Kapitalizm ve Özgürlük ...Milton Friedman
Özgün Adı / Capitalism and Freedom
GİRİŞ................................................................ I
BÖLÜM 1......................................................... 9
EKONOMİK ÖZGÜRLÜKLE SİYASİ ÖZGÜRLÜK
/IRASINDAKİ İLİŞKİ
BÖLÜM 2......................................................... 30
ÖZGÜR BİR TOPLUMDA DEVLETİN ROLÜ
BÖLÜM 3......................................................... 50
PARANIN KONTROLÜ
BÖLÜM 4......................................................... 75
ULUSLARARASI MALÎ VE TİCARÎ DÜZENLEMELER
BÖLÜM 5......................................................... 100
MALÎ POLİTİKA
BÖLÜM 6......................................................... 114
EĞİTİMDE DEVLETİN ROLÜ
BÖLÜM 7......................................................... 145
KAPİTALİZM V E A YRIMCILIK
BÖLÜM 8......................................................... 160
İŞ VE İŞGÜCÜ ÇEVRELERİNİN
SOSYAL SORUMLULUĞU VE TEKEL
BÖLÜM 9....................................................... 184
ÇALIŞMA RUHSATI
UYGULAMALARI
BÖLÜM 10..................................................... 217
GELİR DAĞILIMI
BÖLÜM 11..................................................... 239
SOSYAL REFAH ÖNLEMLERİ
BÖLÜM 12..................................................... 258
YOKSULLUĞUN HAFİFLETİLMESİ
BÖLÜM 13..................................................... 266
SONUÇ
Bu kitabın 1982 baskısına yazdığım önsözde, 1962 senesindeki ilk
basımı sırasında aldığım tepkilerle eşimle birlikte yazdığımız, aynı felsefeyi
savunan bir sonraki kitabımız Free to Choose'un 1980’de basılması
esnasında aldığım tepkiler arasındaki dramatik değişimi belgelemiştim. Bu
bakış açısındaki değişim, hükümetin Keynesyen yaklaşımlar ve refah devleti
uygulamalarının etkisiyle artan rolüyle geçen zaman zarfında daha da gelişti.
1956 yılında benim ders verdiğim ve eşimin de bu kitaba şekil vermem konusunda
bana yardımcı olduğu zamanlarda, hükümetin Birleşik Devletler’deki —federal,
eyalet ve yerel düzeylerdeki-harcamaları
toplamı millî gelirin yüzde yirmi altısına tekabül ediyordu. Bu harcamaların
büyük bir çoğunluğu da savunma amaçlıydı ve savunma harici harcamalar da milli
gelirin sadece yüzde on ikisine denk geliyordu. Yirmi beş sene sonra bu kitabın
1982 basımı esnasında toplam harcama milli gelirin yüzde otuz dokuzu oranına
yükselmişti ve savunma harici giderler iki kattan daha fazla bir yükseliş
göstermiş ve milli gelirin yüzde otuz biri oranına ulaşmış bulunuyordu.
Elbette, bu değişimin fikir iklimine etkileri de olacaktı.
Margaret Thatcher’m Britanya’da, Ronald Rcagan’ııı da Birleşik Devletler’de
seçimi kazanmasına giden yolun açılması bu etkilerden biridir. Belki
Leviathan”ı durdurmuşlardı ama bir taraftan da onu öldürmüyorlardı. Birleşik
Devletler’de toplam hükümet harcamaları 1982 senesinde yüzde otuz dokuz iken
yavaş bir düşüşle 2000 senesine gelindiğinde yüzde otuz altılara geriledi ama
bunun neredeyse tüm sebebi savunma harcamalarındaki azalmaydı. Savunma harici
harcamalar 1982 senesinde kabaca sabit olarak yüzde otuz bir iken bu oran
2000’e gelindiğinde yüzde otuzdu.
1989 yılında Berlin Duvarı’nın yıkılması ve 1992’de Sovyetler
Birliği’nin çöküşü sonucunda bu yaklaşım daha fazla destek buldu. Bu iki olay,
son vetmiş senedir tecrübe edilen ekonomiyi düzenlemenin iki alternatif
yolunu dramatik bir biçimde sonlandırdı: tavandan tabana yapılanmayla tabandan
tavana yapılanma; merkezi planlama ve kontrol mekanizmalarıyla serbest piyasa,
daha net söylersek kapitalizmle sosyalizm. Bu denetlerin sonuçları daha önce
benzer daha ufak çaplı denemelerde öngörülmüştü aslında: Hong Kong ve Tayvan’la Çin,
Doğu Almanya’yla Ban Almanya ve Güney Kore’yle Kuzey Kore bunlara örnek teşkil
eder. Ama Berlin Duvan’nın yıkılması ve Sovyet Birliği’nin çöküşünün dramatik
sonuçlan genel kanının bir parçası haline geldi ve böylece merkezî planlamanın
aslında Friedrich A. Hayek’in 1944’teki o dâhiyane polemiğinde belirttiği gibi,
Kölelik Yolu olduğu fikri kabul gördü.
Birleşik Devletler ve Büyük Britanya için doğru olan
şeyler diğer ileri Batı ülkeleri için de geçerlidir.
Savaş sonrasındaki on yıllık süreçte artarda pek çok ülkede patlama yaşadığına şahit olunan sosyalizm, zamanla ihtiyatlı
ve durağan bir yapı arz etmeye başladı. Bugün dahi tüm bu ülkelerde baskı,
piyasanın rolünü daha da arttırmak ve devletin rolünü azaltmak yönünde. Ben bu
durumu fikirle uygulama arasındaki uzun boşluk olarak özetliyorum. II. Dünya
Savaşı’nı takip eden on yılların hızlı sosyalizasyon süreci savaş öncesindeki anlayışın
kolektivizme doğru evrilmesıne yol açtı; geçen birkaç on yılın hantal ya da
durağan sosyalizm tecrübesi bakışların savaş sonrası değişimin erken
etkilerine yönelmesine sebep oldu; geleceğin desosyalizasyon süreci de Sovyetler Birliği’nin çöküşü ile beslenen değişimin olgun etkilerini
yansıtacaktır.
Bu görüş değişikliğinin az gelişmiş dünya ülkeleri üzerinde çok
daha kesin etkileri olmuştur. Bu, günümüzdeki en büyük komünist devlet, Çin
için de geçerlidir. Deng Xiaoping’in yetmişlerin sonla tında piyasa reformlarına
başlamasıyla tarım alanlarının özel mülkiyete açılması, elde edilen ürün
miktarında önemli bir artışa sebebiyet verdi ve diğer piyasa öğelerini de
komünist kumanda toplumuna sokmuş oldu. Ekonomik özgürlükteki bu sınırlı
artış Çin’in çehresini değiştirdi ve bizim özgür pazarlara olan inancımızı da
pekiştirmiş oldu. Çin halen özgür bir toplum olmaya çok uzak bir noktada
olabilir ama şüphe yok ki Çin’in insanları daha özgürler ve Mao dönemine
kıyasla daha refah içinde yaşıyorlar. Politika hariç her açıdan daha özgür
oldukları rahatlıkla söylenebilir. Bunun yanında siyasal özgürlüklerin gelişimiyle
ilgili küçük çapta birkaç olay da gözlenebiliyordu. Margaret Thatcher’ın
Britanya’da, Ronald Rcagan’ın da Birleşik Devletler’de seçimi kazanmasına giden
yolun açılması bu etkilerden biridir. Belki Leviathan1’! durdurmuşlardı
ama bir taraftan da onu öldürmüyorlardı. Birleşik Devletler’de toplam hükümet
harcamaları 1982 senesinde yüzde otuz dokuz iken yavaş bir düşüşle 2000
senesine gelindiğinde yüzde otuz altılara geriledi ama bunun neredeyse tüm
sebebi savunma harcamalarındaki azalmaydı. Savunma harici harcamalar 1982
senesinde kabaca sabit olarak yüzde otuz bir iken bu oran 2000’e gelindiğinde
yüzde otuzdu.
1989 yılında Berlin Duvarının yıkılması ve 1992’de Sovyetlcr
Birliği’nin çöküşü sonucunda bu yaklaşım daha fazla destek buldu. Bu iki olay,
son yetmiş senedir tecrübe edilen ekonomiyi düzenlemenin iki alternatif
yolunu dramatik bir biçimde sonlandırdı: tavandan tabana yapılanmayla tabandan
tavana yapılanma; merkezi planlama ve kontrol mekanizmalarıyla serbest piyasa,
daha net söylersek kapitalizmle sosyalizm. Bu deneylerin sonuçları daha önce
benzer daha ufak çaplı denemelerde öngörülmüştü aslında: I long Kong ve
Taivvan’la Çin, Doğu Almanya’yla Batı Almanya ve Güney Kore’yle Kuzey Kore
bunlara örnek teşkil eder. Ama Berlin Duvan’nın yıkılması ve Sovyet Birliği’nin
çöküşünün dramatik sonuçları genel kanının bir parçası haline geldi ve böylece
merkezî planlamanın aslında Fricdrich A. Hayek’in 1944'teki o dâhiyane polemiğinde belirttiği gibi,
Kölelik Yolu olduğu fikri kabul gördü.
Birleşik Devletler ve Büyük Britanya için doğru olan
şeyler diğer
ileri Batı ülkeleri için de geçerlidir. Savaş sonrasındaki on yıllık süreçte
artarda pek çok ülkede patlama yaşadığına şahit olunan sosyalizm, zamanla ihtiyatlı
ve durağan bir yapı arz etmeye başladı. Bugün dahi tüm bu ülkelerde baskı,
piyasanın rolünü daha da arttırmak ve devletin rolünü azaltmak yönünde. Ben bu
durumu fikirle uygulama arasındaki uzun boşluk olarak özetliyorum. II. Dünya
Savaşı’nı takip eden on yılların hızlı sosyalizasyon süreci savaş öncesindeki
anlayışın kolektivizme doğru evrilmesine yol açtı; geçen birkaç on yılın
hantal ya da durağan sosyalizm tecrübesi bakışların savaş sonrası değişimin
erken etkilerine yönelmesine sebep oldu; geleceğin de sosyalizasyon süreci de
Sovyetler Birliği’nin çöküşü ile beslenen değişimin olgun etkilerini yansıtacaktır.
Bu görüş değişikliğinin az gelişmiş dünya ülkeleri üzerinde çok
daha kesin etkileri olmuştur. Bu, günümüzdeki en büyük komünist devlet, Çin
için de geçerlidir. Deng Xiaoping’in yetmişlerin sonlannda piyasa reformlarına
başlamasıyla tarım alanlarının özel mülkiyete açılması, elde edilen ürün
miktarında önemli bir arnşa sebebiyet verdi ve diğer piyasa öğelerini de
komünist kumanda toplumuna sokmuş oldu. Ekonomik özgürlükteki bu sınırlı
artış Çin’in çehresini değiştirdi ve bizim özgür pazarlara olan inancımızı da
pekiştirmiş oldu. Çin halen özgür bir toplum olmaya çok uzak bir noktada
olabilir ama şüphe yok ki Çin’in insanları daha özgürler ve Mao dönemine
kıyasla daha refah içinde yaşıyorlar. Politika hariç her açıdan daha özgür
oldukları rahatlıkla söylenebilir. Bunun yanında siyasal özgürlüklerin gelişimiyle
ilgili küçük çapta birkaç olay da gözlenebiliyor; pek çok yerleşim biriminde
bazı yöneticilerin seçimle işbaşına gelmeleri gibi. Çin’in kat etmesi gereken
daha çok yol var ama şu anda doğru yönde ilerlediği söylenebilir.
II. Dünya Savaşı’nın hemen ardından gelen dönemde standart
doktrin, üçüncü dünyanın gelişimi için merkezi planlama ve geniş kapsamlı
yabancı yardımlarının gerekliliğiydi. Bu formülün Peter Bauer ve diğerleri tarafından
etkin bir şekilde gösterildiği gibi denendiği her yerdeki başarısızlığı ve Doğu
Asya Kaplanlarının -Hong Kong, Singapur, Tayvan ve Güney Korepiyasa merkezli
politikalarının dramatik başarısı, kalkınma için çok farklı bir doktrinin
geliştirilmesine sebep oldu. Bugün pek çok Latin Amerika ve Asya ülkesiyle,
birkaç Afrika ülkesi piyasa merkezli bir yaklaşımı öngörmekte ve devlete bu
yaklaşımda çok daha az bir rol bırakmaktadır. Eski Sovyet uydularının birçoğu
da aynı şekilde davranmıştır. Tüm bu durumlarda, bu kitabın temel konusunu da
göz önüne alarak, ekonomik özgürlüklerdeki artışın siyasi ve sivil
özgürlüklerin artışıyla el ele ilerlemekte olduğu ve refah artışına neden olan
rekabetçi kapitalizmle özgürlüğün birbirinden ayrılamaz bir bütün olduğu
hatırlanmalıdır.
Son bir kişisel not: Bir yazar için ilk çıkışı üzerinden kırk sene
geçmiş eserini yorumlayabilmek, çok az karşılaşılan bir imtiyazdır. Bu şansa
sahip olmaktan çok mutluyum. Kitabın zamana direnip ayakta kalmış olması ve
bugünün sorunlarına cevap verebilir halde olması beni çok memnun ediyor.
Yapabileceğim tek bir büyük değişiklik, olsaydı eğer, ekonomik özgürlük ve
siyasal özgürlük «eklindeki ayrımımı; ekonomik özgürlük, sivil özgürlük ve
siyasal özgürlük olarak üçe ayırmak olurdu. Bu kitabı bitirmemle beraber Hong
Kong; Çin’e geri katılmadan önce, ekonomik özgürlüğün sivil ve siyasal özgürlük
adına bir şart olduğu ama siyasal özgürlüğün istenen bir şey dahi olsa ekonomik
ve sivil özgürlüklerin bir şartı olmadığı konusunda beni ikna etti. Tüm bu
satırların arasında, kitabın büyük yanlışı olarak siyasal özgürlüğün rolüne
yetersiz yaklaşılması görünüyor ki bu da bazı durumlar altında ekonomik ve
sivil özgürlükleri arttırırken, kimi durumlarda da ekonomik ve sivil
özgürlüklere engel teşkil edebilmektedir.
Stanford, California/
11 Mart 2002
Eşimin yardımlarıyla şekillenen bu kitaptaki konuşmalarım
neredeyse bir çeyrek yüzyıl önce yapılmışlardı. O zamanların entelektüel
yaşamının içinde olan insanlar için dahi zor olan o dönemin düşünce iklimini
yeniden kurmanın, o dönemde on yaşın altında olan, hatta doğmamış olan şu anki
nüfusun yansından fazlası için hayli hayli zor olacağı aşikârdır. Biz, devletin
büyümesiyle özgürlüğün ve zenginliğin üzerinde beliren refah devletinin ve
Keynesyen düşüncelerin coşkusuna yönelik tehlikeden oldukça endişeli olanlar,
çoğunluğu oluşturan diğer entelektüeller tarafından etrafları satılmış aykırı bir
azınlıktan başka bir şey değildik.
Hattâ yedi yıl sonra, bu kitap ilk defa basıldığında dahi büyük
milli yayınlarda hiç yer almamıştı. Londra’da The Tconomist ve diğer
büyük yayınlara ulaşmış olmasına rağmen The Neıv York Timefta, The Herald
Tribune’de. (o zamanlar hâlâ New York’ta basılmaktaydı), The Chicago
Tribune’dc, Time’da, Newsweek’tc, hatta Saturday
Rebienta ilahi hakkında tek satır yoktu. Bu da toplumun geneline yönelik
olarak, büyük bir Birleşik Devletler üniversitesinde profesör olan bir yazar
tarafından yazılmış, gelecek on sekiz senede 400.000 kopyanın üzerinde satacak
bir kitaba yönelik ilginç bir muameleydi. Kariyer seviyesi olarak hemen hemen
aynı düzeylerde olmakla birlikte refah devleti ya da sosyalizm ya da komünizm
yanlısı olan bir ekonomiste yöneltilecek tepkinin aynı şekilde olacağını
beklemek pek de inandırıcı olmamaktadır.
Geçtiğimiz çeyrek yüzyılda entelektüel iklimin ne ölçüde değişime
uğradığı eşim ve benim tarafımdan yazılan, Kapitalizm ve Özgürlük ile
aynı felsefi temeller üzerinde şekillenen ve 1980 yılında basılan Free to
Choose adlı eserde açıklanmıştır. Bu kitap
tüm büyük yayınlarda, hattâ bazılarında özellikle ele alınarak ve uzun bir yazının
konusu olarak yorumlanmıştır. Sadece bir bölüm Fook Digesfte yeniden
basılmakla kalmamış ayrıca kapakta da yer almıştır. Free to Choose
Birleşik Devletler’de ilk senesinde 400.000’e yakın ciltli kopya satmış ve on
iki farklı dile çevrilmiş, ayrıca 1981 yılında kitlelere ulaşması için karton
kapaklı olarak basılmıştır.
Bu iki kitabın karşılaştığı tavır farklılığının aralarındaki
kalite farkıyla açıklanacağı inancında değiliz. Aslında önceki kitap daha
felsefi ve soyuttu ve ayrıca daha temel bilgiler üzerineydi. Free to
Choose’un önsözünde de belirttiğimiz gibi Free to Choose teoriden
çok pratik üzerine yoğunlaşmış bir kitaptır. Kapitalizm ve Özgürlük’ün
yerine geçmekten çok, onu tamamlar niteliktedir. Yüzeysel bir düzeyde bu iki
kitabın karşılaştıkları tavır arasındaki fark televizyonun gücüne atfedilebilir.
Free to Choose PBS’te aynı isimle yaptığımız diziye dayanıyordu ve
şüphesiz bu TV dizisinin başarısı kitabın başarısını tetiklemiştir.
Bu açıklama çok yüzeysel kalıyor çünkü bu TV programının varoluşu
ve başarısı düşünce ikliminin değişimi ile mümkün olmuştur. Kimse bize
1960’larda gelin de Free to Choose gibi bir program yapın diye teklif getirmedi. Eğer bitilen bu
tip programlara destek olsaydı birkaç tanesinin ortalarda olması kaçınılmaz
olurdu. Bir şekilde böyle bir program yapılmış olsaydı bile, o programdaki
görüşlere açık bir seyirci kitlesinin bulunması mümkün değildi. Daha sonraki
kitabın açık fikirli bir kitle bulması ve İV programının başarısı daha çok
genel düşünce ikliminin değişmesiyle ortaya çıkabilmiştir. Bu iki kitaptaki
düşünceler entelektüel dünyanın ana akımı olmaktan hâlâ çok uzaktır ama en
azından şu anda entelektüel çevrede saygı görüyorlar ve liberal toplumda kabul
edilebilir bulunuyorlar.
Genel bakışın değişimi bu kitap sayesinde, ya da aynı felsefi
geleneğin mahsulü diğer kitaplar -örneğin Hayek’in Kölelik Yolu ile Özgürlüğün Anayasası
gibisayesinde olmamıştır. Buna kanıt olarak sadece 1978 senesinde
Commentary’nin editörleri tarafından düzenlenen Kapitalizm, Sosyalizm ve
Demokrasi sempozyumundaki makaleler gösterilebilir. Bir bölümde şöyle denir: “Kapitalizm
ve Demokrasi arasında kaçınılmaz bir bağ olduğuna dair bir düşünce var ve
demokrasi daha önceleri böyle bir görüşün sadece yanlış değil ayrıca siyasi
olarak da tehlikeli olduğunu düşünen bir grup entelektüel tarafından akla
yatkın olarak görülüyor.” Benim buna katkım Kapitalizm ve Özgürlük?te
geçen etkili bir alıntı. Adam Smith’in bu kısa sözü ve kapanış çağrısı:
“Yolculuğa hoş geldiniz”. 1978 yılında bile sempozyumun ben hariç 25
katılımcısının ancak 9 tanesinin açıkladıkları görüşlerin Kapitalizm ve
özgürlük’iin temel mesajıyla bir yakınlık taşıdığı söylenebilir.
Düşünce iklimindeki değişim, felsefi ya da teorik alanlardaki
değişimlerin değil deneyimlerin sonucunda oluşmuştur. Bir zamanlar, entelektüel
sınıfların büyük umutları olan Rusya ve Çin, tüm bu umutları boşa çıkarmıştı.
Fabian sosyalizmi aracılığıyla Amerikan entelektüelleri arasında ezici bir
etki yaratan Büyük Britanya büyük sorunlar içindeydi. Bizde de aşırı devlet
müptelası olan ve büyük kitlelerce desteklenen Milli Demokratik Parti, Vietnam
Savaşı ile özellikle Başkan Kennedy ve Başkan Johnson’ın oynadıkları rollerin
ardından hayal kırıklığı yaratmıştı. Büvük reform programlan — refah toplumu
uygulamaları, toplu konutlar, işçi sendikalarının desteklenmesi, okulların
entegrasyonu, eğitime federal yardım ve pozitif ayrımcılık gibiküllerine
karışıyordu. Nüfusun kalanıyla beraber cüzdanlar enflasyon ve yüksek
vergilerle boşalıvordu. Bu fenomen sadece prensipleri anlatan kitaplarda
açıklanan düşüncelerin inandıncılığını değil, neredeyse aynı program ve aynı
mesajı taşımakta olan iki adamdan Barry Gokhvater’ın 1964’teki ezici
mağlubiyetiyle Ronald Reagan’ın 1980’deki ezici galibiyeti arasındaki
bağlantıyı da açıklar.
O zaman bunun gibi kitapların rolü ne olabilir? Çift cevabı var
bunun. İlki, erkek sohbetlerine konu yaratmak. l'ree lo Cboose’ım
önsözünde de yazdığımız gibi: “Sizi tamamen ikna edebilecek tek kişi ancak
kendiniz olabilirsiniz. Boş zamanlarınızda sorunları kafanızda evirip
çevirmelisiniz, birçok tartışmayı göz önüne almalı, fikirlerin yavaş yavaş
pişmelerine izin vermeli ve uzun bir zaman sonra tercihlerinizi kanaatlere
dönüştürmelisiniz.”
ikinci ve daha basit olanı, ortamlar değişimi mecbur kılana değin
tercihlerinizi açık tutmaktır. Özel düzenlerde ve hususiyetle devlet
düzenlerinde müthiş bir atalet —statükonun tiranlanvardır. Ancak gerçek ya da
hissedilen bir kriz reel bir değişim yaratabilir. Bu kriz ortaya çıktığında
yapılacak şeyler etrafta gezinip durmakta olan fikirlerle ancak hayat
bulacaktır. İnanıyorum ki en temel fonksiyonumuz, var olan politikalara
alternatifler üretip onları canlı ve hazır bulundurmaktır; ta ki politik olarak
imkânsız olan politik olarak kaçınılmaz olana dönüşünceye değin.
Kişisel bir hikâye belki ne demek istediğimi daha açık
gösterecektir. 1960’ların sonlarında bir zaman daha yeniden yapılandırılmamış
bir kolektivist olan Leon Keyserling ile Wisconsin Üniversitesinde bir tartışmaya
katılmıştım. O, benim fikirlerimle baştan sona gerici bir tavırla dalga
geçmenin tartışmada asıl kozu olduğu inanandaydı ve bunu yapmak için de bu
kitabın ikinci bölümünün sonundan bir pasaj okumayı seçti. Bu pasajda benim
sıraladığım maddeler vardı; demiştim ki, “yukarıda ana hatları verilen ilkeler
çerçevesinde geçerli biçimde haklı gösterilemeyecek bazı ilkelerin listesini
yapmayı yararlı bulmaktayım.” Fiyat desteklerini, kotaları ve daha bir sürü
şeyi kınamamla eğlenirken öğrencilerden oluşan izleyicilerle sıkı bir
birliktelik kurmuştu, ta ki madde ll’e gelene değin: “Erkeklerin barış zamanı
da zorunlu askerlik yapması.” Zorunlu askerliğe çağrılma hakkındaki
açıklamalarım ateşli alkışlar sağladı ve hem tartışmayı hem de seyirciyi
rakibimin kaybetmesine sebep oldu.
Sırası gelmişken, zorunlu askerliğin on dört maddelik mazur
görülemez devlet faaliyetleri listemden elenen tek madde olduğunu da
söylemeliyim ayrıca bu, bir daha bu listeden hiçbir şeyin denmeyeceği anlamına
da gelmiyor. Diğer maddelere gelince, bu kitapta benimsenen prensiplerin çok
uzağına gittik -bu da bir yandan düşünce ikliminin değişme sebebi iken diğer
yandan da bu değişimin pratik etkisinin ne kadar az olduğunun kanıtı oluyor.
Ayrıca bu kitabın esas itici gücünün 1962’de neyse 1981’de de bazı örnekler ve
detaylar güncelliğini yitirmiş dahi olsalar değişmediğine dair bir kanıt olma
özelliği taşıyor.
Bu kitap 1956 yılında Wabash College’da düzenlenen John Van
Sickle ve Benjamin Rogge tarafından yönetilen Volker Vakfının sponsor olduğu
konferansta yaptığım bir dizi konuşmanın uzun bir gecikmenin ardından
toparlanmasıyla oluştu. Takip eden yıllarda benzer konuşmaları Claremont
College’da Arthur Kemp, North Carolina Üniversitesinde Clarence Philbrook ve
Oklahoma Devlet Üniversitesinde Richard Leftvvich tarafından yönetilen Volker
konferanslarında da yaptım. Bu konuşmaların hepsi de prensipleri temel alan ve
sonra bu prensipleri bir seri özel duruma indirgeyen bu kitabın ilk iki bölümünün
içeriği çerçevesinde konuşmalardı. Bu konferansların yöneticilerine sadece
beni konuşma yapmak için çağırdıkları için değil, daha da önemlisi onların bu
konuşmalara yönelik eleştiri ve yorumları ve bu konuşmaları deneme formunda
vaztya dökmem konusundaki dostça baskıları adına borçluyum ayrıca Volker
Vakfından Richard Cornuelle, Kenncih Templeton, ve Ivan Bierly’e bu
konferansları düzenledikleri için çok teşekkür ediyorum. Katılımcılara da
keskin araştırmacılıkları, konulara derin ilgileri ve doymak bilmez
entelektüel coşkuları ile beni birçok konuda yeniden düşünmeye ve bir dolu
hatayı düzeltmeye sevk ettikleri için minnet duyuyorum. Bu konferanslar dizisi
benim hayatımın en kışkırtıcı entelektüel deneyimleri arasında yer alıyor.
Söylemeye gerek bile olmasa da bu konferansların yöneticilerinden ve
katılımcılardan birisi bile bu kitaptaki her şeyle topyekûn aynı düşünmüyor.
Ama bu kitap adına bir kısım sorumluluğu almaktan da kaçınmayacaklarına
güveniyorum.
Bu kitapta anlatılan felsefeyi ve detaylarının çoğunluğunu birçok
öğretmene, meslektaşlarıma ve arkadaşlarıma avnca tüm bu saydıklarım haricinde
Chicago Üniversitesinde beraber çalışma şansı bulduğum seçkin bir grubun
üyeleri, l'rank 11. Knight, Henry C.
Simons, Lloyd W Mınts, Aaron Dircctor, Friedrich
\. Havek ve George Stigler’e borçluyum. Bu
kitapla düşüncelerini ayrıntılı bir şekilde aktaramadığım, tetkik ellemediğim
için onlardan özür diliyorum. Onlardan çok şev öğrendim ve öğrendiklerim kendi
düşüncelerimin temelini oluşturdular ki bu kitaba dipnot eklerken hangi
noktaları seçeceğimi bilemedim.
Minnettar olduğum diğer birçok kişiyi burada ismen yazmaktan
istemeden dahi olsa yanlışlıkla unutma korkusuyla kaçınıyorum. Ama hiçbir şevi
inançla kabul etmeye razı olmayan, bu yönleriyle de beni teknik sorunları basit
bir dille anlatmaya ve böylecc hem anlayışımı ve umarım ki ifademi de
geliştirmeme sebep olan çocuklarım Janet ve David’in isimlerine burada
değinmeden de duramayacağım. Sunu ila söylemeliyim ki onlar da sorumluluğu
almakla beraber fikirlerin hepsi ile mutabık değildirler.
Hali hazırda basılmış olan materyallerden özgürce yararlandım. I.
Bölüm’de Felix Morley’nin basımını yaptığı Essays in Individuality
(Pennsylvania Üniversitesi Yayınları 1958) ve yine aynı isimle farklı bir
formda The Neıv İndividualist Revıeıv Cilt I Sayı I’de (Nisan 1961) yayınlanan
materyalin bir gözden geçirmelinden oluşuyor. Bölüm iv ilk kez Robert A. Solo
tarafından Economics and the Public Interest (Rutgers Üniversitesi
Yayınları 1955) adıyla basılan makalenin bir gözden geçirilmesidir. Diğer
bölümlerin de kimi parçalan farklı makalelerimden ve kitaplarımdan alınmadır.
“Eşim olmasaydı bu kitap asla yazılamazdı” nakaratı artık akademik
önsözlerin değişilmez parçalanndan biri halini aldı. Ama bu kitap için bu söylem
kelimesi kelimesine doğrudur. Çeşitli konuşmaların parçalarını bir araya getiren, çok farklı versiyonlan birleştiren,
yazılı İngilizceye daha yaklaşan bir dile çeviren ve kitabın bitirilmesinde
itici güç olan hep eşim oldu. Başlık sayfasındaki teşekkür, bu yardımı
olduğundan az gösterecektir.
Sekreterim Muriel A. Porter ihtiyaç duyulan zaman için etkili ve
güvenilir bir kaynak olmuştur ve ona gerçekten çok şey borçluyum.
Müsveddelerin çoğunu tıpkı diğer eski taslaklar gibi tek başına daktilo
etmiştir.
“Ülkem benim için neler yapabilir demeyin, kendinize ben ülkem
için neler yapabilirim diye sorun.” Başkan Kennedy’nin görevine başlarken
yaptığı konuşmada sarf ettiği bu sözler sık sık anılır. Bu söz üzerindeki tartışmaların,
sözün ne anlama geldiği değil de, nereden alındığı konusunda yoğunlaşması,
günümüz anlayışının çarpıcı bir göstergesidir. Cümlenin iki yarısından da
vatandaşlarla devlet arasında, özgür bir toplumdaki özgür bireylerin
ideallerine yakışır bir münasebete ilişkin bir mana çıkarılamıyor. “Ülkem benim
için neler yapabilir” gibi paternalist bir ifadeden, devletin patron, yurttaşın
da onun bekçiliği altında olduğu anlamı çıkar ki, bu görüş, özgür insanın kendi
yazgısından sorumlu olduğu inancına ters düşer. “Ülkem için neler yapabilirim”
gibi bireye görev yükleyen bir ifadeden ise, devletin efendi ya da Tanrı,
yurttaşın da hizmetkâr ya da adanmış olduğu anlamı çıkar. Özgür bir insan için
ülkesi, onu oluşturan bireylerin toplamıdır, bireylerin üzerinde ve onları
aşan bir şey değil. Kişi ortak ulusal mirastan gurur duyar ve ortak toplumsal
geleneklere sadıktır. Ancak devleti ne lütuf ve ödüller bahşedici, ne de körü
körüne tapılacak ve hizmet edilecek bir efendi ya da Tanrı olarak görür; devlet
onun için yalnızca bir araçtır. Özgür insan vatandaşların çeşitli biçimlerde
hizmet ettikleri bir hedef birliğinden başka ulusal hedef tanımaz. Yine onun
için, vatandaşların çeşitli biçimlerde gerçekleştirmeye çalıştıkları amaçlar
birliği dışında hiçbir ulusal amaç yoktur.
Özgür insan ne ülkesinin onun için neler Yapabileceğini, ne de
kendisinin ülkesi için neler yapabileceğini soracaktır. Onun verine, şu soruyu
yöneltecektir: “Ben ve diğer vurttaşlar bireysel sorumluluklarımızı verine
getirmen kolay laştırmak için, çeşitli hedef ve amaçlarımızı gerçekleştirmek
ve hepsinden önemlisi, özgürlüğümüzü korumak için devlet aracılığıyla neler
yapabiliriz?” Bu soruva bir başkası eşlik edecektir. “Yarattığımız devletin,
özgürlüğümüzü koruması için kurduğumuz, hükümetin o özgürlüğü yok edici bir Frankenstein’a dönüşmemesini nasıl sağlayabiliriz?”
Özgürlük ender bulunan narin bir bitkidir. Aklımız bize, özgürlüğün
karşısındaki en büyük tehdidin iktidarın tek bir merkezde toplanması, güç
temerküzü olduğunu söyler, tarih de bunu doğrular. Devlet özgürlüğümüzü
korumamız için gereklidir, sayesinde özgürlüğümüzü kullanabileceğimiz bir
araçtır; ama aynı zamanda gücün siyasi ellerde yoğunlaşmasıyla devlet özgürlüğe
karşı bir tehdit niteliğine de bürünebilmektedir. Bu gücü yöneten kişiler
başlangıçta iyi niyetli, gücü kötüye kullanacak biçimde yozlaşmayacak yapıda
olsalar bile, güç hem farklı türde kişilikleri kendine çekecek, hem de böyle
kişiler biçimlendirecektir.
Öyleyse bir yandan devletin özgürlüğü tehdit etmesini önlerken,
öte yandan hükümetlerin vaatlerinden nasıl yararlanabiliriz? Anayasamızda ver
alan geniş kapsamlı iki ilke bu soruya, özgürlüğümüzü bugüne dek koruyan bir
cevap vermektedir; ne var ki, emredici hükümler olarak kabul edilmelerine
karşın, bu ilkeler defalarca çiğnenmiştir.
Söz konusu ilkelerin ilki, devletin hedeflerinin ve etkinlik
alanının sınırlandırılması gereğidir. Devletin başlıca işlevi, özgürlüğümüzü
hem yurtdışındaki düşmanlardan hem de yurttaşlardan korumak; adalet ve düzenin
sürekliliğini sağlamak; özel anlaşmaları uygulatmak ve rekabetçi piyasaları
güçlendirmektir. Bu temel işlevin ötesinde, devlet kimi zaman, münferit
bireyler tarafından yapıldığında daha zor ya da daha pahalı olabilecek işleri
topluca ve birlikte gerçekleştirmemizi mümkün kılar. Aslında devletin bu yolda
kullanılması da tehlikelidir. Ne var ki, kaçınılmazdır da. Ancak bunu yapmadan
önce iktidarın yetkilerinin açık seçik ve kapsamlı bir biçimde dengelenmesi
gerekir. Hem ekonomik, hem diğer etkinliklerde öncelikle gönüllü iş birliği ve
özel girişime dayanarak, özel kesimin kamu kesimi güçleri üzerinde denedeyici
olmasını ve din, ifade ve düşünce özgürlüğünün de etkili bir koruyucusu
olmasını güvence altına alabiliriz.
İkinci geniş kapsamlı ilke, devletin gücünün yaygınlaştırılması
gereğidir. Eğer devlet güç kullanacaksa, bunu şehirde yapması eyalette
yapmasından, eyalette yapması Washington’da yapmasından daha iyidir. Eğer yerel
yönetimin, okullar veya kent içi taşımacılık ya da çevre sağlığı konusundaki
uygulamalarını beğenmiyorsam, başka bir eyalete göç edebilmeliyim. Gerçi pek
az kişi böyle bir adım atar, ama bunun mümkün olması bile denetleyici bir rol oynar. Washington’ın politikasına karşıysam,
bu kıskanç uluslar dünyasında birkaç seçeneğim daha var demektir.
Federal hükümetin yasa gücündeki kararlarından sakınmanın
zorluğu, yandaşlarının çoğuna merkezileşmeilin çok çekici gelmesindendir. Aksi
halde, toplum yararına olduğuna inandıkları gelirin zenginlerden yoksullara
ya da kişisel amaçlardan kamusal amaçlara aktarımını öngören programların daha
etkili biçimde uygulanması mümkün olmayabilir. Bir açıdan haklıdırlar da. Ama
madalyonun bir yüzü daha vardır. İyilik yapmak için kullanılan güç aynı
zamanda kötülük yapmak için de kullanılır; gücü buğun kontrol edenler yarın iş
başında olmayabilirler. Daha da önemlisi, birinin iyilik saydığını diğeri
kötülük sayabilir. Devletin hedef ve etkinlik alanı genişletme eğiliminde
olduğu gibi, merkezileşme eğiliminin de trajedisi, buna çoğunlukla iyi niyetli
kişilerin, yani sonuçlarından ilk elde acı çekecek olanların öncülük etmesidir.
Özgürlüğün korunması, devletin gücünü sınırlamak ve
yaygınlaştırmak için öne sürülen bir savunma nedenidir. Bunun yapıcı bir yönü
de vardır. Mimaride ya da resim sanatında, bilimde ya da edebiyatta, sanayide
ya da tarımda, uygarlığın büyük ilerleyişleri hiçbir zaman merkezi hükümede olmamıştır.
Christoph Colombe, gerçi mutlak hükümdar tarafından bir ölçüde mali bakımdan
desteklenmiştir, ama Çin’e giden yeni yolu aramaya bir parlamento çoğunluğunun
direktifiyle çıkmamıştır. Newton ve Leibnıtz; Einstein ve Bohr; Shakespeare,
Milton ve Pasternak; VCTıitney, McCormick, Edison ve Ford; Jane Addams,
Florence Nightingale ve Albert Schweitzer, edebiyatta, teknik imkânlarda ya da
hastalıkların tedavisinde, beşeri bilgi ve anlayışında eni ufuklar açarken
hükümetin emriyle hareket etmemişlerdir. Basanları bireysel dehanın ve
azınlığın desteklediği, çeşitliliğe, değişikliğe izin veren bir toplumsal
ortamın ürü-
nüdür.
Devlet hiçbir zaman bireysel eylemin değişiklik ve çeşitliliğini
taklit edemez. I lerhangi bir zaman diliminde konut yapımında, beslenmede ya
da giyimde tek tip standartlar koyarak birçok bireyin yaşam düzeyini iyileştirebilir
hiç kuşkusuz; okullaşmada, vol yapımında, sağlık ve temizlik hizmetlerinde yine tek tip standartlar kovan merkezi hükümet, birçok yerel alanın, hattâ ortalama olarak tüm toplulukların
etkinlik düzeyini yükseltebilir. Ne var ki, uygulamada ilerlemenin yerini
durgunluk almış, yarını bugünün üstüne çıkaracak deneyler için gerekli olan
çeşitliliğin yerini ise tek tip sıradanlık almış olur.
***
Yukarıda söz ettiğimiz belli başlı sorunlardan bazıları bu
kitapta tartışılmaktadır. z\na fikir, ekonomik özgürlüğün bir sistemi ve
siyasi özgürlüğün gerekli bir koşulu olarak, rekabetçi kapitalizmin rolüdür;
bir başka deyişle, ekonomik etkinliklerin serbest piyasada faaliyet gösteren
özel girişim aracılığıyla örgütlenmesidir. İkinci plandaki konu, kendim
özgürlüğe adamış ve ekonomik etkinlikleri düzenlemede öncelikle piyasaya
dayanmış bir toplumda hükümetin oynaması gereken roldür.
ilk iki bölümde bu sorunlar somut uygulamalardan çok, bir özet
niteliğinde, ilkeler çerçevesinde ele alınacak; ilenki bölümler bu ilkelerin
çeşitli özel sorunlara uygulanmasını işleyecektir.
Bir özet, gayet anlaşılır ve kapsamlı olabilir, ancak izleyen iki
bölümde kesinlikle böyle bir durum söz konusu değil. İlkelerin uygulanması
hiçbir biçimde avrıntılı olamaz. 11er geçen gün yeni sorunlar ve koşullar
getirmek-
5
tedir. İşte bu nedenle, devletin rolü hiçbir zaman sorumsuzca ve
rahadıkla tanımlanamaz, kendine özgü işlevleri açısından bir bütün olarak
kolaylıkla ortaya konamaz. Yine bu nedenle zaman zaman, günümüz sorunlarına
ilişkin değişmez sandığımız ilkeleri yeniden inceleme gereği duyarız. Tüm
bunların bir yan ürünü, kaçınılmaz biçimde ilkelerin yeniden denenip sınanması
ve bunları kavrayışımızın keskinleştirilmesi olacaktır.
Bu kitapta işlenen siyasi ve ekonomik bakış açısına bir etiket
koymak son derece kolaydır. Doğru ve uygun etiket liberalizmdir. Ne yazık ki,
özel teşebbüs sisteminin düşmanları, kasıtlı olmasa da, akıllık edip bu etiketi
kendilerine mal etmişlerdir.[11]
İşte bu yüzden Birleşik Devletler’de
liberalizm sözcüğü, XIX. yüzyılda ve bugün Kıta Avrupası’nda taşıdığı anlamdan
çok farklı bir anlamda kullanılmaktadır.
XVIII. yüzyıl sonlarında ve XIX. yüzyıl başlarında liberalizm adı
altında gelişen entelektüel akım toplumun asıl amacının özgürlük ve asıl
varlığın da birey olduğunu vurgulamış, “bırakınız yapsınlar” ilkesini, ülke
içinde devletin ekonomik rolünü azaltıcı, dolayısıyla bireyin rolünü
genişletici bir araç olarak desteklemiştir. Ülke dışındaysa, dünya uluslarını
birbiriyle barışçı ve demokratik yollardan ilişkilendirmenin aracı olarak
serbest ticareti desteklemiştir. Siyasi konularda, temsili hükümetin ve parlamenter
kurumların gelişmesinden, devletin keyfi gücünün azaltılmasından ve
bireylerin medeni özgürlüklerinin korunmalından yana olmuştur.
Birleşik Devletler’de
XIX. yüzyılın sonlarından itibaren ve özellikle 1930’dan sonra, liberalizm
terimi, özellikle iktisat politikasında çok değişik bir anlam verilerek
kullanılmıştır. Ve terim, istenen hedeflere ulaşmada, özel gönüllü
düzenlemelerden çok, öncelikle devlete dayanılması eğilimini ifade eder
olmuştur. Sloganlar özgürlükten çok, refah ve eşitliktir. XIX. yüzyıl
liberalleri özgürlüğün genişletilmesini, refah ve eşitliği ileri düzeye
çıkarmanın en etkili yolu olarak görüyorlardı. XX. yüzyıl liberali ise, refah
ve eşitliği, özgürlüğün ön koşulu ya da seçeneği saymaktadır. XX. yüzyıl
liberali, refah ve eşitlik uğruna savaş vermiş klasik liberalizmin tersine,
devlet müdahalesi ve koruyuculuğun yeniden canlanmasından yana olmuştur. O
kadar ki, XVII. yüzyıl merkantilizminden söz edildiğinde gerçek liberalleri
gericilikle suçlama eğilimi bile olabilmektedir.
Liberalizm terimine ilişkin bu anlam değişmesi, ekonomik
konularda siyasi konularda olduğundan çok daha belirgin bir şekilde su yüzüne çıkmaktadır.
XIX. yüzyıl liberali gibi XX. yüzyıl liberali de parlamenter kurumlara, temsili
hükümete, medeni haklara vb. taraftardır. Bununla birlikte siyasi konularda
bile belirgin bir fark vardır. Özgürlüğü kıskanan, dolayısıyla ister kamusal
ister özel ellerde, gücün merkezileşmesinden korkan XIX. yüzyıl liberali,
siyasi gücün yaygınlaştırılmasından yanaydı. Kendini eyleme adayan, görünürde
seçmenler tarafından denetlenen hükümetin elinde olduğu sürece gücün
gelişeceğine inanan XX. yüzyıl liberaliyse, merkezi hükümetten yanadır. Gücün
nerede bulunması gerektiği konusunda, kent yerine eyalet mi, eyalet yerine
federal hükümet mi, ulusal hükümet yerine uluslararası bir örgütte mi olması
gerektiği konusunda hiçbir kuşkuya
düşmeyecektir.
Liberalizm teriminin yozlaşması nedeniyle, önceleri bu ad altında
anılan görüşler, şimdilerde çoğunlukla muhafazakârlık olarak
etiketlenmektedir. Ancak bu, tatmin edici bir alternatif değildir. XIX. yüzyıl
liberali, hem sorunun temeline inerek etimolojik açıdan, hem de toplumsal
kurumlarda büyük değişikliklerden t ana olarak siyasi açıdan bir radikaldi.
Çağdaş mirasçısı da öyle olmalıdır. Özgürlüğümüze büvük çapta müdahale eden
devlet uygulamalarını sürdürmek istemeyiz, ama özgürlüğümüzü genişletmeye
yarayanları korumak isteriz elbette. Bunun da ötesinde, uygulamada
muhafazakârlık terimi öylesine çeşitli görüş yelpazesini kapsamaya başlamış ve
bu görüşler öylesine birbirleriyle bağdaşmaz olmuştur ki,
liberal-muhafazakârlık ve aristokratik-muhafazakârlık gibi ‘tireyle’
birleştirilmiş terimler göreceğimize kuşku yoktur.
Liberalizm terimini, hem onu özgürlüğü ortadan kaldıracak
önlemleri savunanlara teslim etmek istemediğim için, hem de daha ivi bir
seçenek bulamadığım için, liberalizm sözcüğünü özgün anlamında, yanı “özgür
insana özgü bir öğreti” olarak kullanarak bu güçlükleri asacağım...
Ekonomik
Özgürlükle
Siyasi
Özgürlük Arasındaki İlişki
Birçok insan ekonomi ve siyasetin birbirinden bağımsız, farklı
alanlar olduğuna ve bireysel özgürlüğün siyasi, maddi zenginliğinse ekonomik
bir problem olduğuna inanır. Bu bağlamda herhangi bir siyasi düzenlemenin
herhangi bir ekonomik düzenlemeyle birleştirilebileceğine inanılır. Günümüzde
bunu en çok savunanlar, Rusya’daki “totaliter sosyalizm”in bireysel özgürlükler
üzerindeki kısıtlamalarını kınayan ve bir ülkenin bir yandan Rusya’nın ekonomik
düzenlemelerini uvgularken, diğer yandan yapacağı siyasi düzenlemelerle bireysel
özgürlükleri de güvence altına alabileceğine inanan “demokratik sosyalizm”
savunucularıdır. Bu bölümde anlatmak istediğim temel konu, bu tip yaklaşımın
yalnızca bir hayalden ibaret olduğu, ekonomi ile siyaset arasında çok yakın
bir ilişki olduğu, ekonomi ve siyasetin ancak belli kombinasyonlarının mümkün
olduğu ve sosyalist bir toplumun aynı zamanda bireysel özgürlükleri de güvence
altına alacak kadar demokratik olamayacağıdır.
Ekonomik düzenlemeler özgür bir toplumun ilerlemesinde ikili bir
rol oynar. Öncelikle, ekonomik düzenlemelerdeki özgürlük geniş anlamda
özgürlüğün tamamlayıcılarından biridir, bu nedenle tek başına bir amaçtır.
İkincisi, ekonomik özgürlük siyasi özgürlüğe giden yolda
vazgeçilmez bir araçtır.
Ekonomik özgürlüğün bu rolleri arasında birincisinin önemini
ısrarla vurgulamak gerekmektedir, çünkü özellikle entelektüeller özgürlüğün bu
yönünü önemsizleştirme eğilimindedirler. Onlar yaşamın maddi taraflarını hor
görüp, sözde yüksek değerlerinin korunmasının çok daha önemli olduğunu ve
dolayısıyla bu değerlerin çok daha özel bir dikkati hak ettiğini düşünürler.
Bununla birlikte entelektüeller için değilse bile, Amerikan vatandaşlannın
çoğu için, ekonomik özgürlüğün siyasi özgürlüğün bir aracı olma anlamındaki
dolaylı önemi, ekonomik özgürlüğün doğrudan önemiyle karşılaştırılabilir
düzeydedir.
ikinci Dünya Savaşı’ndan sonra döviz kontrolü nedeniyle tatilini
Birleşik Devletler’de geçirmesine izin verilmeyen bir İngiliz vatandaşının
yaşadığı temel özgürlüklerden mahrumiyet, siyasi görüşleri nedeniyle tatilini
Sovyetler Birliği’nde geçirmesine izin verilmeyen bir Birleşik Devletler
vatandaşınınkiyle aynıdır. Birisinin özgürlüğüne getirilen kısıdama ekonomik
iken, öteki siyasi kısıtlamaya uğramaktadır, ama temelde ikisi arasında çok
önemli bir fark yoktur.
Getirilen yasayla, hükümetin emeklilik sözleşmesinden
faydalanabilmek için gelirinin yüzde onunu buna ayırmak zorunda bırakılan bir
Birleşik Devletier vatandaşı,
bunun karşılığı kadar bir bölüm için kişisel özgürlüğünden yoksun bırakılmış demekdr.
Böyle bir yoksunluğun “ekonomik” olmaktan çok, “medeni” ya da “siyasi” olduğu
kabul edilen dinsel özgürlükten yoksun bırakılmaya ne denli yakın olduğunun ve
ne denli güçlü hissedilebileccğinin eti güzel örneği, Amısh Cemaati’nden bir
grup çiftçinin başına gelenlerin öyküsünde görülmektedir. Bu çiftçiler,
zorunlu federal yaşlılık programlarını ilkesel olarak bireysel özgürlüklerinin
ihlali olarak görmüş ve vergileri ödemevi ve bundan faydalanmayı kabul
etmemişlerdir. Sonuç olarak sosval sigorta harçlarının karşılanması için
sürülerinin bir bölümü açık arttırmayla
satılmıştır. Zorunlu yaşlılık sigortasını özgürlüğün ihlali olarak gören
vatandaşların sayısı az olabilir, lakal özgürlüğe gerçekten inanan bir insan
hiçbir zaman "kelle” hesabı yapmaz.
( eşitli eyaletlerin tasaları uyarınca bir Amerikan vatandaşı,
gereken ruhsatı alamadıkça kendi seçtiği mesleği yapmakta özgür değildir,
dolayısıyla benzer şekilde hayati bir özgürlükten yoksun kalmış olur. Aynı
durum, bir İsviçreliden alacağı bir saate karşılık, bazı mallarını takas etmek
isteyen ama kota nedeniyle engellenen bir kişi için de söz konusudur. İmalatçı
tarafından belirlenen fiyatın altında Alka Seltzer satan bir Californialının
“adil ticaret” vasası gereğince hapse atılması da benzer bir durumdur. Bir
çiftçi de istediği miktarda buğday yetiştirmekte özgür değildir, Örnekler
çoğaltılabilir. Görüldüğü gibi, ekonomik özgürlük hem tek başına hem de total
özgürlük içerisinde son derece büyük bir önem taşımaktadır.
Siyasi özgürlüğe ulaşmada bir araç olarak ele alındıklarında,
ekonomik düzenlemelerin önemi, gücün toplanması ve yayılmasındaki etkilerinden
kaynaklanmaktadır. Ekonomik özgürlüğü doğrudan sağlayan ekonomik örgütlenme
türü, yanı rekabetçi kapitalizm, ekonomik gücü siyasi güçten ayırarak, böylece birinin ötekini dengelemesini mümkün kıldığı için siyasi
özgürlüğü de geliştirmektedir.
Tarihsel kanıtlar da serbest piyasayla siyasi özgürlük arasındaki
ilişki konusunda aynı şeyi söylemektedir. Hiçbir yerde ve zamanda, büyük ölçüde siyasi özgürlüğe
sahip bir toplumun, ekonomik faaliyederini düzenlemek için serbest piyasa
benzeri bir düzen kullanmadığına rastlamadım.
Büyük ölçüde özgür olan bir toplumda yaşadığımız için, siyasi
özgürlük gibi bir şeyin dünyanın ne kadar küçük bir bölümünde ve ne kadar kısa
bir zamandan beri var olduğunu unutma eğilimin deyiz; insanoğlunun tipik
durumu tiranlık, kölelik ve sefalettir. Batı dünyasının tarihsel gelişiminde
ondokuzuncu yüzyıl ve yirminci yüzyılın başları çarpıcı istisnalardır. Bu dönemlerde
siyasi özgürlük, açıkça serbest piyasa ve kapitalist kurumlanıl gelişmesiyle
birlikte oluşmuştur. Aynı durum Yunanistan’ın altın çağı ve Roma döneminin
başlangıcı için de geçerlidir.
Tarih sadece kapitalizmin siyasi özgürlük için gerekli koşul
olduğunu söyler. Ancak yeterli bir koşul olmadığı da açıktır. Faşist İtalya ve
Faşist İspanya, son yetmiş yılın çeşitli dönemlerinde Almanya, Birinci ve
İkinci Dünya Savaşları öncesinde Japonya, Birinci Dünya Savaşı öncesindeki on
yılda Çarlık Rusyası siyasi açıdan özgür toplumlar olarak tanımlanamazlar.
Bununla birlikte her birinde ekonomik yapının hâkim biçimi özel teşebbüstür.
Bu nedenle, temelde kapitalist olan ekonomik düzenlemelerle özgürlükçü olmayan
siyasi düzenlemelerin bir arada olması mümkündür.
Bu toplumlarda bile vatandaşlar, ekonomik totalitarizmin siyasi
totalitarizmle birleştiği Nazi Almanyası ya da Sovyeder gibi modern totaliter devletierin vatandaşlarından çok daha büyük özgürlüğe sahipti.
Çar yönetimindeki Rusya’da bile belli koşullar altında bazı vatandaşlar
siyasi otoriteden izin almaksızın işlerini değiştirebiliyorlardı, çünkü
kapitalizm ve özel mülkiyetin varlığı, devletin merkezi gücüne karşı kısmî bir
denetim sağlamaktaydı.
Ekonomik özgürlükle siyasi özgürlük arasındaki ilişki karmaşıktır
ve hiçbir şekilde tek taraflı değildir. Ondokuzuncu yüzyılın başlarında Bentham
ve Felsefi Radikaller, siyasi özgürlüğü ekonomik özgürlüğe ulaşmada bir araç
olarak görme eğilimindeydiler. Kitlelerin kendilerine uygulanan kısıtlamalar
aracılığıyla engellendiğine ve halkın büyük çoğunluğuna oy hakkı tanıyan bir
siyasi reform yapılması durumunda, halkın, kendisi için iyi olanı yaparak
“bırakınız yapsınlar” lehine oy kullanacağına inanıyorlardı. Geçmişe bakıldığında
yanıldıkları söylenemez. Büyük ölçüde “bırakınız yapsınlar” doğrultusunda
gerçekleşen ekonomik reformlara geniş ölçekte siyasi reformlar eşlik etmiştir.
Ekonomik düzenlemelerdeki bu değişikliği, kitlelerin refahındaki inanılmaz
artış izlemiştir.
Ondokuzuncu yüzyıl İngilteresi’nde Benthamcı liberalizmin
zaferini, devletin ekonomik işlere artan müdahalesine karşı tepkiler izledi.
İki dünya savaşının etkisiyle bu kolektivizm eğilimi hem İngiltere’de hem de
başka yerlerde büyük hız kazandı. Demokratik ülkelerde özgürlükten çok refah
hakim oldu. Felsefi Radikallerin entelektüel torunları —bunlardan bazıları
Dicey, Mises, Hayek ve Simons’tu— bireyciliğin karşı karşıya olduğu gizli
tehdidi hissederek; ekonomik faaliyetin merkezden denetimine
doğru gidişatın devam etmesi durumunda, I layek’ın bu sürece ilişkin zekice
çözümlemesini adlandırdığı gibi, “Kölelik Yolu”na (I'lıc Road to Serfdom) varacağından
korktular. Onların altını çizdikleri nokta, ekonomik özgürlüğün siyasi
özgürlüğe ulaşma yolunda bir araç olma niteliğiydi.
ikinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinin ardından yaşanan olaylar,
ekonomik ve siyasi özgürlük arasında daha farklı bir ilişki olduğunu
göstermektedir. Kolektivıst ekonomik planlama gerçekten de bireysel özgürlükle
çatışmıştır. Bununla birlikte, en azından bazı ülkelerde sonuç, özgürlüğün
bastırılması değil, ekonomik politikanın tersine çevrilmesi olmuştur. Yine İngiltere
bu konudaki en çarpıcı örneği oluşturmaktadır. Belki de dönüm noktası, işçi
Partisi’nin, büvük endişelere rağmen kendi ekonomi politikasını uygulayabilmek
için gerekli gördüğü, “atamaların denetlenmesi” yasası olmuştur. lam anlamıyla
uygulansa ve sürdürül şeydi, bu yasaya göre, bireylerin işlere aranması
merkezden yapılacaktı. Bu yasa kişisel özgürlüklere öylesine kesicin bir
çatışma oluşturuyordu ki, sadece dikkate değmeyecek kadar az savıda uygulama
alanı bulmuş ve yürürlüğe girdikten çok kısa bir süre sonra kaldırılmıştır.
Yasanın yürürlükten kaldırılması, ekonomi politikasında kararlı bir değişime
yol açmıştır. Merkezi “plan” ve “program”lara dayalı politikaların
azaltılması, birçok kontrolün kaldırılması ve özel piyasanın öneminin arttırılması,
ekonomi politikalarındaki bu kararlı değişime damgasını vurmuştur. Benzer
politika değişiklikleri diğer demokratik ülkelerin çoğunda da görülmüştür.
Merkezi planlamanın başarısının sınırlı olması ya da belirlenen
hedeflere ulaşmada tümüyle başarısız olması, bu politika değişimlerinin en iyi
açıklamasıdır. Bununla birlikte, bu başarısızlık, en azından bir dereceye
kadar, merkezi planlamanın siyasi sonuçlarına vc özel hakların çiğnenmesin!
gerektiren bir mantığa sahip olması nedeniyle, bu mantığı izlemek konusundaki
isteksizliğe bağlanabilir. Bu değişimin bu yüzyıldaki kolekııvist eğilimin
valnızca geçici olarak kesintiye uğraması olduğu da söylenebilir elbette. Ama
övle olsa bile, ekonomik düzenlemelerle siyasi özgürlük arasındaki yakın
ilişkiyi açıkça ortaya koymaktadır.
Tek başına tarihsel kanıt hiçbir zaman inandırıcı değildir. Belki
de özgürlüğün genişlemesiyle kapitalizm ve piyasa kurumlanılın gelişmesinin
aynı zamana gelmesi tümüyle rastlantı olabilir. Neden aralarında bir bağlantı
bulunması gereksin ki? Ekonomik ve siyası özgürlük arasındaki mantıksal bağlar
nelerdir? Bu soruları tartışırken, ilk önce pivasavt özgürlüğün doğrudan
bileşenlerinden biri olarak ele alacağız, daha sonra piyasa düzenlemeleriyle
sıvasi özgürlük arasındaki dolaylı ilişkiyi inceleyeceğiz. Böylece, özgür bir
toplum için ideal ekonomik düzenlemelerin ana hatlarını ortaya koymuş olacağız.
Lbcraller olarak biz, toplumsal düzenlemeler konusunda
yargıya varırken, bireyin ya da belki ailenin özgürlüğünü temel hedef olarak
ele alırız. Bu anlamda bir değer olan özgürlük insanlar arası karşılıklı
ilişkileri kapsamalıdır. Cuma’nın olmadığı ıssız bir adada Robinson Crusoe
için özgürlüğün hiçbir anlamı yoktur. Issız adadaki Robinson Crusoe
kısıtlamalarla karşı karşıyadır; “gücü” sınırlıdır, seçenekleri sınırlıdır, ama
bizim ele aldığımız anlamda bir özgürlük sorunu yoktur. Benzer biçimde, bir
toplumda özgürlük, bireye bu özgürlüğünü nasıl kullanacağını öğretmez.
Özgürlük her şeyi kapsayan bir ahlak bilimi değildir. Aslında bir liberalin temel
amaçlarından biri, bireyin kendi ahlaki sorunlarıyla kendisinin uğraşmasını
sağlamaktır. “Gerçekten önemli” ahlaki sorunlar özgür bir toplumda bireyin
karşısına çıkanlardır —özgürlüğünü nasıl kullanması gerektiği gibi. Bu nedenle
bir liberalin vurgulayacağı iki grup değer vardır. Birincisi, insanlar arası
ilişkilere ilişkin değerlerdir ki, burada liberal bir insan önceliği özgürlüğe
verir. İkincisi, bireyin özgürlüğünü kullanma biçimine ilişkin değerlerdir ki
bunlar da bireyin ahlak ve felsefe dünyasını oluştururlar.
Liberaller, insanları kusurlu varlıklar olarak görürler. Onlara
göre toplumsal örgütlenme sorunu, “kötü” insanların kötülük yapmasını
engellemek ya da “iyi” insanların iyilik yapmasına yardımcı olmak kadar olumsuz
bir sorundur. Elbette ki bu “kötü” ve “iyi” insanlar aynı kişiler olabilir; bu
onları kimin değerlendirdiğine bağlıdır.
Toplumsal örgütlenmenin temel sorunu, çok sayıda insanın ekonomik
faaliyetlerinin nasıl koordine edileceğidir. Görece geri kalmış toplumlarda
bile var olan kaynakların etkin biçimde kullanılması için geniş kapsamlı
işbölümü ve işlevlerde uzmanlaşma gerekir. İleri toplumlarda çağdaş bilim ve
teknolojinin sunduğu olanaklardan bütünüyle yararlanabilmek için çok daha büyük
çapta koordinasyona ihtiyaç duyulmaktadır. Sadece birbirlerinin günlük
ekmeklerini sağlamak anlamında bile milyonlarca insan karşılıklı ilişki
içerisine girmektedir. Kaldı ki otomobil gibi uzun süre kullanılan malların
sağlanmasıyla gerçekleşen karşılıklı ilişkiler bu sayıyı kat kat artırmaktadır.
Özgürlüğe inanan bir insanın yaşadığı güçlük, bu son derece yaygın etkileşimi
bireysel özgürlüklerle uzlaştırma güçlüğüdür.
Temelde milyonlarca insanın ekonomik faaliyetlerini koordine
etmenin yalnızca iki yolu vardır. Birincisi ordu ve modern totaliter
devletlerin tekniği olan ve zor kullanma tekelini de içeren merkezi
yönlendirme; İkincisi ise piyasanın tekniği olan bireylerin gönüllü
işbirliğidir.
Gönüllü işbirliği aracılığıyla koordinasyonun sağlanması olanağı
—çoğu kez reddedilse detemel olarak, “ekonomik etkileşimin her iki tarafı da bu
etkileşimden fayda sağlar” önermesine dayanır. Ancak bu önerme, işlemin iki
taraflı olarak gönüllü ve biliniyor olması koşuluna bağlıdır.
Böylece takas, zor kullanmaya gerek olmaksızın koordinasyonu
sağlamış olur. Gönüllü takas yoluyla örgütlenmiş bir toplumun işleyen
modellerinden biri, rekabetçi kapitalizm dediğimiz, özgür, özel teşebbüs takas
ekonomisidir.
En basit şekliyle böyle bir toplum belli sayıda bağımsız hane
halklarından oluşmaktadır, bir Robinson Crusoe’lar topluluğu gibi. Her hane
halkı, kontrolünde bulunan kaynaklan mal ve hizmet üretmek için kullanır ve
her iki taraf için de kabul edilebilir koşullar çerçevesinde pazarlık ederek
bunları diğer hane halklarının ürettikleri mal ve hizmetlerle takas eder.
Böylelikle mal ve hizmetleri kendi kullanımı için üreterek ihtiyaçlannı
doğrudan karşılamak yerine, başkalan için mal ve hizmetler üreterek
ihtiyaçlannı dolaylı yoldan karşılaması mümkün olur. Bu dolaylı yolun
benimsenmesindeki teşvik edici unsur, hiç kuşkusuz, işbölümü ve işlev
uzmanlaşmasının sağladığı ürün artışıdır. I iane halkı her zaman kendisi için
doğrudan üretim yapma seçeneğine sahip olduğundan, yarar sağlayamayacağı bir
takasa girmek zorunda değildir. Dolayısıyla iki taratın da yararına olmayacak
bir takas yapılmayacaktır. Bu yüzden de İşbirliği zor kullanmaksızın
gerçekleşecektir.
Nihai üretici birimin hane halkları olması durumunda, işlev
uzmanlaşması ve işbölümü daha ileriye gidemeyecekti. Oysa modern toplumda çok
daha fazla ilerledik. Kapasitelerine göre hizmet sunan ve mal satın alan
bireyler arasında aracılık yapan girişimciler geliştirdik. Benzer şekilde,
ürünün ürünle takasına bağlı kalmayı sürdürmüş olsaydık, işbölümü ve işlev
uzmanlaşması da ilerleyemezdi. Sonuç olarak, takası kolaylaştıran ve satma ve
satın alma diye ikiye ayırmayı mümkün kılan bir araç olan parayı geliştirdik.
Girişimcilerin ve paranın güncel ekonomimizdeki önemli rollerine
ve doğurdukları sayısız karmaşık soruna karşın, koordinasyon sağlamada piyasa
tekniğinin esas karakteristiği, girişimin de paranın da bulunmadığı takas
ekonomisinde ortaya çıkmaktadır. Söz konusu yalın modelde olduğu gibi, girişim
ve paranın bulunduğu karmaşık ekonomide de işbirliği kesinlikle bireysel ve
gönüllüdür. Ancak burada: (a) girişimciler özel girişimcidir, bu nedenle
anlaşmayı yapan asıl taraflar da bire\ lerdir. (b) bireyler herhangi bir takasa
girip girmemekte tam anlamıyla özgürdür, dolayısıyla her işlem de kesinlikle
gönüllüdür.
Bu koşulları genel anlamda tanımlamak, ayrıntılarıyla ortaya
koymaktan ya da sürdürülmelerini sağlayacak kurumsal düzenlemeleri spesifik
olarak belirlemekten çok daha kolaydır. Gerçekte, teknik ekonomik literatürün
çoğu tamamen bu sorularla ilgilidir. Temel zorunluluk, bir bireyin diğerine
fiziksel zor kullanmasını önlemek ve gönüllü anlaşmalara katılmayı güçlendirmek
için yasa ve düzenlemeler oluşturmak, böylece “özcl”e öz kazandırmaktadır.
Bunun ram sıra, belki de en zor sorunlar tekelden -ki tekel, birevin takas
seçeneklerini ortadan kaldırarak etkin bir özgürlüğe engel olmaktadırve üçüncü
kişili ri etkilediği halde bedelini ödemenin ya da tazmin etmenin mümkün
olmadığı “komşuluk etkileri”nden kaynaklanmaktadır. Bu sorunları daha ayrıntılı
olarak izlcven bölümde inceleyeceğiz.
l '.konomik faaliyetlerin pivasa organizasyonunun temel özelliği,
etkin bir takas özgürlüğü sağlandığı sürece, faaliyetlerinin çoğunda bir
bireyin bir başkasına müdahale etmesini engellemesidir. Iş yapabileceği birçok
satıcının bulunması nedeniyle tüketici, bir tek satıcının yapabileceği
baskıdan korunurken, satıcı da kendisinden alışveriş yapabilecek çok sayıda
tüketici bulunması sayesinde tek bir tüketicinin baskısından korunur. İşçi,
kendisine is verebilecek başka işverenlerin varlığı sayesinde işverenin
baskısından korunur. Ve bu böyle devam eder. Ve pivasa bunu kişisel olmayan bir
biçimde ve merkezi otorite olmadan yapar.
Gerçekte serbest ekonomiye karşı çıkılmasının en büvük sebebi,
piyasanın bu işi gerçekten böylesine iyi yapmasıdır. Serbest ekonomi, belli bir
grubun “insanların istemeleri gerektiğine” inandığı şeyleri değil, insanlar
neleri istiyorlarsa onları verir. Serbest piyasaya karşı olanların çoğu,
özgürlüğün kendisine inanmamaktadır.
Serbest piyasanın varlığı, elbette ki, devlete olan ihtiyacı
ortadan kaldırmaz. Tersine, devlet hem “oyunun kuralları”nı belirlemek için bir
forum olarak, hem de kararlaştırılan kuralların yorumlanması ve uygulanması
için bir hakem olarak gereklidir. Piyasanın yaptığı şey, siyasi araçlarla
karara bağlanması gereken sorunların oranını büyük ölçüde azaltarak, devletin
oyuna doğrudan katılması gerekliliğini en aza indirmektir. Siyasi araçlarla
faaliyette bulunmanın temel özelliği, daha sonra büyük oranda uyum ve mutabakat
gerektirmesi ya da bunu zorla sağlama eğilimi yaratmasıdır. Öte yandan
piyasanın en büyük avantajı, geniş ölçüde çeşitliliğe izin vermesidir. Siyasi
terimlerle ifade etmek gerekirse, bu bir nispi temsil sistemidir, iler birey
istediği kravat rengi için oy kullanabilir ve çoğunluğun hangi rengi
istediğini bilmek zorunda değildir. Kendisi azınlığın içindeyse dahi, çoğunluğun
istediğine uymak zorunda değildir.
işte, piyasa ekonomik özgürlük sağlar derken, bahsettiğimiz şey
piyasanın bu özelliğidir. Ancak bu karakteristik özelliğin dar anlamda
ekonomik olmanın çok ötesinde sonuçları bulunmaktadır. Siyasi özgürlük, bir
bireyin diğer bir bireyden baskı görmemesi demektir. Özgürlüğe yönelen en temel
tehdit zor kullanma gücüdür ve bu güç, ister bir monarkın, bir diktatörün,
isterse bir oligarşinin ya da o anki çoğunluğun elinde olsun, tehdit olmayı
sürdürür. Özgürlüğün korunması için gücün bu şekilde yoğunlaşmasını mümkün
olduğu kadar engellemek gerekmektedir. Engellemenin mümkün olmadığı noktalarda
ise gücün dağıtılması ve yayılması gerekir. Bu bir kontrol ve denge
(check-balance) mekanizmasıdır. Ekonomik faaliyetlerin organizasyonunun siyasi
otoritenin denetiminden çıkarılmasıyla birlikte piyasa, zor kullanma gücünün
kaynağını ortadan kaldırır. Bövlece piyasa, ekonomik gücün siyasi gücü
desteklemek yerine, denetlemesini de mümkün kılar.
Ekonomik güç iyice yaygınlaştırılabilir. Mevcut ekonomik
merkezlerin aleyhine yeni ekonomik güç merkezlerinin gelişmesinin oluşmasını
destekleyen koruma yasaları yoktur. Öte yandan siyasi gücün tek bir merkezde
toplanmasının engellenerek dağıtılması çok daha güçtür. Birçok bağımsız küçük
hükümet olabilir. Fakat tek bir hükümet içerisinde eşit güce sahip küçük siyasi
güç merkezleri bulundurmak, çok sayıda ekonomik güç merkezini tek bir büyük
ekonomide bulundurmaktan çok daha zordur. Bir büyük ekonomide birçok milyoner
olabilir. Buna karşılık vatandaşlarının enerjisinin ve coşkusunun odaklandığı,
öncü konumundaki gerçek lider, bir kişiden fazla olabilir mi? Eğer merkezi
hükümet güçlenirse, bu güçlenme büyük olasılıkla yerel hükümetlerin aleyhine
olacaktır. Bu noktada dağıtılacak siyasi gücün sabit toplamı gibi bir şey var
gibi görünmektedir. Dolayısıyla, ekonomik gücün siyasi güce eklenmesi durumunda
yoğunlaşma neredeyse kaçınılmaz gibi görünmektedir. öte yandan eğer ekonomik
güç siyasi ellerden uzak tutulursa, siyasi güce karşı bir denetim ve muhalefet
hizmeti verebilir.
Kısaca özetlemeye çalıştığım bu iddia belki de bir örnekle en iyi
şekilde anlatılabilir. Önce sözünü ettiğimiz ilkeleri açıklamaya yardımcı
olacak farazi bir örnek düşünelim, sonra da piyasanın siyasi gücü korumak için
ne yolla çalıştığını gösterecek son deneyimlerden bazı güncel örnekler
sıralayalım.
Özgür bir toplumun bir özelliği, hiç kuşkusuz, bireylerin
toplumun yapısında radikal bir değişikliği açıkça savunma ve propagandasını
yapma özgürlüğüdür; ancak bu savunma ikna yoluyla olmalı ve zorlama ya da diğer
baskı biçimlerini içermemelidir. Kapitalist bir toplumdaki siyasi özgürlüğün
bir belirtisi de, kişilerin açıkça sosyalizmi savunabilmeleri ve bu uğurda
çalışabilmeleridir. Aynı şekilde sosyalist bir toplumda da siyasi özgürlüğün
bireylerin kapitalizmi tanıtması ve savunmasına imkân verecek düzeyde olması gerekirdi.
Sosyalist bir toplumda kapitalizmi savunma özgürlüğü nasıl korunur ve
sürdürebilir?
İnsanların herhangi bir şeyi savunmaları için öncelikle
hayatlarını kazanabilmeleri gerekir. Ancak sosyalist bir toplumda tüm işler
siyasi otoritenin denetimi altında olduğundan, bu durum zaten daha başlangıçta
sorun yaratır. Sosyalist bir hükümet için işçilerinin resmî öğretiye doğrudan
karşıt politikalar savunmalarına izin vermek, kendinden feragat etmek demektir
ki, bunun zorluğu, ikinci Dünya Savaşı’ndan sonra Birleşik Devletler’de federal
devlet memurları arasındaki “güvenlik” sorunu deneyimiyle vurgulanmıştır.
Diyelim ki, böyle bir taviz gerçekleşti. Kapitalizmi savunmanın
bir anlam taşıması için yandaşlarının bu davalarını finanse edebilmeleri, yani
halka açık toplantılar düzenlemeleri, broşürler bastırmaları, radyo reklâmı
vermeleri, gazete ve dergiler çıkarmaları vb. gerekir. Bu parasal kaynağı
nereden bulabilirler ki? Sosyalist toplumlarda büyük geliri olan, hattâ devlet
tahvili şeklinde büyük sermayesi bulunan kişiler olabilir fakat muhtemelen
bunlar üst düzey kamu görevlileri olacaktır. Kapitalizmi açıkça savunduğu
halde işinde kalabilen küçük bir sosyalist memur düşünmek mümkündür. Fakat
sosyalist kodamanların böylcsine “yıkıcı” eylemleri finanse ettiklerini
düşünmek safdillik olur.
Tek parasal kaynak, çok sayıda alt düzey memurdan toplanacak küçük
miktarlar olacaktır. Fakat bizim sorumuzun cevabı bu değildir, çünkü
memurlardan para toplayarak kaynak oluşturabilmek için onları zaten bu davaya inandırmış,
ikna etmiş olmak gerekir. Oysa bizim esas sorunumuz zaten böyle bir kampanyayı
başlatabilmek için gerekli kaynağı edinmektir. Kapitalist toplumlarda radikal
hareketler hiçbir zaman bu biçimde finanse edilmemiştir. Bu tür radikal
hareketler genellikle, davaya inandırılmış birkaç zengin birey tarafından
desteklenerek finanse edilirler. Son zamanlarda önde gelen birkaç isim
olarak, bir Frederick Vanderbilt Field, bir Anita McCormick Blainc, bir Corliss
Lamont ya da daha geriye gidilirse bir Fricdrich Engels anılabilir. Ne var ki,
siyasi özgürlüğün korunmasında servet eşitsizliğinin rolü, yani patronun rolü
çok ender olarak belirtilir.
Kapitalist bir toplumda, herhangi bir fikir hareketini başlatmak
amacıyla para bulmak için gerekli olan, yalnızca birkaç zengin kişiyi davaya
inandırmaktır vc çok garip olsa da, böyle birçok kişi ve bağımsız destek kaynağı
bulunmaktadır. Aslında parasal yardımda bulunabilecek kişileri ya da malî
kuruluşları, propagandası yapılacak fikirlerin sağlamlığına inandırmak bile
gerekmez; propagandanın malî açıdan başarılı olacağına, gazete veya dergi ya da
kitap veya benzer girişimin kâr getireceğine inandırmak yeterlidir. Örneğin,
rekabetçi bir yayıncının, yalnızca kişisel olarak aynı fikirde olması bu yazı-
lan yayınlaması için yeterli değildir. Burada mihenk taşı,
piyasanın, yaptığı yatırıma karşılık tatmin edici gelir getirecek kadar geniş
olmasıdır.
Bu yolla piyasa kısır döngüyü kırar ve kişileri önceden ikna
etmek gerekmeksizin, onlardan para toplanmasını sağlayarak bu tür girişimlerin
finanse edilmesini mümkün kılar. Sosyalist toplumda bu tür olanaklar yoktur,
yalnızca tüm gücü elinde tutan devlet vardır.
Hayal gücümüzü biraz genişletelim ve diyelim ki, sosyalist bir
hükümet bu sorunun bilincindedir ve özgürlüğü koruma kaygısı olan kişilerden
oluşmuştur. O zaman gerekli parasal kaynakları sağlayabilir mi? Belki, ama
nasıl yapacağını görmek zor. Karşıt propagandaya parasal yardım yapacak bir
büro kurabilir. Ancak kimi destekleyeceğini nasıl seçecektir? Eğer her isteyene
verecek olursa kısa sürede parası tükenecektir, çünkü sosyalizm, yeterince
yüksek bir fiyatın büyük bir arz yaratacağı yolundaki temel ekonomik yasayı
yok sayamaz. Radikal davaları savunmayı tatmin edici bir miktarla ödüllendirdiğiniz
takdirde, bunları savunacak kişi arzı sınırsız olacaktır.
Dahası, popüler olmayan bir davayı savunma özgürlüğü, böyle bir
savunmanın bedelsiz olmasını gerektirmez. Tersine, eğer radikal değişikliğin
savunulması bir bedel ödenmesini gerektirmeseydi, üstelik bir de devletin
parasal desteğiyle yapılsaydı, hiçbir toplum istikrarlı olamazdı. İnsanların
derinden inandıkları davaları savunmak için fedakârlıklarda bulunmaları
tümüyle gereklidir. Gerçekten de özgürlüğü yalnızca kendinden feragatte
bulunmaya gönüllü kişiler için korumak önemlidir, aksi takdirde özgürlük,
kurallara uymama ve sorum suz-
luk biçiminde yozlaşır. Önemli olan, popüler olmayan davaları
savunmanın bedelinin dayanılır ölçüde olması ve engelleyici olmamasıdır.
Ancak henüz sözümüzü bitirmedik. Serbest piyasa toplumunda parasal
kaynaklara sahip olmak yeterlidir. Kâğıt satıcıları mallarını W ali Street
]ournata olduğu kadar Daily İV'orker’n da satmak isterler.
Sosyalist bir toplumdaysa parasal kaynaklara sahip olmak yeterli olmayacaktır.
Farazi kapitalizm savunucumuz, kendisine kâğıt satması için devletin kâğıt
fabrikasını, broşürlerini yayımlaması için devletin baskı makinelerini,
bunları dağıtması için devletin postanesini, toplantılar düzenleyecek bir
salon kiralaması için devletin acentelerinden birini ikna etmek zorundadır.
Belki de bu zorlukları yenmenin ve sosyalist bir toplumda
özgürlüğü korumanın bir yolu vardır. Hiç kimse bunun kesinlikle imkânsız
olduğunu söyleyemez. Bununla birlikte, aykırı görüşlerin bulunması olasılığını
etkili bir biçimde koruyacak kurumlar oluşturulmasının önünde gerçekten büyük
zorlukların olduğu açıktır. Bildiğim kadarıyla, hem sosyalizmden, hem de
özgürlükten yana olan İliç kimse bu sorunu gerçekten göğüslemedi ve hiç kimse
sosyalist yönetimde özgürlüğe izin verecek kurumsal düzenlemeler geliştirme
yolunda kayda değer bir başlangıç dahi yapmadı. Buna karşılık, kapitalist toplumun
özgürlüğü nasıl beslediği açıktır.
Winston Churchill deneyimi, bu soyut ilkelere çarpıcı bir pratik
örnek teşkil etmektedir. 1933’ten İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesine
kadar Churchill’in BBC tarafından yönetilen bir devlet tekeli olan İngiliz
radyosunda konuşma yapması yasaktı. Söz konusu olan, iilke-
sinin önde gelen bir yurttaşı, bir parlamento üyesi, eski bir
bakan, Hitler Almanyası’nın tehdidine karşı harekete geçmek için yurttaşlarını
ikna etmek amacıyla mümkün olan her yolu umutsuzca deneyen bir insandı. Ama BBC
devlet tekeli olduğu için ve Churchill’in konumu da çok “tartışmalı” olduğu
için Ingiliz halkına radyodan seslenmesine izin verilmiyordu.
Bir başka çarpıcı örnek 26 Ocak 1959 tarihli Time dergisinin
ortaya çıkardığı “kara liste” ile ilgilidir. Dergi olayı şöyle bildiriyor:
Oscar ödül töreni I Iollywood’un en yüksek onur basamağıdır, ancak
iki yıl önce bu onura gölge düşmüştür. The Brave One adlı yapıtıyla birinci
seçilen Robert Rich ödülünü almak için ortaya çıkmamıştır. Robert Rich, sinema
endüstrisi tarafından 1947 yılından beri komünist olduklarından
kuşkulanıldığı için kara listeye alınan 150 kadar yazarı ifade eden takma bir
addır. Bu olay özellikle yüz kızartıcıdır, çünkü Motion Picture Academy
komünistlerin ya da Anayasanın Beşinci Ek Maddesi savunucularının Oscar
yarışmasına katılmasını engellemişti. Geçen hafta hem komünistler için
kovulan kural, hem de Rich’in kimliğinin sırrı ortaya çıktı.
Rich’in, 1947 yılında, sinema endüstrisinde komünizm davasında
tanıklık etmeyi reddedenin, orijinal adıyla “Hollyvvood Onlusu” diye bilinen
yazarlardan Dalton Trumbo (Johnny Got His Gun) olduğu ortava çıkmıştır. Robert
Rich’in “Ispanya’da, sakallı bir genç” olduğu konusunda ısrar eden yapımcı
Frank King şöyle demiştir: ‘En iyi senaryoyu almak için elimizden geleni yapmak
hissedarlarımıza karşı görevimizdir. Trumbo bize The Brave One’ı getirdi, biz
de aldık...’
Böylece 1 Iollywood’un kara
listesinin resmî olarak sonu gelmiş oldu. Yasaklı yazarlar için resmî olmayan
son çok önce gelmişti. Son l lollywood filmlerinin en azından yüzde onbeşinin
kara listedeki yazarlarca yazıldığı bildirilmiştir. Yapımcı King,
“Hollpvood’da, Forest Lawn’da olduğundan daha çok hayalet vardır” demiştir.
“Bu kentteki her film şirketi kara listedeki kişilerin yapıtlarını
kullanmıştır. Biz sadece herkesin bildiğini ilk doğrulayanlarız.”
Bir insan, benim gibi, komünizmin tüm özgürlüğümüzü ortadan kaldıracağına
inanabilir, komünizme mümkün olduğu kadar katı bir şekilde ve şiddetle karşı
çıkabilir, ama aynı zamanda özgür bir toplumda bir insanın komünizme inandığı
için ya da ilerlemesine çalıştığı için başkalarıyla birlikte gönüllü
düzenlemelere girişmesini engellemenin kabul edilemez olduğuna da inanabilir.
Bu kişinin özgürlüğü komünizmi övme özgürlüğünü de kapsar. Hiç kuşkusuz,
özgürlük, bu koşullar altında başkalarının onunla işbirliği yapmama özgürlüğünü
de içerir. Hollyvvood’un kara listesi, gönüllü alışverişi engellemede baskı
aracı olarak kullanılan hileli bir düzenleme olduğundan, özgürlüğü ortadan
kaldıran bir eylemdi. Ancak bir işe yaramadı çünkü piyasa, kara listeyi
korumanın maliyetini çok yükseltti. İşin ticarî yönü, yani girişimcilerin
ellerinden geldiğince çok para kazanma isteği, kara listedeki kişilere
alternatif bir iş alanı yaratarak ve başkalarını da onlara iş vermeye teşvik
ederek, onların özgürlüğünü korumuştur.
Eğer I Iollywood ve sinema endüstrisi bir devlet girişimi olsaydı
ya da İngiltere’de BBC tarafından işe alınacak olsalardı, “Hollyvvood
Onlusu”nun ya da benzerlerinin iş bulabileceklerine inanmak zor olurdu. zXynı
şekilde, bu koşullar altında bireycilik ve özel girişim taraftarlarının —ya
da aslında statükodan başka herhangi bir görüşün yandaşlarınıniş
bulabileceklerini düşünmek de zordur.
Piyasanın siyasi özgürlüğü korumadaki rolü konusunda başka bir
örnek, McCarthyizm olayında ortaya çıkmıştır. İçerdiği asıl sorunlar ve yapılan
suçlamaların erdemleri tümüyle bir yana, bireylerin ve özellikle de devlet
memurlarının vicdanlarını açığa vurmalarına aykırı düşen konulardaki sorumsuz
suçlamalar ve sorgulamalara karşı ne gibi bir korunmaları vardı? Devlet memuriyeti
seçenekleri olmadığı takdirde Ek Beşinci Maddeye başvurmaları boş yere
maskaralıktan başka bir şey olmayacaktır.
Söz konusu kişilerin temel koruması, hayatlarını kazanabilecekleri
özel piyasa ekonomisinin varlığıydı. Yine de burada koruma mutlak değildi.
Birçok özel işveren haklı ya da haksız olarak, teşhir edilmiş bu kişilere iş
vermeye karşıydı. Çoğunluğun tutmadığı davaları savunan kişilere genellikle
yüklenen bedeli haklı göstermek, bu işe dolaylı olarak karışan birçok kişiye
yüklenen bedeli haklı göstermekten daha kolay olabilir. Ancak önemli olan,
söz konusu bedelin bireyin özgürlüğünü kısıtlayıcı ve yasaklayıcı olmamasıdır;
eğer tek seçenek devlet memuriyeti olsaydı, bu bedel kesinlikle özgürlüğü kısıtlayıcı
olacaktı.
İşe karışan kişilerin büyük bölümünün, piyasanın ideal serbest
piyasaya en çok yaklaştığı, küçük esnaflık, ticaret, çiftçilik gibi ekonominin
en rekabetçi kesimlerine kaymaları ilgi çekicidir. Ekmek satın alan hiç kimse
buğdayın bir komünist ya da cumhuriyetçi, bir meşrutiyetçi ya da bir faşist,
zenci ya da beyaz tarafından yetiştirilip yetiştirilmediğini bilmez. Bu da
kişisel olmayan piyasanın ekonomik etkinlikleri siyasi görüşlerden nasıl
ayırdığını ve insanları ekonomik etkinliklerde, üretimleriyle ilgili olmayan
nedenlerle —bu nedenler görüşleriyle ya da renkleriyle ilişkili olsa bileayrıma
uğramaktan nasıl koruduğunu göstermektedir.
Örnekten de anlaşıldığı üzere, toplumumuzda rekabetçi
kapitalizmin korunması ve güçlendirilmesinde en çok çıkan bulunanlar,
çoğunluğun düşmanlığını kolaylıkla çekebilecek ve güvensizlik duyulabilecek
olan azınlık gruplardır; bunlann başında da zenciler, Yahudiler, yabancı
uyruklular gelmektedir. Yine de serbest piyasanın düşmanlarının —komünistler
ve sosyalistlerbüyük ölçüde bu gruplardan çıkmaları da son derece çelişkili
bir durumdur.
Özgür Bir Toplumda Devletin Rolü
Totaliter toplumlara yöneltilen ortak itiraz, bu tür toplumlarda,
sonucun araçları haklı göstereceğine inanılmasıdır. Sözlük anlamında alınırsa,
bu itiraz açıkça mantıksızdır. Eğer sonuç araçları haklı çıkarmazsa başka ne
çıkarabilir ki? Ne var ki, bu kolay yanıt itirazı gidermez; sadece itirazın
iyi yapılmadığını gösterir. Sonucun araçları haklı çıkardığını yadsımak, söz
konusu sonucun nihai sonuç olmadığını; uygun araçların kullanılmasının asıl
sonucun kendisi olduğunu dolaylı yoldan öne sürmek demektir. Arzu edilir olsun
ya da olmasın, kötü araçlar kullanılarak ulaşılabilecek herhangi bir sonucun,
daha temel bir sonuç olarak iyi araçların kullanımına yol açması
gerekmektedir.
Liberal bir bireye göre uygun araçlar, herhangi bir baskı
biçiminin uygun olmadığını belirten gönüllü işbirliği ve özgür tartışmadır.
İdeal olan, sorumlu bireyler arasında tamamen özgür bir tartışma temelinde
ulaşılan tam fikir birliğidir. Bu, bir önceki bölümde vurgulanan özgürlüğün
amacını açıklamanın bir başka yoludur.
Bu noktadan hareket edildiğinde, piyasanın rolü, daha önce de
belirtildiği gibi, uzlaşma olmadan ittifak kurulmasını mümkün hale
getirmesidir; yani piyasa etkili bir nispi temsil sistemidir. Öte yandan
siyasi karar-
lar aracılığıyla açıkça gerçekleştirilen eylemin tipik özelliğiyse,
temelde aynı görüşte olmayı gerektirmesi ya da buna zorlama eğilimidir. Bir
konu karara bağlanırken ya “evet” ya da “hayır” denmesi gerekir; koşullar öne
sürmek, en iyi ihtimalle, ancak sınırlı sayıda seçenek için söz konusu
olabilir. Nispi temsilin açıkça siyasi biçimde kullanılması bile bu sonucu
değiştirmez. Piyasanın nispi temsiliyle kıyaslandığında, siyaset alanında
gerçekten temsil edilebilir olan ayrı grupların sayısı çok sınırlıdır. Daha da
önemlisi, ortaya çıkanın genellikle, her “parti” için ayrı bir yasama kararı
değil, tüm gruplara uygulanabilir bir yasa olması gerekliliğidir. Bu da,
uzlaşma olmaksızın ittifaka ulaşmaya imkân tanımayan siyasi nispi temsilin
etkisizliğe ve parçalanmaya yol açabileceğini gösterir. Bu nedenle de uzlaşma
olmaksızın kurulacak bir ittifakın dayanabileceği herhangi bir uzlaşma
ortamını da ortadan kaldırır.
Etkili nispi temsilin olanaksız olduğu bazı konular vardır
kuşkusuz. Örneğin ulusal savunma konusunda, insanlar kendi isteklerine göre
farklı oranlarda hizmet talep edemezler. Böyle bölünemez konularda iddiamızı
ortaya atabilir, tartışabilir ve oylayabiliriz. Ancak bir kez karar verildi mi,
çoğunluğa uymamız gerekir, işte bu tür bölünmez konuların varlığı -bireyi ve
ulusu şiddetten korumak bunların başında gelir— piyasa aracılığıyla yalnızca
bireysel faaliyete bel bağlanmasına engel olur. Kaynaklarımızın bazılarını bu
tür bölünmez kalemlere kullanacaksak, farklılıkları uzlaştırması için siyası
kanallara başvurmamız gerekir.
Siyasi kanalların kullanılması kaçınılmaz olmasına rağmen, istikrarlı
bir toplum için elzem olan sosyal bir-
lik ve beraberliğin zorlanmasına yol açar. Eğer ortak eylem
konusunda verilecek karar, insanların her halükarda bir görüş birliği içinde
oldukları az sayıdaki sorunlar dizisine ilişkinse, bu zorlama en az seviyede
gerçekleşir. Kesin bir anlaşma gerektiren sorunlar dizisi genişledikçe,
toplumu bir arada tutan hassas bağlar büsbütün zorlanır. Bu durum insanların
çok ciddi biçimde farklı düşündükleri bir soruna kadar giderse, toplumda
çatlaklar oluşabilir, l'emcl değerlerde öze ilişkin görüş ayrılıkları, eğer
halledilebilirse, çok ender olarak ov sandığında halledilir. Bu tür görüş
ayrılıklarını karara bağlayan nihai yol çatışmadır. Savaş bu tür bir sorunu
karara bağlar ama kesinlikle çözemez. Tarihteki dini ve iç savaşlar bu
düşüncenin kanlı tanıklarıdır.
Piyasanın geniş çapta kullanılması, kapsadığı her tür etkinlikle
ilişkili olarak çoğunluğa boyun eğmeyi gereksiz kılarak sosyal dokudaki
zorlanmayı azaltmaktadır. Piyasanın kapsadığı etkinlikler dizisi genişledikçe,
kesin siyasi kararları gerektiren, dolayısıyla üzerinde anlaşmaya varma
gereği bulunan konular azalmaktadır. Sonuçta anlaşmaya varmanın gerekli olduğu
sorunlar azaldıkça, özgür toplum korunurken, anlaşmaya varma olasılığı daha da
artmaktadır.
Görüş birliği bir idealdir elbette. Uygulamada, her konuda tam
ittifak sağlamaya ne zamanımız yeter, ne de gücümüz. Zorunlu olarak bundan daha
azıyla yetinmeliyiz. Böylece şu ya da bu biçimde çoğunluk sistemini çıkar yol
olarak kabul etmek durumundayız. Çoğunluk sistemine başvurma isteğimizin ve
aranacak çoğunluğun ölçüsünün eldeki sorunun ciddiyetine bağlı bulunması,
çoğunluk sisteminin kendi başına bir temel ilke olına-
yıp, kestirme çözüm yolu olduğunu açıkça ortaya koyar. Eğer sorun
çok büyük bir önem taşımıyorsa ve azınlıktakiler taleplerinin
gerçekleşmemesinden fazla etkilenmeyeceklerse, basit çoğunluk yeterli
olacaktır. Öte yandan, azınlığın söz konusu soruna ilişkin duygulan güçlüyse
asgari çoğunluk işe yaramayacaktır. Sözgelimi, ifade özgürlüğü konusunda
alınacak bir kararın basit çoğunluğa dayanmasını pek çoğumuz istemeyecektir.
Yasal yapımız, farklı çoğunluklar gerektiren farklı konulara ilişkin bu tür
ayrımlarla doludur. Bunların en üst düzeyde olanları Anayasada yer alan
hükümlerdir. Bunlar öylesine önemli ilkelerdir ki, kestirme çözümlere teslim
olmaya pek istekli olmayız. Bu ilkeler kabul edilirken neredeyse tam bir
görüş birliğine varıldığından, simdi bunlarda değişiklik yapmak için de böyle
bir görüş birliğinin gerekliğine inanırız.
Bizim Anayasamızda ve vazıh ya da yazısız diğer anayasalarda belli
bazı konularda çoğunluk sisteminden ödün veren hükümler ve bu anayasalardaki ya
da benzerlerindeki bireylere baskı yapılmasını yasaklayan özel maddeler, özgür
tartışmayla ulaşılan ve araçlar konusunda gerekli oybirliğine varıldığını
yansıtan örnekler olarak görülmektedir.
Şimdi, çok genel batlarıyla da olsa çok daha spesifik bir konuya
dönmek; tek basına piyasaya bırakılmaması gereken ya da piyasaya bırakılması
durumunda maliyeti çok artıracağı için siyasi kanatlan kullanmanın daha tercih
edilebilir olduğu alanlardan söz etmek istiyorum.
YASA KOYUCU VE HAKEM OLARAK DEVLET
İnsanların günlük faaliyetlerini, içinde bulundukları genel
gelenek ortamı ve yasal çerçeveden ayırt et-
mek önemlidir. Günlük faaliyetler, bir oyuna katmanların oyun
esnasındaki eylemleri gibidir; çerçeve de oynadıkları oyunun kuralları gibi.
Tıpkı iyi bir ovunda oyuncuların, hem oyunun kurallarını, hem de hakemin oyunu
yorumlamasını ve yürütmesini kabul etmelerinin gerekmesi gibi, iyi bir
toplumda da vatandaşların, aralarındaki ilişkileri yönetecek olan genel
koşullar üzerinde, bu koşulların farklı yorumlan konusunda hakemlik yapacak
araçlar üzerinde ve genel kabul görmüş kurallar arasındaki uyumu sağlayacak
bir aygıt üzerinde anlaşmaya varmaları gerekir. Oyunda olduğu gibi, toplumda da
genel koşulların çoğu, geleneklerden doğmuş sonuçlardır ve çoğu zaman
düşünülmeden kabul edilmişlerdir. Her ne kadar küçük değişikliklerin birikimli
(kümülatif) etkisi nedeniyle oyunun ya da toplumun karakterinde zamanla köklü
değişiklikler gerçekleşse de, genellikle kurallarda köklü yenilikler yapmayı
göze alamaz, yalnızca küçük değişiklikler yapmayı düşünürüz. Hem oyunda, hem de
toplumda kurallar dizisinin sürdürülmesi, ancak katılanların büyük bölümünün
dış yaptırımlar olmaksızın bunlara uymalarıyla mümkündür, bunun temelinde de
geniş çapta sosyal uzlaşma yatmaktadır. Ama kuralların yorumlanması ve yürütülmesi
için yalnızca geleneklere ya da bu uzlaşmaya dayanamayız; bir hakeme de
ihtiyacımız vardır. İşte bütün bunlar özgür bir toplumda devletin temel
rolleridir: kuralları değiştirebileceğimiz araçlar sağlamak, kuralların anlamı
konusunda aramızdaki farklılıkları uyumlu hale getirmek ve başka türlü oyunu
oynamayacak olan birkaç kişiyi kurallara uymaya zorlamak.
Bu açılardan devlete ihtiyaç duyulmasının nedeni mutlak özgürlüğün
imkânsız olmasıdır. Bu düşünce her ne kadar bir felsefe olarak son derece çekiciyse
de, anarşinin, kusurlu insanoğlunun dünyasında uygulanması olanaksızdır.
İnsanların özgürlükleri çatışabilir; böyle bir durumda, bir
kişinin özgürlüğü bir başkasının özgürlüğünü koruyacak kadar
sınırlandırılmalıdır. Yüksek Mahkeme’nin bir zamanlar dediği gibi, “benim
yumruğumu hareket ettirme özgürlüğüm, senin çenenin yakınlığıyla sınırlanmalıdır.”
Devletin uygun faaliyetlerinin neler olacağına karar vermede
temel sorun, farklı bireylerin özgürlükleri arasındaki bu çatışmaların nasıl
halledileceğidir. Bazı durumlarda yanıt kolaydır. Bir insanın komşusunu öldürme
özgürlüğünün ötekinin yaşama özgürlüğünü korumak için feda edilmesi gerektiği
yolundaki önermeye tam bir ittifak, görüş birliği sağlamak hiç de zor değildir.
Diğer durumlarda yanıt bulmak zordur. Ekonomik alanda, birleşme özgürlüğüyle
rekabet özgürlüğü arasındaki çatışmadan doğan büyük bir sorun vardır.
“Girişim”i nitelerken “özgür” sözcüğüne nasıl bir anlam vereceğiz? Birleşik
Devletler’de “özgür”ün anlamı, herkesin bir girişimde bulunma özgürlüğünün
olmasıdır; bu da mevcut girişimcilerin daha iyi bir ürünü aynı fiyattan ya da
aynı ürünü daha düşük fiyattan satmaları dışında, rakiplerini piyasadan uzak
tutma özgürlüğüne sahip olmamaları demektir. Öte yandan Avrupa kıtası geleneğine
göre, söz konusu sözcük, genellikle girişimcilerin, fiyatları belirlemek,
piyasaları bölmek ve olası rakipleri piyasa dışında tutacak diğer teknikleri de
uygulamak dâhil olmak üzere, istediklerini yapmakta özgür olmalarını
içermektedir.
Belki de bu alandaki en büyük zorluk, birleşme özgürlüğüyle
rekabet özgürlüğü sorununun son derece şiddetli olduğu, işçiler arası
birleşmelerde ortaya çıkmaktadır.
Yanıtın hem çok zor, hem de çok önemli olduğu bir başka temel
ekonomik alan, mülkiyet haklarının tanımıdır. Yüzyıllar boyunca gösterdiği
gelişim sürecinde yasalarımıza yerleşmiş olan mülkiyet kavramı, öylesine içimize
işlemiştir ki, onu olduğu gibi kabul eder ve mülkiyeti nelerin ne ölçüde
oluşturduğunu, mülkiyet sahipliğinin verdiği hakların apaçık önermelerden
doğmadığını, karmaşık toplumsal yaratımlar olduğunu düşünmeyiz. Örneğin,
belli bir toprak parçasına sahip olmam ve mülkümü islediğim gibi kullanma
özgürlüğüm, bir başkasının arazimin üzerinden uçakla geçme hakkını çiğnememe
izin vermekte midir? Yoksa onun uçağını kullanma hakkı öncelikli midir? Ya da
bu, ne kadar yüksekten uçtuğuna mı bağlıdır? Ya da ne kadar gürültü yaptığına?
Gönüllü alışveriş, arazimin üzerinden uçma ayrıcalığı için bana ödeme
yapmasını gerektirir mi? Yoksa arazimin üzerinden uçmaması için benim mi ona
ödeme yapmam gerekir? Sanırım patentler, telif haklan, işletme hisseleri, kuruluşlardaki
hisse senetleri, sulara ilişkin haklar vs. mülkiyetin tanımlanmasında, genel
kabul görmüş toplumsal kuralların rolünü vurgulamaya yeterlidir. Ayrıca birçok
durumda, iyi belirlenmiş ve genel kabul görmüş bir mülkiyet tanımının var
olması, tanımın ne olduğundan çok daha önemli olmaktadır.
Ekonomik alanda çözülmesi zor problemler yaratan bir diğer konu
da para sistemidir. Devletin para sisteminden sorumlu olması çoktan beri kabul
görmüş bir durumdur. Kongreye “para basma, paranın yerli ve yabancı değerini
ayarlama” yetkisini veren anayasal hüküm, bunu açıkça ortaya koyar. Devletin
ekonomik alandaki hiçbir faaliyeti muhtemelen bu kadar büyük bir kabul
görmemiştir. Devletin sorumluluğunun bu denli alışkanlık haline gelmiş olması
ve günümüzde artık hiç sorgulanmayacak derecede benimsenmiş olması, bu sorumluluğun
zeminini anlamayı çok daha fazla gerekli kılmaktadır. Zira bu durum, özgür bir
toplumda, devletin etkinlik alanının uygun olan etkinliklerinden, uygun olmayanlara
doğru yaygınlaşması; malî bir çerçeve sağlamaktan kaynakların bireyler
arasında dağılımına kadar genişlemesi tehlikesini de içinde barındırır. Bu
sorunu üçüncü bölümde ayrıntılarıyla ele alacağız.
Özet olarak, ekonomik etkinliğin gönüllü takas aracılığıyla
örgütlenmesi, devlet aracılığıyla bir bireyin diğerine karşı zor kullanmasını
önlemek için yasa vc düzen sağladığımızı, gönüllü olarak girişilen anlaşmaları
uyguladığımızı, mülkiyet haklarını tanımladığımızı, bu tür hakları
yorumladığımızı ve uygulattığımızı ve bir malî çerçevenin koşullarını
saptadığımızı varsayar.
TEKNİK TEKEL VE KOMŞULUK ETKİLERİ ZEMİNİNDE DEVLET ARACILIĞIYLA
GERÇEKLEŞ Tİ RİLEN F A ALİ YETLER
Devletin rolü, daha önce de ele aldığımız üzere, piyasanın kendi
başına yapamayacaklarını yapmaktır; yani oyunun kurallarını belirlemek,
hakemlik yapmak ve kuralları uygulatmak. Aynı zamanda, piyasa aracılığıyla da
yapılabilecek ama teknik ya da benzer koşullardan kaynaklanan güçlükler
nedeniyle devlet aracılığıyla yapılmasını tercih ettiğimiz işler de olabilir.
Bütün bunlar, gönüllü takasın ya aşın pahalı ya da olanaksız olduğu du-
rumlara indirgenebilir. Bu tür durumlar iki genel sınıfa ayrılır:
Tekel ya da benzer piyasa kusurları ve komşuluk etkileri.
lakas, ancak birbirine neredeyse eşit iki seçeneğin var olması
durumunda gerçekten gönüllüdür. Tekel bu seçeneklerin yokluğunu ifade eder, bu
nedenle etkin bir takas özgürlüğünü engeller. Uygulamada tekel, genellikle
değilse bile çoğunlukla ya devlet desteğinden ya da bireyler arasındaki hileli
anlaşmalardan kaynaklanır. Bunlarla ilgili olarak sorun, ya devletin tekeli
beslemesini engellemek ya da anti-tröst yasalarımızdaki gibi kuralların etkin
biçimde uygulanmalarını sağlamaktır. Bununla birlikte, teknik açıdan ancak bir
tek üretici tarafından üretilmesi uygun olan bir mal/hizmet nedeniyle de tekel
doğabilir. Bana kalırsa, bu tür durumlar sanıldığından çok daha az sayıdadır,
ama kesinlikle yok değildir. Basit bir örnek olarak, bir toplumdaki telefon
hizmetleri gösterilebilir. Bu tür durumlara “teknik” tekel adı vermekteyim.
Teknik koşulların rekabetçi piyasa güçlerinin doğal sonucu olarak
bir tekel oluşturması durumunda üç seçenek mümkün görünmektedir: Özel tekel,
kamu tekeli ya da kamu düzenlenmesi. Üçü de kötüdür, demek ki kötüler arasında
bir seçim yapmalıyız. Birleşik Devletler’de tekellerin kamu tarafından
düzenlenmesini gözlemleyen Henry Simons, sonuçlan öylesine tatsız bulmuş ki,
kamu tekelini “ehveni şer” olarak görmüş. Alman demiryollarında kamu tekelini
gözlemleyen tanınmış Alman liberal VValter Eucken ise sonuçların sevimsizliğine
bakarak kamu düzenlenmesinin “kötünün iyisi” olduğu sonucuna varmış, ikisinden
de ders alarak is-
temeye istemeye, eğer tahammül edilebilirse, özel tekelin belki
de “kötünün içinde en iyisi” olduğu sonucunu çıkarıyorum.
Eğer toplum durağan olsaydı, dolayısıyla teknik tekeli doğuran koşulların
olduğu gibi kalacağı garantisi bulunsaydı, bu çözüme pek güvenmezdim. I Iızla
değişen bir toplumda teknik tekeli doğuran koşullar da sık sık değişir; bu
nedenle kamu düzenlemesinin de, kamu tekelinin de koşullardaki değişime pek
kolay ayak uyduramayacağını, bunlann özel tekel kadar kolaylıkla ortadan
kaldırılamayacaklarını düşünüyorum.
Birleşik Devletler’deki demiryollan buna mükemmel bir örnektir.
Ondokuzuncu yüzyılda demiryollarında büyük çaplı tekel, teknik nedenlerden
ötürü belki de kaçınılmazdı. Eyaletlerarası Ticaret Komisyonu (ICC) da aynı
gerekçeyle kurulmuştu. Ne var ki, koşullar değişti. Karayollarının ve hava
taşımacılığının gelişmesi demiryollanndaki tekel öğesini ihmal edilebilir
oranlara indirdi. Yine de ICC’yi ortadan kaldırmış değiliz. Tersine,
başlangıçta halicin demiryolları tarafından sömürülmesin! engellemek amacıyla
işe başlayan ICC, demiryollarını kamyonların ve öteki taşıt araçlarının
rekabetinden koruyan bir kuruluş haline gelmiştir. Benzer biçimde,
İngiltere’de demiryolları kamulaştırıldığında, kamyon taşımacılığı önce devlet
tekeline alınmıştı. Eğer Birleşik Devletler’de demiryolları hiçbir zaman kamu
düzenlemesine tabi tutulmasaydı, günümüzde demiryollan da dâhil olmak üzere,
taşımacılık, çok az tekel öğesi içeren ya da hiç içermeyen, büyük ölçüde
rekabetçi bir sanayi olacaktı.
Ama özel tekel, kamu tekeli ve kamu düzenlemesi belaları arasında,
var olan koşullardan bağımsız olarak, bir kereye mahsus ve kalıcı bir seçim
yapılamaz. Eğer teknik tekel çok gerekli bir hizmet ya da malın sağlanması
için kurulmuşsa ve tekelin gücü büyükse, düzenlenmemiş özel tekelin kısa
vadedeki etkileri bile dayanılmaz olabilir, bu durumda kamu düzenlemesi de,
kamu mülkiyeti de “kötünün iyisi” sayılabilir.
Bazı durumlarda teknik tekel fiili bir kamu tekelini haklı
kılabilir. Ama kendi başına, başkalarının rekabetini yasaklayarak kurulan bir
kamu tekelini haklı gösteremez. Sözgelimi, posta hizmetlerinin hâlâ kamu
tekelinde olmasını haklı göstermenin bir yolu yoktur. Posta hizmetinin teknik
tekel olduğu ve devlet tekelinin de kötülerin içinde en iyisi olduğu iddia
edilebilir. Bu iddia doğrultusunda, belki de postanenin devlete ait oluşuna
bir mazeret bulunabilir, ama posta hizmetini geri kalan herkes için yasadışı
kılan günümüz yasalarının haklı gösterilecek bir yanı olamaz. Eğer posta
dağıtımı bir teknik tekelse, o zaman hiç kimse devletle rekabette başarılı
olamayacaktır. Eğer değilse, devletin bu işe karışmasının hiçbir nedeni
yoktur. Bunu anlamanın tek yolu, başkalarının da bu işe girmelerine izin
vermektir.
Posta tekeli kurmamızın tarihsel nedeni şudur: Pony Ekspress
ülkenin bir ucundan diğerine posta taşımada öylesine başarılıydı ki, devlet
kıtalararası hizmet vermeye başlayınca onunla etkin biçimde rekabet edemedi ve
zarara girdi. Sonuç, posta taşımayı başka herkes için yasaklayan bir yasanın
çıkarılması oldu. Bugün Adams Ekspress Şirketi’nin faal bir işletme olacağı
yerde bir yatırım tröstü olmasının nedeni budur. Posta taşıma işine girmek
herkese açık olsaydı, öyle sanıyorum ki, çok sayı
da şirket bu işe girer ve bu köhne sanayi kısa sürede bir devrim
yaşardı.
Gönüllü takasın olanaksız olduğu ikinci bir durum, bireylerin
faaliyet terinin diğerlerini etkilediği, ama bunun bedelini talep ya da tazmin
etmenin mümkün olmadığı /.aman ortaya çıkmaktadır. Bu, “komşuluk etkileri’’
sorunudur. Bir akarsuyun kirletilmesi, buna verilebilecek en nçıklavıcı
örneklerden biridir. Akarsuyun kirletilmesine neden olan kişi, diğerlerini iyi
suyu kötü suyla takas etmek zorunda bırakmaktadır. Diğerlen böyle bir takası
bir bedel karşılığında yapmak isteyebilirler. Ancak bireysel eylemlerle bövle
bir takası engellemeleri ya da kendilerine uygun bir tazminat ödenmesini
sağlamaları imkansızdır.
Bu konuya bir başka örnek de karayollandır. Burada, yolları
kullanan bireyleri saptayarak onlardan ücret talep etmek ve dolayısıyla özel
işletme kurmak teknik açıdan mümkündür. Bununla birlikte, birçok giriş ve çıkış
noktaları olan genel geçiş yollarında her kişiden, verilen hizmet
karşılığında ücret talep edilmesi, tüm girişlere turnikeler kurmayı
gerektireceğinden ücret toplama maliyetini de yükseltecektir. Akaryakıt
vergisi, bireylerin yolları kullandıkları oranda ücret ödemelerini sağlamanın
çok daha ucuz bir yöntemidir. Fakat bu yöntemle, belli bir kullanımın ücret
olarak tam karşılığını saptamak olanaksızdır. Dolayısıyla bu hizmeti özel
girişimin sunması ve kapsamlı bir özel tekel kurmaksızın ücret toplaması
mümkün değildir.
Bu sorunlar yoğun trafiğin ve sınırlı geçişin bulunduğu uzun
mesafeli paralı otoyollar için geçerli değildir. Bunlarda para toplama maliyeti
düşüktür ve günümüzde
pek çoğundan ücret alınmaktadır. Bu konuda genellikle sayısız
seçenek vardır, dolayısıyla ciddi bir tekel sorunu bulunmamaktadır.
Dolayısıyla bunların özel mülkiyet haline gelmeleri ve özel olarak
işletilmeleri için her türlü neden mevcuttur. Özel işletmeler olmaları
durumunda, yolculuğun uzunluğuna göre ödenen akaryakıt vergisini karayollarını
işleten girişimin alması gerekecektir.
Komşuluk etkileri nedeniyle tekel olması haklı görülebilecek
durumlar ile görülemeyecek olanlar arasındaki farkları sergilemesi açısından ve
hemen herkesin ilk bakışta ulusal parkların yönetimini geçerli bir devlet işlevi
olarak görmesinden dolayı parklar ilginç bir örnektir. Aslında komşuluk
etkileri bir kent parkı için bir mazeret olabilir, ama Yellowstone Ulusal
Parkı ya da Büyük Kanyon gibi bir ulusal park için olamaz. Bu ikisi arasındaki
temel fark nedir? Kent parkından yararlanan kişileri saptamak ve bu yararlar
için ücret almak son derece zordur. Eğer kentin ortasında bir park varsa,
çevresindeki tüm yapılar açık alandan yararlanmakta ve parkın içinden ya da
kenarından yürüyen kişiler de yarar sağlamaktadırlar. Parkın kapılarına
gişeler koymak ve parka bakan her pencere için yıllık ücret toplamak çok zor ve
pahalı olacaktır. Oysa Yello\vstone gibi bir ulusal parkta giriş kapılarının
sayısı azdır; buraya gelenlerin çoğu uzunca bir süre kalırlar, dolayısıyla
gişeler kurup giriş ücreti toplamak pekâlâ mümkündür. Alınan bu ücretler tüm
masrafları karşılamıyorsa da günümüzde bu yöntem uygulanmaktadır. Eğer halk
böyle bir olanağı para ödeyecek kadar istiyorsa, özel girişimlerin bu tür
parklar sağlamaları için her türlü teşvik unsuru mevcut demektir. Ve hiç
kuşkusuz, bugün bu türden birçok özel girişim bulunmaktadır. Ben şahsen,
devletin bu alanda faaliyet göstermesini haklı gösterecek komşuluk etkileri ya
da önemli tekel etkileri uyduramam.
Komşuluk etkileri başlığı altında ele aldıklarıma benzer sorunlar,
akla gelebilecek hemen her müdahaleye akılcı nedenler bulmak için
kullanılmıştır. Bununla birlikte, birçok durumda, bu “akılcı nedenler bulma”,
komşuluk etkileri kavramının meşru uygulamasından çok, özel bir savunmadır.
Komşuluk etkileri iki yanlıdır. Devletin faaliyetlerini genişletmek için olduğu
gibi, sınırlamak için de bir neden oluşturabilirler. Üçüncü taraflar
üzerindeki etkileri ayırt etmek ve büyüklüğünü ölçmek zor olduğundan, komşuluk
etkileri gönüllü takası engeller, ancak söz konusu zorluk devlet
faaliyetlerinde de vardır. Komşuluk etkilerinin, bu etkileri ortadan kaldırmanın
maliyetine değecek ölçüde geniş olup olmadığını anlamak zordur, bu maliyetleri
uygun bir biçimde dağıtmaksa daha zor. Sonuç olarak, devlet komşuluk etkilerinin
üstesinden gelmek üzere bir faaliyete giriştiğinde, bireylere uygun bir bedel
ya da tazminat saptamakta başarısız olarak bir ölçüde yeni bir takım komşuluk
etkileri yaratmış olacaktır. İlk komşuluk etkilerinin mi, yoksa yenilerinin
mi daha ciddi olduğuna, yalnızca her bir durumun kendi unsurları doğrultusunda
karar verilebilir, ancak bu durumda bile sadece yaklaşık bir sonuç elde
edilebilir. Bunun da ötesinde, komşuluk etkilerini devlet aracılığıyla ortadan
kaldırmanın devlet faaliyeti ile ilgisi olmayan son derece önemli bir komşuluk
etkisi bulunmaktadır. Devletin her müdahalesi, bireyin özgürlük alanını
doğrudan sınırlar ve ilk bölümde ele alınan nedenlerden ötürü özgürlüğün
korunmasını dolaylı yoldan tehdit eder.
Gönüllü takas aracılığıyla, devletle ortak hareket etmeden
başarılması zor ya da imkânsız olan işlerde, devletle işbirliği yapmanın uygun
olup olmayacağı konusunda ilkelerimiz bize kesin ve net bir yol göstermez. Devlet
müdahalesinin önerildiği her durumda, bunun avantajlarını ve dezavantajlarını
ayrı ayrı sıralayarak bir bilanço yapmamız gerekir. İlkelerimiz bize, hangi
kalemleri hangi tarafa koyacağımızı söyler ve farklı kalemlere ne kadar önem
atfedeceğimiz konusunda bir zemin oluşturur. Özellikle, önerilen herhangi bir
devlet müdahalesinin özgürlüğü tehdit eden komşuluk etkisini bilançonun borç
hanesine yazmayı ve bu etkiye hatırı sayılır bir ağırlık vermeyi her zaman
isteveceğimiz kesindir. Öteki kalemlerde olduğu gibi, buna ne kadar ağırlık
verileceği de koşullara bağlıdır. Sözgelimi, mevcut devlet müdahalesinin
fazla olmaması durumunda ek müdahalenin olumsuz etkilerine daha az ağırlık
veririz. Devletin bugünün ölçülerine göre küçük olduğu zamanlarda yazan I
lenry Simons gibi ilk liberallerin, bazı faaliyetleri devletin üstlenmesini
istemelerinin önemli bir nedeni budur. Oysa devletin fazlasıyla şişkin olduğu
günümüzde liberaller böyle bir durumu kabul edemezler.
PATERNALİST ZEMİNDE
DEVLET ARACILIĞIYLA
GERÇEKLEŞTİRİLEN FAALİYETLER
Özgürlük yalnızca sorumlu bireyler için savunulabilir bir
hedeftir. Çocukların ya da delilerin özgür olması gerektiğine inanmayız.
Sorumlu bireylerle diğerleri arasına bir çizgi çizmek kaçınılmaz bir
gerekliliktir, ama bu da nihai özgürlük hedefimizin özünde bir bulanıklık ol-
duğunu gösterir. Sortimin olmayanlar olarak adlandırdığımız
insanlar için paternalizm zorunludur.
Burada durumu en net olanlar belki de delilerdir. Delilere ne
özgürlük vermek, ne de onları öldürmek isteriz. Delilerin barınmaları ve
bakımları konusunda bireylerin gönüllü faaliyetlerine güvenebilmek çok iyi
olurdu. Ama sanırım, bu tür hayırsever etkinliklerin yetersiz kalacağı
olasılığını göz ardı edemeyiz; çünkü delilerin bakımına başkalarının katkıda
bulunması bana da yarar sağlayacağı için bir komşuluk etkisi meydana
gelmektedir. Bu nedenle bunların bakımının devlet aracılığıyla düzenlenmesini
isteyebiliriz.
Çocukların durumu daha zor bir sorun teşkil eder. Toplumumuzda
nihai etkin birim birey değil ailedir. Yine de ailenin birim olarak kabul
edilmesinde ilkeden çok, kolay çözüm arayışı rol oynar. Ebeveynlerin genellikle
çocuklarını en iyi şekilde koruyabileceklerine ve özgür olmaya uygun, sorumlu
bireyler olarak yetiştireceklerine inanırız. Fakat ebeveynlerin diğer
insanlarla istediklerini yapmakta özgür olduklarına inanmayız. Çocuklar
embriyo evresindeki sorumlu bireylerdir ve özgürlüğe inanan bir insan onların
temel haklarının korunmasına da inanır.
Şimdi, biraz duygusuzca görünse de, sorunu farklı bir açıdan ele
alalım: Çocuklar aynı zamanda tüketim malları ve toplumun potansiyel sorumlu
fertleridir. Bireylerin ekonomik kaynaklarını istedikleri gibi kullanma özgürlüğü,
bu kaynakları çocuk sahibi olmakta kullanma, yani özel bir tüketim biçimi
olarak çocuk sahibi olabilme hizmetini satın almada kullanma özgürlüğünü de
içerir. Ancak bir kere böyle bir tercih yapıldığı andan itibaren çocuklar kendi
başlarına bir değere ve ebeveynlerin özgürlüğünün uzantısı olmayan, kendi
özgürlüklerine sahip olurlar.
Devlet faaliyetlerinin paternalist zemini bir liberal için birçok
açıdan can sıkıcıdır, zira bu “bazıları diğerleri için karar verirler”
ilkesinin kabulünü de içermektedir. Liberal bir insan, uygulamaların çoğunda bu
ilkeye karşı çıkar. Ama sorunları olduklarından daha basitmiş gibi göstermenin
kimseye bir faydası yoktur. Ölçülü bir paternalizme duyulan ihtiyacı göz ardı
etmek mümkün değildir. Dicey 1914’te akli yetersizliği olanların korunmasıyla
ilgili bir yasayı kaleme alırken şöyle yazmıştı: “Akli Yetersizlik Yasası
hiçbir aklı başında insanın girmekten kaçınamayacağı bir yolda atılmış ilk
adımdır; ama eğer bu yolda çok ileriye gidilirse, devlet adamlarını bireysel özgürlüğe
müdahale etmeden çözemeyecekleri sorunlarla yüz yüze getirecektir.”’ Bize
nerede duracağımızı söyleyebilecek bir formül yoktur. Yanlış olma ihtimali
olan yargımıza ve bir yargıya vardığımızda bunun doğru olduğuna
yurttaşlarımızı ikna etme yeteneğimize ya da onların bizi görüşlerimizi
değiştirmeye ikna etme yeteneklerine güvenmeliyiz. Her konuda olduğu gibi
burada da, kusurlu ve önyargılı insanoğlunun özgür tartışma ve denemc-yanılma
yoluyla ulaştıkları fikir birliğine inanmalıyız.
SONUÇ
Hukuku ve düzeni koruyup sürdüren, mülkiyet haklarını tanımlayan,
mülkiyet haklarında ve ekonomik
A.V. Dicey, Lednres On The Re/ation Betıveen Laıı> And
Public Opinion in Hngland Duriug l'be Nineteenth Ctulnry (Ondokn^/mcn YiigyıMu
İngıltere'deki Kamuoyu re Hukuk ilişkisi (J-yerine Dersler) 2d. l'.d.;
J.ondon: MacMillan & Co.. 1914, p. li.
oyunun diğer kurallarında değişildik yapabileceğimiz bir araç
olarak hizmet veren, kuralların yorumu üzerindeki anlaşmazlıklarda hakemlik
yapan, anlaşmaları yürüten, rekabeti geliştiren, malî çerçeve sağlayan, teknik
tekelleri engelleyecek ve çoğunluğun devlet müdahalesini haklı gösterecek
kadar önemli saydığı komşuluk etkilerini giderecek faaliyetlerde bulunan, deli
olsun, çocuk olsun sorumluluğu olmayan kişilerin korunmasında özel hayır
derneklerine ve özel aileye ek yardım veren bir devlet... böyle bir devletin,
hiç kuşkusuz, yerine getireceği önemli işlevler vardır.
Bununla birlikte, bu tür bir devletin işlevlerinin açıkça kısıtlı
olacağı doğrudur ve günümüzde Birleşik Devletler’deki ve Batı ülkelerindeki
federal ve eyalet hükümetlerinin üstlendiği bir sürü faaliyetten uzak duracaktır.
Bu faaliyetlerin birkaçını yukarıda inceledik, bazılarını ise ilerleyen
bölümlerde ayrıntılarıyla ele alacağız. Yukarıda ana batlarıyla ele aldığımız
ilkeler çerçevesinde, devlet müdahalesinin haklı gösterilemeyeceği —ancak buna
rağmen görebildiğim kadarıyla ABD hükümetinin faaliyet gösterdiği— alanların
bir listesini yapmanın bir liberalin devlete biçtiği rolün ölçüsü hakkında bir
fikir sağlamak açısından faydalı olacağına inanıyorum.
1.
Tarım
için taban destek fiyatları programları.
2.
Petrol
ithal kotaları, şeker kotaları vb. gibi, ithal tarifeleri ya da ihracat kısıtlamaları.
3.
Çiftlik
programı ya da Teksas Demiryolu Komisyonu tarafından petrolün eşit dağıtımı
gibi araçlarla devletin çıktıları kontrol etmesi.
4.
Bugün
Ncw York’ta hâlâ uygulandığı gibi, kira kontrolü ya da İkinci Dünya Savaşı
sırasında ve hemen
sonrasında zorla uygulatılan daha genel fiyat ve ücret kontrolleri
5.
Yasal
asgari ücret düzeyleri ya da yasal azami fiyatlar. Örneğin; ticarî bankalardaki
vadesiz mevduata ödenebilecek faiz oranlarının yasal tabanı ya da tasarruflara
ve vadeli mevduatlara ödenebilecek yasal azami faiz oranları gibi,
6.
Sanayilerin
ayrıntılı biçimde düzenlenmesi. Örneğin Eyaletlerarası Ticaret Komisyonu
tarafından ulaşımın düzenlenmesi gibi. Başlangıçta demiryollarında başlatılan
bu uygulama teknik tekel açısından bir ölçüde haklı görülebilirdi; ancak
şimdilerde hiçbir ulaşım aracı için böyle bir gerekçe yoktur. Bir başka örnek
bankaların ayrıntılı biçimde düzenlenmesidir.
7.
Radyo
ve televizyonun Federal İletişim Komisyonu tarafından kontrol edilmesi ifade
özgürlüğünü açıkça ihlal etmesi ve sansür uygulaması nedeniyle özellikle
belirtilmesi gereken benzer bir örnektir.
8.
Mevcut
sosyal sigorta programlan; özellikle de insanları, emekli maaşı alabilmek için
gelirlerinin bir bölümünü a) emeklilik fonlarına, b) kamu tarafından işletilen
girişimlere yatırmak zorunda bırakan yaşlılık ve emeklilik programlan.
9.
Belli
girişimlerin ya da işlerin veya mesleklerin, yalnızca ruhsat sahibi olanlarla
sınırlandınldığı ve ruhsatın söz konusu etkinliğe girmek isteyen herkesin
ödeyebileceği bir vergi makbuzundan öte bir şey olduğu ruhsat koşullannın
çeşitli kent ve eyaletlerde uygulanması.
10.
“Kamu
toplu konut” yapımı ve konut yapımını desteklemeye yönelik diğer bir dizi
yardım programı.
11.
Erkeklerin
barış zamanında, zorunlu olarak askere alınmaları. Serbest piyasaya uygun
düzenleme, gönüllü askerî kuvvetler oluşturmak, yani insanların askerî hizmet
vermeleri için kiralanmaları şeklinde olmalıdır. İstenen sayıda kişiyi çekmek
için gereken bedeli ödememenin hiçbir mazereti olamaz. Günümüzdeki düzenlemeler
keyfi ve eşitsizdir; genç adamların hayatlarını biçimlendirme özgürlüklerine
ciddi bir müdahaledir ve büyük olasılıkla piyasa seçeneğinden bile daha
pahalıya gelmektedir. (Savaş zamanı için yedek sağlama amacıyla yapılan genel
askerî eğitim farklı bir sorundur ve liberal açıdan haklı gösterilebilir.)
12.
Yukarıda
belirtildiği gibi, ulusal parklar.
13.
Kâr
amacıyla posta taşımacılığının yasalarla yasaklanması.
14.
Yukarıda
belirtildiği gibi, paralı yolların kamu mülkiyetinde olması ve işletilmesi.
Bu liste kapsamlı olmaktan çok uzaktır.
Paranın Kontrolü
Son birkaç on yılda devletin ekonomik işlere müdahalesini
genişletmek için başlıca bahaneler “tam istihdam” ve “ekonomik büyüme”
olmuştur. Özel serbest girişim ekonomisinin yapısal olarak istikrarsız olduğu
ve kendi başına bırakılması durumunda yinelenen doruk (boom) ve çöküş döngüleri
üreteceği öne sürülmektedir. Bu nedenle işleri dengede tutmak için devletin müdahale
etmesi gerektiği iddia edilmektedir. 1930 Dünya Ekonomik Buhranı esnasında ve
sonrasında etkili olan bu iddialar, ABD’de Yeni Düzen’in doğmasına ve diğer
ülkelerde de devlet müdahalesinin artmasına neden olan temel unsuru teşkil
etmiştir. Son zamanlarda “ekonomik büyüme” daha popüler bir toplanma çağrısı
haline geldi. Devletin soğuk savaş için malî güç sağlamak üzere ekonominin
genişlemesini sağlamak ve dünyanın bağımsız ülkelerine demokrasinin komünist
devletten daha hızlı büyüdüğünü göstermek zorunda olduğu öne sürüldü.
Bu iddialar tümüyle yanıltıcıdır. İşsizliğin ciddi boyutlara
ulaştığı diğer dönemler gibi, Büyük Buhran’a da özel ekonominin yapısal
istikrarsızlığı değil, devletin yanlış düzenlemeleri yol açmıştır. Devletçe
kurulan ve para politikasından sorumlu olmakla görevlendirilen Federal Rezerv
Sistemi 1930 ve 1931’de bu sorumluluğu öylesine beceriksizce kullanmıştır ki,
ılımlı bir ekonomik daralmayla geçiştirilebilecek olan olay tam anlamıyla bir
felakete dönüşmüştür. Benzer biçimde bugün, Birleşik Dcvletler’dc ekonomik
büyümenin önündeki başlıca engeller devletin aldığı önlemlerdir. Gümrük engellemeleri
ve uluslararası ticarete konan başlıca kısıtlamalar, ağır vergi yükleri,
karmaşık ve eşitsiz bir vergi yapısı, düzenleyici komisyonlar, devletin fiyat
ve ücret belirlemesi ve diğer bir sürü önlem, bireyleri kaynaklan yanlış
kullanmaya ve yönlendirmeye teşvik etmekte ve yeni tasarrufların yatırım
yönünü saptırmaktadır. Hem ekonomik istikrar, hem de büyüme için ivedilikle
gereksinme duvduğumuz şey, devlet müdahalesinin arttırılması değil
azaltılmasıdır.
Böyle bir azaltma devlete bu alanlarda yine de önemli bir rol
bırakacaktır. Devleti serbest ekonomiye malî çerçeve sağlaması için kullanmak
arzu edilen bir durumdur; istikrarlı bir yasal çerçeve sağlama işlevinin bir
bölümüdür. Devletin, değerleriyle uyum içinde olması koşuluyla, bireylerin
ekonomide büyüme yaratmalarını mümkün kılan genel bir yasal ve ekonomik
çerçeve sağlamak için kullanılması da, yine aynı ölçüde arzu edilen bir durumdur.
Ekonomik istikrara ilişkin olarak devlet politikasının başlıca
alanları, malî politika, para ve bütçe politikasıdır. Bu bölüm ülke içi para
politikasını, bir sonraki bölüm uluslararası para düzenlemelerini, beşinci
bölüm de para ve bütçe politikalarını ele alacaktır.
Bu ve gelecek bölümde görevimiz, ikisinin de çekici yanları
bulunmasına karşın hiçbiri kabul edilebilir olma-
yan iki görüş arasında yolumuzu bulmaktır. Scylla', tamamen
otomatik altın standardının hem gerçekleştirilebilir hem de arzu edilir olduğu
ve bununla istikrarlı bir ortamda bireyler ve ülkeler arasındaki ekonomik
işbirliğini beslemeye ilişkin tüm sorunların çözümleneceğine olan inancın ta
kendisidir. Charybdis ise, önceden kestirilemeyen koşullara uyum sağlayabilmek
amacıyla, bağımsız bir merkez bankasında ya da başka bir bürokratik organda
bir araya getirilen bir grup teknisyenin geniş ölçekli kişisel karar verebilme
yetkisiyle donatılması gerektiğine duyulan inançtır. Bunların hiçbiri ne
geçmişte doyurucu bir çözüm sağlayabilmiş ne de gelecekte sağlayacak gibi
görünmektedir.
Bir liberal, ilke olarak, güç temerküzünden korkar. Amacı, her
bireyin azami özgürlüğünü ayrı a n korumaktır; bu da bir insanın özgürlüğünün
diğer insanların özgürlüğüne müdahale etmemesi ilkesine dayanır ve bu amaç
için gücün tek bir merkezde toplanmaması gerektiğine inanır. Piyasa aracılığıyla
yapılabilecek herhangi bir işlevin devlere verilmesini kuşkuyla karşılar; çünkü
bu, hem söz konusu alanda gönüllü işbirliğinin terine zor kullanmayı koyar,
hem de devletin rolünü arttırarak diğer alanlardaki özgürlüğü tehdit eder.
Gücün dağıtılması gereksinimi özellikle para alanında
Scyllıı ve Churvhdis Yıııı.ııı Mitolojisinde \eı alan iki
canavardır. Mitolojiye göre. dar bir su kanalının iki ucunda duran bu iki
canavar bir birlerine bir ok mesafesinde durmaktadırlar ve aralarındaki mi sale
o kadar kısadır ki. birindi n kurtulmaca çalışan denizciler bir diğerine
yaklaşmak zorunda kalmaktadır. Günümüzde, bu mitolojik yaratık lar. ikisi dc
birbirinden tehlikeli iki seçeneğin bulunduğu ve birinin tehlikesinden
uzaklaşarak diğerinin tchlikclerivlc karşı karşıya gelin iliği durumları ifade
ermek için kullanılmaktadır. l ürkccdc “iki ucu keskin kılıç'* deyimi di aynı
durumu ifade etmektedir, (en)
ciddi bir sorun yaratır. Devletin para islerinde belli ölçüde sorumluluğu
olması gerektiği yolunda yaygın bir görüş birliği bulunmaktadır. Ayrıca para
üzerindeki kontrolün ekonomiyi denedemek ve biçimlendirmek için etkili bir
araç olabileceği görüşü de yaygındır. Paranın etki gücünü, Lenin’in bir toplumu
yıkmanın en etkili yolunun onun parasını yıkmak olduğu yolundaki ünlü sözleri
dile getirmektedir. Paranın gücüne verilebilecek en iyi örneklerden biri, çok
eski zamanlardan beri paranın kontrolünü elinde bulundurmanın verdiği gücün
hükümdarları, büyük halk kitlelerine ağır vergiler salmaya yetkili kılması,
bunu yaparken de (eğer varsa) bir yasama meclisinin açık onayına genellikle
başvurmamalarıdır. Bu durum, hükümdarların sikke kestikleri ve amaca ulaşmak
için benzer çarelere başvurdukları eski günlerde başlayıp, matbaa makinelerini
çalıştırmak ya da düpedüz itibari defter kayıtlarıyla oynamak gibi çok daha
incelikli modern tekniklerin kullanıldığı günümüze dek geçerli olmuştur. Sorun
devletin para sorumluluğunu uygulamasını mümkün kılan, ancak aynı zamanda
bunun için devlete verilen gücü sınırlayan ve bu gücün özgür bir toplumu
güçlendirecek yerde zayıflatacak şekillerde kullanılmasını önleyen kurumsal
düzenlemeleri gerçekleştirmektedir.
BİR MAL STANDARDI
Tarihsel olarak birçok farklı yerde ve yüzyıllar boyunca en sık
geliştirilen araç mal standardıdır; örneğin, altın va da gümüş, bakır ya da
kalay, sigara ya da konyak vb. gibi bazı fiziki malların para yerine kullanımı,
fiğer para tümüyle bu tür fiziki bir mal olsaydı, ilke olarak devletçe kontrol
edilmesine ihtiyaç kalmayacaktı. 'Toplumdaki para miktarı, başka şeylere bağlı
olmak verine, parasal malın üretim maliyetine bağlı olacaktı. Para miktarındaki
değişmeler de, parasal mal üretiminin teknik koşullarındaki değişime ve para
talebindeki değişikliklere bağlı olacaktı. Bu, otomatik alttn standardına
inananların çoğunu heveslendiren bir idealdir.
Gerçekte mal standartları devlet müdahalesi gerektirmeyen bu
basit modelden çok uzak bir sapma göstermiştir. Tarihsel olarak altın ya da
gümüş standardı gibi bir mal standardına, belirli koşullarda parasal mala çevrilebilen,
şu ya da bu türden itibarî paranın gelişmesi eşlik etmiştir. Bu gelişmenin çok
iyi bir nedeni vardı. Bir bütün olarak toplum açısından mal standardının temel
kusuru, para miktarını arttırmak için gerçek kaynakların kullanılması
gerekliliğidir. İnsanlar önce Güney Afrika topraklarından altın çıkarmak için
zorlu bir çaba gösterirken, daha sonra aynı çabayı Fort Knox ya da benzer bir
yere yeniden gömmek için göstermek zorunda kalmaktadırlar. Mal standardının
işlemesi için gerçek kaynakların kullanılması gerekliliği, insanları bu
kaynakları kullanmadan da aynı sonucu elde edebilecekleri yollar bulmaya
teşvik etmektedir. İnsanlar üzerinde “...kadar mal standardı birimi ödemeyi
taahhüt ediyorum” yazan kağıt parçalarını kabul ederlerse, bu kağıt parçalan da
altın ya da gümüş parçalanyla aynı işlevi görebilir ve üretilmeleri de çok
daha ucuza mal olur. Başka bir yazımda uzun uzadıya ele aldığım bu konunun, mal
standardının temel problemi olduğunu düşünüyorum.[12]
Eğer bir otomatik mal standardı uygulanabilir olsaydı, liberalin
ikilemine harika bir çözüm sunabilir; parasal güçlerin sorumsuz uygulamaları
tehlikesi olmaksızın istikrarlı bir parasal çerçeve sağlayabilirdi. Diyelim ki,
ülkedeki paranın vüzde yüzünün gerçek anlamda altın olduğu dürüst bir altın
standardı, altın standardı mitolojisine inanan ve bunun devlet müdahalesiyle
işletilmesinin uygunsuz ve ahlak dışı olduğu inancını taşıyan büyük halk
kitleleri tarafından desteklcnsevdi, devletin dolaşımdaki paraya müdahalesine
ve sorumsuz parasal eylemlerde bulunmasına karşı etkili bir güvence sağlanabilirdi.
Böyle bir standart geçerli olduğu sürece devletin parasal yetkilerinin kapsamı
son derece az olurdu. Ne var ki, daha önce de belirtildiği gibi, böyle bir otomatik
sistem tarihin hiçbir döneminde uygulanabilir olmamıştır. Her zaman parasal
mala ek olarak, banknotlar, mevduat belgeleri ya da devlet tahvilleri gibi
itibarî unsurlar içeren karma bir sistem yönünde gelişme göstermiştir. İtibari
unsurlar bir kez ortaya çıktığı andan itibaren, başlangıçta bunları ortaya
çıkaranlar bireyler olsa dahi, devletin bunlar üzerindeki denetimini engellemek
son derece güçtür. Bunun temel sebebi, taklit edilmesini ya da ekonomik eş
değerinin piyasaya sürülmesini engellemenin oldukça zor olmasıdır, itibari
para, bir standart para ödeme anlaşmasıdır. Ancak genellikle böyle bir anlaşmanın
yapıldığı zamanla hayata geçirildiği zaman arasına uzun bir ara koymak gibi
bir eğilim vardır. Bu durum hem anlaşmayı yürürlüğe koymanın zorluğunu arttırır,
hem de sahte anlaşmalar yapma eğilimini teşvik eder. Ayrıca itibarî öğeler bir
kez ortaya çıkınca, devletin kendisinin itibarî para çıkarma eğilimi neredeyse
karşı konulamaz boyutlara ulaşır. Dolayısıyla, uygulamada mal standartları
yoğun devlet müdahalesini içeren karma standartlar olma eğilimi göstermiştir.
Birçok kişinin altın standardından yana sözler etmesine karşın,
bugün hemen hiç kimsenin kelimenin tam anlamıyla bir altın standardı istemediği
de belirtilmelidir. Altın standardını istediğini söyleyenlerin tümü bugünkü
gibi bir standarttan ya da 1930’larda uygulanan bir standarttan; yani itibarî
parayı -çok yanıltıcı bir terim olmasına karşın“desteklemek” için az miktarda
altını elde tutan bir merkez bankasının ya da devlet bürosunun yönettiği bir
altın standardından söz etmektedirler. Bazıları altının ya da altın
sertifikalarının gerçek anlamda elden ele dolaştığı —bir altın-sikke standardı1920’lerin
altın standardından yana olacak kadar ileri giderler. Ama onlar bile, devletin
dolaşımdaki itibarî altınıyla, mevduat karşılığında altın ya da itibarî para
tutan bankaların çıkardıkları mevduat belgelerinin eş zamanlı olarak var
olmasından vanadırlar. Ondokuzuncu yüzyılda İngiltere Merkez Bankası’nın altın
standardını büyük bir beceriyle yönettiği altın standardının parlak günlerinde
bile, para sistemi tam bir otomatik altın standardı olmaktan çok uzaktı. O
zaman bile bu, büyük ölçüde yönetilen bir standarttı. Ve hiç kuşkusuz,
ülkelerin birbiri ardına devletin “tam istihdam”dan sorumlu olduğu görüşünü
benimsemelerinin bir sonucu olarak, bugünkü durum çok daha aşırıdır.
Benim ulaştığım sonuç, özgür bir toplum için parasal düzenlemeleri
sağlama sorunun çözümü açısından otomatik mal standardının ne uygulanabilir,
ne de arzu edilir bir çözüm olduğudur. Arzu edilmez, çünkü parasal malı
üretmek için kullanılacak kaynakların maliyeti çok yüksektir. Uygulanamaz,
çünkü onu etkin kılmak için
gereken mitoloji ve inançlar artık yoktur.
Yalnızca belirtilen genel tarihsel kanıtlar değil, aynı zamanda
Birleşik Devletler’de yaşanan özel deneyim de bu sonucu destekler nitelikledir.
İç Savaştan sonra, altın ödemelerinin yeniden başladığı 1879’dan 191 Ve dek
ABD’de altın standardı uygulandı. 11er ne kadar bu, tam otomatik altın
standardına, Birinci Dünya Savaşı nın bitiminden beri uyguladıklarımızın
tamamından daha yakın idiyse de, yine de yüzde yüz altın standardı olmaktan çok
uzaktı. Devletin çıkardığı banknotlar mevcuttu ve özel bankalar ülkedeki en
etkili dolaşım aracı olarak mevduatları dolaşıma soktu, bankacılık işlemleri
devlet organları tarafından düzenleniyordu. Ulusal Bankalar Para Kontrol
Dairesi’nce, devlet bankalarıysa devlet banka otoritelerince denetlenmekteydi.
Bankaların ya da doğrudan bireylerin madeni para ya da sertifika olarak elde
tuttukları altın oranı, yıldan yıla değişmekle birlikte, para stokunun yüzde
onuyla yirmisi arasındaydı. Geri kalan yüzde seksen ya da doksan, altın
rezervinde karşılığı olmayan gümüş, itibarî para vcva banka mevduatlarıydı.
Geriye baktığımızda, sistem oldukça iyi işliyormuş gibi
görünebilir. Oysa zamanın Amerikalıları için hiç de öyle değildi. Bu
memnuniyetsizliğin belirtilerinden biri, Bryan’tn 1896 seçiminin havasını
belirleyen “Altın I laç” (Cross of Gold) konuşmasında doruk noktasına varan
1880’lerin gümüş çalkantısıdır. Sonuçta 1890’larm başındaki ciddi buhran
yıllarının en büyük nedeni bu çalkantıdır. Söz konusu çalkantı, Birleşik
Devletler’de altının biteceği ve dolayısıyla yabancı paralar karşısında
doların değer yitireceği korkularının yayılmasına neden oldu. Bu da dolardan
kaçışa ve sermayenin dışarıya ak-
masına yol açarak ülkede deflasyonu körükledi.
1873, 1884, 1890 ve 1893 yıllarında birbirini izleyen malî
buhranlar, iş ve bankacılık çevrelerinde, bankacılıkta reform yapılması
yolunda yaygın bir istek doğurdu. Bankaların, mevduatları paraya çevirmeye
yönelik talepleri oybirliğiyle reddetmeleri sonucu ortaya çıkan 1907 paniği,
sonunda malî sistemden hoşnutsuzluğu ve devlet eylemine duyulan ivedi ihtiyacı
kristalleşirdi. Kongre tarafından bir Ulusal Para Komisyonu kuruldu ve bu
komisyonun 1910’da bildirdiği tavsiyeler, 1913’te yürürlüğe giren Federal
Rezerv Yasası’nda yer aldı. Bu yasa doğrultusunda gerçekleşen reformlar,
çalışan sınıflardan bankacılara kadar toplumun her kesiminden ve her iki siyasi
partiden de destek gördü.
Federal Rezerv Yasası’yla parasal düzenlemelerde yapılan
değişiklik, uygulamada yazarlarının ya da destekleyicilerinin
hedeflediklerinden çok daha şiddetli oldu. Yasa yürürlüğe girdiğinde tüm
dünyada bir altın standardı uygulanıyordu —tam otomatik bir altın standardı
olmasa da o güne kadar uygulananlar arasında ideale en yakın altın
standardıydı. Bunun böyle süreceği, dolayısıyla Federal Rezerv Sistcmi’nin
gücünü fazla sınırlamayacağı varsayılıyordu. Yasanın geçmesinden hemen sonra
Birinci Dünya Savaşı patlak verdi. Altın standardı büyük ölçüde terk edildi.
Savaşın sonundaysa, bir para türünün diğerlerine çevrilebilirliğini sağlamak
ve bankaları düzenlemek ve denetlemek amacıyla kurulmuş olan Rezerv Sistemi,
artık, altın standardına yapılmış ufak bir ilave olmaktan çıkmış, Birleşik
Devletler’deki para miktarını belirleyebildi ve tüm dünyada uluslararası malî
koşulları etkileyebilen güçlü bir otorite olmuştu.
PARASAL TAKDİR YETKİSİ
Birleşik Devletler’de, en azından İç Savaş Ulusal Bankacılık
Yasası’ndan bu yana, para kuramlarındaki en dikkat çekici değişiklik Federal
Rezerv Sistemi’nin kurulmasıdır. 1836’da Birleşik Dcvletler’in İkinci
Bankasının ayrıcalığının son bulmasından ben ilk kez parasal koşulların
sorumluluğunu açıkça yüklenen ayrı bir resmî organ kurulmuş oluyordu ve bu
organın parasal istikrarı sağlamak ya da en azından belirgin istikrarsızlığı
engellemek için gereken güçle donatıldığı varsayılmaktaydı. Bu nedenle Federal
Rezerv Sistemi’nin kuruluşundan öncesini ve sonrasını, başka bir ifadeyle, İç
Savasın bitiminden 1914’e ve 1914’ten 1962’ye, eşit uzunlukta iki dönemin
deneyimini bir bütün olarak karşılaştırmak öğretici olacaktır.
istikrarsızlık ister para stokundaki ve fiyatlardaki, isterse
üretimdeki dalgalanmalarla ölçülsün, ikinci dönemin (1914-1961) ekonomik
açıdan daha istikrarsız olduğu açıktır. İkinci dönemdeki bu istikrarsızlık
kısmen iki dünya savaşının etkilerini Yansıtmaktadır; parasal sistemimiz ne
olursa olsun, bu savaşlar istikrarsızlığın kaynağı olacaktı. Ancak savaşı ve
onu izleven yılları hesaba katmayıp, yalnızca 1920’den 1939’a ve 1947’den
1961’e kadar olan barış yıllarını ele alsak dahi, sonuç yine aynı olacaktır.
Para miktarları, fiyatlar ve üretim, Federal Rezerv Sistemi’nin kurulmasından
sonra, önce olduğundan kesinlikle daha istikrarsızdır. Üretimdeki en başarısız
dönem, hiç kuşkusuz, 1920-21, 1929-33 ve 193738’dekı ciddi daralmaları içeren
iki savaş arası yıllardır. Amerikan tarihinde hiçbir yirmi yıllık dönemde
böylesine ciddi ve sık üretim daralması yaşanmamıştır.
Bu kabataslak karşılaştırma Federal Rezerv Sistemi’nin parasal
istikrara katkıda bulunmadığını kanıtlama/ elbette. Belki Rezen’ Sistcmi’nin
başa çıkması gereken sorunlar, daha önceki parasal yapıda ortaya çıkanlardan
çok daha ağırdı. Belki de önceki düzenlemelerin yürürlülükte kalması durumunda,
bu sorunlar daha büyük ölçüde parasal istikrarsızlık yaratacaktı. Yine ile kabataslak
bir karşılaştırma okura en azından, b'ederal Rezerv Sistemi gibi uzun zaman
önce kurulmuş, böylesine güçlü ve kapsamlı bir organın gereken ve istenen
işlevi yerine getirdiğini ve kuruluş amaçlarının gerçekleşmesine katkıda
bulunduğunu kabul etmeden önce bir an durup düşünme fırsatı verecektir.
Tarihsel kanıtların kapsamlı incelemesine dayanarak ben,
kabataslak bir karşılaştırmada açıkça gördüğümüz ekonomik istikrar
farklılığının, aslında parasal kuramlardaki farklılığa yorulabileceğinc
inanıyorum. Bu kanıt beni, Birinci Dünya Savaşı esnasında ve hemen sonrasındaki
fiyat artışlarının en az üçte birinin Federal Rezerv Sistemi’nin kuruluşuna bağlanabileceğine
inandırmaktadır. Ayrıca 1920-21, 1929-33 ve 1937-38’dcki üç büyük daralmanın
her birinin böylesine ağır oluşu, doğrudan doğruya rezerv otoritelerinin
kararlarına bağlanabilir. Kanımca bunlar önceki para ve bankacılık düzenlemelerinde
ortaya çıkmazdı. Bunda ya da başka durumlarda durgunluklar görülebilirdi, ama
çok büyük olasılıkla hiçbiri büyük daralmalara dönüşmeyecekti.
Açıkçası bu kanıtı burada ortaya koyamayacağım.1Bununla
birlikte, 1929—33 Büyük Buhranı’nın ekonomik işlerde devletin rolüne karşı
tutumları biçimlendirmekteki —ya da biçimsizleştirmekteki demek daha doğru
olur-önemi açısından, söz konusu kanıtın bu olaya getirdiği
yorumu daha ayrıntılı olarak ortaya koymak gerekebilir.
4
Bkz: “A Program for Monctary Stability” adlı çalışmanı ve Anna |. Sclnvartz ve
Milton I'rıedman, “A Monctary I Jistory Of Ihc United States”, 1867-1960
(National Burcau of liconomic Research için Princeton l’nivcrsity Press
tarafından yayımlanmıştır.)
1929 yılının Ekim ayında borsanın çökerek, 1928 ve 1929
yıllarındaki hisse senedi livarları tırmanışına son vermesi, dramatik
olmasından ötürü çoğu kez Büyük Buhran’ın hem başlangıcı hem de en büyük nedeni
sayılır. Oysa hiçbiri doğru değildir. Borsanın çöküşünden birkaç ay önce,
1929’un ortalarında iş faaliyetleri doruk noktasına ulaşmıştı. Doruğa bu kadar
erken ulaşılmış olması kısmen Federal Rezerv' Sistcmi’nin spekülasyonu kesme
çabasıyla uyguladığı görece sıkı para koşullarının bir sonucu olabilir; borsa
da bu dolaylı yoldan daralmanın ortaya çıkmasında rol oynamış olabilir. I üsse
senedi piyasasının çöküşü, hiç kuşkusuz, iş güvenini ve bireylerin harcama
isteğini dolaylı yoldan etkileyerek ış dünyasında bunalım etkisi yaratmıştı.
Ancak bu etkiler kendi baslarına ekonomik faaliyette tam bir çöküş
yaratmazlardı. Olsa oksa, tarih boyunca sık sık Birleşik Devlctlcr’in ekonomik
büyümesini noktalayan sıradan hafif durgunluktan biraz daha ciddi vc biraz
daha uzun süreli bir daralma yaratır, böylesine büyük bir felakete vol
açmazlardı.
Daralma yaklaşık bir yıl boyunca, daha sonraki seyrine egemen
olacak tipik özelliklerinden hiçbirini göstermedi. Ekonomik gerileme önceki
birçok daralmanın ilk yıllarında yaşanandan ağırdı; bunun nedeni muhtemelen
borsanın çöküşüne ek olarak, 1928’in ortalarından ben süregelen olağanüstü sıkı
para koşullarıydı. Ama nitelik olarak hiçbir farklılık, büyük bir felakete
dönüşme belirtisi göstermemişti. Safça bir “bundan sonra ve bundan dolayı”
(post hoc ergo propter hoc) biçiminde akıl yürütmeleri savmazsak, ekonominin
örneğin 1930’un Evlül ya da Ekim aylarındaki durumunda, izlcvcn yıllarda çok
şiddetli ve sürekli bir gerilemeyi kaçınılmaz kılacak, hattâ bunu büvük bir
olasılık haline getirecek bir şev yoktu. Geriye baktığımızda, o sırada artık l
ederal Rezerv’in daha öncekinden farklı davranmaya başlamış olması gerektiği
apaçık görünmektedir; 1929 Ağustosundan 1930 Ekimine dek para stokunun
neredeyse yüzde üçe kadar, önceki tüm daralmalarda olduğundan (en ciddileri
dışında) çok daha büyük ölçüde azalmasına izin vermemeliydi. Bu bir hata
olmasına rağmen belki de mazur görülebilirdi ve çok da tehlikeli değildi.
1930 Kasımında, bir dizi bankanın iflası banka müşterilerinin
mevduatlarını paraya çevirmek için banklara hücum etmelerine sebep oldu ve bu
durum daralmanın karakterini şiddetli bir biçimde değiştirdi. Bu salgın
ülkenin bir bölümünden diğerine yayıldı ve 11 Aralık 1930’da Birleşik
Devletler Bankası’nın iflasıyla doruk noktasına ulaştı. Bu iflasın bu kadar
büyük önem taşımasının nedeni yalnızca ikiyüz milyon dolarlık mevduatıyla
ülkenin en büyük bankalarından biri olması değil, aynı zamanda sıradan bir
ticaret bankası olmasına karşın, adı nedeniyle ülkede ve hattâ ülke dışında birçok
kişi tarafından bir tür devlet bankası savılmasıydl.
Ekim 1930 öncesinde likidite krizine ya da bankalara duyulan
güvenin yitirilmesine ilişkin hiçbir belirti voktu. Bu tarihten itibaren
ekonomi tekrarlanan likidite krizi
hastalığına yakalandı. Banka iflasları dalgası bir süre yatışır
gibi oluvor, daha sonra birkaç çarpıcı iflas ya da diğer olaylar nedeniyle
yeniden alevleniyor, bu da bankalara duyulan güvenin yeniden yitirilmesine ve
para çekmek için bankalara hücum edilmesine yol açıyordu. Bütün bunların tek
ve birincil önemi bankaların iflas etmesinden değil, para stokları üzerindeki
etkilerinden kaynaklanmaktaydı.
Bizimki gibi, mevduatların sadece bir bölümünün mevduat karşılığı
olarak tutulduğu bankacılık sisteminde, bir banka bir dolarlık mevduat
karşılığında nakit bir dolara sahip değildir elbette. “Mevduat” sözcüğünün
bövlesine yanıltıcı bir terim olmasının nedeni de budur. Bir bankaya nakit bir
dolar yatırdığınızda, banka kendi nakdinin üzerine 15 ya da 20 çent ekleyip,
geri kalanı diğer vezneden borç olarak verecektir. Borç alan bunu, bu ya da
başka bir bankaya mevduat olarak venıden vatırabilir ve süreç aynen
tekrarlanır. Bunun sonucu olarak, bankalar ellerinde bulundurdukları her nakit
bir dolar karşılığında mevduat olarak birkaç dolar borçludurlar. İşte bu
nedenle, halk parasının ne kadar büvük bölümünü mevduat olarak bankada
tutarsa, belli bir miktar nakdin karşılığındaki toplam para stoku (nakit artı
mevduatlar) o kadar vüksek olur. Dolavısıvla ilave nakit varatma olanağı ve
bunun bankanın eline geçme imkânı bulunmadığı sürece, mudilerin büvük çapta
para çekme girişimleri, toplam para stokunun azalması anlamına gelecektir.
Aksi takdirde, mudilerin isteklerini karşılamaya çalışan bir banka,
alacaklarını isteyerek ya da yatırımlarını satarak vey’a mevduatlarını çekerek
diğer bankalara baskı vapacak, o bankalar da başka bankalara ben-
zer biçimde baskı uygulayacaklardır. Bu kısır döngü durdurulmazsa,
bankaların nakit bulma girişimleri kıymetli evrakların fiyatını aşağı çeker,
aslında sağlam sayılabilecek olan bankayı borcunu ödeyemez hale getirir, mevduat
sahiplerinin güvenini sarsar ve döngü yeniden işlemeye başlar.
Federal Rezerv öncesi bankacılık sistemi yürürlükteyken, bir
bankacılık paniğine yol açan ve 1907’de olduğu gibi, mevduatların
konvertibilitesinin oybirliğiyle askıya alınmasına neden olan da işte tam bu
türden bir durumdu. Ödemelerin durdurulması zorlu bir adımdı ve kısa bir süre
için işleri daha da kötüleştirdi. Ama aynı zamanda tedavi edici bir önlem
niteliği de taşıyordu. Bulaşmayı önleyerek ve birkaç bankanın iflasının diğer
bankalar üzerinde baskı yaratmasını ve sağlam bankaların da iflasına yol
açmasını engelleyerek kısır döngüyü kısa sürede kırdı. Birkaç hafta ya da ay
sonra durum istikrara kavuşturulduğunda, ödemeleri durdurma kararı
kaldırılabildi ve parasal daralma olmaksızın iyileşme başladı.
Gördüğümüz gibi, Federal Rezerv Sistemi’nin kurulmasının başlıca
amacı böyle bir durumla başa çıkmaktı. Halkın bankalara para yatırmak yerine,
para çekmesi eğilimi göstermesi sonucu bankaların zor duruma düşmelerinin ve
iflaslarının önlenmesi için, Federal Rezerv' Sistemi’ne bankaların
mevduatlarını teminat alnna alma yetkisi verilmişti. Bu şekilde, tehdit
niteliğindeki herhangi bir paniğin bertaraf edilebileceği, mevduatların paraya
çevrilmesini durdurma ihtiyacının olmayacağı ve parasal buhranın çökertici
etkilerinin tümüyle ortadan kaldırılabileceği umulmaktaydı.
Bu yetkilerin kullanılmasına duyulan ilk ihtiyaç ve dolayısıyla
etkinliklerini sınamaya yönelik ilk test, yukarıda anlatıldığı gibi,
bankaların peşpeşe kapanmasının bir sonucu olarak 1930’un Kasım ve Aralık
aylarında gündeme geldi. Federal Rezerv Sistemi bu sınavda hazin bir başarısızlık
örneği gösterdi. Bankaların kapanmasının özel bir eylem planı gerektirmediği
düşünülmüş olacak ki, Sistem, bankacılık sistemine nakit sağlamakta neredeyse
hiç faydalı olmadı. Bununla birlikte Sistem’in başarısızlığının güç
yetersizliğinden değil, irade yetersizliğinden kaynaklandığı vurgulanmalıdır.
Bunu izleyen öteki olaylarda olduğu gibi, bu olayda da Sistem’in bankalara,
mevduat sahiplerinin talep ettikleri nakdi sağlama gücü fazlasıyla vardı. Bu
güç kullatulsaydı, banka kapanmaları kısa sürede son bulacak ve parasal çöküş
gerçekleşmeyecekti.
Banka iflaslarının ilk dalgası söndü ve 1931’de bankalara yeniden
güven duyulmaya başladığına ilişkin belirtiler görüldü. Rezerv Sistemi bu
fırsattan, kendi kapatılmamış kredilerini azaltma yönünde yararlandı, yani
ılımlı deflasyonist eylemde bulunarak doğal yayılmacı güçleri dengeledi. Böyle
olduğu halde, yine de yalnızca parasal kesimde değil, öteki ekonomik
etkinliklerde de iyileşme belirtileri vardı. 1931’in ilk dört ya da beş ayının
rakamlarının, -daha sonraki olaylar göz önüne alınmaksızınincelenmesi halinde,
bir döngünün sonunu ve yeniden canlanışın başlangıcını işaret ettikleri
görülür.
Bununla birlikte geçici canlanma kısa dönemli oldu. Tekrarlanan
banka iflasları yeniden bir dizi para çekme dalgası yarattı ve para stokundaki
düşüş tekrarlandı. Rezerv Sistemi yine olaylara seyirci kaldı. Ticarî
bankacılık sisteminin eşi görülmemiş tasfiyesine karşılık, “son çare olarak
borç verme” kayıtları, üye bankalara verilen kredi miktarında gerileme olduğunu
gösteriyordu.
1931 Eylülünde Ingiltere altın standardını bıraktı. Bu karar
öncesinde ve sonrasında Birleşik Devletler’den altın çekildi. Bundan önceki
iki vıl altının Birleşik Devletİcr’e akmasına ve ABD altın stokuyla Federal
Rezerv’in altın rezerv oranının her zaman yüksek olmasına karşın, Rezerv
Sistemi altının dışarıdan çekilmesine, daha önce içeriden çekildiğinde
göstermediği kadar kısa zamanda ve şiddetli bir tepki gösterdi. Üstelik bunu,
ülke içindeki malî güçlükleri yoğunlaştıracağı bilinen bir biçimde vaptı. İki
yıllık ciddi ekonomik daralmadan sonra, Sistem, iskonto oranını (ticarî
bankalara uyguladığı faiz haddini) o güne kadar görülmemiş oranda ve çok kısa
süre içinde yükseltti. Bu önlem altın çekilmesini durdurdu. Buna bankalardan
para çekme dalgası ve banka iflaslarında görülmemiş bir artış eşlik etti.
1931’in Ağustosundan 1932’nin Ocağına kadar geçen altı aylık sürede kabaca,
var olan her on bankadan biri faaliyetlerini gecici bir süre için durdurmak
zorunda kaldı ve ticari bankalardaki toplam mevduat yüzde onbeş oranında
düştü.
19.32’de bir milyar dolarlık devlet tahvillerinin satın alınmasına
ilişkin politikadan kısa bir süre için vazgeçilmesi, gerilemenin hızını
yavaşlattı. Bu önlem 1931’de alınsaydı kesinlikle söz konusu çöküntüyü önlemeve
yeterli olabilirdi. 1932’devse geçici bir önlem olmanın ötesine geçilmeyecek
kadar geç kalınmıştı; Sistem etkinliğini yitirdiğinde, geçici iyileşmeyi,
193.3’ün Bankalar tatilinde sona eren yeni bir çöküş izledi. Bankaların resmî
olarak bir hafta kapalı kaldıkları bu sistem büyük ölçüde, mevduatın paraya
çevrilmesinin geçici bir süre için durdurulmasına engel olmak amacıyla
kurulmuştu. Daha önceleri banka iflaslarını önleyen bu önlem, bu kez öncelikle
ülkede var olan bankaların üçte birinin ortadan kalkmasına yol açtı; daha sonra
öncekilerle kıyaslanamayacak kadar ciddi ve geniş kapsamlı olarak mevduatın
paraya çevrilmesini durdurmaya yeşil ışık yaktı. Yine de kendini haklı gösterme
yeteneği çok büyük olacak ki, Federal Rezerv Yönetim Kurulu 1933’ün yıllık
raporunda şöyle yazıyordu: “Buhran sırasında Federal Rezerv Bankası’nın son
derece büyük olan nakit talebini karşılamadaki yeteneği, Federal Rezerv Yasası
doğrultusunda uygulanan para sisteminin etkinliğini göstermiştir... Federal Rezen'
Sistemi’nin liberal bir açık piyasa alım politikası gütmemiş olması durumunda,
buhranın nasıl bir seyir izleyeceğini söylemek zordur.”
1929 Temmuzundan 1933 Martına kadar Birleşik Devletler’deki para
stoku üçte bir oranında düştü ve bu düşüşün üçte ikisi Ingiltere’nin altın
standardını bırakmasının ardından gerçekleşti. Para miktarındaki gerileme
önlensevdi, kı önlenebilirdi ve önlenmeliydi, daralma hem kısa süreli hem de
daha hafif olabilirdi. Yine de tarihsel standartlara göre ciddi sayılabilirdi.
Ancak eğer para miktarında azalma olmasaydı, dört yıllık sürede para gelirinin
yandan fazla ve fiyatlann da üçte birin üzerinde gerilemesi mümkün
olmayacaktı. Bildiğim kadarıyla, hiçbir zaman hiçbir ülkede, ciddi bir buhranla
birlikte para miktarında keskin bir düşüşün yaşanmadığı, aynı şekilde para
miktanndaki bir düşüşe ciddi bir buhranın eşlik etmediği herhangi bir durum
yoktur.
Birleşik Devletler’deki Büyük Buhran, özel girişim sisteminin
doğasında var olan istikrarsızlığın bir belirtisi olmaktan çok uzaktır;
tersine, birkaç kişinin bir ülkenin para sistemi üzerinde sınırsız güç sahibi
olmasıyla birlikte yapılan hataların ne denli zarar verici olduğunu
göstermektedir.
O zamanki bilgi düzeyi açısından ele alındığında bu hatalar mazur
görülebilir belki... Ama ben öyle düşünmüyorum. Fakat mesele bu değil. Bu
denli geniş kapsamlı etkileri olan hatalar-mazur görülsün ya da görülmesinyapabilecek
birkaç kişiye böylesine güç ve özerklik veren her sistem kötü bir sistemdir.
Özgürlüğe inananlar açısından kötü bir sistemdir, çünkü siyasi organ
tarafından etkili bir kontrol olmaksızın böylesine büyük bir güç birkaç kişiye
verilmiştir; bu da “bağımsız” merkez bankasına karşı yaratılan temel bir
siyasi çatışmadır. Güvenliği özgürlükten üstün tutanlar için bile kötü bir
sistemdir. Sorumluluğu yaymasına karşın, birkaç kişiye büyük güç veren ve
bövlece önemli siyasi faaliyetleri büyük ölçüde kişilik arızalarına bağımlı
kılan bir sistemde, affedilebilir olsun ya da olmasın hata yapılması kaçınılmazdır.
Clemenceau’nun deyişiyle, para merkez bankerlerine bırakılmayacak kadar ciddi
bir konudur.
OTORİTELER YERİNE KURALLAR
Eğer hedeflerimizi ne tam anlamıvla otomatik olarak çalışan altın
standardına dayanarak, ne de bağımsız otoritelere geniş özerklik vererek
gerçekleştirebileceksek, o zaman hem istikrarlı olan hem de sorumsuz devlet müdahalesinden
uzak bulunan başka bir parasal sitemi nasıl kurabiliriz? Bu öylesine bir sistem
olmalıdır ki, bir yandan serbest girişim ekonomisine parasal çerçeveyi sağlarken,
diğer yandan da ötekilerin siyasi ve iktisadi öz
gürlüklerini kullanmalarının önünde bir engel teşkil etmemelidir.
Umut verici görünen tek yol, para politikasını yönetmek için yasa
gücünde kurallar koyan insanların yerine, hukuk devletini tesis etmeye
çalışmaktır. Böylece halkın siyasi otoriteler aracılığıyla para politikasını
kontrol etmesi sağlanmış olacak ve aynı zamanda para politikasının siyasi
otoritelerin günlük kaprislerine bağımlı olması önlenecektir.
Para politikası için yasama kuralları koyma konusunun, kendisiyle
hiç ilgisi yokmuş gibi görünen bir başka konuyla, ilk Anayasa değişikliği
konusuyla, çok fazla ortak noktası bulunmaktadır. Herhangi biri, paranın kontrolü
için yasalaştınlmış bir kuralın gerekliliğinden söz ettiğinde genellikle
aldığı yanıt şu olur: Para otoritesinin ellerini bu biçimde bağlamanın pek
anlamı yoktur, çünkü otorite, eğer isterse, yasanın gerektirdiği neyse, o konuda
her zaman kendi iradesini kullanabilir ve buna ek olarak başka seçeneklere de
el atabilir, dolayısıyla “hiç kuşkusuz” mevcut yasadan daha iyisini yapabilir.
Aynı savın bir alternatifi yasamaya uygulanır. Denilir ki, eğer yasama kuralını
kabul etmek istiyorsa, hiç kuşkusuz, her özel durumda “doğru” politikayı
yasalaştırmak isteyecektir. Öyleyse kuralın kabul edilmesi sorumsuz siyasi
faaliyetlere karşı nasıl bir korunma sağlamaktadır?
Aynı sav yalnızca ufak sözcük değişiklikleriyle, ilk Anayasa
değişikliğine ve benzer biçimde tüm İnsan Hakları Bildirisi’ne uygulanabilir.
“İfade özgürlüğüne müdahale yasağı standardı” diye bir şeyden söz etmek saçma
değil mi, diye sorulabilir. Neden her durum ayrı ayrı ve kendi değerlerine göre
ele alınmasın? Bu, para
politikasındaki alışılagelmiş sava, yani parasal otoritenin
ellerini önceden bağlamanın arzu edilir bir durum olmadığı düşüncesine paralel
bir sav değil midir? Her durumun ortaya çıktığında kendi değerlerine göre ele
alınması serbest olmalıdır, değil mi? Neden aynı durum konuşma özgürlüğü için
de aynı derecede geçerli değildir? Adamın biri sokağın köşesinde durup doğum
kontrolünü savunmak isteyebilir, bir başkası komünizmi, üçüncüsü
vejetaryenliği ve bu sonsuza dek gidebilir. O halde neden herkes için özel
görüşlerini yayma hakkını onavlayan ya da yadsıyan bir yasa çıkarılmasın? Ya da
alternatif olarak, neden sorunu halletmesi için karar alma yetkisini bir idari
organa vermeyelim? Hemen açıkça görülür ki, her olayı ayrı ayrı ele alıyor
olsaydık, her olayda ve belki de ayn ayrı ele alman her olayda çoğunluk konuşma
özgürlüğü aleyhine oy kullanacaktı. Bay X’in doğum kontrol propagandasını
yapıp yapmaması konusunda yapılacak bir oylama çoğunluğun “hayır” demesiyle
sonuçlanacaktır, aynı durum komünizm ya da vejetaryenlik konusunda da
tekrarlanacaktır.
Şimdi tüm bu olayların bir demet halinde toplandığını düşünün ve
halk yığınlarının bunlar için bir bütün olarak oy kullanması istensin; başka
bir ifadeyle, tüm olaylar ve durumlar için ifade özgürlüğünün yasaklanmasına
ya da her durumda ifade özgürlüğüne izin verilmesine halkoyuyla karar
verilsin... Çok büyük ihtimalle çoğunluk, ifade özgürlüğü lehinde oy
kullanacaktır; yani bir bütün olarak ele alındığında, insanlar tek tek ele
alınıp oylama yapıldığında verecekleri oyun tam tersini kullanacaklardır.
Neden? Nedenlerden biri şudur: Herkes azınlıkta olduğu zaman kendisinin ifade
özgürlüğünden mahrum edilmesine karşı, kendisi çoğunlukta olup başkalarının
ifade özgürlüğünün kısıtlanmasına karşı olduğundan çok daha duyarlıdır. Sonuç
olarak, bir bütün olarak oy verdiğinde, azınlıkta bulunduğu zaman kendi ifade
özgürlüğünün ender olarak kısıtlanmasına, başkalarının özgüree konuşma
hakkının sık sık kısıtlanmasından çok daha fazla ağırlık verdiği görülür.
Bir başka ve para politikasıyla daha doğrudan ilişkili neden, tüm
durum ve olayların bir bütün olarak görülmesi durumunda, izlenen politikanın
kümülatif etkileri bulunduğunun açığa çıkmasıdır. 1ler durumun ayrı ayrı
oylanması durumunda böyle bir kümülatif etki görülmeyecek ya da hesaba
katılmayacaktır. Bay Jones’un köşe başında konuşup konuşamayacağı konusunda bir
ot lama yapıldığında, bu durum genel ifade özgürlüğü politikasının olumlu
etkilerine izin vermez, izin veremez, çünkü özel bir yasama olmaksızın
insanların köşe başlarında konuşma özgürlüğünün bulunmadığı bir toplum, yeni
fikirlerin, deneylerin, değişimin vb. gelişmesinin, herkesçe bilinen çok
çeşitli yollardan engelleneceği bir toplum olacaktır. Şansımız var ki, her
konuşma yapma durumunu ayrı ayrı düşünmemek gibi fedakârca bir kuralı
benimsemiş bir toplumda yaşamaktayız.
işte tam olarak aynı varsayımlar parasal alana uygulanabilir.
liğcr her olay kendi değerine göre düşünülürse, karar verenler yalnızca
sınırlı bir alanı inceliyor ve bir bütün olarak politikanın kümülatif
etkilerini hesaba katmıyor olacaklarından, olayların büyük bölümünde büyük
bir olasılıkla yanlış karar verilecektir. Öte yandan, eğer bir grup olgu bir
bütün olarak ele alınıp genel bir kural benimsenirse, kuralın varlığı,
insanların tutumları vc inançları ve beklentileri üzerinde olumlu etkiler yaratacaktır.
Oysa ayrı avrı olavlara tam anlamıyla avın politikanın ayrı ayrı uygulanması
durumunda —bu politika isteğe bağlı olarak uygulanmış olsa dahi— bu durum ortaya
çıkmayacaktır.
l'.ğer bir kural yasalaştırılacaksa, bu kural nasıl olmalıdır?
Liberal eğilimli kişilerce en sık önerilen kural, fiyat düzeyi kuralıdır, yani
para otoritelerinin istikrarlı bir fivat düzeyi sağlamalarını öngören bir
yasama direktifi. Ben bu tür bir kuralın yanlış olduğunu düşünüyorum. Yanlış
bir kuraldır, çünkü para otoritelerinin kendi faaliyetleriyle
uygulayabilecekleri doğrudan ve net yetkilerinin bulunmaması temel hedeflerden
biridir. Dolayısıyla böyle bir kural sorumlulukların dağılmasına ve otoritelere
çok geniş hareket alanı vara tılma sına vol açar. Hiç kuşkusuz, parasal
faaliyetlerle fiyat düzeyi arasında yakın bir ilişki bulunmaktadır. Ancak bu
ilişki, istikrarlı bir fiyat düzeyi sağlama hedefinin otoritelerin günlük faaliyetlerine
uygun bir kılavuz olmasını sağlavacak kadar yakın, değişmez ve bu kadar
doğrudan bir ilişki değildir.
Benimsenecek kural sorununu başka bir yazımda enine boyuna ele
aldım. Bu nedenle burada, vardığım sonucu belirtmekle yetineceğim. Şimdiki
bilgi düzeyimizde, bu kuralı para miktarının hareketi açısından ortaya kovmak
bana daha uygun görünüyor. Bugün benim tercihim, para otoritelerinin para
miktarında belli bir büyüme hızı sağlamalarını öngören bir yasama kuralı koymaktan
yana olacaktır. Bu amaçla para miktarını, ticarî bankalar dışında dolaşımda
olan bütün para ile ticarî bankaların tüm mevduatlarının toplamı olarak tanım-
VI Program For Monetary StabHity,
op.cit.pp. 77-99. layacağım. Rezerv
Sistemi’nin yapması gerekenin de bu şekilde tanımlanan toplam para miktarının,
aydan aya, hattâ mümkünse günden güne, yıllık yüzde X oranında yükselmesini
sağlamak olduğunu düşünüyorum. Burada X, 3 ile 5 arasında bir rakamdır. Kesin
bir para tanımının kabul edilmesi ve kesin bir artış oranının tercih edilmesi,
özel bir para tanımının ve özel bir artış oranının tercih edilmesinden çok
daha az fark yaratır.
Durum böyle olduğunda, bu kural para otoritelerinin takdir
yetkisini çok büyük ölçüde kısıdarken, Federal Rezerv ve Hazine yetkililerine,
yine de para miktan artış oranı belirleme, borç yönetimi, bankacılığın denetimi
vb. konularda arzu edilenden daha fazla takdir yetkisi bırakmaktadır. Başka
yazılarımda ayrıntılı olarak işlediğim, bankacılık ve malî alanlarda daha
ileri reformlar hem mümkündür hem de gereklidir. Bu reformlar, devletin
bugünkü kredi ve yatırım faaliyetlerine müdahalesini ortadan kaldıracak ve
devlet finansmanı işlemlerini sürekli bir istikrarsızlık ve belirsizlik kaynağı
olmaktan çıkarıp mantığa uygun biçimde düzenli ve öngörülebilir faaliyetlere dönüştürecektir.
Ancak, önemli olmalarına karşın bu ileri reformlar, para otoritelerinin para
miktarı üzerindeki takdir yetkilerini kısıtlayacak bir kuralın benimsenmesi
kadar temel nitelik taşımamaktadırlar.
Yine de vurgulamak isterim ki, özel önerilerimi, para yönetiminde
her şeyi kapsayan, taş tabletlere yazılıp tüm gelecek zamanlar için saklanacak
kurallar olarak görmüyorum. Sadece, mevcut bilgimiz ışığında, makul oranda bir
parasal istikrar sağlamanın en umut verici kuralı olduğunu düşünüyorum. Bu
kuralı işlettikçe, parasal sorunlar hakkında daha çok şey öğrendikçe, daha iyi
sonuçlar veren daha iyi kurallar geliştirebileceğimizi umut ediyorum. Bana
kalırsa böyle bir kural, para politikasını, kurucuları için bir tehdit olmaktan
çıkarıp özgür bir toplumun direği haline getirecek tek uygulanabilir araçtır.
Uluslararası Malî ve Ticarî Düzenlemeler
Uluslararası parasal düzenlemeler sorunu, farklı ulusal paralar
arasındaki ilişkileri ifade etmektedir; başka bir deyişle, bireylerin Amerikan
Dolarını Sterline, Kanada Dolarını Amerikan Dolarına vb. çevirebilme koşullarıdır.
Bu sorun bir önceki bölümde ele alınan paranın kontrolüyle yakından ilgilidir.
Ayrıca hükümetin uyguladığı uluslararası ticaret politikalarıyla da
ilişkilidir, çünkü uluslararası ödemeleri etkileme tekniklerinden biri de
uluslararası ticaretin kontrolüdür.
ULUSIARARASI PARASAL
DÜZENLEMELERİN EKONOMİK ÖZGÜRLÜK AÇISINDAN ÖNEMİ
Teknik niteliğine ve korkunç karmaşıklığına karşın, uluslararası
parasal düzenlemeler bir liberalin ihmal etmeyi göze alamayacağı bir konudur.
Hiç kuşkusuz bugün Birleşik Devletler’de ekonomik özgürlüğe yönelen en ciddi kısa
dönemli tehdit -tabii, eğer bir III. Dünya Savaşı çıkmazsa— ödemeler dengesi
sorununu “çözmek” için çok geniş kapsamlı ekonomik kontrolleri benimsemek
durumunda kalmamızdır. Uluslararası ticarete müdahaleler nedense zararsız
görünür. Devletin ekonomik faaliyetlere müdahale etmesine karşı olanlar tarafından
bile desteklenebildi bu müdahaleler, birçok işadamı tarafından “Amerikan Yaşam
Biçimi”nin bir parçası olarak da görülebilmektedir; oysa alabildiğine geniş
bir alana yayılma gücü bulunan ve serbest girişim açısından da yine
alabildiğine yıkıcı etkileri olan birkaç müdahale vardır. Birçok deneyime
dayanılarak denilebilir ki, bir piyasa ekonomisini otoriter bir ekonomik
topluma dönüştürmenin en etkili yolu, döviz üzerine doğrudan kontroller koymaktır.
Bu bir tek adım, kaçınılmaz olarak ithalat kotalarına, ithal ürünlerini
kullanan ya da ithal ikamesi yapan ülkede yerel üretimin kontrol edilmesine yol
açar ve bövlece sonu gelmeyen bir döngü biçiminde sürüp gider. Senatör Barry
Goldsvater gibi sadık bir serbest teşebbüs savunucusu bile zaman zaman “altın
akışı” denen konuyu tartışırken, döviz işlemlerinde kısıtlamaların bir
“tedavi” olarak gerçekleşebileceğini belirtmek durumunda kalmıştır. Ne var ki,
bu “tedavi” hastalıktan çok ama çok daha kötü bir sonuç verecektir.
Yeni olduğu ileri sürülenin, genellikle bir önceki yüzyılın biraz
kılık değiştirmiş bir artığı biçiminde ortaya çıktığı ekonomi politikasında,
gerçekten yeni bir şeyin varlığına çok ender rastlanır. Bununla birlikte, yanılmıyorsam,
tam gelişmiş döviz kontrolleri ve “paranın çevrilemezliği” konulan birer
istisnadır ve kökenleri, otoriter taraflarını gözler önüne sermektedir. Bildiğim
kadarıyla, bunlar Nazi rejiminin ilk yıllarında I ljalmar Schacht tarafından
icat edilmişti. Geçmişte para birçok kez “çevrilemez” olarak tanımlanmıştır.
Ancak o dönemlerde bu sözcük, o günkü hükümetin kâğıt parayı yasal olarak
belirlenmiş oran üzerinden altına ya da gümüşe veya parasal mal karşılığı
neyse ona çevirmek istemediği ya da çeviremediği anlamını taşıyordu. Çok ender
olarak, bir ülkenin yurttaşlarına ya da orada oturan-
lata belli kağıt parçalarının ticaretini yapmayı yasakladığı
anlamına gelirdi. Örneğin, Birleşik Devletler’de İç Savaş sırasında ve sonraki
beş yıl süresince, Amerikan parası çevrilemezdi, yani yeşil banknot sahibi
bunu Hazine’ye götürüp karşılığında belirli bir miktar altın
alamazdı. Ancak söz konusu dönem boyunca piyasa fiyatından altın satın
alabilir ya da iki taralın karşılıklı anlaştıkları fiyattan, Amerikan parası
karşılığı İngiliz sterlini alım satımı yapabilirdi.
Birleşik Devletler’de dolar, 1933’ten beri, eski anlamıyla,
çevrilemezdir. Amerikalı yurttaşların altın tutmaları ya da altın alım satımı
yapmaları yasaktır. Dolar yeni anlamda çevrilemez değildir. Ama ne yazık ki,
bizi büyük bir olasılıkla er geç bu yöne, yani çevrilemezliğe sürükleyecek
politikalar benimsediğimiz görülmektedir.
ABD PARA SİSTEMİNDE ALTININ ROLÜ
Yalnızca kültürel bir gerileme para sistemimizde altının hâlâ
temel öğe olduğunu düşünmemize yol açabilir. ABD politikasında altının rolü
daha net olarak şöyle tanımlanabilir: Altın öncelikle, buğday ya da diğer tarımsal
ürünler gibi fiyatının desteklendiği bir maldır. Altın destek-fiyat
programımız, buğday destek-fiyat programımızdan üç önemli noktada ayrılır.
Birincisi, destek fiyatı ülke içi üreticilere olduğu kadar yabancı üreticilere
de öderiz; İkincisi, destek fiyattan yalnızca yabancı alıcılara özgürce satış
yaparız, yerlilere değil; altının parasal rolünün önemli bir kutsal kalıntısı
olan üçüncüsü de, I lazine’nin satın alacağı altına ödeme yapmak üzere para
yaratma, yani para basma yetkisi olmasıdır. Böyle olduğu için de altın alımı
için yapılan harcamalar bütçede görünmez ve gerekli harcama miktarlarının Kongre
tarafından onaylanması zorunluluğu yoktur; benzer biçimde Hazine altın
sattığında, defter kayıtlarında yalnızca altın sertifikalarında bir azalış
gösterilir ve karşılığında alınanlardan bütçeye bir girdi gösterilmez.
Altının fiyatı 1943’te ilk kez bir onsu 35 dolar olarak
saptandığında, bu fiyat serbest piyasa fiyatının çok üstündeydi. Bunun
sonucunda Birleşik Devletler’e altın aktı, altın stoku akı yılda üç katına
çıktı ve dünya altın stokunun yarısından çoğu ABD’nin eline geçti. Buğday
“fazlası”nda olduğu gibi, hükümet piyasa fiyatından daha yüksek fiyat verdiği
için altın “fazlası” birikmiş oldu. Son zamanlarda bu durum değişti. Altının
yasal sabit fiyatı 35 dolarda kalırken, diğer mallarınkı iki ya da üç katına
çıktı. Böylece 35 dolar, serbest piyasada oluşabilecek fiyat düzeyinin altında
kaldı.[13]
Sonuç olarak da karşı karsıya olduğumuz sorun, tıpkı kiralarda tavan fiyat
belirlemenin konutlaşmada kaçınılmaz olarak “açık” yaratması gibi, hükümetin
altın fiyatını serbest piyasa fiyatının altında tutma çabası nedeniyle,
“fazlalık” yerine “açık”tır.
Altının yasal fiyatı tıpkı buğday fiyatının zaman zaman
yükseltilmesi gibi, çok önceden yükseltilebilirdi. Ne var ki, altının başlıca
iki büyük üreticisi, dolayısıyla fiyatların yükselmesinden en çok yarar
sağlayacak olan ülkeler, Birleşik Devletlcr’in en az siyasi yakınlık duyduğu
Sovyetler Birliği ve Güney Afrika’dır.
Devletin altın fiyatını kontrolü, başka herhangi bir fi-
yat kontrolü gibi, serbest ekonomiyle bağdaşmaz. Böyle bir sahte
altın standardı, uygulanabilir olmasa da, altının para olarak
kullanılabildiği, serbest ekonomiyle bağdaşan gerçek bir altın standardından
net bir biçimde ayrılmalıdır. 1933 ve 1934 yıllarında Roosevelt yönetimi altın
fiyatlarını yükselttiğinde bununla ilişkili olarak alınan önlemler, altın
fiyatının saptanmasından çok, liberal ilkelerden temel ayrılışı göstermekte ve
özgür dünyanın başına bela olan uygulamaların ilk örneklerini vermekteydi.
Sözünü ettiklerim, altın stokunun kamulaştırılması, parasal amaçlarla özel
ellerde altın tutulması yasağı, özel ve kamusal anlaşmalarda altına ilişkin
maddelerin geçersiz sayılması gibi önlemlerdir.
1933 ve 1934’te çıkarılan bir yasayla, elinde altın olanlar,
altınlarını federal hükümete devretmek zorunda bırakıldı. Tazminat olarak, o
zamanki piyasa fiyatının oldukça altında olan yasal fiyata eşit bir meblağ
ödendi. Yasanın etkili olabilmesi için, Birleşik Devletler’de, sanatsal
amaçlarla kullananlar dışında altın bulundurmak yasadışı ilan edildi. Serbest
girişim toplumunun dayanağı olan özel mülkiyet ilkeleri açısından bundan daha
yıkıcı bir önlem düşünülemezdi. Altının suni bir düşük fiyattan
kamulaştırılmasıyla F’idel Castro’nun suni bir düşük fiyattan arazi ve
fabrikaları kamulaştırması arasında ilke açısından hiçbir fark yoktur. Böyle
bir işe kalkışan ABD, hangi ilkeyi gerekçe göstererek bir başkasına karşı
çıkabilir? Ne var ki, söz konusu altın olunca serbest girişim yandaşlarının
bazıları öylesine büyük bir körlük gösterebiliyorlar ki, 1960’da, J. P. Morgan
Şirketi’nin ardılı Morgan Guaranty Trust Şirketi’nin başkanı Henry Alexander, Amerikan yurttaşlarının altın sahibi olma
yasağının yurt dışında altın tutmayı da kapsamasını önerebildi. Ve bu
önerisi, bankacılık topluluğu tarafından itiraz görmediği gibi Başkan Eisenhower tarafından da benimsendi.
Her ne kadar altının “parasal kullanım için elde tutulması” gibi
mantıksal bir gerekçe gösterildiyse de, altın sahibi olma yasağı, ister iyi
ister kötü, böyle, bir parasal kullanım için konmamıştı. Altının
kamulaştırılması, hükümetin altın fiyatlarındaki artışlardan elde edebilecek
tüm “nakit” kârını toplamasını mümkün kılmak va da belki özel bireylerin bundan
yararlanmalarını önlemek amacıyla gerçekleştirilmişti.
Altına ilişkin maddelerin geçersiz savılması da aynı amaca
yönelikti. Ve bu da serbest girişimin temel ilkesini yıkıcı bir önlemdi. Çünkü
iki tarafın da ivi nivetle ve tam bilinçle giriştiği anlaşmalar, taraflardan
birinin yararına geçersiz ilan ediliyordu!
CARİ ÖDEMELER VE SERMAYE KAÇIŞI
Uluslararası parasal ilişkileri daha genel bir düzeyde ele
alırken, iki farklı sorunu ayırt etmek gerekir: ödemeler dengesi ve altına
yönelme tehlikesi. Sorunlar arasındaki fark, en yalın biçimde, sıradan bir
ticarî banka benzetmesiyle ortaya konabilir. Banka, faaliyetlerini, çalışanların
ücretlerini, aldığı kredilerin faizlerini, malzeme mahvederini, hisse
sahiplerinin kâr paylarını vb. gibi harcamalarını, aldığı hizmet bedelleri,
verdiği kredilerin faizleri ve benzeri gelirlerle denkleştirebilecek şekilde düzenlemek zorundadır. Kısacası, sağlıklı bir
gelir hesabı için çaba harcamalıdır. Ne var ki, gelir hesabı açısından iyi
durumda olan bir banka, mudilerinin herhangi bir nedenle bankaya olan
güvenlerini yitirmeleri ve birdenbire mevduatlarını topluca çekmeye
kalkışmaları durumunda, ciddi bir tehlikeyle karsı karşıya kalabilir. Birçok
sağlam banka, geçen bölümde açıklanan likidite krizi sırasında böyle bir para
çekme hücumu nedeniyle kepenklerini kapatmak zorunda kalmıştır.
Bu iki sorun elbette ki birbiriyle ilişkisiz değildir. Mudilcrin
bankaya olan güvenlerini yitirmelerinin önemli bir nedeni, bankanın gelir
hesabında kayıplar veriyor olması olabilir. Yine de iki sorun çok farklıdır.
Çünkü gelir hesabı sorunları genellikle yavaş yavaş ortaya çıkar ve bunları
çözmek için yeterli zaman bulunur. Birdenbire ortaya çıktıklarına çok ender
rastlanır. Öte yandan, para çekmeye hücum, bazen ansızın ortaya çıkar vc
önceden kestirilmesine olanak yoktur.
İşte Birleşik Devletler de buna paralel bir durum sergilemektedir.
Ülkede ikamet edenler ve ABD hükümetinin kendisi, özel ya da kamusal olarak,
öteki ülkelerden mal veya hizmet satın almak, yabancı girişimlere yatırım
yapmak, borç faizlerini ve aldığı kredileri ödemek, başkalarına yardım etmek
için dolar karşılığında döviz almaya çalışmaktadır. Aynı zamanda yabancılar da
benzer amaçlarla döviz karşılığında dolar alırlar. Bu noktada döviz alımı için
harcanan dolar miktarı, dövizle satın alınan dolar miktarına eşit olmalıdır;
tıpkı satılan ayakkabı sayısının alınan ayakkabı sayısına eşit olması gibi.
Aritmetik aritmetiktir ve birinin satın aldığı ötekinin sattığıdır. Ancak
herhangi bir dövizin dolar cinsinden fiyatından, bazılarının harcamak istediği
dolar miktarının ötekilerin satın almak istedikleri miktara eşit olacağı konusunda
hiçbir garanti yoktur; tıpkı belirlenen herhangi bir ayakkabı fiyatından,
insanların satın almak istedikleri ayakkabı sayısının başkalarının satmak
istedikleri sayıya eşit olacağının garantisi olmaması gibi. Deneysel (ex post)
eşitlik, varsayımsal (ex ante) tutarsızlıkları ortadan kaldıran bir mekanizmayı
yansıtır. Bu amaç için uygun bir mekanizma bulma sorunu, bankanın gelir hesabı
sorununun aynısıdır.
Buna ek olarak Birleşik Devletler’in, bankaların hücumu önleme
sorununa benzer bir sorunu vardır. ABD yabancı merkez bankalarına ve
hükümetlere altını ons başına 35 dolardan satmayı taahhüt etmiştir. Yabancı
merkez bankaları, hükümetler ve bu ülkelerde oturanlar Birleşik Devletler’de
mevduat ya da anında dolara çevrilebilecek ABD tahvilleri şeklinde büyük
fonlara sahiptirler. Herhangi bir zamanda bu değerli evrak sahipleri
ellerindeki dolar karşılıklarını altına çevirmek için ABD Hazinesi’ne hücum
etmeye başlayabilir. İşte 1960 sonbaharında meydana gelen tam olarak budur ve
gelecekte, öngörülemeyen bir tarihte yeniden yaşanması da büyük bir
olasılıktır.
iki sorun iki şekilde birbiriyle ilişkilidir. Birincisi, bir banka
için gelir hesabı güçlükleri, nasıl güvenin yitirilmesinin baş nedeniyse, aynı
şey ABD’nin altını ons başına 35 dolardan satma taahhüdü için de geçerlidir.
Ellerinde dolar bulunduranların bunları altına va da başka paralara çevirmek
istemelerinin temel sebebi, ABD’nin döviz hesabını dengeleyebilmek için
dışardan borç almak zorunda kalmasıdır. İkincisi, altının sabit fivatı, bir
başka fiyat dizisinde, alım satım yaparak istikrar sağlamak için kullanılan
bir araç olarak benimsenmiştir. Bu fiyat dizisi, doların diğer para birimleri
karşısındaki fivatidir. Altının akışıvsa, ödemeler dengesinde varsayımsal
(ex-antc) sapmaların çözümünde kullanmak üzere benimsediğimiz bir araçtır.
DIŞ ÖDEMELER DENGESİNİ SAĞLAMAK İÇİN ALTERNATİF MEKANİZMALAR
Bu ilişkilerin her ikisine de ışık tutabilmek amacıyla, ödemelerde
denge sağlamak için ne gibi alternatif mekanizmaların mümkün olduğunu ele
almak gerekmektedir. Çünkü ödemeler dengesi her iki soruna da birçok açıdan
temel teşkil etmektedir.
Birleşik Devletler’in uluslararası ödemelerinde genel olarak
denge sağladığını, ama ortaya çıkan bir olayın bu durumu değiştirdiğini
varsayalım. Sözgelimi, yabancıların almak istedikleri dolar miktarının, ABD’de
ikamet edenlerin satmak istedikleri miktara oranla azaldığını ya da olaya
öbür yandan bakarsak, ellerinde dolar bulunanların almak istedikleri döviz
miktarının, ellerindeki dövizi dolar karşılığı satmak isteyenlerin miktarına
göre arttığını düşünelim, işte bu, ABD ödemeler dengesinde “açık” yaratacak bir
tehlikedir. Böyle bir durum, yurtdışındaki üretim verimliliğinin artması ya da
ülke içinde azalması sonucu ortaya çıkabilir; ABD’nin dış yardım
harcamalarının artması ya da öteki ülkeleritıinkinin azalması gibi durumlarda
ya da milyonlarca başka değişikliklerde her zaman görülebilir.
Bu tür bir bozukluğa bir ülkenin urum sağlayabilmesi için dört
yol, sadece dört yol vardır ve bu yolların bazı bileşimlerinin kullanılması
gerekir.
1. ABD’nin elindeki döviz rezervleri aşağı çekilebilir ya da
yabancıların ABD doları rezervleri yükseltile
bir ayakkabı fiyatından, insanların satın almak istedikleri
ayakkabı sayısının başkalarının satmak istedikleri sayıya eşit olacağının
garantisi olmaması gibi. Deneysel (ex post) eşitlik, varsayımsal (ex ante)
tutarsızlıkları ortadan kaldıran bir mekanizmayı yansıtır. Bu amaç için uygun bir
mekanizma bulma sorunu, bankanın gelir hesabı sorununun aynısıdır.
Buna ek olarak Birleşik Devletler’in, bankaların hücumu önleme
sorununa benzer bir sorunu vardır. ABD yabancı merkez bankalarına ve
hükümetlere altını ons başına 35 dolardan satmayı taahhüt etmiştir. Yabancı
merkez bankaları, hükümetler ve bu ülkelerde oturanlar Birleşik Devletler’de
mevduat ya da anında dolara çevrilebilecek ABD tahvilleri şeklinde büyük
fonlara sahiptirler. Herhangi bir zamanda bu değerli evrak sahipleri
ellerindeki dolar karşılıklarını altına çevirmek için ABD Hazinesi’ne hücum
etmeye başlayabilir. îşte 1960 sonbaharında meydana gelen tam olarak budur ve
gelecekte, öngörületneyen bir tarihte yeniden yaşanması da büyük bir
olasılıktır.
iki sorun iki şekilde birbiriyle ilişkilidir. Birincisi, bir banka
için gelir hesabı güçlükleri, nasıl güvenin yitirilmesinin baş nedeniyse, aynı
şey ABD’nin altını ons başına 35 dolardan satma taahhüdü için de geçerlidir.
Ellerinde dolar bulunduranların bunları altına ya da başka paralara çevirmek
istemelerinin temel sebebi, ABD’nin döviz hesabını dengelenebilmek için
dışardan borç almak zorunda kalmasıdır. İkincisi, altının sabit fivatı, bir
başka fiyat dizisinde, alım satım yaparak istikrar sağlamak için kullanılan
bir araç olarak benimsenmiştir. Bu fiyat dizisi, doların diğer para birimleri
karşısındaki fivatidir. Altının akışıysa, ödemeler dengesinde varsayımsal
(ex-ante) sapmaların çözümünde kullanmak üzere be nimsediğimiz bir araçtır.
DIŞ ÖDEMELER DENGESİNİ
SAĞLAMAK İÇİN ALTERNATİF MEKANİZMALAR
Bu ilişkilerin her ikisine de ışık tutabilmek amacıyla, ödemelerde
denge sağlamak için ne gibi alternatif mekanizmaların mümkün olduğunu ele
almak gerekmektedir. Çünkü ödemeler dengesi her iki soruna da birçok açıdan
temel teşkil etmektedir.
Birleşik Dcvletler’in uluslararası ödemelerinde genel olarak
denge sağladığını, ama ortaya çıkan bir olayın bu durumu değiştirdiğini
varsayalım. Sözgelimi, yabancıların almak istedikleri dolar miktarının, ABD’dc
ikamet edenlerin satmak istedikleri miktara oranla azaldığını ya da olaya
öbür yandan bakarsak, ellerinde dolar bulunanların almak istedikleri döviz
miktarının, ellerindeki dövizi dolar karşılığı satmak isteyenlerin miktarına
göre arttığını düşünelim. İşte bu, ABD ödemeler dengesinde “açık” yaratacak bir
tehlikedir. Böyle bir durum, yurtdışındaki üretim verimliliğinin artması ya da
ülke içinde azalması sonucu ortaya çıkabilir; ABD’nin dış yardım
harcamalarının artması ya da öteki ülkelerininkinin azalması gibi durumlarda
ya da milyonlarca başka değişikliklerde her zaman görülebilir.
Bu tür bir bozukluğa bir ülkenin uvum sağlayabilmesi için dört
yol, sadece dört yol vardır ve bu yolların bazı bileşimlerinin kullanılması
gerekir.
1.
ABD’nin
elindeki döviz rezervleri aşağı çekilebilir ya da yabancıların ABD dolan
rezervleri yükseltilebilir. Uygulamada bunun anlamı, ABD hükümetinin altın
stokunun azalmasına izin verebileceğidir. Çünkü altın dövizle
değiştirebileceği ya da altınla döviz borç alınabileceği için bunların resmî
değişim oranlarından dolara çevrilmesi mümkün kılınabilir; ya da yabancı hükümetler
ABD’de ikamet edenlere resmî oranlardan döviz satarak dolar birikimi
yapabilirler. Rezervlere dayanmak, hiç kuşkusuz, geçici bir çare olarak en
iyisidir. Aslında ödemeler dengesi konusundaki büyük kaygı nedeniyle ABD’nin
geniş çapta kullandığı çözüm yolu tam da budur.
2.
Birleşik
Devletler’deki fiyatlar, yabancı ülkelerdeki fiyatlara göre aşağı çekilmeye
zorlanabilir. Bu, tam gelişmiş altın standardı uygulaması çerçevesinde temel
uyum mekanizmasıdır. Başlangıçtaki açık dışarıya altın akışı yaratacaktır
(yukarıda 1. mekanizma); altının dışarıya akışı da para stokunda düşüşe neden
olacaktır; para stokundaki gerilemeyse ülke içinde fiyatların ve gelirlerin
düşmesine yol açacaktır. Aynı zamanda yurt dışında bunun tersi etkiler meydana
gelecektir: İçeriye altın akışı para stokunu şişirecek, dolayısıyla fiyatları
ve gelirleri yükseltecektir. Düşük ABD fiyatları ve yüksek yabancı fiyatlar,
Amerikan mallarını yabancılar açısından çekici kılacak, böylece satın almak
istedikleri dolar miktarı artacaktır; öte yandan, fiyat değişimleri yabancı
malları Amerikalılar için daha az çekici kılacak, bu nedenle de satmak
istedikleri dolar miktarı azalacaktır. Bu iki yönlü etki açığı azaltacak ve
daha çok altın akışına gerek kalmadan dengeyi yeniden kuracaktır.
Modern standart yönetiminde bu etkiler otomatik değildir, ilk
adımda altın akışı gerçekleşebilir, ama ülkelerdeki para otoriteleri aksine
karar vermedikleri sürece ne altını kaybeden ülkede, ne de altını kazanan ülkede
bu olay para miktarını etkileyecektir. Günümüzde her ülkede merkez bankası ya
da hazine, altın akışlarının etkisini güçlendirme ya da altın akışları olmadan
para stokunu değiştirme yetkisine sahiptir. Bu yüzden bu mekanizma, ancak
para otoritelerinin ödemeler dengesi açık veren ülkede deflasyon, dolayısıyla
işsizlik yaratmak istemeleri durumunda ya da ödemeler dengesi fazlalık veren
ülkelerdeki otoritelerin enflasyon yaratmak istemeleri durumunda
kullanılabilir.
3.
M Aynı etkiler, ülke içi
fiyatların değişiminde olduğu gibi, döviz kurlarında da bir değişiklik
yaratabilir. Sözgelimi, 2. mekanizmada belli bir arabanın fiyatı Birleşik
Amerika’da yüzde 10 oranında düşerek 2800 dolardan 2520 dolara inmiş olsun.
Eğer her yerde sterlinin fiyatı 2,80 dolarsa, İngiltere’de arabanın fiyatı
(navlun ve öteki masraflar dışında) 1000 sterlinden 900 sterline düşecektir.
Eğer sterlinin fiyatı 2,80’den 3,11 dolara yükselirse, bu kez arabanın ABD
fiyatında bir değişiklik olmadan, İngiltere’deki fiyatında aynı düşüş
gerçekleşecektir. Daha önce 2800 dolar elde etmek için 1000 sterlin harcaması
gereken bir İngiliz şimdi 2800 doları 900 sterline alabilecektir. Ama kendisi,
döviz kurlarındaki değişikliği bilmediği sürece, bu maliyet düşüşü ile ABD
fiyatındaki bu düşüş nedeniy le meydana gelen azalma arasındaki farkı
anlamayacaktır.
Uygulamada döviz kurlarındaki değişiklikler birçok şekilde meydana
gelebilir. Bu değişiklik, günümüzde pek çok ülkede olduğu gibi kesin döviz kuru
türlerinden birisinin sonucu olarak devalüasyon ya da değer kazandırma
yoluyla da gerçekleştirilebilir. Bu aslında, kendi para birimini
sabitleşebilmek için fiyatını değiştiren bir hükümet bildirisidir. Alternatif
olarak, döviz kurunun saptanması için sabitlenmesi hiç de gerekli olmayabilir.
Tıpkı 1950’den 1962’ye kadar Kanada dolarında olduğu gibi, serbest piyasa kuru
olabilir. Eğer piyasa kuru olacaksa yine Kanada’da 1952’den 1962’ye kadar
olduğu gibi, öncelikle özel girişimler tarafından belirlenen gerçek bir piyasa
kuru olmalıdır; ya da 1931’den 1939’a kadar İngiltere’de ve 1950’den l®62’ye,
sonra yine 1961’den 1962’ye kadar Kanada’da yapıldığı gibi hükümetin
spekülasyonlarıyla ayarlanmış kurlar olabilir.
4.
İkinci
ve üçüncü mekanizmalarla yapılan ayarlamalar, yurtiçi fiyatlardaki ya da döviz
kurlarındaki değişimin harekete geçirdiği mal ve hizmet akışı değişiklikleriyle
uyumludur. Ticarete uygulanan doğrudan hükümet kontrolleri ya da müdahaleleri
yerine, ABD’nin dolar harcamalarını azaltmak ve gelirlerini çoğaltmak yoluna
gidilebilir. İthalatı kısmak için gümrük tarifeleri konabilir, ihracatı
desteklemek için teşvikler verilebilir, çeşitli mallara ithalat kotaları
uygulanabilir, ABD yurttaşlarının ya da şirketlerinin yurtdışmdaki sermaye
yatırımları kontrol edilebilir ve döviz kontrolüne ilişkin daha nice araç
kullanılabilir. Bu kategoriye, yalnızca özel etkinlikler üzerindeki kontroller
değil, ödemeler dengesini sağlamak için hükümet programlarında değişiklikler
yapılması da dâhil edilmelidir. Dış yardım alanların bunu Birleşik
Devletler’de harcamaları istenebilir; Silahlı Kuvvetler -kendi kendileriyle
çelişkili bir terminolojiyle“dolar” tasarruf etmek için, yurt dışında
aldığında daha ucuza sağlanabilecek mallan, Birleşik Devletler’de daha pa
halıya elde edebilir vs...
Bütün bu hayret uyandırıcı düzenlemeler hemen hemen aynı kategoridedir.
Belirtilmesi gereken önemli nokta, bu dört yoldan biri ya da
ötekinin kullanılması ve kullanılmak zorunda olmasıdır. Çift kayıtlı muhasebe
defterlerinde borç-alacak toplamları tutmalıdır. Ödemeler tahsilatlarla eşitlenmelidir.
Tek soru “nasıl”dır.
Süregelen ulusal politikamız öyle gösteriyor ki, bunların
hiçbirini yapmadık ve yapmayacağız. Başkan Kennedy 1961 Aralığında Ulusal
İmalatçılar Derneği’nde yaptığı bir konuşmada şöyle dedi: “Bu yönetim iş başında
olduğu sürece —bunu açık bir bildiri olarak tekrarlıyorumdöviz kontrolleri
koymak, ticaret engelleri yaratmak, doları devalüe etmek ya da ekonomik
iyileşmemizi boğmak gibi amaçlar gütmeyecektir.” Mantıksal olarak bu ifade
iki olasılık yaratmaktadır: Biri, öteki ülkelerin söz konusu önlemleri
almalarını sağlamaktır ki, bu hiç de emin olamayacağımız bir yoldur; diğeri de
rezervleri aşağı çekmektir ki, Başkan ve yetkililer bunun sürmesine izin
verilmemesi gerektiğini ısrarla yinelemişlerdir. Bununla birlikte, Time
dergisinin bildirdiğine göre, Başkan’ın “vaadi” hazır bulunan işadamlarınca
“bir alkış patlamasına” yol açmıştır. Bugüne kadar açıklanmış politikamız göz
önüne alındığında, durumumuz, gelirini aşan bir biçimde yaşavan, ama daha fazla
kazanmasının ya da daha az harcamasının ya da borç almasının veya bu açığı
varlıklarından finanse etmesinin mümkün olmadığında ısrar eden birine
benzemektedir!
Bir tek tutarlı politika benimsemeye istekli olmadığımız için biz
ve bizim gibi deve kuşu misali demeçler veren ticarî ortaklanınız, dört
mekanizmanın tümü
ne birden başvurmak zorunda kalmaktayız. Savaş sonrası yılların
başında ABD rezenden yükseldi, şimdilerdeyse düşmekte. Rezervlerimiz
yükseliyor olsaydı hiç yapamadığımız kadar kolaylıkla enflasyona yeşil ışık
yakardık; oysa altının azalması yüzünden 1958’den beri daha deflasyonist bir
politika izlivorduk. Altının resmî fiyatını değiştirmemize karşın, ticari
ortaklarımız kendi fiyatlarını değiştirdiler, dolayısıyla onların paralarıyla
dolar arasındaki kambiyo kuru değişti ve bu ayarların ortaya çıkışında ABD
baskısı da yok değildi. Sonunda ticarî ortaklarımız geniş kapsamlı doğrudan
kontroller kullandılar ve onların yerine biz ödemeler dengesi açığıyla karşı
karşıya kaldığımız için ödemelerde doğrudan müdahalelere başvurduk. Bunlar,
ufak ama çok belirtisel bir adım olarak turistlerin gümrüksüz getirebilecekleri
yabancı malların miktarını kısıtlamaktan, dış yardım harcamalarının ABD’de
yapılmasını zorunlu kılmaya, aileleri deniz aşırı hizmetlere katılmaktan alıkoymaya,
petrole daha eli sıkı ithal kotaları uygulamaya kadar varan çok geniş kapsamlı
önlemlerdir. Dahası, yabancı hükümetlerden, ABD ödemeler dengesini
güçlendirici özel önlemler almalarını istemek gibi küçültücü bir adım atmak
durumunda bile kaldık.
Söz konusu dört mekanizmadan “doğrudan kontroller”in kullanılması
açıkça her açıdan en kötüsüdür ve hiç kuşkusuz, özgür bir toplum için en yıkıcı
olanıdır. Açık seçik bir politika yerine, şu ya da bu biçimde bu tür
kontrollere giderek daha çok dayanır olduk. Bir yandan halkın önünde serbest
ticaretin erdemleri konusunda vaaz verirken, öte yandan ödemeler dengesinin
inanılmaz baskısıyla ters yönde hareket etmek zorunda kalmış bulunuyoruz vc bu
yolda daha da ileri gitmek gibi büyük bir tehlikeyle karşı karşıyayız.
Tarifeleri (gümrük engellerini) azaltmak için akla gelebilecek tüm yasaları
geçirebiliriz; hükümet azaltılacak gümrük oranlan konusunda görüşmeler
yapabilir; yine de ödemeler dengesi açığını çözmek için bir alternatif
mekanizma benimsemezsek, bir dizi ticaret engelinin verine başkalarını koymak
zorunda kalırız, bunlar da gerçekten daha iyilerinin yerine daha kötülerinin
uygulanması olur. Tarifeler kötüvse, kotalar ve diğer doğrudan müdahaleler daha
da kötüdür. Tarife de tıpkı piyasa fiyatı gibi, kişisel değildir ve devletin
iş etkinliklerine doğrudan müdahalesini gerektirmez; kota ise diğer idari
müdahaleler gibidir, yöneticilere özel çıkarları bitirmek için “iyi fırsat”lar
verir. Belki tarifelerden de, kotalardan da daha kötüsü ekstra yasal düzenlemelerdir,
Japonya’nın dokuma ihracatını kısıtlamak için “gönüllü” antlaşma yapması gibi.
SERBEST PİYASA ÇÖZÜMÜ OLARAK DALGALI KURTAR
Serbest piyasa ve serbest ticaretle tutarlı olan yalnızca iki
mekanizma vardır. Biri tam otomatik uluslararası altın standardıdır. Önceki
bölümde gördüğümüz gibi, bu ne mümkündür ne de arzu edilen bir durumdur. Her
koşulda bunu yalnız başımıza benimsememiz olanaksızdır. Öteki ise, hükümet
müdahalesi olmaksızın piyasadaki özel işlemlerle belirlenen ve serbestçe dalgalanan
kur sistemidir. Bu da bir önceki bölümde savunduğumuz parasal kuralın en büyük
serbest piyasa karşılığıdır. Eğer bunu benimsemezsek, serbest ticaret alanını
genişletmeyi kaçınılmaz olarak başaramayacağız ve eninde sonunda ticarete
geniş kapsamlı doğrudan kontroller koymak zorunda kalacağız. Ötekilerde olduğu
gibi, bu alanda da koşullar beklenmedik biçimde değişebilir ve değişmektedir
de. Şimdi (Nisan 1962) karşı karşıya olduğumuz bu güçlükleri atlatabilir ve
açık yerine fazla vermek, rezervleri eritmek yerine biriktirmek gibi bir
duruma gelebiliriz. Eğer böyle olursa, bunun anlamı yalnızca, diğer ülkelerin
kontroller uygulama gereğiyle karşı karşıya kalacak olmalarıdır. 1950’de
yazmış olduğum bir makalede dalgalı kur sistemini önerirken, konu, o zamanki
“dolar darlığı”na eşlik eden Avrupa’nın ödeme zorluklarına ilişkindi. Böyle
bir tersyüz oluş her zaman mümkündür. Gerçekte bu tür değişikliklerin nasıl ve
ne zaman meydana geleceğini kestirmekteki güçlük de tam olarak budur ve
serbest piyasa için ileri sürülen temel savı oluşturmaktadır. Bizim sorunumuz
bir ödemeler dengesi sorununu “çözmek” değildir; bizim sorunumuz uluslararası
ticareti, koşullardaki değişikliklere serbest piyasa güçlerinin çabucak,
etkili ve otomatik tepki göstermesini sağlayacak işleyen bir mekanizmanın
benimsenmesiyle ödemeler dengesi sorununu çözmektir.
Böylesine serbest piyasa mekanizmasına uygun bir sistem olduğu
açıkça görülmesine karşın serbest dalgalı kur sistemi yalnızca çoğunlukla
profesyonel iktisatçıların oluşturduğu oldukça az sayıda liberal tarafından
desteklenmiştir ve diğer tüm alanlarda devlet müdahalesini ve fiyat
saptamasını reddeden birçok liberal buna karşı çıkmıştır. Neden böyledir?
Bunun bir nedeni sadece statükonun tiranlığıdır. İkinci bir nedeni ise, gerçek
altın standardıyla sahte altın standardının birbirine karıştırılmasıdır.
Gerçek altın standardı uygulamasında, ülkelerin farklı miktarlardaki altını
ifade eden farklı para birimleri farklı isimler taşıyacağından, farklı ulusal
paraların birbirlerine karşılık fiyatları hemen hemen değişmez olacaktır.
Yalnızca isimsel olarak altına uyma biçimini benimsemekle gerçek altın
standardının esasını elde edebileceğimizi sanma yanılgısına kolayca düşebiliriz;
oysa bu, değişik ulusal paraların fiyatlarının birbirine karşı, yalnızca
tedirgin piyasalarda birtakım oyunlarla saptanmış fiyatlar nedeniyle değişmez
olduğu düzmece bir altın standardını benimsemektir. Üçüncü neden, herkesin
kendisini özel muameleve layık görürken, başkaları için serbest piyasanın
kaçınılmaz olduğuna inanmasıdır. İnsan doğası böyledirve bu özellikle
bankacıları döyiz kurları açısından etkiler. Garantili bir fiyat olsun
isterler. Dahası, döviz kurlarındaki dalgalanmalarla başa çıkacak piyasa
araçlarına sahip değillerdir. Serbest döviz piyasasında spekülasyon ve
arbitrajda uzmanlaşmış şirketler yoktur. Bu, statükonun tiranlık biçimlerinden
bindir. Örneğin, Kanada’da bazı bankacılar, onlara farklı bir statüko
kazandıran on yıllık serbest kur uygulamasından sonra, bunun sürmesini
isteyenlerin ve hem sabit kura hem hükümetin kur ayarlamalarına karşı
çıkanların başında gelmekteydiler.
Bütün sebeplerden daha önemlisi, öyle zannediyorum ki, dalgalı
kur deneyimi konusundaki istatistiksel yanılgının neden olduğu bir yanlış
yorumdur ki bunun gerçekliği standart bir örnekle kolayca görülebilir: Arizona’da
veremden ölüm oranı diğer eyaletlerden daha yüksek olduğu için ABD’de veremli
birinin gidebileceği en kötü yer Arizona’dır. Bu örnekteki hata apaçık ortadadır.
Döviz kurları söz konusu olduğunda ise durum biraz daha karmaşıktır. Ülkeler
içerdeki yanlış parasal yönetim ya da başka bir nedenle ciddi malî zorluklara
düştüklerinde, son çare olarak esnek döviz kurlarına başvurmak durumunda
kalırlar. I liçbir döviz kontrolü ya da ticarete konan doğrudan kısıtlama,
ekonomik çizgilerden çok uzak çizgide bir kur oranı saptanmasını sağlayamaz.
Sonuçta dalgalı döviz kurlarının çoğunlukla malî ve ekonomik istikrarsızlıkla
ilişkili olduğu tartışma götürmez bir gerçektir; buna örnek olarak hiperenflasyon
ya da birçok Güney Amerika ülkesinde görülen ciddi ama hiperenflasvon olmavan
durumlar gösterilebilir. Birçoğunun yaptığı gibi, dalgalı döviz kurlarının bu
tür bir istikrarsızlık yarattığı sonucuna varmak kolaydır.
Dalgalı döviz kurlarından yana olmak, istikrarsız döviz
kurlarından yana olmak anlamına gelmez. Ülke içinde serbest fiyat sistemini
desteklememiz, fivatlann şiddetli iniş çıkış gösterdiği bir sistemi
desteklediğimizi göstermez. Amacımız, fiyatların serbestçe dalgalanabileceği,
ama bunları belirleyen güçlerin yeterince istikrarlı olduğu, dolayısıyla
fiyatların ılımlı ölçüler içinde hareket ettiği bir sistemdir. Aynı şey dalgalı
döviz kurları sistemi için de geçerlidir. Asıl hedef, temel ekonomik politikalar
ve koşulların istikrarlı olması nedeniyle, döviz kurlarının serbestçe
değişebildiği ama aslında çok istikrarlı olduğu bir dünyadır. Döviz kurlarının
istikrarsızlığı, bunun altındaki ekonomik yapının istikrarsızlığının bir belirtisidir.
Döviz kurlarını idari bir kararla sabitlemek suretiyle bu belirtiyi ortadan
kaldırmak, bunun altında vatan hiçbir zorluğu çözmez, hattâ bunlara uyum
sağlamayı daha zor hale getirir.
ALTIN VE DÖVİZDE SERBEST
PİYASA İÇİN GEREKLİ POLİTİKA ÖNI.<MLfiRİ
Birleşik Devletler’in hem altında hem de dövizde gerçek bir
serbest piyasa geliştirmesi için alınması gerektiğine inandığım önlemleri
ayrıntılı olarak belirlememin, tartışmanın somut terimlerle ortaya çıkmasına
yardımcı olabileceğini düşünüyorum.
1.
ABD
herhangi bir sabit fiyattan altın alım satımı yapma taahhüdünde olmadığını
ilan etmelidir.
2.
Bireylere
altın bulundurmayı ya da alıp satmayı yasaklayan yasa kaldırılmalıdır; böylece
altının ulusal paralar da dâhil, diğer mallar ya da malî araçlar karşılığında
alınabildiği ya da satılabildiği fiyat üzerinde kısıtlama olmaması
sağlanmalıdır.
3.
Rezerv
Sistemi’nin borçlar toplamının yüzde 25’ine eşit altın sertifikalan tutma
zorunluluğuna ilişkin yasa kaldırılmalıdır.
4.
Buğday
fiyatı destekleme programı gibi, altın fiyatı destekleme programından tümüyle
kurtulmaktaki temel problem birikmiş devlet stoklarının ne yapılacağıdır ve
bu geçici bir sorundur. İki durumda da benim görüşüm, hükümetin vakit
geçirmeden 1. ve 2. maddelerdeki adımları atarak yeniden serbest piyasa tesis
etmesi ve tüm stoklarını hemen elden çıkarması gerektiği yönündedir. Bununla
birlikte, hükümet muhtemelen bu stokların aşamalı olarak elden çıkarılmasını
tercih edecektir. Bana kalırsa buğday için beş yıl yeterince uzun bir süredir,
bu nedenle hükümetin her yıl stokun beşte birini elden çıkarmasından yanayım.
Bu süre altın için de uygundur. Dolayısıyla beş yıllık sürede hükümet altın
stoklarını serbest piyasada açık artırmayla eritmelidir.
Serbest altın piyasasında bireyler altın için depo sertifikasını
altının kendisinden daha yararlı bulabilirler. Böyle olduğunda, özel girişim,
hiç kuşkusuz, altının saklanması ve sertifika çıkarılması hizmetini
sağlayabilir. Neden altının depolanması ve depo sertifikalarının çıkarılması,
kamulaştırılmış bir endüstri olmak zorunda olsun ki?
5.
ABD,
dolarla diğer paralar arasında resmî döviz kurları belirlemeyeceğini ve buna ek
olarak, döviz kurlarını etkilemeyi hedefleyen spekülatif va da benzeri etkinliklerde
bulunmayacağını da ilan etmelidir. Böylece döviz kurları serbest piyasalarca
belirlenecektir.
6.
Bu
önlemler, Uluslararası Para Fonu’nun (IMF’) bir üyesi olarak, dolar için resmî
bir parite belirlemedeki şekil yükümlülüğümüzle çelişebilir. Bununla birlikte,
IMF, Kanada’nın yasa maddeleriyle bir parite belirlemekte başarısız olmasını
uzlaştınlabilir bulmuş ve Kanada için dalgalı kur uygulamasını onaylamıştır.
Aynı şeyin ABD için de uygulanmasına bir engel yoktur.
7.
Öteki
uluslar dolar karşısında kendi paralarını sabitlemeyi yeğleyebilirler. Bu
onları ilgilendirir ve onların paralarını sabit bir fiyattan alıp satma
taahhüdünde bulunmadığımız sürece buna karşı çıkmamız için bir neden yoktur.
Bu ülkeler ancak daha önce sıraladığımız önlemlerden birini veya birkaçını
kullanarak, yani rezervleri eriterek ya da arttırarak, ülke içi politikalarını
ABD’nin politikalarıyla eşgüdümlü yürüterek, ticarete doğrudan uyguladıkları
kontrolleri sıklaştırarak ya da gevşeterek dolara karşı paralarını sabitlemeyi
başarabileceklerdir.
TİCARETTEKİ ABD
KISITLAMALARINI KALDIRMAK
Ana hatlarını verdiğimiz bu tür bir sistem, ödemeler dengesi
sorununu kökünden çözecektir. Böylece üst düzey hükümet yetkililerinin yabancı
ülkelerden ve merkez bankalarından yardım istemelerine sebep olan ödemeler
dengesi açığının ortaya çıkması mümkün olmayacaktır. Amerika Başkanı’nın,
bankasına yeniden güven sağlama çabasındaki taşra bankacısı gibi davranmasına
ya da ithal kısıtlamaları uygulamak için yönetimi serbest ticaret vaazları
vermeye zorlamasına veya ödemelerin yapıldığı paranın adı gibi önemsiz bir
sorun uğruna ulusal ve kişisel çıkarları feda etmesine de gerek kalmayacaktır.
Ödemeler her zaman dengelenecek, çünkü fiyat, yani döviz kuru, bu dengeyi
yaratmakta serbest olacaktır. Alıcı bulamayan hiç kimse dolar satmayacak ya da
satıcı bulamazsa almayacaktır.
Böylelikle dalgalı döviz kurları, mal ve hizmetlerde tam bir
serbest ticarete doğru etkili bir biçimde ilerlememizi mümkün kılacaktır.
Yalnızca bazı kasıtlı müdahaleler gibi engeller siyasi ve askerî gerekçelerle
haklı gösterilebilir; örneğin, stratejik malların komünist ülkelere satışının
yasaklanması gibi. Oysa sabit döviz kurları cenderesine bağlı kalındığı
müddetçe serbest ticarete doğru ilerlememiz kesinlikle söz konusu olamaz.
Tarifeler ya da doğrudan kontroller olasılığı gerekirse emniyet sübabı olarak
elde tutulmalıdır.
Dalgalı döviz kuru sistemi, serbest ticarete karşı ileri sürülen
en gözde savın yanılgısını apaçık ortaya koyacak bir yan avantaja sahiptir. Bu
sav, başka yerlerdeki “düşük” ücretlerin ABD’deki “yüksek” ücretleri korumak
için gerekli olduğudur. Amerikalı işçinin saat başına aldığı 4
dolarla karşılaştırıldığında, Japon işçinin saat basına aldığı 100 yen düşük ya
da yüksek midir? Bu tümüyle döviz kuruna bağlıdır. Döviz kurunu ne belirler?
Ödemeleri dengeleme gerekliliği; mesela Japonlara satabileceklerimizin
miktarını onların bize satabileceklerinin miktarına kabaca eşitlemek döviz
kurunu belirleyecektir.
Daha basit anlatırsak; Japonya ile ABD’nin yalnızca birbirleriyle
ticaret yapan iki ülke olduğunu ve döviz kuru olarak da 1000 yenin bir dolar
olduğunu varsayalım. Japonlar yabancı ticarete girecek her kalemi ABD’den daha
ucuza üretebiliyorlar. Bu döviz kurunda Japonlar bize daha çok satış
yapabilirler. Bizse onlara hiçbir şey satamayız. Onlara banknot dolarla ödeme
yaptığımızı varsayalım. Japon ihracatçıları bu dolarları ne yapacaklar?
Yiyemezler, giyemezler, içinde yaşayamazlar. Eğer yalnızca elde tutmak
isteselerdi, dolar basmak harika bir ihracat endüstrisi olurdu. Bundan elde
edilen gelir, Japonlar tarafından neredeyse bedavaya satılan havatın
nimetlerine hepimizin sahip olmasını mümkün kılardı.
Ne var ki, Japon ihracatçıları dolarları ellerinde tutmak
istemeyeceklerdir. Bunları yen karşılığında satmak isteyeceklerdir. Diyelim ki,
bir dolara satın alacakları bir şey yoktur, bir dolarla bunun karşılığı olan
1000 yenden daha ucuz bir şeyi satın alamazlar. Elinde yen olan biri, niçin
1000 yenle satın alabileceğinden daha az mal elde etmesine neden olan bir
dolara 1000 yen versin ki? Hiç kimse vermez. Japon ihracatçısının dolarlarını
venle değiştirebilmesi için daha az yen almayı önermesi gerekmektedir; yani
yen karşısında doların fiyatı 1000’den daha düşük ya da dolar karşısında yen
doların binde bi-
rınden daha yüksek olmak durumundadır. Ancak 500 yen bir dolar
olursa, Japon malları Amerikalılar için öncekinden iki kat daha pahalı,
Amerikan malları Japonlar için yarı yarıya daha ucuz olacaktır. Bu durumda Japonlar
artık tüm üretimlerini Amerikalı üreticilere satamayacaklardır.
O zaman dolar karşısında yenin fiyatı hangi düzeyde
belirlenecektir? Bu düzey, isteyen her ihracatçının Amerika’ya yaptığı ihracat
karşılığında aldığı dolarları, Amerika’dan mal ithal etmekte kullanacak olan
ithalatçılara satabilmesini mümkün kılmalıdır. Bir başka deyişle, dolar
bazında ABD’nin ihracat değerinin ABD’nin yine dolar bazında ithalat değerine
eşit olmasını garanti edecek bir düzey olmalıdır. Daha kesin bir ifade
kullanmak gerekirse, sermaye hareketleri, yardımlar ve benzerlerinin de hesaba
katılması gerekir. Fakat bunlar temel ilkeyi değiştirmez.
Dikkat ederseniz bu açıklama, Japon ya da Amerikan işçisinin
yaşam düzeyi konusunda hiçbir şey söylememektedir. Bunların konuvla ilgisi
yoktur. Eğer Japon işçisinin yaşam düzeyi Amerikan işçisinden daha düşükse,
bunun nedeni, aldığı eğitim, elindeki sermaye ve toprak miktan vb. nedenlerle
Amerikan işçisinden daha az üretken olmasıdır. Eğer Amerikan işçisi, diyelim
ki, Japon işçisinden ortalama dört kat daha üretkense, onu dört kattan daha az
üretken olacağı malların üretiminde çalıştırmak, emeği ziyan etmek demektir. En
iyisi, daha üretken olduğu malları üretmek ve bunları daha az üretken olduğu
malları satın almak üzere ticarette kullanmak olacaktır. Tarifeler Japon
işçisinin hayat standardının yükselmesini ya da Amerikan işçisinin yüksek standardının
korunmasını sağlamaz. Tersine, Japon standardını düşürür ve Amerikan
standardını da olabildiğince yüksek tutar.
Serbest ticarete doğru ilerlememiz gerekir dedik, peki bunu nasıl
yapacağız? Bugüne kadar uygulamaya çalıştığımız yöntem, tarifelerin düşürülmesi
konusunda diğer ülkelerle karşılıklı görüşmeler yapmaktır. Bana kalırsa bu
yöntem yanlıştır. Her şeyden önce çok ağır bir ilerleme gösterir. En hızlı
ilerleyen, tek başına hareket edendir, ikinci olarak, bu yöntem temel soruna
ilişkin yanlış bir görüşü beslemektedir. Bu yöntemle tarife, uygulayan ülkenin
yararına, diğer ülkelerinse zarannaymış gibi görünmektedir; sanki bir tarifeyi
kaldırdığımız zaman iyi bir şeyi feda ediyormuşuz ve bunun karşılığında öteki
ülkelerin uyguladıkları tarifelerin azaltılmasını hak ediyormuşuz gibi. Aslında
durum oldukça farklıdır. Tarifelerimiz diğer ülkelere olduğu kadar bize de
zarar vermektedir. Başka ülkeler yararlanmasalar bile, tarifelerimizden
vazgeçmek bizim yararımıza olacaktır.' Elbette o ülkeler kendi tarifelerini
azaltırlarsa, bu daha da yararımıza olacaktır, ama bizim yarar elde etmemiz
onların tarifelerini azaltmalarını gerektirmez. Kişisel çıkarlar birbiriyle
çelişki içinde değil, uyum halindedir.
Bana kalırsa, İngiltere’nin ondokuzuncu yüzyılda tahıl yasasını
kaldırdığı zaman yaptığı gibi, serbest ticarete tek yanlı olarak ilerlemek
bizim için çok daha iyi olacaktır. Onlar gibi biz de çok büyük çapta siyasi ve
ekonomik güç kazanacağız. Biz büyük bir ulusuz ve Lüksemburg malları
üzerindeki tarifeyi kaldırmadan önce
' Bu açıklamaların makul istisnaları bulunmaktadır, ama bunlar çok
tazla teorik olup, pratik olasılıklarla ilgisi yoktur.
Lükscmburg’dan karşılık olarak yarar talep etmek ya da i long Kong
dokuma mallarına ithal kotaları koyarak binlerce Çinli göçmeni birdenbire işten
atmak bize yakışmaz. Alınyazımıza uygun yaşayalım ve isteksiz takipçiler
olmaktan vazgeçip hızı biz belirleyelim.
Daha kolay anlaşılması için konuyu tarifeler açısından ele aldım,
ancak görüldüğü gibi, tarife-dışı kısıtlamalar ticaret için tarifelerden daha
ciddi engeller oluşturabiliyor. İkisini de kaldırmalıyız. Hemen başlatılacak
ama aşamalı olarak yürütülecek bir program çerçevesinde, gerek bizim, gerekse
diğer ülkelerin “gönüllü” olarak kabul ettiği tüm ithalat kotaları ya da diğer
miktar kısıtlamaları her yıl yüzde yirmi oranında arttırılmalı; öyle ki,
tümüyle vazgeçilebilecek kadar yüksek, işe yaramaz ve işlemez olsun. Ayrıca
önümüzdeki on yıl içinde tüm tarifeler her yıl mevcut düzeyinin onda biri kadar
azaltılmalıdır.
Yurt içinde ve yurt dışında özgürlük konusunu geliştirebilecek
birkaç önlem daha var. Bir yandan ekonomik yardım adı altında yabancı
devletlere bağışlarda bulunurken -dolayısıyla sosyalizmi geliştirirkenöte yandan
üretmeyi başardıkları ürünlere kısıtlamalar uygulamak-dolayısıvla serbest
girişimi engellemekyerine, daha tutarlı ve ilkeli bir konum alabiliriz. Dünyaya
şöyle diyebiliriz: “Biz özgürlüğe inanıyoruz ve bunu uygulamayı amaçlıyoruz.
Hiç İtimse sizi özgür olmava zorlayamaz. Bu sizi ilgilendirir. Ama size herkes
için eşit koşullarla tam bir işbirliği sunabiliriz. Paramız size açıktır. Ne
isterseniz, elinizde ne varsa burada satın. Bundan kazandığınızla ne
isterseniz alın.” Ancak bu yolla bireyler arasındaki işbirliği dünya çapında
ve özgürce gelişebilir.
Malî Politika
Yeni Düzen’den bu yana, işsizliğin ortadan kaldırılması için kamu
harcaması yapma ihtiyacı, federal düzeyde devletin etkinliğinin
genişletilmesine bahane olarak öne sürülmüştür. Bu bahane birçok aşamadan
geçmiştir. ilkinde, kamu harcamaları “pompayı doldurmak”, yani ekonominin
canlanmasını sağlamak için gerekliydi. Buna göre, geçici harcamalar ekonomiyi
harekete geçirecek ve hükümet bundan sonra sahneden çekilebilecekti.
Başlangıçta yapılan harcamalar işsizliğin ortadan kaldırılmasını
sağlamakta başarısız olup bunu 1937-38’deki keskin ekonomik daralma izleyince,
yüksek tutardaki kamu harcamalarının sürekliliğini haklı çıkarmak amacıyla
“uzun süreli durgunluk” kuramı geliştirildi. Bu kuramla, ekonominin olgunluğa
eriştiği savunuluyordu. Yatırımlar için elverişli fırsatlar fazlasıyla
sömürülmüştü ve önemli yeni fırsatlar da pek çıkacak gibi görünmüyordu. Yine
de bireyler hâlâ birikim yapmak istiyorlardı. Bu nedenle hükümetin harcamalarda
bulunması ve sürekli bir açığı devam ettirmesi son derece önemliydi. Açığın
karşılanması için çıkartılan tahvillerle bireylere tasarruflarını biriktirme
yolu açılırken, kamu harcamalarıyla da istihdam yolu sağlanacaktı. Bu görüş,
kurumsal analiz ve bunun da ötesinde güncel deneyimlerle bütünüyle gözden
düştü. Bu deneyimler arasında, uzun süreli durgunluk kuramcılarının hayal bile
edemedikleri, tümüyle yeni özel yatırım yollarının ortaya çıkması da bulunuyordu.
Söz konusu görüş yine de arkasında bir miras bıraktı. bikir olarak hiç kimse
tarafından benimsenmemiş olabilir; ama tıpkı pompayı doldurmaya yönelik olanlar
gibi, bu isimle başlatılan hükümet programları hâlâ yürürlükte ve sürekli
büyüyen kamu harcamalarında büyük rol oynamaya devam ediyor.
Son zamanlardaysa kamu harcamalarında önemle üzerinde durulan,
pompanın doldurulması ya da uzun süreli durgunluğun yeniden hortlaması değil,
harcamaların denge çarkı olma özelliğidir. Kişisel harcamaların herhangi bir
nedenle azalma eğilimi göstermesi durumunda toplam harcamaları dengede
tutabilmek için, kamu harcamalarının arttırılması gerektiği söylenir. Tam
tersine, kişisel harcamalar artmaya başlarsa, bu kez kamu harcamaları
azaltılmalıdır. Gelgeldim denge çarkı, ne yazık ki, dengesizdir. Küçük bile
olsa her gerileme, siyasi duyarlılığı olan yasa koyucu ve yöneticilerin, her
zaman var olan, acaba yeni bir 1929—33 habercisi olabilir mi korkusuyla
ürpermelerine neden olur. Hemen, şu veya bu şekildeki federal harcama
programlarının yasalaştırılmasını hızlandırmaya karar verirler. Ancak bu programlardan
pek çoğu, gerileme geçinceye kadar yürürlüğe girememiştir. Dolayısıyla toplam
harcamaya etkileri, daha ilerde ele alacağım gibi, gerilemeyi yatıştırmaktan
çok, izleyen genişlemeyi kızıştırma eğiliminde olmuştur. I larcama
programlarının onaylanmasında gösterilen tez canlılıkla, gerileme geçtikten ve
genişleme başladıktan sonra bu programların ya da daha öncekilerin kaldırılmasında
gösterilen tez canlılığın eşit düzeyde olduğunu sövlemek olanaksızdır. Tam
tersine o zaman, “sağlıklı” bir genişlemenin kamu harcamalarında kısıtlamalar
yapılarak “tehlikeye düşürülmemesi” gerektiği savunulmaya başlanır. Bu nedenle
denge çarkı kuramının başlıca zararı, gerilemelerde denge kuramamış olması —
ki gerçekten de dengeyi sağlayamamıştırya da hükümet politikasına enflasyonist
bir eğilim getirmiş olması da değildir — kaldı ki bunu da yapmıştırasıl zararı,
hükümet etkinliklerinin federal düzeyde genişlemesini sürekli teşvik etmiş ve
federal vergi yükünde azalmayı önlemiş olmasıdır.
Federal bütçenin bir denge çarkı olarak kullanılmasının önemi göz
önüne alındığında, savaş sonrası dönemdeki ulusal gelirin en istikrarsız
öğesinin kamu harcamaları olması son derece ironiktir. Ve bu istikrarsızlık
hiç de diğer harcama öğelerini dengeleyici hareketler yönünde değildir.
Federal bütçenin diğer etkenlerin oluşturduğu dalgalanmalara karşı bir denge
çarkı olmaktan çok uzak kalması bir yana, kendisi bir ana zarar ve istikrarsızlık
kaynağı olmuştur.
Günümüzde ekonominin bütünü içinde bu harcamalar öylesine büyük
bir yer almaktadır ki, federal hükümet ekonomiye önemli etkilerde bulunmaktan
kaçınamaz. Bu nedenle ilk yapılması gereken, devletin kendi çitlerini
onarması, harcamaların akışında mantıklı bir istikrar sağlayacak işlemleri
benimsemesidir. Eğer bunu yaparsa, ekonominin geri kalanında gerekli olan düzenlemelerin
azaltılmasına açıkça katkıda bulunmuş olacaktır. Bunu yapmadığı sürece de,
hükümet yetkililerin maskaralıkları, azılı öğrencilerini bir düzene getirmeye
çaba-
layan bir okul yöneticisinin kendini beğenmiş ses tonundan öteye
gidemeyecektir. Tabii onların bu davranışları pek şaşırtıcı değildir.
Sorumluluğu başkalarına yüklemek ve kendi yetersizliklerinden dolayı
başkalarını suçlamak, yalnızca hükümet yetkililerin tekelinde olan kötü bir
huy değildir.
Aşağıda daha ayrıntılı olarak dikkate alacağım gibi, federal
bütçenin bir denge çarkı olarak kullanılabileceği ve kullanılması gerektiği
görüşü benimsense bile, bütçenin harcamalar yanının bu yolda kullanılma
zorunluluğu yoktur. Vergi yanı da aynı amaçla kullanılmaya hazırdır. Ulusal
gelirdeki bir düşme, otomatik olarak federal hükümetin vergi gelirlerinin daha
büyük oranda düşmesine neden olur; böylece bütçeyi açığa doğru iter. Bir
tırmanışta ise bunun tam tersi olur. Eğer daha fazla bir şey yapmak isteniyorsa,
gerileme sürecinde vergiler indirilebilir, genişleme sürecinde
yükseltilebilir. Hiç kuşkusuz, politika burada da, gerilemeleri yükselmelerden
daha memnuniyet verici hale getirerek, bir asimetrinin ortaya çıkmasına neden
olabilir.
Denge çarkı kuramı pratikte harcamalar yönüne uygulanmışsa, bunun
nedeni arttırılmış kamu harcamalarını destekleyen başka güçlerin varlığıdır.
Özellikle entelektüeller arasında, devletin ekonomik ve özel işlerde daha
büyük bir rol oynaması gerektiğine olan yaygın inancın benimsenmesi bu
etkenlerdendir. Ayrıca söz konusu uygulama, refah devleti felsefesinin bir
zaferi olarak görülmektedir. Denge çarkı kuramı bu felsefeye yararlı bir
yandaş olmuş, devlet müdahaleciliğinin olabildiğinden daha hızlı adımlarla
ilerlemesini mümkün kılmıştır.
Denge çarkı kuramı, harcamalar yerine vergilere uygulanmış
olsaydı, şimdi her şey çok daha farklı olabilirdi... Her gerilemenin bir vergi
indirimini öngördüğünü düşünün; bunu izleyen genişlemedeyse vergilerin yükseltildiğini;
ancak bu yükseltme siyasi açıdan hoşa gitmediğinden, bunun yeni önerilen kamu
harcamaları programlarına karşı direnişe ve mevcut kamu harcamalarında da
kısıntıya gidilmesine yol açtığını düşünelim. Bu takdirde, federal
harcamaların ulusal gelirden çok daha az bir payı yutacağı bir duruma
gelebiliriz. Çünkü bu pay, vergilerin engelleyici ve sindirici etkilerindeki
azalmalar nedeniyle daha büyük olabilir.
Burada hemen, bu hayali varsayımın denge çıkan kuramını
desteklemek gibi bir amacı olmadığını eklemeliyim. Uygulamada bunun etkileri,
denge çarkı kuramından beklenen yönde bile olsa, zaman içinde gecikecek ve
yayılacaktır. Bu etkileri diğer etkenlerin oluşturduğu dalgalanmalara karşı
dengeleyiciler haline getirebilmek için, bu dalgalanmaları çok önceden
kestirebilmemiz gereklidir. Bütün siyasi görüşler bir yana, gerek mali
politikada, gerekse para politikalannda, vergilerde ve harcamalarda ölçülü
planlı değişiklikleri duyarlı bir istikrar sağlama mekanizması olarak
kullanmayı, çok açık bir ifadeyle, yeterince bilmiyoruz. Hattâ bunu yapmaya
çalışırken bütün işleri neredeyse daha da berbat ediyoruz. İşleri berbat
etmemiz, sürekli olarak ters davranmamızdan ileri gelmiyor; eğer öyle olsaydı,
her seferinde ilk yapmamız gerektiğini düşündüğümüz şeyin tam tersini yaparak
durumu kolaylıkla iyileş tirebilirdik. Aslında işleri zaten berbat olan diğer
durumların üzerine biraz daha bozukluk ekleyerek daha da kötü hale
getiriyoruz. Sanırım geçmişte yaptığımız da bu — tabi ciddi biçimde ters olan
büyük hataları da buna eklemeliyiz. Başka bir yerde para politikasına ilişkin
yazdıklarım, aynı şekilde malî politikaya uygulanabilir: “İhtiyacımız olan şey,
ekonomi taşıtının direksiyonunu, yol üstündeki beklenmedik düzensizliklerden
kurtarmak için durmadan sağa sola çeviren para ustası bir sürücü değil; bunun
yanında, arka koltukta denge ağırlığı gibi oturan para yolcusunun arada sırada
öne uzanıp taşıtı yoldan çıkaracak biçimde direksiyona ani müdahaleler
yapmasını engelleyecek bazı önlemlerdir de.”[14]
Parasal kuralın malî politikaya uygulanabilir olması için
yapılması gereken şudur: Harcama programları bütünüyle toplumun özel teşebbüs
eliyle değil, devlet aracılığıyla yapmak istedikleri şeylere göre planlanmalı
ve yıldan yıla ekonomik istikrarla ilgili sorunlar dikkate alınmamalıdır. Yine
yıldan yıla ekonomik istikrarda olacak değişmeler dikkate abnmadan, vergi
oranlan birer yıllık ortalama planlı harcamalan yeterince karşılayacak
düzeyde ayarlanmalıdır. Aynca bu planlamada hem kamu harcamalarında hem de
vergilerde düzensiz değişikliklerden kaçınılmalıdır. Hiç kuşkusuz, bazı
değişiklikler kaçınılmaz olabilir. Uluslararası ilişkilerdeki ani bir değişme
askerî harcamalarda yüksek artışlara sebep olabilir ya da tam tersine bu tür
harcamaların azaltılmasına olanak tanıyabilir. Savaş sonrası dönemde bu tür
değişmeler federal harcamalarda değişikliklerin olmasına neden olmuştur. Ama
bunlar hiçbir şekilde tüm harcamalar için geçerli olmamıştır.
Malî politika konusunu bitirmeden önce yaygın olarak desteklenen
şu görüşü de tartışmak istiyorum: Vergi gelirleriyle ilişkili olarak kamu
harcamalarındaki bir artış, ister istemez genişletici etki, azalma ise
daraltıcı etki yapar denir. Malî politikanın denge çarkı olarak hizmet
edebileceğine olan inancın özünü oluşturan bu görüş, şimdilerde iş adamları,
profesyonel iktisatçılar ve sıradan kişiler arasında fark gözetilmeksizin hepsi
tarafından kabul edilmiş bir gerçektir. Ama yalnızca kabul edilmiş olması
mantıksal açıdan doğru olduğu anlamına gelmez; bu şimdiye kadar hiçbir deneysel
kanıtla belgelenememiştır ve benim bildiğim, aşağıda da açıklayacağım deneysel
kanıta da aykırı düşmektedir.
Bu inanışın kaynağı yüzeysel bir Keynesyen analize dayanır. Kamu
harcamalarının 100 dolar arttığını ve vergilerin değişmediğini varsayalım.
İşte bu noktadan itibaren basit analiz başlar. İlk adımda, ek olarak gelen bu
100 dolan alan insanlar bu miktarda fazladan bir gelir elde etmiş olacaklardır.
Bu gelirin bir bölümünü, diyelim ki, üçte birini biriktireceklerdir, geri
kalan üçte ikisini tüketeceklerdir. Ama bu, ikinci adımda bir başka kişinin
ekstra 66 dolar, yani ilk değerin üçte ikisi kadar fazladan gelir elde etmesi
anlamına gelir. Söz konusu kişi de bunun bir bölümünü biriktirip geri kalanını
tüketecek ve bu olay sonsuz defa tekrarlanacaktır. Bu analize göre, eğer her
adımda gelirin üçte biri biriktirilip üçte ikisi tüketilirse, 100 dolarlık bir
ek kamu harcaması, nihai olarak geliri 300 dolar artırmış olacaktır. Bu,
katsayısı 3 olan basit Keynesyen çarpan analizidir. Tabii eğer tek bir harcama
enjeksiyonu varsa etkiler ortadan kalkacak, başlangıçtaki 100 dolarlık gelir
sıçramasını, her seferin-
de bir öncekine göre aşamalı olarak azalan düzeyler izleyecektir.
Ama eğer kamu harcamaları belirli bir zaman birimi içinde 100 dolardan daha
fazla tutulursa, örneğin bir yıl içinde 100 dolar daha fazla, bu analize göre
gelirler her yıl 300 dolar daha yüksek olacaktır.
Bu basit analiz son derece çekicidir. Ama bu çekicilik sahtedir
ve söz konusu değişmeyle ilgili diğer etkenlerin göz önüne alınmayışından
kaynaklanmaktadır. Bunlar da hesaba katılırsa nihai sonuç çok daha şüphelidir:
Gelirde hiçbir değişiklik olmayabilir. Bu durumda kişisel harcamalar 100 dolar
azalırken, kamu harcamaları bu tutarın tamamı kadar artacaktır. Bunun yanında
para geliri artsa bile, fiyatlar yükselebilir, dolayısıyla reel gelir daha az
artar ya da hiç artmaz. Şimdi kaşla göz arasında dikkatten kaçabilecek
olasılıklardan bazılarını birlikte inceleyelim.
İlk olarak, bu basit hesapta, hükümetin 100 dolan nereye
kullandığı konusunda hiçbir şey söylenmemiştir. Diyelim ki, devletin
sağlamaması durumunda bireylerin kendi olanaklanyla edinecekleri bir şeye
harcanmıştır. Örneğin, kişiler bir parkı bakımlı tutmak için park bakıcılanna
100 dolar harcıyor olsunlar. Şimdi bu masraftan hükümetin ödediğini ve o
parkın “ücretsiz” kullanımına izin verdiğini varsayalım. Bakıcılann gelirleri
hâlâ 100 dolardır. Ama daha önceden bu masraftan ödeyen kişilerin fazladan 100
dolarları olmuştur. Kamu harcaması, daha başlangıç evresinde bile hiç kimsenin
gelirine 100 dolar ek sağlamamaktadır. Sadece bireylere park bakımı dışında
başka amaçlar için kullanabilecekleri 100 dolarlık ek bir olanak sağlamaktadır.
Bu amaçlar büyük olasılıkla daha düşük değerdeki amaçlar olacaktır. Artık
bazı kişiler park hizmetlerini ücretsiz elde edebildiklerine
göre, toplam gelirlerinin eskisinden daha az bir bölümünü tüketim mallarına
kullanmaları beklenebilir. Bunun ne kadar daha az olacağını söylemek pek kolay
değildir. Basit analizde olduğu gibi, kişilerin ek gelirlerinin üçte birini
biriktirdiklerini varsaysak bile, bundan bir dizi tüketim malını “ücretsiz”
elde edebildikleri anlamını çıkaramayız. Çünkü burada serbest kalan paranın
üçte ikisi diğer tüketim mallarının edinilmesinde kullanılacaktır. Elbette
daha önce satın aldıkları tüketim mallarını almayı sürdürmeleri ve boşta kalan
100 dolan birikimlerine eklemeleri gibi bir olasılık da bulunmaktadır ama bu
pek muhtemel değildir. Bu durumda, basit Keynesyen analizde bile kamu
harcamaları tümüyle dengelenmiştir. Kamu harcamalan 100 dolar yükselmiş, özel
harcamalar ise 100 dolar azalmıştır. Ya da bir diğer örnek olarak bu 100
doların bir yolun yapımında kullanıldığını düşünelim. Devlet yapmasaydı özel
girişim bu yolun yapımını üstlenecekti. Bu durumda şirket serbest kalan fonlannın
hepsini büyük bir olasılıkla daha az çekici yatırımlarda tüketmeyecektir. Bu
olaylarda kamu harcamalan yalnızca kişisel harcamaların yönünü saptırır.
Çarpanın çalışmaya başlaması için gereken kamu harcamalannın net fazlalığı
daha başlangıçta vardır. Bu açıdan bakıldığında, sapma olmamasını sağlama
almanın yolunun, hükümetin parayı tümüyle yararsız yerlerde kullanması olduğu
gibi paradoksal bir durum ortaya çıkmaktadır. Bu davranış, “boşluktan
doldurma” türünden iş yapmanın sınırlı entelektüel içeriğidir. Ama tabii, tek
başına bu bile analizde bir şeylerin yanlış olduğunu göstermeye yeter.
ikinci olarak, basit hesapta devletin harcanacak 100
dolan nereden bulacağı hakkında hiçbir şey belirtilmemiştir.
Analizin gösterdiği kadanyla, devletin bu parayı yeni para basarak ya da
halktan borç para alarak sağlamasının sonuçları aynıdır. Ancak hangi yolu
seçerse seçsin, mutlaka bir fark olacaktır. Malî politikayla para politikasını
birbirinden ayırt edebilmek için bu 100 dolann devletçe borçlanarak
sağlandığını varsayalım. Bu durumda para miktan, kamu harcaması yapılmaması durumunda
olacağı düzeyde kalacaktı. Bu yerinde bir tahmindir, çünkü ek kamu harcaması
olmadan da para miktan arttırılabilir. Eğer istenen buysa, yeni para basılması
ve bunlarla henüz satılmamış olan önemli devlet tahvillerinin satın alınması
yeterlidir. Ancak burada borçlanmanın etkilerinin neler olabileceğini sormamız
gerekir. Bu problemi analiz edebilmek için sapmanın olmayacağını varsayalım;
bu durumda ilk adımda kişisel harcamalardaki azalmanın karşılanması şeklindeki
100 dolarlık doğrudan dengeleme olmayacaktır. Devletin harcamalar için
borçlanmasının kişilerin elindeki para miktarını değiştirmediğine dikkatinizi
çekerim. Bir başka deyişle, devlet bazı kişilerden sağ eliyle 100 dolar borç
alırken, sol eliyle de bu aldığı parayı harcamaların yöneldiği kişilere
vermektedir. Para değişik kişilerde bulunmakla birlikte toplam para miktan aynı
kalmaktadır.
Basit Keynesyen analiz üstü kapalı bir şekilde, borçlanmanın
diğer harcamalara hiçbir etkisinin olmadığını varsayar. Bunun olabileceği iki
uç durum söz konusudur. İlk olarak, ellerinde para ya da tahvil tutmalan açısından
insanlar arasında bir fark olmadığını varsayalım. Bu durumda, 100 dolan elde
etmek için satılacak tahviller, alıcıya daha önceki tahvillerden daha fazla
kazanç teklif etmeye gerek kalmaksızın satılabilir. (Elbette 100 dolar,
uygulamada istenilen kazanç oranına etkisi yok sayılacak kadar küçük bir
değerdir. Gerçekte burada anılan 100 dolarlık örneğin 100 milyon dolar, hattâ
100 milyar olduğunu düşünürsek, asıl etkinin ne derece önemli olduğu
anlaşılabilir.) Keynesyenlerin deyişiyle, bir “likidite tuzağı” söz konusu
olduğundan kişiler bu tahvilleri “atıl para”yla almaktadırlar. Eğer durum
böyle değilse o zaman devlet tahvilleri ancak daha yüksek bir kazanç oranı
önerilerek satılabilir. Böylece başka borçlanıcılar da daha yüksek meblağlar
ödemek zorunda kalırlar. Buradaki daha yüksek oran genel olarak
borçlanıcıların kişisel harcama hevesini kırar. Şimdi de, basit Keynesyen
analizin dayandığı ikinci uç durumu ele alalım: Eğer olası borçlanıcılar,
harcamalarında kararlıysalar, faiz oranlarındaki artış ne kadar yüksek olursa
olsun, kişisel harcamalarını kısmazlar; Keynesyenlerin deyişiyle, eğer yatırımların
marjinal verimlilik oranı belli faiz oranlarına tam anlamıyla aykırı değilse
harcamalarını kısmazlar.
Kendini ne kadar Keynesyen sayarsa saysın, sözü edilen bu iki uç
varsayıma halen inanmakta olan hiçbir tanınmış iktisatçı bilmiyorum. Bu
varsayımların herhangi bir dikkate değer borçlanma miktarı veya faiz oranı
artışı durumunda geçerli olabileceğine ya da son derecede özel koşullar
dışında, geçmişte geçerli olduğuna inanan bir iktisatçı da tanımıyorum.
İktisatçı olmayanları bir yana bırakırsak, şimdiye kadar, kendini Keynesyen
saysın ya da saymasın, pek çok iktisatçı, kamu harcamalarında vergi
gelirleriyle bağlantılı olarak gerçekleşen bir artışın, borçlanmayla finanse
edilse dahi, kesinlikle genişletici olduğunu kabul eder. Nitekim bu inanışın
sözü edilen iki uç durumdan birine dayanması gerektiğini de görür...
Eğer bu varsayımların hiçbiri geçerli olmasaydı kamu
harcamalarındaki artış, hem bu fonları devlete borç verenlerin hem de aksi
durumda bu fonları borç alacak olanların özel harcamalarındaki azalışla
dengelenmiş olacaktı. Harcamalardaki artışın ne kadarı dengelenecektir? Bunun
yanıtı paranın kimin elinde olduğuna bağlıdır. Paranın değişmez miktarı
kuramından anlaşılabilen uç noktadaki varsayıma göre, kişilerin ellerinde bulundurmak
istedikleri para miktarı, ortalama olarak yalnızca o kişilerin gelirlerine
bağlıdır; ellerindeki tahvil veya benzerlerinden sağlayacakları verim oranına
bağlı değildir. Bu durumda, toplam para önce ve sonra aynı miktarda
olacağından, toplam parasal gelir de aynı olmalıdır, çünkü ancak bu halde
kişiler o para miktarını ellerinde bulundurmaktan tatmin olacaklardır. Bunun
anlamı, faiz oranlarını belirli tutardaki kişisel harcamaları kısıtlamaya
yetecek düzeyde yükseltme gereğidir. Kısılacak tutarsa, tam tamına
arttırılacak kamu harcamalarına eşit olmalıdır. Kamu harcamalarının
genişletici olması bu aşırı uç durumda hiçbir anlam taşımaz. Gerçek gelir bir
yana, parasal gelir bile vükselmemektedir. Bütün olan, kamu harcamalarının
yükselmesi ve kişisel harcamaların düşmesidir.
Okuyucuyu bu analizin son derece basitleştirilmiş olduğu
konusunda uyarırım. Tam bir analiz yapabilmek için fazlasıyla uzun bir ders
kitabı gerekiyor. Ama bu basit analiz bile, sonucun 300 dolarla 0 dolar
arasındaki herhangi bir gelir artışı olabileceğini göstermek için yeterlidir.
Kararlı tüketiciler belirli bir gelirin ne kadarını harcayacaklarıyla
ilgilenirler. Kararlı sermaye malı alıcılarıysa, maliyetine bakmaksızın bu
gelirden ne kadarını bu tur mallara harcayacaklarıyla ilgilenirler. Sonuç, 300
dolarlık Keynesyen artışa daha yakın olacaktır. Öte yandan kararlı para
tutucular, gelirleri ile nakit dengeleri arasında sağlamak istedikleri orana
bakarlar. Halkın bunlardan hangisinde daha karalı olacağı mantıkla
anlaşılabilecek bir durum değil, olaylara dayanan kanıtlar sonucunda
yanıtlanabilecek deneysel bir sorudur.
1930’ların Büyük Buhran’ından önce iktisatçıların büyük bir
bölümü, hiç kuşkusuz, gelirde 300 dolarlık bir artışa değil de, sıfır artışa
daha yakın bir sonuç olacağını düşünürlerdi. Buhran sonrası iktisatçıların
çoğu ise elbette ki tam aksi bir sonuca varacaklardır. Daha yakın zamanlarda,
eski konuma doğru bir eğilim gelişmiştir. Bu değişmelerden hiçbirinin doyurucu
kanıtlara dayanmadığını üzülerek belirtiyorum. Bu son eğilimler, daha çok ham
deneyimlerden kaynaklanan sezgisel yargılara dayanmaktadır.
Bazı öğrencilerimle işbirliği yaparak, daha tatmin edici sonuçlar
elde etmek amacıyla, ABD ve diğer ülkelere yönelik, oldukça yoğun deneysel
çalışmalar yaptım.'1 Oldukça çarpıcı sonuçlar elde ettik. Sonuçlar
esas çıktının, Keynesyen uçtan çok, miktar kuramı uçlarına daha yakın olacağını
göstermekteydi. Bu kanıtlara dayanarak doğrulanan yargıya göre, kamu
harcamalarındaki 100 dolarlık artışın, ortalamada, geliri yalnızca 100 dolar
'Bu sonuçlarhn bazıları Milton briedman vc David Mciselman’ın The
Re/atine Stabrfty of tbe Investment Mııltiplier and Monetary I 'elocity
in The United States, 1896-1958 içinde yer almaktadır. civarında artırması beklenmelidir. Bunun anlamı,
gelirle ilişkili olarak kamu harcamalarındaki bir artışın hiçbir şekilde
genişletici olmadığıdır. Bu artış parasal gelire ilave yapabilir, ama bütün bu
ilave kamu harcamaları tarafından emilir. Kişisel harcamalar değişmez. Süreç
içerisinde fiyatlar büyük bir olasılıkla artacağından ya da tersi durumda
olabileceğinden daha az düşeceğinden, görülecek etki kişisel harcamaların
gerçek anlamda daha küçük kalmasıdır. Karşıt önerilerse kamu harcamalarında
bir azalış öngörür.
Elbette ki bu sonuçlar kesin sonuçlar olarak algılanmamalıdır. Bu
yargılar, benim bildiğim en geniş kapsamlı kanıtlara dayanmakla birlikte yine
de birçok eksik barındırmaktadır.
Bununla birlikte bir şey çok açıktır. Doğru ya da yanlış, malî
politikaların etkilerine ilişkin kabul edilmiş tüm görüşler, bu geniş kapsamlı
kanıtların en azından bir bölümüyle çelişkilidir. Bu görüşleri doğrulayan
başka hiçbir tutarlı ve düzenli kanıt bilmiyorum. Bu görüşler ekonomik analiz
veya kantitatif araştırmaların gösterdiği sonuçlar değil, ekonomik mitolojinin
birer bölümüdür. Yine de bu görüşler şimdiye kadar, halkın devletin ekonomik
hayata çok geniş kapsamlı olarak müdahalelerde bulunmasını desteklemesinde çok
etkili olmuşlardır.
Eğitimde Devletin Rolü
Günümüzde okullarda temel öğretim, hemen hemen bütünüyle devlet
organları ya da kâr amacı gütmeyen kurumlarca yönetilmekte ve giderleri bunlar
tarafından karşılanmaktadır. Bu durum yavaş yavaş, aşamalı olarak gelişmiş ve
aruk öylesine yerleşip kabul edilmiştir ki, örgütlenme ve felsefesi serbest
girişime dayalı ülkelerde bile okullarda eğitimin neden özel uygulama gerektirdiği
konusuna pek dikkat edilmemektedir. Bunun sonucu da, devlet sorumluluğunun
ayrım yapılmaksızın, fark gözetilmeksizin genişletilmesi olmuştur.
İkinci bölümde sözünü ettiğimiz ilkeler açısından, devletin
eğitime müdahalesi iki gerekçeyle mantığa büründürülebilir. Birincisi, önemli
“dışsal etkiler”in; örneğin, bir bireyin davranışlarının başkalarına önemli
maliyeti olduğu ve söz konusu bireyin bu maliyeti tazmin etmesinin mümkün
olmadığı durumlar ya da tam tersine başkalarına önemli kazanımlar sağladığı
halde kendisine bir bedel ödenmesinin mümkün olmadığı, gönüllü mübadelenin
olanaksız olduğu koşulların varlığıdır. İkincisi, çocuklar ve diğer
sorumluluğu olmayan kişilerin paternalist himayesidir. Dışsallık etkilerinin ve
paternalist himayenin 1) vatandaşlar için genel eğitim, 2) uzmanlaşmış mesleki
eğitim alanlarında çok farklı sonuçları vardır. Devlet müdahalesinin
gerekçeleri bu iki alanda çok farklıdır ve çok farklı türden faaliyetleri haklı
gösterir.
Bir başka temel nokta daha: Okullarda “öğretim” ile “eğitim” i
ayırt etmek çok önemlidir. Ne öğretim tamamiyle eğitimdir, ne de eğitim sadece
öğretim. Dikkate alınması gereken eğitimdir. Devlet etkinlikleri çoğunlukla
öğretim ile sınırlıdır.
VATANDAŞLAR İÇİN GENEL EĞİTİM
Vatandaşlarının büyük çoğunluğunun asgari düzeyde okuma yazma
bilmedikleri ve bilgi sahibi olmadıkları, bir dizi ortak değeri yaygın biçimde
kabul etmedikleri bir toplum istikrarlı ve demokratik olamaz. Eğitim ikisine
de katkıda bulunur. Sonuçta bir çocuğun eğitilmesinden elde edilen, yalnızca
çocuk ve ana babası için değil, toplumun öteki üyeleri için de bir kazanımdır.
Benim çocuğumun eğitimi istikrarlı ve demokratik bir toplumun ilerlemesini
sağlayarak sizin refahınıza katkıda bulunur. Bundan yararlanan belli bireyleri
(ya da aileleri) saptamak mümkün olmadığından, verilen hizmet için ücret talep
edilemez. Dolayısıyla önemli bir “dışsal etki” söz konusudur.
Bu özel dışsal etki devletin hangi faaliyetini haklı gösterir? En
belirgin olanı, her çocuğun asgari düzeyde öğretim görmesini sağlamaktır. Böyle
bir ihtiyacı, devlet faaliyeti olmadan, ebeveynlerin karşılaması da sağlanabilir,
tıpkı başkalarının güvenliğini korumak için, konut veya otomobil sahiplerinden
belli standartlara uymalarının istenmesi gibi. Bununla birlikte iki durum
arasında bir fark vardır. Konutlar ya da otomobiller için gereken
standartların masraflarını ödeyemeyen bireyler, genellikle söz konusu malı ya
da mülkü satarak bundan kurtulurlar. Böylece devletin yardımı olmaksızın gerekli
olan yapılmış olur. Çocuğuna asgari düzeyde öğretim sağlamaya maddi gücü
yetmeyen ana babadan çocuğun alınması ise, ailenin temel toplumsal dayanağımız
olması durumuna ve bireyin özgürlüğüne olan inancımıza açıkça aykırıdır.
Dahası, özgür bir toplumda vatandaşlar için eğitimin değerini de düşürecektir.
Toplumdaki ailelerin büyük çoğunluğu böyle bir eğitimin
gerektirdiği parasal yükü karşılama gücüne sahipse, bu masrafı doğrudan
ailelerin üstlenmesini istemek hem mümkündür hem de arzu edilen bir durumdur.
İstisnai durumlarda ise, ihtiyaç içindeki ailelere özel yardım programları
uygulanabilir. Bugün Birleşik Devletler’in pek çok bölgesinde bu koşullar
geçerlidir. Bu bölgede okul masraflarının ailelerce karşılanması en doğrusudur.
Böyle bir uygulama, devlet mekanizmasının şimdi yaptığı gibi tüm yurttaşlardan
yaşamları boyunca vergi toplaması ve topladığı vergiyi, çoğunlukla aynı kişilere,
çocuklarının okul dönemlerinde geri vermesi durumunu ortadan kaldıracaktır.
Daha ileride tartışılacak bir konu olan devletin okulları yönetme olasılığını
da azaltacaktır. Genel gelir düzeylerinin yükselmesiyle yardım gereksinimi
azalacağı için okul giderlerine yardım öğesinin azalma olasılığı artacaktır.
Şimdi olduğu gibi, eğer devlet okullarda öğretim giderlerinin tümünü ya da çoğunu
karşılarsa, gelirdeki bir artış, vergi mekanizması aracılığıyla daha da döngüsel
bir fon akışına ve devletin rolünde bir genişlemeye yol açacaktır. Sonuç olarak,
okul giderlerinin ailelere yüklenmesi, çocuk sahibi olmanın toplumsal ve özel
maliyetini eşitlemeye ve ailelerin büyüklüklerine göre daha iyi dağıtılmasına
yardım
cı olacaktır."1
Çocuk sayısı ve kaynaklar açısından aileler arasındaki
farklılıklar, buna ek olarak oldukça büyük çapta gider gerektiren bir öğretim
standardı uygulatılması, Birleşik Devletler’in birçok bölgesinde böyle bir
politikanın uygulanmasını pek mümkün kılmamaktadır. Oysa hem bu tür bölgelerde
hem de böyle bir politikanın uygulanabilir olduğu bölgelerde devlet öğretim
sağlamanın parasal yükünü üstlenmiştir. Yalnızca herkes için zorunlu asgari
düzeyde öğretimi değil, gençlere sunulan ama zorunlu olmayan yüksek öğretimi
de devlet ödemektedir, iki durum için de söz konusu olan “dışsallık etkileri”ni
az önce ele aldık. Giderler devletçe ödenmektedir, çünkü asgari zorunlu eğitimi
uygulatmak için mümkün olan tek araç budur. Yüksek öğretim finanse edilmektedir,
çünkü daha yetenekli ve istekli bireylerin eğitim görmesi siyasi ve toplumsal
lider geliştirmenin en iyi yoludur ve toplum bundan yarar sağlamaktadır. Bu
önlemlerin maliyetleri bunların getirileriyle dengelenmelidir. Eğitim sübvansiyonunun
ne ölçüde haklı olduğu konusunda farklı yargılar bulunabilir. Bununla
birlikte, büyük olasılıkla çoğumuz, kazancımızın devlet yardımını haklı gösterecek
kadar önemli olduğu sonucuna varacaktır.
Bu gerçekler devlet yardımını yalnızca belli türlerdeki okul öğretimi
için haklı göstermektedir. Beklendiği gibi,
10
Böyle bir adımın ailelerin büyüklüğünü gözle görülür şekilde etkileyeceği
konusu hiç de sanıldığı kadar hayal ürünü değildir. Örneğin, sosyo-ekonomik
düzeyi yüksek olan ailelerde, düşük olanlara göre doğum oranlarının daha az
olması, daha yüksek öğretim standartları uygulamalarına bağlı olarak
çocuklarının eğitim maliyetlerinin daha yüksek olmasıyla açıklanabilir. bu, öğrencinin ekonomik üretkenliğini artıran ama
onu yurttaşlık ya da liderlik konularında eğitmeyen salt mesleki öğretimin
destek görmesini haklı çıkarmaz. Bu iki öğretim türü arasına kesin bir çizgi
çekmek son derece zordur. Genel okul öğretimi, çoğu öğrencinin ekonomik
değerine katkıda bulunur. Gerçekten de çağdaş zamanlarda ve az sayıda ülkede
okur-yazarlığın bir piyasa değerine sahip olduğu düşüncesi sona ermiştir. Ve
mesleki eğitimin çoğu da öğrencinin bakış açısını genişletir. Yine de aradaki
fark anlamlıdır. Birleşik Devletler’de geniş çapta yapıldığı gibi,
veterinerlerin, güzellik uzmanlarının, diş hekimlerinin ve daha bir sürü
uzmanın devletin desteklediği eğitim kurumlannda parasız öğretim görmüş
olması, ilkokulların devlet yardımı görmesiyle aynı gerekçelere bağlı olarak
haklı gösterilemez. Başka gerekçelerle haklı gösterilip gösterilemeyeceğini
daha ileride ele alacağız.
“Dışsal etkiler”den kaynaklanan kalitatif argümanlar elbette hangi
spesifik öğretim türlerinin sübvanse edilmesi gerektiğini ya da ne kadar
sübvanse edilmesi gerektiğini belirlemez. Muhtemelen sosyal getirisi en yüksek
olan, asgari düzeyde öğretimdir ve öğretim düzeyi yükseldikçe sosyal getirisi
azalır. Bu ifade bile tümüyle doğru kabul edilemez. Birçok devlet,
üniversiteleri, daha alt seviyedeki okullardan çok daha önce desteklemiştir.
Hangi öğretim türünün en büyük toplumsal avantajı sağladığına ve toplumun kıt
kaynaklarının ne kadarının bunlara harcanacağına, siyasi organlar vasıtasıyla
karar verilir. Bu analizin amacı, bu sorunlarda toplum adına karara varmak
değil, bir seçim yaparken göz önünde bulundurulması gereken sorunları açığa
kavuşturmaktır; özellikle bu seçimin bireysel değil, toplumsal temele
dayanılarak yapılmasının uygun olup olmadığını ortaya koymaktadır.
Görüldüğü gibi, okul öğretiminin “dışsal etkileri” hem asgari
düzeyde bir okul öğretiminin zorunlu olmasına hem de bu öğretimin devletçe
finanse edilmesine mazeret oluşturabilmektedir. Üçüncü aşamayı ise, yani eğitim
kurumlanılın simdi olduğu gibi devletçe yönetilmelerini, bir başka deyişle
“eğitim endüstrisinin “kamulaştırılmasını” bu gerekçelere ya da görebildiğim
kadarıyla başka herhangi bir gerekçeye dayanarak haklı göstennek çok daha
zordur. Böyle bir kamulaştırmanın arzu edilirliği çok ender olarak açıkça
ortaya konur. Devletler temelde okul öğretimini eğitim kurumlarının masraflannı
doğrudan ödeyerek finanse ederler. Dolayısıyla bu girişim, okul öğretimini
finanse etme karanna bağlı olarak gerekli görülmektedir. Yine de ikisi birbirinden
ayrılabilir. Devlet “uygun görülen” eğitim hizmetlerine harcanması koşuluyla
ana babalara çocuk başına, her yıl belli miktarda paraya çevrilebilir senet vererek
asgari düzeyde bir okul öğretiminin finanse edilmesini sağlayabilir. Böylece
ana babalar bu bedeli ya da daha fazlasını, kendi seçtikleri bir “uygun
görülen” kurumdan eğitim hizmeti satın almakta özgürce kullanabilirler.
Eğitim hizmetleri de kâr amacıyla çalışan özel girişim ya da kâr amacı
gütmeyen kurumlar tarafından sağlanabilir. Bu durumda devletin rolü, okulların
belli asgari standartlara —örneğin asgari bir ortak müfredatın takibi gibiuymalarını
sağlamakla sınırlı kalabilecektir; tıpkı lokantaların asgari sağlık
standartlarına uymalarını denetlediği gibi. Bu türden bir programın kusursuz
bir örneği, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Birleşik Devletler’de emekli askerlere
uygulanan eğitim programlarıdır. Nitelikli her emekli askere, belli asgari
standartlara uyması koşuluyla, kendi seçeceği herhangi bir eğitim kuruntuna
harcamak üzere yıllık bir bedel ödenirdi. Daha sınırlı bir örnek de,
İngiltere’de devlet okulu taksiderinin yerel otoritelerce ödenmesidir. Bir
başkası, Fransa’da devlet okulu dışındakilere giden öğrencilerin okul giderlerinin
bir bölümünün devletçe karşılanmasıdır.
Okulların kamulaştırılmasına yönelik olarak “dışsal etkiler”e dayanılarak
ileri sürülen bir iddia, toplumsal istikrarın önkoşulu sayılan ortak değerlerin
başka türlü sağlanamayacağı yolundadır. Yukarıda önerildiği gibi, özel olarak
yönetilen okullara asgari standartlar konması bu sonuca ulaşmak için yeterli
olmayabilir. Bu sorun farklı dinsel gruplarca yönetilen okullar açısından somut
olarak ortaya konabilir. Denilebilir ki, bu okulların öğrencilere aşıladığı
değerler dizisi birbinyle ve herhangi bir mezhebe bağlı olmayan okullarda
aşılananlarla tutarsız olacaktır; bu okullardaki eğitim birleştirici olmaktan
çok, ayırıcı bir güce dönüşecektir.
Aşın uca götürüldüğünde bu iddia, yalnız devlet tarafından
yönetilen okullan değil, bu okullara devamın zorunlu olmasını da
kapsamaktadır. Birleşik Devletler’de ve diğer birçok batı ülkesinde mevcut
uygulamalar ikisinin ortasındadır. Devlet tarafından yönetilen okullar
bulunmaktadır, fakat devam zorunlu değildir. Bununla birlikte, öğretimi finanse
etmekle yönetmek arasındaki bağ, öteki okullar için bir dezavantaj yaratır. Bu
okullar, okullara harcanan kamu fonlarından çok az yararlanır ya da hiç
yararlanamazlar. Bu durum özellikle Fransa’da ve
şimdilerde Birleşik Devletler’de siyasi çatışma konusudur. Bu
dezavantajın ortadan kalkması ile kilise okullarının çok güçleneceğinden ve
ortak değerlerin sağlanması sorununun daha da büyümesinden korkulmaktadır.
Bu sav ikna edici görünmekle birlikte, bunun doğru olduğu ya da
okulların özelleştirilmesinin öne sürülen etkileri doğuracağı hiçbir şekilde
kesin değildir. Öncelikle, ilkesel olarak özgürlüğün korunmasıyla çelişmektedir.
İstikrarlı bir toplum için gerekli ortak sosyal değerleri sağlamakla, inanç ve
düşünce özgürlüğünü engelleyen öğretiler aşılamak arasında bir çizgi çekmek,
belirtilmesi tanımlanmasından daha kolay olan gizli sınırlardan biridir.
Etki açısından, okulların özelleştirilmesi ebeveynler için
seçenekler dizisini genişletecektir. Eğer şimdi olduğu gibi ebeveynler özel
bir ödeme yapmaksızın çocuklarını devlet okullarına gönderebiliyorlarsa,
devlet tarafından finanse edilmedikleri takdirde özel okullara gönderilenlerin
sayısı bir hayli azalacaktır. Yerel kilise okullarının okul öğretimine ayrılan
kamu fonlarından yararlanmamak gibi bir dezavantajları vardır, ancak bunları
finanse etmek isteyen ve gerekli fonları sağlayabilecek kurumlar tarafından
işletilmesi gibi bunu telafi eden avantajları da bulunmaktadır. Özel okullara
ödenek sağlayacak az sayıda başka kaynaklar da bulunmaktadır. Eğer şimdi
öğretim için yapılan kamu harcamaları, ebeveynler tarafından çocuklarını hangi
okullara gönderdiklerine bakılmaksızın elde edilebilir olsaydı, o zaman bu talebi
karşılamak üzere çeşidi okullar ortaya çıkardı. Ebeveynler çocuklarını bir
okuldan alıp ötekine yollamak suretiyle, okullar hakkındaki görüşlerini,
şimdikinden çok daha
etkili biçimde, doğrudan belirtebilirlerdi. Genel olarak şimdi de
bu yola başvurabilirler, ama bu onlara epey pahalıya mal olur, çünkü
çocuklarını ya bir özel okula gönderme ya da oturdukları yeri değiştirme
yoluna başvurmak durumundadırlar. Bunun dışında, görüşlerini sadece hantal
siyasi kararlar aracılığıyla dile getirebilmektedirler. Belki devletçe
yönetilen bir sistemde okul seçiminde daha geniş çapta özgürlük sağlanması
mümkün olabilir, ama her çocuğa bir yer sağlama yükümlülüğü görüşüyle bu
özgürlüğü çok daha ileriye götürmek zordur. Öteki alanlarda olduğu gibi burada
da tüketici talebini karşılamada rekabetçi girişim, hem kamulaştırılmış
kurumlardan hem de başka amaçlar için işletilen girişimlerden çok daha yeterli
olacaktır. Sonuçta da yerel kilise okullarının önemi artacağı yerde
azalabilecektir.
Aynı yöndeki bir başka etken de, çocuklarını yerel kilise
okullarına gönderen ebeveynlerin, vergileri arttırmaya ya da okullar için daha
yüksek kamu harcamalarını finanse etmeye gönülsüz davranmalarıdır; bu da anlaşılabilir
bir durumdur. Sonuç olarak yerel kilise okullarının önemli olduğu bölgelerde
devlet okulları için fonların yaratılması çok zordur. Kalitenin harcama ile
ilişkili olduğu düşünülürse, ki hiç kuşkusuz bir ölçüde öyledir, bu bölgelerde
devlet okullarının kalitesi daha düşük olmakta, dolayısıyla yerel kilise
okulları da göreceli olarak daha çekici gelmektedir.
İncelemekte olduğumuz sava ilişkin özel bir durum, eğitimin
birleştirici bir güç olması için devlet tarafından yönetilen okulların gerekli
olduğu, buna karşılık özel okulların sınıf farklılıklarını köriikleyici
eğilimidir. Çocuklarını hangi okula gönderecekleri konusunda kendilerine daha
büyük bir özgürlük tanınan aynı türden ebeveynler arasında gruplaşmalar
oluşacağı, böylece farklı çevrelerden gelen çocukların sağlıklı bir biçimde
kaynaşmalarını engelleyecekleri öne sürülüyor. Bu iddia temelde doğru olsun
olmasın, bu şekilde sonuçlanacağı hiç de kesin değildir. Günümüzdeki
düzenlemelerde yerleşim alanlarının bölgelere ayrılması farklı çevrelerden
çocukların kaynaşmalarını yeterince kısıtlamaktadır. Buna ilaveten,
ebeveynlerin çocuklarını özel okullara göndermelerine engel yoktur. Yerel
kilise okulları bir yana, yalnızca çok sınırlı bir zümre çocuklarını özel
okullara göndermekte, gönderebilmektedir; bu ise daha ileri bir ayrım
yaratmaktadır.
Gerçekte bu iddia, bana göre neredeyse taban tabana zıt bir
fikri, yani okulların özelleştirilmesini işaret etmektedir. Büyük kentteki
zenci mahallesini bir yana bırakıp, düşük gelirli bir çevrede yaşayan birinin
hangi açıdan en dezavantajlı durumda olduğunu kendimize soralım. Diyelim ki,
yeni bir araba sahibi olmayı yeterince önemli buluyorsa, biraz kemerleri sıkıp
para biriktirerek kent dışındaki yüksek gelir grubunun yaşadığı bir mahalle
sakininin arabasının aynısını satın alabilir. Bunu yapabilmek için o mahalleye
taşınmasına gerek yoktur. Tam tersine, gerekli parayı yaşadığı yer konusunda
kısmen tasarruf yaparak da sağlayabilir. Aynı şey giyim veya mobilyalar ya da
kitaplar vb. için de geçerlidir. Oysa diyelim ki, yoksul bir semtte yaşayan
fakir bir ailenin üstün yetenekli bir çocuğu var ve ana baba çocuğa ve
öğrenimine çok değer verdiklerinden bu amaç için kemerleri sıkıp para
biriktirmek istiyorlar. Çok sayıda özel okulda verilen özel eğitim ya da burs
yardımı bu çocuk için sağlanamazsa aile çok zor durumda kalır. “İyi” devlet
okulları yüksek gelir çevrelerinde bulunmaktadır. Aile çocuğuna daha iyi bir
öğretim için vergilerle verdiklerine ek olarak başka şeyler de harcamaya hazır
olabilir. Ama aynı anda pahalı bir çevreye taşınmaya parasal gücü yetmeyecektir.
Bu konudaki görüşlerimizin, hâlâ yoksul ve zengin sakinler için
tek bir okulun bulunduğu küçük bir kent imajının etkisi altında olduğuna
inanıyorum. Bu koşullar altındaki devlet okullarında fırsatlar eşitlenmiş
olabilir. Kentleşme ve kent dolayındaki bölgelerin gelişmeleriyle birlikte
durum çok büyük oranda değişmiştir. Bugünkü okul sistemimiz, fırsatları
eşitlemekten çok uzak olup, hattâ tam tersini yapmaktadır. Geleceğin umudu olan
az sayıdaki gencin başlangıçtaki yoksul statülerinin üstüne çıkmasını hepten
zorlaştırmaktadır.
Okullarda öğretimin kamulaştırılması yönündeki bir diğer sav
“teknik tekel” dir. Küçük topluluklarda ve kırsal kesimlerde çocuk sayısı bir
okuldan fazlasını haklı gösteremeyecek kadar az olabilir; öyle ki, ebeveynlerin
ve çocukların çıkarlarını korumak için bir rekabete girmeye gerek kalmaz.
Teknik tekelin diğer türlerinde kısıdanmamış özel tekel, devlet kontrolünde
özel tekel ve kamu işletmeciliği tekeli gibi alternatifler bulunmaktadır. Bu
sav, her ne kadar açıkça geçerli ve önemliyse de, son yıllarda ulaştırmadaki
ilerlemeler ve nüfusun giderek kentsel topluluklarda yoğunlaşması nedeniyle
zayıflamıştır.
Bu görüşler çerçevesinde belki de en haklı gösterilecek düzenleme,
hiç olmazsa ilk ve orta eğitimde devlet ve özel okulların bir karışımıdır.
Çocuklarını özel okul-
lara göndermeyi seçen ebeveynlere onaylanmış bir okul eğitimine
harcanması koşuluyla devlet okulundaki bir çocuğun ortalama eğitim maliyetine
eşit bir bedel ödenebilir. Bu düzenleme teknik tekel savının geçerli özelliklerine
uygun düşecektir. Ve ebeveynlerin, çocuklarını yardım görmeyen özel okullara
göndermeleri durumunda, eğitim için iki kez —bir kez genel vergilerle ve bir
kez de doğrudan— ödeme yaptıkları şeklindeki haklı şikâyetlerini de
karşılayacaktır. Böylece rekabetin gelişmesi de mümkün olacak ve bütün
okulların gelişmesi ve ilerlemesi tetiklenecektir. Rekabetin araya sokulması
okullarda sağlıklı bir çeşitlilik artışına çokça katkıda bulunacaktır.
Ayrıca, bu durumun okul sistemlerine esneklik getirilmesine de katkısı
olacaktır. Öğretmenlerin ücrederini piyasa ile uyumlu hale getirmesi de
sağladığı yararlardan biri olacaktır. Bununla kamu yetkililerin eline, ücret düzeylerini
değerlendirebilecekleri ve arz ve talep koşullarındaki değişmelerde çok daha
ivedilikle ayarlama yapabilecekleri bağımsız bir ölçek verilmiş olacaktır.
Öğretimde en büyük gereksinimin çok para olduğuna inanılır. Daha
çok tesis yapmak ve daha iyi öğretmenleri çekmek amacıyla daha yüksek ücretler
ödeyebilmek için ihtiyaç duyulan en önemli şeyin daha çok para olduğu görüşü
yaygındır. Bu yanlış bir teşhis gibi görünmektedir. Okullarda öğretim için
harcanan para toplam gelirimizden çok daha hızlı, olağan dışı yüksek bir
oranda artmıştır. Öğretmen ücretleri, karşılaştırılabilir uğraşıların
sağladığı gelirden çok daha hızlı artmıştır. Sorun, öncelikle çok az para
harcamamız değil, öyle bile olsa, harcanan her bir dolar karşılığında elde
ettiğimizin pek az olmasıdır. Belki de birçok okulda muhteşem yapılara ve lüks
arsalara harcanan paraların toplamı, okullarda öğretim giderleri adı altında
sınıflandırılmaktadır. Bunları eğitim giderleri ile bir tutmak zordur. Ve
sepet örme, dans ve eğitimcilerin yaratıcılıklarını artıracak nice diğer
kurslar için de aynı şey geçerlidir. Ebeveynlerin isterlerse bu tür yapmacık
gösterilere kendi paralarını kullanmalarına hiçbir makul itirazın olmayacağını
da hemen eklemeliyim. Bu, onların bileceği bir iştir. Karşı çıkılan şey ebeveynlerin
ve ebeveyn olmayan benzer kişilerin sırtına yüklenmiş vergilerle toplanan
paraların bu tür amaçlar için kullanılmasıdır. Vergi parasının bu şekilde
kullanılmasını haklı gösterecek “dışsallık etkileri” bunun neresinde?
Vergi gelirlerinin bu şekilde kullanılmasının temel sebeplerinden
biri, okulların yönetimi ve finansmanının birbirine karıştırıldığı bugünkü
sistemdir. Paranın koltuklar ve koridorlar yerine daha iyi öğretmenler ve kitaplar
için kullanılmasını yeğleyen ebeveynin, bu tercihini ifade edebilmesinin tek
yolu bu karışımı tümüyle değiştirebilecek bir çoğunluğu ikna etmektir. Bu,
piyasanın herkesin kendi beğenisini tatmin etmesine izin verme ilkesinin özel
bir türü; etkin nispi temsildir; oysa siyasi süreç çoğunluğa uymayı
gerektirir. Aynca çocuğunun eğitimine fazladan bir miktar para harcamayı
isteyebilecek ebeveynler de çok azdır. Çocuklarının okulu için ilave harcama
yaparak daha pahalı bir okula gönderemezler. Zira böyle bir okula göndermeleri
durumunda, yalnızca ek maliyeti değil, tüm maliyeti ödemek zorunda kalacak ve
dans dersleri, müzik dersleri vb. gibi müfredat dışı etkinliklere de fazladan
para harcayacaklardır. Okullarda öğretim için daha fazla harcama vapmanın
yolları böy
lelikle kapatıldığından, çocukların eğitimine daha fazla para
harcama baskısı, devletin öğretime müdahalesinin yüzeysel olarak haklı olduğu
kalemlerde yükselen kamu harcamalarıyla kendini gösterir.
Bu analizden de anlaşıldığı gibi, önerilen düzenlemelerin
benimsenmesi, devletin öğretime yaptığı harcamaların azalması, buna karşılık
toplam harcamaların artması anlamına gelebilir. Böylece ebeveynlerin
istedikleri şeyi çok daha etkin biçimde satın almaları mümkün olacak ve bu da
doğrudan ya da dolaylı olarak vergilendirme yoluyla bugünkünden daha fazla
harcama yapmalarına neden olacaktır. Bu düzenlemeler, öğretime daha fazla
para harcayan ebeveynlerin paranın ne şekilde kullanıldığını bilememekten
kaynaklanan öfkelerini dindirecektir. Ayrıca okul çağında çocuğu olmayanlar
veya ileride de çocuk sahibi olmayacakların daha fazla vergi ödemelerinin
engellemesi de bu düzenlemenin önemli etkilerinden biridir.
Öğretmenlerin ücretleri konusunda temel sorun bunların ortalama
olarak çok düşük olmaları değildir -tabii ortalama olarak çok yüksek de
olabilirlerdi— ancak tek tiptirler ve esnek değildirler. Zayıf öğretmenler
kötü bir şekilde aşın ücretlendirilmekte ve iyi öğretmenler ise eksik
ücretlendirilmektedirler. Ücret tarifeleri tek tip olma eğilimindedir ve
yetenekten çok, alınmış diplomalara, öğretim sertifikalarına ve kıdeme
dayanmaktadır. Bu bile büyük ölçekte bugünkü okullann devlet eliyle
yönetilmesinin bir sonucudur ve devlet kontrolünün uygulandığı birim büyüdükçe
işin ciddiyeti de o ölçüde artmaktadır. Gerçekten, bu önemli olgu, profes
yönel eğitim örgütlerinin birimleri bu denli genişletme ye —yerel okul
bölgesinden eyalet düzeyine, eyaletten federal hükümet düzeyinedüşkün
olmalarının ana nedenidir. Herhangi bir bürokratik hizmet örgütünde, standart
ücret göstergeleri neredeyse kaçınılmazdır; yeteneğe bağlı olarak büyük
farklılıklar sağlayacak olan rekabeti uyarmak hemen hemen olanaksızdır.
Kendileri öğretmen olan eğitimciler öncelikle denetimi ele geçirirler.
Böylece ebeveynlerin ya da yerel topluluğun denetimi azalır. İster marangozluk
olsun, isterse tesisatçılık ya da öğretmenlik, hangi alanda olursa olsun
işçilerin çoğunluğu standart ücret çizelgelerinden yanadır ve açıkçası özel
yetenekliler her zaman sayıca az olduğundan, yeteneğe bağlı ücret
farklılaşmasına karşı çıkarlar. Bu, insanların ister sendikalar isterse sanayi
tekelleri aracılığıyla olsun, birtakım düzenler çevirerek fiyatları sabitleştirmeye
çalışmalarına yol açan eğilimin özel bir durumudur. Gelgelelim hileli işbirliği
anlaşmaları, eğer onları doğrudan devlet uygulatmıyor ya da en azından onlara
önemli destek sağlamıyorsa, genel olarak rekabet tarafından yok edilir.
Eğer kasıtlı olarak, yaratıcı, atılgan ve kendine güvenen
insanları işten çıkarıp onların yerine kalın kafalı, sıradan ve hayal gücünden
yoksun olanları işe alacak bir sistem geliştirmek isterseniz yapmanız gereken
tek şey bugün büyük kentlerde ve ülke çapında uygulanan sistemi taklit etmek
ve öğretmen olabilmek için diploma zorunluluğu koyarak standart maaş sistemi
uygulamaktır. Bu koşullar altında ilk ve ortaokul öğretmenliğindeki yetenek
düzeyinin olabildiğince yüksek olması belki de şaşırtıcıdır. Alternatif bir
sistem bu sorunları çözebilir ve rekabete olanak tanıyarak başarının
ödüllendirilmesinde
ve öğretmenlik mesleğinin bu konuda yetenekli kişiler için çekici
kılınmasında etkili olabilir.
Birleşik Devletler’de
öğretime devlet müdahalesi neden kendi çizgileri doğrultusunda gelişmiştir? Bu
soruyu kesin olarak yanıtlayabilmek için eğitimin geçmişiyle ilgili gerekli
ayrıntılı bilgiye sahip değilim. Yine de toplumsal politikayı değiştirebilecek
türde bazı varsayımlarda bulunmak yararlı olabilir. Her şeye rağmen şundan eminim
ki, şimdi önereceğim düzenlemeler aslında bir asır önce de istenebilirdi.
Ulaştırmadaki yoğun gelişmeden önce “teknik tekel” savı çok daha güçlüydü. XIX.
yüzyıl ve XX. yüzyılın başlarında Birleşik Devletler’deki aynı derecede önemli
temel sorun, çeşitliliği arttırmak değil, istikrarlı bir toplumun temeli olan
toplumsal değerleri yaratabilmekti. Dünyanın her yerinden, değişik diller konuşan
ve farklı geleneklere bağlı olan göçmenler Birleşik Devletler’e sel gibi
akmaktaydı. “Eritme potası” ortak değerlere uyumluluk ve bağlılık konusunda
bazı önlemler getirmeliydi. Devlet okulu bu konuda önemli bir işleve sahipti;
en azından İngilizceyi ortak bir dil olarak kabul ettiriyordu. Alternatif
karşılama belgeleri çerçevesinde, okulların uygunluklarının belirlenmesinde
gözetilecek asgari standartlar arasına İngilizce kullanma zorunluluğu alınabilirdi.
Ancak bu gereğin bir özel okul sisteminde uygulatılmasını ve yeterince yerine
getirilmesini sağlamak daha zor olabilirdi. Diğer seçeneğe göre devlet okulu
sisteminin kesinlikle tercih edilir olması gerektiği sonucuna varmıyorum,
yalnızca o zaman şimdi olduğundan çok daha güçlü gerçekler ileri
sürülebileceğini söylemek istiyorum. Bugünkü sorunumuz çoğunluğa uymayı kabul
ettirmek değil, tersine bunun aşırıya kaç-
ması tehdidi altında olmamızdır. Sorunumuz çeşitliliği
arttırmaktır ve diğer seçenek bunu kamulaştırılmış okul sisteminden çok daha
etkin biçimde yapacaktır.
Bir asır önce önemli sayılan bir başka etkense, bireylere nakit
para bağışlarının (“ianelerin”) kötü şöhreti ile karşılama belgelerinin
dağıtımı ve kullanımlarının denetimini yürütecek etkili bir yönetim mekanizmasının
bulunmasının bir araya gelmesidir. Böyle bir mekanizma çağımızın fenomenidir
ve aşın derecede genişleyen kişisel vergilendirme ve sosyal güvenlik programlarıyla
tam olgunluğa erişmiştir. Böyle olmasaydı okulları yönetmek, eğitimi finanse
edebilmenin tek yolu olarak görülebilirdi.
Yukanda aktarılan örneklerden bazıları (İngiltere ve Fransa)
önerdiğimiz düzenlemelerin kimi özelliklerinin şimdiki eğitim sistemlerinde
bulunduğunu göstermektedir. Ve çoğu Batı ülkesinde bu tür düzenlemeler için
güçlü ve sanırım artan bir baskı da vardır. Bu durum belki, bu tür
düzenlemeleri kolaylaştıran devletin yönetim mekanizmasındaki çağdaş
gelişmelerle bir ölçüde açıklanabilir.
Her ne kadar bugünkü sistemden önerilen sisteme geçişte ve bu
sistemin yönetiminde pek çok idari sorun çıkacaksa da, bunlar benzersiz ya da
çözümsüz değildir. Diğer etkinliklerin özelleştirilmesinde olduğu gibi, mevcut
tesis, donanım, araç ve gereçler bu alana girmek isteyen özel girişimlere
satılabilir. Böylece geçiş sırasında herhangi bir sermaye savurganlığı
yapılmamış olur. Devlet birimleri bundan sonra da, en azından bazı bölgelerde,
okulları yönetmeyi sürdüreceğinden, geçiş aşamalı ve kolay olacaktır. Birleşik
Devletler ve bazı diğer ülkelerde
öğretimin yerel birimlerce
yönetimi, küçük çaptaki denemeleri de cesaretlendirebileceği için geçiş benzer
şekilde kolaylaşacaktır. Belli bir devlet biriminden yapılacak parasal
yardıma uygunluk niteliklerinin belirlenmesinde kuşkusuz zorluklar çıkacaktır;
ama bu, mevcut belirleme sorunuyla, yani belirli bir çocuk için hangi birimin
okul sağlamakla yükümlü olacağının saptanması sorunuyla özdeştir. Bölgeler
arasındaki sübvansiyon farklılıkları, birini diğerine göre daha çekici kılar,
tıpkı öğretimin nitelik farklılığının şimdi aynı etkiyi yapması gibi. Buna
eklenecek tek zorluk, çocukların nerede eğitileceğine karar vermede çok daha
özgür olunması nedeniyle kötüye kullanma fırsatlarının da daha büyük olabilmesidir.
Varsayılan yönetim zorluğu, statükonun önerilen herhangi bir değişikliğe karşı
standart savunmalarından biridir; bu olayda ise normalden daha zayıf bir savunma
söz konusudur, çünkü mevcut düzenlemeler yalnızca önerilen düzenlemelerden
kaynaklanan sorunları değil, eğitim ve öğretimin bir devlet fonksiyonu olarak
görülmesinden kaynaklanan sorunları da kapsamalıdır.
KOLEJ VE ÜNİVERSİTE DÜZEYİNDEKİ OKULLARDA ÖĞRETİM
Yukarıdaki tartışma daha çok
ilk ve orta öğretimle ilgiliydi. Daha yüksek düzeydeki okullarda öğretimde kamulaştırmayı
dışsallık etkileri ya da teknik tekele dayandırmak daha zayıf bir gerekçedir.
Bir demokraside tüm vatandaşlar için asgari düzeydeki okul öğretimi üzerine
uygun içerikli bir eğitim programı geliştirilmesi konusunda neredeyse
oybirliğine varan bir uzlaşma ve fikirbirliği vardır; temel hemen hemen okuma,
yazma ve aritmetikten oluşan üçlünün tamamı üzerine kuruludur.
Birbirini izleyen daha üst düzeylerdeyse görüş birliği giderek
azalmaktadır. Elbette ki Amerikan Koleji’nin altındaki bir düzeyde, çoğunluğun
(çoğulun değil) görüşlerinin herkese kabul ettirilmesi konusunda bir uzlaşma
sağlanmamıştır. Anlaşma sağlanamaması aslında bu düzeydeki okul öğretiminin
parasal yardım görmesinin uygunluğu üzerinde bile kuşkular doğurabilir; ortak
toplumsal değerler yaratılması gerekçesiyle kamulaştırmadan yana ileri
sürülebilecek her savı çürütebilir. Bu düzeyde, bireylerin daha yüksek bir
eğitim görmek için gidebilecekleri ve gittikleri kurumlann uzaklıkları açısından
herhangi bir “teknik tekel” söz konusu olamaz.
Birleşik Devletler’de ilk ve orta düzeyden daha üst seviyedeki
okullarda devlet kurumlannın öğretimdeki rolleri daha küçüktür. Yine de bu
rollerin 1920’lere kadar önem açısından çok büyüdüğü açıktır ve şimdiki kolej
ve üniversitelere giden öğrencilerin masraflarının yarısından fazlası devlet
kurumlannca karşılanmaktadır."
Bunların büyümelerinin temel sebeplerinden biri görece ucuz
olmalarıdır; eyalet ve belediye kolej ve üniversitelerinin pek çoğu özel
üniversitelerin parasal olarak dayanabileceğinin çok altında okul taksitleri
uygulanmış, bunun sonucunda özel üniversiteler ciddi parasal sorunlarla
karşılaşmış ve oldukça haklı olarak “haksız” rekabetten yakınmışlardır.
Devletten bağımsız olma statülerini korumak istemişlerse de, parasal baskı
karşısında devlet yardımı arayışına sürüklenmişlerdir.
Daha önce yapılan analizler göstermiştir ki daha tat-
11
Bkz. George |. Stigler, Eıuplııyıncııt and Compensation in
Edııaılioıı (“Occasioııal Paper” No: 33, |New York: National Bureau of Econonıic Research, 1950|), p.33
min edici çözümler bulmak
mümkündür. Daha yüksek düzeyde öğretime yapılacak kamu harcamaları, gençlerin
vatandaşlık ve toplum liderliği eğitimi için bir araç olmaları açısından haklı
gösterilebilir, yine de doğrudan mesleki eğitime giden cari harcamaların büyük
bir bölümünün bu ya da başka gerekçelerle haklı gösterilemeyeceğini hemen
eklemek isterim. Yalnızca devlet kurumlanndan birinde görülecek öğrenim için
öğretim yardımı yapmak, yardımı bununla sınırlamak hiçbir gerekçeyle haklı
gösterilemez. Her yardım, eğitim alanı belirli bir türde olmak koşuluyla kendi
seçecekleri bir kurumda harcanabilmek üzere bireylere verilmelidir. Devlet
elinde tutulacak okullardaysa eğitim giderlerini kapsayan ücreder alınmalı ve
böylece devlet desteği görmeyen okullarla eşit koşullarda rekabete girmeleri
sağlanmalıdır.[15]
[16]
[17]
Sonuçta ortaya çıkacak sistem, ana hadarıyla Birleşik Devletler’de İkinci Dünya
Savaşı sonrasında orduda görevi sona eren askerlerin eğitimini finanse etmekte
uygulanan düzenlemelere benzeyecektir, ancak fonlar federal hükümet yerine büyük
bir olasılıkla eyaletlerden gelecektir.
Bu tür düzenlemelerin
benimsenmesi çeşitli okullar arasında daha etkili bir rekabete ve bu okulların
kaynaklarını daha verimli kullanmalarına vesile olacaktır. Bu, özel kolej ve
üniversitelerin üzerindeki dolaysız devlet yardımının baskısını ortadan
kaldıracak, böylece onların tam bağımsızlıklarını ve çeşitliliklerini
koruyacak, aynı zamanda da devlet kurumlanna oranla büyüyebilmelerine imkân
sağlamaktadır. Ayrıca yardımların, verildiği amaçların yakından incelenmesini
sağlamak gibi yan bir
yararı da olabilir. Kişiler yerine kurumlann yardım görmesi,
devlet yardımı açısından uygun olan etkinlikler yerine, bu kurumlar için uygun
olan bütün etkinliklerin ayrım gözetilmeksizin yardım almasına yol açmıştır.
Gelişigüzel yapılmış incelemeler bile, iki türden etkinliklerin
kesişmekle birlikte özdeş olmaktan çok uzak olduklannı göstermektedir.
Kolej ve üniversite düzeyinde alternatif düzenleme için sermaye
tartışması daha nettir, çünkü çok sayıda ve çeşitte özel okul vardır.
Sözgelişi, Ohio eyaleti vatandaşları der ki, “Eğer koleje gitmek isteyen bir
genciniz varsa, oldukça düşük eğitim ihtiyaçlarını karşılaması koşuluyla ve
eğer Ohio Universitesi’ne gitmeyi seçecek kadar da açıkgözse ona otomatik
olarak dört yıllık hatırı sayılır bir burs vereceğiz. Ama eğer çocuğunuz Yale,
Harvvard, Northvvestern, Beloit ya da Chicago Üniversitesi’ni bir yana bırakın,
Oberlin Koleji’ne ya da Western Reservc Üniversitesi’ne gitmek isterse o zaman
bir peni bile alamayacaktır.” Böylesine bir program nasıl haklı görülebilir?
Ohio eyaletinin yüksek eğitim bursları için harcamak istediği parayı, herhangi
bir kolej ya da üniversite için elde edilebilir olarak tahsis etmesi ve Ohio
Üniversitesi’nin diğer kolej ve üniversitelerle eşit koşullarla yarışmasını
istemesi çok daha adil ve daha yüksek bir burs standardını geliştirmez miydi?13
[18]
OKULLARDA MESLEKİ VE
PROFESYONEL ÖĞRETİM
Okullarda mesleki ve profesyonel öğretimin yukarıda genel eğitimin
dayandırıldığı türden dışsal etkileri yoktur. Bu, tıpkı makineler, yapılar ya
da diğer şekillerdeki insan dışı sermayeye yapılan benzer yatırımlar gibi insan
sermayesine yapılan bir yatırım şeklidir. Fonksiyonu insanoğlunun ekonomik
üretkenliğini artırmaktır. Eğer bunu sağlayabilirse, birey bir özgür girişim
toplumunda hizmetleri için, aksi durumda elde edebileceğinden daha yüksek bir
kazanç elde ederek ödüllendirilmiş olacaktır.u
Kazançtaki bu fark ister makineye ister insana yönelik olsun,
sermaye yatırımı için bir özendiricidir. Her iki durumda da fazladan elde
edilen kazançlar onları sağlamanın ana maliyetini dengelemelidir. Mesleki okul
öğretimini oluşturan ana maliyetler, eğitim döneminde elden kaçırılan
gelirler, kazanma döneminin başlangıcının ertelenmesiyle faiz kaybı, okul
taksideri, kitaplar ve araç gereçlere harcananlar gibi eğitimin elde edilmesine
özgü giderlerdir. Fiziki sermaye için ana maliyetler, sermaye araç gerecinin
yapımı için gerçekleşen giderlerle yapım döneminde yitirilen faizleridir. Her
iki olayda da öngördüğü getirisi yine öngördüğü maliyederden yüksekse birey
yatırım yapmak ister.H Her iki durumda da eğer bi-
rey yatırıma girişir ve eyalet yatırımı yardımla desteklemez ve
gelirini de vergilendirmez se birey (ya da ana babası, hamisi ya da yardım
eden kimsesi) genel olarak bütün fazladan maliyetleri üstlenir ve fazladan
kazançları da alır: Özel teşvikleri sistematik olarak toplumsal olanlardan
ayırma eğilimi göstermeyen hiçbir katlanılmaz maliyet ya da uygunsuz kazanç
yoktur.
Eğer sermaye, fiziksel aktifler için olduğu gibi insan için de,
ilgili bireyler tarafından piyasadan, doğrudan yatırım yoluyla bireyden veya
ebeveynlerden ya da yardım eden kimselerden gönüllü olarak kolayca sağlanabilseydi,
sermayenin getireceği kazanç oranı her iki alanda da hemen hemen eşit olurdu.
Eğer insan dışı sermayenin getirisi daha yüksek olsaydı ebeveynler mesleki
eğitime yapacakları yatırım yerine, çocukları için o tür bir sermaye satın
alma eğiliminde olurlardı. Gerçekten de eğitime yapılan yatırımın verim
oranının fiziksel sermayeye yapılan yatırımın verim oranından çok daha yüksek
olduğuna ilişkin hatırı sayılır deneysel kanıt vardır. Bu fark insan
sermayesinde eksik yatırımın varlığını gösterir.[19]
insan sermayesine yapılan bu eksik yatırım büyük bir olasılıkla
sermaye piyasasındaki bir kuşum yansıtıyordun insana yaürım fiziki sermayeyle
aynı koşullarla ya da aynı kolaylıkla finanse edilemez. Nedenini görmek kolaydır.
Eğer fiziki sermaye yatırımını finanse etmek için vadeli borçlanmaya
gidildiyse, borç veren bu borç karşılığında ya ipotek şeklinde bir teminat
alabilir ya da arta kalan
borç için doğrudan o fiziki aktif üzerinde hak iddia edebilir;
ödemeden kaçınma durumunda fiziki aktifi satarak yatırımın en azından bir
bölümünü paraya çevirebileceğini umabilir. Ama eğer bir insanın kazanma gücünü
artırmaya yönelik borç verirse, bunu karşılayabilecek bir teminat elde
etmeyeceği bellidir. Köleliğin bulunmadığı bir eyalette yatırımı oluşturan
birey satın alınamaz ve satılamaz. Övle olabilseydi bile teminatı eşit
koşullarda olmazdı. Fiziki sermayenin üretkenliği genel olarak ilk borçlananın
işbirliğine dayanmaz. Ama insan sermayesinin üretkenliği çok açık bir şekilde
böyledır. Gelecekteki kazançlarından başkaca hiçbir teminat sunamayan bir
bireyin eğitimini finanse edecek bir borç, bu nedenle bir bina yapılmasını
finanse etmek için kullanılacak bir borç önerisinden çok daha az çekicidir:
Teminat daha azdır ve sonuçta ortaya çıkabilecek faiz ve anaparayı tahsil
etmenin maliyeti daha yüksektir.
Eğitim yatırımlarının finansmanında kullanılan vadeli
borçlanmaların uygunsuzluğu bir başka zorluk daha çıkarır. Bu tür bir yatırım
ister istemez yüksek risk içerir. Beklenen ortalama kazanç yüksek olabilir,
ama ortalamaya ilişkin çok daha fazla değişken bulunmaktadır. Değişkenlerden
biri ölüm ya da fiziksel yetersizliktir, ama yine de bunlar yetenek, enerji ve
şans değişkenleri yanında çok daha önemsiz kalır. Sonuç olarak eğer vadeli
borçlanmaya gidilmiş ve bu yalnızca gelecekteki kazançlarla teminat altına
alınmış olsaydı, borcun önemli bir bölümü hiçbir zaman ödenemeyecekti. Bu tür
borçlan borçlananlar açısından çekici kılabilmek için, söz konusu borçlara
uygulanan itibari faiz oranları, ödenmeyen borçlardaki sermaye kayıplannı
karşılaya-
cak kadar yüksek olmalıdır. Oysa yüksek itibari faiz oranı, hem
aşırı faizi düzenleyici (murabaha) yasalara aykırı düşer hem de borçları borç
alanlar için çekici olmayan bir hale getirir.[20]
Diğer riskli yatınmlarda bunun karşılığı olan sorunu çözmek için
kullanılan araç, borç ve ipotekten sonraki net özvarlığa hisse sahibinin payı
kadar sınırlı yükümlülüğün eklenmesidir. Bunun eğitimdeki karşılığı bir
bireyin kazanç beklentilerinden bir hisse “satın almak” olacaktır; bir başka
deyişle, ona gelecekteki kazançlannın bir bölümünü borç verene vermesi
koşuluyla eğitimini finanse edebilmesi için avans verilmektedir. Borç veren bu
yolla ilk yaptığı yatırımdan daha fazlasını görece başarılı bireylerden geri
alabilecektir, bununla da başansızlardan dolayı uğrayabileceği başlangıç
yatırımının kayıplannı karşılayabilecektir.
Bu tür özel anlaşmalar için herhangi bir yasal engel yok gibi
görünmektedir, yine de bunlar ekonomik açıdan
bir bireyin gelecekteki kazanma kapasitesinden bir hisse satın
almayla, dolayısıyla kısmi kölelikle eşittir. Hem borç veren hem de borç alan
için yüksek karlılığına rağmen bu tür anlaşmaların yaygın olamamasının bir
nedeni büyük olasılıkla, bireylerin diledikleri yere gidebilme özgürlüklerinin
olması, doğru gelir bildirimi alınması gerekliliği ve anlaşmaların yürürlük
süresinin çok uzun olması dolayısıyla bunların yönetimine ilişkin maliyetlerin
yüksek olmasıdır. Bu maliyetler, özellikle küçük ölçekteki yatırımlar için,
finanse edilen bireylerin geniş bir coğrafi alana yayılmaları durumunda daha da
yüksek olacaktır. Bu tür maliyetler, bu tür yatırımların hiçbir zaman özel
himaye altında gelişememesinin öncelikli nedeni olabilir.
Bununla birlikte, bu konuda baş rolü oynayan etkenler, fikrin
yeniliğinin kümülatif etkisi, insana yapılan yatırımı tıpkı fiziksel bir değere
yapılan yatırım gibi düşünme isteksizliği, gönüllü olarak girişilmiş olsa bile
sonucunda böyle bir anlaşmanın pek akla uygun düşmeyen toplumsal kınanma
olasılığı ve böylesi yatırımlara girmeye en uygun aracıların, yani hayat
sigortası şirketlerinin, yasal ve geleneksel kısıtlamaları olabilir. Olası
kazanç özellikle bu işe yeni girişenler için son derecede ağır yönetim
maliyetlerine katlanmaya değecek kadar büyüktür."1
IR Bu işin nasıl
yapılabileceğini vc bazı yardımcı yöntemlerle bundan nasıl kar edilebileceğini
düşünmek ilginçtir. İlk ise girişenler finanse etmeyi planladıkları bireylerden
çok yüksek niteliksel standartlar isteyerek en iyi yatırımları
seçebileceklerdir, I.ğer bunu yaparlarsa kendi yatırımlarının karlılığını,
finanse ettikleri bireylerin üstün niteliğinin toplum tarafindan tanınmasıyla
artırabileceklerdir: “I eğitimi XYZ Sigorta Şirketince finanse edilmiştir”
başlığı, alışverişi çekici kılacak kalitenin bir teminatı olabilir (“İyi I
<v I lizmetlerincc onaylanmıştır” gibi.) XYZ Şirketi “kendi” doktorlarına,
avukatlarına, dişçilerine vc bunlar gibi nicelerine her tür genel hizmet de
verebilir. |
Nedeni her ne olursa olsun, piyasadaki bir kusur insan
sermayesine eksik yatırıma yol açmıştır. Dolayısıyla bu tür bir yatırımın
gelişmesine yönetim maliyetlerinin engel olduğu gerekçesiyle teknik tekelin ve
piyasanın; sürtüşme ve esneksizliğine dayanarak çalışmasını geliştirme
gerekçesiyle devlet müdahalesinin mantığa uygunmuş gibi sunulması mümkün
olabilir.
Eğer devlet müdahale edecekse bunu nasıl yapmalıdır? Müdahalenin
ortada görünen ve şimdiye kadar uygulanan tek şekli, okullarda mesleki ya da
profesyonel öğretimin karşılıksız devlet burslarıyla genel bütçe gelirlerinden
finanse edilmesidir. Bu biçim açıkça uygunsuz görünmektedir. Yatırım, fazladan
kazancın yatırımı geri ödediği ve piyasa faizi oranında gelir getirdiği noktaya
kadar sürdürülmelidir. Eğer yatırım insana yapılıyorsa, o zaman fazladan
kazanç, bireyin hizmetlerine karşılık aksi durumda ödenecek olandan daha
yüksek bir ücret biçimini alır. Serbest piyasa ekonomisinde birey bu kazancı
kendi kişisel geliri olarak elde eder. Eğer yatırım parasal yardtm görmüş
olsaydı, o zaman hiçbir maliyeti üstlenmemiş olacaktı. Bu nedenle eğer
yardımlar eğitim görmek isteyen ve asgari kalite standardına uyan herkese
verilseydi, o zaman insana aşın yatınm eğilimi olabilirdi. Çünkü bireyler
eğitimi kendi özel maliyetlerinin üstünde herhangi bir fazladan gelir sağlayana
kadar sürdürme dürtüsünde olacaklardı, hattâ herhangi bir faizi bir yana
bırakın, gelir yatırılan anaparayı geri ödemeye yetersiz olduğu halde eğitime
devam edeceklerdi. Böyle bir aşırı yatırımdan kaçınabilmek için devlet, yardımları
kısıtlamak durumunda kalacaktır. Yatınm tutannın “doğru” olarak
hesaplanabilmesindeki zorluk bir yana, bu bile finanse edilebileceklerden çok
daha fazla sayıda istekli arasında kısıtlı yatırım tutarının temelde keyfi bir
dağıtım yoluyla yapılmasını gerektirecektir. Maliyetlerin tümü genel olarak
vergi ödeyenlerce üstlenilirken, eğitimleri için parasal yardım alabilecek
kadar talihli olanlar, yapılan yatırımın tüm kazancını elde edebileceklerdir;
bu da gelirin tümüyle keyfi ve neredeyse sapkınlığa varan bir yeniden dağıtım
şeklidir.
Aranan nitelik gelirin yeniden dağılımı değil, beşeri ve fiziki
yatırım için gerekli sermayeyi benzer koşullarda sağlanabilir kılmaktır.
Bireyler yatırım maliyetlerini kendileri üstlenmeli ve ödüllerini
alabilmelidirler. Maliyetleri üstlenmek istediklerinde de yatırım yapmaları
piyasa kusurları nedeniyle engellenmemelidir. Devletin bu sonuca
erişebilmesinin bir yolu, insana net özvarlık yatırımı yapmasıdır. Bir devlet
organı asgari standardını tutturabilecek bireylere eğitimlerini finanse etmeyi
önerebilir ya da finansmana yardımcı olabilir. Sınırlı bir yıllık tutarı,
belirli sayıda yıl boyunca kabul görmüş bir kurumda eğitim için kullanılmasını
öngörerek kullanıma açabilir. Buna karşılık birey, devletten aldığı her 1000
dolar için gelecekte elde edeceği kazancının belirlenecek bir tutarın
üstündeki bölümünü ya da yine belirlenecek bir yüzdesin! devlete ödemeyi kabul
eder. Bu ödeme kolaylıkla gelir vergisi ödemeleriyle birleştirilerek ek
yönetim giderlerinin en aza indirilmesi sağlanabilir. Temel tutar, bu özel
eğitim yapılmamışçasına elde edilebilecek tahmini ortalama gelire eşit olarak
belirlenir; gelirden ödenecek paysa tüm proje kendi kendini finanse ediyor gibi
düşünülerek hesaplanır. Bu yolla, eğitimi gören bireyler aslında tüm maliyeti
yüklenmiş olacaklardır. Bundan sonra, kullanılmak istenen yatırım toplamı
bireysel seçimle belirlenebilir. Bunun mesleki ve profesyonel eğitimin devletçe
finanse edildiği tek yol olması ve hesaplanan gelirlerin tüm ilintili kazanç
ve maliyetleri yansıtması koşuluyla, bireylerin özgür seçimi en uygun yatırım
toplamını üretmek yönünde olacaktır.
Anlaşmadaki ikinci koşul, ne yazık ki, yukarıda değinilen parayla
değerlendirilemeyen kazançlann dahil edilmesinin olanaksızlığı nedeniyle tam
olarak yerine getirilememektedir. Bu nedenle, uygulamada, tasarlanan yatınm
bir miktar daha küçük kalacaktır ve en uygun şekilde dağıtılamayacaktır.[21]
Çeşitli nedenlerle, bu fikrin özel finansman kurumlanyla vakıflar
ve üniversiteler gibi kar amacı gütmeyen kurumlarca geliştirilmesi daha
yerinde olacaktır. Temel gelirlerin ve devlete ödenecek bu asıl gelirden artan
bölümün kestirilmesindeki zorluklar nedeniyle, tasarlanan düzenin politik bir
futbola dönüşmesi gibi büyük bir tehlike vardır. Çeşitli mesleklerin gelirleri
hakkında mevcut bilgi, yalnızca projeyi kendi kendini finanse eder gösterecek
değerlerin kabaca tahmin edilmesine yarayacaktır. Ek olarak, temel gelirler ve
anılan paylar bireylerin kazanma yeterliliklerindeki farklılıklara bağlı olarak
bireyden bireye değişebilir, tıpkı gruplar arasında farklı yaşam süresi beklentilerine
göre değişen sigorta primlerinde olduğu gibi.
Böyle bir tasarının özel düzeyde gelişmesindeki en
gel yönetim giderleri olduğundan, fonları hazırlayacak uygun
devlet birimi daha küçük birimler yerine federal hükümetin kendisidir.
Eyaletlerden herhangi birinin maliyederi, sözgelişi finanse edilen kişilerin
izlenme maliyetleri, bir sigorta şirketininkiyle aynı olacaktır. Federal
hükümetin bu işi üstlenmesiyle bunlar tümüyle ortadan kaldınlamasa bile en aza
indirgenecektir. Örneğin, başka bir ülkeye göç eden bir birey, yasal ve ahlaki
yönden kazancının karşılıklı anlaşmaya varılmış payını ödemekle yükümlü olmaya
devam eder, yine de bu yükümlülüğünü uygulatmak zor olabilir. Çok başarılı
kişiler bu nedenle göç etme eğiliminde olabilirler. Benzer bir sorun, hiç kuşkusuz
gelir vergisinde, hem de çok daha geniş kapsamda ortaya çıkar. Tasarlanan
düzene federal düzeyde eşlik eden bu ve diğer idari sorunlar, ayrıntılarında
uğraştıncı olmakla birlikte ciddi görünmemektedir. Ciddi olan sorun daha önce
de anıldığı gibi politik olanıdır: Tasarlanan düzen, politik bir futbol
olmaktan ve uygulamada kendini finanse eden bir proje olmaktan çıkarak mesleki
eğitime yardım sağlayan bir araç durumuna dönüşmekten nasıl kurtarılabilir?
Ama tehlike kadar fırsatların da varlığı bir gerçektir. Sermaye
piyasasındaki kusurlar, daha pahalı mesleki ve profesyonel eğitimleri ancak
ebeveynleri ya da hamileri tarafından finanse edilebilecek olan bireylere tahsis
etme eğilimi doğurabilir. Bu kusurlar böyle bireyleri, çoğu yetenekli bireyin
gerekli sermayenin bulunmamasından dolayı giremediği bir rekabet ortamından
korunan ve “yarışmayan” bir grup haline getirir. Sonuç, servet ve toplumsal
konumdaki eşitsizliğin sürekli hale getirilmesidir. Yukarıda ana hatları
belirtilen düzenlemelerdeki gelişmeler, sermayeyi daha yaygın olarak hazır
kılacak ve bununla fırsat eşitliğinin gerçekleşmesinde, gelir ve servetteki eşitsizliklerin
azaltılmasında ve insan kaynaklarımızın tam kullanımının geliştirilmesinde
kayda değer bir yol alınmış olacaktır. Bunu da rekabeti gerileterek,
özendiricileri yok eden ve doğrudan doğruya gelirin yeniden dağılımından
kaynaklanabilecek marazlarla uğraşarak değil, özendiricileri etkin kılarak ve
eşitsizlik nedenlerini ortadan kaldırarak yapacaktır.
Kapitalizm
ve Ayrımcılık
Kapitalizmin evriminde dikkat çekici bir tarihsel olgu vardır. Bu
evrime, ekonomik faaliyederini ancak özel engeller altında sürdürebilen
belirii dinsel, ırkçı ya da sosyal topluluklara uygulanan önemli kısıdamalar
eşlik etmiştir. Bir başka deyişle, onlarla başkaları arasında ayrım
yapılmıştır. İş anlaşması düzenlemelerinin toplumsal konum düzenlemelerinin
yerine geçmesiyle, ortaçağdaki toprağa bağlı kölelerin bağımsızlığına doğru
ilk adım atılmıştır. Ortaçağ boyunca Yahudilerin korunabilmesi, din nedeniyle
uygulanan resmî zulme karşın, iş yapabilecekleri ve kendilerini
geçindirebilecekleri bir piyasa sektörünün varlığı sayesinde mümkün olmuştur.
Puritenler ve Quakerlar ise, yaşamlarının diğer alanlarında birçok yetkiden
yoksun bırakılmalarına rağmen, piyasa sektöründe para biriktirebilmeleri
sayesinde Yeni Dünya’ya göç edebilmişlerdir. İç Savaş’tan sonra Güney
eyalederi zencilere yasal kısıdamalar getirebilmek için birçok önlem almıştır.
Hiçbir ölçekte asla uygulanmayan bu önlem, taşınmaz ve kişisel malvarlığına
sahip olmaya getirilen sınırlamaydı. Bu tür engelleri koymadaki başarısızlık,
zencilere kısıdamalar getirmekten kaçınma konusunda herhangi bir özel kaygıyı
yansıtmıyordu. Daha çok, özel mülkiyete olan temel inanan, zencilere
ayrımcılık yapma isteğine baskın çıkacak kadar güçlü olmasından
kaynaklanmaktaydı. Özel mülkiyet ve kapitalizmin genel kurallarının korunması,
zenciler için önemli bir fırsat olmuş, onlara aksi durumda elde edebileceklerinden
çok daha büyük ilerleme olanağı sağlamıştır. Daha genel bir örnekle
belirtilirse, herhangi bir toplum içinde ayrımcılığın sürdürüldüğü alanlar son
derece tekelci yapıda olanlardır; buna karşılık, en geniş rekabet özgürlüğü
olan alanlardaysa, belirli renk ya da dini gruplara karşı ayrımcılık en düşük
düzeydedir.
Birinci bölümde de vurgulandığı gibi, deneyimin çelişkilerinden
biri şudur: Bu tarihsel kanıta karşın, kapitalist bir toplumdaki temel
değişiklikleri en çok savunanlar işte bu azınlık gruplarından çıkmışlardır.
Bunlar, serbest piyasanın bu kısıtlamaların olabildiğince küçük çapta
kalmasını mümkün kılan başlıca etken olduğunu kavrayacakları yerde, yaşamakta
oldukları kahntısal kısıdamaları kapitalizme yorma eğilımi göstermişlerdir.
Daha önce, serbest piyasanın ekonomik etkinliği alakasız
özelliklerden nasıl ayırt ettiğini gördük. Birinci bölümde belirtildiği gibi,
ekmek satın alan biri, bu ekmeğin yapıldığı buğdayın üreticisinin bir beyaz ya
da bir zenci, bir Hıristiyan ya da bir Yahudi olduğunu bilemez. Dolayısıyla da
buğday üreticisi, kaynaklan olabildiğince etkin kullanabileceği bir
konumdadır; çalıştırdığı işçilerin renk, din ya da başka özelliklerinden dolayı
toplumun yaklaşımlanndan etkilenmez. Bundan da öte ve üretici için belki daha
da önemlisi, serbest piyasada ekonomik etkinliğin bireylerin diğer
özelliklerinden ayn tutulması, ekonomik bir özendiricidir. İş ilişkilerinde
üretkenlik randımanıyla bağdaşmayan tercihler yapan bir işadamının ya da bir
girişimcinin, bu tür tercihler yaptığı takdirde bireylere göre dezavantajlı
bir duruma düşer. Böyle davranan bir birey, bu tür tercihler yapmayanlara
oranla kendini çok daha yüksek bir maliyetin etkisi altına sokar. Bundan dolayı
da başkaları onu serbest piyasanın dışına itme eğilimi gösterirler.
Aynı fenomenin kapsamı çok daha geniştir. Çoğunlukla başkalarına
dinlerinden, renklerinden ya da başka bir nedenden dolayı ayrımcılık yapan bir
kişinin bu sırada hiçbir maliyet yüklenmediği, bu maliyederi rahatlıkla
başkalarına yüklediği kabul edilir. Bu görüş, bir ülkenin başka ülke
ürünlerine gümrük vergisi koyarak kendi kendine zarar vermeyeceği gibi bir
yanılgıyla aynıdır.2" Aslında her ikisi de aynı ölçüde
yanlıştır. Sözgelimi, bir zenciden mal satın almaya ya da onunla yan yana çalışmaya
karşı çıkan bir insan, bununla kendi seçim olanaklarını kısıtlar. Genel
olarak, satın alacaklarına daha yüksek bir fiyat ödeyecek ya da çalışmasının
karşılığını daha az alacaktır. Ya da başka bir deyişle, aramızdan ten rengini
ya da din özelliğini önemsemeyenler sonuçta bazı şeyleri daha ucuza satın
alabileceklerdir.
Bütün bu belirtilenler belki de ayrımcılığın tanımında ve
yorumlanmasında gerçek sorunlar olduğunu gösterebilir. Ayrımcılık yapan insan
yaptığının fiyatını öder. Ayrımcılığın paylaşılmayan bir beğeniden başka bir
anlamı olmadığını görmek insana zor gelir. Bir bireyin bir şarkıcı yerine bir
başkasını dinlemek için daha yüksek ücret
Gary Becker ayrımcılığı inceleyen parlak ve etkileyici bazı ekonomik
konulu yayınlarından birinde, ayrımcılık sorununun dış ticaret ve
tarifelerindeki yapıyla neredeyse özdeş olduğunu göstermektedir. Bkz: G. S.
Becker, The TLconomies of Discrimination, Chigago, University of Ghigago
Press, 1957. ödemek istemesi halinde
biz bunu -en azından aynı tiksindirici duygu olmadan“ayrımcılık” olarak
görmüyoruz. Oysa eğer o kişi kendisine sunulan hizmetlerde birisine rengi
diğerinden farklı olduğu için daha yüksek ücret ödemek istiyorsa o zaman buna
ayrımcılık diyoruz. Bu iki olay arasındaki fark, birinde o beğeniyi paylaşmamız,
diğerindeyse paylaşmamamız dır. İlke olarak bir ev sahibinin çekici bir
hizmetçiyi çirkin bir hizmetçiye tercih etmesine neden olan beğeniyle, bir
diğerinin bir zenciyi bir beyaza ya da bir beyazı bir zenciye tercih etmesine
neden olan beğeni arasında, bu beğenilerden birini anlayışla karşılayıp
onaylamamız, diğeriniyse böyle karşılamamamız dışında herhangi bir fark var
mıdır? Burada her beğeninin eşit güzellikte olduğunu söylemek istemiyorum.
Tam tersine, ben bir insanın yalnızca derisinin rengine ya da ana babasının
dinine göre değişik muamele görmesi için hiçbir gerekçe olamayacağına yürekten
inanırım. Kanımca bir insan böyle dış özelliklerine göre değil de, ne olduğuna
ve ne yapabildiğine göre değerlendirilmelidir. Bu konuda benden farklı beğeni
sahiplerinin bana önyargılı ve dar görüşlülük gibi gelen tutumlarını aşağı
görür ve onları küçümserim. Ama özgür tartışmaya dayalı bir toplumda bence
başvurulacak en uygun yöntem, onları bu beğenilerinin kötü olduğuna, bu görüş
ve davranışlarını değiştirmeleri gerektiğine ikna etmenin yollarını bulmak,
benim beğeni ve tutumlarımı onlara benimsetmek için baskı yapmamaktır.
ADİL İSTİHDAM UYGULANLA.LARI YASASI
İşe almada ırk, renk ya da dine bağlı nedenlerle yapılacak
herhangi bir “ayrımcılığı” önlemek amacıyla bazı eyaletlerde adil istihdam
uygulama komisyonları (Fair
Employmenlt Practices
Commissions FEPC) kurul muştur. Böyle bir yasa bireylerin birbirleriyle gönüllü
iş anlaşmaları yapma özgürlüklerine açıkça müdahale eder. Bu tür anlaşmaların
devletçe onaylanması ya da onaylanmamasını zorunlu kılar. Dolayısıyla bu,
diğer birçok durumda karşı çıkacağımız türden, özgürlüğe doğrudan bir
müdahaledir. Dahası, özgürlüğe yapılan müdahalele rin pek çoğunda olduğu gibi,
bu yasanın etkilediği birey lerin faaliyetleri, yasayı önerenlerin kontrol
edilmesini is tedikleri faaliyetlerden olmayabilir.
Sözgelimi, zenci tezgâhtarların kendilerine hizmet etmesinden son
derece tiksinen insanların ikamet etti ği bir yörede bulunan bir bakkal
dükkânını düşünün. Bu bakkal dükkânının bir tezgahtar gereksinmesi olduğunu ve
işe ilk başvuranın gerekli niteliklere sahip bir zen ci olduğunu düşünelim.
Anılan yasanın bir sonucu olarak da dükkanın bu zenciyi işe alması gerektiğini
varsa yalım. Bu işlemin etkisi, bu dükkanda işlerin azalması ve dükkan
sahibinin zarar etmeye zorlanmasıdır. Eğer yöre toplumunun tercihleri yeterince
güçlüyse, dükkanın ka panmasına bile neden olabilir. Yasanın bulunmaması
halinde dükkan sahibi beyaz tezgahtarı zencilere tercih ederek işe alabilir, bu
arada da herhangi bir kişisel tercih, önyargı ya da beğeni belirtmiş olmaz.
Sadece toplumun beğenilerini yansıtıyordun Esnaf, tüketicilerin satın almak
isteyecekleri hizmederi tüketiciler için üretmekte dir. Buna karşın zarar
görmektedir ve belki de kendisine bu etkinliği yasaklayan yasa tarafından fark
edilebilir öl çüde zarar verilen başlıca kişidir. Yasa onu, zenci yerine beyazı
işe alarak toplumun beğenilerine cevap vermek ten alıkoymaktadır. Yasanın
tercihlerini terbiye etmek
istediği tüketiciler, aslında yalnızca dükkan sayısının sınırlı
kalmasından etkileneceklerdir, çünkü bunlardan biri kapanınca daha yüksek
fiyatlar ödemek zorunda kalacaklardır. Bu analiz genelleştirilebilir.
Olayların büyük bir bölümünde işverenler, istihdamla ilişkili olan teknik
fiziki verimlilikle ilgisi olmayan etkenleri göz önüne alan istihdam
politikaları benimsediklerinde ya müşterilerinin ya da diğer işçilerinin
tercihlerini aktarıyorlar. Gerçekten de işverenler daha önce de değinilen
tipik bir güdüyle, eğer bu tür tercihlerin yükselen maliyetleri onlara
yükleniyorsa tüketicilerinin ve işçilerinin tercihlerine yan çizme yollarını
ararlar.
FEPC’nin savunucuları, bireylerin kendi aralarında istihdamla
ilgili olarak gönüllü iş anlaşmalarına girebilme özgürlüğüne müdahaleyi şu
nedene dayanarak haklı çıkarmaya çakşırlar. Her ikisi de eşit fiziksel verimlilik
kapasitesinde olan bir beyaz ve bir zenciden, zenciyi işe almayı reddeden bir
birey, bu davranışıyla, uygulamada iş bulma olanakları sınırlı olan belidi
renkte ya da dindeki topluluklara zarar vermektedir. Bu sav, birbirinden çok
farkh iki değişik zarar türünün ciddi şekilde birbirine karıştırılmasına neden
olur. Bunlardan biri, bir bireyin bir dış fiziksel güç kullanarak ya da onu
rızası olmadığı bu anlaşmaya girmeye zorlayarak ortaya çıkardığı pozitif
zarardır: Çok açık bir örnek, birinin başkasının kafasına copla vurmasıdır.
Daha az açık bir örnekse, ikinci bölümde tartışılan akarsuların kirletilmesi
konusudur. İkinci tür zarar, iki bireyin karşılıklı kabullenilebilir bir anlaşma
yapabilme olanağını bulamaması halinde ortaya çıkan negatif zarardır. Birinin
bana satmak istediği şeyi satın almak istemeyerek, o kişinin o malı ondan
satın almadığım için kötü duruma düşmesine neden olmam gibi. Eğer bir topluluğun
tercihleri opera şarkıcıları yerine daha çok blues şarkıcılarından yanaysa,
onlar elbette birincilere göre İkincilerin ekonomik refahını yükseltiyorlar
demektir. Eğer yetenekli bir blues şarkıcısı iş bulabiliyor ve yetenekli bir
opera şarkıcısı bulamıyorsa, bunun yalın anlamı, blues şarkıcısının topluluğun
para ödemeye değer bulduğu bir hizmeti sunuyor olması, opera şarkıcısınınsa
olmamasıdır. Yetenekli opera şarkıcısı topluluğun beğenisinden “zarar”
görmüştür. Eğer beğeniler tam tersi olsaydı, üstün durumda olan o olur ve bu
kez blues şarkıcısı “zarar” görürdü. Açıkçası bu tür bir zarar üçüncü kişilere
istekleri dışında herhangi bir alışverişi zorunlu kılmaz, onlara bazı ek
maliyetler yüklemez ya da onlara ek olanaklar sağlamaz. Bir kişinin pozitif
zarar vermesini, başka bir deyişle zor kullanmasını engellemek için devletten
yararlanma talebi haklı çıkabilecek güçlü bir nedendir. Buna karşılık negatif
tür “zarar”dan sakınabilmek için devletten yararlanmayı gerektirecek hiçbir
neden yoktur. Tam tersine, bu tür bir hükümet müdahalesi özgürlükleri azaltır
ve gönüllü işbirliğini sınırlar.
FEPC yasası, savunucularının neredeyse bütün diğer uygulamalarda
nefret uyandırıcı bulacakları bir ilkenin benimsenmesini gerektirir. Eğer
devletin, “bireyleri işe almada renk, ırk ya da din nedeniyle ayrımcılık yapmayabilirler”
demesi uygunsa, o zaman devletin, aynı yönde oy verecek çoğunluk
bulunabilirse, “bireyleri işe almada renk ırk ya da din nedeniyle ayrımcılık
yapmalıdırlar” demesi de uygun görülmelidir. Hitler’in Nürnberg yasalarıyla
Güney eyaletlerinde zencilere özel kısıtlamalar getiren yasaların her ikisi de
FEPC ilkesine benzer yasa örnekleridir. FEPC’den yana ama bu tür yasalara
karşı olanlar, ilke olarak bunlarda herhangi bir yanlışlık bulunduğunu, yani
yasaların izin verilmemesi gereken bir tür devlet eylemini içerdiğini
savunamazlar. Olsa olsa kullanılan belirli ölçütlerin ilintisiz olduğunu savunabilirler
ve kişileri bu ölçütler yerine başkalarını kullanmaya ikna etmeye çalışabilirler.
Tarihi şöyle bir gözden geçirip de, her bağımsız olayı genel
ilkelerin bir parçası olarak değil de kendi özel koşullarıyla
değerlendirdiğimizde, çoğunluğun ne tür şeylerle ikna olacağına bakarsak,
devletin bu alandaki uygulamalarının çoğunluk tarafından uygun görülmeyeceğini
görürüz. Hattâ o andaki FEPC
yandaşlarının görüş açısından bakıyor olsak bile... Eğer o anda FEPC savunucuları
kendi görüşlerini etkili kılabilecek konumdaysalar, bu yalnızca ülkenin bir
bölümündeki yöresel bir çoğunluğun diğer bölümündeki bir çoğunluğa görüşlerini
zorla kabul ettirebilecek anayasal ve federal konumda bulunmasından
kaynaklanır.
Genel bir kural olarak denilebilir ki, belirli bir çoğunluğun
eylemine güvenerek kendi çıkarlarını savunmaya kalkan bir azınlık aşırı ölçüde
basiretsizdir. Bir kısım olaylara uygulanacak genel bir feragat hükmünün kabulü,
belirli çoğunlukların belirli azınlıkları sömürmesini önleyebilir. Böyle bir
feragat hükmünün yokluğu halinde, çoğunlukların güçlerini, azınlıkları
çoğunlukların önyargılarından korumak için değil, kendi tercihlerini -ya da
isterseniz önyargılarını diyelimetkili kılmak için kullanacakları sarih bir
gerçektir.
Konuyu bir başka ve belki de daha çarpıcı bir biçimde anlatmak
için öyle bir birey düşünelim ki, beğenilerle ilgili şimdiki modelin arzu
edilir olmadığına ve zencilerin, olması gerekenden daha az fırsata sahip
bulunduklarına inansın. Kendi inançlarını uygulamak için, diğer nitelikleriyle
aşağı yukarı birbirine eşit belli sayıdaki iş başvurusu arasından her zaman
zenci adayları seçtiğini varsayalım. Acaba şimdiki koşullar altında böyle
davranması engellenmeli midir? FEPC’nin mantığına göre engellenmesi gerektiği
apaçıktır.
Adil istihdam ilkesine çok benzeyen ve bu ilkelerin çok daha fazla
işe yaradığı bir alan da “adil ifade” dir, “özgür ifade değil”. Bu konuda
Amerikan Medeni Özgürlükler Sendikası’nın (American Civil Liberties Union-ACLU)
konumu tümüyle çelişkili görünmektedir. Sendika hem özgür konuşma hem de adil
istihdam yasalarından yanadır. Özgür konuşmanın haklılığını doğrulayacak bir
yol, neyin hangi anda uygun konuşma olacağına o andaki çoğunluğun karar
vermesinin arzu edilir olacağına inanılmasıdır. Biz, düşüncelerde özgür olan
bir piyasa istiyoruz; öyle ki, başlangıçta yalnızca birkaç kişi tarafından
benimsenmiş olsa bile, düşüncelere çoğunluğu ele geçirme ya da tam uzlaşıya
yakın bir kabul şansı tanısın. Bu ilke istihdam için ya da genel olarak mal ve
hizmetler piyasası için de geçerlidir. O andaki çoğunlukların istihdamda hangi
nitelikleri haiz olduğuna karar vermeleri, hangi vasıfların uygun olduğuna
karar vermelerinden daha çok istenir bir durum mudur? Mal ve hizmetlerin
bulunduğu özgür bir piyasa yok edildiği takdirde düşüncelerdeki özgür piyasa
daha uzun zaman varlığını sürdürülebilir mi? ACLU bir ırkçının bir sokak
köşesinde ırk ayrımcılığı öğretisi üzerine vaaz verebilme hakkını, ölüm kalım
savaşı verircesine savunacaktır.
Ama yine de eğer o ırkçı kendi ilkeleri doğrultusunda davranıp
belirli bir işe bir zenciyi almayı reddederse bu kez onun hapse girmesinden
yana olacaktır.
Daha önce de vurgulandığı gibi, renk gibi ölçütlerin ilintisiz
nitelikler olduğuna inanan bizlerin yapacağı en uygun davranış,
vatandaşlarımızı aynı düşüncede olmaya ikna etmektir; onları, bizim
ilkelerimiz doğrultusunda hareket etmelerini sağlamak için devletin baskı gücünü
kullanarak zorlamak değildir. Bütün gruplar arasında bunun böyle olduğunu ilk
kabul eden ve açığa vuran ACLU olmalıdır.
ÇALIŞMA HAKKI YASALARI
Bazı eyaletler “çalışma hakkı” diye adlandırılan yasalar
onaylamışlardır. Bu yasalar, işe almak için bir sendikaya üye olma koşulunu
yasadışı saymaktadır.
Çalışma hakkı yasalarının içerdiği ilkeler FEPC’nin ilkeleriyle
özdeştir. Her ikisi de iş sözleşmesi özgürlüğüne müdahale etmektedir, birinde
belirli bir renk ya da dinin işe alma koşulu olmayacağı belirtilirken,
diğerinde bir sendikaya üyeliğin bir koşul olamayacağı ileri sürülmektedir.
İlkedeki bu özdeşliklerine karşın, her iki yasaya ilişkin görüşlerde yüzde yüze
yakın ayrılıklar vardır. FEPC yandaşlarının neredeyse tümü çalışma hakkına
karşıdır; çalışma hakkı yandaşlarının neredeyse tümü de FEPC’ye karşıdır. Bir
liberal olarak ben, ikisine de karşı olduğum gibi, “san köpek” denilen
sözleşmeleri (sözleşme süresince bir sendikayla ilişkisi olmayacağına söz
verme koşulu) yasadışı bırakan yasalara da karşıyım.
İşveren ve işçiler arasında rekabet varsa, işverenlerin kendi işçilerine
istedikleri herhangi bir koşulu önermek
te özgür olmamaları için hiçbir neden yok gibidir. İşverenler
bazı durumlarda işçilerin ücretlerinin bir bölümünü nakit olarak almak yerine,
beysbol sahaları ya da oyun tesisleri veya daha iyi dinlenme olanakları
biçimindeki yaşamın hoş ve zevkli yönlerinin sağlanmasını tercih ettiklerini
görmektedirler. Bu gibi durumlarda işverenler, iş sözleşmelerine daha yüksek
nakit ücret yerine bu tür tesislerin konmasını daha kârlı bulabilirler. Benzer
biçimde emeklilik planları önerebilir ya da bu emeklilik planına veya
benzerlerine katılımı isteyebilirler. Bunlardan hiçbiri bireylerin iş bulma
özgürlüğüne müdahaleyi gerektirmez. Bunlar yalnızca işin niteliklerini işçiler
için uygun ve çekici hale getiren işveren girişimlerini yansıtır, işveren
sayısı çok olduğu sürece, belirli istekleri olan işçiler bunları karşılayabilen
bir işverenin yanında ış bulabilirler. Rekabetçi koşullar altında, yalnız
sendika üyelerini çalıştıran bir fabrikada bile aynı şey gerçekleşebilir.
Uygulamada bazı işçilerin yalnız sendika üyesi çalıştıran kuruluşlarda çalışmayı
ve diğerlerinin her iki şekilde de işçi çalıştıran kuruluşlarda çalışmayı
tercih etmeleri halinde, bazılarının bir koşulu, diğerlerinin de başka bir
koşulu benimseyebildikleri değişik alternatifler içeren iş sözleşmeleri
gelişebilecektir.
Uygulama açısından FEPC ile çalışma hakkı arasında, hiç kuşkusuz,
bazı önemli farklılıklar vardır. Bu farklılıklar, işçi tarafında sendikal
örgütler şeklindeki bir tekelin ve işçi sendikaları hakkında bir yasanın var
olmasından doğar, işveren için, rekabetçi bir işçi piyasasında işe almada
yalnız sendika üyelerini çalıştırma koşulunun gerçekte herhangi bir biçimde
karlı olabileceği kuşkuludur. Buna karşılık, işçi tarafında herhangi bir
kuvvetli tekel gücü bulunmazsa, çok sayıda sendika kurulabilir. Sadece
sendikalı işçi çalıştırmak söz konusu olmaz. Yalnız sendikalı işçi çalıştıran
kuruluş hemen her zaman tekel gücünün bir simgesi olacaktır.
Yalnız sendika üyesi çalıştıran bir kuruluşla işçi tekelinin
rastlaşması, çalışma hakkı yasası için geçerli bir argüman değildir. Bu
rastlantı, hangi biçimde ve görünümde olursa olsun, tekel gücünün ortadan
kaldırılması için yapılacak eylemin argümanıdır. Aynı zamanda, emek alanında
daha etkili ve yaygın antitröst eylem için de geçerli bir argümandır.
Uygulamada önemli olan bir başka özel durum, şu anda federal
yasalar ve eyalet yasalan arasındaki çelişkiyle, bütün eyaletleri bağlayan,
ancak eyaledere birbirinden ayrı olarak çalışma hakkı yasasıyla bir kaçış
deliği bırakan bir federal yasanın mevcut olmasıdır. Buna en uygun çözüm bu
federal yasanın yeniden gözden geçirilmesi olabilirdi. Ancak burada zor olan,
hiçbir eyaletin buna tek başına önayak olabilecek durumda bulunmaması ve bu ayn
ayn eyaletlerdeki insanlann kendi eyaletlerinde sendikal örgütlere hükmedecek
bir yasa değişikliğini istememeleridir. Çalışma hakkı yasası bu yönde en
etkili olabileceği için “ehveni şer” sayılabilir. Kısmen, çalışma hakkı
yasasının tek başına sendikaların tekel gücüne büyük etkisi olamayacağına
inanma eğiliminde olduğum için, onun bu şekilde haklı gösterilişini kabul
edemiyorum. Bana göre, pratik savlar, ilke açısından karşı çıkışa ağır
basamayacak kadar zayıf görünmektedir.
OKUL ÖĞRETİMİNDE AYRIM
Okullardaki öğretimde ayrım, önceki yorumlarda tek bir nedenle
değinilmemiş belirli bir sorunu ortaya çıkarı
yor. Bunun nedeni, bugünkü koşullarda okullardaki öğretimin
öncelikle devlet eliyle yapılıyor ve yönetiliyor olmasıdır. Bu durumda
hükümetin çok açık bir karar alması, ya ayrımı ya da bütünleşmeyi uygulaması
gerekmektedir. Her ikisi de bana iyi bir çözüm olarak görünmemektedir. Ten
renginin ilintisiz bir nitelik olduğuna ve bunun herkesçe böyle tanınması
gerektiğine inananlar, bunun yanında bireysel özgürlüğe de inanıyorlarsa, o
zaman bir ikilemle karşı karşıyadırlar. Eğer zorunlu ayrım ile zorunlu
bütünleşme kötülüklerinden birini seçmek zorunda kakaydım, bütünleşmeyi
seçmemeyi olanaksız bulurdum.
Başlangıçta ayrım ve bütünleşme sorununa hiç değinmeden yazılan
geçen bölümde, her iki kötülükten de kaçınmaya olanak tanıyacak en uygun çözüm
verilmekte; genel olarak özgürlüğün genişletilmesini sağlayıcı düzenlemeler
ve bunlann özgürlüğe ilişkin özel sorunlarla nasıl uyumlu kılınacağı
belirtilmektedir. Uygun çözüm, okullan devletin işletmesine son vermek ve
çocuklarının devam etmelerini istedikleri okul türünün seçimini ebeveynlere
bırakmaktır. Tabii buna ek olarak hepimiz, elimizden geldiği kadar,
davranışlarımız ve konuşmalarımızla karma okulları esas, aynm yapılan
okullarıysa ender bir istisna haline getirecek tutum ve düşüncelerin gelişmesini
desteklemekteyiz.
Eğer yukarıdaki bölümde anılana benzer bir öneri benimsenseydi,
bazılarının tümüyle beyaz, bazılarının tümüyle zenci, bazılannınsa karma
olduğu değişik türlerde okulların gelişmesine olanak tanınmış olurdu. Böylece
toplumun tutumu değiştikçe aşamalı olarak bir okullar dizisinden bir diğer
diziye -karma okullar olmasını dilerimgeçilmesi mümkün kılınabilirdi. Böylece
sosyal gerilimin yükselmesine ve toplumun karışıklık içine itilmesine
fazlasıyla neden olan insafsız siyasi çatışmalardan da kaçınılmış olurdu. Bu
özel alanda, piyasanın genel olarak yaptığı gibi, çoğunluğa uyma gereği
olmadan da işbirliğine olanak tanınabilirdi.[22]
Virginia eyaleti, geçen bölümde ana hatları çizilenle pek çok
ortak yönü olan bir planı benimsemiştir. Her ne kadar zorunlu bütünleşmeden
kaçınmak amacıyla benimsendiyse de, ben bu yasanın sonuçtaki etkilerinin çok
farklı olacağını tahmin ediyorum. Her şeyden önce, sonuçla niyet arasındaki
fark, özgür bir toplumun öncelikli haklarındandır; burada istenen, insanların
kendi ilgileri doğrultusunda serbest bırakılmalıdır, çünkü ne zaman neye ilgi
duyacakları hakkında tahminde bulunmanın bir yolu yoktur. Gerçekten de, daha
işin başlangıç döneminde bile bazı sürprizler olmuştur. Bana, çocuğunu ayrım
yapılan bir okuldan ayrım yapılmayan bir okula aktarmak isteyen bir babanın bu
aktarmanın masraflarını karşılamak üzere karşılama belgesi almak için ilk
başvuruda bulunanlardan biri olduğu anlatıldı. Aktarma isteği bu nedenle değil,
sadece ayrım yapılmayan okulun eğitim açısından daha iyi olmasından
kaynaklanmış. Daha ileride, eğer bu arada karşılama belgesi sistemi kaldınlmadıysa,
Virginia geçen bölümde anılan sonuçların sınanacağı bir deneyimi yaşayacaktır.
Eğer anılan sonuç
lar doğruysa, Virginia’da gelişecek okulların çeşitlilik açısından
artışı yanında, yalnız görünümde değil, özlü niteliklerde de bir artış
görülebilecek ve daha sonra bunu liderlerin girişimlere hız kazandıran
güdüleriyle diğer okullarda da bir nitelik artışı izleyecektir.
Resmin diğer yüzünde kökleşmiş değerlerin ve inançların yasa
düzenlemeleriyle kısa süre içinde kökünden söküp atılabileceğini sanacak kadar
saf olmamamız gerektiği görülecektir. Ben Chicago’da oturmaktayım ve Chicago’da
ayrıma zorlayan bir yasa bulunmamakta. Buradaki yasalar bütünleşmeyi
gerektiriyor. Ama yine de gerçekte, Chicago’da kamu okullarının büyük bir olasılıkla
tümünde, Güney kentlerindeki okulların pek çoğunda olduğu gibi ayrım
yapılmaktadır. Hiç kuşkusuz, eğer Virginia sistemi Chicago’da uygulansaydı
bunun sonucunda ayrımda hissedilir bir azalmayla birlikte, becerikli ve çok
hevesli zenci gençliğine sağlanacak fırsatlarda büyük çapta artış olurdu.
İş ve İşgücü Çevrelerinin
Sosyal Sorumluluğu ve Tekel
Rekabetin birbirinden çok değişik iki anlamı vardır. Sıradan
tanımıyla rekabet, bir bireyin bilinen rakibini altetme yolunu aradığı kişisel
mücadele anlamını taşır. Ekonomi dünyasındaki rekabetse neredeyse bunun tam
karşıt anlamındadır. Rekabetçi piyasa alanında kişisel rakiplik ya da mücadele
yoktur. Kişisel çekişme yoktur. Serbest piyasa çiftçisi, her ne kadar rakibiyse
de, komşusuyla kendini kişisel mücadele içinde ya da onun tehdidi altında
hissetmez. Rekabetçi piyasanın özü onun kişisel olmayan karakteridir.
Katılanlardan hiç kimse diğer katıl anların mallan ya da işleri elde edebilme
koşullarını belirleyemez. Hepsi piyasanın oluşturduğu fiyadarla iş görürler;
gerçi fiyau tüm katılanlann ayn ayrı eylemlerinin birleşik etkisi belirler ama
hiçbir bireyin tek başına fiyat üzerinde etkisi yoktur, varsa bile dikkate
alınmayacak düzeydedir.
Tekel, belirli bir birey ya da işletmenin belirli bir malı ya da
hizmeti elde edebilme koşullannı önemli ölçüde belirleyecek yeterlilikte
kontrole sahip olması durumunda ortaya çıkar. Bir yerde tekel, kişisel
rakipliği içerdiğinden, sıradan rekabet kavramına daha yakındır.
Tekel özgür bir toplum için iki tür sorun yaratır.
İlki, tekelin varlığı bireylere sunulan seçeneklerde azalma,
dolayısıyla gönüllü alışverişi sınırlama anlamını taşır. İkincisi, tekelin varlığı
tekelciye ait olan “sosyal sorumluluk” denen konuyu ortaya çıkarır. Rekabetçi
bir piyasada, katılanın alışveriş koşullarını değiştirmek konusunda
hissedilir bir gücü yoktur; onun bağımsız varlığı neredeyse hiç görülemez;
dolayısıyla katılanın, bütün yurttaşlarıyla birlikte paylaştığı ülke
yasalarına uyma ve onların ışığı altında yaşama dışında herhangi bir “sosyal
sorumluluğu”nun bulunduğunu savunmak güçtür. Tekelci gözle bakıldığı zaman
böyle bir sosyal sorumluluğun varlığı ve bu varlığın güçlü olduğu saptanabilir.
Onun gücünü yalnızca kendi çıkarlarını daha ileriye götürmek için değil de,
toplum tarafından istenebilir sonuçlara götürmekte kullanmasını savunmaksa
kolaydır. Ama böyle bir öğretinin yaygın bir ölçekte uygulanması özgür bir toplumu
yıkabilir.
Tabii, rekabet, öklit geometrisindeki bir doğru ya da bir nokta
gibi ideal bir örnektir. Sıfır genişlik ve derinliği olan bir öklit doğrusunu
hiç kimse hiçbir zaman görmemiştir; yine de hepimiz birçok şeyi öklit hacmi
olarak görmeyi yararlı buluruz, bir alan ölçerin ölçme şeridini öklit doğrusu
gibi görürüz. Benzer şekilde “saf rekabet diye bir şey de yoktur. Her
üreticinin ürettiği ürünün fiyatına ufak bile olsa bir ölçüde etkisi vardır.
Burada anlayış ve politika açısından önemli olan konu, bu etkinin belirgin
olup olmadığı ya da uygun bir biçimde ihmal edilip edilemeyeceğidir; tıpkı alan
ölçerin “doğru” olarak tanımladığı şeyin kalınlığına aldırmadığı gibi. Yanıt
kuşkusuz soruna bağlı olmalıdır. Ama Birleşik Devletler’deki ekonomik
etkinlikleri inceledikçe sorunların ve sanayilerin giderek artan bir biçimde
çok büyük boyutlara erişmesinden etkilenmekteyim; bu açıdan da ekonomiyi
rekabetçiymiş gibi kabul etmenin uygun olduğu kanısındayım.
Tekellerin ortaya çıkardığı konular teknik konulardır ve benim
özel bir yeterliliğim olmayan bir alandır. Dolayısıyla bu bölüm bazı geniş
kapsamlı konuların oldukça yüzeysel incelenmesiyle sınırlı kalmıştır: Tekelin
kapsamı, tekelin kaynaklan, uygun devlet politikası, iş ve işgücünün sosyal sorumluluğu.
TEKELİN KAPSAMI
Ayrı ayn göz önünde bulundurulması gereken üç önemli tekel vardır:
Endüsride tekel, işgücünde tekel ve devletçe oluşturulmuş tekel
1.
Endüstriyel
Tekel: İşletme tekeli hakkındaki en önemli olgu, ekonomiye bir bütün olarak
bakıldığında onun görece önemsizliğidir. Birleşik Devletier’de yaklaşık dört milyon bağımsız işletme faaliyet
göstermektedir; her yıl yaklaşık dört yüz bin yeni işletme buna eklenmekte,
bundan biraz daha az sayıdaki işletme de ortadan kaybolmaktadır. Çalışan nüfusun
yaklaşık beşte biriyse serbest olarak çalışmaktadır. Anılabilecek hemen her sanayi
kolunda devlerle cüceler yan yanadır.
Bu genel izlenimlerin ötesinde tekelin ve rekabetin kapsamı
hakkında doyurucu ve tarafsız bir ölçüt vermek zordur. Bunun ana nedeni, daha
önce de belirtildiği üzere, ekonomik kuramda kullanılan bu kavramların mevcut
durumu tanımlamaktan çok, belirli sorunları incelemek için çizilmiş ideal
yapılar olmasıdır. Sonuç olarak, belirli bir işletmenin ya da sanayinin
tekelci ya da re
kabetçi olup olmadığı konusunda kesin bir tanım yapılamaz. Bu tür
terimlere kesin anlamlar vermekteki zorluk pek çok yanlış anlamalara yol
açmaktadır. Rekabet halinin hangi deneyim koşullarına dayanarak değerlendirildiğine
bağlı olarak, birbirinden farklı şeyler için aynı terim kullanılmaktadır. Buna
en ilginç örnek, Amerikalı bir öğrencinin tekelci olarak tanımlayacağı
düzenlemeleri bir AvrupalInın son derecede rekabetçi olarak görebilmesidir.
Sonuç olarak Avrupalılar, Avrupa’daki anlamıyla rekabet ve tekel koşullarını
Amerikan literatür ve tartışmaları çerçevesinde yorumladıklarında, Birleşik
Devletler’de olduğundan çok daha ileri düzeyde tekel bulunduğuna inanma
eğilimindedirler.
Özellikle G. Warren Nuti ve George J. Stingler gibi bazı
ekonomistler, sanayileri tekelci, rekabetçi olarak işletilebilir ve devlet
eliyle işletilen ve denetlenen gibi sınıflara ayırmaya ve bu kategorilerde
zaman içindeki değişmeleri izlemeye çalışmışlardır.[23]
Vardıkları sonuca göre, 1939’da ekonominin kabaca dörtte biri devlet eliyle
işletilmekte ya da denetlenmekteydi, geri kalan dörtte üç içerisinde bir
çeyreği ve belki de yüzde 15 kadarı tekelci olarak, en az üççeyreği ve belki de
yüzde 85 kadarı rekabetçi olarak tanımlanabilirdi. Tabii, devlet tarafından
denetlenen sektörler geçen yarım yüzyıl içinde önemli ölçüde büyümüştür. Öte
yandan özel sektör içinde tekellerin artma eğilimi göstermemesinin yanı sıra,
azalma bile olmuştur.
Öyle sanıyorum ki, tekellerin bu tahminlerin gördüğünden çok daha
önemli olduğu ve zaman içinde sürekli olarak büyüdüğü şeklinde yaygın bir
izlenim vardır. Bu yanlış izlenimin bir nedeni, salt ve göreli boyutiann birbirine
karıştırılması eğilimidir. Ekonomi büyüdükçe işletmeler salt boyut olarak da
büyümüşlerdir. Dolayısıyla, onların piyasanın daha büyük bir bölümü
sayılmalarına alışılmıştır, piyasa daha hızlı büyümüş olabilir. İkinci bir
neden tekelin daha çok haber değeri taşıması ve rekabetten daha çok ilgi
çekmesidir. Eğer bireylerden Birleşik Devletier’de başı çeken sanayileri saymaları istenseydi, neredeyse
hepsi otomobil üretimini listeye alırlardı, pek azıysa toptan ticareti
sayardı. Ancak toptan ticaret otomobil üretiminin iki katı önem taşımaktadır.
Toptan ticarette rekabet derecesi yüksektir, dolayısıyla az ilgi çeker. Pek az
kişi toptan ticarette önde gelen işletmelerin isimlerini verebilir, oysa
bunlar arasında salt boyut olarak çok büyük olanları vardır. Bazı açılardan oldukça
rekabetçi sayılmasına karşın, otomobil üretiminde çok az sayıda firma vardır ve
tabii, bu sektör tekele daha yakındır. Herkes önde gelen otomobil üreticisi
firmaların adını bilir. Bir başka ilginç örnek vermek gerekirse, ev işi
hizmetleri, telgraf ve telefon sanayiinden çok daha önemli bir sanayidir.
Üçüncü bir neden genel tercih ve eğilimin küçüğe karşı büyüğün öneminin
abartılması yolunda olmasıdır. Son olarak da, toplumumuzun temel özelliğinin
endüstriyel yapı olarak tanımlanmasıdır. Bu da imalat sektörünün abartılmasına
yol açmaktadır, aslında imalat sektörü hasılatın ya da istihdamın yaklaşık
olarak yalnızca bir çeyreğini sağlamaktadır. Ve tekelin, ekonominin diğer
sektörlerine göre öneminin abartılmasına, çoğunlukla aynı nedenlerle, rekabetin
kapsamını genişletenlerle karşılaştırıldığında, tekelin ilerlemesini sağlayan
teknolojik değişmelerin aşın ölçüde önemsenmesi eşlik etmektedir. Sözgelimi,
kide üretiminin yaygınlaşması çok vurgulanmış, buna karşılık yerel, yöresel piyasalann
önemini azaltarak ve rekabetin içinde yer alabileceği kapsamı genişleterek
rekabeti geliştiren taşımacılık ve haberleşmedeki gelişmelere gerektiğinden
daha az dikkat edilmiştir. Otomobil sanayinde giderek büyüyen yoğunlaşma artık
sıradan bir olaydır; büyük demiryollanna bağımlılığı azaltan kamyon sanayiinin
büyümesi pek küçük bir ilgiyle geçiştirilmektedir; aynı şey çelik sanayiinde
de giderek azalan yoğunlaşma için de geçerlidir.
2.
İşgücünde
Tekel: Tekelin önemini abartma eğilimi işgücü alanında da vardır. İşçi
sendikaları çalışan nüfusun yaklaşık dörtte birini kapsamakta ve bu durum sendikaların
ücrederin yapısındaki öneminin abartılmasına yol açmaktadır. Oysa sendikaların
pek çoğu tümüyle etkisizdir. Sağlam ve güçlü sendikaların bile ücreder yapısına
yalnızca kısıtlı bir etkisi vardır. Hattâ tekelin önemini değerlendirirken
sanayi yerine işgücü yönünde daha fazla abartma eğilimi bulunmasının nedeni
daha da açıktır. Sendika bulunduğu zaman, herhangi bir ücret artışı, sendika
örgütünün eseri olmasa bile sendika aracılığıyla gerçekleşir. Ev işlerinde
çalışan hizmetçilerin ücretleri son yıllarda önemli ölçüde artmıştır. Eğer ev
hizmetçilerinin bir sendikası olsaydı, o zaman bu artış sendika aracılığıyla
gelecek ve ona yakıştınlacaktı.
Bu, sendikalann önemsiz olduğu anlamına gelmez. İşletme tekelinde
olduğu gibi, onlar da piyasanın tek başına yapabileceğinden farklı ücret
düzeyinin oluşturulmasında belirgin ve anlamlı bir rol oynarlar. Onların
önemini küçümsemek de abartmak kadar yanlış olacaktır. Bir çalışmamda, çalışan
nüfusun yüzde 10-15 kadarının sendikalar nedeniyle ücret düzeylerini yaklaşık
olarak yüzde 10 ile 15 kadar artırabildiklerini hesaplamıştım. Bunun anlamı,
çalışan nüfusun geride kalan yüzde 85-90’ının ücret düzeylerinin artan ücretlerle
karşılaştırıldığında yüzde 4 kadar düşmesiydi.[24]
Benim bu tahminleri yapağım zamandan bu yana başkaları tarafından
çok daha ayrıntılı incelemeler yapıldı. İzlenimlerim onların vardıkları
sonuçların da aynı şekilde sıralandığı yolundadır.
Sendikalar belirli bir meslekte ya da sanayide ücret düzeylerini
yükselttikleri takdirde, kaçınılmaz olarak o meslek ya da sanayideki istihdam
sayısını eski koşullara oranla azaltacaklardır; tıpkı daha yüksek bir fiyatın,
satın alınan mal miktarını düşürmesi gibi. Bu da, diğer uğraş alanlarında iş
arayan kişi sayısında bir artış, bundan dolayı da söz konusu uğraş alanlarının
ücretlerinde aşağıya doğru bir zorlanma etkisi yapar. Sendikalar genellikle,
nasıl olsa yüksek ücret alan gruplar arasında en güçlü durumda olduklarından,
etkileri, yüksek ücretli işçilere, daha düşük ücretli işçilerin zararına, daha
da yüksek ücretler ödemek şeklinde kendini gösterecektir. Sendikalar bu
nedenle topluma ve işgücü kullanımını çarpıtmakla işçilere bir bütün olarak
zarar vermekle kalmamış, en dezavantajlı işçiler için elde bulunan fırsatları
azaltarak çalışan sınıfın gelirlerini daha da eşitsiz hale getirmişlerdir.
İşgücü tekeliyle işletme tekeli arasında bir açıdan önemli bir
fark vardır. Geçen yarım yüzyıl boyunca işletme tekelinin öneminde herhangi
bir yükseliş eğilimi olmadığı görünmektedir, bununla birlikte işgücü tekelinin
öneminde kesinlikle bir artış olmuştur, işçi sendikaları Birinci Dünya Savaşı
süresince dikkati çekecek önemde büyümüşlerdir, yirmili yıllarda ve otuzların
başında gerileyen sendikalar, daha sonra New Deal döneminde ileriye doğru müthiş
bir sıçrama yapmışlardır, ikinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında elde
ettikleri kazanımlar! pekiştirmişlerdir. Son zamanlarda ise ancak durumlarını
koruyabilmekte, hattâ gerilemektedirler, Bu gerileme, belirli sanayilerdeki ya
da mesleklerdeki herhangi bir düşüşün yansıması değildir. Daha çok, o sanayi
ya da meslek kolunda güçlü sendikaların, daha zayıf sendikalara kıyasla yüksek
olan önemlerinin azalmasıdır. İşgücü tekeliyle işletme tekeli arasında
çizdiğim bu ayrım bir bakıma çok keskindir. Çünkü bir yerde sendikalar bir
ürünün satışında tekeli zorunlu kılan bir araç olmuşlardır. Bunun en açık
örneği kömürde görülmüştür. Guffey Kömür Yasası kömür madeni işleticilerinin
fiyat karteline yasal dayanak sağlama amacına yönelik bir girişimdi.
Otuzların ortasında bu yasa anayasaya aykırı ilan edilince, John L. Lewis ve
Birleşik Maden işçileri Sendikası yasadışı eylemlere giriştiler. Toprak üstüne
çıkarılan kömür miktarı, fiyatları düşmeye zorlayacak düzeylere yükseldiği
zaman Lewis grev ya da işi durdurma çağrılan yapmakta ve bunun sonucu olarak
da sanayiyle sözsüz bir işbirliği içindeymişçesine üretimi ve fiyatları denetlemekteydi.
Bu kartel yönetiminden elde edilen kazançlar ise maden işleticileriyle
madenciler arasında pay
taşılıyordu. Madencilerin kazancı, daha yüksek ücret düzeylerine
çıkabilme şeklindeydi. Tabii bu, aynı zamanda daha az madenci çalıştırılması
demekti. Bundan sonra, yalnızca işini koruyabilen madenciler bu kartel kazancından
paylarını atabildiler, hattâ kazancın büyükçe bir bölümü de daha fazla boş
zaman olarak ellerine geçti. Sendikaların bu rolü oynayabilmeleri, onların
Sherman Antitröst Yasasından muaf tutulmuş olmalarıyla mümkün olmuştur. Çoğu
diğer sendika da bu bağışıklık avantajından yararlanmış ve bu nedenle de
işgücü örgütü olarak değil de sanayinin kartelleşmesine yardımcı hizmet satan
işletmeler olarak yorumlanmışlardır. Bunlar arasında Kamyon Sürücüleri
Sendikası belki de en dikkat çekici olanıdır.
3.
Devlet
ve Devlet Desteğinde Tekel: Birleşik Devletler’de satıtabilen malların
üretiminde doğrudan devlet tekeli pek sık görülmez. Posta, TVA ya da diğer kamu
kuruluşlarının mülkiyetindeki enerji santrallerinde elektrik enerjisi üretimi;
dolaylı olarak akaryakıt vergisiyle ya da doğrudan geçiş ücrederiyle satılan
karayolu hizmetlerinin tasarruf hakkı, belediyelerin su ve benzeri tesisleri
temel örneklerdir. Bunlara ek olarak, federal hükümet artık savunma, uzay ve
araştırmaya ayrılan çok büyük bütçelerle pek çok işletmenin ve bütün bir
sanayi kolunun ürünlerinin esas itibariyle tek alıcısı durumuna gelmiştir. Bu
durum, özgür bir toplumun korunmasında çok önemli sorunlar çıkarmaktadır, ama
bunlar “tekel” başbğı altında irdelenecek türden sorunlar değildir.
Özel üreticiler arasında kartel ve tekelin kurulması,
desteklenmesi ve uygulatılması konularında yapılan düzenlemelerde devletin alet
edilmesi, devlet tekelinden çok daha hızlı gelişmiştir ve halen de önemini korumaktadır.
Eyaletlerarası Ticaret Komisyonu buna eski bir örnektir ve kapsadığı alanı
demiryollarından karayolu taşımacılığına ve diğer ulaşım araçlarına kadar
genişletmiştir. Tarımsal program da bunlar arasında en çok bilinenlerden
bindir. Temelde hükümetçe uygulanan bir karteldir. Verilebilecek diğer
örnekler; radyo ve televizyon üzerindeki denetimiyle Federal Haberleşme Komisyonu;
eyaletlerarası ticarete konu olarak taşınan petrol ve gaz üzerindeki
denetimiyle Federal Enerji Komisyonu; havayolları üzerindeki denetimiyle Sivil
Havacılık Kurulu; bankalann vadeli mevduatlara ödeyebilecekleri en yüksek faiz
oranlanyla ilgili uygulaması veya vadesiz mevduatlara koyduğu faiz ödeme
yasağıyla Federal İhtiyatlar Kurulu’dur.
Bu örnekler federal düzeyde görülenlerdir. Bunlara ek olarak,
benzeri gelişmeler eyaletlerle yerel düzeylerde de geniş çapta tomurcuklanarak
üremiştir. Bildiğim kadanyla demiryollarıyla hiçbir ilgisi bulunmayan Teksas
Demiryolu Komisyonu, petrol kuyularının üretimde bulunabilecekleri gün
sayısını sınırlayarak kuyulardaki petrol üretimine kısıtlamalar koymaktadır.
Doğal kaynakların korunması adı altında yapılan bu uygulamayla aslında
amaçlanan fiyatların denetlenmesidir. Daha yakın zamanlarda petrole konan
federal ithalat kotaları da buna çok yardımcı olmuştur. Zamanın çoğunda petrol
kuyularını çalıştırmayarak fiyatları yüksek tutmak, bana göre, istihdam
yaratmak için kömür ateşçilerinin dizel lokomotiflerde aylak aylak oturmaları
karşılığında onlara ücret ödenmesiyle aynıdır. Yine de işçileri bu şekilde şımartmayı
özgür işletmenin ihlali olarak gören ve kınayanlar arasında en yüksek sesi
çıkaran -ki bunun başta petrol sanayinin kendisi olması dikkate değerdirbazı iş
çevresi temsilcileri, iş petrole gelince işçi şımartma olayına sağırmışçasına
sessiz kalmaktadır.
Gelecek bölümde tartışılacak olan ruhsat uygulamaları devletçe
yaratılmış ve desteklenmiş diğer bir eyalet düzeyindeki tekel örneğidir.
İşletilebilecek taksi araçlarının sayısındaki kısıtlamalar benzeri bir
uygulamanın yerel örneğidir. Bir taksiyi bağımsız olarak işletebilme hakkını
veren bir plaka New York’ta şu anda 20.000 dolarla 25.000 dolar arasında,
Philadelphia’daysa 15.000 dolara satılmaktadır. Yerel düzeydeki bir başka
örnek de yapı izinleri yönetmelikleridir; görünürde kamu güvenliği için
çıkarılmıştır, ama genellikle özel yapsatçılann kurduğu yerel yapı ticareti
sendikaları ya da birliklerinin denetimi altındadır. Hem il, hem de eyalet
düzeyinde dikkat çekecek çeşitlilikte etkinliğe sayısız kısıdama getirilmektedir.
Hepsi de bireylerin birbirleriyle gönüllü alışveriş yapabilme ehliyederine
konan keyfi kısıdamalardır. Bu kısıdamalar özgürlüğü kısıdadıklan gibi aynı
zamanda kaynakların israfına da sebep olmaktadır.
Devlet eliyle yaratılan tekellere bir örnek de, ilke olarak çok
farklı bir tür olan mucidere verilen patentler ve yazarlara verilen telif
haklarıdır. Bunlar farklıdır, çünkü her ikisi de mülkiyet haklarının tanımıyla
eşit değerlendirilebilir. Tam olarak söylemek gerekirse, eğer bir arazi
parçası üzerinde bir mülkiyet hakkım varsa, o zaman be nim o belirli arazi
parçasına ilişkin tanımlanmış ve devletçe uygulanmış bir tekelim olduğu ileri
sürülebilir. Buluşlar ve yayınlara ilişkin sorunsa, benzeri bir mülkiyet
hakkının belirlenmesinin istenip istenmeyeceğidir. Bu
sorun, aslında neyin mülkiyet olarak kabul edilip neyin
edilmeyeceğinin belirlenmesinde devletin kullanımına olan genel ihtiyacın bir
parçasıdır.
Patentler ve telif haklarının her ikisi için de, ilk bakışta
mülkiyet hakkı tesis edilmesini geçerli kılan güçlü bir neden vardır. Bu
yapılmadıkça, mucit buluşunun üretime katkısı karşılığında bir ödemeyi alırken
zorluk ya da olanaksızlıkla karşılaşabilecektir. Bir yerde, bedelini
alamayacağı imtiyazlarını başkalarına bağışlamak durumunda kalacaktır.
Dolayısıyla buluşunu üretmek için gereken zaman ve çabayı o işe adaması için
hiçbir özendiricisi olmayacaktır. Benzeri görüşler yazarlar için de geçcrlidir.
Aynı zamanda bunlara ilişkin maliyetler de söz konusudur. Bir şey
daha var: birçok “yeni buluş”a patent uygulanamaz. Sözgelimi, süpermarketin “mucidi”,
vatandaşlara, bedelini almayacağı önemli yararlar bağışlamıştır. Bir buluş
türü için gereken yetenek türü diğer bir buluş için de aynen gerekli olduğuna
göre, patentlerin varlığı yine de bu yöndeki etkinlikleri patenti alınabilen
buluşlara doğru yönlendirme eğilimindedir. Öte yandan uyduruk patentler ya da
mahkemede savunulmaya kalkıldığında yasallığı şüpheli olabilecek patentler,
sık sık başka şekilde sürdürülmesi daha güç ya da olanaksız olan özel danışıklı
düzenlemelerin gerçekleştirilebilmesini sağlayan bir araç olarak
kullanılmaktadır.
Bunların hepsi zor ve önemli bir sorun üzerine çok yüzeysel
yorumlardır. Bu yorumların amacı soruna belirli bir yanıt önermek değil,
patentlerin ve telif haklarının devlet tarafından desteklenmiş diğer tekellerden
neden farklı bir kategoride olduklarını göstermek ve ortaya çıkardıkları
sosyal politika sorununu açığa çıkarmaktır. Bir şey apaçıktır. Patentler ve
telif haklarına bağlanan belirli koşullar -sözgelimi, başka bir süre için değil
de on yedi yıl süreyle korunma altına alınması gibibir ilkeye dayanmazlar.
Bunlar uygulanabilir düşüncelerle belirlenmiş, amaca kestirmeden erişmek için
başvurulan çarelerdendir. Ben şahsen, patent korunmasında çok daha kısa bir
sürenin tercih edilmesi gerektiğine inanma eğilimindeyim. Ama bu, üzerinde çok
ayrıntılı incelemeler yapılmış ve çok daha fazlasının yapılmasının gerekli
olduğu bir konuda henüz yerine oturmamış bir değerlendirme olacaktır.
Dolayısıyla da fazla güvenilir değildir.
TEKELİN KAYNAKLARI
Tekelin üç ana kaynağı vardır: “Teknik” nedenler, doğrudan ve
dolaylı devlet yardımı, özel hileli anlaşmalar.
1.
Teknik
Nedenler: İkinci bölümde işaret edildiği gibi, tekel bazı alanlarda pek çoğu
yerine yalnızca bir işletmeyi daha verimli ya da ekonomik yapan teknik nedenlerle
ortaya çıkar. En açık örnek bir telefon şebekesi, su şebekesi ve bunlann
hususi bir toplumdaki benzerleridir. Ne yazık ki, teknik tekele hiçbir çözüm
yoktur. Uç kötülük arasında tek bir seçenek vardır: düzenlenmemiş özel tekel,
devletçe düzenlenmiş özel tekel ve devlet işletmesi.
Bu kötülüklerden birinin bir bütün olarak diğerine tercih
edilmesini önermek olanaksız görünmektedir, ikinci bölümde de vurgulandığı
üzere, tekelin devlet tarafından düzenlenmesi ya da devlet tarafından
işletilmesinin en önemli dezavantajı, her iki seçenekte de geriye
dönüşün fazlasıyla zor olmasıdır. Bunun sonucu olarak da, tahammül
edilebildiği yerlerde, düzenlenmemiş özel tekelin bir kötünün iyisi olarak
ileri sürülmesi gerektiği inancındayım. Dinamik değişimler büyük bir olasılıkla
onun kuyusunu kazacak ve bu değişimlerin etkilerini gösterebilmeleri için en
azından biraz şansları olacaktır. Ve kısa süre içinde bile, ilk bakışta
göründüğünden daha geniş ölçekte, tekel konusunu ikame edebilecek şeyler de
vardır; öyle ki, özel girişimler, fiyatlarını maliyetlerinin üstünde tutmanın
kazançlı olması gibi oldukça dar kapsamlı bir sınırlama içindedirler. Bundan da
öte, görmüş olduğumuz gibi, düzenleyici kurumlar sık sık üreticilerin
denetimine geçme eğilimindedirler, dolayısıyla düzenleme yapıldığında fiyadar,
düzenleme yapılmadığı zamankinden daha düşük olmayabilir.
Bereket versin ki, teknik nedenlerden kaynaklanan tekel alanları
oldukça kısıtlıdır. Bunlar da özgür bir ekonominin korunmasında herhangi bir
ciddi tehlike oluşturmazlar.
2.
Doğrudan
ve Dolaylı Devlet Yardımı: Tekel gücünün belki de en önemli kaynağı doğrudan ve
dolaylı devlet yardımı olmuştur. Yukarıda makul ölçüde doğrudan devlet
yardımının sayısız örneği aktarılmıştır. Tekelin oluşmasına başka amaçlar için
alınmış önlemler dolaylı olarak yardım edebilir; bu önlemlerin, firmaların olası
rakiplerine kısıtlamalar yüklemek gibi aslında amaçlanmamış etkileri vardır.
Belki de bunlara en açık üç örnek; tarifeler, vergi yasaları ve iş
uyuşmazlıklarındaki yasal yaptırımlardır.
Kuşkusuz, gümrük tarifeleri, çoğunlukla yerli sanayinin
“korunması” için konur; amacı olası rakiplere engeller koymaktır. Bunlar
bireylerin gönüllü alışveriş bağlantılarına girebilme özgürlüğüne her zaman
müdahale etmiştir. Sonuçta bir liberal kendine konu birimi olarak bir ulusu ya
da belirli bir ulusun vatandaşlarını değil, bireyin kendisini alır. Dolayısıyla
da Birleşik Devletler ve İsviçre vatandaşlarının karşılıklı yarar
sağlayacakları alışverişi gerçekleştirmelerini engellemek, iki Birleşik
Devletler vatandaşının aynı şeyi yapmasını engellemek kadar özgürlük
ihlalidir. Tarifeler tekel yaratmamalıdır. Eğer korunan sanayinin piyasası
yeterince geniş ise ve teknik koşullar da çok sayıda firmaya olanak
tanıyabiliyorsa, o zaman korunan sanayide etkili bir iç piyasa rekabeti oluşabilir,
Birleşik Devletler’de tekstilde olduğu gibi. Bununla birlikte, tarifelerin
tekeli besledikleri açıktır. Birkaç firmanın fiyatları karşılıklı olarak
aralarında belirlemeleri, bunu çok sayıda firmanın yapabilmesinden çok daha kolaydır
ve genel olarak aynı ülkedeki işletmelerin aralarında böylesi bir anlaşmayı
yapmaları, farklı ülkelerdeki işletmelerin gerçekleştirmesinden daha kolaydır.
Ingiltere, iç piyasasının görece küçük olmasına ve çok sayıda firma
bulunmasına karşın ondokuzuncu yüzyıl boyunca ve yirminci yüzyılın başlarına
kadar uyguladığı serbest ticaretiyle tekelin yayılmasından korunabilmişti.
Tekel, İngiltere’de serbest ticaret terk edildikten sonra, ilk kez Birinci
Dünya Savaşı’ndan sonra ve daha sonra da 1930’ların başında çok daha yoğun
biçimde ciddi bir sorun haline gelmiştir.
Vergi yasalarının etkileri, çok daha dolaylı olmuştur ama
kesinlikle daha önemsiz değildir. Kurumsal ve bireysel gelir vergilerinin,
sermaye kazançlarına bireysel gelir vergisi adı altında yapılan özel
uygulamayla olan bağlantısı temel unsurlardan biri olmuştur. Bir kurumun
(kurumlar vergisine tabi şirketin) kurumlar vergisi dışında 1 milyon dolar kâr
sağladığını varsayalım. Eğer bu 1 milyon doların tamamı hissedarlara kâr payı
olarak dağıtılırsa, onlar da bunu vergilendirileb'lir kazançlarına eklemek zorundadır.
Bu gelirin ortalama yüzde 50’sini gelir vergisi olarak ödemek zorunda
olduklarını varsayalım. Bundan sonra tüketime harcamak ya da biriktirmek ve
yatırım yapmak için ellerinde sadece 500.000 dolar kalacaktır. Ama eğer kurum
hissedarlara hiç kâr payı dağıtmazsa bünyesinde yatırım için kullanabileceği
tam bir milyon doları var demektir. Böyle bir yeniden yatırım, hisselerin
piyasa değerlerini artırma eğilimi gösterecektir. Dağıtım yapılması durumunda
bu fonları biriktirecek olan hissedarlar, bu durumda yalnızca hisselerini satıncaya
kadar ellerinde tutarak bütün vergilerini erteleyebileceklerdir. Onlar gibi,
kendilerine tüketim için gereken kazancı sağlamak üzere daha erken bir tarihte
hisselerini satanlar da oransal olarak düzenli gelirlere uygulanandan çok
daha düşük olan sermaye kazançları vergisini ödeyeceklerdir.
Bu vergi yapısı kurum kârlarının alıkonmasını teşvik etmektedir.
İç yatırımla sağlanacak kazanç hisse sahibinin fonları dışarıda yatırım
yaparak değerlendirmesinden belirgin biçimde daha az olsa bile, vergi
tasarrufundan dolayı iç yatırımı karşılayabilir. Bu da sermaye israfına, yani
sermayenin daha verimli amaçlar yerine verimlilik oranı düşük yerlerde
kullanılmasına yol açar. Bu durum, İkinci Dünya Savaşı sonrasında firmaların
kazançlarına çıkışlar ararlarken gösterdikleri yatay çeşitlenme eğiliminin
temel nedenidir. Aynı zamanda yeni girişimlere oranla eski kurumlann
güçlenmesinin kaynağını oluşturmuştur. Mevcut kurumlann verimlilik oranı yeni
işletmelere kıyasla daha düşük olabilir, yine de hissedarları elde edilen
kazançlann kendilerine ödenmesini isteyerek bunları sermaye piyasası
aracılığıyla yeni işletmelere yatırmaktan çok, yine onlara yatırmak
eğilimindedirler.
işgücü tekelinin esas kaynağı devlet yardımları olmuştur;
yukarıda tartışılan ruhsat uygulamalan, yapı izinleri ve benzerleri gibi
antitröst yasasından muaf olma, sendikalann sorumluluklannda kısıdamalar, özel
yargı huzurunda yargılanma hakkı ve diğerleri gibi işçi sendikalarına özel
dokunulmazlıklar tanıyan yasalar da ikinci bir kaynak olmuştur.
Belki de bu ikisine eşit ya da daha önemli olan, bir iş
uyuşmazlığının yargılanmasında ele alınan eylemlere, başka koşullar altında
aynı eylemler için uygulanacaklardan daha farklı standartlar uygulayan yasa
yaptırımları ve genel kanaat ortamıdır. Eğer insanlar yoldan çıkmış bir şekilde
ya da ağır kişisel öç alma amaçlı eylemleri sırasında arabaları devirir ya da
malı mülkü yıkarlarsa, onları bu eylemlerin yasal sonuçlarından korumak için
kimse kılını kıpırdatmayacaktır. Ama aynı eylemlere bir iş uyuşmazlığı
sırasında girişirlerse rahatlıkla hiç zarar görmeden kurtulabilirler. Eğer
yetkililerin rızaları olmasaydı, Sendikaların fiili ya da olası şiddet ya da
baskıyı içeren eylemleri gerçekleşemezdi.
3.
Özel
Hileli Anlaşmalar: Tekelin son kaynağı özel hileli anlaşmalardır. Adam Smith’in
söylediğine göre, “aynı ticaret dalındaki insanlar eğlenmek ve oyalanmak için
bile birbirleriyle çok nadir buluşurlar, ama bu görüşmeler halka karşı fesat
amacıyla yapılan gizli bir anlaşma ya da fiyatları yükseltmeye yönelik bir
tertiple son bulur.”[25]
Bu nedenle bu tür hileli anlaşmalar ya da özel kartel anlaşmaları
sürekli olarak artmaktadır. Yine de bu anlaşmalar devleti yardıma
çağıramadıklan sürece genellikle istikrarsız ve kısa sürelidirler. Fiyatları
yükselterek kartel oluşturulması dışarıdakiler için bu sanayiye girmeyi daha
kârlı hale getirir. Bunun da ötesinde fiyatların artırılması yalnızca
katılımcıların, çıktılarını belirli bir fiyattan üretim yapmak isteyecekleri
miktarın altına indirmeleriyle mümkün olabileceği için her birinde çıktıyı
artırabilmek için fiyatı kırma arzusu olacaktır. Tabii her biri diğerlerinin
anlaşmaya uyacaklarını umar. Yalnız bir ya da en çok birkaç “yan çizenin” bulunması
-ki bunlar gerçekten kamu menfaatinedirkarteli kırmak için yeterlidir. Hele bir
de kartelin uygulanmasına devlet desteği olmazsa o zaman oldukça kısa sürede
başarıya ulaşacaklarına neredeyse kesin gözüyle bakarlar.
Antitröst yasalarımızın esas rolü bu tür hileli anlaşmaları
yasaklamak olmuştur. Bu konuya başlıca katkıları fiili yargılamalardan çok,
dolaylı etkileriyle olmuştur. Bunlar gözle görülebilen hileli anlaşma
tertiplerinin, örneğin söz konusu amaç için açıkça bir araya gelmelerin
yasaklanması şeklinde olmuş ve böylece de hileli anlaşma maliyederini
artırmıştır. Daha önemlisi, ticareti kısıtlayıcı ve narh koyucu anlaşmaların
mahkemelerce geçerli olduğu yolundaki hukuk öğretisini yeniden doğrulamışlardır.
Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde, eğer bir grup işletme yalnızca ortaklaşa bir
satış acentesi aracılığıyla satış yapmayı ve bu anlaşmaya uymayan işletmelerin
belirlenmiş bir cezayı ödemesini içeren bir anlaşmaya girerlerse mahkemeler
bunu geçerli sayar. Bu tür bir anlaşma Birleşik Devletler’deki mahkemelerce
geçerli sayılmayacaktır. İşte bu farklılık, kartellerin neden Birleşik Devletler’den
çok Avrupa ülkelerinde daha istikrarlı ve yaygın olduğunu açıklamaktadır.
UYGULANMASI GEREKEN DEVLET POLİTİKASI
Devlet politikası konusunda ilk ve acil gereklilik, ister işletme
tekeli isterse işgücü tekeli olsun, tekeli dolaysız olarak destekleyen
önlemlerin ortadan kaldırılması, ayrıca yasaların hem işletmelere, hem de işçi
sendikası benzerlerine tarafsız olarak uygulanmasıdır. Her ikisi de antitröst
yasalarının hükümleri altında olmalıdır; şöyle ki, her ikisi de mülkiyetin
tahrip edilmesi ve özel faaliyetlere müdahale edilmesine ilişkin yasalar
karşısında aynı şekilde işlem görmelidir.
Bunun ötesinde, tekel gücünün azaltılması yönünde atılacak en
önemli ve etkili adım, vergi yasalarında kapsamlı reformlar yapmak olacaktır.
Kurumlar vergisi kaldırılmalıdır. Bu yapılsa da yapılmasa da, kurumlardan kâr
payı olarak ödenmemiş bireysel hissedarların kazançlarını (dağıtılmamış kurum
kârını) kendilerine mal etmeleri istenmelidir. Yani kurum bir kar payı ödeme
çekini gönderirken, yanında bir de şu metni içeren bir belge göndermelidir:
“Kurumunuz buradaki hisse başına çent
olan kâr payınıza ek olarak tekrardan
yatırımda kullanılan kâr payımızdan da hisse başına ... . çent
daha kazandırmıştır.” Bundan sonra da, bireysel hissedardan bu mal edilmiş ama
dağıtılmamış kazançlarını, hattâ kâr payını kendi vergi iadesinde bildirmesi
istenmelidir. Kurumlar yine de bu parayı istedikleri kadar yeniden yatırımda
kullanmakta özgür olmalıdırlar, ama bunu yapmak için hissedarların dışarıda
kazanabileceğinden daha fazlasını iç yatırımda kazanabilmeleri dışında başka
bir teşvik unsuru da olmayacaktır. Birkaç basit önlem bile, sermaye
piyasalarını canlandırmak, işletmeyi harekete geçirmek ve etkin rekabeti
artırmak için tetikleyici olacaktır.
Hiç kuşkusuz, bireysel gelir vergisi şimdi olduğu kadar yüksek
oranda kademelendirildiği sürece olumsuz etkilerinden sakınmaya yardımcı olacak
araçlar arama yolunda güçlü bir baskı her zaman var olacaktır. Yüksek oranda
kademelendirilmiş gelir vergisi bu yolla olduğu kadar, dolaysız olarak da
kaynaklarımızın etkin kullanımına ciddi bir engel oluşturacaktır. Uygun çözüm,
yasalarda satır aralarında saklı kaçamak araçların ortadan kaldırılmasıyla
birlikte yüksek oranların büyük ölçüde düşürülmesidir.
İŞ DÜNYASI V'E
İŞGÜCÜNÜN SOSYAL SORUMLULUĞU
Şirket yetkililerinin ve işçi liderlerinin kendi hissedarlarının
ya da kendi üyelerinin çıkarlarına hizmet etmekten öteye giden bir “sosyal
sorumluk”lan olduğu görüşü yaygın bir kabul görmektedir. Bu görüş, özgür bir
ekonominin karakter ve yapısı hakkında temel bir kavramsal yanlışa işaret
etmektedir. Böyle bir ekonomide iş dünyasının yalnız ve yalnız tek bir sosyal
sorumluluğu olabilir: Oyunun kuralları içinde kaldıkları sürece, kaynaklan
kullanmak ve kârlannı artırmaya yönelik etkinliklerde bulunmak, yani aldatma
ve dolandırma olmadan açık ve özgür bir rekabete girişmek. Sendika liderle-
tinin “sosyal sorumluluk”lan
da, benzer biçimde üyelerinin çıkarlarına hizmet etmektir. Bunların dışında
bize düşen sorumluluksa, bireyin kendi çıkarlarını kollamasına olanak tanıyan
yasal çerçeveyi oluşturmaktır, yine Adam Smith’den alıntı yapacak olursak:
Birey “aslında tamamen kendi iradesi dışında bir sona doğru görünmez bir el
tarafından itilmektedir. Amacın bir parçası olmasa bile bu, toplum için her
zaman kötü bir şey demek değildir. Kendi çıkarlarının peşinde koştuğu zaman
kamunun çıkarlarına sağlayacağı fayda, gerçekten kamunun çıkarlarına hizmet
etmek için yaptıklarının sağladığı faydadan çok daha fazladır. Kamu yararına
ticaret yaptıklarını söyleyenlerin iyi bir şey yaptıklarını hiç görmedim.”2’
Eğer şirket yetkilileri hissedarları hesabına olabildiğince çok
para kazanmaktan başka bir toplumsal sorumluluğu benimsemiş olsalardı, o zaman
bazı eğilimler özgür toplumumuzun temel kurumlannın altını oyabilirdi. Bu,
temelde yıkıcı olan bir öğretidir. Eğer işadamlarının hissedarlarına en fazla
kârı sağlamaktan başka bir toplumsal sorumlulukları varsa, bunun ne olduğunu
nereden bilecekler? Kendi kendini seçmiş özel bireyler toplumsal çıkarın ne
olabileceğine karar verebilirler mi? O toplumsal çıkara hizmet edebilmek için
kendilerinin ya da hissedarlarının omuzlarına bu kadar ağır bir sorumluluk
yüklemelerinin haklılığına kendileri karar verebilirler mi? Vergilendirme,
harcama ve denetleme gibi kamu işlevlerinin konumlarından dolayı özel kişiler
tarafından seçilmiş ve o sırada belirli girişimlerin başında olan kişiler
tarafından, keyfi biçimde uygulanmasına göz yumulabilir mi? Eğer işadamları
hissedarların hizmetinde ol
’’ İbid., bk, IV, Bölüm
11, p. 421
maktan çok, vatandaşlara
hizmet edeceklerse o zaman bir demokraside şirket hissedarları da er ya da geç
seçim ve atama gibi kamu teknikleriyle seçilebilirler.
Ve bu olay gerçekleşmeden
çok önce de karar verme yetkileri ellerinden alınmış olacaktır. Başkan Kennedy’nin
1962 Nisanında Birleşik Devletler Çelik Şirketinin çelik fiyatlarına yaptığı
zammı, halkın öfke gösterisi üzerine iptal etmesi ve çelik yetkililerinin
vergi incelemesinden başlayıp antitröst davalarına kadar varan çeşitli
düzeylerdeki misillemelerle tehditte bulunmaları canlı bir örnektir. Bu,
Washington’da toplanan sınırsız güçlerin yaptıkları gösteriler nedeniyle
çarpıcı hale gelen bir olaydır. Hepimiz bir polis devletinin aslında ne denli
güçlü olduğunun farkına vardık. Bu olay şimdi ele almış olduğumuz noktayı da
açığa kavuşturmaktadır. Sosyal sorumluluk öğretisinin iddiasına göre, eğer
çelik fiyatı bir kamu karan olacaksa, o zaman özel olarak belirlenmesine izin
verilemez.
Öğretinin bu örnekte görülen
belirli ve günümüzde en çok göze çarpan yönü, iş ve işgücü çevrelerinin bir fiyat
enflasyonundan kaçınabilmek amacıyla fiyat ve ücret düzeylerini aşağıda
tutmaya ilişkin sözde sosyal sorumluluklarıdır. Herhangi bir zamanda fiyatlann
yukarıya doğru çıkması yönünde bir baskı olduğunu varsayalım. Tabii sonuçta
bu durum para miktarındaki bir artışı da yansıtacaktır. Her işadamı ve işçi
liderinin de söz konusu sorumluluğu üstlenmeye hazır olduğunu ve böylece
herhangi bir fiyatı yükselmekten alıkoymakta başarılı olabileceklerini de
düşünürsek, işte o zaman açık bir enflasyon olmadan gönüllü bir fiyat ve ücret
kontrolü sağlanmış olur. Bunun sonuçlan neler olabilir? Çıkacak so-
nuç açıkçası mal darlıkları, işgücü darlıkları, el altı piyasaları
ve karaborsalardır. Eğer malların ve işçilerin paylaştırılması fiyatlarla
yapılamayacaksa bunu sağlayabilecek bazı başka araçlar bulunmalıdır.
Seçeneklere göre tahsis düzenlemeleri özel olarak yapılabilir mi? Belki, bir
süre için küçük ve önemsiz bir bölgede yapılabilir. Ama eğer söz konusu mallar
çok sayıda ve önemliyse, o zaman malların tahsisinin devlet eliyle yapılması,
ücret politikası ve işgücünün yer yerleştirilmesiyle dağıtılması konularında
devlet tarafından önlem alınması yönünde kesin bir baskı ve büyük olasılıkla
da karşı konulamaz bir baskıyla karşılaşılacaktır. Fiyat denetimleri, ister
yasalarla ister gönüllü olarak yapılsın, eğer etkili biçimde uygulanabilirse,
er ya da geç özgür girişim sisteminin yıkılmasına ve yerini merkezden yönetim
sistemine bırakmasına yol açacaktır. Üstelik enflasyonun önlenmesinde bile
etkili olamayacaktır. Tarih, fiyatların ve ücretlerin ortalama düzeylerini belirleyen
şeyin, işadamlarının ya da işçilerin açgözlülüğü değil, ekonomideki para
miktarı olduğuna ilişkin kanıtlarla doludur. Hükümetler her zaman, işlerini
-ki bunlar arasında paranın kontrolü de vardıryürütürken kendi
yetersizliklerinden ve insana özgü, sorumluluğu başkalarına atma
eğilimlerinden kaynaklanan nedenlerle, iş ve işgücü çevrelerinden kendi
kendilerini kısıtlamalarını isterler.
Sosyal sorumluluk alanında, kişisel çıkarları da etkilediği için
değinmeyi görev saydığım bir diğer konu, iş çevrelerinin hayırsever
etkinlikleri ve bunlar arasında özellikle de üniversiteleri desteklemek için
bağışlarda bulunmaları gerektiği şeklindeki iddiadır. Bir özgür girişim
toplumunda bu tür şirket bağışlan şirket fonlarının
uygunsuz kullanımından başka bir şey değildir.
Şirket, sahibi olan hissedarlarının bir aracısıdır. Şirket bir
bağışta bulunmakla, hissedarı kendisine ait fonları dilediği gibi kullanmaya
karar verebilmekten alıkoymaktadır. Kurumlar vergisi ve bağışların vergiden
indirilebilmesi olanağıyla, hissedarlar şirketin kendi adlarına bir bağışta
bulunmasını isteyebilirler, çünkü böylece çok daha büyük bir bağışta
bulunmaktan kurtulabileceklerdir. En iyi çözüm kurumlar vergisinin
kaldırılması olacaktır. Kurumlar vergisi kalsa bile, hayır ve eğitim burumlarına
yapılacak bağışların vergiden düşülebilmesini haklı gösterebilecek bir şey
yoktur. Bu tür bağışlar toplumumuzda mülkiyetin nihai sahibi olan bireyler
tarafından yapılmalıdır.
Şirketlerin bu tür bağışların vergiden düşülen miktarını özgür
girişim adına artırmakta ısrar eden kişiler, temelde kendi kişisel çıkarlarına
karşı çalışmaktadırlar. Çağdaş işletme kavramına sık sık yapılan olumsuz bir
eleştiri, mülkiyetle denetlemenin birbirinden ayrılığı ilkesine yöneliktir;
öyle ki şirket, hissedarlarının çıkarlarına hizmet etmeyen sorumsuz
yetkilileriyle, kendine özgü bir yasa uyarınca artık bir toplumsal kurum olmuştur.
Bu suçlama doğru değildir. Ama izlenen politikanın şu anda gösterdiği gelişime
bakılırsa, şirke derin hayır işlemek amacıyla yardımlarda bulunmalarına izin
verilmesi ve bunlar için gelir vergisinden indirimler yapılabilmesi
mülkiyetle denetimi gerçek anlamda birbirinden ayırmaya ve toplumun temel
doğal karakterini yıkmaya doğru adımlar atılmaktadır. Bu, bireysel toplumdan
bir adım uzağa ve tek vücut bir devlete doğru atılan bir adımdır.
Çalışma Ruhsatı Uygulamaları
Ortaçağ lonca sisteminin yıkılması, Batı dünyasında özgürlüğün
doğması için atılması gereken ilk adımlardan biriydi. Liberal fikirlerin
zaferinin bir işaretiydi bu ve ondokuzuncu yüzyıl ortalarında İngiltere ve
Birleşik Devletlerde yaygın bir şekilde, Avrupa’da ise daha dar kapsamda,
insanlar resmî ya da yan resmî bir izin belgesi olmaksızın diledikleri
ticareti ya da mesleki uğraşı sürdürebilmekteydiler. Son yıllarda ise bir
gerileme bazı mesleklerin icra edilebilmesi için özel bireylere özel lisans zorunlulukları
gibi kısıtlamalar getirilmiştir.
Bireylerin kendi kaynaklannı diledikleri gibi kullanma
özgürlüğüne konan bu kısıtlamalar onlann hakları açısından önemlidir. Aynca da
ilk iki bölümde geliştirdiğimiz ilkelere uygulanabilecek farklı türden
sorunlara neden olmaktadır.
Önce genel olarak sorunun, daha sonra tıp uygulamaları örneği
üzerinde duracağım. Tıp alanını seçmemin nedeni, kısıtlamalar için en güçlü
gerekçelerin ileri süriilebildiği alan olarak görünmesidir; ne de olsa kof iddiaları
yıkmak insana pek de fazla bir şey öğretmez. İnsanların çoğunun, hattâ büyük
olasılıkla liberallerin çoğunun tıp mesleğinin yalnızca eyalet tarafından
ruhsat verilen kişilerce uygulanması gerektiğine inandıklarından
kuşkuluyum. Tıp alanında ruhsatlandırma gerekçesinin diğer birçok
alandan daha sağlam olduğunu kabul ediyorum. Yine de erişeceğim sonuçlar,
liberal ilkelerin tıp alanında bile ruhsatlandırmayı haklı görmeyeceği ve eyaletin
tıp alanındaki ruhsatlandırmasının istenen sonuçlan vermediği şeklinde
olacaktır.
İNSANLARIN GİRİŞEBİLECEĞİ
EKONOMİK ETKİNLİKLERDE DEVLETİN AYNI ANDA
HER YERE UYGULANAN KISITLAMALARI
Ruhsatlandırma çok daha genel ve fazlasıyla yaygın bir fenomenin
özel bir durumudur; bireylerin atanmış bir eyalet yetkilisinin koyduğu koşullar
dışında belirli bir ekonomik etkinliğe girişemeyeceklerini emreder. Ortaçağ
lonca sistemi, hangi bireylerin belirli meslekleri sürdürebileceklerini açıkça
saptayan özel bir örnektir. Hindistan’ın kast sistemi de diğer bir örnektir.
Kısıtlamalar, kast sisteminde esnaf loncaları sisteminden hatırı sayılır ölçüde
daha dar bir kapsamda olmak üzere, açıkça devlet tarafından değil, daha çok
genel toplumsal geleneklere bağlı olarak uygulanırdı.
Kast sisteminde, her bireyin mesleğinin, tümüyle içinde doğduğu
kast tarafından belirlendiği şeklinde yaygın bir inanış vardır. Bir
iktisatçıya göre böyle bir sistemin mümkün olamayacağı apaçıktır, çünkü bu
sisteme göre kişilerin belirlenen mesleklere dağılımı, hiçbir talep koşuluna
bağlı olmadan ve yalnızca doğum oranlarına bağlı olarak katı bir biçimde
düzenlenir. Tabii, sistemin çalışma yolu bu değildi. Gerçek ve bugün bile bir
ölçüde geçerli olan durum, sınırlı sayıda mesleğin belirli kastların üyeleri
için ayrılmış olmasıydı, ama bu kastların her üyesi söz konusu mesleklere
girmemiştir. Tarım
gibi, çeşitli
kastlardan üyelerin girişebileceği bazı genel uğraş alanları da olmuştur. İşte
bunlar, farklı mesleklerden insanların hizmet talebine göre arzlarını
ayarlanmasına olanak sağlamıştır.
Günümüzdeki tarifeler,
adil ticaret yasaları, ithal kotaları, üretim kotaları, sendikaların
istihdamla ilgili kısıtlamaları ve benzerleri bu tür bir fenomenin örneklerindendir.
Bunların hepsinde, belirli bireylerin belirli etkinliklere hangi koşullar
altında girişebileceği resmî bir yetkili tarafından belirlenir; bu, bir yerde
bazı bireylerin başkalarıyla anlaşma yapabilmesine izin veren kurallar anlamı
taşır. Bu örneklerin olduğu kadar ruhsatlandırmaların da ortak özelliği,
yasaların bir üretici grup adına yürürlüğe konmasıdır. Ruhsatlandırmalarda bu
genellikle bir meslek grubudur. Diğer örneklerdeyse ürettiği belirli bir ürün
için tarife isteyen bir gruptur. Örneğin zincirleme mağazaların rekabetinden
korunmak isteyen bir küçük perakendeciler grubu ya da petrol üreticileri,
çiftçiler veya çelik işçilerinden oluşan bir grup olabilir. Mesleki
ruhsatlandırma artık iyice yaygınlaşmışUr. Bildiğim en iyi özet araştırmanın
yazan Walter Gellhorn’a göre, “1952’ye kadar lokantalar ve taksi şirketleri
gibi ‘kişinin kendi işi olanlar’ hariç, 80’den fazla bağımsız meslek eyalet
yasalanyla ruhsatlandınlmıştır ve eyalet yasalanna ek olarak, çok sayıda
belediye tüzükleri de bulunmaktadır. Radyo operatörleri ve hayvan panayın komisyon
acenteleri gibi değişik mesleklerin federal kararnameler uyannca ruhsat
gerektirmesine değinmeye bile gerek yok. 1938’de bile tek bir eyalet, Kuzey
Carolma, yasalarını 60 mesleği kapsayacak şekilde genişletmişti. Eyalet
yasasının etki alanına eczacılar, muhasebeciler ve
mimarların, baytarlar ve kütüphanecilerin girdiğini öğrenmek
kimseyi şaşırtmayabilir. Ama harman makinesi operatörlerinin ve kırıntı tütün
tacirlerinin bile ruhsatlandırılması gerektiğini keşfetmek inşam eğlendirmez
mi? Ya yumurta sınıflandırıcılannın ve kılavuz köpeği eğiticilerinin,
zararlılarla mücadelecilerin ve yat satıcılarının, ağaç budayıcılarının ve
kuyu kazıcılarının, kiremit döşeyicilerin ve patates yetiştiricilerininkine ne
demeli? Peki ya kıllanma uzmanlarına ne dersiniz? BNu mesleğin Connecticut’da
ruhsatlandırılan uzmanlan, ciddi unvanlanna yaraşır bir vakarla aşın ve göze
güzel görünmeyen kıllan yoluyorlar[26]
Böylesi ruhsat uygulamalan yasalaştınlırken, yasa koyuculan ikna
etmeye yönelik savlar, her zaman kamu yarannı koruma gereğini öne süren
gerekçeler olmaktadır. Bununla birlikte, bir mesleğin ruhsata bağlanmasına
ilişkin yasa çıkartma baskısı, endet olarak o meslek dalının üyelerince
dolandınlmış ya da bir biçimde kötüye kullanılmış kamu üyelerinden gelir. Tam
tersine bu baskılar istisnasız o mesleğin üyelerinden gelmektedir. Hiç
kuşkusuz, onlar müşterinin ne kadar sömürülebileceğini herkesten daha iyi
bilirler ve belki o nedenle de bu uzmanlık bilgilerine sahip çıkma hakkı
isteyebilmektedirler.
Benzer şekilde, ruhsadandırma düzenlemeleri hemen hiç istisnasız
ruhsatlandınlacak mesleğin üyeleri tarafından denetlenmeyi içerir. Bir yerde bu
bile doğaldır. Eğer tesisatçılık mesleği, müşterilere iyi hizmet verebile
cek düzeyde yeterlilik ve yetenekteki kişilerle sınırlandırılacaksa,
o zaman kimin ruhsat alabileceğinin değerlendirmesini de yine yalnızca
tesisatçılar yapabilecektir. İşte bu nedenle de, ruhsat verme yetkisindeki
kurullar ya da başka bir organ, neredeyse istisnasız olarak çoğunlukla
tesisatçılardan, eczacılardan, doktorlardan ya da ruhsatlandınlacak meslek
neyse onun üyelerinden oluşur.
Gellhorn’un işaret ettiği diğer noktalar şunlardır; bugün bu
ülkede faaliyet gösteren mesleki ruhsatlandırma kurullarının yüzde 75’j tümüyle
ilgili mesleğin ruhsatlı uygulayıcılarından oluşuyor. Bu mesleğe girerken taşınması
gereken nitelikler ve ruhsat sahiplerinin uyması gereken kurallar gibi birçok
karan verme hakkına sahip olan bu, çoğu yan-zamanh memur olan erkek ve kadınlann
bu işten son derece önemli ekonomik çıkarlan olabilir, u er kek ve kadınlann,
ki çoğu yanm gün çalışan memurlardır, bu mesleğe girişte gerekenler ilişkin birçok
karann verilmesinde ve ruhsat sahiplerinin uyacakları standartlann
belirlenmesinde doğrudan ekonomik çıkarlar olabilir. Daha önemlisi, onlara
kural olarak bu meslekler içinde örgütlü gruplann temsilcileridir. Genellikle
bu gruplar tarafından valilik ya da başka makamlarca yapılacak atamalara aday
gösterilirler. Bu atama çoğu zaman tamamen formalitedir. Bu formalite sık sık
mesleki birliğin doğrudan atama yapması sonucu atlanır. Örneğin Kuzey
Carolina’da tarihçiler, Alabama’da dişçiler, Virginia’da psikologlar,
Maryland’da sağlık uzmanlan ve Washington’da avukatlar bu şekilde atanır.[27]
Bu nedenle ruhsatlandırma çoğu kez, devletin o işkolu üyelerine
yetki aktardığı ortaçağ loncası türünden bir düzenleme yaratır. Uygulamada
kimin ruhsat alabileceğine ilişkin kriterlerin belirlenmesinde göz önünde
bulundurulan özellikler, meslekten olmayan birinin gözüyle bakıldığında,
mesleki yeterlilikle hiçbir ilgisi yokmuş gibi görülür. Bu hiç de şaşırtıcı
değildir. Eğer bazı bireyler başka bireylerin bir mesleği icra etmeye çalışmaları
hakkında karar vermek durumundaysa, her tür konu dışı özellik işe karışabilir.
Ancak bu konu dışı özelliklerin neler olabileceği, ruhsat verme kurulunu
oluşturan üyelerin kişiliklerine ve zamanın havasına bağlıdır. Gellhorn,
komünist yıkım korkusunun ülkeyi kasıp kavurduğu bir dönemde, çeşitli
mesleklerde ne tür bir bağlılık yemininin gerekli olduğuna dikkati çekerek
şöyle yazmaktadır: “1952’deki bir Teksas kararnamesine göre eczacılık ruhsatı
için başvuran bir adayın Komünist Partisi üyesi olmadığına ya da böyle bir
partiyle yakın ilişkide bulunmadığına; böyle bir ideolojiye inanmadığına ve
buna inanan ve Birleşik Devletler Hükümetini zor kullanarak ya da anayasa dışı
herhangi bir yolla yıkmayı öğreten ya da böyle bir amaca yardım eden bir grubun
veya örgütün üyesi olmadığına ve bunları desteklemediğine yemin etmesi
gerekmektedir.” Böyle bir yeminle eczacıları ruhsatlandırma yoluyla korunması
amaçlanan kamu sağlığı arasındaki ilişki her nasılsa biraz çapraşık
görünmektedir. Dahası, Indiana’da profesyonel boksörlerden ve güreşçilerden
bile yıkıcı olmadıklarına dair yemin etmelerinin istenmesi nasıl haklı
gösterilebilir ki? Washington D.C.’de bir ortaokul müzik öğretmeni, komünist
olduğu anlaşıldıktan ve bu nedenle istifaya zorlandıktan sonra piyano
akortçusu olurken bile zorluklarla karşılaşmıştı, çünkü gerçekten de ‘komünist
disip-
lin’e bağlıydı. Washington
eyaletinde veterinerler komünist karşıtı bir yemin imzalamadıkça hasta bir
inek ya da kediye bakamazlar.”[28]
Kişinin komünizme karşı tutumu her ne olursa olsun,
ruhsatlandırmada aranan niteliklerle sağlanması düşünülen amaç arasında daha
çok zorlama bir ilişki kurulmuştur. Böylesi niteliklerin nelere kadar
varabileceği bazen gülünç bile olabilmektedir. Gellhorn’dan birkaç alıntı daha
belki komik öğeleri görmenizi sağlayabilir.[29]
En ilginç düzenlemelerden biri, birçok yerde ruhsat uygulanan bir
ticaret dalı olan berberliğe uygulanan bir dizi ayarlamalardır. Her ne kadar
başka eyaletlerin kararnamelerinde benzeri bir ifade tarzı yasal ilan edilmişse
de, Maryland mahkemelerince geçersiz ilan edilen bir yasadan bir örnek
şöyledir: “Mahkeme, işe yeni başlayacak berberlerin ‘hijyen, bakterioloji,
saç, cilt, tırnak, kas ve sinir dokubilimi, kafa, yüz ve ense yapısı,
sterilizasyon ve antiseptiklerle ilgili temel kimya, cilt, saç, salgı bezleri
ve tırnak hastalıkları, saç kesme, sakal tıraşı, saçların taranması, şekil
verilmesi, boyanması, renginin açılması konularında da temel bilimler eğitimi
görmüş olması gerektiğini öngören yasal hükümden etkilenmek yerine üzüntü
duymuştur.”[30]
Berberlerle ilgili yasal düzenlemelerden bir alıntı daha: “1929’daki berberlik
yö
netmelikleriyle ilgili bir
incelemede örnek alınan on sekiz eyaletten hepsinde çıraklık gerekli
görülmekle birlikte, bir tekinde bile isteklilerin bir ‘berber okulu’ndan
mezuniyetini öngören yasal bir hüküm yoktu. Günümüzdeyse eyaletler, aletlerin
sterilizasyonu gibi ‘teorik konular’da en az (ve genellikle de çok daha fazla)
bin saatlik eğitim veren bir berberlik okulundan mezuniyette, ayrıca bunu bir
çıraklık döneminin izlemesi gerektiğinde ısrar etmektedirler.”[31]
Aktarılan bu sözlerin,
mesleklerin ruhsata bağlanması sorununun, devlet müdahalesi sorununun önemsiz
bir görüntüsü olmaktan öte bir anlam taşıdığını açıkça gösterdiğine
inanıyorum. Öyle ki bu, bu ülkede bireylerin girişebilecekleri etkinlikleri
seçebilme özgürlüklerinin ciddi biçimde ihlalidir ve kapsamın genişletilmesi
yolunda yasa koyucuların ardı arkası kesilmeyen baskısıyla, çok daha ciddi bir
tehdit olma yolundadır.
Ruhsatlandırmaya neden gidildiğini ve böylesine özellikli yasaları
yürürlüğe koyma eğiliminin hangi genel politik sorunu açığa çıkardığını
belirtmeden, ruhsatlandırmanın yararlarını ve zararlarını tartışmak hiçbir işe
yaramaz. Berberlerin diğer berberlerden oluşturulmuş bir komite tarafından
onaylanmasını öngören çok sayıdaki farklı eyalet yasasının çıkarılması,
böylesi bir yasanın aslında kamu çıkarına olduğuna hiç de ikna edici bir kanıt
değildir. Elbette açıklaması daha farklıdır; üretici bir grup, politik açıdan
bu konuya, tüketici bir gruptan daha çok yoğunlaşmıştır. Bu sık sık açıkça
işaret edilen ve yine de öneminin vurgulanmasında aşırıya gidilemeyecek bir
noktadır.[32]
Hepimiz hem bir üretici, hem de bir tüketiciyiz. Bununla birhkte,
etkinliklerimizde tüketici olmaktan çok, üretici olarak uzmanlaşmış ve
dikkatimizin daha büyük bir bölümünü bu yöne adamışızdır. Gerçekten de milyonlarca
değilse bile binlerce çeşit mal tüketiyoruz. Bunun sonucuysa, berber ya da
sağlık uzmanlan gibi aynı ticaret dalındaki insanların hepsinin kendi
ticaretleriyle ilgili sorunlara yoğun bir ilgileri ve enerjilerini bunlara
yönelik bir şeyler yapabilmek için adama istekleri vardır. Öte yandan,
aramızda berber kullananlarımız aralıklı olarak berbere gider ve gelirimizin
yalnızca pek küçük bir bölümünü berber dükkanlanna harcarız. İlgimiz
rastlantısaldır. Aramızdan herhangi birinin berberlik uygulamalarının
kısıtlanmasındaki haksızlığı açığa vurmak üzere yasa koyuculara başvurmak için
zaman ayırmak isteme olasılığı pek azdır. Aynı olay gümrük engelleri için de
söz konusudur. Belirli tarifelerde özel çıkarları olduğunu düşünen gruplar,
konunun kendileri açısından önemli olduğu noktasında bir araya gelmiş yoğun
gruplardır. Kamu çıkarıysa genellikle yayılmıştır. Bu nedenle özel çıkarların
baskısını dengeleyici herhangi bir genel düzenlemenin yokluğunda, üretici
grupların yasalaştırma eylemine etkileri her zaman çok daha güçlü olacaktır
ve bunu birbirinden farklı, çok yaygın tüketici çıkarları izleyecektir.
Gerçekten de bu açıdan bakıldığında, bilmece, neden bu kadar çok sayıda saçma
ruhsat yasasının çıkarıldığı değil de, neden daha da fazlasının çıkanlamadığıdır.
Bireylerin burada ve diğer ülkelerde var olmuş ve halen de var olan devlet
kontrollerinden göreli bir özgürlüğü nasıl olup da elde edebildikleri bir
bilmecedir.
RUHSATLANDIRNIANIN YARATTIĞI
POLİTİK SORUNLAR
Kontrolün üç değişik seviyesini birbirinden ayırmak gerekir: Bu
seviyelerin birincisi tescil, İkincisi belgelendirme, üçüncüsü
ruhsatlandırmadır.
Tescilden, bireylerin belirli türdeki etkinliklere girişirken
adlarını bazı resmî kütüklere yazdırmalarını öngören düzenlemeler
anlaşılmalıdır. Adını listelere yazdırmak isteyen herhangi bir kişinin o
etkinliğe girişme hakkının geri çevrilmesine neden olabilecek hiçbir koşul
yoktur. Kişiden bir kayıt ücreti ya da vergi sınıflandırmasına göre bir tescil
harcı alınabilir.
İkinci basamak belgelendirmedir. Devlet dairesi, bir bireyin
belirli yetenekleri olduğunu belgelendirebilir, ancak böyle bir belgesi
olmayan insanların da bu yeteneklerini kullanarak herhangi bir mesleği icra
etmelerini hiçbir şekilde engelleyemez. Örneğin, muhasebecilik bunlardan
biridir. Birçok eyalette, serbest muhasebeci olarak belgelendirilmiş olsun ya
da olmasın, herhangi bir insan muhasebecilik yapabilir, ancak yalnız belirli
bir sınavı başarabilmiş kişiler adlarıyla birlikte BSM unvanını kullanabilir
ya da işyerlerine belgeli serbest muhasebeci olduklarını belirten bir tabela
koyabilirler. Belgelendirme çoğunlukla arada kalmış bir basamaktır. Eyalederin
çoğunda serbest muhasebecilerin etkinlik düzeylerini kısıtlayıcı yönde bir
eğilim olmuştur. Böyle etkinliklerde belgelendirme değil, ruhsatlandırma
yapılmaktadır. Bazı eyaletlerde, “mimar” unvanı yalnızca belirtilmiş bir
sınavı başarabilmiş kişilerce kullanılabilir. Bu bir belgelendirmedir. Başka
kişileri, konut yapımında belirli bir ücret karşılığında insanlara danışmanlık
yapmak-
tan alıkoyamaz.
Üçüncü basamak asıl ruhsatlandırmanın kendisidir. Bu, bireyin bir
mesleğe girmek için kabul edilmiş bir yetkili merciden ruhsat almasını öngören
düzenlemedir. Ruhsat yalnızca bir formalite olmaktan öte bir şeydir.
Yeterliliğin gösterilerek kanıtlanmasını ya da görünüşte yeterliliğin
kanıtlanması için tasarlanmış bazı sınavların verilmesini gerektirir; bunun
yanında ruhsatı olmayan herhangi bir insanın uygulamaya girişme yetkisi olmadığı
gibi, kişi eğer bir uygulamaya girişirse, para ya da hapis cezasına
çarptırılabilir.
Dikkat çekmek istediğim soru şudur: Hangi koşullar -tabii böyle
koşullar varsaaltında şu ya da bu basamaktan birini haklı görebiliriz? Bana
göre tescilin liberal ilkelerle tutarlı olarak haklı gösterilebileceği üç dayanak
vardır.
İlk olarak, diğer hedeflere ulaşmaya yardımcı olabilir. Bunu şöyle
açıklayabilirim: Polisler genellikle şiddet eylemleriyle birlikte akla
gelirler. Olay olduktan sonra, silah kullananların yakalanması esastır. Olay
olmadan önceyse, ateşli silahların, onları yasadışı amaçlar için kullanabilecek
kişilerin eline geçmemesinin sağlanması istenir. Ateşli silah satan
mağazaların tescil edilmesi bu amaca hizmet edebilir. İzin verirseniz, daha
önceki bölümlerde birkaç kez değindiğim bir noktayı yinelemek istiyorum: Bir
düzenlemenin haklı olduğuna karar verebilmek için bu çizgiler çerçevesinde
haklı olabileceğini söylemek hiçbir zaman yeterli değildir. Liberal ilkeler
ışığında avantajlar ve dezavantajlar bilançosu kurulmalıdır.
İkincisi, tescil, bazen
vergilendirmeyi kolaylaştıran
bir araç olmaktan başka bir şey değildir. Bundan sonra ortaya
çıkacak sorular, bu verginin gerekli görülen devlet hizmetlerinin
finansmanında kullanılacak gelirleri artırmak için uygun bir yöntem olup
olmadığı ve tescilin vergi tahsilatını kolaylaştırıp kolaylaştırmadığıdır. Bunlar
ya tescili yaptıran kişiye bir vergi yüklendiği için ya da tescil yapan kişi
bir vergi tahsildarı olarak kullanıldığı için gerçekleşir. Örneğin, çeşitli
tüketim mallarının satışı üzerinden alınan bir verginin tahsil edilebilmesi
için, vergiye konu edilecek malların satışını yapan bütün yerlerin bir
listesinin ya da bir kütüğünün bulunması gerekecektir.
Tescili haklı gösterme olasılığına, yani ana ilgi konumuza en
yakın olan üçüncüsüyse tescilin tüketicileri dolandırıcılığa karşı
koruyabilecek bir araç olabilmesidir. Genel olarak, liberal ilkeler, akiderin
uygulanmasında yetkiyi devlete verir ve dolandırıcılıksa akitlerin ihlali
demektir. Gönüllü anlaşmalara müdahale nedeniyle ortaya çıkabilecek
dolandırıcılığa karşı kişinin kendini önceden korumak amacıyla epey ileriye
gitmesi gerektiği kuşkuludur elbette. Ancak dolandırıcılık yapılmasına yol
açabilecek öyle etkinlikler olabilir ki, bu etkinliklere giriştiği bilinen
kişilerin bir listesinin önceden hazır bulunması istenebilir. Örneğin, taksi
işletmesi şoförlerin tescil edilmesi. Geceleyin birini arabasına almış bir
taksi şoförü onu soymak için çok iyi bir fırsat yakalamış olabilir. Böylesi
bir eylemin önüne geçebilmek için taksicilik işine girişmiş kişilerin bir isim
listesinin bulunması istenebilir; hepsine birer numara verilir ve bu
numaraları taksi araçlarına koymaları istenir, böylece saldırıya uğrayan kişinin
yalnızca o numarayı anımsaması yeterli olabilecektir. Burada bireyleri başka
bireylerin şiddetinden korumak için sadece polis gücü yetecektir ve belki de
bunun için en elverişli yöntem olacaktır.
Belgelendirmeyi haklı göstermek çok daha zordur. Nedeni, serbest
piyasanın bunu kendi başına yapabilecek olmasıdır. Bu sorun ürünler için
olduğu kadar insanların hizmetleri için de geçerlidir. Birçok alanda kişilerin
yeterliliklerini ya da belirli bir ürünün kalitesini belgelendiren özel
belgelendirme acenteleri vardır. İyi Ev Hizmederi işareti, bir özel belge
düzenlemesidir. Sınaî ürünlerde belirli bir ürünün kalitesini belgelendiren
özel tahlil laboratuarları vardır. Tüketici ürünlerindeyse tüketici tahlil
acenteleri vardır; bunlann ABD içerisinde en iyi bilinenleri Tüketiciler
Birliği ve Tüketici Araştırmalan’dır. Better Business Bureaus belirli mallann
kalitelerini belgelendiren gönüllü bir örgüttür. Teknik okullar, kolejler ve
üniversiteler kendi mezunlannın kalitesini belgelendirirler. Perakendecilerin
ve mağazalann bir işlevi de sattıklan pek çok malın kalitesini
belgelendirmektir. Tüketici mağazaya karşı güven geliştirir ve mağaza da bu
güveni hak edebilmek için sattığı mallann kalitesini araştırmaya teşvik olur.
Bazı durumlarda, belki de çoğu durumda, belgelendirmenin gizli
tutulmasının güç olması nedeniyle, bireylerin belgelendirme için para ödemek
istemeleri durumunda gönüllü belgelendirmenin sürdürülmesi mümkün
olmayabilir. Konuya esas itibariyle patentler ve telif haklannda değinildiği
gibi, sorun bireylerin başkalarına sağladıktan hizmetlerin değerini
atabilecekleri bir durumda olup olmadıktandır. Ben kişileri belgelendirme
işine girişmiş olsam, sizi belgelendirmem karşılığında bana bir ödeme
yapmanızı zorlayacak etkili bir yol bulamayabilirim. Eğer belgelendirme
bilgilerimi birisine satacak olsam, onun da bunu başkalarına aktarmasının
önüne nasıl geçebilirim? Bu nedenle kişiler bir ödeme yapılması gerektiğinde
bu hizmet için ödeme yapmayı isteseler bile, belgelendirme konusunda etkili
bir gönüllü alışveriş sağlamak mümkün olmayabilir. Bu sorundan, diğer türdeki
komşuluk etkilerinde yaptığımız gibi, bir çaresini bulup kurtulabilmenin bir
yolu belgelendirmenin devlet eliyle yapılmasıdır.
Belgelendirmenin haklılığını gösterecek diğer bir olası gerekçe
tekel nedenlerine dayanır. Belgelendirmenin maliyeti, bilginin aktarıldığı kişi
sayısından oldukça bağımsız olduğu için, belgelendirmenin bazı teknik tekel
yönleri de vardır. Yine de bu durumdan dolayı tekelin hiçbir şekilde kaçınılmaz
olduğu anlaşılmamalıdır.
Ruhsatlandırmanın haklı gösterilmesiyse bana çok daha zor
görünmektedir. Çünkü ruhsatlandırma, bireylerin gönüllü anlaşmalara girme
haklarının önüne set çekilmesine doğru yol almaktadır. Her ne kadar bir liberalin
devlet faaliyetinin uygunluğu anlayışı içinde kabul etmesini zorunlu kılan,
ruhsadandırmayı haklı gösterecek bazı gerekçeler varsa da, yine de her zaman
olduğu gibi, avantajlar dezavantajlarla karşılıklı tartılmalıdır. Bir liberal
açısından ana argüman komşuluk etkilerinin varlığıdır. En basit ve en açık
örnek, “yetersiz” bir sağlık uzmanının bir salgın hastalığın başlamasına neden
olabileceğidir. Yalnızca kendi hastasına zarar verdiği sürece, bu durum
hastasıyla o sağlık uzmanı arasındaki bir gönüllü anlaşma ve alışverişi
ilgilendiren bir sorun olacaktır. Bu konuda müdahaleyi gerektirebilecek
herhangi bir neden yoktur. Bununla birlikte, eğer sağlık uzmanı hastasına
kötü bakarsa, bir salgın hastalığın yayılarak o andaki ilişkiye hiç karışmamış
üçüncü kişilerin de zarara uğrayabileceği ileri sürülebilir. Böyle bir olayda,
söz konusu hasta ve sağlık uzmanı da dahil olmak üzere herkesin, böyle
salgınların ortaya çıkmasını engelleyebilmek için tıp uygulamalarının “yeterli”
kişilerle sınırlandırılmasına boynan eğmesi akla uygun bir durumdur.
Uygulamada ruhsatlandırma
savunucularının en başta ileri sürdükleri himayeci argüman bu değildir. Bireylerin
kendilerine hizmet verecek kişileri, ki bu sağlık uzmanı, tesisatçı ya da berber
olabilir, layıkıyla seçmekte yeteneksiz oldukları ileri sürülür. Bir insanın
bir sağlık uzmanı seçerken akıllı bir seçim yapabilmesi için onun da bir sağlık
uzmanı olması gerekir. İşte bu nedenle çoğumuzun yeteneksiz olduğu,
dolayısıyla da kendi bilgisizliğimizden korunmamız gerektiği öne sürülür. Bu
durum, seçmen yönümüzün tüketici yönümüzü kendi bilgisizliğimize karşı,
insanlara yetersiz sağlık uzmanlarının ya da tesisatçıların ya da berberlerin
hizmet etmesini önleyerek koruması gerektiğini ileri sürmeye kadar gider.
Buraya kadar tescil etme,
belgelendirme ve ruhsatlandırma hakkında ileri sürülen argümanları sıraladım.
Anılan her üç olayda da, avantajlann karşısına konması gereken yüksek toplumsal
maliyetlerin bulunduğu ortadadır. Bu toplumsal maliyederden bazıları daha önce
belirtilmişti. Şimdi bunlardan tıp dahndakileri daha ayrıntılı olarak
göstereceğim, ama önce bunları genel hadarıyla tanıtmak yararlı olabilir.
Tescil, belgelendirme ya da
ruhsatlandırmadan hangisi olursa olsun, bu önlemlerden herhangi birinin en
göze batan toplumsal
maliyeti, özel bir üretici grubun kamu zararına bir tekel konumunu elde etmek
için bunu araç olarak kullanmasıdır. Bu sonuçtan kaçınabilmenin hiçbir yolu
yoktur. Şu ya da bu şekildeki yasal yöntemlere dayalı kontrollerle bu sonucun
çıkmaması tasarlanabilir, ama bunlardan hiçbirinin tüketici çıkarından daha
büyük olan üretici yoğunlaşmasından doğan sorunu ortadan kaldırması pek olası
değildir. Böylesi bir düzenlemeyle en yakından ilgilenecekler, ki bunlar
uygulanmasında ve yönetiminde en çok baskı yapacak olanlardır, yine o belirli
mesleğin ya da ticaretin içindeki insanlar olacaklardır. Kaçınılmaz bir sonuç
olarak tescilin belgelendirme, belgelendirmenin ise ruhsatlandırma şeklinde
genişlemesi için «üreteceklerdir. Bir kez ruhsatlandırmaya ulaşıldığında ise,
ilgili yönetmelikleri zayıflatma yönünde gelişmiş kişilerin etkili olmasını
engellemeye çalışacaklardır. Böylelerine ruhsat verilmeyecektir. Bu nedenle
de başka mesleklere girmek zorunda kalarak ilgilerini yitireceklerdir. Hiç
değişmeyen bir sonuç, mesleğe girişlerin meslek üyelerinin denetiminde
bulunması, dolayısıyla da bir tekel konumunun oluşturulmasıdır.
Bu açıdan belgelendirme çok
daha az zararlıdır. Eğer belge alanlar kendi özel belgelerini “kötüye
kullanılırsa”; eğer o ticaretin üyeleri belgelendirmede aranan koşulları güçleştirerek
yeni başlayanları gereksiz yere zora koşar, böylece uygulamacıların sayısını
çok fazla azaltırlarsa, belgeli ve belgesizler arasındaki fiyat farkı, kamunun
belgesiz uygulamacılara yönelmesine yetecek kadar çok açılır. Teknik
deyimlerle, belgeli uygulamacıların hizmetlerine olan talep esnekliği oldukça
büyük, kendi özel konumlarının avantajını kullanarak kamunun geri kalamm
sömürebilme olanaklarının kapsamıysa oldukça dar olacaktır.
Sonuç olarak, ruhsadandırma yapılmadan belgelendirmek, tekelleşmeye
karşı bir hayli korunmayı içeren bir uzlaşma ortamıdır. Dezavantajları da
vardır, ama ruhsatlandırmanın alışılmış argümanlarının ve özellikle himayeci
argümanlarının yalnız başına hemen hemen tümüyle karşılandığına dikkat
edilmedir. Eğer ileri sürülen argüman bizim iyi bir uygulamacıyı ayırt
edemeyecek kadar bilgisiz olduğumuz şeklindeyse o zaman gerekli olan tek şey
ilgili bilginin ortaya konmasıdır. Eğer bütün bilincimizle hâlâ belgesiz
birisine gitmek istiyorsak, o zaman o bizim bileceğimiz bir iştir; bundan
sonra kalkıp da bilgimiz yoktu diye yakınamayız. Meslek üyesi olmayan kişiler
tarafından ruhsatlandırmayı destekleyici savlar belgelendirmeyle böylesine tam
olarak karşılandığından, ben şahsen belgelendirme yerine ruhsadandırmanın haklı
gösterebileceği herhangi bir olayın bulunmasının zor olduğu görüşündeyim.
Tescil işleminin bile gözle görülür toplumsal maliyetleri vardır.
Bu bir düzen doğrultusunda atılan öylesine bir adımdır ki, bu düzende her
birey bir kimlik belgesi taşımak ve yapmayı tasarladığı işlere girişmeden önce
yetkililere bilgi vermek zorundadır. Dahası, daha önce de belirtildiği gibi,
tescil, belgelendirme ve ruhsatlandırmaya doğru atılmış ilk adım olma eğilimini
göstermektedir.
TIBBİ RUHSATLANDIRMA
Tıp, uzun bir zamandan beri uygulaması yalnızca ruhsat almış
kişilerle sınırlandırılmış bir meslektir. Hiç düşünmeden sorulacak olan
“Yetersiz tıp doktorlarının uygulamaya girmelerine izin vermeli miyiz?” sorusu
sadece olumsuz bir yanıtı kabul eder gibi görünmektedir. Ama üzerinde biraz
durmamızı sağlayacak ikinci bir düşünce daha eklemek istiyorum.
Her şeyden önce ruhsadandırma, tıp mesleğini yürütebilecek
kişilerin sayısını kontrol edebilecek bir anahtar görevi yapar. Bunun neden
böyle olduğunu anlayabilmek için tıp mesleğinin yapısı üzerinde biraz durmak
gerekir. Amerikan Tıp Cemiyeti belki de Birleşik Devletlerdeki en güçlü
sendikadır. Bir sendikanın gücünün özü, belirli bir mesleğe girişebilecek
kişilerin sayısını kısıtlayabilirle gücünde yatar. Bu kısıtlama, başka koşullar
altında başarılabileceğinden daha yüksek oranda bir ücret düzeyini
uygulatabilme gücüyle de dolaylı yoldan gerçekleştirilebilir. Eğer ücret düzeyi
bu şekilde uygulatılabilirse, iş bulabilecek kişilerin sayısı azaltılmış olacaktır.
Bu kısıdama tekniğinin kendine özgü dezavantajları vardır. Her zaman o mesleğe
girmeye çabalayan, hoşnut olmayan insanların oluşturduğu bir grup bulunacaktır.
Eğer bir sendika, kapsadığı meslek dalına girmek isteyen kişilerin -ki bunlar o
dalda iş bulmak için her zaman çabalayacaklardırsayısını doğrudan
sınırlandırabilirse çok daha iyi yapmış olur. Böyle bir durumda aksi huylu ve
memnuniyetsiz olanlar daha işin başında dışarıda tutularak, sendikanın onlarla
uğraşması gerekmeyecektir.
Amerikan Tıp Cemiyetinin konumu da budur. Mesleğe girme olanağı
olan kişilerin sayısını sınırlandırabilecek bir sendikadır. Bunu nasıl
gerçekleştirmektedir? Asıl kontrol daha tıp okuluna giriş basamağında
yapılmaktadır. Tıp okulları, Amerikan Tıp Cemiyetinin Tıp Eğitimi ve Hastaneler
Danışma Kurulunca onaylanır. Bir tıp okulunun Danışma Kumlunun onaylanmış
okullar listesinde yer alabilmesi ve bu konumu koruyabilmesi için onun öngöreceği
standartlara uyması gerekmektedir. Kurul, sayının azaltılması yönünde bir
baskının bulunduğu çeşitli tarihlerdeki etkinliğiyle gücünü göstermiştir.
Örneğin, Tıp Eğitimi ve Hastaneler Danışma Kurulu 1930’lardaki gerileme
sırasında çeşitli tıp okullarına bir mektup göndererek, öğrenci sayısının,
eğitimin layıkıyla verebileceği sayının çok üzerine çıktığını yazmıştır. Daha
sonraki bir ya da iki yıl içinde, okulların hepsi -biraz da bu tavsiyenin etkisiyledurum
ve koşullara dayanan çok güçlü kanıtlar göstererek aldıkları öğrenci sayısını
azalttılar.
Kumlun onayının önemi neden bu denli büyüktür? Gücünü kötüye
kullandığı dummlarda, onaylanmanmış okullar neden ayağa kalkmazlar? Bunun
vanıtı açıktır: Birleşik Devletler eyaletlerinin hemen hepsinde bir kişinin
tıp uygulamasında bulunabilmesi için ruhsat almış olması, bu ruhsatı
sağlayabilmek için de onaylanmış bir okuldan mezun olmuş olması gerekir. Hemen
hemen bütün eyaletlerde onaylanmış okulların listeleri, Amerikan Tıp
Cemiyetinin Tıp Eğitimi ve Hastaneler Danışma Kumlunca onaylanmış okulların
listesiyle özdeştir. işte, ruhsat koşulunun mesleğe girişte etkili bir anahtar
olmasının nedeni budur. Bunun çift yönlü bir etkisi vardır. Bir yanda,
ruhsatlandırma komisyonlarının üyeleri her zaman tıp doktorudur, dolayısıyla
da kişiler daha ruhsat için başvuru aşamasında bir ölçüde kontrol altına alınabilmektedirler.
Bu kontrolün geçerliliği, tıp okulu basamağında yapılan kontrole göre daha
kısıtlıdır. Ruhsat gerektiren mesleklerin hemen hepsinde, insanlar bir defadan
daha çok giriş onayı almayı deneyebilirler. Eğer
bir kişi yeterince uzun bir
süre ve yasal yetkiler çerçevesinde yeterince denerse, er ya da geç başarıya
ulaşması mümkündür. Eğitimi için gereken zaman ve parayı zaten harcadığı için
de, bu denemeyi sürdürmesi için güçlü bir motivasyonu vardır. Bir insanın
ancak eğitimini tamamladıktan sonra devreye giren ruhsat koşullan, mesleğe
giriş maliyetlerini yükselteceği için, okula girişi de fazlasıyla
etkileyecektir. Çünkü ruhsatı elde etmek çok daha uzun bir zaman alabilir ve
başanya ulaşma konusunda da biraz belirsizlik her zaman vardır. Ancak maliyetteki
bu artış, bir insanı daha meslek hayatının başlangıcında engellemek yoluyla
girişi kısıtlamak kadar etkili değildir. Kişi daha tıp okuluna giriş
basamağında denirse sınavlarda asla aday olamayacak, dolayısıyla sınav basamağında
başa bela olması da hiçbir zaman söz konusu olmayacaktır. Bu nedenle bir
meslekteki kişi sayısının kontrolünü ele geçirebilmenin etkili bir yolu, mesleki
okullara girişin kontrolünü ele geçirmektir.
Tıp okullanna kabulün denedenmesi ve daha sonra ruhsadandırma,
mesleğe girişi kısıdamanın iki yolunu oluşturmaktadır. En belirgin olan yol
elbette başvuranların çoğunu geri çevirmektir. Daha az belirgin, ama büyük
olasılıkla çok daha önemli olanıysa, gençleri cesaretini okullara girmeyi
denemeyecekleri kadar kırmak için çok yüksek giriş ve lisans standartlan
koymaktır. Her ne kadar birçok eyalet yasası tıp okulundan önce yalnız iki
yıllık bir yüksek okul eğitimi öngörse de, girenlerin yaklaşık yüzde yüzü dört
yıllık bir yüksek okul eğitiminden geçmişlerdir. Benzer şekilde, tıp eğitiminin
kendisi de aynı doğrultuda, özellikle daha zorlu koşullardaki doktorluk stajı
düzenlemeleriyle daha da uzatılmıştır.
Yeri gelmişken, her ne kadar
bu yönde ilerliyorlarsa da, avukatlar mesleki okullara giriş denetimi konusunda
doktorlar kadar başarılı olamamışlardır. Bu başarısızlığın nedeni ilginçtir.
Amerikan Barolar Birliğinin onaylanmış okullar listesinde yer alan okulların
hemen hepsi tam gün eğitim yapan okullardır; aralarında onaylanmış gece eğitimi
yapan bir okul neredeyse hiç görülmez. Öte yandan, bir diğer olgu da eyalet
yasa koruyucularının çoğunun gece eğitimi yapan bir okuldan mezun olmalarıdır.
Eğer oylarını mesleğe girebileceklerin onaylanmış okul mezunu olması gerekir
şeklinde bir kısıtlama getirerek kullanmış olsalardı, o zaman kendilerini de
yetersizler sınıfında değerlendirmeleri gerekecekti. Kendi kişisel
yeterliliklerinin azımsanması konusundaki bu isteksizlikleri, hukukun tıbbı
taklit edebilme başarısını kısıtlamada ana etken olmuştur. Şahsen uzun
yıllardan beri hukuk mesleğine kabul edilmek için gerekli nitehkler konusunda
hiçbir yoğun çalışma yapmamakla birlikte, bu kısıdamanın yine de işlev görmez
hale geldiğini anlamış bulunuyorum. Öğrencilerin olanakları genişleyip bollaştıkça,
tam gün eğitim yapan hukuk okullarına devam edenlerin sayısı da artmakta, bu da
yasa koyucuların niteliğini değiştirmektedir.
Tekrar tıbba dönecek
olursak; onaylanmış okullardan mezun olma koşulunun mesleğe girişte en önemli
mesleki denetim kaynağı olduğu söylenebilir. Meslek bu denetimi sayılan
sınırlamada kullanmıştır. Yanlış anlaşılmayı önlemek için, tıp mesleğinin ayrı
ayrı üyelerinin, tıp mesleğinin liderlerinin ya da Tıp Eğitimi ve Hastaneler
Danışma Kurulundaki yetkililerin kasıtlı olarak kendi gelirlerini artırmak
amacıyla mesleğe girişi kısıt-
lamaya gittiklerini söylemek
istemediğimi belirtmek istiyorum. İşler bu şekilde yürümez. Bu insanlar
gelirlerini artırabilmek amacıyla mesleğe girenlerin sayısını kısıtlamak
isteseler dahi bunu yaparken şöyle bir gerekçe ileri süreceklerdir: Mesleğe
çok fazla kişinin alınması durumunda kendi gelirlerinin düşeceğini ve
istedikleri oranda gelir elde edebilmek için ahlaki olmayan yöntemlere
başvurmak zorunda kalacaklarını söyleyeceklerdir. Ahlaka uygun uygulamaların
sürdürebilmesi için tek çıkar yolun ise, kişilere tıp mesleğinin yararlılığına
ve gerekliliğine yaraşır düzeyde bir gelir sağlamak olduğunu ileri
süreceklerdir. İtiraf etmeliyim ki, bu durum bana hem ahlaki açıdan, hem de
olaylara dayanalı nedenlerle her zaman karşı çıkılabilir görünmüştür. Tıp
liderlerinin, ahlaklı olmaları için kendilerine ve meslektaşlarına bir bedel
ödenmesi gerektiğini açığa vurmaları çok garip olurdu. Ve eğer durum böyle
olsaydı, o zaman ödenecek fiyatın herhangi bir sının olacağından kuşku duyarım.
Görünürde, yoksullukla namuslu olmak arasında küçük bir ilişki vardır. Aslında
bunun tam tersi olması beklenirdi; namussuzluk her zaman bir kâr sağlamayabilir
ama ara sıra sağladığı da kuşkusuzdur.
Mesleğe girişlerin kontrol altında tutulmasına, yalnız Büyük
Buhran gibi işsizliğin yüksek ve gelirlerin görece düşük olduğu dönemlerde,
anılan çerçeve içinde açıkça mantığa uydurulan bir açıklama getirilebilir.
Olağan zamanlardaysa kısıtlamanın mantıklı açıklaması daha farklı olacaktır.
Bu durum, tıp mesleği üyelerinin, aslında mesleğin “kalite” standartlan olarak
benimsedikleri şeyi yükseltmeyi amaçladıktan biçiminde açıklanacaktır. Bu açıklamadaki
eksiklik, genel olarak yapılan ve bir ekonomik sistemin çalışma şeklinin doğru
kavranmasını engelleyen bir hatadır, yani teknik verimlilikle ekonomik
verimlilik arasında bir ayrım yapamama hatasıdır.
Avukadarla ilgili şu öykü bu noktayı herhalde aydınlatacaktır.
Okullara girişle ilgili sorunların tartışıldığı bir avukatlar toplantısında
arkadaşlarımdan biri, girişi kısıtlayan standartlara karşı otomotiv sanayinden
bir benzetme yapmış. Eğer otomotiv sanayi hiç kimsenin düşük kalitede araba
kullanmaması gerektiğini ileri sürseydi ve bu nedenle de Cadillac standardını
sağlayamayan hiçbir üreticinin üretim yapmasına onay verilmemesini
öngörseydi, anlamsız bir şey yapılmış olmaz mıydı? diye sormuş. Katılan
üyelerden biri ayağa kalkıp benzetmeye katıldığını söyleyerek, “Pek tabii, her
ne pahasına olursa olsun Cadillac avukatlardan başkası ülkenin işine gelmez!”
demiş. İşte mesleki tutum da bu yönde. Üyeler yapılan işin yalnız teknik
nitelikleriyle ilgilenirler ve eğer bu durum sonuçta bazı insanların hiçbir
tıbbi hizmet alamamalarına neden olsa dahi, tıp doktorlarımızın yalnızca
birinci sınıf doktorlardan oluşması gerektiği ileri sürülür. Bununla birlikte,
insanların “en uygun” tıbbi hizmeti almaları gerektiği şeklindeki görüş her
zaman kısıdayıcı bir politikaya, yani tıp doktorlarının sayısını düşük tutmaya
yönelik bir politikaya yol açar. Tabii, çalışmakta olan tek gücün bu olduğunu
ileri sürmek istemiyorum, ancak bu türden düşünceler çoğu iyi niyetli doktoru,
eğer böyle iç rahatlatıcı mantıksal bir bahaneleri olmasaydı, daha ilk elde bir
tarafa atıvereceği politikalar doğrultusunda davranmaya yönlendirir.
Kalitenin, kısıtlamayı desteklemek için bir gerekçe olmayıp
yalnızca mantıksal bir bahane olduğunu göstermek kolaydır. Amerikan Tıp
Cemiyetinin Tıp Eğitimi ve Hastaneler Danışma Kurulu, yetkilerini kaliteyle
hiçbir ilişki bulunmayan yollarla kısıtlama yapmak için kullanmışlardır. Bunun
en basit örneği çeşitli eyaledere, tıp uygulaması yapabilecek kişilerde yurttaş
olma özelliğinin aranması yönünde yaptığı tavsiyedir. Yapılacak tıbbi
çalışmaların yurttaşlıkla ilişkili olduğunun kabul edilmesini anlaşılmaz
buluyorum. Fırsat düştükçe uygulatmayı denedikleri benzeri bir gereklilikse,
ruhsatlandırma sınavının İngilizce olarak yapılması zorunluluğudur. Her zaman
çarpıcı bulduğum bir kanıt, Cemiyetin gücünü ve yetkisini olduğu kadar
kaliteyle ilişki yoksunluğunu da ortaya koyan bir sayıdır. 1933’ten sonra
Almanya’da Hider iktidara geldiğinde, Almanya, Avusturya ve diğer ülkelerden
yurt dışına, tabii aralarında Birleşik Devletler’de çalışmak isteyen
doktorların da bulunduğu, büyük bir beyin göçü olmuştu. 1933’ü izleyen beş yıllık
süre içinde, Birleşik Devletler’de çalışma izni verilen yurt dışı eğitimli
doktor sayısı, 1933’ten önceki beş yılın toplamıyla aynıdır. Bu durumun,
olayların doğal akışının bir sonucu olmadığı açıktır. İlave doktor sayısının
saldığı endişe, yabancı doktorlarda aranması gereken özelliklerin iyice
zorlaş tınlmasına yol açmış, bu da onlara aşın yüksek maliyetler yüklemiştir.
Tıp mesleğine, doktorlann sayısını kısıtlayabilme yetkisi veren
anahtarın ruhsatlandırma olduğu açıktır. Bu aynı zamanda tıbbın idare edildiği
yollarda meydana gelen teknolojik ve organizasyon değişikliklerini kısıtlama
gücü de sağlayan bir anahtardır Amerikan Tıp Cemiyeti toplu tıbbi
muayenehanelerin ve önceden ödenmiş tıbbi planların her zaman karşısında
olmuştur. Bu yöntemlerin iyi ve kötü yanları olabilir, ama bunlar insanların
istedikleri zaman denemekte özgür olmaları gereken buluşlardır. Tıbbi
uygulamanın düzenlenmesinde en uygun yöntemin kesinlikle bağımsız bir doktorun
uygulaması olduğunu ileri sürmek bir temele dayandırılamaz. Toplu uygulama olabilir,
hattâ kurumsal da olabilir. Yönetim bütün çeşitlerin denenmesine olanak veren
bir sistem olmalıdır.
Amerikan Tıp Cemiyeti böyle atılımlara karşı direnmiş ve yasaklanmalarında
etkili olmuştur. Cemiyet bu gücünü, ruhsatlandırmanın, hastanelerde çalışma
izinlerinin denetlenmesini sağlaması sayesinde dolaylı olarak elde etmiştir.
Tıp Eğitimi Kurulu ve Hastaneler Danışma Kurulu hastaneleri olduğu gibi
okulları da onaylar. “Onaylanmış” bir hastanede çalışma izni alacak bir tıp
doktorunun genel olarak önce kendi ilçe tıp cemiyetinden ya da hastane yönetim
kurulundan onay almış olması gerekir. Neden onaylanmamış bir hastane
kurulamaz? Çünkü şu andaki ekonomik koşullar bir hastanenin çalışabilmesi için
behrli sayıda stajyer bulundurulmasını gerektirir. Eyalet yasalarının çoğu,
uygulama izni alacak adayların belirli ölçüde stajyerlik deneyimi bulunmasını
ve bu deneyimin “onaylanmış” bir hastanede kazanılmış olmasını öngörür.
“Onaylanmış” hastaneler listesi, genellikle Tıp Eğitimi ve Hastaneler Danışma
Kurulunun listesiyle özdeştir. Bunun sonucu olarak, ruhsatlandırma yasası
Cemiyete, okullarda olduğu gibi hastaneler üzerinde de denetim olanağı verir.
İşte bu, çeşitli tipteki toplu uygulamanın engellenmesinde Cemiyetin çok
başarı olarak kullanabildiği bir anahtardır. Bazı gruplar, birkaç olayda bundan
kurtulabilmeyi başarabilmişlerdir. Washıngton çevresinde başarıya
ulaşabilmelerinin nedeni, federal antitröst yasalanna dayanarak Amerikan Tıp
Cemiyetine karşı dava açabilmeleri ve davayı kazanabilmeleri olmuştur. Diğer
birkaç olayda ise özel nedenlerle başarı kazanabilmişlerdir. Bunlara karşın,
toplu uygulamalara olan eğilimin Cemiyetin karşı koymalarıyla frenlendiğinden
hiç kuşku duyulmaması gerekir. Tam yeri gelmişken, Cemiyetin karşı çıktığı tek
toplu uygulama tipinin önceden ödenmiş toplu uygulama olması da ilginç bir
noktadır. Bunun ekonomik gerekçesi, farklı fiyatlandırmaya gidilebilmesi
olasılığını ortadan kaldırması gibi görünüyor.[33]
Mesleğe girişteki
kısıtlamanın özünü ruhsatlandırmanın oluşturduğu ve bunun da ağır toplumsal
maliyetler getirdiği açıktır; bunlar hem tıp uygulamasında bulunmak isteyen ama
bunu yapmaktan alıkonan bireylere, hem de satın almak istediği tıbbi hizmetten
yoksun bırakılan ve onu satın almaktan alıkonan kamuya yüklenmektedir. Şu
soruyu sormama izin verin: Ruhsatlandırmanın, var olduğu söylenen iyi bir
sonucu var mıdır aslında?
Her şevden önce, yeterlilik
standartlarını gerçekten yükseltmekte midir? Mesleğin şimdiki uygulanma biçimiyle
yeterlilik standartlarını yükseltemeyeceği, bazı nedenlerden dolayı açıknr.
Öncelikle, herhangi bir alana girmeye bir engel koyarsanız, bu alana girmek
için türlü yollar arama dürtüsünü de ortaya çıkarırsınız ve tabii, tıp da bir
istisna değildir. Osteopati* ve kiropati** mesleklerinin ortaya çıkması, tıbba
girişin kısıtlanmasıyla tamamen ilişkisiz değildir. Tam tersine, bu
anılanların her biri, bir yere kadar, girişe konan kısıtlamanın etrafından
dolaşma yolunu bulma atılımıdır. Her biri sırayla, kendilerine ruhsatlandırma
ve kısıtlandırma getirilmesi yolunda ilerlemektedir. Varılmak istenen sonuç,
değişik düzeylerde ve türde uygulamalar yaratmak ve tıbbi uygulama olduğu
söylenen şeyle onu ikame eden osteopati, kiropati, inançla iyileştirme ve
benzerleri arasındaki farkı ortaya koymaktır. Bu seçenekler pekala, tıbba giriş
kısıtlamaları bulunmaması durumunda var olacak tıp uygulamalarından daha
düşük bir kalitede olabilirler.
Daha genel olarak, eğer doktorların sayısı olabileceğinden daha
azsa ve hepsi de tümüyle meşgulse -ki genellikle öyledirlerbu durumdan
eğitilmiş doktorların yapabildikleri tıbbi uygulama toplamının da yapılabilecek
olandan daha az olduğu anlamı çıkar, yani bir yerde daha az adam-saat
toplamında uygulama yapılabilmektedir. Bunun alternatifi, herhangi biri
tarafından yerine getirilebilecek, belli bir eğitime dayanmayan uygulamadır;
bu da hiçbir profesyonel niteliği bulunmayan kişiler tarafından yapılabilir ve
bazı yerlerde de yapılması gereklidir. Dahası, durum iyice aşırıya kaçmıştır.
Eğer “tıbbi uygulama” yalnızca ruhsatlı pratisyenlerle sınırlandırılacaksa, o
zaman tıbbi uygulamanın ne olduğunun tanımlanması gerekir; kaldı ki, işe adam
doldurma yalnız demiryollarına özgü bir şey de değildir. Yetkisiz tıbbi uygulamaları
yasaklayan tüzükler yorumlanırken, birçok şey yalnızca ruhsatlı doktorların
tekeline verilmiştir, oysa bunlar rahatlıkla teknisyenler ve Cadillac tıp
eğitimi görmemiş diğer yetenekli insanlar tarafından da kusursuzca yerine
getirilebilir. Olası tüm örnekleri sıralamaya yeterli bir teknisyen değilim.
Ancak konuya eğilenler tara fin dan söylendiğini bildiğim bir durum, eğilimin
“tıbbi uygulama” kapsamının sürekli genişletilerek aslında teknisyenlerin
kusursuzca yapabilecekleri faaliyetlerin de dahil edilmesi yönünde olduğudur.
Uzmanlık eğitimi görmüş doktorlar zamanlarının hatırı sayılır bir bölümünü,
rahatlıkla başkaları tarafından yapılabilecek işlerde kullanmaktadırlar. Bunun
sonucundaysa tıbbi özene ayrılan zaman şiddetle azalmaktadır. Bu durumla
ilişkili olarak, tıbbi özenin kalite ortalamasının, gösterilen özen kalitesinin
basit ortalamasının alınmasıyla bulunamayacağını artık birileri anlamalıdır; bu
bir tıbbi uygulamanın geçerliliğini yalnız kurtulanlara bakarak
değerlendirmeye benzer; kısıtlamaların özen ölçüsünü azalttığı olgusu göz
önünde bulundurulmalıdır.
Anlamlı bir değerlendirmeyle, ortalama yeterlilik düzeyinin
kısıtlamalar nedeniyle düştüğü sonucu da ortaya çıkarılabilir.
Bütün bu yorumlar bile yeterince açıklayıcı değildir, çünkü durumu
zamanın belli bir kesitinde değerlendirmekte ve zaman içindeki değişmeleri
hesaba katmamaktadır. Herhangi bir bilim ya da konudaki ilerlemeler, genellikle
çok sayıdaki aykırı kişiler, şarlatanlar ve o dalda hiçbir yeri olmayan
insanlar arasından birinin yaptığı işin bir sonucu olarak ortaya çıkar. Eğer
meslekten birisi değilseniz, şu andaki koşullar altında tıp alanında araştırma
ve deneylere girişmeniz çok zordur. Ama eğer meslekten biriyseniz ve meslek
içinde iyi bir konumda kalmayı istiyorsanız, yapacağınız deneylerde kendinizi
ciddi biçimde sınırlamanız gerekir. Bir “İnançla İyileştirici” kendini saf
hastalara kabul ettirebilen bir şarlatandan başka bir şey olmayabilir, ancak
belki bunlann bin ya da binlercesinin arasından birisi, tıp için önemli bir
ilerlemeyi ortaya çıkarabilecektir. Bilim ve bilgiye giden çok çeşitli yol
vardır; uygulamayı tıp denen şeyle kısıtlamak ve bunu da belirli bir grubun
-ki bu grup genellikle baskın çıkacak inanca bağlılığa boyun eğmek zorundadırtekeline
verme eğilimimizin etkisinin, yapılagelen deneylerin miktarını azaltmak,
dolayısıyla da bu alandaki bilginin gelişme hızını azaltmak şeklinde olacağı
kesindir. Tıbbın içeriği için geçerli olan şeyler, daha önce de ortaya konduğu
üzere, düzenlenmesi için de geçerlidir. Bu konuyu aşağıda daha da açacağım.
Ruhsatlandırma ve onunla yakın ilişkisi olan tıp uygulamalarındaki
tekelin uygulama standartlarını düşürme eğilimi gösterdiği bir başka yol daha
vardır. Bunun doktor sayısındaki azalma, eğitilmiş doktorların toplam çalışma
saatlerinin daha az önemli işlerde harcanması, araştırma ve geliştirme
teşviklerindeki azalma gibi nedenlerle ortalama özen kalitesini düşürdüğünü
daha önce ortaya koymuştum. Bunlardan başka, doktorların yanhş tedavilerinin
onlara ödettirilmesini, özel bireylere daha da zorlaştırdığı için de
düşürmektedir. Bireyi yetersiz ülkelere karşı koruma yollarından biri,
sahtekarlığa karşı korunma ve yanhş tedaviye karşı mahkemelere de dava
açabilme hakkıdır. Bazı davalar açılmıştır ve doktorlar daha ne kadar yanlış
tedavi sigortası ödeyeceklerinden bir hayli yakınmaktadırlar. Tıp cemiyetlerinin
uyanıklığı olmasaydı yanhş tedavi davaları olabileceğinden bir kat daha çok
sayıda ve daha başarılı olurdu. Bir doktorun diğer bir meslektaşına karşı
tanıklık yapmasını sağlamak eğer “onaylanmış” bir hastanede çalışma hakkının
elinden alınması gibi bir yaptırımla karşıla
nabilecekse hiç de kolay
olmaz. Lehte ya da aleyhteki tanıklıklar genellikle tıp cemiyeti tarafından
oluşturulmuş bir komitenin üyeleri tarafından yapılır, tabii, her zaman olduğu
gibi bunlar hastaların sözde çıkarları doğrultusunda olur...
Bu etkileri göz önüne
alındığında ruhsatlandırmanın tıbbi uygulamaların hem nitelik hem de
niceliklerini azalttığına; tıp doktoru olmak isteyenlerin bu fırsatlarını
azaltıp onları daha az çekici buldukları mesleklere girmeye zorladığına;
kamuyu daha az doyurucu tıbbi hizmetlere daha çok ödeme yapmak durumunda bıraktığına;
hem tıbbin içeriğinin hem de tıbbi uygulamaların düzenlenmesinde teknolojik
gelişmelerin ilerlemesini engellediğine inanıyorum. Bunlardan çıkardığım sonuç,
ruhsadandırmanın tıp uygulamalarında bir zorunluluk olmasına son verilmesidir.
Tüm bunlar söylendikten
sonra, sanırım okuyucuların çoğu, bu konulan tartıştığım birçok kişi gibi şunlan
söyleyeceklerdir: “Ama yine de, bir tıp doktorunun kalitesi hakkında bir kanıtı
elde etmenin başka nasıl bir yolu olabilir ki? Maliyetlerle ilgili
söylediklerinin hepsine katılsak bile, kamuya hiç değilse asgari kalite güvencesi
sağlamanın tek yolu yine de ruhsatlandırma değil midir?” Buna verilecek yanıt
kısmen, insanlann kendi tıp doktorlannı artık bir ruhsatlı doktorlar
listesinden rastgele bir isim seçerek bulmadıklarıdır; bir bölümü de yirmi
otuz yıl önce olduğu gibi bir kişinin bir sınavı verme yeteneğinin artık bir kalite
güvencesi olmamasıdır. Bunlardan dolayı ruhsadandırma artık güvencenin, en
azından asgari kalitenin asıl ya da başlıca kaynağı olmaktan çıkmıştır. Ama
esas yanıt bundan çok daha farklıdır. Yanıt, sorunun kendi içinde açığa çıkan
kurulu düzenin zorbalığı ve piyasanın doğurganlığıyla, meslekten olmadığımız
alanlarda, hattâ biraz olsun bilgimizin bulunduğu alanlarda bile, düş
gücümüzün yetersizliğidir. İzin verin size meslek tekel gücünün kullanmamış
olması durumunda tıbbın nasıl bir gelişme göstermiş olabileceğini ve hangi
kalite güvencelerinin ortaya çıkabileceğini göstereyim.
Herhangi bir kimsenin, sahtekarlık ve savsaklama sonucu
başkalarına vereceği zarardan doğacak yasal ve malî sorumlulukları dışında
hiçbir kısıtlamayla karşılaşmadan, tıp uygulamasına girişmekte özgür olduğunu
varsayalım. Sanırım, tıptaki gelişmelerin tümü daha farklı olurdu. Şimdiki
tıbbi bakım piyasası, engellendiği şekliyle, farkın neler olabileceği hakkında
bazı fikirler verebilir. Hastanelerle bağlantılı olarak, toplu muayenehaneler
aşırı derecede büyümüş olacaktı. Bireysel muayenehanelerle devlet ya da hayır
kurumlannın yönettiği kurumlaşmış büyük hastaneler yerine, tıbbi ortaklıklar
ya da şirketler, yani tıp ekipleri gelişmiş olabilirdi. Bunlar teşhis ve
tedavi için, hastaneler dahil, merkezi tesisler kurabilirlerdi. Bazıları bir
olasılıkla, bugünkü hastane sigortasını, sağlık sigortasını ve toplu tıbbi
uygulamaları tek bir pakette toplayan önceden ödeme şekliyle hizmet
verecekler, diğerleriyse her ayn hizmet için ayrı ücretler alacaklardı. Ve
tabii çoğu da her iki ödeme yöntemini birlikte kullanacaklardı.
Bu tıp ekipleri -onlara departmanlı tıp mağazaları da
diyebilirsinizhastalarla üp doktorları arasında bir aracı görevi yapacaklardı.
Uzun ömürlü ve sarsılmaz kalabilmek için güvenilirlik ve kalite saygınlığı
kazanmaya çok
önem vereceklerdi. Aynı nedenlerle tüketiciler de onların
saygınlıklarını tanımaya başlayacaklardı. Tıp doktorlarının kalitesini
değerlendirebilecek şekilde uzmanlaşmış yetenekleri bulunacaktı; o kadar ki,
departmanlı mağazaların şimdi çoğu üründe yaptığı gibi, onlarda bu konuda
kendi tüketicilerinin acenteleri olacaklardı. Bunlara ek olarak, değişik
yetenek ve eğitim düzeyindeki insanları bir araya toplayarak, sınırlı eğitimi
olan teknisyenleri eğitimlerine uygun işlerde kullanacaklar, çok yetenekli ve
yüksek nitelikli uzmanlan da yalnız bunlann uygulayabilecekleri işlere ayırarak
tıbbi bakım işlerini etkili bir düzene sokabileceklerdi. Okuyucu fantezilerine
göre, bunlara eklemeler yapabiEr ki bunlann bir bölümünü benim de yaptığım
gibi, önde gelen kliniklerde günümüzde olan olaylara benzeterek yapabilir.
Hiç kuşkusuz, bütün tıbbi uygulamalar böyle ekipler aracılığıyla
yürütülmeyecektir. Bireysel muayenehaneler de varlıklannı sürdürecektir, tıpkı
departmanlı mağazaların yanında sınırlı sayıda müşterileriyle varlığını sürdüren
küçük mağazaların olduğu gibi ya da çok ortaklı bir hukuk firmasının yanında
bireysel çalışan avukatlık bürolarının da bulunduğu gibi. İnsanlar kendi
bireysel saygınlıklarını oluşturacaklar ve bazı hastalar bireysel uygulayıcıların
kişiye özel ve mahrem olma özelliklerini tercih edeceklerdi. Bazı bölgeler tıp
ekiplerinin hizmet sunmalarına yetmeyecek kadar küçük olacaktı vs.
Tıp ekiplerinin bu alana hakim olacağını iddia etmek istemem bile.
Tek amacım, şimdiki uygulama düzeninin pek çok başka seçeneğinin daha
olabileceğini örneklerle göstermektir. Herhangi bir bireyin ya da küçük bir
grubun, yararlarını değerlendirmelerini bir yana bırakın,
daha olanakların hepsini tam olarak kavrayabilmesindeki
imkânsızlık, devletin merkezi planlamasına ve deneyim olanaklarını kısıtlayan
mesleki tekeller oluşturulması gibi düzenlemelere karşı önemli bir savdır. Öte
yandan, piyasa lehindeki önemli bir sav da onun çeşitlenmeye karşı hoş
görüsüdür; geniş çaptaki özel bilgi ve yeteneği yararlı kılabilme özelliğidir.
Özel grupların deneyimleri engelleme gücünü ortadan kaldırır ve müşterilere
neyin en iyi hazmet edeceği kararının verilmesinde yetkiyi üreticilere değil,
müşterilere verir.
Gelir Dağılımı
20. yüzyılda kolektivist düşüncenin gelişmesindeki ana öğe, en
azından Batı ülkelerinde, toplumsal bir hedef olarak gelir dağılımı eşitliğine
olan inanç ve bunun yerleşmesini sağlamak için de devlet elinin kullanılmasına
olan gönüllülüktür. Bu eşitlikçi düşünce ve onun doğuracağı eşitlikçi
önlemlerin değerlendirilmesinde iki soru sorulmalıdır. İlki kurala ve; ahlaka
ilişkindir. Eşitliğin yerleştirilmesinde devlet müdahalesini haklı çıkaracak
şey nedir? İkincisi somut ve bilimseldir. Alınmış önlemlerin sonuçlan neler
olmuştur?
AHLAKİ AÇIDAN DAĞILIM
Serbest piyasa toplumunda gelir dağılımını doğrudan haklı
gösterecek ahlaki ilke, “herkese, kendisinin ve sahip olduğu araçların
ürettiği “kadar”” şeklindedir. Bu ilkenin etkinliği bile devlet faaliyetine
dayanır. Mülkiyet haklan, yasa ve toplumsal gelenek konusudur. Daha önce de
görüldüğü gibi, bunlann tanımlanmalan ve uygulanmalan devletin öncelikli
işlevlerindendir. Bu ilkenin tümüyle işler hale gelmesi durumunda, gelir ve
varlığın nihai dağılımı benimsenmiş mülkiyet kurallanna bağlı olabilir.
Bu ilkeyle ahlaki yönden etkileyici görünen bir diğer
ilkenin, yani uygulama eşitliğinin, ilişkisi nedir? Bu iki ilke
bir ölçüde birbiriyle çelişkili değildir. Gerçek uygulama eşitliğinin
sağlanması için ürüne uygun ödeme yapmak gerekli olabilir. Belirli
bireylerden, ki bunları yetenek ve başlangıçtaki beceriklilikleri açısından
aynıymış gibi görmeye hazırız, eğer bazıları boş zamanı olmasından daha çok
zevk alıyorsa ve diğerleri de ticarî mallardan zevk alıyorlarsa, o zaman
toplumda kazanç eşitliğini ya da uygulama eşitliğini sağlayabilmek için piyasa
aracılığıyla bir kazanç eşitsizliği oluşması gerekir. Bir kişi, güneşlenmenin
tadını çıkarabileceği kadar çok boş zaman sağlayan basit bir işi, daha yüksek
gelir getiren zor bir işe tercih edebilir; bir başka kişiyse tam tersini yeğleyebilir.
Her ikisine de eşit ücret ödenmesi durumunda, daha temel bir düşünceye göre gelirleri
eşitsiz olmuş olurdu. Benzer şekilde, eşit uygulama, bir bireyin pis ve hoş
olmayan bir işte alacağı ücretin daha hoş bir işe göre daha yüksek olmasını
gerektirir. En sık görülen eşitsizlikler bu türdendir. Parasal gelir
farklılıkları, mesleğin ya da ticaretin diğer özelliklerindeki farklılıkları
dengelerler. İktisatçıların deyimiyle, bu durum, maddi karşılığı olan ve
olmayan “net fayda”nın bütününü oluşturmak için “farklılıkları eşitlemek”tedir.
Uygulama eşitliğini sağlayabilmek ya da insanların zevklerini tatmin edecek
biçime sokmak için, piyasanın çalışmasıyla biraz daha ince düşündürmeyi
gerektiren diğer bir tür eşitsizliğinin daha ortaya çıkması gerekir. Bu durum
en kolay şekilde bir piyangoya benzetilerek açıklanabilir. Doğuştan yetenekleri
eşit olan bireylerden oluşmuş bir grup düşünelim. Bunlar ödüllerinin son derece
eşitsiz olduğu bir piyangoya gönüllü olarak katılmaya hazır olsunlar. Oluşacak
gelir eşitsizliğinin, bireylerin başlangıçtaki eşitliklerinden çok yarar elde
edebilmelerine kesinlikle olanak tanıması gerekir. Gelir dağılımını olaylar
olduktan sonra tekrardan yapmak, onların piyangoya katılma fırsatını geri
çevirmekle eşdeğerdedir. Bireyler uğraşıları, yatırımları ve benzeri
kararlarını, belirsizliğe karşı takındıkları tavra bağlı olarak verirler. Bir
devlet memuru olmaktan çok bir sinema oyuncusu olmaya çabalayan bir kız, bile
bile piyangoya girmeyi seçecektir, tıpkı devlet tahvili yerine son kuruşuna
kadar uranyum hisselerine yatırım yapacak bir birey gibi. Sigorta, belirlilik
yönündeki bir tercihi ortaya koymanın bir yoludur. Bu örnekler bile, insanların
tercihlerini tatmin edebilmek için tasarlanmış düzenlemelerin ne derecede
gerçek eşitsizlik sonucuna varacağını tümüyle göstermez. İnsanların
ücredendirilmesi ve işe alınmasıyla ilgili düzenlemeler bütünüyle böyle tercihlerden
etkilenir. Eğer sinema oyuncuları belirsizlikten hiç hoşlanmasalardı,
aralarında birleşerek, üyelerinin kazanç girdilerini az çok eşit olarak
paylaşmayı peşinen kabullendiği ve bunun sonucunda da risklere karşı birlik
olarak kendilerine bir sigorta sağladıkları bir “kooperatif’ geliştirme
yönünde bir eğilimleri olurdu. Eğer böyle bir tercih yaygın olsaydı, çok
farklı şirketlerin riskli ve risksiz atılımlan birleştirmesi bir kural haline
gelirdi.
Gerçekten de gelirin artan basamaklı vergiler ve benzerleriyle
yeniden dağılımını sağlayan devlet önlemlerinin anlamını açıklayabilen
yollardan biri budur. Şu veya bu gerekçeyle, belki de yönetim maliyetleri
nedeniyle, piyasanın bir piyangolar dizisi yaratamayacağı ya da toplum
üyelerinin istedikleri türden piyangolar düzenlemeyeceği, dolayısıyla da artan
basamaklı vergilendirmenin, sözümona bunu gerçekleştirecek bir devlet girişimi
olduğu ileri sürülebilir. Bu görüşün bir gerçeği içerdiğinden kuşkum yoktur.
Yine de şu andaki vergilendirmeyi haklı göstermesi zordur, çünkü vergiler,
hayat piyangosunda çekiliş yapılıp kimlerin ödülleri kazandığı ve kimlerinse
boşları çektiği öğrenildikten sonra koyulur. Ayrıca vergiler çoğunlukla, boş
çektiklerine inananlarca oylanır. Bu çerçeve içinde, bir kuşağın henüz doğmamış
bir kuşağa uygulanacak bir vergi tarifesini oylaması haklı görülebilir.
Böylesi herhangi bir işlem, sanırım, gelir vergisinin şu anda olandan çok daha
düşük oranda kademelendirilmesiyle sonuçlanacaktır, en azından kağıt üzerinde.
Her ne kadar ürüne göre yapılan ödemelerin ortaya çıkardığı gelir
eşitsizliğinin çoğu, farklılıkların “eşitlenmesi”ni ya da insanların
belirsizlik konusundaki tercihlerinin sonucunu yansıtsa da, büyük bir bölümü
de, hem insan yeteneğinde hem de mülkiyette başlangıçtaki doğuştan bulunan
farklılıkları yansıttr. İşte bu bölüm gerçekten zor olan ahlaki konulan ortaya
çıkarır. Doğuştan kişisel yetenekle mülkiyet arasındaki eşitsizlik ve miras
kalmış zenginlikle kazanılmış zenginlik arasındaki eşitsizlikler konusunda bir
ayrım yapılması gerektiği ileri sürülür. Kişisel yeteneklerdeki farklılıklardan
veya sözkonusu bireyin birikimleri sonucu oluşan zenginlikteki farklılıklardan
dolayı ortaya çıkan eşitsizliğe uygun gözüyle bakılır; ya da bu en azından
mirasla elde edilmiş zenginlikten doğan farklılıklar kadar açıkça uygunsuz
olarak düşünülmez.
Bu ayrım savunulamaz. Anne babasından kaktım yoluyla çok
beğenilen, olağanüstü bir ses alan bir bireyin elde ettiği yüksek gelirin,
kendisine varlık miras kalan bireyin elde edeceği yüksek gelirlerden daha
haklı gösterilebileceği herhangi bir ahlaki dayanak var mıdır? Sovyet örgüt
yöneticilerinin oğullarının gelir beklentileri köylülerin oğullarının
beklentilerinden kesinlikle daha yüksektir. Bu durum, bir Amerikalı milyoner
oğlunun daha yüksek gelir beklentisinden daha mı haklıdır? Bu soruya bir başka
yönden de yaklaşabiliriz. Çocuğuna bırakmak istediği varlığı olan bir anne
babanın bunu yapabileceği çeşitli yollar vardır. Belirli tutardaki bir parayı
çocuğunun eğitiminin finansmanında, örneğin bir iş kurmasında ya da ona
varlık geliri sağlayacak bir vakıf kurmakta kullanabilir. Hangisi olursa
olsun, bunlar çocuğa başka koşullarda elde edebileceğinden daha yüksek bir
gelir sağlayacaktır. Ancak gelir ilk durumda insan yeteneğinden, İkincisinde
kârdan, üçüncüsündeyse mirasla elde edilmiş zenginlikten geliyormuş gibi kabul
edilecektir. Bu gelir kategorileri arasında bir ayrım yapmanın dayanabileceği
herhangi bir ahlaki gerekçe var mıdır? Son olarak, bir kişinin kendi kişisel
yetenekleriyle ya da kendi birikimiyle üreteceği zenginlik üzerinde hakkı
olabileceğini, ancak bunu çocuklarına aktarmaya hakkı olmadığını, yani bir
kişinin gelirini kendi yaşamında kullanabileceğini ama varislerine
veremeyeceğini söylemek mantıksız görünmektedir. Bunun kendi içinde ve
kendisinden dolayı ahlaki bir ilke olarak görülmemesi gerektiği, bir araç ya
da özgürlük gibi başka bazı ilkelerin doğal bir sonucu olarak görülmesi
gerektiği kanısındayım.
Bazı farazi örnekler temel güçlüğü ortaya koyacaktır. Dört
Robinson Crusoe’nun aynı yörede bulunan dört değişik ıssız adaya düştüğünü
varsayalım.Bunlardan biri, ona rahat ve iyi yaşam koşulları sağlayan büyük ve
verimli bir adaya düşmüştür. Diğerleriyse yaşamlarını güçlükle
sürdürebildikleri küçük ve oldukça kıraç adalara çıkabilmişlerdir. (dünün
birinde, birbirlerinin varlığını keşfederler. Büyük adadaki Crusoe’un
diğerlerini kendisine katılmaya ve zenginliğini paylaşmaya davet etmesi elbetteki
cömertlik olurdu. Ama böyle yapmadığını varsayalım. Diğer üçünün güçlerini
birleştirmeleri ve onu zenginliğini kendileriyle paylaşmaya zorlamaları haklı
olur muydu? Çoğu okuyucuya evet yanıtı daha çekici gelecektir. Ancak böyle
demeden önce aynı durumu değişik bir kisve altında daha dikkatlice düşünün.
Varsayın ki, bir yolda üç; arkadaşınızla birlikte yürüyorsunuz ve yol üzerinde
bir 20 dolarlık banknot yalnız sizin gözünüze çarptı ve aldınız. Bunu onlarla
eşit olarak bölüşmeniz ya da en azından onlara içecek bir şey ısmarlamanız
kuşkusuz cömert bir davranış olurdu. Ama bunu yapmadığınızı varsayın. Şimdi,
diğer üçünün güçlerini birleştirmeleri ve bu 20 doları kendileriyle bölüşmeniz
için sizi zorlamaları haklı olur muydu? Sanırım, okuyucuların çoğu hayır diye
yanıtlayacaklardır. Hattâ biraz daha düşündüklerinde, eylemin cömerdiğinin,
eylemin kendisinin açık “doğru” olduğunu göstermeyeceğine karar
verebileceklerdir. Serveti dünyadaki tüm insanların ortalamasından daha yüksek
olan herhangi bir kimsenin hemen bu fazlalığı diğer bütün dünya sakinlerine
eşit şekilde dağıtarak elinden çıkarması gerektiğini kendimize ya da
yurttaşlarımıza karşı ileri sürmeye hazır mıyız? Hepimiz, eğer başkalarınca
yerine getirilirse, böyle bir davranışı hayranlıkla karşılar ve övebiliriz.
Ancak dünya çapında bir “hazıra konma” uygar bir dünyayı imkânsızlaştırır.
Ne olursa olsun, iki yanlıştan bir doğru elde edilmez.
Zengin Robin Crusoe’un ya da 20 doları bulan şanslının servetini
başkalarıyla bölüşmeye olan gönülsüzlüğü diğerlerinin zor kullanmalarını haklı
çıkarmaz. Başkalarından alacak olarak gördüğümüz şeyleri alırken zor kullanmaya
yetkili olduğumuza kendi başımıza karar vermemizi, yani kendi davamızda yargıç
olmamızı haklı görebilir miyiz? Ya da onları alacaklı olarak görmediğimiz durumlarda?
Konumdaki veya durumdaki ya da servetteki çoğu farklılık bir şans ürünü olarak
değerlendirilebilmekten oldukça uzaktır.
“Şans”la karşılaştırdığım “erdeme” verdiğimiz sözde bir değere
karşın, genelde açıkça erdeme dayananlardan çok, şans nedeniyle ortaya çıkan
eşitsizlikleri kabullenmeye hazırızdır. Bir öğretim üyesi, piyangoda büyük ödülü
kazanan iş arkadaşına gıpta edecektir, ama ona bir kötülük yapması ya da
kendisine haksızlık edildiği gibi bir duyguya kapılması olası değildir.
Gelgelelim iş arkadaşı önemsiz bir zamla kendisinden fazla ücret almaya görsün,
çok büyük olasılıkla hakkı yenmiş gibi hissedecektir. Her şeyden öte, şans
tanrıçası tıpkı adalet tanrıçası gibi kördür. Oysa burada ücret artışı, ilgili
faziletlerin rastlantısal olmayan değerlendirilmesi sonucu yapılmıştır.
ÜRÜNE GÖRE DAĞILIMIN ARAÇSAL ROLÜ
Piyasa toplumunda ürüne göre yapılan ödemenin işlevi, öncelikle
dağılıma değil, kaynakların tahsisine yöneliktir. Birinci Bölüm’de de belirtildiği
gibi, piyasa ekonomisinin ana ilkesi gönüllü alışveriş aracılığıyla gerçekleştirilen
işbirliğidir. Bireyler bu yolla kendi kişisel isteklerini daha etkin bir
biçimde doyurabildikleri için diğer bireylerle işbirliği yaparlar. Ama bir
birey ürüne eklediğinin tümünü almadıkça, neyi üretebileceğinden çok, neyi
alabileceği noktasından hareketle alışverişe girişir. Her iki taraf da birleşik
ürüne kattıklarını alırken karşılıklı yarar sağlayamıyorsa alışveriş
gerçekleşmez. Kaynakların en etkin biçimde kullanımı için, en azından gönüllü
işbirliğine dayalı bir sistem içinde, ürüne göre bir ödemenin yapılması
gerekir. Her ne kadar kuşkuluysam da, yeterli bilgi elde edilebilirse ödülle
özendirmenin yerini zorlama alabilir. Çevredeki cansız nesneler ortadan kaldırılabilir;
bireyler belirli zamanlarda belirli yerlerde bulunmaya zorlanabilirler; ancak
bireylerin en iyi çabalarını ortaya koymaya zorlanabilmeleri çok düşük bir
olasılıktır. Bir başka şekilde ele alırsak, zorlamanın işbirliğinin yerine
geçmesi mevcut kaynaklar toplamını değiştirir.
Gerçi piyasa toplumunda ürüne göre yapılan ödemenin başlangıçtaki
işlevi, kaynakların zor kullanılmadan etkin bir biçimde tahsis edilmesini
kolaylaştırmaktır, ama adil bir dağılım sonucu yapılıyor gibi görünmedikçe
buna tahammül edilmesi olası değildir. Bir toplumun istikrarlı olması,
üyelerinin önemli bir bölümünün düşünmeden benimseyeceği temel yargı
değerlerinin özünün bulunmasına bağlıdır. Bazı anahtar kurumlar yalnızca bir
araç olarak değil, “mudak gerekler” olarak benimsenmelidir. Ürüne uygun olarak
yapılacak ödemenin bu benimsenmiş yargı değerlerinden birisi olduğuna ve büyük
çapta da olmaya devam ettiğine inanıyorum.
Bu durum, kapitalist sisteme karşı çıkanların bunun sonucunda
ortaya çıkan gelir dağılımına saldırma nedenleri incelenerek açıklanabilir.
Toplumun ana değerlerinin belirgin özelliği, kendilerini toplumun örgütlenme
sisteminin yandaşı ya da karşıtı olarak da görseler, toplumun üyelerince aynı
biçimde benimsenmesidir. İçerdeki en şiddetli kapitalizm eleştirmenleri bile,
ürüne uyumlu ödemenin ahlaki yönden adil olacağını bütünüyle benimsemişlerdir.
En geniş kapsamlı eleştiriler Marksistlerden gelmiştir. Marx
emeğin sömürüldüğünü ileri sürmüştür. Niçin? Çünkü emek, ürünün tümünü üretmiş,
ama yalnızca bir bölümünü alabilmiştir; kalan Marx’ın “artı değer”idir. Emek
yalnızca ürettiği şeyde söz sahibiyse “sömürülmüş” olabilir. Eğer biri
sosyalist öncüllerden birisinin yerine, “herkese gereksinimine göre, herkesten
yeteneğine göre” -bu ne anlama geliyorsaöncülünü benimserse o zaman emeğin
ürettiğini, karşılığında aldığıyla değil, “yeteneğiyle”; emeğin aldığını ise
ürettiğiyle değil” “gereksinimiyle” karşılaştırmak gerekecektir.
Tabii, Marksist iddianın geçersizliği başka nedenlere de dayanır.
Öncelikle, birlikte çalışan tüm kaynakların toplam ürünüyle, ürüne katılan
tutar -iktisatçıların deyimiyle marjinal ürünarasında belirgin bir ayrım yapılmamasıdır.
Daha da etkileyici olanıysa, öncülden sonuca geçişte “emeğin” anlamında
belirtilmemiş bir değişme vardır. Marx ürünün üretiminde sermayenin rolünü
kabul etmekle birlikte, sermayeyi somutlaşmış emek olarak görmüştür.
Dolayısıyla ayrıntıları tam olarak yazılan Marksist kuramın öncülleri şöyle
gelişir: “Şimdiki ve geçmişteki emek ürünün tümünü üretir. Şimdiki emek ürünün
yalnızca bir bölümünü alır.” Olası mantıksal sonuç, “Geçmişteki emek
sömürülmüş tür,” olacaktır ve geçmişteki emeğin daha fazla alabilmesini
sağlayacak eyleme geçişi bozan şey, bunun nasıl yapılabileceğinin hiçbir
şekilde belli olmamasıdır, eğer ona zarif mezar taşları sağlanması
öngörülmediyse.
Piyasa alanında ürüne göre dağıtımın en önemli araçsal rolü,
kaynakların zorlama olmadan tahsis edilmesinin başarılmasıdır. Ama sonuçta
ortaya çıkan eşitsizlikteki tek araç olma rolü de onda değildir. Birinci Bölüm’de
siyasal gücün merkezileşmesini dengelemek için bağımsız güç odaklarının
oluşmasında eşitsizliğin oynadığı role değinmiştik; bunun yanında
“patronların”, taraftarı olmayan ya da alışılmışın dışındaki fikirlerin yayılmasını
finanse etme olanağını tanıyarak bireysel özgürlüğün gelişmesinde oynadığı
role de değinmiştik. Eşitsizlik ayrıca, ekonomik alanda “patronlara”
deneylerini ve yeni ürün geliştirmelerini finanse edebilme olanağını sağlar;
empresyonist tablolar bir yana, ilk deneysel otomobillerini ve televizyon
setlerini satın alabilmelerine imkân verir. Son olarak da, dağılımın herhangi
bir “otorite”ye gerek kalmadan, kişilere bağlı kahnmadan gerçekleşmesini
mümkün kılar; zorlama olmadan işbirliği ve uyumun sağlanmasında piyasanın
oynadığı rolün özel bir yönüdür bu.
GELİR DAĞILIMI OLGULARI
Ürüne göre ödemeyi gerektiren kapitalist bir sistem eşitsizlikle
önemli ölçüde tanımlanabilir ve uygulamada da aynen böyledir. Bu olgu
genellikle kapitalizmin ve özgür girişimin diğer sistemlere göre daha yaygın
bir eşitsizlik oluşturduğu şeklinde yanlış yorumlara neden olur; bu önermenin
doğal sonucu olarak da, kapitalizmin yayılması ve gelişmesi eşitsizliğin
artması anlamına gelir. Bu yanlış yorumlama, gelir dağılımı hakkında yayımlanan
istatistiklerin çoğunun insanı yanılgıya düşüren karakteri, özellikle kısa
dönemdeki eşitsizliği uzun dönemdekinden ayırt edememe eksiklikleri nedeniyle
destek bulmuştur. Gelin biz gelir dağılımının belli başlı olgularını gözden
geçirelim.
Birçok insanın beklentisinin aksine gelişen dikkat çekici
olgulardan biri, gelirin kaynaklarıyla ilgilidir. Bir ülke ne kadar kapitalist
olursa, gelirden genelde sermaye denen şeyin kullanımına ödenen pay o oranda
küçük olur ve insan hizmederine ödenen pay da o oranda büyük olur. Hindistan,
Mısır ve bunlar gibi azgelişmiş ülkelerde toplam gelirin yansı kadan mülk
geliridir. Birleşik Devletler’de mülk geliri yaklaşık toplamın beşte biridir.
Öteki gelişmiş kapitalist ülkelerde orantı bundan pek farklı değildir. Hiç
kuşkusuz, bu ülkeler ilkel ülkelerden daha fazla sermayeye sahiptirler, aynca
sakinlerinin üretkenlik yetenekleri yönünden de daha zengindirler; dolayısıyla
mülk geliri yüksek olsa bile toplamın ancak küçük bir payıdır. Kapitalizmin
büyük başansı mülkteki birikim değildir, erkeklere ve kadınlara yeteneklerini
çoğaltabilirle ve geliştirebilme olanağı tanımasıdır. Yine de kapitalizmin
düşmanlan onu maddeci olarak tanımlayıp kınamaktan hoşlanırlar ve
yandaşlarıysa ilerlemenin zorunlu bir maliyeti olarak gördükleri kapitalizmin
maddeciliğinden dolayı sık sık özür dilerler.
Popüler anlayışa aykın diğer çarpıcı bir olgu, kapitalizmin öteki
örgüdenme sistemi seçeneklerine göre daha az eşitsizliğe götürdüğü ve
kapitalizmin gelişmesinin eşitsizlik kapsamını önemli ölçüde azalttığı yönündedir.
Mekan ve zaman karşılaştırmalan bu görüşü doğrulamaktadır. İskandinav
ülkeleri, Fransa ve Birleşik Devletler gibi kapitalist Batılı toplumlarda,
Hindistan gibi bir statü toplumuna göre ya da Mısır gibi geçmişe dönük bir
ülkeye göre kesinlikle önemli ölçüde daha az eşitsizlik vardır. Rusya gibi
komünist ülkelerle karşılaştırma, kanıtların kıtlığı ve güvenilirsizliği
nedeniyle daima zordur. Ama eşitsizlik eğer ayrıcalıklı olanlarla diğer
sınıflar arasındaki yaşam düzeyi farklılıklarına göre belirlenecekse, bu tür
eşitsizlik komünist ülkelere göre kapitalist ülkelerde kesinlikle daha az
olabilir. Yalnızca Batılı ülkeler arasında, ülke ne kadar çok kapitalistse
eşitsizlik her anlamda daha az görünmektedir: İngiltere’de Fransa’dan daha az,
Birleşik Devletier’de İngiltere’den
daha da azdır. Yine de nüfuslarının yaradılıştan farklı oluşları nedeniyle
ortaya çıkan sorun, bu karşılaştırmaları zorlaştırmaktadır; adil bir
karşılaştırma, sözgelişi, Birleşik Devletler’! yalnızca İngiltere Birleşik
Kralhğı’yla değil, İngiltere Birleşik Krallığı’na onun Batı Hint Adaları ve
Afrika’daki sömürgelerini de ekleyerek yapılabilir.
Zaman içindeki gelişmelerle kapitalist toplumlarda ulaşılan
ekonomik ilerleme başarısına, eşitsizliğin çok büyük çapta azalması eşlik
etmiştir. 1848’de John Stuart Mili şunları yazabilirdi: “Şimdiye kadarki (1848)
bütün mekanik buluşların insanların günlük uğraşlarındaki yükü azalttığı
tartışmalıdır. Bunlar nüfusun daha geniş bir kesiminin aynı zahmet ve eziyet
dolu yaşamı sürdürmelerini ve artan sayıda üretici ve diğerlerinin servetler
yapmasını mümkün kılmışlardır. Orta sınıfların konforunu artırmışlardır. Ama
insan yazgısındaki, ki bunun üstesinden gelmek onun doğasında ve geleceğinde
vardır, o önemli değişiklikleri henüz etkilemeye başlamamışlardır.” [34]
Bu ifade bir olasılıkla Mill’in zamanında bile doğru değildi, ama
bugün kesinlikle hiç kimse ilerlemiş kapitalist ülkeler hakkında böyle bir
şeyi yazamaz. Dünyanın geri kalanı içinse bu durum hâlâ doğrudur.
Geçmiş yüzyıl boyunca süren ilerlemenin ve gelişmelerin ana
özelliği, kitleleri bellerini kıran uğraşlardan kurtarması ve daha önce üst
sınıfların tekelinde olan ürün ve hizmetleri, herkesin kullanımına açmasıdır.
Tıp bir yana, teknolojideki ilerlemelerin büyük bir bölümü, şu ya da bu biçimde
daha önceleri gerçekten varlıklı kişilere açık olan lüksleri kitlelerin de
elde edebilmesini mümkün kılmıştır. Bazı örnekler verirsek, çağdaş su
tesisatları, merkezi ısıtma, otomobiller, televizyon ve radyo kitlelere;
zenginlerin hizmetkârlar, eğlendiriciler ve bunlar gibilerini kullanarak her
zaman elde edebildiklerine eşdeğerde rahatlıklar sağlamıştır.
Bu fenomen hakkında, gelirin anlamlı ve karşılaştırılmalı dağılımlarına
ilişkin ayrıntılı istatistiki kanıtların elde edilmesi zordur, bu tür
araştırmalar genel sonuçları ancak ana batlarıyla göstermektedir. Bununla
birlikte, böyle istatistiki veriler aşırı derecede yanlış yönlendirici
olabilir; gelirdeki eşitleyici ve eşitleyici olmayan farklılıklar arasında bir
ayrım yapamazlar. Örneğin, bir beysbol oyuncusunun çalışma yaşamının kısa
olması, faal yılları boyunca elde edeceği yıllık gelirin parasal yönden eşit
çekicilikteki diğer alternatif mesleklerden daha yüksek olması gerektiği
anlamına gelir. Ama böyle bir fark, sayılan, gelirde olacak herhangi başka bir
farkın etkileyeceği gibi aynen etkiler. Hakkında sayılar verilen gelir birimi
de büyük bir önem taşır. Bireyleri esas olarak yapılan bir gelir dağılımı tablosu
her zaman, aile birimlerine göre bir dağılımdan önemli ölçüde daha fazla gözle
görülür eşitsizlik gösterir. Bireylerin çoğu yarım günlük işlerde çalışan ya
da küçük tutarlarda mülk geliri alan ev kadınlarıdır ya da ailenin diğer
üyeleri benzeri bir konumdadırlar. Aileyle ilgili doğru dağılım, ailenin
toplam aile gelirine göre sınıflandırılarak yapılanı mıdır? Ya da kişi başına
olanı mıdır? Ya da eşdeğer bir birim başına olanı mı? Bu önemsiz bir kaçamak
konusu değildir. Çocuk sayısından dolayı aile dağılımındaki değişimin son yarım
yüzyıl içinde bu ülkede yaşam düzeylerindeki eşitsizliği azaltan en önemli
etken olduğuna inanıyorum. Bu kademelendirilmiş miras ve gelir vergisinden çok
daha önemlidir.
Gelir dağılımına ilişkin kanıtların yorumlanmasında ana
sorunlardan biri, temelde farklı iki değişik tür eşitsizliğin birbirinden
ayrılması gereğidir, yani geçici ve kısa vadeli gelir farklılıklarıyla uzun
vadedeki gelir konumu farklılıkları. Yıllık gelir dağılımı aynı olan iki toplum
düşününüz. Birisinde önemli derecede hareketlilik ve değişim vardır, belirli
ailelerin gelir hiyerarşisi içindeki konumlan yıldan yıla oldukça
değişebilmektedir. Diğerindeyse önemli derecedeki değişmezlik nedeniyle ailelerin
her biri yıllar boyunca aynı konumda kalmaktadır. İkincisi açıkça her anlamda
daha eşitsiz bir toplum olacaktır. Eşitsizliğin bir türü dinamik değişikliğin,
toplumsal eşitlik ile fırsat eşitliğinin bir işaretidir; diğeriyse bir statü
toplumunun. Bu iki tür eşitsizliğin birbirine karıştınlmaması önemlidir, çünkü
rekabet ve serbest teşebbüs esasına dayanan kapitalizmin birini diğeriyle
ikame etme eğilimi vardır. Yıllık gelir olarak ölçeğe vurulmuş olsa bile,
kapitalist olmayan toplumlar kapitalist olanlardan daha fazla eşitsizlik
gösterme eğilimindedirler; ayrica bunlardaki eşitsizlik kalıcı olma
eğilimindedir, oysa kapitalizm statüyü ortadan kaldırır ve toplumsal hareketliliği
getirir.
GELİR DAĞILIMINI
DEĞİŞTİRMEKTE KULLANIIAN DEVLET ÖNLEMLERİ
Hükümetlerin gelir dağılımını değiştirmede en yaygın olarak
kullandıkları yöntemler artan basamaklı gelir vergisiyle verasetin
vergilendirilmesi olmuştur. Bunlann istenebilirliğini tartışmadan önce
amaçlarına erişmekte başanlı olup olmadıklannı sormakta yarar vardır.
Bu soruya bugünkü bilgilerimizle kesin bir yanıt vermek mümkün
değildir. Aşağıdaki değerlendirme kişiseldir, yine de kısa ifade edebilme
uğruna büsbütün bilgisizce ve dogmatik olmadığını umarım. Bence bu vergi
önlemlerinin, bazı istatistiki gelir ölçeklerine göre sınıflandırılmış aile
gruplannın ortalama konumları arasındaki farkları birbirine yaklaştırma
yönünde görece küçük, ama ihmal edilemeyecek bir etkisi vardır. Bununla birlikte,
bu tür gelir sınıflarının içindeki kişiler arasında karşılaştırılabilir önemde
keyfi eşitsizlikler de göstermişlerdir. Sonuç olarak, uygulama eşitliği ya da
kazanç eşitliğiyle ilgili temel öğenin net etkisinin eşitliği artıran ya da
azaltan şey olup olmadığı hiçbir şekilde açık değildir.
Kağıt üzerindeki vergi oranları hem yüksektir hem de artan yüksek
basamaklıdır. Bunun iki farklı menfi neticesi vardır. İlk olarak, sonuçlann
bir bölümü vergiden önceki gelir dağılımını daha da eşitsiz kılmıştır. Bu, vergilendirmenin
olağan sonuç etkisidir. Yüksek vergilendirilmiş etkinliklere -ki bunlar yüksek
riskli ve maddi olmayan dezavantajları bulunan etkinliklerdirgirişme cesaretini
kırarak o etkinliklerdeki gelirleri artırmaktadırlar. ikinci olarak da, hem
yasal hem de diğer koşullarla vergi kaçırmayı kamçılamaktadırlar; bunlar yüzde
değerlendirmesiyle kânn düşük gösterilmesi, eyalet ve belediye bonosu
faizlerinin vergiden muaf tutulması, sermaye kazançlarının lehindeki özel
uygulamalar, gider hesapları, diğer dolaylı ödeme yolları, sıradan gelirlerin
sermaye kazancına dönüştürülmesi vb. gibi daha pek çok şaşırtıcı sayıda ve
türde, “yasal boşluklar” şeklinde adlandırılan şeylerdir. Ortaya çıkan sonuç,
yükümlendirilebilen cari oranların itibari oranlardan çok daha düşük ve belki
de daha önemlisi vergilerin etkisinin keyfi ve eşitsiz olarak gerçekleşmesi
olmuştur. Aynı ekonomik düzeydeki insanlar, gelirin elde edildiği kaynağa ve
vergiden kaçma yollarını bulabilme fırsatlarına bağlı olarak çok değişik
vergiler ödeyebilmektedir. Eğer şimdiki oranlar tam anlamıyla uygulanmış
olsaydı, teşviklerin ve benzerlerinin üzerindeki etkileri, toplumun
etkenliğini köklü şekilde zarara uğratabilecek kadar ciddi olabilirdi.
Vergiden kaçınma bu nedenle ekonomik refah için zorunlu olabilir. Eğer böyle
olursa, kazanç önemli ölçüde kaynak İsrail ve yaygın bir haksızlığın ortaya
çıkması pahasına elde edilmiş demektir. Daha düşük belirlenmiş bir oranlar dizisine
tüm gelir kaynaklarının daha eşit vergilendirilmesi ve daha kapsamlı bir
tabana yayılması eklenirse, hem genel vergi uygulamasında bir ilerleme hem de
ayrıntıda daha fazla hakkaniyet sağlanmış ve kaynak israfı da daha azaltılmış
olacaktır.
Kişisel gelir vergisinin keyfi sonuçlar verdiği ve eşitsizliği azaltmada
sınırlı bir etkisi olduğu şeklindeki bir değerlendirme, eşitsizliği azaltmak
için artan basamak-
h vergilendirmeden yana olanlar da dahil olmak üzere, konunun
ilgilileri tarafından yaygın olarak paylaşılmaktadır. Onlar bile çok yüksek
vergi basamaklarının şiddetle azaltılması ve tabanın genişletilmesi
gerektiğini ileri sürmektedirler.
Artan basamaklı vergi yapısının gelir ve servet eşitsizliği
üzerindeki etkisini azaltan bir diğer etken, bu vergilerin varlıklı olma yolundakilere
oranla şu anda varlıklı olanlar için daha düşük kalmasıdır. Bunlar bir yandan
servetten elde edilecek gelirin kullanımını kısıtlarken, etkili olabildikleri
sürece servet birikimini de çok dikkate değer oranda engellemektedirler.
Servetten elde edilen gelirin vergilendirilmesi doğrudan servetin kendisini
azaltıcı bir etki yapmaz, ancak servet sahiplerinin sürdürebilecekleri tüketim
düzeylerini ve servetlerine ekleme yapmalarını azaltır. Vergi önlemleri riskten
kaçınmayı ve mevcut servetlerin daha istikrarlı biçimlerde şekillenmesini
özendirmektedir, bu da mevcut servet birikimlerinin dağılma olasılığını
azaltmaktadır. Öte yandan, yeni birikimler oluşmasına giden temel yol büyük
cari gelirlerden geçmekted.r; bunların büyük bir bölümü tasarrufta kullanılmakta
ve diğer bölümüyse yüksek kazançlar getirebileceği riskli etkinliklere
yatırılmaktadır. Eğer gelir vergisi etkili olabilseydi bu yolu kapatabilirdi.
Bunun sonucunda da, şu anda serveti ellerinde bulunduranları yeni gelenlerin
rekabetinden koruma şeklinde bir etkisi olurdu. Uygulamadaysa bu etki daha
önce anılan vergiden kaçma araçlarıyla geniş ölçüde boşa gitmiştir. Yüzde değerlendirmesi
nedeniyle vergisiz gelir elde etmenin özellikle kolay yolları olan petrol
işinde yeni birikimlerin ne denli büııık bir bölüm oluşturduğu dikkat
çekicidir.
Gelirin artan basamaklı vergilendirilmesinin istenirliğini
değerlendirmede, uygulamadaki ayrım kesin olamayacaksa bile, iki sorunun
münferiden irdelenmesini önemli görüyorum: Birincisi, devletin üsdenmesi kararlaştırılan
etkinliklerin (Onikinci Bölüm’de tartışılacak yoksulluğun hafifletilmesi için
önlemler de dahil) finanse edilmesi için fon sağlanması; İkincisi, yalnızca
yeniden dağıtım amacıyla vergiler konması. İlk sorun, hem kurlarla orantılı
olarak maliyetleri belirleme gerekçesine hem de toplumsal eşitlik standartları
gerekçelerine dayanarak bazı basamaklandırma önlemlerini gerekli kılabilir.
Ama şu anki yüksek gelir ve veraset basamaklarındaki oranların yüksekliği bu
gerekçeyle —sırf getirileri bu denli düşük olduğu içinhaklı gösterilemez.
Bir liberal olarak, yalnızca gelirin yeniden dağıtımı için artan
basamaklı vergi uygulaması bana ters geliyor. Diğerlerine vermek için
bazılarından alırken zor kullanılmasını ve böylecc de bireysel özgürlükle
çelişkiye düşülmesini açıkça gösteren bir olaydır bu.
Enine boyuna düşünüldüğünde, en iyi kişisel vergi yapısı
kanaatimce, belli bir muafiyet değerinin üzerindeki gelire tek oranda bir
vergi uygulanması, bunun yanında gelirin çok geniş bir anlamda tanımlanması ve
gelirin kazanılması için yapılacak giderlerden yalnızca kesinlikle
tanımlanmış olanlarının düşülmesine izin verilmesi gibi görünmektedir. Beşinci
Bölüm’de de önerildiği gibi, bu tür bir program, kurumlar vergisinin kaldırılmasıyla
ve kurumlardan gelirlerini pay sahiplerine yüklemelerini istemekle ve pay
sahiplerinin de bu tutarları kendi vergi beyanlarına dahil etmelerini
istemekle birleştirilebilir. Diğer önemli değişiklik istekleri petrol ve
diğer hammaddelerdeki yüzde değerlenmesinden dolayı kâr
kaçaklarının ortadan kaldırılması, sermaye kazançlarına özel uygulamanın
kaldırılması, gelir, mülk ve bağış vergilerinin eşgüdümleşmesi ve günümüzde
izin verilen çok sayıda indirimin kaldırılmasıdır.
Bir muafiyet değeri, bana göre haklı bulunabilecek bir
basamaklandırma derecesi gibi görünmektedir, (ayrıntılı tartışma için Onikinci
Bölüme bakınız). Nüfusun yüzde 90’ının kendi kendilerine yükleyecekleri
vergileri ve diğer yüzde 10 için de bir muafiyeti oylamasıyla, yüzde 90’ın
diğer yüzde 10 için ceza türünde vergileri oylaması birbirinden çok farklı
şeylerdir -ki Birleşik Devletler’de yapılan, sonuçta bu olmaktadır. Oransal tek
yüzdeli bir vergi daha yüksek gelirli kişilerin devlet hizmetlerine daha
yüksek mutlak ödemeler yapmasını gerektirecektir, ki bu İhsan edilen yararlara
göre açıkça aykırı da değildir. Yine de bu durum, kendi vergi yüklerini bile
etkileyememiş çok sayıda kişinin diğerlerine yüklenecek vergileri
oylayabileceği bir durumu ortadan kaldıracaktır.
Tek yüzdeli gelir vergisinin şu andaki artan basamaklı yüzde
yapısının yerine geçirilmesi önerisi çoğu okuyucuya radikal bir öneri gibi
gelecektir. Ve kavram bakımından da öyledir zaten. İşte tam da bu nedenle
devlet geliri verimi, gelirlerin tekrar dağılımı ya da ilintili herhangi başka
bir ölçüt göz önüne alındığında radikal olmadığı çok da fazla ileri sürülemez.
Şu andaki gelir vergisi oranlarımız, vergiye tabi gelirlerin bekar vergi yükümlülerinde
18000 doların ya da birlikte bildirimde bulunan evli vergi yükümlülerinde
36000 doların üzerindeki bölümü için yüzde 50’ye varan bir oranla yüzde 20’yle
yüzde 91 arasındadır.
Bunun yanı sıra, şimdi söylendiği ve tanımlandığı şekliyle, yani
şu anki muafiyederden ve izin verilen tüm indirimlerden sonra, vergiye tabi
gelire uygulanacak yüzde 23,5’luk tek bir oran, şimdiki artan yüksek basamaklı
yüzdelerle elde edilen kadar vergi geliri getirebilecektir.[35]
Aslında böylesi bir tek oran uygulamasıyla yasanın diğer
özelliklerine hiç dokunulmasa bile, vergi gelirleri üç nedenle daha yüksek
beyan edilecek vergiye tabi gelir toplamı yüzünden daha yüksek olacaktır:
Beyan edilecek vergiye tabi gelir tutarını azaltmak için yasal ama masraflı
düzenler kurmak yönündeki dürtüler şimdi olduğundan daha az olacaktır (matrah
kaçırma); yasal olarak beyan edilmesi gereken gelirlerin bildiriminden kaçırma
dürtüsü daha azalacaktır (matrah kaçırma); şu andaki oransal yapının
özendirici olmayan etkilerinin ortadan kaldırılmasıyla eldeki kaynakların daha
etkin kullanımı ve daha yüksek gelirler elde edilmesi sağlanacaktır.
Şimdiki artan yüksek basamaklı oranların verimi çok düşükse,
bunların yeniden dağılıma etkisi de öyledir. Bu durum, hiçbir zarar
vermedikleri anlamına gelmez. Tam aksine verimin bu denli düşük olmasının nedenlerinin
bir bölümü, ülkede bulunan çok yetenekli insanlardan bazılarının enerjilerini
onu düşük tutmanın yollarını bulmaya adamalarından ve çoğu diğer insanınsa
etkinliklerini bir gözleriyle vergiye ilişkin sonuca bakarak şekillendirmeye
çalışmalarından kaynaklanmaktadır. Bunların hepsi düpedüz israftır. Kaldı ki,
karşılığında ne elde edebiliyoruz? En fazla, bazılarının devletin geliri yeniden
dağıtmasından aldığı doyum duygusu. Bu duygu bile artan basamaklı vergi
yapısının gerçek sonuçlan hakkındaki cahillikle beslenir ve eğer gerçekler
bilinseydi kesinlikle o da buhar olup giderdi.
Yine gelir dağılımına dönersek, gelir dağılımını etkilemek için,
vergilendirme yerine, çok daha değişik türde yapılacak toplumsal faaliyeti
haklı gösterecek nedenler vardır. Gerçek eşitsizliklerin çoğu piyasanın
kusurlarından kaynaklanır. Bunlann çoğu ya doğrudan devlet faaliyetiyle ortaya
çıkmıştır ya da devlet faaliyetiyle giderilebilir. Her türlü gerekçe bu
eşitsizlik kaynaklannı ortadan kaldırmak için oyunun kurallannın düzeltilmesinden
yanadır. Örneğin, devlet eliyle verilmiş özellikli tekel imtiyazları,
tarifeler ve belirli gruplara çıkar sağlayan diğer yasal düzenlemeler birer
eşitsizlik kaynağıdır. Bir liberal bunlann kaldınlmasını memnuniyede karşılayacaktır.
Eğitim olanaklannın genişletilmesi ve yaygınlaştınlması eşitsizliklerin
azaltılması yönünde önemli bir etken olmuştur. Böylesi önlemlerin yalnızca
marazlan hafifletmek yerine, eşitsizlik kaynaklannı kökünden çözmek gibi
eylemsel bir erdemi vardır.
Gelir dağılımı da, devletin başka önlemlerle çözüm getirebileceği
yerde, bir dizi önlem koyarak zarara neden olduğu bir diğer alandır. Bu da
özel girişimin sözde kusurları öne sürülerek devlet müdahalesinin haklı gösterilmesinin
bir başka örneğidir; oysa bu büyük devlet şampiyonlarının yakındığı küçük büyük
birçok fenomen aslında devlet tarafından yaratılmıştır.
Sosyal
Refah Önlemleri
Dimdik yükselen basamaklı bireysel gelir vergisinin ortaya
çıkmasına yardımcı olan insancıl ve eşitlikçi düşünce, belirli gruplann
“refahının” yükselmesine yönelik bir önlemler ordusunun da ortaya çıkmasına
yardımcı olmuştur. Tek başına çok büyük önem taşıyan bir önlemler dizisi,
yanlışlıkla “sosyal güvenlik” başlığını taşımaktadır. Diğerleriyse kamuya
konut edindirme, asgari ücret yasaları, tarım destekleme fiyatları, özel
yardım programları ve benzerleridir.
Önce son anılanlardan bazılarını, çoğunlukla amaçla gerçekleşen
sonucun ne kadar farklı olduğunu belirtmek için özetle tartışacak, daha sonra
da sosyal güvenlik programının en geniş kapsamlı tek öğesi olan yaşlılık ve
kaza sigortalarını biraz daha uzun bir şekilde ele alacağım.
ÇEŞİTLİ REFAH ÖNLEMLERİ
1.
Kamuya
konut edindirme: Kamuya konut edindirme konusunda sık sık ileri sürülen bir
sav sözde komşuluk etkisine dayanır: Özellikle kentlerin yıkıntı bölgeleriyle
onlardan sonra gelen düşük nitelikli konutların, itfaiye ve polis koruması
açısından topluma daha yüksek maliyetler yüklediği söylenir. Söz konusu
komşuluk etkisi aslında var olabilir. Ama yine de bu durum yalnız kamuya
konut edindirmenin geçerliliğini değil, bu tür konut edinmenin toplumsal
maliyete eklediği daha yüksek vergileri de tartışma konusu yapar, çünkü özel ve
toplumsal maliyetleri eşideme eğiliminde olacaktır.
Öncelikle, ek vergilerin düşük gelirli insanlara yükleneceği ve
bunun da istenmeyeceği şeklinde bir yanıt verilecektir. Bu yanıt kamuya konut
edindirmenin komşuluk etkisi gerekçesiyle değil de, düşük gelirli insanlara
yardım amacıyla önerildiği anlamını içermektedir. Eğer durum buysa, o zaman
niçin özellikle konut edindirme konusunda yardım edilmelidir? Eğer fonlar yoksullara
yardım etmek için kullanılacaksa, bunların belirli bir biçimde verilmesi yerine
nakit ödenerek kullanılması daha etkili olmaz mıydı? Yardım edilen ailelerin
belirli bir bağış tutarını konut edinme biçimi yerine nakit olarak almayı
tercih edecekleri kesindir. Kendileri isterlerse bu parayı konut edinmede
kullanabilirler. Kaldı ki, eğer nakit olarak ödenirse şimdikinden daha da kötü
bir duruma düşmüş olmazlar; eğer başka gereksinimleri daha önemli
buluyorlarsa, o zaman bırakın oldukları gibi kalsınlar. Para yardımı komşuluk
etkisinin yanında yardımın biçimiyle ilgili sorunu da çözecektir, çünkü eğer
konut satın almada kullanılmamışsa, komşuluk etkileri nedeniyle haklı
bulunacak ek vergilerin ödenmesine yarayabilir.
Kamuya konut edindirme bu nedenle gerek komşuluk etkileri gerekse
yoksul ailelere yardım gerekçelerine dayandırılarak haklı gösterilemez. Eğer herhangi
bir şekilde haklı gösterilmesi gerekiyorsa, bu yalnızca himayecilik
gerekçelerine dayandırılarak yapılabilir; yani yardım edilen ailelerin konut
edinmeye olan “gereksinimleri” başka şeylere olan “gereksinimlerinden” daha
fazladır, ama kendileri bunu düşüncmemektedir ya da onlara kalırsa parayı
akılsızca kullanacaklardır. Bir liberal bu savı, sorumluluk taşıyan yetişkinler
açısından reddetme eğiliminde olacaktır. Ancak çocukları etkileyen daha dolaylı
bir biçimde, yani ana babalar daha iyi konuta “gereksinimi” olan çocuklarının
refahını ihmal edebilirler, biçiminde olursa tümüyle reddedemeyecektir. Yine de
bunu konut edindirme için yapılan büyük harcamaları yeterince haklı gösterecek
nihai sav olarak kabul etmeden önce, genellikle bağışın biçimi üzerinde
olmaktan çok, yapılan işin amacı hakkında kesinlikle daha inandırıcı kanıtlar
isteyecektir.
Kamuya konut edindirmeyle ilgili deneyimler yaşanmadan önce
kuramsal olarak ancak bu kadarı söylenebilirdi. Şimdiyse deneyimlerimiz olduğuna
göre daha da ileri gidebiliriz. Uygulamada kamuya konut edindirmenin sonuçları
amaçlananlardan farklı olmuştur.
Savunucularının beklediği gibi, kamuya konut edindirme
yoksulların konut edinmesini sağlamak bir yana, tam tersini yapmıştır. Kamuya konut
edindirme projelerinin yapımı sırasında yıkılan konut birimleri sayısı, yapılan
yeni konut birimleri sayısından çok daha fazla olmuştur. Ama böylesi bir
kamuya konut edindirme, konut edindirilecek kişilerin sayılarını azaltıcı
hiçbir şey yapmamıştır. Bu bakımdan kamuya konut edindirmenin sonucu konut
birimi başına düşen kişi sayısını artırmak olmuştur. Kamuca yapılmış birimlere
yerleşebilecek kadar talihli olabilmiş bazı aileler bir olasılıkla aslında
olabileceğinden daha iyi konudara yerleşmiş olabilirler. Ama bu durum sorunu
geride kalanların tümü için daha da kötüleştirmiş çünkü bütün içinde ortalama
yoğunluk artmıştır.
Kuşkusuz, özel girişimler kan.uya konut edindirme programının
zararlı sonuçlarından bazılarını dengelemektedir; kamuya konut edindirme
projeleriyle yerlerinden edilen, bir başka deyişle, birer ikişer müzik eşliğinde
oynanan iskemle kapmaca oyununa sokulan kişiler için eski yerleşim bölgelerini
değiştirerek ve yeni konutlar yaparak barınak sağlamaktadır. Fakat kamuya konut
edindirme programı bulunmasaydı bile bu özel kaynaklar yine de olacaktı.
Kamuya konut edindirme programının sonucu neden böyle olmuştur?
Tekrar tekrar vurguladığımız genel neden yüzünden. Bu programın
oluşturulmasında çoğu kişiyi teşvik eden genel çıkar dağınıktır ve kalıcı
değildir. Program bir kez onaylandıktan sonra, artık hizmet edebileceği özel
çıkarların egemenliği altına girmek zorundaydı. Bu durumda, özel çıkarları
olanlar yıkıntı bölgelerinin ortadan kaldırılmasına ve yeniden bayındırlaştırılmasına
çok istekli olan yerel gruplardı, çünkü ya o mülklerin sahibiydiler ya da
yıkıntı durumlarından kaynaklanan sorunlar yerel ya da merkezî iş kesimlerini
tehdit etmekteydi. işte inşadan çok imhayı öngören kamuya konut edindirme, bu
kişilerin amaçlarına ulaşmalarını sağlayan kullanışlı bir araç görevi
yapmıştır. Öyle de olsa, “kent kargaşası” onu çözümleyecek federal fonlara giderek
artan baskısını bütün şiddetiyle sürdürmektedir.
Taraftarlarının kamuya konut edindirmeden bekledikleri bir diğer
yarar, konutlaşma koşullarını iyileştirerek çocuk suçlarında bir azalma
sağlamaktı. Program, ortalama konutlaşma koşullarını iyileştirmedeki yetersizliği
tümüyle bir yana, burada bir kez daha çoğu yönden tam karşıt sonucu vermiştir.
Kamu konutlarına desteklenmiş kiralarla yerleşebilmek için oldukça düşük
gelirli olma koşulu «parçalanmış» ailelerin -özellikle boşanmış ya da dul
kalmış ailelerle birlikte çocuklarınınçok yoğun bir biçimde biraraya
gelmelerine yol açmıştır. Parçalanmış aile çocuklarının «sorunlu» olması
özellikle olasıdır ve böyle çocukların çok yoğun bir biçimde bir araya
gelmeleri çocuk suçlan olasılığını artınr. Belirtilerden birisi bu kamu
konutları projelerinin yakın çevresindeki okullarda ortaya çıkan çok ters etki
olmuştur. Bir okul az sayıdaki “sorunlu” çocuğu seve seve kabul edebilir, oysa
çocuk sayısı çok olduğunda bu bayağı zor olacaktır. Bazı olaylarda kamu konut
projelerinde yerleşik parçalanmış aile sayısı toplamın üçte birini, hattâ daha
fazlasını oluşturmaktadır ve dolayısıyla da bu yerleşim biriminin çevredeki
okullarda bulunan çocuklan çoğunluk sayılmaktadır. Eğer bu ailelere yardımlar
nakit bağışlarla yapılmış olsaydı, toplum içine daha seyrek biçimde yayılmış
olabilirlerdi.
2.
Asgari
ücret yasalan: Asgari ücret yasalannın sonuçlan, bu yasalan destekleyen iyi
niyetli insanlann amaçladıklanyla elde edilen sonuçlar arasında derin bir
uçurum vardır. Asgari ücret yasalan taraftarlan yerinde olarak aşın düşük
oranlardan yakınarak bunları yoksulluğun bir işareti olarak görmekte ve
belirli bir düzeyin altında ücret verilmesinin yoksulluğu azaltacağını ummaktadırlar.
Aslında eğer asgari ücret yasalannın herhangi bir etkisi varsa, bu etki açıkça
ancak yoksulluğu artırmak olabilir. Devlet bir asgari ücret düzeyini yasayla
belirleyebilir. Ancak işverenleri daha önce bu asgari ücretin altında
çalıştırdığı kişileri şimdi o asgari ücretten işe almaya zorlaması çok zordur.
Böylesi bir davranışın işverenlerin çıkarına olmayacağı çok acıktır.
Dolayısıyla asgari ücretin etkisi ancak istihdam açığını olabileceğinden daha
da büyütmek olacaktır. Düşük ücret düzeyleri gerçekten de yoksulluk işaretidir
yine de asgari ücret lehinde oy kullananlara ne kadar az görünse de, çoğu kişi
işsiz kalmaktansa o düşük ücrete razı olacaktır.
Bu durum bir bakımdan kamu konut edindirmeye çok benzer. Her
ikisinde de yardım edilen insanlar gözle görülebilirler: Ücretleri artırılan
insanlar ve devletçe yapılmış konutlara yerleştirilen insanlar. Zarar gören insanlarsa
isimsizdir ve sorunları sorunun nedeniyle ilişkilendirilmemiştir. Sözkonusu
insanlar işsizler saflarına katılmakta ya da büyük olasılıkla asgari ücretin
varlığı nedeniyle hiçbir zaman belirli işlere giremeyerek çok daha düşük
ücretli işlere ya da yardım kuyruklarına sürüklenmektedirler. İşte bu
insanlar, mevcut kamu konutlarının bir sonucundan çok, daha fazla kamu konutu
ihtiyacının bir işareti gibi görünen ve giderek yaygınlaşan yıkıntı
bölgelerinde bir araya sıkıştırılmaktadırlar.
Asgari ücret yasalarına yönelik desteklerin büyük bir bölümü kendi
çıkarlarını gözetmeyen, iyi niyetli kişilerden değil de çıkarları olan
taraflardan gelmektedir. Örneğin güneyin rekabetinden yılmış olan kuzeyli
sendikalar ve firmalar, güneyin rekabetini azaltabilmek için asgari ücret
yasalarını desteklemektedirler.
3.
Tarım
destekleme fiyatları: Tarım destekleme fiyatları bir diğer örnektir. Kırsal
kesimlerin cumhurbaşkanlığı seçmenler kurulunda ve Kongrede fazlasıyla temsil
edilmesi politik olgu dışında, bunların haklı gösterilebileceği gerekçe,
çiftçilerin ortalamada gelirlerinin düşük olduğu inancıdır. Bu bir gerçek
olarak kabul edilse bile, tarım destekleme fiyatları ihtiyaç içindeki çiftçilere
yardımcı olma amacına hizmet edememektedir. En başta kazançlar, eğer varsa,
pazarda satılan miktarla orantılı olduğu için gereksinimlerle ters sonuçludur.
Parasız çiftçi pazarda daha varlıklı çiftçiden yalnızca daha az satabilmeyle
kalmaz, ayrıca gelirinin büyükçe bir bölümünü de kendi kullanımı için ürettiği
ürünlerden sağlar ve bunlar da kazançtan sayılmaz, ikinci olarak, fiyat destek
programından çiftçilere sağlanan kazançlar, tabii varsa, bu iş için harcanan
toplam tutardan çok daha azdır. Çiftçilerin cebine hiç girmeyen depolama ve
benzeri işlere harcanan tutarlar bu durumu açıkça ortaya koymaktadır; bu işte
başlıca kazançlılar, deposu olanlar ve depolama tesisi sağlayanlardır. Aynı
durum tarım malzemeleri alımı için harcanan tutar için de geçerlidir. Çiftçi
bu programlarla gübre, tohum, makine ve benzerlerine ek harcamalar yapmaya
özendirilmektedir. Oysa gelirine olsa olsa yalnızca küçük artıklar
eklenmektedir. Ve sonuçta da bu artığın artığı bile, programın etkisi olağan
koşullarda olacağından daha fazla kişinin kırsal alanda kalması olduğundan,
gelir artışını abartarak göstermektedir. Fiyat destek programıyla tarım
yapılarak normalde sağlanandan daha fazlası elde edilebilirse, bu fazlalık net
kazanç olacaktır. Destek alım programının gerçek sonucu çiftçi başına geliri
artırmak değil, sadece tarımdaki verimi artırmak olmuştur.
Tarımsal ürün destek alım programının bazı maliyetleri o kadar
belirgin ve iyi bilinmektedir ki, bunlara kısaca değinmek yeterli olacaktır.
Tüketici iki kez ödeme yapmıştır, önce tarım yararına harcamalar için
vergilerle, sonra da gıda için daha yüksek fiyatlar ödeyerek; bunaltıcı
kısıdamalar ve ayrıntılı merkezi denetimler de çiftçinin sırtına yüklenmiştir.
Yaygınlaşan bürokrasiyse bütün ulusun sırtına yük olmuştur. Bunların yanında,
daha az bilinen bir giderler dizisi daha vardır. Tarım programı dış politika
uygulamasında en büyük engel olmuştur. İç piyasada daha yüksek fiyat düzeyini
sürdürebilmek amacıyla pek çok mala kota konması gerekmiştir. Bu politikamızdaki
kararsız değişiklikler başka ülkelerde ciddi olumsuz sonuçlar yaratmıştır.
Pamukta yüksek bir fiyat belirlenmesi diğer ülkeleri pamuk üretimlerini artırma
yönünde cesaretlendirdi. Yüksek fiyadanmız dolayısıyla pamuk stoklarımız başa
çıkılması güç düzeylere çıkınca da denizaşırı ülkelere düşük fiyadarla satışa
başladık ve daha önceki davranışımızla cesaretlendirdiğimiz ülkelerin ağır
zararlara uğramalarına neden olduk. Bu tür durumların listesi çoğaltılabilir.
YAŞLILIK VE HAYATTA KALMA SİGORTASI
“Sosyal güvenlik” programı da kurulu düzenin zorbalığının
büyüsünü göstermeye başladığı şeylerden birisidir. Başlatılmasındaki onca
karşı çıkışa rağmen, artık o denli olan oldu gözüyle bakılmaktadır ki,
istenebilirliği hemen hiç söz konusu edilmemektedir. Yine de görebildiğim
kadarıyla, yalnız liberal ilkelere dayanarak değil, neredeyse herhangi başka
bir ilkeye bile dayanan hiçbir ikna edici haklılık gerekçesi olmadan ulusun
büyük bir bölümünün özel yaşamını istila etmiş bulunuyor. Gelin, yaşlılara
ödeme yapılmasını öngören en geniş kapsamlı uygulamasını inceleyelim.
İşlevsel bakımdan, yaşlılık ve hayatta kalma sigortası (YHKS)
programı ücret bordrolarından kesilen özel bir vergiyle, belirli yaşlara gelen
kişilere, yaş, aile durumu ve daha önceki çalışma bilgilerine göre belirlenen
tutarlann ödenmesi gibi konulardan oluşur.
Çözümsel bakımdan, YHKS birbirinden ayrılabilir üç öğeden oluşur:
1.
Çok
çeşitli sınıflardan kişilerin belirli yaşam boyu gelir sigortasını satın alma
zorunluluğu; yani yaşlılık için zorunlu koşul.
2.
Yaşam
boyu gelir sigortasının devletten satın alınması zorunluluğu; yani yaşlılık
sigortasının devletleştirilmesi koşulu.
3.
Gelir
dağılımının yeniden düzenlenmesi için bir araç; yaşlılık gelirinin değeri,
sisteme girdiklerinde buna hak kazanacak kişilerin ödeyecekleri vergilerle denk
değildir.
Doğrusu, bu öğeleri birleştirmeye hiç gerek yoktur. Her bireyden
kendi yaşlılık sigortasını ödemesi istenebilir; bireyin özel firmalardan
sigorta almasına izin verilebilir; bununla birlikte bireylerin belirli
sigortalan satın almaları istenebilir. Devlet bireyleri belirli sigortalan satın
almaya zorunlu tutmadan sigorta satışına girişebilir ve bu ticareti yapacak
kurumun kendi kendisini desteklemesini öngörebilir. Ve açıkçası, devlet bu
sigorta aracını kullanmadan da dağılım düzenlemesi yapabilir ve yapmaktadır
da.
Bu nedenle gelin sırasıyla bu öğelerin hepsinin ne kadar haklı
görülebileceklerini, eğer haklı bir yanları varsa, birlikte düşünelim.
Düşünmeye tersten başlarsak sanırım çözümlememiz kolaylaşacaktır.
1.
Gelir
dağılımı düzenlemesi: Şu andaki YIIKS programı başlıca iki biçimde dağılım düzenlemesi
getirmektedir: YHKS’den yararlananların bazılarından diğerlerine; genel vergi
yükümlülerinden YHKS’den yararlananlara.
İlk anılan aslında sisteme göreli olarak genç yaşta girenlerden
daha ileri yaşlarda girenler istikametinde gelişen bir yeniden dağıtımdır.
İleri yaşlarda girenler ödedikleri vergilerle satın alabileceklerinden daha
yüksek tutarlarda yarar elde etmektedirler ve bir süre daha edeceklerdir. Öte
yandan şu andaki vergi ve kazanç göstergeleri uyarınca sisteme genç yaşlarda
girenler kesinlikle daha az alabileceklerdir.
Özellikle bu yeniden dağılımın savunulabileceği liberal ya da
diğer, hiçbir gerekçe göremiyorum. Yararlananlara verilen yardımın onların
yoksulluğu ya da zenginliğiyle bir bağı yoktur; yoksul olan kadar zengin olan
da almaktadır. Bu yardımı karşılayan vergi, belirli bir tavana kadar kesilen
tek oranlı bir vergidir. Yüksek gelirlerden çok, düşük gelirlerde gelirin
büyükçe bir bölümünü oluşturur. Yaşlılara ekonomik durumlarına bakmaksızın
yardım etmek için gençlerin vergilendirilmesi; bu amaçla düşük gelirlilere
yüksek gelirlilerden daha yüksek oranda vergi yüklenmesi; ya da aynı konu
için, bordrolu ücretlerden alınacak bir vergiyle bu yardımı ödeyebilmek üzere
devletin vergi gelirlerini artırmayı öngörmek hangi akla yatkın gerekçeyle
haklı görülebilir?
ikinci tür dağılım düzenlemesi bir olasılıkla sistemin kendi
kendini tümüyle finanse edememesi nedeniyle ortaya çıkar. Çok sayıda kişinin
kapsam içinde olup bu vergileri ödediği ve ancak az sayıda kişinin yararlanma
hakkının bulunduğu dönemde sistemin, kendi kendini finanse eder, hattâ bir
fazlalık verir gibi bir görünümü vardır. Ancak bu görünüm vergi ödeyen kişilere
olan yükümlü birikiminin gözönüne alınmamasından kaynaklanmaktadır. Ödenmekte
olan vergilerin birikmiş yükümlülükleri karşılamaya yeterli olabileceğiyse
kuşkuludur. Çoğu uzman nakit sıkışıklığı nedeniyle bile devlet desteğine gerek
duyulacağını ileri sürmektedir. Ve böyle bir destek diğer ülkelerdeki benzeri
sistemlerde genel olarak gerekli olmuştur. Bu, burada değinemeyeceğim ve
değinmemize de gerek olmayan ve hakkında çok açık görüş farklılıkları bulunan
oldukça teknik bir konudur.
Bizim için valnız şu varsayımsal sorunun sorulması yeterli
olacaktır: Devlet yardımının gerekirse genel vergi yükümlüsünden alınması haklı
bir davranış mıdır? Böylesi bir yardımın haklılığının dayandınlabileceği hiçbir
gerekçe göremiyorum. Yoksul insanlara yardım etmek isteyebiliriz. Ancak
insanların yoksul olup olmadığına bakmadan yalnızca belirli bir yaşta oldukları
için onlara yardım etmeyi haklı kılan şey nedir? Bu tümüyle keyfi bir dağılım
düzenlemesi olmaz mı?
YHKS’yle gelir dağılımının yeniden düzenlenmesi haklılığını öne
süren tek sav, yaygın kullanıma karşın benim adamakıllı ahlaka aykırı bulduğum
bir savdır. Bu sav, çok keyfi bir öğe olmasına karşın, YHKS aracılığıyla
yapılan yeniden dağılımın ortalama olarak, yüksek gelirli insanlardan çok,
düşük gelirli insanlara yardımcı olduğu; bu dağılım düzenlenmesinin daha etkin
kılınmasının iyi olacağı; ama toplumun bir dağılım düzenlenmesi için doğrudan
oy kullanmayacağı, ancak bir sosyal güvenlik paketinin bir parçası olursa oy
kullanabileceği şeklindeki savdır. Bu savın özünde söylemek istediği, aldatıcı
bir görünümle sunulması durumunda toplumun karşı olduğu bir önlem için, bu
önlemin lehinde oy kullanmaya kandırılabileceğidir. Bu yönde bir savı ileri sürenlerin,
ticarî reklamların «yanlış yönlendirici» olmakla suçlanmasında en çok sesi
çıkanlar olduğunu söylemeye gerek yoktur.[36]
2.
Zorunlu
yaşlılık sigortasının devletleştirilmesi: Yeniden dağılımdan kaçınmak için her
kişiden aldığı yaşlılık sigortasını ödemesini istediğimizi ve primlerin şu andaki
yaşam boyu gelir ödemelerini -hem ölüm, hem de faiz gelirlerini hesaba katarakkarşılamaya
yeterli olacağını da kabul ettiğimizi varsayalım. Şimdi, böyle bir sigortanın
bir devlet kurumundan satın alınmasını zorunlu kılmanın haklılığı nerededir?
Eğer gelir dağılımının yeniden düzenlenmesi yapılacaksa, bunun için vergilendirme
gücü açıkça kullanılmalıdır. Ama eğer dağılım düzenlenmesi programın bir
parçası olmayacaksa, kaldı ki onu programın bir parçası yapmanın zorlukla haklı
çıkarılabileceğini biraz önce gördük, bireylerden isteyenlerin bu sigortayı
özel kuramlardan satın almasına niçin izin vermiyoruz ki? Buna yakın bir
benzetme, eyalet yasalarıyla satın alınması zorunlu kılınan otomobil sorumluluk
sigortalarında ortaya çıkmaktadır. Bildiğim kadarıyla, böyle yasaları bulunan
hiçbir eyalet, bir eyalet sigorta şirketi bulunsa bile, otomobil sahiplerini sigortalarını
bir devlet acentesinden satın almaya zorlamamaktadır.
Büyük ölçekte ekonomik olma olasılığı yaşlılık sigortası
koşulunun devletleştirilmesi lehinde bir iddia olamaz. Eğer bu olasılık
geçerliyse ve devlet de yaşlılık geliri anlaşmaları satmak üzere bir kurum
kurduysa, o zaman bu kurumun kendi büyüklüğünden dolayı fiyat kırarak
rakiplerinden daha fazla satabilmesi olasıdır. Bu durumda bir zorlamada
bulunmadan o ticaret dalını ele geçirecektir. Eğer fiyat kırarak onlardan daha
fazla satannvorsa, o zaman büyük ölçekte ekonomik olma durumu geçerli değildir
ya da devletçe işletilmenin ekonomik olmayan diğer yönleriyle başa çıkmakta
yeterli olamamaktadır.
Yaşlılık sigortası sözleşmeleri koşulunu devletleştirmenin bir
olası avantajı, bu sözleşmelerin zorunlu satın alınmasının uygulamasını
kolaylaştırmaktır. Yine de bu oldukça saçma bir avantaj gibi gelmektedir.
Alternatif idari düzenlemeler bulmak kolay olurdu; sözgelişi
bireylerden prim ödeme belgelerinin bir kopyasını gelir vergisi bildirimlerine
eklemelerini istemek gibi ya da gerekleri yerine getirdiklerini işverenlerinin
belgelemesini istemek gibi. İdari sorun, şu andaki düzenlemelerin
yükledikleriyle karşılaştırıldığında kesinlikle en önemsiz şey olacaktır.
Devletleştirmenin maliyetinin böylesi önemsiz avantajlardan daha
yüksek çıkacağı açıkça görülebilir. Başka yerde olduğu gibi burada da,
bireysel seçme özgürlüğü ve alışverişte özel girişimlerin rekabeti, olası
anlaşmaların türlerinin iyileştirilmesini artıracak ve bireysel gereksinimi
karşılayacak çeşitliliği ve farklılığı çoğaltacaktır. Siyasal açıdan, devlet
etkinliklerinin boyutlarını genişletmekten ve böylesi genişlemelerin hepsinde
bulunan özgürlüğe dolaylı tehditten kaçınmanın belirgin yararı vardır.
Daha az belirgin siyasal maliyetlerden bazıları şimdiki programın
karakterinden kaynaklanır. Söz konusu konular çok teknik ve karmaşık bir
duruma gelirler. Ehil olmayanlar genellikle bunları değerlendirmekte yetersiz
kalırlar. Devletleştirmenin anlamı, “uzmanlar” kitlesinin devletleştirilen
sistemin memurları ya da sistemle yakın ilişkisi olan üniversite üyeleri
olmasıdır. Kaçınılmaz olarak genişlemeden yana olmaya başlarlar, bunun kendi
dar çıkarlarından dolayı olmadığını hemen eklemeliyim, çünkü devlet yönetimini
kabul edilmiş bir olgu olarak gördükleri bir ortam içinde faaliyet göstermekte
ve yalnızca onun tekniklerini bilmektedirler. Şimdiye kadar Birleşik
Devletler’de durumu kurtaran tek şey, benzeri etkinliklere girişmiş özel
sigorta şirketlerinin varlığı olmuştur.
Kongre’nin Sosyal Güvenlik Yönetimi gibi burumların işlevleri
üzerindeki etkin denetimi, bu kurumlanıl görevlerinin teknik karakteri ve
uzmanlarının hemen hemen tekel konumlan nedeniyle temelde imkânsız olmaktadır.
Bu kurumlar Kongre’nin, önenlerine yalnız mühür bastığı, kendi kendilerini
yöneten organlar haline gelmektedirler. Bunlarda mesleki başarıya ulaşan becerikli
ve hırslı insanlar doğal olarak kendi kuramlarının kapsamını genişletmeye çok
heveslidirler ve onları bunu yapmaktan alıkoymak giderek zorlaşmaktadır.
Uzmanın olumlu oy verdiğine kim olumsuz oy verebilecek kadar yetkilidir?
Şimdiye kadar nüfusun artan bir bölümünün sosyal güvenlik sisteminin içine
çekildiğini gördük ve artık o yöndeki genişleme olanakları da azaldığına göre,
tıbbi bakım gibi yeni programlar eklenmesi yönünde bir hareket görmekteyiz.
Yaşlılık sigortasının devletleştirilmesine karşı çıkılmasının
fazlasıyla gerekli olduğu düşüncesindeyim, bu gerek yalnızca liberal ilkeler
açısından değil, refah devleti taraftarlarının ortaya koydukları değerler
bakımından da güçlüdür. Eğer devletin piyasadan daha iyi hizmet verebileceğine
inanıyorlarsa, o zaman bir devlet kurumunun sigorta sözleşmesi yaparken diğer
kuramlarla açık rekabet içinde olmasından yana çıkmalıdırlar. Eğer haklıysalar,
devlet kurumu başarılı olacaktır. Eğer haksızsalar, özel bir seçenekleri
olacağı için insanların refahı artacaktır. Görebildiğim kadarıyla, yalnız
doktriner sosyalist ya da merkezi yönetime inanan kişiler, kendi görüşleri
doğrultusunda, yaşlılık sigortasının devletleştirilmesinden yana olacaklardır.
3.
Yaşlılık
sigortasını satın alma zorunluluğu: Dolaylı sorunları ele aldığımıza göre artık
anahtar konuyla ilgilenebilecek durumdayız: Bireyleri, ileri yaşlan için
hazırlık olması maksadıyla yaşlılık geliri sigortası satın almak için cari
gelirlerinden bir miktarını kullanmaya zorlamak.
Bu zorlama lehinde olabilecek olası bir gerekçe kesinlikle
himayeci olacaktır. İnsanlar yasanın kendilerinden toplu olarak yapmalarını
istediği şeyi bireysel olarak yapmaya isterlerse karar verebilirler. Ama bir
arada değillerken sağduyulu ve tutumlu davranırlar. “Biz” onların yaşlılıkları
için neyin iyi olduğunu, onların gönüllü olarak yapabileceklerinden daha iyi
biliriz. Hepsini tek tek ikna edemeyiz; ancak kendi yararlarına olacak şeyi
herkesin yapmaya zorlanması için yüzde 51 ya da daha fazlasını ikna edebiliriz.
Buradaki himayecilik sorumluluğu olan yetişkinler için söz konusu olmaktadır,
dolayısıyla çocuklar ve aklını yitirmiş kişilerin bakımıyla ilgili özürle
hiçbir ilgisi yoktur.
Bu düşünce kendi içinde tutarlı ve mantıklıdır. Bu düşüncedeki bir
himayecilik bağnazı kendisine bir mantık yanlışı yapağı gösterilse bile bundan
caydınlamaz. O, sadece iyi niyet bakımından değil ama yanlış yönlendirilmiş bir
arkadaş olarak, ilke gerekçeleri bakımından bizim hasmımızdır. Temelde
diktatörlüğe inanmaktadır, yardımsever ve belki de çoğunlukçudur ama ona göre
her şeyden önce diktatörlük gelir.
Aramızda özgürlüğe inananların, bireylerin kendi yanlışlıklarını
yapabilme özgürlüklerine de inanması gerekir. Eğer bir kişi yalnız bugün için
yaşamayı, kaynaklarını şu andaki zevkleri için kullanmayı, kıt kanaat bir
yaşlılığı bilinçli olarak yeğliyorsa, onu böyle davranmaktan alıkoymaya ne
hakkımız var? Onunla tartışabiliriz, onu yanlış düşündüğüne ikna etmenin
yollarını arayabiliriz, ama kendisinin seçtiği bir davranışta onu durdurmak
için zor kullanmaya yetkili miyiz? Her zaman onun doğru bizim yanlış olmamız
olasılığı yok mudur? Alçakgönüllülük özgürlüğe inanan kişiye özgü değerli bir
erdemdir; kendini beğenmişlikse himayeciye özgü.
Himayecilik bağnazı insan azdır. Tarafsız olarak incelendiğinde,
böyle bir tutum hiç çekici gelmeyecektir. Yine de himayeci sav sosyal güvenlik
gibi önlemlerde o kadar büyük bir rol oynamıştır ki, onu aydınlığa çıkarmaya
değecektir.
Liberal ilkeler bakımından yaşlılık sigortasına zorunlu katılımın
haklı görülebileceği olası bir gerekçe, sağgörüsüz kişinin kendi eylemlerinin
sonucuna yalnız kendisinin katlanmak zorunda kalmaması, başkalarına da maliyetler
yüklemesi olabilir. Yoksul, yaşlı kimselerin korkunç bir sefalet içinde
ezildiğini görmek istemeyebiliriz denebilir. Biz onlara özel ve kamusal
bağışlarla yardımcı olacağız. Yine de kendi yaşlılığı için hazırlık yapmayan
bir kişinin kamusal bir maliyeti olacaktır. Burada yaşlılık sigortasını satın
almaya zorlanması onun yararına olduğu için değil de, geride kalan hepimizin
yararına olduğu için haklı çıkarılmıştır.
Bu savın ağırlığı olgulara dayanır. Eğer yaşlılık sigortası
olmadığı için, 65 yaşına gelen nüfusun yüzde 90’1 kamunun sırtına yük olacaksa,
savın ağırlığı fazla olacaktır. Ama bu yalnız yüzde 1 ise, o zaman hiç
ağırlığı yok demektir. Yüzde l’in topluma yükleyeceği maliyetlerden kaçınabilmek
için yüzde 99’un özgürlüğünü neden kısıtlayalım?
Yaşlılık sigortasını satın alma zorunluluğu bulunmasaydı, toplumun
büyük bir bölümünün kamu mâliyesi üzerinde bir yük olacağına inanılması, Büyük
Bunalım sırasında YHKS’nin yasalaştırılması çerçevesinde akla yakın
görünüyordu. 1931’den 1940’a kadar her yıl işgücünün yedide birinden fazlası
işsiz kalmakta ve işsizlik daha yaşlıca işçiler arasında oransal olarak ağır
basmaktaydı. O zamandan beri bu deneyimin bir benzeri görülmemiş ve
yinelenmemiştir. Bu durum kişilerin sağgörüsüz olmalarından ve yaşlılıkları
için hazırlık yapmamalarından dolayı ortaya çıkmamıştı. Gördüğümüz gibi, devletin
yanlış yönetiminin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştı. YHKS çok değişik bir
hastalık için, hiçbir deneyimimiz olmayan bir tedaviydi, eğer tedavi sayılırsa
tabii.
1930’lann işsizlerini sıkıntılarından kurtarmak çok ciddi bir
sorun yaratmış, kamu mâliyesine ağır bir yük olmuştur. Ama yaşlılık hiçbir
biçimde en ciddi sorun olmamıştır. Üretken yaştaki çoğu insan bağış ya da
yardım kuyruklanndaydılar. Ve YHKS’nin düzenli yaygınlaştırılması, ki
günümüzde on altı milyondan fazla kişi bundan gelir elde etmektedir, kamu
yardımı alanların sayısındaki sürekli artışı önleyememiştir.
Yaşlıların bakımıyla ilgili özel düzenlemeler zaman içinde önemli
ölçüde değişmiştir. Bir zamanlar kişilerin yaşlılıklarına yönelik tek yatırım
araçları çocuklarıydı. Toplum zenginleştikçe töreler de değişti. Çocuklara
yüklenen kendi ana babalarına bakma sorumluluğu azaldı ve insanlar giderek
servet biriktirme şeklinde ya da özel emeklilik haklan sağlayarak kendi
yaşlıhklan için hazırlık yapmaya başladılar. Daha yakın zamanlardaysa,
YHKS’den başka emeklilik planlan hız kazanmıştır. Gerçekten de, bazı
öğrenciler, şu anda varolan eğilimlerin, kamunun büyük bir bölümünün
hayatlarının en dinç ve güzel yaşlannda elde edebileceklerinden daha yüksek
standartlan ileri yaşlarda sağlayabilmek için üretken yıllannda aşın tutumlu
davrandığı bir toplumu gösterdiğine inanmaktadırlar. Bazılanmız bunun ters bir
eğilim olduğunu düşünebilir, ama eğer toplumun beğenisini yansıtıyorsa
bırakalım öyle kalsın.
Yaşlılık sigortasının zorunlu olarak satın alınması neticede,
küçük bir kazanç elde etmek uğruna büyük maliyetlerin yüklenilmesine yol
açmaktadır. Bu durum, bir devlet kurumundan belirli bir yolla emeklilik sigortası
satın almakla gelirimizin büyükçe bir bölümünü bu amaca adamamızı zorunlu
kılarak gelirimizin bu bölümü üzerindeki kontrolden bizi yoksun bırakmıştır.
Yaşlılık sigortası satışında rekabeti yasaklamış ve emeklilik düzenlemelerinin
gelişmesini engellemiştir. Kapsamını yaşamımızın bir alanın diğerine
genişleterek büyüme eğilimleri gösteren büyük bir bürokrasi doğurmuştur. Ve
bütün bunların hepsi, yalnızca birkaç insanın kamuya maliyetinin olması
tehlikesinden kaçınmak için yapılmaktadır.
Yoksulluğun Hafi etilmesi
Batılı ülkelerin son iki yüzyılda yaşadıkları olağanüstü ekonomik
büyüme ve özgür girişim kazançlarının yaygın olarak dağılımı, Batının kapitalist
ülkelerinde yoksulluğun kapsamını mudak anlamda inanılmayacak ölçüde
azaltmıştır. Ne var ki, yoksulluk bir ölçüde göreli bir sorundur ve sözü
edilen ülkelerde bile, geri kalan hepimizin yoksulluk olarak tanımlayacağımız
koşullarda yaşayan çok insan bulunduğu apaçıktır.
Birçok açıdan en arzu edilir çare özel yardımseverliktir.
“Bırakınız yapsınlar”ın parlak döneminde, ondokuzuncu yüzyılın sonlarında
Ingiltere’yle Birleşik Devletler’de hayır örgütleri ve kurumlarının
sayılarındaki olağanüstü artış dikkat çekicidir. Devletçe üstlenilen sosyal
refah etkinliklerinin artmasındaki ana maliyetlerden biri, bunların yerini
tutan özel hayır etkinliklerinin azalması olmuştur.
Denilebilir ki, özel hayır yetersizdir, çünkü bundan sağlanan
yararlar bağışta bulunan kişilerden başkalarına gitmektedir... işte bir
komşuluk etkisi daha. Yoksulluğun görünümü beni çok üzer; hafifletilmesi
yaranma olur; ancak yoksulluğun hafifletilmesine ister ben kendim, isterse
başkaları yardımcı olsun, benim elde ettiğim yarar eşit ölçüdedir, dolayısıyla
başkalannın hayırseverlikleri
nin yararları bir ölçüde bana yönelmektedir. Bir başka açıdan ele alırsak,
hepimiz insanları yoksulluktan kurtarmaya katkıda bulunmak isteyebiliriz,
ancak başka herkesin de bunu yapmış olması koşuluyla. Bu koşul sağlanmadan
aynı ölçüde katkıda bulunmak istemem. Küçük topluluklarda, özel hayır işlerinde
bile toplumsal baskı bu koşulun gerçekleşmesi için yeterli olabilir. Toplumumuza
giderek egemen olan kişisel olmayan büyük topluluklardaysa bunun gerçekleşmesi
çok daha zordur.
Benim gibi başkalarının da bu mantık çerçevesinde, toplumdaki her
kişinin yaşam standardının altına bir taban koyarak yoksulluğun
hafifletilmesinde devlet eylemini haklı bulduğunu varsayalım. O zaman geriye
«nasibi ve «ne kadar» sorulan kalmaktadır. Bu “ne kadar”ın saptanmasında, bu
amaç için kendimize, yani çoğumuza, yükleyeceğimiz vergi miktan dışında bir
yol göremiyorum. «Nasibi sorusuysa kurguya daha çok olanak tanımaktadır.
İki şey açıktır. İlki, eğer hedef yoksulluğun hafifletilmesiyse,
yoksullara yardıma yönelik bir programımız olmalıdır. Sözgelişi, çiftçilik
yapan yoksul birine yardım etmek için her türlü neden vardır, ama çiftçi
olduğu için değil de yoksul olduğu için. Söz konusu program insanlara, belli
bir meslek grubunun ya da yaş grubunun veya ücret grubunun ya da örgütlerin ve
sanayilerin üyeleri olduğu için değil, insan oldukları için yardımı öngörecek
şekilde tasarlanmalıdır. Bu durum tarım programlarının, genel yaşlılık
yardımlarının, asgari ücret yasalarının, gümrük engellerinin meslek ve
uğraşıları ruhsatlandırma gereklerinin ve sınırsız sayıdaki benzerlerinin bir
yanlışıdır. İkincisi, program piyasa aracılığıyla işlevini
yerine getirirken mümkün olabildiğince piyasayı bozmamalı ya da
çalışmasını engellememelidir. Bu da fiyat desteklemelerinin, asgari ücret
yasalarının, gümrük engellerinin ve benzerlerinin bir kusurudur.
Kendini salt mekanik gerekçeyle salık veren düzenleme olumsuz
gelir vergisidir. Şimdiki federal gelir vergisi uygulamasında kişi başına 600
dolar vergiden bağışıktır (ayrıca en az yüzde 10 oranında bir indirim). Eğer
bireyin vergilendirilebilir geliri 100 dolarsa, yani indirim ve bağışıklıktan
sonraki geliri 100 dolarsa, o zaman vergi verecektir. Önerilen uygulamaya göre
eğer geliri eksi 100 dolarsa, yani bağışıklık ve indirimlerden sonra eksi 100
dolar oluyorsa, o zaman olumsuz bir vergi ödemesi, yani yardım alması
gerekmektedir. Yardım oranı diyelim ki yüzde 50 olsun, 50 dolar alması gerekirdi.
Eğer hiç geliri olmasaydı ve işi kolaylaştırmak için indirim olmasa ve yardım
oranı da sabit kalsaydı, o zaman 300 dolar yardım alırdı. Eğer indirimler
olsaydı, örneğin sağlık giderleri gibi, ki bu durumda daha bağışıklık düşülmeden
bile geliri negatif olacaktı, işte o zaman daha bile fazla alabilirdi. Yardım
oranları da bağışıklığın üzerindeki gelir için olduğu gibi artan basamaklı
olabilir tabii. Bu yolla hıc kimsenin net gelirinin (burada yardım dahil
tanımlanmaktadır) altına düşmeyeceği bir taban belirlemek mümkün
olabilecektir: Bu basit örnekte kişi başına 300 dolardır. Kesin taban düzeyi o
topluluğun parasal gücüne bağlı olacaktır.
Bu düzenlemenin yararlan açıktır. Özellikle yoksulluk sorusuna
yöneliktir. Bireye yardımı en işe yarar biçimde vermektedir, yani nakit
olarak. Geneldir ve şu anda yürürlükte olan özel önlemler sürüsünün yeri260
ni alabilir. Toplumun yüklendiği maliyeti belirginleştirir.
Piyasanın dışında çalışır. Yoksulluğun hafifletilmesi için alınan diğer
önlemlerden herhangi biri gibi yardım edilenlerin kendi kendilerine vardım
etme dürtüsünü azaltır, ama gelirleri sabit en aza tamamlayan bir sistemin
yapacağı gibi dürtüyü tümüvle ortadan kaldırmaz. Fazladan kazanılmış bir dolar
her zaman, harcanabilecek daha fazla para demektir.
Hiç kuşkusuz yönetim sorunları olacaktır ama bunlar bana önemsiz
dezavantajlar gibi görünmektedir, tabii dezavantaj sayılırlarsa. Sistem
doğrudan cari gelir vergisi sistemimizin içine oturtulacak ve onunla birlikte
yönetilebilecektir. Şu andaki vergi sistemi gelir girdilerinin büyük bölümünü
kapsamaktadır ve tümünü kapsama gereğiyse, şu andaki gelir vergisine ilişkin
işlevlerin iyileştirilmesi yan ürününü de beraberinde getirir. Daha önemlisi,
eğer aynı sona yönlendirilmiş şu andaki önlemler, o çıfıt torbasının yerini
almak üzere yasalaştırılırsa, toplam idari yük kesinlikle azalacaktır.
Bazı kısa hesaplamalar bile bu önerinin, gerekli devlet
müdahalesinin derecesi bir yana, parasal açıdan şu anki refah önlemleri
dizimizden çok daha az masraflı olacağını göstermektedir. Öte yandan bu
hesaplamalara, yoksullara yardım etme önlemleri olarak değerlendirilen şu
andaki önlemlerimizin ne kadar savurgan olunduğunun göstergesi olarak da
bakılabilir.
1961’de devlet doğrudan refah ödemeleri ve çeşitli programlarla
33 milyar dolar civarında (federal, eyalet ve yerel) bir tutara erişmişti;
bunlar yaşlılık yardımı, sosyal güvenlik yardımı ödemeleri, bağımlı çocuklara
yardım, genel yardım, tarım fiyat destek programları, kamu konutları ve
benzerleridir.*
Bu hesaplamaya asker emeklilerinin yararlandıkları şeyleri
almadım. Hattâ asgari ücret yasaları, tarifeler, ruhsatlandırma uygulamaları
vb. gibi önlemlerin dolaylı ve dolaysız maliyetleri için ya da kamu sağlığı
etkinlikleri, eyalet ve yerel yönetimin hastaneler, ruhsal bakım kurumlan ve
benzerleri için yapılan harcamalar için bir karşılık ayırmadım.
Birleşik Devletler’de yaklaşık 57 milyon tüketici birimi
(bağımsız bireyler ve aileler) vardır. 33 milyar dolarlık 1961 yılı
harcamaları, en düşük düzeydeki gelir düzeyinden başlayarak yüzde 10
oranındaki tüketici birimine birim başına yaklaşık 6000 dolarlık karşılıksız
yardımı finanse etmeye yetebilirdi. Bu yardımlar onların gelirlerini Birleşik
Dcvlctler’deki bütün birimlerin ortalamasının üstüne yükseltmiş olurdu. Bir
başka seçenek olarak, anılan harcamalarla en düşük düzeyden başlanarak yüzde
20 oranında birim, birim başına yaklaşık 3000 dolarla finanse edilebilirdi.
Hattâ örnek Yeni Düzencilerinyetcrsiz beslenmiş, yetersiz konutlandırılınış ve
yetersiz giydirilmiş tanımını kullanmayı sevdikleri üçte birlik orana kadar
ileri götürülse, 1961 harcamaları tüketici birimi
r Bu değer şunlara eşittir:
Devlet transfer harcamaları (31,1 milyar dolar) eksi emekli asker ödemeleri
(4.8 milyar dolar) (her iki değer de Ticaret Bakanlığı ulusal gelir
hesaplarından alındı) artı tarımsal programlara yapılan federal harcamalar (5.5
milyar dolar), artı kamu konutları ve diğer konut edindirme yardımları için
federal harcamalar (0,5 milyar dolar) (her iki değer de 30 I faziran 1961
itibariyle biten yıl sonu değeri olarak I lazinc hesaplarından alındı) artı
toplamı milyara vur adatmak amacıyla vc federal programların idari masrafları,
atlanmış eyalet ve yerel programlar ve çeşitli kalemleri karşılamak üzere
kabaca 0.7 milyar dolar. Sanırım bu değer önemli ölçüde düşük tahmin
edilmiştir.
başına yaklaşık 2000 dolarlık bağışları karşılamaya yeterli
olabilirdi; bu tutar kabaca, fiyat düzeylerindeki değişikliklere göre
ayarlandıktan sonra, 1930’ların ortalarında düşük gelirli üçte biri daha
yüksek gelirdeki üçte ikiden ayıran gelir düzeyiydi. 1930’ların ortalarındaki
bu en düşük gelirli üçte birin karşılığı fiyat düzeylerindeki değişikliklere
göre ayarlandıktan sonra, günümüzde tüketici birimlerinin sekizde birinden
daha azdır.
Açıkçası, bunların hepsi “yoksulluğun hafifletilmesi” adı altında,
deyimin oldukça cömert bir yorumuyla bile, haklı gösterilemeyecek kadar
savurgan programlardır. Gelirleri en düşük olan toplam tüketici birimlerinin
yüzde yirmisinin gelirlerini, diğerlerinin en düşük gelir düzeyine
yükseltecek biçimde tamamlayacak bir program, şimdi harcadığımızın yarısından
daha aza mal olacaktır.
Önerilen olumsuz gelir vergisinin başlıca dezavantajı onun
politik sonuçlarıdır. Başkalarına yardım ödemesi yapabilmek için bazılarına
vergi yükleyen bir sistem getirir. Ve bu başkalarının da bir oy hakkı vardır.
Büyük bir çoğunluğun talihsiz bir azınlığa yardım etmek için isteyerek
kendilerini vergilendirdikleri bir düzenleme yerine, bir çoğunluğun kendi
yaran için isteksiz bir azınlığa vergi yüklediği bir düzenlemeye dönüşmesi
tehlikesi her zaman söz konusudur. Bu öneri, süreci böylesine açık seçik hale
getirdiği için tehlike diğer önlemlerden daha büyüktür belki de. Bu sorunun
çözümü için seçmenlerin kendi kendilerini kısıtlamalarına ve iyi niyetlerine
güvenmekten başka çare göremiyorum.
Dicey 1914’te aynı doğrultudaki bir sorun olan Ingiliz ileri yaş
emekli aylıkları konusunda yazarken şunları belirtmekteydi: “Akh başında ve
yardımsever bir kişi, emeklilik aylığı biçimindeki bir yoksul yardımının yasalaştırılmasıyla
İngiltere’nin bir bütün olarak kazançlı olup olmayacağıyla, bir emeklinin
Parlamento üyesi seçimlerine katılma hakkını elinde tutmasının tutarlı olup
olmayacağını kendi kendine sorabilir pekala.”'8
İngiltere oy kullanma hakkının genelleştirilmesine emekli aylığı
ya da diğer devlet yardımı alanların oy hakkını kısıtlamadan geçmiştir. Ve
başkalarının yaran için bazılarının vergilendirilmesinde müthiş bir genişleme
olmuştur ki, bunun Ingiltere’nin gelişmesini geciktirdiğinin, hattâ
kendilerini alıcı uç olarak görenlerden çoğunun bile bundan yararlanamadığının
kesinlikle kabul edilmesi gerekir. »Ancak bu önlemler İngiltere’nin özgürlüklerini
ya da üstün gelen kapitalist sistemini yıkamamıştır, en azından şimdilik. Ve
daha da önemlisi, işlerin düzelmeye başladığının ve seçmenlerin kendi kendilerine
kısıtlama uyguladıklarının bazı belirtileri görülmeye başlanmıştır.
LİBERALİZM VE EŞİ LLİKÇİLİK
Liberal felsefenin özü, bireyin onuruna ve kendi anlayışına uygun
olarak, başka bireylerin de aynı şeyleri yapabilme özgürlüğüne karışmamak
koşuluyla, tüm kapasite ve fırsatlarını değerlendirmekte özgür olduğuna
inanmaktır. Bu bir anlamda insanların eşitliğine inanç demektir; bir diğer
anlamdaysa eşitsizliklerine. Her insanın özgürlük hakkı eşittir. Bu önemli ve
temel bir haktır, çünkü insanlar kesinlikle farklıdır, çünkü biri kendi özgürlüğüyle
bir başkasının yapmak isteyeceğinden fark-
C) IC) L \ Oiccy. L-z/r dn<l Public Opinion in Enginini,
2nd. I ûlition, London, M;icMilli;ın. 1914. p. XXXV'| lı şeyler yapmak isteyebilir ve zaman içinde pek çok
insanın yaşadığı toplumun genel kültürüne diğerlerinden daha fazla katkıda
bulunabilir.
Liberal, bu nedenle bir yanda hak eşitliğiyle fırsat eşitliğini,
öte yandan da maddesel eşitlikle verim eşitliğini birbirinden keskin biçimde
ayıracaktır. Özgür bir toplumun, başka herhangi birinin şimdiye dek denediğinden
çok daha büyük maddesel eşitlik yönünde bir eğilimi bulunması olgusunu hoş
karşılayabilir. Ama bunu özgür toplumun istenebilir bir yan ürünü olarak görecektir,
onun ana özrü olarak değil. Hem özgürlüğü, hem de eşitliği artıran, yani tekel
gücünü ortadan kaldırıcı ve piyasanın çalışmasını iyileştirici önlemleri hoş
karşılayacaktır. Daha az talihli olanlara vardım etmeye yönelik özel
hayırseverliği özgürlüğün uygun biçimde kullanımına bir örnek olarak kabul
edecektir. Ve toplumun büyük bölümünün ortak amaca ulaşabileceği daha etkili
bir yol olarak yoksulluğun biraz olsun ıslahına yönelik devlet eylemini
onaylayabilir. Bununla birlikte bunu, gönüllü eylemi zorunlusuyla ikame etmesi
gerekeceği için üzülerek yapacaktır.
Eşitlikçi de bu kadar ilerive gidebilir. Hattâ daha da ileriye
gitmek isteyecektir. Başkalarına vermek için bazılarından almayı, “bazıları”,
başarmak isteyecekleri bir amacın sağlanmasında daha etkili bir araç olacağı
gerekçesiyle değil de, “haklılık” gerekçelerine dayandırarak savunacaktır.
İşte bu noktada eşitlikle özgürlük keskin bir çelişkiye düşmektedir; ikisi
arasında bir seçim yapılmalıdır. Bu anlamda kişi hem eşitlikçi hem de liberal
olamaz.
Sonuç
1920’ler ve 1930’larda Birleşik IDevletler’deki entelektüeller,
kapitalizmin ekonomik refahı, dolayısıyla da özgürlüğü engelleyen kusurlu bir
sistem olduğuna ve gelecek umudunun, siyasi otoritelerce ekonomik işlerin daha
büyük ölçüde ve bilinçli denetiminde yattığına güçlü bir biçimde
inanmaktaydılar. Entelektüellerdeki inanç değişikliği herhangi bir kolektivist
toplumun örnek olarak bulunması nedeniyle olmamıştır; bununla birlikte,
Rusya’da komünist bir toplumun kurulması ve ona parlak umutlar bağlanması bunu
hızlandırmıştır kuşkusuz. Entelektüellerdeki inanç değişikliğine, bütün
haksızlıkları ve kusurlarıyla işlerin şu andaki durumunun, olabileceği
varsayımsal durumla karşılaştırılması sonucu varılmıştır. Gerçekleşenler
ideallerle karşılaştırılmış tır.
O zamanlar daha fazlasını yapmak mümkün değildi, insan soyu
merkezî kontrol ve devletin ekonomik etkinliklere ayrıntılı müdahalesini
içeren dönemlerin deneyimini yaşamıştı. Ama politikada, bilimde ve teknolojide
bir devrim olmuştu. Hiç kuşkusuz, demokratik siyasi yapıda, modem araç
gereçlerde ve çağdaş bilimde önceki çağlarda mümkün olduğundan daha başarılı
şeyler yapabileceğimiz öne sürülebilir.
Gelgeldim o dönemlerin tutumları günümüzde de
sürmektedir. Hâlâ, mevcut herhangi bir devlet müdahalesini arzu
edilir sayma, tüm kötülükleri piyasaya yorma, yeni devlet kontrolü önerilerini
ideal olarak değerlendirme, yani eğer ehil, tarafsız, özel çıkar grubunun
baskısı altında olmayan kişilerce yürütülürse işe yarayabileceğine inanma
eğilimimiz vardır. Serbest girişim ve kısıtlı devlet uygulamalarından yana
olanlarsa, eskiden olduğu gibi yine savunma konumundadırlar.
Ne var ki, koşullar değişmiştir. Artık devlet müdahalesi
konusunda birkaç on yıllık deneyime sahibiz. Bundan böyle fiili olarak çalışan
piyasayla ideal olarak çalışabilecek devlet müdahalesini karşılaştırmak
gerekmiyor. Fiili olanı fiili olanla karşılaştırabiliriz artık.
Böylece piyasanın fiili olarak çalışmasıyla ideal biçimde
çalışması arasındaki farkın, devlet müdahalesinin fiili etkileriyle amaçlanmış
etkileri arasındaki farka kıyasla devede kulak kaldığı apaçıktır. Zorbalığın
egemen olduğu Rusva’da insanların özgürlük ve onuru konusunda ilerleme
sağlanacağına kim büvük umutlarla inanabilir? Mars ve Engels Komünist
Mcinifesto\\a şöyle yazarlar: “Emekçilerin zincirlerinden başka kaybedecek
hiçbir şeyleri yoktur. Ama kazanacakları bir diinva vardır.” Bugün Sovyetlcr
Birliği’ndcki emekçilerin zincirlerinin, Birleşik Dcvlctler’deki ya da
İngiltere’deki veya Fransa’daki ya da Almanya’daki veya herhangi bir Batılı
ülkedeki emekçilerin zincirlerinden daha zayıf olduğunu kim ileri sürebilir?
Birleşik Devletler’dcki duruma daha yakından bakalım. Geçen on
yıllarda büvük “reformlar”dan hangisi hedeflerine ulaşmıştır? Bu reformların
yandaşlarının iyi niyetleri gerçekleşmiş midir?
Tüketiciyi koruma amacıyla yapılan demiryolları düzenlemeleri çok
geçmeden demiryollarının yeni ortaya çıkan rakiplerinin rekabetine karşı, tabii
tüketicinin zararına, kendini koruma aracına dönüşmüştür. Başlangıçta düşük
oranlarda uygulanan, sonra da toplumun daha alt sınıfları lehine gelirin
veniden dağılımı için bir araç olarak el konan gelir vergisi, kağıt üzerinde
vüksek düzeyde basamaklandırılmış ama uygulamada etkisiz oranlar koyan özel
kayıtları ve kaçamak delikleri kapsayan bir bina cephesi halini almıştır.
Şimdiki vergilendirilebilir gelir üzerinden yüzde 23,5 gibi net bir oran, yüzde
20’den yüzde 9 Te dek basamaklandırılmış şimdiki oranlar kadar gelir
sağlayabilir. Eşitsizliğin azalmasına ve zenginliğin yaygınlaştırılmasına
yönelik bir gelir vergisi, uygulamada şirket kazançlarının yeniden yatırıma
yönelmesini sağlamış, dolayısıyla büyük kuruluşların büyümesini desteklerken,
sermaye piyasasının işlemesini engellemiş ve yeni girişimlerin kurulması
konusunda cesaret kırıcı olmuştur.
Ekonomik etkinliklerde ve fiyatlarda istikrar sağlamaya yönelik
parasal reformlar, Birinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında enflasyonu
kamçılamış ve daha önce hiç görülmeyen derecede yüksek bir istikrarsız düzeyi
yaratmıştır, Bunların ortaya çıkardığı para otoriteleriyse, ciddi bir ekonomik
daralmanın 1929-33 arasında Biivük Bunalım felaketine dönüşmesinde baş sorumluluğu
taşımaktadırlar. Banka paniklerini önlemek için kurulmuş bir sistem Amerika
tarihindeki en ciddi banka paniklerinin ortaya çıkmasına yol açmıştır.
Para sıkıntısı çeken çiftçilere yardım ve tarımsal örgütlenmedeki
aksaklıkları giderme amacına yönelik olan tarım programı, kamu fonlarını ziyan
eden, kaynakların kullanımını bozan, çiftçiler üzerinde giderek ağırlaşan ayrıntılı
kontroller uygulayan, Birleşik Devletler’in dış politikasına ciddi
müdahalelerde bulunan, ama aslında parasız çiftçiye yardım konusunda pek az şey
gerçekleştiren tarım programı ulusal bir rezalet olmuştur.
Yoksulların barınma koşullarının iyileştirilmesini, çocuk
suçlarının azaltılmasını ve kent yıkıntılarının ortadan kaldırılmasını
amaçlayan konut programı, yoksulların barınma koşullarını daha da
kötüleştirdiği gibi, çocuk suçlarının artmasına ve kent yıkıntılarının
yayılmasına katkıda bulunmuştur.
19.30’larda entelektüel toplum için “emek” sözcüğü “işçi
sendikası” sözcüğüyle eşanlamlıydı; işçi sendikalarının iyi niyet ve
erdemliliğine olan inanç, yuva vc yurda olan inançla bir tutuluyordu. İşçi
sendikalarını ve “adil” iş ilişkisini destekleyen pek çok yasa çıkarılmıştı.
İşçi sendikaları da güçlenmişti. 1950’lere gelindiğindeyse, “işçi sendikası”
neredeyse ayıp bir sözcük haline geldi, “emek” sözcüğüyle eş anlamlı değildi
artık, dolayısıyla da otomatik olarak cennetten çıkma diye kabul edilmiyordu
artık.
Sosyal güvenlik önlemleri, yardım almayı bir hak konusu yapmak,
doğrudan yardım ve derde derman ihtiyacını ortadan kaldırmak için
yasalaşlırılmıştı. Oysa derde derman ihtiyacı artmaya devam ederken, doğrudan
yardıma harcanan toplamlar çığ gibi büyümektedir.
Bu liste çok kolaylıkla uzatılabilir; 1930’lardaki gümüş alım
programı, kamu gücü projeleri, savaş sonrası dış yardım programları, l'.C.C.,
kentlerin yeniden geliştirilmesi programları ve daha birçoklan... amaçlanandan
çok farklı etkileri, genellikle tam tersi etkileri olmuştur.
Bazı istisnalar olabilir. Ülkeyi baştanbaşa kat eden ekspres
otoyollar, büyük nehirlerde kurulan görkemli barajlar, yörüngeye oturtulan
uydular, tüm bunlar devletin büyük kaynaklara hükmetme gücü sayesinde başarılmıştır.
Bütün kusurları ve sorunlarıyla, piyasa güçlerinin daha etkin rol oynamasıyla
sağlanacak ilerleme olanağıyla, okul sistemi Amerikan gençliğinin fırsatlarını
çoğaltmış ve özgürlüğün genişlemesine katkıda bulunmuştur. Bu, okul
kurullarında hizmet veren onbinlercc kişinin kamu yararına dönük çabalarına ve
halkın kamu yararı saydıkları ağır vergileri yüklenmedeki gönüllülüklerine
tanıklık etmektedir. Tüm ayrıntılı idari sorunlarına karşın, Sherman Antitröst
Yasalarının varlığı rekabeti güçlendirmiştir. Kamu sağlığı önlemleri bulaşıcı
hastalıkların azalmasında etkili olmuştur. Yardım önlemleri acı ve ıstırabı
hafifletmiştir. Yerel otoriter çoğu zaman toplumların yaşamı için elzem olan
kolaylıkları sağlamışlardır. Yasa ve düzen birçok büyük kentte, devletin bu
ana işlevi bile yerine getirmesi doyurucu olmaktan uzak bulunduğu halde,
korunup sürdürülebilmiştir. Chicago kenti sakinlerinden olduğum için bu konuda
rahatlıkla konuşabilirim.
Olumlu ve olumsuz yanlar eşitlenmek istenirse, sonuç hiç kuşkusuz
iç karartıcı olacaktır. Son birkaç on yılda devletçe üstlenilen reni
girişimlerin büyük bölümü hedeflerine ulaşamamıştır. Birleşik Devletler ilerlemeyi
sürdürmektedir; yurttaşları daha iyi beslenmekte, daha iyi giyinmekte, daha iyi
barınmakta ve daha iyi ulaşım hizmeti görmektedirler; sınıfsal ve toplumsal
farklar küçülmüştür; azınlık gruplarının dezavantajları azalmistir; popüler
kültür büyük sıçramalar yapmıştır. Tüm bunlar serbest piyasa aracılığıyla
işbirliği yapan bireylerin inisiyatifleri ve itici güçlerinin ürünleridir.
Devletçe alınan önlemler bu gelişmeye yardımcı değil, engelleyici olmuştur. Bu
önlemleri parasal yönden karşılayabilmemiz ve onlara baskın çıkabilmemiz ancak
piyasanın doğurganlığı sayesinde gerçekleşebilmiştir. Görünmez elin
gelişmedeki gücü, görünen elin gerilemedeki gücünden daha üstündür.
Son yıllarda böylesine çok sayıda devlet reformunun ters gitmesi,
parlak umutları suya düşürmesi bir kaza mıdır? Yoksa sadece programların
ayrıntıda hatalı olmalarının sonucu mudur?
Bu sorulara cevabın açıkça “hayır” olduğu inancındayım. Bu
önlemlerin ana kusuru şurada yatmaktadır: Bunlar insanları, genel bir çıkar
olduğu varsayılan şeyin geliştirilmesi uğruna şu anki kendi çıkarlarına ters
düşecek şekilde davranmaya devlet aracılığıyla zorlama yoluna
başvurmaktadırlar.
Çıkar çatışması olduğu varsayılan şeyi ya da çıkarlar konusundaki
görüş ayrılığını, çatışmayı ortadan kaldıracak bir çerçeve sağlayarak ya da
insanları farklı çıkarlara yönelmeye ikna ederek değil, bireyleri kendi
çıkarlarına aykırı davranmaya zorlayarak çözüme kavuşturmaya çalışırlar.
Katılanların değerlerinin yerine dışarıdakilerin değerlerini geçirirler; ya
bazıları diğerlerine onlar için nevin iyi olduğunu söyler ya da devlet
bazılarından diğerlerinin yararına olması için alır. Dolayısıyla bu önlemler,
insanlarca bilinen en kuvvetli ve en yaratıcı güçlerden birinin, yani
milyonlarca bireyin ilgilerini geliştirme, hayatlarını kendi değerlerine göre
yaşama çabasının karşısında yer alır. İşte söz konusu önlemlerin çoğu zaman
amaçlananın tam tersi etkide bulunmasının ana nedeni budur. Ayrıca bu, özgür
bir toplumun ana güçlerinden biridir ve devlet düzenlemelerinin onu neden boğmadığını
da açıklar.
Sözünü ettiğim alanlar yalnızca kişinin kendini ilgilendiren dar
anlamdaki çıkarlar değildir. Tersine, insanların değerli buldukları, uğrunda
servetlerini ve hayatlarını verebilecekleri tüm değerler dizisini
kapsamaktadır. Adolf Hitler’e karşı çıktıkları için hayatlarını kaybeden
Almanlar aslında çıkarlarına uygun gördükleri bir davranışta bulunuyorlardı.
Hayırsever, dinsel ve eğitimsel etkinliklere büvük çaba ve zaman adayan kadın
ve erkekler de öyle. Doğal olarak böylesi ilgiler ancak az sayıda insan için
bu denli önem taşır. Bu ilgi ve çıkarlara eşit olarak tüm boyutuyla izin vermek
ve bunları, insan soyu kitlesine egemen olan dar kapsamdaki maddi çıkarlara
bağımlı kılmamak özgür bir toplumun erdemidir. Bu nedenle de kapitalist
toplumlar kolektivist toplumlardan daha az maddiyatçıdır.
Tüm bunların ışığında kanıtlama yükümlülüğü neden yeni hükümet
programlarına karşı çıkan ve devletin halen gereksiz yere büyütülmüş rolünü
azaltmaya çalışan bizlerin sırtındadır? Dicey şu yanıtı veriyor: “Devlet
müdahalesinin, özellikle yasama biçimindeki yararlı etkisi doğrudan, anında ve
görülebilirdir; buna karşılık kötü etkileri dolat lıdır, yavaş ve aşamalı
olarak gelişir, göz önünde değildir. Çoğu insan da devlet denetçilerinin
ehliyetsiz, dikkatsiz, hattâ kimi zaman kötü niyetli ve yozlaşmış
olabileceklerini akılda tutmazlar; devlet yardımının kendi kendine yardımı
ortadan kaldırdığı gibi yadsınmaz bir gerçeğin bilincine varanlar azdır.
Bovlece insanların çoğunluğu devlet müdahalesine gereksiz bir hoşgörü
göstermektedir. Bu doğal eğilim belli bir toplumda ancak bireysel özgürlük
lehine bir direnme ya da önyargının varlığıyla dengelenebilir; bu da “bırakınız
yapsınlar”dır. Dolayısıyla yalnızca kendi kendine vardıma olan inancın
kaybolma yönünde gerilemesi, ki böyle bir gerilemenin olduğu kesindir, bu bile
kendiliğinden, sosyalizme eğilimli yasamanın gelişmesi için ye terlidir.’”9
Günümüzde özgürlüğün korunması ve genişletilmesi iki yönden
tehdit edilmektedir. Bunlardan biri açık seçiktir: Bizi gömmeye yemin eden
Kremlın’deki insanlardan gelen dış tehdittir. Diğeri çok daha İnceliklidir:
Bizi ıslah etmek isteyen iyi niyetli kişilerden gelen iç tehdittir. Bunlar
ikna etmenin yavaşlığına ve düşledikleri büyük toplumsal değişiklikleri
başarmanın örneğine gösterdikleri sabırsızlıkla, hedeflerine varmak için
devletin gücünü kullanma telaşındalar ve bunu yapma yetenekleri olduğuna da
güveniyorlar. Ama güç kazanırlarsa ivedi hedeflerine ulaşmada başarısız
olacaklar; buna ek olarak dehşete düşerek geri çekilecekleri ve ilk kurbanları
arasında olacakları kolektif bir devlet yaratacaklardır. Merkezileşmiş güç,
onu iyi niyetle yaratanlara zarar vermez diye bir şey yoktur.
Bu iki tehdit ne yazık ki birbirini besliyor. Nükleer bir
felaketten kaçınabilsek bile, Kremlin’den gelen tehdit kaynaklarımızın hatırı
sayılır bir bölümünü askerî savunmaya ayırmamızı zorunlu kılıyor.
Ürünlerimizin bu denli, çoğunun alıcısı ve birçok şirketle sanayinin ürün-
•w A. V. Dicey. a.g.e., s. 2. 257-8
İcrinin tek alıcısı durumundaki devletin önemi, tehlikeli
ölçüdeki ekonomik gücü siyasal otoritelerde toplamış bulunmakta; iş ortamım ve
başarı ölçütünü değiştirmekte, bunlarla ve başka yollarla serbest piyasayı
tehlikeye atmaktadır. Bu tehlikeden kaçamayız. Ancak bunu, ulusun savunmasıyla
ilgili olmayan alanlardaki şimdiki yaygın devlet müdahalesini sürdürerek ve
yaşlılar için tıbbi bakımdan ay keşiflerine kadar yeni devlet programlarıyla gereksiz
yere yoğunlaştırmaktayız.
Bir zamanlar Adam Smith’in dediği gibi, “Bir ulusta çok yıkıntı
vardır.” Değerlerimizin temel yapısı ve özgür kurumlarıını iç içe geçmiş ağı
bunların çoğuna dayanacaktır. Askerî programların büyülüğüne ve Washington’da
yoğunlaşmış olan ekonomik güçlere karşın, özgürlüğü koruyup
genişletebileceğimize inanıyorum. Ama bunu başarabilmemiz karşı karşıya
olduğumuz tehdidin bilincine varmamızla, yurttaşlarımızı özgür kurumlann ulaşmak
istediğimiz hedeflere giden, devletin zor kullanan gücünden bazen daha yavaş da
olsa daha güvenli bir yol sağladıklanna ikna etmemizle mümkündür ancak. Entelektüel
ortamda görülmekte olan değişimin parıltıları umut verici bir kehanettir.
Milton
Friedman
CAPITALISM
“ FREEDOM
Kapitalizm, insan haklarının korunduğu tek sistemdir.[???].. Şöyle düşünün; bir zamanlar kolektivizmin kalesi olan
Sovyetler Birliği’nde kapitalist olmanız mümkün değildi; ama Amerika’da
komünist olabilirdiniz... Mesele insan haklarının ekonomik haklardan ayrılmaz
oluşudur. Bir ülkede para serbestçe dolaşamıyorsa, hiçbir fikir serbestçe
dolaşamaz.
Okuryazarların nefret ettiği paranın, ticaretin ve mülkiye tin
özgürlük derecesi, o ülkedeki insan haklarının özgürlük derecesinin
barometresidir. Eğer bir ülkede mülkiyet edinme özgürlüğü yoksa başka diğer
hiçbir özgürlükten söz edilemez.
Mesele, kapitalizmle bir türlü barışmak istemeyen sol kültürün,
insan haklarını savunuyor gibi gözüküp insan haklarını en çok ihlal eden
sistemi kurmuş olmasıdır. Sosyalizm in eleştiri kapısı asla açılmıyor; çünkü o
kapı açıldığı anda iki yüz milyon cesedin altında boğulacaklarını biliyorlar.
Umarım bu kitap, Kolektivizm’in insan hakları ihlallerinin zihinlerde ne
büyük tahribatlara yol açtığının anlaşılmasına bir katkıda bulunur.
Sinan Çetin
[11]
Joseph Schumpeter, Hisloıy of Economic Analjsis (Ncw York, ()x- ford
University Press, 1954) p.394.
[12] A Program For Moııetary StabHity (New York: l'brdham Univcrsity Pres, 1959) pp.4-8.
"(İzcilikle altının parasal rolüne
ilişkin olarak, serbest piyasa fiyatını hesaplamada nevin sabit alındığı
noktasına dikkat edilmelidir.
[15]Temel
araştırmalara yapılan harcamaları özetlemek istedim, (içrek
14 Bu artıcın sadece
bir kısmı parasal olabilir, geri kalan kısmı bireyin mesleki eğitimi ile
ilgili, maddi olmayan yararlardan da oluşabilir. Benzer şekilde bu uğraşının
maddi olmayan zararları da olabilir, ki bunlar yatınm maliyetleri olarak hesaba
katılmalıdır.
1 ’ Bir meslek
seçmek konusunda daha aynntılı görüşler için bkz. Mil-, ton I'ricdman ve Simon
Kuznets, P'lncome fronı İndependent Professio- nal Practice’}, New York:
National Burean of Economic BaseanhfiM) pp.81-95, 118-37.
[19] Bkz.: G.S. Beckcr, “Underinvcstmcnt in Collcge
l.ducatıon?” American Economic Rerieıv, Proceedings L (1960), 356-64; T.
W Schultz, “Invcstment in human Capital, American Economic Revieı», 1
,X1 (1961), 1-17.
[20]
Bu engellere karsın vadeli borçlar, bana söylendiği kadarıyla, İsveç’te
eğitimin finansmanında oldukça yaygın bir araçmış; öyle ki, bunlar ılımlı faiz
oranlarıyla sağlanabilıyormuş. Bunun en makul açıklaması herhalde üniversite
mezunlan arasında Birleşik Devlet- ler’dekinden daha düşük bir gelir dağılımı
olmasıdır. Ama bu nihai bir açıklama değildir ve uygulamada farklılığın tek ya
da temel nedeni olmayabilir. Birleşik Devletler ve diğer ülkelerdeki mesleki
eğitimin finansmanında kullanılan çok gelişmiş bir borç verme piyasasının
olmamasının yukanda belirtilen nedenlerle bağlantılı olup olmadığını sınamak
için ya da daha kolaylıkla ortadan kaldırabilecek başka engellerin
olabileceğini açıklayabilmek için İsveç ve benzeri deneylerin daha
derinlemesine incelenmesi gerekmektedir.
Son yıllarda ABD’dc kolej
öğrencilerine verilen özel borçlarda umut verici bir gelişme olmuştur. Ana
gelişme, kar amacı gütmeyen bir kurum olan Birleşik Öğrenci 'fardım 1‘onu’nun
ayn avn bankaların verdikleri borçlara ortak borçlu olarak imza atmasıyla
başlamıştır
VJ Bu nitelemeyi
dahil etmeyi önerdikleri için I larry G. Johnson ve Paul W Cook Jr.’a teşekkür
borçluyum. Değişik işlerdeki kazançların belirlenmesinde parasal olarak
değerlendirilemeyen avantaj ve dezavantajların rolünün tamamlayıcı nitelikteki
bir tartışması için bkz: I riedman ve Kuznets, a.g.e.
[22] Yanlış anlaşılmaktan kaçınmak için geçen bölümde anılan
öneriden söz edilirken şu noktaya özellikle dikkat edilmesi gerekir: Karşılama
belgelerinin kullanılır olması için okullarda uygulanacak asgari koşullan
belirtirken, aynm yapılan ya da yapılmayan okullar olarak bir fark
gözetilmediğini kabul ediyorum.
- Warren Nuttor, The Extent of Enterprise Monopoly in
United States, 1895-19)9, Chicago, l'niversity of Chicago Press, 1951 ve
George J. Stigler, Five Eertures on Eıonomic Problems, l.x>ndra, ]
.ongmans, Gre- en co.,1949, pp. 46-65.
21 “Somc Commcnts on
thc Significance of Lahor Unions for lico- nomic Policy” Mc Cord Wright (cd.), The
İmpact of the Union, New York, 1 larcourt, Bracc.1951, s. 204-34.
[25] The Wealth Of Nations (UlııslarınZengınliği) (1776), bk.I, chap. X, Pt.
II (Canan
cd. London, 1930) p. 130
[26]
Waltcr Gellhom, IndividualFeedom and Govermental Restraints, Baton
Rouge: Louisiana State Univcrsity, 1956. İlgili bölümün başlığı: “The Right to Make
a I jving”, s. 106|
[27] A.g.e. s. 140-41
[28] A.g.e., s.129-30
[29]
Waltcr Gellhorn’a karşı dürüst olmak gerekirse, onun bu sorunlara doğru
çözümün ruhsatlandırmayı terk etmek olduğu şeklindeki görüşümü kabul etmediğini
açıklamalıyım. O tam tersine, ruhsatlandırmanın biraz ileri gitmekle birlikte
yine de bazı gerçek işlevleri yerine getirebileceğini düşünmektedir. O,
ruhsatlandırma düzenlemelerinin kötüye kullanımı kısıtlayacak, usule ilişkin
reformlar ve değişiklikler öngörmektedir.
Örnek
olarak bkz: VC'csslcy Mitchell’ın ünlü makalesi, “Backward \rt of Spending
Money”, bu adı taşıyan kitabında yeniden basıldı. (New York: McGraw-l
Iİ11J937), s. 3-19
” Bkz.
Rcuben Kesel, “l’ricc Discrimination in Medicine”, The Jour- nalof Laıv and
Economics, Cilt I. I.kım 1958, 2O-23|
Osteopati:
İlaç kullanmadan kemik ve kasların düzeltilmesi yoluyla iyileştirme
' Kiropati:
Masajla iyileştirme
[34] Prindples of Political Eco/ıomv, Ashley editon, London, Longmans, Grecn and Co., 1909, p
751.
15 Bu nokta o kadar
önemlidir ki sayılan ve hcsaplamalan vermek yararlı olacaktır. Bunlar
yazıldığında, ABD İç Gelirler Servisi 1959 Gelir İstatistikleri’nde bulunan en
son veriler 1959 vergi yılma aitti. O yıl için, bildirilen vergiye tabi
gelirler toplamı:
Bireysel
vergi bildirimlerinde: 166.54 milyon dolar Tahakkuk eden gelir vergisi: 39.092 milyon dolar
lahsil edilen
gelir vergisi: 33.645
milyon dolar
Vergiye tabi gelirlere
uygulanacak yüzde 23,5’luk bir oran X 166,540 = 39.131 milyon dolar verecektir.
Vergi tahsilatını aynı kabul
edersek ulanılacak nihai sonuç aşağı yukarı aynı olacaktır.
Vl Aynı savın
günümüzdeki bir diğer örneği okullarda öğretim için yapılan federal yardım
önerileriyle ilişkilidir (Bunlar yanıltıcı olarak “eğitim yardımı” olarak
adlandırılmıştır). Gelir düzeylerinin cn düşük olduğu eyaletlerde okullarda
öğretim giderlerinin federal fonlar kullanılarak desteklenmesinin gerekliliği,
çocuklann başka eyaletlere göç etmeleri olasılığı gerekçesine dayandınlabilir.
11er ne olursa olsun, burada bütün eyaletlere vergi salınmasını ve bütün
eyaletlerde federal yardım yapılmasını gerektiren bir durum yoktur. Bunun yanında
Kongre’yc önerilen yasa tasarılarının hepsinde vergi salınması yerine yardım
öngörülür. Bu tasarıların yalnızca bazı eyaletlere devlet yardımı yapılmasını
haklı gören bazı savunucuları kendi konumlarını savunmak için, yalnız böylesi
bir yardımı öngören bir tasarının yasalaştınlamayacağını ve daha yoksul
eyaletlere oransız bir yardımı sağlamanın tek yolunun bunları bütün eyaletlere
yardımı öngören bir yasa tasarısının içine almak olduğunu söylemektedirler.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar