle haklı bulunacak ek vergilerin ödenmesine yara­yabilir.

Kamuya konut edindirme bu nedenle gerek komşu­luk etkileri gerekse yoksul ailelere yardım gerekçelerine dayandırılarak haklı gösterilemez. Eğer herhangi bir şe­kilde haklı gösterilmesi gerekiyorsa, bu yalnızca hima­yecilik gerekçelerine dayandırılarak yapılabilir; yani yar­dım edilen ailelerin konut edinmeye olan “gereksinimle­ri” başka şeylere olan “gereksinimlerinden” daha fazla­dır, ama kendileri bunu düşüncmemektedir ya da onla­ra kalırsa parayı akılsızca kullanacaklardır. Bir liberal bu savı, sorumluluk taşıyan yetişkinler açısından reddetme eğiliminde olacaktır. Ancak çocukları etkileyen daha do­laylı bir biçimde, yani ana babalar daha iyi konuta “ge­reksinimi” olan çocuklarının refahını ihmal edebilirler, biçiminde olursa tümüyle reddedemeyecektir. Yine de bunu konut edindirme için yapılan büyük harcamaları yeterince haklı gösterecek nihai sav olarak kabul etme­den önce, genellikle bağışın biçimi üzerinde olmaktan çok, yapılan işin amacı hakkında kesinlikle daha inandı­rıcı kanıtlar isteyecektir.

Kamuya konut edindirmeyle ilgili deneyimler yaşan­madan önce kuramsal olarak ancak bu kadarı söylene­bilirdi. Şimdiyse deneyimlerimiz olduğuna göre daha da ileri gidebiliriz. Uygulamada kamuya konut edindirme­nin sonuçları amaçlananlardan farklı olmuştur.

Savunucularının beklediği gibi, kamuya konut edin­dirme yoksulların konut edinmesini sağlamak bir yana, tam tersini yapmıştır. Kamuya konut edindirme projele­rinin yapımı sırasında yıkılan konut birimleri sayısı, ya­pılan yeni konut birimleri sayısından çok daha fazla ol­muştur. Ama böylesi bir kamuya konut edindirme, ko­nut edindirilecek kişilerin sayılarını azaltıcı hiçbir şey yapmamıştır. Bu bakımdan kamuya konut edindirme­nin sonucu konut birimi başına düşen kişi sayısını artır­mak olmuştur. Kamuca yapılmış birimlere yerleşebile­cek kadar talihli olabilmiş bazı aileler bir olasılıkla aslın­da olabileceğinden daha iyi konudara yerleşmiş olabilir­ler. Ama bu durum sorunu geride kalanların tümü için daha da kötüleştirmiş çünkü bütün içinde ortalama yo­ğunluk artmıştır.

Kuşkusuz, özel girişimler kan.uya konut edindirme programının zararlı sonuçlarından bazılarını dengele­mektedir; kamuya konut edindirme projeleriyle yerle­rinden edilen, bir başka deyişle, birer ikişer müzik eşli­ğinde oynanan iskemle kapmaca oyununa sokulan kişi­ler için eski yerleşim bölgelerini değiştirerek ve yeni ko­nutlar yaparak barınak sağlamaktadır. Fakat kamuya ko­nut edindirme programı bulunmasaydı bile bu özel kay­naklar yine de olacaktı.

Kamuya konut edindirme programının sonucu ne­den böyle olmuştur? Tekrar tekrar vurguladığımız genel neden yüzünden. Bu programın oluşturulmasında çoğu kişiyi teşvik eden genel çıkar dağınıktır ve kalıcı değildir. Program bir kez onaylandıktan sonra, artık hizmet ede­bileceği özel çıkarların egemenliği altına girmek zorun­daydı. Bu durumda, özel çıkarları olanlar yıkıntı bölgele­rinin ortadan kaldırılmasına ve yeniden bayındırlaştırıl­masına çok istekli olan yerel gruplardı, çünkü ya o mülk­lerin sahibiydiler ya da yıkıntı durumlarından kaynakla­nan sorunlar yerel ya da merkezî iş kesimlerini tehdit et­mekteydi. işte inşadan çok imhayı öngören kamuya ko­nut edindirme, bu kişilerin amaçlarına ulaşmalarını sağ­layan kullanışlı bir araç görevi yapmıştır. Öyle de olsa, “kent kargaşası” onu çözümleyecek federal fonlara gide­rek artan baskısını bütün şiddetiyle sürdürmektedir.

Taraftarlarının kamuya konut edindirmeden bekle­dikleri bir diğer yarar, konutlaşma koşullarını iyileşti­rerek çocuk suçlarında bir azalma sağlamaktı. Program, ortalama konutlaşma koşullarını iyileştirmedeki yetersiz­liği tümüyle bir yana, burada bir kez daha çoğu yönden tam karşıt sonucu vermiştir. Kamu konutlarına destek­lenmiş kiralarla yerleşebilmek için oldukça düşük gelirli olma koşulu «parçalanmış» ailelerin -özellikle boşanmış ya da dul kalmış ailelerle birlikte çocuklarınınçok yo­ğun bir biçimde biraraya gelmelerine yol açmıştır. Par­çalanmış aile çocuklarının «sorunlu» olması özellikle ola­sıdır ve böyle çocukların çok yoğun bir biçimde bir ara­ya gelmeleri çocuk suçlan olasılığını artınr. Belirtilerden birisi bu kamu konutları projelerinin yakın çevresindeki okullarda ortaya çıkan çok ters etki olmuştur. Bir okul az sayıdaki “sorunlu” çocuğu seve seve kabul edebilir, oysa çocuk sayısı çok olduğunda bu bayağı zor olacak­tır. Bazı olaylarda kamu konut projelerinde yerleşik par­çalanmış aile sayısı toplamın üçte birini, hattâ daha faz­lasını oluşturmaktadır ve dolayısıyla da bu yerleşim biri­minin çevredeki okullarda bulunan çocuklan çoğunluk sayılmaktadır. Eğer bu ailelere yardımlar nakit bağışlarla yapılmış olsaydı, toplum içine daha seyrek biçimde ya­yılmış olabilirlerdi.

2.   Asgari ücret yasalan: Asgari ücret yasalannın so­nuçlan, bu yasalan destekleyen iyi niyetli insanlann amaçladıklanyla elde edilen sonuçlar arasında derin bir uçurum vardır. Asgari ücret yasalan taraftarlan yerinde olarak aşın düşük oranlardan yakınarak bunları yoksul­luğun bir işareti olarak görmekte ve belirli bir düzeyin altında ücret verilmesinin yoksulluğu azaltacağını um­maktadırlar. Aslında eğer asgari ücret yasalannın her­hangi bir etkisi varsa, bu etki açıkça ancak yoksulluğu artırmak olabilir. Devlet bir asgari ücret düzeyini yasay­la belirleyebilir. Ancak işverenleri daha önce bu asgari ücretin altında çalıştırdığı kişileri şimdi o asgari ücretten işe almaya zorlaması çok zordur. Böylesi bir davranışın işverenlerin çıkarına olmayacağı çok acıktır. Dolayısıyla asgari ücretin etkisi ancak istihdam açığını olabileceğin­den daha da büyütmek olacaktır. Düşük ücret düzeyleri gerçekten de yoksulluk işaretidir yine de asgari ücret le­hinde oy kullananlara ne kadar az görünse de, çoğu kişi işsiz kalmaktansa o düşük ücrete razı olacaktır.

Bu durum bir bakımdan kamu konut edindirmeye çok benzer. Her ikisinde de yardım edilen insanlar göz­le görülebilirler: Ücretleri artırılan insanlar ve devletçe yapılmış konutlara yerleştirilen insanlar. Zarar gören in­sanlarsa isimsizdir ve sorunları sorunun nedeniyle ilişkilendirilmemiştir. Sözkonusu insanlar işsizler safları­na katılmakta ya da büyük olasılıkla asgari ücretin varlı­ğı nedeniyle hiçbir zaman belirli işlere giremeyerek çok daha düşük ücretli işlere ya da yardım kuyruklarına sü­rüklenmektedirler. İşte bu insanlar, mevcut kamu ko­nutlarının bir sonucundan çok, daha fazla kamu konutu ihtiyacının bir işareti gibi görünen ve giderek yaygınla­şan yıkıntı bölgelerinde bir araya sıkıştırılmaktadırlar.

Asgari ücret yasalarına yönelik desteklerin büyük bir bölümü kendi çıkarlarını gözetmeyen, iyi niyetli kişiler­den değil de çıkarları olan taraflardan gelmektedir. Ör­neğin güneyin rekabetinden yılmış olan kuzeyli sendika­lar ve firmalar, güneyin rekabetini azaltabilmek için as­gari ücret yasalarını desteklemektedirler.

3.    Tarım destekleme fiyatları: Tarım destekleme fi­yatları bir diğer örnektir. Kırsal kesimlerin cumhurbaş­kanlığı seçmenler kurulunda ve Kongrede fazlasıyla temsil edilmesi politik olgu dışında, bunların haklı gös­terilebileceği gerekçe, çiftçilerin ortalamada gelirlerinin düşük olduğu inancıdır. Bu bir gerçek olarak kabul edil­se bile, tarım destekleme fiyatları ihtiyaç içindeki çift­çilere yardımcı olma amacına hizmet edememektedir. En başta kazançlar, eğer varsa, pazarda satılan miktarla orantılı olduğu için gereksinimlerle ters sonuçludur. Pa­rasız çiftçi pazarda daha varlıklı çiftçiden yalnızca daha az satabilmeyle kalmaz, ayrıca gelirinin büyükçe bir bö­lümünü de kendi kullanımı için ürettiği ürünlerden sağ­lar ve bunlar da kazançtan sayılmaz, ikinci olarak, fiyat destek programından çiftçilere sağlanan kazançlar, tabii varsa, bu iş için harcanan toplam tutardan çok daha az­dır. Çiftçilerin cebine hiç girmeyen depolama ve benze­ri işlere harcanan tutarlar bu durumu açıkça ortaya koy­maktadır; bu işte başlıca kazançlılar, deposu olanlar ve depolama tesisi sağlayanlardır. Aynı durum tarım malze­meleri alımı için harcanan tutar için de geçerlidir. Çift­çi bu programlarla gübre, tohum, makine ve benzerleri­ne ek harcamalar yapmaya özendirilmektedir. Oysa geli­rine olsa olsa yalnızca küçük artıklar eklenmektedir. Ve sonuçta da bu artığın artığı bile, programın etkisi olağan koşullarda olacağından daha fazla kişinin kırsal alanda kalması olduğundan, gelir artışını abartarak göstermek­tedir. Fiyat destek programıyla tarım yapılarak normalde sağlanandan daha fazlası elde edilebilirse, bu fazlalık net kazanç olacaktır. Destek alım programının gerçek sonu­cu çiftçi başına geliri artırmak değil, sadece tarımdaki ve­rimi artırmak olmuştur.

Tarımsal ürün destek alım programının bazı maliyet­leri o kadar belirgin ve iyi bilinmektedir ki, bunlara kı­saca değinmek yeterli olacaktır. Tüketici iki kez ödeme yapmıştır, önce tarım yararına harcamalar için vergilerle, sonra da gıda için daha yüksek fiyatlar ödeyerek; bunal­tıcı kısıdamalar ve ayrıntılı merkezi denetimler de çift­çinin sırtına yüklenmiştir. Yaygınlaşan bürokrasiyse bü­tün ulusun sırtına yük olmuştur. Bunların yanında, daha az bilinen bir giderler dizisi daha vardır. Tarım programı dış politika uygulamasında en büyük engel olmuştur. İç piyasada daha yüksek fiyat düzeyini sürdürebilmek ama­cıyla pek çok mala kota konması gerekmiştir. Bu po­litikamızdaki kararsız değişiklikler başka ülkelerde cid­di olumsuz sonuçlar yaratmıştır. Pamukta yüksek bir fi­yat belirlenmesi diğer ülkeleri pamuk üretimlerini artır­ma yönünde cesaretlendirdi. Yüksek fiyadanmız dolayı­sıyla pamuk stoklarımız başa çıkılması güç düzeylere çı­kınca da denizaşırı ülkelere düşük fiyadarla satışa başla­dık ve daha önceki davranışımızla cesaretlendirdiğimiz ülkelerin ağır zararlara uğramalarına neden olduk. Bu tür durumların listesi çoğaltılabilir.

YAŞLILIK VE HAYATTA KALMA SİGORTASI

“Sosyal güvenlik” programı da kurulu düzenin zor­balığının büyüsünü göstermeye başladığı şeylerden biri­sidir. Başlatılmasındaki onca karşı çıkışa rağmen, artık o denli olan oldu gözüyle bakılmaktadır ki, istenebilirliği hemen hiç söz konusu edilmemektedir. Yine de göre­bildiğim kadarıyla, yalnız liberal ilkelere dayanarak değil, neredeyse herhangi başka bir ilkeye bile dayanan hiçbir ikna edici haklılık gerekçesi olmadan ulusun büyük bir bölümünün özel yaşamını istila etmiş bulunuyor. Gelin, yaşlılara ödeme yapılmasını öngören en geniş kapsamlı uygulamasını inceleyelim.

İşlevsel bakımdan, yaşlılık ve hayatta kalma sigortası (YHKS) programı ücret bordrolarından kesilen özel bir vergiyle, belirli yaşlara gelen kişilere, yaş, aile durumu ve daha önceki çalışma bilgilerine göre belirlenen tutarlann ödenmesi gibi konulardan oluşur.

Çözümsel bakımdan, YHKS birbirinden ayrılabilir üç öğeden oluşur:

1.   Çok çeşitli sınıflardan kişilerin belirli yaşam boyu gelir sigortasını satın alma zorunluluğu; yani yaşlılık için zorunlu koşul.

2.   Yaşam boyu gelir sigortasının devletten satın alın­ması zorunluluğu; yani yaşlılık sigortasının devletleştiril­mesi koşulu.

3.   Gelir dağılımının yeniden düzenlenmesi için bir araç; yaşlılık gelirinin değeri, sisteme girdiklerinde buna hak kazanacak kişilerin ödeyecekleri vergilerle denk de­ğildir.

Doğrusu, bu öğeleri birleştirmeye hiç gerek yoktur. Her bireyden kendi yaşlılık sigortasını ödemesi istene­bilir; bireyin özel firmalardan sigorta almasına izin veri­lebilir; bununla birlikte bireylerin belirli sigortalan satın almaları istenebilir. Devlet bireyleri belirli sigortalan sa­tın almaya zorunlu tutmadan sigorta satışına girişebilir ve bu ticareti yapacak kurumun kendi kendisini destek­lemesini öngörebilir. Ve açıkçası, devlet bu sigorta aracı­nı kullanmadan da dağılım düzenlemesi yapabilir ve yap­maktadır da.

Bu nedenle gelin sırasıyla bu öğelerin hepsinin ne ka­dar haklı görülebileceklerini, eğer haklı bir yanları varsa, birlikte düşünelim. Düşünmeye tersten başlarsak sanı­rım çözümlememiz kolaylaşacaktır.

1.   Gelir dağılımı düzenlemesi: Şu andaki YIIKS programı başlıca iki biçimde dağılım düzenlemesi getir­mektedir: YHKS’den yararlananların bazılarından diğer­lerine; genel vergi yükümlülerinden YHKS’den yararla­nanlara.

İlk anılan aslında sisteme göreli olarak genç yaşta gi­renlerden daha ileri yaşlarda girenler istikametinde ge­lişen bir yeniden dağıtımdır. İleri yaşlarda girenler öde­dikleri vergilerle satın alabileceklerinden daha yüksek tu­tarlarda yarar elde etmektedirler ve bir süre daha ede­ceklerdir. Öte yandan şu andaki vergi ve kazanç göster­geleri uyarınca sisteme genç yaşlarda girenler kesinlikle daha az alabileceklerdir.

Özellikle bu yeniden dağılımın savunulabileceği libe­ral ya da diğer, hiçbir gerekçe göremiyorum. Yararlanan­lara verilen yardımın onların yoksulluğu ya da zenginli­ğiyle bir bağı yoktur; yoksul olan kadar zengin olan da almaktadır. Bu yardımı karşılayan vergi, belirli bir tava­na kadar kesilen tek oranlı bir vergidir. Yüksek gelirler­den çok, düşük gelirlerde gelirin büyükçe bir bölümünü oluşturur. Yaşlılara ekonomik durumlarına bakmaksızın yardım etmek için gençlerin vergilendirilmesi; bu amaçla düşük gelirlilere yüksek gelirlilerden daha yüksek oran­da vergi yüklenmesi; ya da aynı konu için, bordrolu üc­retlerden alınacak bir vergiyle bu yardımı ödeyebilmek üzere devletin vergi gelirlerini artırmayı öngörmek han­gi akla yatkın gerekçeyle haklı görülebilir?

ikinci tür dağılım düzenlemesi bir olasılıkla siste­min kendi kendini tümüyle finanse edememesi nedeniy­le ortaya çıkar. Çok sayıda kişinin kapsam içinde olup bu vergileri ödediği ve ancak az sayıda kişinin yararlan­ma hakkının bulunduğu dönemde sistemin, kendi ken­dini finanse eder, hattâ bir fazlalık verir gibi bir görü­nümü vardır. Ancak bu görünüm vergi ödeyen kişile­re olan yükümlü birikiminin gözönüne alınmamasından kaynaklanmaktadır. Ödenmekte olan vergilerin birikmiş yükümlülükleri karşılamaya yeterli olabileceğiyse kuşku­ludur. Çoğu uzman nakit sıkışıklığı nedeniyle bile devlet desteğine gerek duyulacağını ileri sürmektedir. Ve böy­le bir destek diğer ülkelerdeki benzeri sistemlerde genel olarak gerekli olmuştur. Bu, burada değinemeyeceğim ve değinmemize de gerek olmayan ve hakkında çok açık görüş farklılıkları bulunan oldukça teknik bir konudur.

Bizim için valnız şu varsayımsal sorunun sorulması yeterli olacaktır: Devlet yardımının gerekirse genel vergi yükümlüsünden alınması haklı bir davranış mıdır? Böylesi bir yardımın haklılığının dayandınlabileceği hiçbir gerekçe göremiyorum. Yoksul insanlara yardım etmek isteyebiliriz. Ancak insanların yoksul olup olmadığına bakmadan yalnızca belirli bir yaşta oldukları için onla­ra yardım etmeyi haklı kılan şey nedir? Bu tümüyle keyfi bir dağılım düzenlemesi olmaz mı?

YHKS’yle gelir dağılımının yeniden düzenlenme­si haklılığını öne süren tek sav, yaygın kullanıma karşın benim adamakıllı ahlaka aykırı bulduğum bir savdır. Bu sav, çok keyfi bir öğe olmasına karşın, YHKS aracılığıy­la yapılan yeniden dağılımın ortalama olarak, yüksek ge­lirli insanlardan çok, düşük gelirli insanlara yardımcı ol­duğu; bu dağılım düzenlenmesinin daha etkin kılınma­sının iyi olacağı; ama toplumun bir dağılım düzenlen­mesi için doğrudan oy kullanmayacağı, ancak bir sosyal güvenlik paketinin bir parçası olursa oy kullanabileceği şeklindeki savdır. Bu savın özünde söylemek istediği, al­datıcı bir görünümle sunulması durumunda toplumun karşı olduğu bir önlem için, bu önlemin lehinde oy kul­lanmaya kandırılabileceğidir. Bu yönde bir savı ileri sü­renlerin, ticarî reklamların «yanlış yönlendirici» olmakla suçlanmasında en çok sesi çıkanlar olduğunu söyleme­ye gerek yoktur.[36]

2.   Zorunlu yaşlılık sigortasının devletleştirilmesi: Ye­niden dağılımdan kaçınmak için her kişiden aldığı yaşlı­lık sigortasını ödemesini istediğimizi ve primlerin şu an­daki yaşam boyu gelir ödemelerini -hem ölüm, hem de faiz gelirlerini hesaba katarakkarşılamaya yeterli olaca­ğını da kabul ettiğimizi varsayalım. Şimdi, böyle bir si­gortanın bir devlet kurumundan satın alınmasını zorun­lu kılmanın haklılığı nerededir? Eğer gelir dağılımının yeniden düzenlenmesi yapılacaksa, bunun için vergilen­dirme gücü açıkça kullanılmalıdır. Ama eğer dağılım dü­zenlenmesi programın bir parçası olmayacaksa, kaldı ki onu programın bir parçası yapmanın zorlukla haklı çıka­rılabileceğini biraz önce gördük, bireylerden isteyenlerin bu sigortayı özel kuramlardan satın almasına niçin izin vermiyoruz ki? Buna yakın bir benzetme, eyalet yasala­rıyla satın alınması zorunlu kılınan otomobil sorumlu­luk sigortalarında ortaya çıkmaktadır. Bildiğim kadarıy­la, böyle yasaları bulunan hiçbir eyalet, bir eyalet sigorta şirketi bulunsa bile, otomobil sahiplerini sigortalarını bir devlet acentesinden satın almaya zorlamamaktadır.

Büyük ölçekte ekonomik olma olasılığı yaşlılık sigor­tası koşulunun devletleştirilmesi lehinde bir iddia ola­maz. Eğer bu olasılık geçerliyse ve devlet de yaşlılık ge­liri anlaşmaları satmak üzere bir kurum kurduysa, o za­man bu kurumun kendi büyüklüğünden dolayı fiyat kı­rarak rakiplerinden daha fazla satabilmesi olasıdır. Bu durumda bir zorlamada bulunmadan o ticaret dalını ele geçirecektir. Eğer fiyat kırarak onlardan daha fazla satannvorsa, o zaman büyük ölçekte ekonomik olma du­rumu geçerli değildir ya da devletçe işletilmenin ekono­mik olmayan diğer yönleriyle başa çıkmakta yeterli ola­mamaktadır.

Yaşlılık sigortası sözleşmeleri koşulunu devletleştir­menin bir olası avantajı, bu sözleşmelerin zorunlu satın alınmasının uygulamasını kolaylaştırmaktır. Yine de bu oldukça saçma bir avantaj gibi gelmektedir.

Alternatif idari düzenlemeler bulmak kolay olurdu; sözgelişi bireylerden prim ödeme belgelerinin bir kopya­sını gelir vergisi bildirimlerine eklemelerini istemek gibi ya da gerekleri yerine getirdiklerini işverenlerinin belge­lemesini istemek gibi. İdari sorun, şu andaki düzenle­melerin yükledikleriyle karşılaştırıldığında kesinlikle en önemsiz şey olacaktır.

Devletleştirmenin maliyetinin böylesi önemsiz avan­tajlardan daha yüksek çıkacağı açıkça görülebilir. Baş­ka yerde olduğu gibi burada da, bireysel seçme özgürlü­ğü ve alışverişte özel girişimlerin rekabeti, olası anlaşma­ların türlerinin iyileştirilmesini artıracak ve bireysel ge­reksinimi karşılayacak çeşitliliği ve farklılığı çoğaltacak­tır. Siyasal açıdan, devlet etkinliklerinin boyutlarını ge­nişletmekten ve böylesi genişlemelerin hepsinde bulu­nan özgürlüğe dolaylı tehditten kaçınmanın belirgin ya­rarı vardır.

Daha az belirgin siyasal maliyetlerden bazıları şim­diki programın karakterinden kaynaklanır. Söz konu­su konular çok teknik ve karmaşık bir duruma gelirler. Ehil olmayanlar genellikle bunları değerlendirmekte ye­tersiz kalırlar. Devletleştirmenin anlamı, “uzmanlar” kit­lesinin devletleştirilen sistemin memurları ya da sistem­le yakın ilişkisi olan üniversite üyeleri olmasıdır. Kaçınıl­maz olarak genişlemeden yana olmaya başlarlar, bunun kendi dar çıkarlarından dolayı olmadığını hemen ekle­meliyim, çünkü devlet yönetimini kabul edilmiş bir olgu olarak gördükleri bir ortam içinde faaliyet göstermekte ve yalnızca onun tekniklerini bilmektedirler. Şimdiye ka­dar Birleşik Devletler’de durumu kurtaran tek şey, ben­zeri etkinliklere girişmiş özel sigorta şirketlerinin varlı­ğı olmuştur.

Kongre’nin Sosyal Güvenlik Yönetimi gibi burum­ların işlevleri üzerindeki etkin denetimi, bu kurumla­nıl görevlerinin teknik karakteri ve uzmanlarının hemen hemen tekel konumlan nedeniyle temelde imkânsız ol­maktadır. Bu kurumlar Kongre’nin, önenlerine yalnız mühür bastığı, kendi kendilerini yöneten organlar hali­ne gelmektedirler. Bunlarda mesleki başarıya ulaşan be­cerikli ve hırslı insanlar doğal olarak kendi kuramlarının kapsamını genişletmeye çok heveslidirler ve onları bunu yapmaktan alıkoymak giderek zorlaşmaktadır. Uzmanın olumlu oy verdiğine kim olumsuz oy verebilecek kadar yetkilidir? Şimdiye kadar nüfusun artan bir bölümünün sosyal güvenlik sisteminin içine çekildiğini gördük ve ar­tık o yöndeki genişleme olanakları da azaldığına göre, tıbbi bakım gibi yeni programlar eklenmesi yönünde bir hareket görmekteyiz.

Yaşlılık sigortasının devletleştirilmesine karşı çıkıl­masının fazlasıyla gerekli olduğu düşüncesindeyim, bu gerek yalnızca liberal ilkeler açısından değil, refah devle­ti taraftarlarının ortaya koydukları değerler bakımından da güçlüdür. Eğer devletin piyasadan daha iyi hizmet ve­rebileceğine inanıyorlarsa, o zaman bir devlet kurumunun sigorta sözleşmesi yaparken diğer kuramlarla açık rekabet içinde olmasından yana çıkmalıdırlar. Eğer hak­lıysalar, devlet kurumu başarılı olacaktır. Eğer haksızsa­lar, özel bir seçenekleri olacağı için insanların refahı ar­tacaktır. Görebildiğim kadarıyla, yalnız doktriner sosya­list ya da merkezi yönetime inanan kişiler, kendi görüş­leri doğrultusunda, yaşlılık sigortasının devletleştirilme­sinden yana olacaklardır.

3.   Yaşlılık sigortasını satın alma zorunluluğu: Dolaylı sorunları ele aldığımıza göre artık anahtar konuyla ilgile­nebilecek durumdayız: Bireyleri, ileri yaşlan için hazırlık olması maksadıyla yaşlılık geliri sigortası satın almak için cari gelirlerinden bir miktarını kullanmaya zorlamak.

Bu zorlama lehinde olabilecek olası bir gerekçe ke­sinlikle himayeci olacaktır. İnsanlar yasanın kendilerin­den toplu olarak yapmalarını istediği şeyi bireysel ola­rak yapmaya isterlerse karar verebilirler. Ama bir arada değillerken sağduyulu ve tutumlu davranırlar. “Biz” on­ların yaşlılıkları için neyin iyi olduğunu, onların gönüllü olarak yapabileceklerinden daha iyi biliriz. Hepsini tek tek ikna edemeyiz; ancak kendi yararlarına olacak şeyi herkesin yapmaya zorlanması için yüzde 51 ya da daha fazlasını ikna edebiliriz. Buradaki himayecilik sorumlu­luğu olan yetişkinler için söz konusu olmaktadır, dolayı­sıyla çocuklar ve aklını yitirmiş kişilerin bakımıyla ilgili özürle hiçbir ilgisi yoktur.

Bu düşünce kendi içinde tutarlı ve mantıklıdır. Bu düşüncedeki bir himayecilik bağnazı kendisine bir man­tık yanlışı yapağı gösterilse bile bundan caydınlamaz. O, sadece iyi niyet bakımından değil ama yanlış yönlendiril­miş bir arkadaş olarak, ilke gerekçeleri bakımından bi­zim hasmımızdır. Temelde diktatörlüğe inanmaktadır, yardımsever ve belki de çoğunlukçudur ama ona göre her şeyden önce diktatörlük gelir.

Aramızda özgürlüğe inananların, bireylerin kendi yanlışlıklarını yapabilme özgürlüklerine de inanması ge­rekir. Eğer bir kişi yalnız bugün için yaşamayı, kaynak­larını şu andaki zevkleri için kullanmayı, kıt kanaat bir yaşlılığı bilinçli olarak yeğliyorsa, onu böyle davranmak­tan alıkoymaya ne hakkımız var? Onunla tartışabiliriz, onu yanlış düşündüğüne ikna etmenin yollarını arayabi­liriz, ama kendisinin seçtiği bir davranışta onu durdur­mak için zor kullanmaya yetkili miyiz? Her zaman onun doğru bizim yanlış olmamız olasılığı yok mudur? Alçak­gönüllülük özgürlüğe inanan kişiye özgü değerli bir er­demdir; kendini beğenmişlikse himayeciye özgü.

Himayecilik bağnazı insan azdır. Tarafsız olarak in­celendiğinde, böyle bir tutum hiç çekici gelmeyecektir. Yine de himayeci sav sosyal güvenlik gibi önlemlerde o kadar büyük bir rol oynamıştır ki, onu aydınlığa çıkar­maya değecektir.

Liberal ilkeler bakımından yaşlılık sigortasına zorun­lu katılımın haklı görülebileceği olası bir gerekçe, sağgö­rüsüz kişinin kendi eylemlerinin sonucuna yalnız kendi­sinin katlanmak zorunda kalmaması, başkalarına da ma­liyetler yüklemesi olabilir. Yoksul, yaşlı kimselerin kor­kunç bir sefalet içinde ezildiğini görmek istemeyebiliriz denebilir. Biz onlara özel ve kamusal bağışlarla yardım­cı olacağız. Yine de kendi yaşlılığı için hazırlık yapmayan bir kişinin kamusal bir maliyeti olacaktır. Burada yaşlılık sigortasını satın almaya zorlanması onun yararına oldu­ğu için değil de, geride kalan hepimizin yararına olduğu için haklı çıkarılmıştır.

Bu savın ağırlığı olgulara dayanır. Eğer yaşlılık sigor­tası olmadığı için, 65 yaşına gelen nüfusun yüzde 90’1 kamunun sırtına yük olacaksa, savın ağırlığı fazla ola­caktır. Ama bu yalnız yüzde 1 ise, o zaman hiç ağırlığı yok demektir. Yüzde l’in topluma yükleyeceği maliyet­lerden kaçınabilmek için yüzde 99’un özgürlüğünü ne­den kısıtlayalım?

Yaşlılık sigortasını satın alma zorunluluğu bulunmasaydı, toplumun büyük bir bölümünün kamu mâliyesi üzerinde bir yük olacağına inanılması, Büyük Bunalım sırasında YHKS’nin yasalaştırılması çerçevesinde akla yakın görünüyordu. 1931’den 1940’a kadar her yıl işgü­cünün yedide birinden fazlası işsiz kalmakta ve işsizlik daha yaşlıca işçiler arasında oransal olarak ağır basmak­taydı. O zamandan beri bu deneyimin bir benzeri görül­memiş ve yinelenmemiştir. Bu durum kişilerin sağgörü­süz olmalarından ve yaşlılıkları için hazırlık yapmamala­rından dolayı ortaya çıkmamıştı. Gördüğümüz gibi, dev­letin yanlış yönetiminin bir sonucu olarak ortaya çıkmış­tı. YHKS çok değişik bir hastalık için, hiçbir deneyimi­miz olmayan bir tedaviydi, eğer tedavi sayılırsa tabii.

1930’lann işsizlerini sıkıntılarından kurtarmak çok ciddi bir sorun yaratmış, kamu mâliyesine ağır bir yük olmuştur. Ama yaşlılık hiçbir biçimde en ciddi sorun ol­mamıştır. Üretken yaştaki çoğu insan bağış ya da yardım kuyruklanndaydılar. Ve YHKS’nin düzenli yaygınlaştı­rılması, ki günümüzde on altı milyondan fazla kişi bun­dan gelir elde etmektedir, kamu yardımı alanların sayı­sındaki sürekli artışı önleyememiştir.

Yaşlıların bakımıyla ilgili özel düzenlemeler zaman içinde önemli ölçüde değişmiştir. Bir zamanlar kişile­rin yaşlılıklarına yönelik tek yatırım araçları çocuklarıy­dı. Toplum zenginleştikçe töreler de değişti. Çocukla­ra yüklenen kendi ana babalarına bakma sorumluluğu azaldı ve insanlar giderek servet biriktirme şeklinde ya da özel emeklilik haklan sağlayarak kendi yaşlıhklan için hazırlık yapmaya başladılar. Daha yakın zamanlarday­sa, YHKS’den başka emeklilik planlan hız kazanmıştır. Gerçekten de, bazı öğrenciler, şu anda varolan eğilimle­rin, kamunun büyük bir bölümünün hayatlarının en dinç ve güzel yaşlannda elde edebileceklerinden daha yüksek standartlan ileri yaşlarda sağlayabilmek için üretken yıllannda aşın tutumlu davrandığı bir toplumu gösterdiği­ne inanmaktadırlar. Bazılanmız bunun ters bir eğilim ol­duğunu düşünebilir, ama eğer toplumun beğenisini yan­sıtıyorsa bırakalım öyle kalsın.

Yaşlılık sigortasının zorunlu olarak satın alınması ne­ticede, küçük bir kazanç elde etmek uğruna büyük ma­liyetlerin yüklenilmesine yol açmaktadır. Bu durum, bir devlet kurumundan belirli bir yolla emeklilik sigorta­sı satın almakla gelirimizin büyükçe bir bölümünü bu amaca adamamızı zorunlu kılarak gelirimizin bu bölü­mü üzerindeki kontrolden bizi yoksun bırakmıştır. Yaş­lılık sigortası satışında rekabeti yasaklamış ve emeklilik düzenlemelerinin gelişmesini engellemiştir. Kapsamı­nı yaşamımızın bir alanın diğerine genişleterek büyü­me eğilimleri gösteren büyük bir bürokrasi doğurmuş­tur. Ve bütün bunların hepsi, yalnızca birkaç insanın ka­muya maliyetinin olması tehlikesinden kaçınmak için ya­pılmaktadır.

Bölüm 12

Yoksulluğun Hafi etilmesi

Batılı ülkelerin son iki yüzyılda yaşadıkları olağanüstü ekonomik büyüme ve özgür girişim kazançlarının yay­gın olarak dağılımı, Batının kapitalist ülkelerinde yoksul­luğun kapsamını mudak anlamda inanılmayacak ölçüde azaltmıştır. Ne var ki, yoksulluk bir ölçüde göreli bir so­rundur ve sözü edilen ülkelerde bile, geri kalan hepimi­zin yoksulluk olarak tanımlayacağımız koşullarda yaşa­yan çok insan bulunduğu apaçıktır.

Birçok açıdan en arzu edilir çare özel yardımseverlik­tir. “Bırakınız yapsınlar”ın parlak döneminde, ondokuzuncu yüzyılın sonlarında Ingiltere’yle Birleşik Devletler’de hayır örgütleri ve kurumlarının sayılarındaki ola­ğanüstü artış dikkat çekicidir. Devletçe üstlenilen sos­yal refah etkinliklerinin artmasındaki ana maliyetlerden biri, bunların yerini tutan özel hayır etkinliklerinin azal­ması olmuştur.

Denilebilir ki, özel hayır yetersizdir, çünkü bundan sağlanan yararlar bağışta bulunan kişilerden başkalarına gitmektedir... işte bir komşuluk etkisi daha. Yoksulluğun görünümü beni çok üzer; hafifletilmesi yaranma olur; ancak yoksulluğun hafifletilmesine ister ben kendim, is­terse başkaları yardımcı olsun, benim elde ettiğim yarar eşit ölçüdedir, dolayısıyla başkalannın hayırseverlikleri­
nin yararları bir ölçüde bana yönelmektedir. Bir başka açıdan ele alırsak, hepimiz insanları yoksulluktan kurtar­maya katkıda bulunmak isteyebiliriz, ancak başka herke­sin de bunu yapmış olması koşuluyla. Bu koşul sağlan­madan aynı ölçüde katkıda bulunmak istemem. Küçük topluluklarda, özel hayır işlerinde bile toplumsal baskı bu koşulun gerçekleşmesi için yeterli olabilir. Toplumumuza giderek egemen olan kişisel olmayan büyük toplu­luklardaysa bunun gerçekleşmesi çok daha zordur.

Benim gibi başkalarının da bu mantık çerçevesinde, toplumdaki her kişinin yaşam standardının altına bir ta­ban koyarak yoksulluğun hafifletilmesinde devlet eyle­mini haklı bulduğunu varsayalım. O zaman geriye «na­sibi ve «ne kadar» sorulan kalmaktadır. Bu “ne kadar”ın saptanmasında, bu amaç için kendimize, yani çoğumu­za, yükleyeceğimiz vergi miktan dışında bir yol göremi­yorum. «Nasibi sorusuysa kurguya daha çok olanak ta­nımaktadır.

İki şey açıktır. İlki, eğer hedef yoksulluğun hafifletilmesiyse, yoksullara yardıma yönelik bir programımız ol­malıdır. Sözgelişi, çiftçilik yapan yoksul birine yardım et­mek için her türlü neden vardır, ama çiftçi olduğu için değil de yoksul olduğu için. Söz konusu program insan­lara, belli bir meslek grubunun ya da yaş grubunun veya ücret grubunun ya da örgütlerin ve sanayilerin üyeleri olduğu için değil, insan oldukları için yardımı öngöre­cek şekilde tasarlanmalıdır. Bu durum tarım program­larının, genel yaşlılık yardımlarının, asgari ücret yasala­rının, gümrük engellerinin meslek ve uğraşıları ruhsat­landırma gereklerinin ve sınırsız sayıdaki benzerlerinin bir yanlışıdır. İkincisi, program piyasa aracılığıyla işlevini

yerine getirirken mümkün olabildiğince piyasayı bozma­malı ya da çalışmasını engellememelidir. Bu da fiyat des­teklemelerinin, asgari ücret yasalarının, gümrük engelle­rinin ve benzerlerinin bir kusurudur.

Kendini salt mekanik gerekçeyle salık veren düzen­leme olumsuz gelir vergisidir. Şimdiki federal gelir ver­gisi uygulamasında kişi başına 600 dolar vergiden bağı­şıktır (ayrıca en az yüzde 10 oranında bir indirim). Eğer bireyin vergilendirilebilir geliri 100 dolarsa, yani indirim ve bağışıklıktan sonraki geliri 100 dolarsa, o zaman ver­gi verecektir. Önerilen uygulamaya göre eğer geliri eksi 100 dolarsa, yani bağışıklık ve indirimlerden sonra eksi 100 dolar oluyorsa, o zaman olumsuz bir vergi ödeme­si, yani yardım alması gerekmektedir. Yardım oranı di­yelim ki yüzde 50 olsun, 50 dolar alması gerekirdi. Eğer hiç geliri olmasaydı ve işi kolaylaştırmak için indirim ol­masa ve yardım oranı da sabit kalsaydı, o zaman 300 do­lar yardım alırdı. Eğer indirimler olsaydı, örneğin sağ­lık giderleri gibi, ki bu durumda daha bağışıklık düşül­meden bile geliri negatif olacaktı, işte o zaman daha bile fazla alabilirdi. Yardım oranları da bağışıklığın üzerin­deki gelir için olduğu gibi artan basamaklı olabilir tabii. Bu yolla hıc kimsenin net gelirinin (burada yardım dahil tanımlanmaktadır) altına düşmeyeceği bir taban belirle­mek mümkün olabilecektir: Bu basit örnekte kişi başına 300 dolardır. Kesin taban düzeyi o topluluğun parasal gücüne bağlı olacaktır.

Bu düzenlemenin yararlan açıktır. Özellikle yoksul­luk sorusuna yöneliktir. Bireye yardımı en işe yarar bi­çimde vermektedir, yani nakit olarak. Geneldir ve şu anda yürürlükte olan özel önlemler sürüsünün yeri260

ni alabilir. Toplumun yüklendiği maliyeti belirginleşti­rir. Piyasanın dışında çalışır. Yoksulluğun hafifletilme­si için alınan diğer önlemlerden herhangi biri gibi yar­dım edilenlerin kendi kendilerine vardım etme dürtüsü­nü azaltır, ama gelirleri sabit en aza tamamlayan bir sis­temin yapacağı gibi dürtüyü tümüvle ortadan kaldırmaz. Fazladan kazanılmış bir dolar her zaman, harcanabile­cek daha fazla para demektir.

Hiç kuşkusuz yönetim sorunları olacaktır ama bun­lar bana önemsiz dezavantajlar gibi görünmektedir, tabii dezavantaj sayılırlarsa. Sistem doğrudan cari gelir vergisi sistemimizin içine oturtulacak ve onunla birlikte yönetilebilecektir. Şu andaki vergi sistemi gelir girdilerinin bü­yük bölümünü kapsamaktadır ve tümünü kapsama ge­reğiyse, şu andaki gelir vergisine ilişkin işlevlerin iyileşti­rilmesi yan ürününü de beraberinde getirir. Daha önem­lisi, eğer aynı sona yönlendirilmiş şu andaki önlemler, o çıfıt torbasının yerini almak üzere yasalaştırılırsa, toplam idari yük kesinlikle azalacaktır.

Bazı kısa hesaplamalar bile bu önerinin, gerekli dev­let müdahalesinin derecesi bir yana, parasal açıdan şu anki refah önlemleri dizimizden çok daha az masraflı olacağını göstermektedir. Öte yandan bu hesaplamalara, yoksullara yardım etme önlemleri olarak değerlendirilen şu andaki önlemlerimizin ne kadar savurgan olunduğu­nun göstergesi olarak da bakılabilir.

1961’de devlet doğrudan refah ödemeleri ve çeşit­li programlarla 33 milyar dolar civarında (federal, eyalet ve yerel) bir tutara erişmişti; bunlar yaşlılık yardımı, sos­yal güvenlik yardımı ödemeleri, bağımlı çocuklara yar­dım, genel yardım, tarım fiyat destek programları, kamu konutları ve benzerleridir.*

Bu hesaplamaya asker emeklilerinin yararlandıkla­rı şeyleri almadım. Hattâ asgari ücret yasaları, tarifeler, ruhsatlandırma uygulamaları vb. gibi önlemlerin dolay­lı ve dolaysız maliyetleri için ya da kamu sağlığı etkinlik­leri, eyalet ve yerel yönetimin hastaneler, ruhsal bakım kurumlan ve benzerleri için yapılan harcamalar için bir karşılık ayırmadım.

Birleşik Devletler’de yaklaşık 57 milyon tüketici biri­mi (bağımsız bireyler ve aileler) vardır. 33 milyar dolar­lık 1961 yılı harcamaları, en düşük düzeydeki gelir düze­yinden başlayarak yüzde 10 oranındaki tüketici birimine birim başına yaklaşık 6000 dolarlık karşılıksız yardımı fi­nanse etmeye yetebilirdi. Bu yardımlar onların gelirleri­ni Birleşik Dcvlctler’deki bütün birimlerin ortalamasının üstüne yükseltmiş olurdu. Bir başka seçenek olarak, anı­lan harcamalarla en düşük düzeyden başlanarak yüzde 20 oranında birim, birim başına yaklaşık 3000 dolarla fi­nanse edilebilirdi. Hattâ örnek Yeni Düzencilerinyetcrsiz beslenmiş, yetersiz konutlandırılınış ve yetersiz giy­dirilmiş tanımını kullanmayı sevdikleri üçte birlik ora­na kadar ileri götürülse, 1961 harcamaları tüketici birimi

r Bu değer şunlara eşittir: Devlet transfer harcamaları (31,1 milyar dolar) eksi emekli asker ödemeleri (4.8 milyar dolar) (her iki değer de Ticaret Bakanlığı ulusal gelir hesaplarından alındı) artı tarımsal programlara yapılan federal harcamalar (5.5 milyar dolar), artı kamu konutları ve diğer konut edindirme yardımları için federal harcama­lar (0,5 milyar dolar) (her iki değer de 30 I faziran 1961 itibariyle bi­ten yıl sonu değeri olarak I lazinc hesaplarından alındı) artı toplamı milyara vur adatmak amacıyla vc federal programların idari masrafla­rı, atlanmış eyalet ve yerel programlar ve çeşitli kalemleri karşılamak üzere kabaca 0.7 milyar dolar. Sanırım bu değer önemli ölçüde dü­şük tahmin edilmiştir.

başına yaklaşık 2000 dolarlık bağışları karşılamaya yeter­li olabilirdi; bu tutar kabaca, fiyat düzeylerindeki deği­şikliklere göre ayarlandıktan sonra, 1930’ların ortaların­da düşük gelirli üçte biri daha yüksek gelirdeki üçte iki­den ayıran gelir düzeyiydi. 1930’ların ortalarındaki bu en düşük gelirli üçte birin karşılığı fiyat düzeylerindeki de­ğişikliklere göre ayarlandıktan sonra, günümüzde tüketi­ci birimlerinin sekizde birinden daha azdır.

Açıkçası, bunların hepsi “yoksulluğun hafifletilmesi” adı altında, deyimin oldukça cömert bir yorumuyla bile, haklı gösterilemeyecek kadar savurgan programlardır. Gelirleri en düşük olan toplam tüketici birimlerinin yüz­de yirmisinin gelirlerini, diğerlerinin en düşük gelir dü­zeyine yükseltecek biçimde tamamlayacak bir program, şimdi harcadığımızın yarısından daha aza mal olacaktır.

Önerilen olumsuz gelir vergisinin başlıca dezavanta­jı onun politik sonuçlarıdır. Başkalarına yardım ödemesi yapabilmek için bazılarına vergi yükleyen bir sistem geti­rir. Ve bu başkalarının da bir oy hakkı vardır. Büyük bir çoğunluğun talihsiz bir azınlığa yardım etmek için iste­yerek kendilerini vergilendirdikleri bir düzenleme yeri­ne, bir çoğunluğun kendi yaran için isteksiz bir azınlığa vergi yüklediği bir düzenlemeye dönüşmesi tehlikesi her zaman söz konusudur. Bu öneri, süreci böylesine açık seçik hale getirdiği için tehlike diğer önlemlerden daha büyüktür belki de. Bu sorunun çözümü için seçmenlerin kendi kendilerini kısıtlamalarına ve iyi niyetlerine güven­mekten başka çare göremiyorum.

Dicey 1914’te aynı doğrultudaki bir sorun olan Ingi­liz ileri yaş emekli aylıkları konusunda yazarken şunla­rı belirtmekteydi: “Akh başında ve yardımsever bir kişi, emeklilik aylığı biçimindeki bir yoksul yardımının ya­salaştırılmasıyla İngiltere’nin bir bütün olarak kazançlı olup olmayacağıyla, bir emeklinin Parlamento üyesi se­çimlerine katılma hakkını elinde tutmasının tutarlı olup olmayacağını kendi kendine sorabilir pekala.”'8

İngiltere oy kullanma hakkının genelleştirilmesine emekli aylığı ya da diğer devlet yardımı alanların oy hak­kını kısıtlamadan geçmiştir. Ve başkalarının yaran için bazılarının vergilendirilmesinde müthiş bir genişleme olmuştur ki, bunun Ingiltere’nin gelişmesini geciktirdi­ğinin, hattâ kendilerini alıcı uç olarak görenlerden ço­ğunun bile bundan yararlanamadığının kesinlikle kabul edilmesi gerekir. »Ancak bu önlemler İngiltere’nin öz­gürlüklerini ya da üstün gelen kapitalist sistemini yıkamamıştır, en azından şimdilik. Ve daha da önemlisi, işle­rin düzelmeye başladığının ve seçmenlerin kendi kendi­lerine kısıtlama uyguladıklarının bazı belirtileri görülme­ye başlanmıştır.

LİBERALİZM VE EŞİ LLİKÇİLİK

Liberal felsefenin özü, bireyin onuruna ve kendi an­layışına uygun olarak, başka bireylerin de aynı şeyleri ya­pabilme özgürlüğüne karışmamak koşuluyla, tüm ka­pasite ve fırsatlarını değerlendirmekte özgür olduğuna inanmaktır. Bu bir anlamda insanların eşitliğine inanç demektir; bir diğer anlamdaysa eşitsizliklerine. Her insa­nın özgürlük hakkı eşittir. Bu önemli ve temel bir haktır, çünkü insanlar kesinlikle farklıdır, çünkü biri kendi öz­gürlüğüyle bir başkasının yapmak isteyeceğinden fark-

C) IC) L \ Oiccy. L-z/r dn<l Public Opinion in Enginini, 2nd. I ûlition, London, M;icMilli;ın. 1914. p. XXXV'| lı şeyler yapmak isteyebilir ve zaman içinde pek çok in­sanın yaşadığı toplumun genel kültürüne diğerlerinden daha fazla katkıda bulunabilir.

Liberal, bu nedenle bir yanda hak eşitliğiyle fırsat eşitliğini, öte yandan da maddesel eşitlikle verim eşitliği­ni birbirinden keskin biçimde ayıracaktır. Özgür bir top­lumun, başka herhangi birinin şimdiye dek denediğin­den çok daha büyük maddesel eşitlik yönünde bir eği­limi bulunması olgusunu hoş karşılayabilir. Ama bunu özgür toplumun istenebilir bir yan ürünü olarak göre­cektir, onun ana özrü olarak değil. Hem özgürlüğü, hem de eşitliği artıran, yani tekel gücünü ortadan kaldırıcı ve piyasanın çalışmasını iyileştirici önlemleri hoş karşılaya­caktır. Daha az talihli olanlara vardım etmeye yönelik özel hayırseverliği özgürlüğün uygun biçimde kullanımı­na bir örnek olarak kabul edecektir. Ve toplumun bü­yük bölümünün ortak amaca ulaşabileceği daha etkili bir yol olarak yoksulluğun biraz olsun ıslahına yönelik dev­let eylemini onaylayabilir. Bununla birlikte bunu, gönül­lü eylemi zorunlusuyla ikame etmesi gerekeceği için üzü­lerek yapacaktır.

Eşitlikçi de bu kadar ilerive gidebilir. Hattâ daha da ileriye gitmek isteyecektir. Başkalarına vermek için ba­zılarından almayı, “bazıları”, başarmak isteyecekleri bir amacın sağlanmasında daha etkili bir araç olacağı gerek­çesiyle değil de, “haklılık” gerekçelerine dayandırarak sa­vunacaktır. İşte bu noktada eşitlikle özgürlük keskin bir çelişkiye düşmektedir; ikisi arasında bir seçim yapılma­lıdır. Bu anlamda kişi hem eşitlikçi hem de liberal ola­maz.

Bölüm 13

Sonuç

1920’ler ve 1930’larda Birleşik IDevletler’deki ente­lektüeller, kapitalizmin ekonomik refahı, dolayısıyla da özgürlüğü engelleyen kusurlu bir sistem olduğuna ve ge­lecek umudunun, siyasi otoritelerce ekonomik işlerin daha büyük ölçüde ve bilinçli denetiminde yattığına güç­lü bir biçimde inanmaktaydılar. Entelektüellerdeki inanç değişikliği herhangi bir kolektivist toplumun örnek ola­rak bulunması nedeniyle olmamıştır; bununla birlikte, Rusya’da komünist bir toplumun kurulması ve ona par­lak umutlar bağlanması bunu hızlandırmıştır kuşkusuz. Entelektüellerdeki inanç değişikliğine, bütün haksızlık­ları ve kusurlarıyla işlerin şu andaki durumunun, olabile­ceği varsayımsal durumla karşılaştırılması sonucu varıl­mıştır. Gerçekleşenler ideallerle karşılaştırılmış tır.

O zamanlar daha fazlasını yapmak mümkün değildi, insan soyu merkezî kontrol ve devletin ekonomik etkin­liklere ayrıntılı müdahalesini içeren dönemlerin deneyi­mini yaşamıştı. Ama politikada, bilimde ve teknolojide bir devrim olmuştu. Hiç kuşkusuz, demokratik siyasi ya­pıda, modem araç gereçlerde ve çağdaş bilimde önceki çağlarda mümkün olduğundan daha başarılı şeyler yapa­bileceğimiz öne sürülebilir.

Gelgeldim o dönemlerin tutumları günümüzde de

sürmektedir. Hâlâ, mevcut herhangi bir devlet müdaha­lesini arzu edilir sayma, tüm kötülükleri piyasaya yorma, yeni devlet kontrolü önerilerini ideal olarak değerlendir­me, yani eğer ehil, tarafsız, özel çıkar grubunun baskı­sı altında olmayan kişilerce yürütülürse işe yarayabilece­ğine inanma eğilimimiz vardır. Serbest girişim ve kısıtlı devlet uygulamalarından yana olanlarsa, eskiden olduğu gibi yine savunma konumundadırlar.

Ne var ki, koşullar değişmiştir. Artık devlet müdaha­lesi konusunda birkaç on yıllık deneyime sahibiz. Bun­dan böyle fiili olarak çalışan piyasayla ideal olarak çalışa­bilecek devlet müdahalesini karşılaştırmak gerekmiyor. Fiili olanı fiili olanla karşılaştırabiliriz artık.

Böylece piyasanın fiili olarak çalışmasıyla ideal bi­çimde çalışması arasındaki farkın, devlet müdahalesinin fiili etkileriyle amaçlanmış etkileri arasındaki farka kıyas­la devede kulak kaldığı apaçıktır. Zorbalığın egemen ol­duğu Rusva’da insanların özgürlük ve onuru konusun­da ilerleme sağlanacağına kim büvük umutlarla inana­bilir? Mars ve Engels Komünist Mcinifesto\\a şöyle yazar­lar: “Emekçilerin zincirlerinden başka kaybedecek hiç­bir şeyleri yoktur. Ama kazanacakları bir diinva vardır.” Bugün Sovyetlcr Birliği’ndcki emekçilerin zincirlerinin, Birleşik Dcvlctler’deki ya da İngiltere’deki veya Fran­sa’daki ya da Almanya’daki veya herhangi bir Batılı ülke­deki emekçilerin zincirlerinden daha zayıf olduğunu kim ileri sürebilir?

Birleşik Devletler’dcki duruma daha yakından ba­kalım. Geçen on yıllarda büvük “reformlar”dan hangisi hedeflerine ulaşmıştır? Bu reformların yandaşlarının iyi niyetleri gerçekleşmiş midir?

Tüketiciyi koruma amacıyla yapılan demiryolları dü­zenlemeleri çok geçmeden demiryollarının yeni ortaya çıkan rakiplerinin rekabetine karşı, tabii tüketicinin zara­rına, kendini koruma aracına dönüşmüştür. Başlangıçta düşük oranlarda uygulanan, sonra da toplumun daha alt sınıfları lehine gelirin veniden dağılımı için bir araç ola­rak el konan gelir vergisi, kağıt üzerinde vüksek düzeyde basamaklandırılmış ama uygulamada etkisiz oranlar ko­yan özel kayıtları ve kaçamak delikleri kapsayan bir bina cephesi halini almıştır. Şimdiki vergilendirilebilir gelir üzerinden yüzde 23,5 gibi net bir oran, yüzde 20’den yüzde 9 Te dek basamaklandırılmış şimdiki oranlar ka­dar gelir sağlayabilir. Eşitsizliğin azalmasına ve zengin­liğin yaygınlaştırılmasına yönelik bir gelir vergisi, uygu­lamada şirket kazançlarının yeniden yatırıma yönelme­sini sağlamış, dolayısıyla büyük kuruluşların büyümesi­ni desteklerken, sermaye piyasasının işlemesini engelle­miş ve yeni girişimlerin kurulması konusunda cesaret kı­rıcı olmuştur.

Ekonomik etkinliklerde ve fiyatlarda istikrar sağla­maya yönelik parasal reformlar, Birinci Dünya Savaşı sı­rasında ve sonrasında enflasyonu kamçılamış ve daha önce hiç görülmeyen derecede yüksek bir istikrarsız dü­zeyi yaratmıştır, Bunların ortaya çıkardığı para otoritele­riyse, ciddi bir ekonomik daralmanın 1929-33 arasında Biivük Bunalım felaketine dönüşmesinde baş sorumlu­luğu taşımaktadırlar. Banka paniklerini önlemek için ku­rulmuş bir sistem Amerika tarihindeki en ciddi banka paniklerinin ortaya çıkmasına yol açmıştır.

Para sıkıntısı çeken çiftçilere yardım ve tarımsal ör­gütlenmedeki aksaklıkları giderme amacına yönelik olan tarım programı, kamu fonlarını ziyan eden, kaynakların kullanımını bozan, çiftçiler üzerinde giderek ağırlaşan ayrıntılı kontroller uygulayan, Birleşik Devletler’in dış politikasına ciddi müdahalelerde bulunan, ama aslında parasız çiftçiye yardım konusunda pek az şey gerçekleş­tiren tarım programı ulusal bir rezalet olmuştur.

Yoksulların barınma koşullarının iyileştirilmesini, ço­cuk suçlarının azaltılmasını ve kent yıkıntılarının orta­dan kaldırılmasını amaçlayan konut programı, yoksulla­rın barınma koşullarını daha da kötüleştirdiği gibi, ço­cuk suçlarının artmasına ve kent yıkıntılarının yayılması­na katkıda bulunmuştur.

19.30’larda entelektüel toplum için “emek” sözcü­ğü “işçi sendikası” sözcüğüyle eşanlamlıydı; işçi sendi­kalarının iyi niyet ve erdemliliğine olan inanç, yuva vc yurda olan inançla bir tutuluyordu. İşçi sendikalarını ve “adil” iş ilişkisini destekleyen pek çok yasa çıkarılmıştı. İşçi sendikaları da güçlenmişti. 1950’lere gelindiğindey­se, “işçi sendikası” neredeyse ayıp bir sözcük haline gel­di, “emek” sözcüğüyle eş anlamlı değildi artık, dolayısıy­la da otomatik olarak cennetten çıkma diye kabul edil­miyordu artık.

Sosyal güvenlik önlemleri, yardım almayı bir hak ko­nusu yapmak, doğrudan yardım ve derde derman ihtiya­cını ortadan kaldırmak için yasalaşlırılmıştı. Oysa derde derman ihtiyacı artmaya devam ederken, doğrudan yar­dıma harcanan toplamlar çığ gibi büyümektedir.

Bu liste çok kolaylıkla uzatılabilir; 1930’lardaki gü­müş alım programı, kamu gücü projeleri, savaş sonrası dış yardım programları, l'.C.C., kentlerin yeniden gelişti­rilmesi programları ve daha birçoklan... amaçlanandan çok farklı etkileri, genellikle tam tersi etkileri olmuştur.

Bazı istisnalar olabilir. Ülkeyi baştanbaşa kat eden ekspres otoyollar, büyük nehirlerde kurulan görkemli barajlar, yörüngeye oturtulan uydular, tüm bunlar dev­letin büyük kaynaklara hükmetme gücü sayesinde başa­rılmıştır. Bütün kusurları ve sorunlarıyla, piyasa güçleri­nin daha etkin rol oynamasıyla sağlanacak ilerleme ola­nağıyla, okul sistemi Amerikan gençliğinin fırsatlarını çoğaltmış ve özgürlüğün genişlemesine katkıda bulun­muştur. Bu, okul kurullarında hizmet veren onbinlercc kişinin kamu yararına dönük çabalarına ve halkın kamu yararı saydıkları ağır vergileri yüklenmedeki gönüllülük­lerine tanıklık etmektedir. Tüm ayrıntılı idari sorunları­na karşın, Sherman Antitröst Yasalarının varlığı rekabe­ti güçlendirmiştir. Kamu sağlığı önlemleri bulaşıcı has­talıkların azalmasında etkili olmuştur. Yardım önlemle­ri acı ve ıstırabı hafifletmiştir. Yerel otoriter çoğu zaman toplumların yaşamı için elzem olan kolaylıkları sağlamış­lardır. Yasa ve düzen birçok büyük kentte, devletin bu ana işlevi bile yerine getirmesi doyurucu olmaktan uzak bulunduğu halde, korunup sürdürülebilmiştir. Chicago kenti sakinlerinden olduğum için bu konuda rahatlıkla konuşabilirim.

Olumlu ve olumsuz yanlar eşitlenmek istenirse, so­nuç hiç kuşkusuz iç karartıcı olacaktır. Son birkaç on yılda devletçe üstlenilen reni girişimlerin büyük bölü­mü hedeflerine ulaşamamıştır. Birleşik Devletler ilerle­meyi sürdürmektedir; yurttaşları daha iyi beslenmekte, daha iyi giyinmekte, daha iyi barınmakta ve daha iyi ula­şım hizmeti görmektedirler; sınıfsal ve toplumsal fark­lar küçülmüştür; azınlık gruplarının dezavantajları azalmistir; popüler kültür büyük sıçramalar yapmıştır. Tüm bunlar serbest piyasa aracılığıyla işbirliği yapan bireyle­rin inisiyatifleri ve itici güçlerinin ürünleridir. Devletçe alınan önlemler bu gelişmeye yardımcı değil, engelleyici olmuştur. Bu önlemleri parasal yönden karşılayabilme­miz ve onlara baskın çıkabilmemiz ancak piyasanın do­ğurganlığı sayesinde gerçekleşebilmiştir. Görünmez elin gelişmedeki gücü, görünen elin gerilemedeki gücünden daha üstündür.

Son yıllarda böylesine çok sayıda devlet reformunun ters gitmesi, parlak umutları suya düşürmesi bir kaza mı­dır? Yoksa sadece programların ayrıntıda hatalı olmala­rının sonucu mudur?

Bu sorulara cevabın açıkça “hayır” olduğu inancın­dayım. Bu önlemlerin ana kusuru şurada yatmaktadır: Bunlar insanları, genel bir çıkar olduğu varsayılan şeyin geliştirilmesi uğruna şu anki kendi çıkarlarına ters düşe­cek şekilde davranmaya devlet aracılığıyla zorlama yolu­na başvurmaktadırlar.

Çıkar çatışması olduğu varsayılan şeyi ya da çıkarlar konusundaki görüş ayrılığını, çatışmayı ortadan kaldıra­cak bir çerçeve sağlayarak ya da insanları farklı çıkarla­ra yönelmeye ikna ederek değil, bireyleri kendi çıkarla­rına aykırı davranmaya zorlayarak çözüme kavuşturma­ya çalışırlar. Katılanların değerlerinin yerine dışarıdakilerin değerlerini geçirirler; ya bazıları diğerlerine onlar için nevin iyi olduğunu söyler ya da devlet bazılarından diğerlerinin yararına olması için alır. Dolayısıyla bu ön­lemler, insanlarca bilinen en kuvvetli ve en yaratıcı güç­lerden birinin, yani milyonlarca bireyin ilgilerini geliştir­me, hayatlarını kendi değerlerine göre yaşama çabasının karşısında yer alır. İşte söz konusu önlemlerin çoğu za­man amaçlananın tam tersi etkide bulunmasının ana ne­deni budur. Ayrıca bu, özgür bir toplumun ana güçlerin­den biridir ve devlet düzenlemelerinin onu neden boğ­madığını da açıklar.

Sözünü ettiğim alanlar yalnızca kişinin kendini ilgi­lendiren dar anlamdaki çıkarlar değildir. Tersine, insan­ların değerli buldukları, uğrunda servetlerini ve hayatla­rını verebilecekleri tüm değerler dizisini kapsamaktadır. Adolf Hitler’e karşı çıktıkları için hayatlarını kaybeden Almanlar aslında çıkarlarına uygun gördükleri bir davra­nışta bulunuyorlardı. Hayırsever, dinsel ve eğitimsel et­kinliklere büvük çaba ve zaman adayan kadın ve erkek­ler de öyle. Doğal olarak böylesi ilgiler ancak az sayıda insan için bu denli önem taşır. Bu ilgi ve çıkarlara eşit olarak tüm boyutuyla izin vermek ve bunları, insan soyu kitlesine egemen olan dar kapsamdaki maddi çıkarlara bağımlı kılmamak özgür bir toplumun erdemidir. Bu nedenle de kapitalist toplumlar kolektivist toplumlardan daha az maddiyatçıdır.

Tüm bunların ışığında kanıtlama yükümlülüğü ne­den yeni hükümet programlarına karşı çıkan ve devle­tin halen gereksiz yere büyütülmüş rolünü azaltmaya ça­lışan bizlerin sırtındadır? Dicey şu yanıtı veriyor: “Dev­let müdahalesinin, özellikle yasama biçimindeki yarar­lı etkisi doğrudan, anında ve görülebilirdir; buna karşı­lık kötü etkileri dolat lıdır, yavaş ve aşamalı olarak geli­şir, göz önünde değildir. Çoğu insan da devlet denetçi­lerinin ehliyetsiz, dikkatsiz, hattâ kimi zaman kötü ni­yetli ve yozlaşmış olabileceklerini akılda tutmazlar; dev­let yardımının kendi kendine yardımı ortadan kaldırdığı gibi yadsınmaz bir gerçeğin bilincine varanlar azdır. Bovlece insanların çoğunluğu devlet müdahalesine ge­reksiz bir hoşgörü göstermektedir. Bu doğal eğilim bel­li bir toplumda ancak bireysel özgürlük lehine bir diren­me ya da önyargının varlığıyla dengelenebilir; bu da “bı­rakınız yapsınlar”dır. Dolayısıyla yalnızca kendi kendi­ne vardıma olan inancın kaybolma yönünde gerileme­si, ki böyle bir gerilemenin olduğu kesindir, bu bile ken­diliğinden, sosyalizme eğilimli yasamanın gelişmesi için ye terlidir.’”9

Günümüzde özgürlüğün korunması ve genişletilme­si iki yönden tehdit edilmektedir. Bunlardan biri açık se­çiktir: Bizi gömmeye yemin eden Kremlın’deki insanlar­dan gelen dış tehdittir. Diğeri çok daha İnceliklidir: Bizi ıslah etmek isteyen iyi niyetli kişilerden gelen iç tehdit­tir. Bunlar ikna etmenin yavaşlığına ve düşledikleri bü­yük toplumsal değişiklikleri başarmanın örneğine gös­terdikleri sabırsızlıkla, hedeflerine varmak için devletin gücünü kullanma telaşındalar ve bunu yapma yetenekle­ri olduğuna da güveniyorlar. Ama güç kazanırlarsa ivedi hedeflerine ulaşmada başarısız olacaklar; buna ek olarak dehşete düşerek geri çekilecekleri ve ilk kurbanları ara­sında olacakları kolektif bir devlet yaratacaklardır. Mer­kezileşmiş güç, onu iyi niyetle yaratanlara zarar vermez diye bir şey yoktur.

Bu iki tehdit ne yazık ki birbirini besliyor. Nükleer bir felaketten kaçınabilsek bile, Kremlin’den gelen teh­dit kaynaklarımızın hatırı sayılır bir bölümünü askerî sa­vunmaya ayırmamızı zorunlu kılıyor. Ürünlerimizin bu denli, çoğunun alıcısı ve birçok şirketle sanayinin ürün-

w A. V. Dicey. a.g.e., s. 2. 257-8

İcrinin tek alıcısı durumundaki devletin önemi, tehlike­li ölçüdeki ekonomik gücü siyasal otoritelerde toplamış bulunmakta; iş ortamım ve başarı ölçütünü değiştirmek­te, bunlarla ve başka yollarla serbest piyasayı tehlikeye atmaktadır. Bu tehlikeden kaçamayız. Ancak bunu, ulu­sun savunmasıyla ilgili olmayan alanlardaki şimdiki yay­gın devlet müdahalesini sürdürerek ve yaşlılar için tıbbi bakımdan ay keşiflerine kadar yeni devlet programlarıy­la gereksiz yere yoğunlaştırmaktayız.

Bir zamanlar Adam Smith’in dediği gibi, “Bir ulusta çok yıkıntı vardır.” Değerlerimizin temel yapısı ve özgür kurumlaı iç içe geçmiş ağı bunların çoğuna dayanacak­tır. Askerî programların büyülüğüne ve Washington’da yoğunlaşmış olan ekonomik güçlere karşın, özgürlüğü koruyup genişletebileceğimize inanıyorum. Ama bunu başarabilmemiz karşı karşıya olduğumuz tehdidin bilin­cine varmamızla, yurttaşlarımızı özgür kurumlann ulaş­mak istediğimiz hedeflere giden, devletin zor kullanan gücünden bazen daha yavaş da olsa daha güvenli bir yol sağladıklanna ikna etmemizle mümkündür ancak. En­telektüel ortamda görülmekte olan değişimin parıltıları umut verici bir kehanettir.

Milton Friedman

CAPITALISM
“ FREEDOM

 

 

Kapitalizm, insan haklarının korunduğu tek sistemdir.[???].. Şöyle düşünün; bir zamanlar kolektivizmin kalesi olan Sovyetler Birliği’nde kapitalist olmanız mümkün değildi; ama Amerika’da komünist olabilirdiniz... Mesele insan haklarının ekonomik haklardan ayrılmaz oluşudur. Bir ülkede para serbestçe dolaşamıyorsa, hiçbir fikir serbestçe dolaşamaz.

Okuryazarların nefret ettiği paranın, ticaretin ve mülkiye tin özgürlük derecesi, o ülkedeki insan haklarının özgürlük derecesinin barometresidir. Eğer bir ülkede mülkiyet edinme özgürlüğü yoksa başka diğer hiçbir özgürlükten söz edilemez.

Mesele, kapitalizmle bir türlü barışmak istemeyen sol kül­türün, insan haklarını savunuyor gibi gözüküp insan hakla­rını en çok ihlal eden sistemi kurmuş olmasıdır. Sosyalizm in eleştiri kapısı asla açılmıyor; çünkü o kapı açıldığı anda iki yüz milyon cesedin altında boğulacaklarını biliyorlar. Uma­rım bu kitap, Kolektivizm’in insan hakları ihlallerinin zihin­lerde ne büyük tahribatlara yol açtığının anlaşılmasına bir katkıda bulunur.

Sinan Çetin

 



[11] Joseph Schumpeter, Hisloıy of Economic Analjsis (Ncw York, ()x- ford University Press, 1954) p.394.

[12] A Program For Moııetary StabHity (New York: l'brdham Univcrsity Pres, 1959) pp.4-8.

"(İzcilikle altının parasal rolüne ilişkin olarak, serbest piyasa fiyatını hesaplamada nevin sabit alındığı noktasına dikkat edilmelidir.

SA Program For Monetary Stability, (Ncw York:l;ordham University Press, 1959), p.23.

[15]Temel araştırmalara yapılan harcamaları özetlemek istedim, (içrek­

siz şekilde çok fazla yer tutacak konulara değinmemek amacıyla öğ­

retim kavramını dar anlamıyla kullanıyorum.

14 Bu artıcın sadece bir kısmı parasal olabilir, geri kalan kısmı bire­yin mesleki eğitimi ile ilgili, maddi olmayan yararlardan da oluşabi­lir. Benzer şekilde bu uğraşının maddi olmayan zararları da olabilir, ki bunlar yatınm maliyetleri olarak hesaba katılmalıdır.

1 ’ Bir meslek seçmek konusunda daha aynntılı görüşler için bkz. Mil-, ton I'ricdman ve Simon Kuznets, P'lncome fronı İndependent Professio- nal Practice’}, New York: National Burean of Economic BaseanhfiM) pp.81-95, 118-37.

[19] Bkz.: G.S. Beckcr, “Underinvcstmcnt in Collcge l.ducatıon?” American Economic Rerieıv, Proceedings L (1960), 356-64; T. W Schultz, “Invcstment in human Capital, American Economic Revieı», 1 ,X1 (1961), 1-17.

[20] Bu engellere karsın vadeli borçlar, bana söylendiği kadarıyla, İs­veç’te eğitimin finansmanında oldukça yaygın bir araçmış; öyle ki, bunlar ılımlı faiz oranlarıyla sağlanabilıyormuş. Bunun en makul açıklaması herhalde üniversite mezunlan arasında Birleşik Devlet- ler’dekinden daha düşük bir gelir dağılımı olmasıdır. Ama bu nihai bir açıklama değildir ve uygulamada farklılığın tek ya da temel nede­ni olmayabilir. Birleşik Devletler ve diğer ülkelerdeki mesleki eğiti­min finansmanında kullanılan çok gelişmiş bir borç verme piyasası­nın olmamasının yukanda belirtilen nedenlerle bağlantılı olup olma­dığını sınamak için ya da daha kolaylıkla ortadan kaldırabilecek başka engellerin olabileceğini açıklayabilmek için İsveç ve benzeri deneyle­rin daha derinlemesine incelenmesi gerekmektedir.

Son yıllarda ABD’dc kolej öğrencilerine verilen özel borçlarda umut verici bir gelişme olmuştur. Ana gelişme, kar amacı gütmeyen bir kurum olan Birleşik Öğrenci 'fardım 1‘onu’nun ayn avn bankaların verdikleri borçlara ortak borçlu olarak imza atmasıyla başlamıştır

VJ Bu nitelemeyi dahil etmeyi önerdikleri için I larry G. Johnson ve Paul W Cook Jr.’a teşekkür borçluyum. Değişik işlerdeki kazançla­rın belirlenmesinde parasal olarak değerlendirilemeyen avantaj ve de­zavantajların rolünün tamamlayıcı nitelikteki bir tartışması için bkz: I riedman ve Kuznets, a.g.e.

[22] Yanlış anlaşılmaktan kaçınmak için geçen bölümde anılan öneri­den söz edilirken şu noktaya özellikle dikkat edilmesi gerekir: Kar­şılama belgelerinin kullanılır olması için okullarda uygulanacak asga­ri koşullan belirtirken, aynm yapılan ya da yapılmayan okullar olarak bir fark gözetilmediğini kabul ediyorum.

- Warren Nuttor, The Extent of Enterprise Monopoly in United States, 1895-19)9, Chicago, l'niversity of Chicago Press, 1951 ve George J. Stigler, Five Eertures on Eıonomic Problems, l.x>ndra, ] .ongmans, Gre- en co.,1949, pp. 46-65.

21 “Somc Commcnts on thc Significance of Lahor Unions for lico- nomic Policy” Mc Cord Wright (cd.), The İmpact of the Union, New York, 1 larcourt, Bracc.1951, s. 204-34.

[25] The Wealth Of Nations (UlııslarınZengınliği) (1776), bk.I, chap. X, Pt.

II (Canan cd. London, 1930) p. 130

[26] Waltcr Gellhom, IndividualFeedom and Govermental Restraints, Baton Rouge: Louisiana State Univcrsity, 1956. İlgili bölümün başlığı: “The Right to Make a I jving”, s. 106|

[27] A.g.e. s. 140-41

[28] A.g.e., s.129-30

[29] Waltcr Gellhorn’a karşı dürüst olmak gerekirse, onun bu sorun­lara doğru çözümün ruhsatlandırmayı terk etmek olduğu şeklindeki görüşümü kabul etmediğini açıklamalıyım. O tam tersine, ruhsatlan­dırmanın biraz ileri gitmekle birlikte yine de bazı gerçek işlevleri ye­rine getirebileceğini düşünmektedir. O, ruhsatlandırma düzenleme­lerinin kötüye kullanımı kısıtlayacak, usule ilişkin reformlar ve deği­şiklikler öngörmektedir.

w A.g.e., s. 121-22

” A.g.e., s.146.

Örnek olarak bkz: VC'csslcy Mitchell’ın ünlü makalesi, “Backward \rt of Spending Money”, bu adı taşıyan kitabında yeniden basıldı. (New York: McGraw-l Iİ11J937), s. 3-19

” Bkz. Rcuben Kesel, “l’ricc Discrimination in Medicine”, The Jour- nalof Laıv and Economics, Cilt I. I.kım 1958, 2O-23|

Osteopati: İlaç kullanmadan kemik ve kasların düzeltilmesi yoluy­la iyileştirme

' Kiropati: Masajla iyileştirme

[34] Prindples of Political Eco/ıomv, Ashley editon, London, Longmans, Grecn and Co., 1909, p 751.

15 Bu nokta o kadar önemlidir ki sayılan ve hcsaplamalan vermek ya­rarlı olacaktır. Bunlar yazıldığında, ABD İç Gelirler Servisi 1959 Ge­lir İstatistikleri’nde bulunan en son veriler 1959 vergi yılma aitti. O yıl için, bildirilen vergiye tabi gelirler toplamı:

Bireysel vergi bildirimlerinde: 166.54 milyon dolar Tahakkuk eden gelir vergisi:       39.092 milyon dolar

lahsil edilen gelir vergisi:                    33.645 milyon dolar

Vergiye tabi gelirlere uygulanacak yüzde 23,5’luk bir oran X 166,540 = 39.131 milyon dolar verecektir.

Vergi tahsilatını aynı kabul edersek ulanılacak nihai sonuç aşağı yukarı aynı olacaktır.

Vl Aynı savın günümüzdeki bir diğer örneği okullarda öğretim için yapılan federal yardım önerileriyle ilişkilidir (Bunlar yanıltıcı olarak “eğitim yardımı” olarak adlandırılmıştır). Gelir düzeylerinin cn dü­şük olduğu eyaletlerde okullarda öğretim giderlerinin federal fonlar kullanılarak desteklenmesinin gerekliliği, çocuklann başka eyaletlere göç etmeleri olasılığı gerekçesine dayandınlabilir. 11er ne olursa ol­sun, burada bütün eyaletlere vergi salınmasını ve bütün eyaletlerde federal yardım yapılmasını gerektiren bir durum yoktur. Bunun ya­nında Kongre’yc önerilen yasa tasarılarının hepsinde vergi salınması yerine yardım öngörülür. Bu tasarıların yalnızca bazı eyaletlere dev­let yardımı yapılmasını haklı gören bazı savunucuları kendi konum­larını savunmak için, yalnız böylesi bir yardımı öngören bir tasarının yasalaştınlamayacağını ve daha yoksul eyaletlere oransız bir yardımı sağlamanın tek yolunun bunları bütün eyaletlere yardımı öngören bir yasa tasarısının içine almak olduğunu söylemektedirler.


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar