[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] OTUZ ALTINCI KISMI
Rahman ve
Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla
FASIL-VASIL
Bazı âlimler, zarureti kabul etmişken bazıları reddetmiştir. Bu konuda,
bilginler arasındaki görüş ayrılığı meşhurdur.
Meselenin bâtını yorumu şudur:
Fiilleri Allah Teâlâ’ya nispet eden kimse, zarureti reddeder. Kazanım ve
yaratma yoluyla (kulun kesbi, Allah Teâlâ’nın yaratması), kulun fiilini kabul
edenler ise zarureti de kabul eder.
FASIL-VASIL
Zaruret Vakitleri .,
Zarureti kabul
eden bilginler, bunların dört kişi için geçerli [durumlar]
olduğunda görüş birliğine varmıştır: Birincisi, bu vakitlerde temizlenmiş ya da
hayız görmüş namaz kılmamış hayızlı kadındır. İkincisi, yolculuğa çıkmamışken
bu vakiderde namaza yetişen yolcu ya da bu vakitte yolculuğu biten yolcudur.
Üçüncüsü, bu vakitlerde yetişkinlik çağma girmiş çocuk, sonuncusu ise müslüman
olmuş kâfirdir. Bilginler, bayılanın durumu hakkında ise görüş ayrılığına
düşmüştür. Kimileri bayılanın namazı kaza etmeyen hayızlı kadın gibi olduğunu
düşünür. Bazı bilginlere göre ise, beş vaktin dışındakileri kaza eder.
Meselenin bâtınî yorumu şudur:
Zaruret vaktinde temizlenen hayızlı kadın, zorunluluk gereği yalan söylemekten
tövbe edene benzediği gibi bu vakitte hayız gören temiz kadın zorunluluk
gereği yalan söyleyen doğru sözlüye benzer.
Yolcunun ve yolcu olmayanın durumu
hakkındaki hükümlerin bâtınî yorumu şudur: Düşüncesiyle ya da zikriyle yolculuk
yapan insan, makama ulaşmak uğruna yaptığı yolculuk süresindeki eksildiğini makamda
gözleyince kaçırdığı şeyleri hatırlar. Anlar ki, yolculuk esnasında [bulunduğu
makamda eksik kalmasına yol açan] bu şeyleri yolculuk esnasmda unutmuştur.
Yerleşik olan, başka bir ifadeyle makam sahibi ise, yolculuk yaparken [makamda]
yerleşikken kaçırdığı Hakk karşısındaki saygıyı hatırlar. Sûfıler ‘sedir üstüne
otur, yayılmaktan sakın’ der. Makamdayken saygıda yaptığı eksikliği ise,
yolculukta gördüğü güçlükler. den [gedikler] anlar. Yolculukta karşılaştığı
güçlüğün makamdayken söylediği şeylerin sonuçları olduğunu anlar. Allah Teâlâ
[Hz. Musa’nın diliyle] şöyle buyurur: ‘Bu yolculuğumuzdan bir
güçlükle karşılaştık.’208 Daha önce ise, balığın delaletini
hatırlamak üzere, bir güçlük kendisine isabet etmemişti.
Bu vakitte
yetişkin olan çocuğun durumunun bâtınî yorumuna gelirsek, böyle bir insan,
baskı [zorlama, icbar] altındaki kula işaret eder. Bir rivayette belirtildiği
gibi, Hakk böyle bir kulun ‘kulağı, gözü, eli, güçleri ve organları olduğunda’,
hiç kuşkusuz, baskıdan çıkar. Bu hal, ilahi bir ismin hükmü altındayken, kula
ulaştığında, ona ait hüküm neye aittir: Altında bulunduğu isme mi? İntikal
ettiği isme mi? Çünkü vakit ortaktır. /
Zaruret
halinde müslüman olan kâfirin bâtınî yorumu da böyledir. Kâfir, perdeli insan
demektir ve kıskançlık ona baskın gelmiştir. Allah Teâlâ’ya karşı kıskançlık
geçerli değilken, Allah Teâlâ uğruna ya da Allah Teâlâ için kıskançlık
geçerlidir. Bu kul, bilhassa ‘O ilktir, sondur, zahirdir, bâtındır’209 ayetinin anlamını kavradığında
olmak üzere, ‘başka’ diye bir şey bulunmadığını kesin olarak öğrenir. Sadece
bu haller vardır. O, hepsinin aynı olduğu için, her [şeydir]. Kim kıskanacak?
Kimden kıskanacak? Kime karşı kıskanacak? Ya da kim
hakkında kıskanacak? Söyleyin bana, söyleyin! Ben, Allah Teâlâ hakkında
hayrete düştüm! .
Bayılan kimsenin yorumuna gelirsek,
bayılan kişi hal sahibidir. Bu vakitte ayıldığında, kendisine hangi isim
hükümran olmuştur? Ya da, bu vakitteyken kendisini hangi hal almıştır. Bu
kimse, bu vakitte kendisini hükmü altına almış olan el-Müheymin ismiyle
beraberdir.
FASIL-VASIL
Namaz Kılmanın Yasak Olduğu Vakitler
Bilginler arasındaki görüş birliği ve ayrılığına göre, namaz
kılmanın yasaklandığı vakider beştir. Güneşin doğum vakti, batma vakti, tam
tepede noktası, sabah namazından sonra ve ikindi namazından sonraki vakitler.
Bâtınî yorum: ‘En
güzel örnek Allah Teâlâ’ya aittir.’210 Güneş Hakk, namaz münacatur
(karşılıklı konuşma, kulun yakarışı). Hakk tecelli ederse, susma ve fena
[beşeri varlığm silinmesi] gerçekleşir. Artık, konuşmak ve münacat uygun
değildir. Çünkü bu ilahi makam şu bilgiyi verir: Sana göründüğünde, seninle
konuşmamış demektir. Konuştuğunda ise gorünmemiştir. Şu var ki tecelli, surette
gerçekleşebilir. Bü durumda ise, söz ve müşahede birden gerçekleşir. Müşahede
eden, kendisinden fani olduğunda ise, münacat doğru olmaz. Allah Teâlâ’nın
peygamberi şöyle der: ‘Allah Teâlâ’yı görürcesine ibadet et. Sen O'nu görmesen
bile, O seni görür.’ Bunda, bir kuşku yoktur. Böylece, müşahede ettiği zatın
kendisini istila etmesi nedeniyle, kulun müşahede esnasında kendinden geçtiğini
öğrendin. Dolayısıyla bu esnada münacat söz konusu değildir.
Güneş tam tepedeyken ise, [bâtınî
yorumunda] ondaki gölgen gizlenir. Gölge, senin hakikatindir. Işık, bütün
yönlerden seni kuşatmış ve içermiştir. Dolayısıyla, kendisine secde etmeni
gerektiren bir şey belirdiğinde, söz konusu şeyin aynısı önünden, ardından,
sağından, solundan ve üzerinden de ortaya çıkar. Bu durumda Allah Teâlâ, bütün
yönlerinden seni çeker. Çünkü sen, bütün yönlerinden nursun. ‘Namaz da nurdur.’
Böylece nurlar nurlara girer. Bundan dolayı da namaz kılınmaz.
Sabah namazının kılınmasından güneşin
doğumuna kadarki vakit ise, [bâtınî yorumda] berzah âleminden şehâdet âlemine
çıkma vaktindir. Namazın vakti ise, berzah âleminde değil, sadece duyu
âleminde belirlenmiştir. İkindi namazından sonra namazın kılınmayışının [bâtınî
yorumu] da öyledir. Çünkü sevgilinin bağrına basmasının verdiği haz sevgiliyle
konuşmaktan alı koyar. Bu haz, kişiyi kaplar ve onu [söyleneni] algılamaktan
alı koyar.
FASIL-VASIL
Namaz Kılmanın Yasaklandığı Bu Vakitlerde Kılınması Caiz Olmayan Namazlar
Bazı
bilginler, söz konusu vakiderde genel olarak
bütün namazların yasaklandığım ileri sürmüştür. Bazı bilginler ise, farzların
dışındaki sünnet ve nafile namazlar, bazı bilginler, sünneder değil, nafileler;
bazı bilginler sabah ve ikindi vaktinden sonra sadece nafileler, güneşin doğum
ve batımı esnasında ise, hem nafile hem sünnet namazların kılınamayacağını
ileri sürmüştür. Bize göre bu vakitler, bu vakiderde uyandığında veya
hatırladığında,. uyuyan ve unutan kimse için farzlar; kendileri için
belirlenmiş vakitte kılınamayıp kaza edileceklerinde ise nafile namazlar
içindir.
Bu konudaki bâtmî yorum şudur: Allah
Teâlâ ve kulu arasındaki münacat dört kısımdır. Birincisi Allah Teâlâ’nın seni
görmesi bakımından, İkincisi senin O’nu görmen bakımından, üçüncüsü O’nun seni
senin O’nu görmen bakımından münacattır. Sonuncusu ise, kanıtlarla elde edilen
inançlarda gerçekleşen ve bazı akılcılara ait olan münacattır. Bu yönden insan,
Allah Teâlâ’yı herhangi bir inançta ‘görme’ ya da ‘bilme’ tarzında ‘göremez.’ Allah
Teâlâ’nın tikelleri bildiğini reddedenlerin inancına göre, Allah Teâlâ da insanı herhangi bir inançta
‘göremez’ ya da ‘bilemez.’ Söz konusu insanlara göre Allah Teâlâ, tikelin
tümelde içkin olmasından dolayı, tümel olarak insanı görür.
Bu ise, ne bizim ne Ehl-i Sünnet’in
inancıdır. Allah Teâlâ her şeyi bilir. Bir ayette ‘Allah Teâlâ’nın
gördüğünü bilmez mi?’211 denilir. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem ise, sahih bir rivayette şöyle der: ‘Allah Teâlâ seni görür.’
Bu kısımlarla ilgili batınî
yorumların kaynaklarına dikkatini çekmiş olduk. Sen de kendi bölümünü öğren.
Kim kendi bölümünü öğrenirse, münacatı oradan gerçekleşir ya da [Tanrı’nın
tikelleri bilmediğini iddia eden akılcılardan ise] onu imkânsız sayar.
• ' ' \ 1 . . FASILLAR-VASILLAR
Ezan,
vaktin girdiğini bildirmek ve camilerde
toplanmaya çağırmak demektir. Kamet ise, ilahi münacata çağırmaktır.
Bu konudaki bâtınî yorum şudur: Ezan,
Hakkı müşahede etmek üzere zatların temizlenmesi için ilahi tecelliyi
bildirmektir. Kamet ise, geldiğinde tecellisi için ayağa kalkmaktır. ‘O gün
insanlar âlemlerin Rabbi için ayağa kalkar.’212
FASIL-VASIL
Ezanın Özellikleri
Ezanın dört
özelliği vardır. Birincisi, tekbirlerin çift,
kelime-i şehâdetlerin dört, diğerlerinin ise çift okunmasıdır. Bu özelliği
kabul edenlerin bir kısmı, iki şehâdette ‘terci [nağmeli okuma]’ olduğunu düşünür.
Şöyle ki: iki şehâdet, önce iki kere gizli okunur, sonra bir kez de yüksek
sesle iki kere okunur. Bu ezan, Medinelilerin ezanıdır.
ikinci özellik, ilk tekbirin ve iki
şehâdetin dört, diğer kısımların iki kez okunmasıdır. Bu ezan, Mekkelilerin
ezanıdır. Üçüncüsü, birinci tekbirin dört, diğer kısımların iki kez
okunmasıdır. Bu da, Kûfelilerin ezanıdır. Dördüncüsü, birinci tekbirin dört,
iki şehâdetin üç, davetin (hayye ale’l) üç kez okunmasıdır. Ezan okuyan kişi,
‘haydin kurtuluşa [hayya ale’l-felah]’ kısmına ulaşıncaya kadar, şehâdet ile
başlar. Ardından ikinci kez, sonra aynı şekilde üçüncü kez tekrarlar. Dört
kelime, sıralı olarak üç kez okunur. Bu ise, Basralıların ezanıdır.
Meselenin bâtınî yorumu şudur:
Tekbirin çift okunması, el-Kebir ve el-Ekber; dört kez okunması ise, el-Kebir,
el-Ekber isimleriyle içinden ve dışından büyüklenen kimseler içindir. Bu
büyüklenme, [savaşta düşmana karşı büyüklenen] Ebu Dücane olayındaki gibi,
dince geçerli olabileceği gibi böyle olmayabilir de. İki şehâdetteki dördeme
ise, elEvvel, el-Ahir, ez-Zâhir ve el-Bâtın isimleri içindir. Diğer kısımlar
ise, sen ve Allah Teâlâ için iki kez okunur. Her defasında aynı tarzda dört
kelimenin üç kere okunması ise, -ki o belirttiğimiz gibi Basralıların tarzıdırbirinci
kez şehadet âlemini, ikinci kez melekût âlemini bildirir. Ebu Talib el-Mekki’ye
göre ise, İkincisi melekût, üçüncüsü ceberut âlemini bildirir.
Bunu şöyle açıklayabiliriz: İnsan baş
ve kalp gözüyle Allah Teâlâ’nın yaratmak ve var etmek istediği şeyler için
belirti ve nişan yaptığı sebeplere bakar. [Sebeplerle yaratılacak şeyler
ilişkilidir] Çünkü Allah Teâlâ’nın ilmi, var olan şeyleri birbirine bağlamayı
takdir ettiği gibi [aklî] delil de varlığın bir kısmının diğer kısmma
dayandığını gösterir. İnsan, nişanlarını (şeair) yüceltenleri Allah Teâlâ’nın
övdüğünü ve bu davranışın kalplerin takva sahibi olmasından kaynaklandığını
duyar. Nitekim ayette ‘Allah Teâlâ’nın nişanlarını
yüceltenlere gelince, bu durum kalplerin takvasından kaynaklanır’213
denilir. Bunun üzerine insan, Allah Teâlâu Ekber, ‘Allah Teâlâ en büyüktür’
der.
[Bunun anlamı şudur]: Allah Teâlâ’yı
göstermeleri bakımından olduğu gibi Allah Teâlâ da kendilerini yüceltmemizi
emrettiği için, sebepler kendiliklerinde büyüle olsa bile, onları var eden ve
yüceltilmelerini emreden Yaratıcı, onlardan daha büyüktür. İşte bu, bir şeyin
diğerinden üstünlüğünü anlatan ‘en büyük’ kalıbının anlamıdır. Bu kalıp, ‘bir
şeyden daha büyük’ demektir. Bunu tamamladığında, tekbiri söyleyen bu insana sebeplerin,
değersizliği değil, kendiliklerindeki değersizlikleri ve yaratıcılarına
ihtiyaçları gösterilir. Bu muhtaçlık, sebeplilerin sebeplere muhtaç olmasıyla
aynıdır. Perde gözünden kalktığında, bütün sebeplerin Yaratanı tespih ettiğini
ve yücelttiğini görür ve keşfeder.
Allah Teâlâ ‘Her
şey O’nun övgüsünü teşbih eder’214 der. Bu teşbih, hal [diliyle]
değil, her şeye yaraşan dil teşbihidir. Bu nedenle Allah Teâlâ, [ayetin
devamında] ‘siz onlarm teşbihi anlayamazsınız’215
buyurur. Çünkü teşbihi duyanlardan başkaları için, her bir şeyin [Allah Teâlâ’yı]
teşbih aracı, diğerinden farklıdır, ‘Allah
Teâlâ bağışlayıcıdırÇünkü Allah Teâlâ bu teşbihi hal
teşbihi diye yorumlayanların cezasını hemen vermez. ‘Allah
Teâlâ örtendir [gafur]:217 Yani, kendileri için adeti yardığı
[bu sayede her şeyin kendi diliyle teşbihini duyan] kimselerin dışındakilerin
duymaması için, söz konusu varlıkların teşbihlerini gizleyendir.
Bir rivayette, yanında sahabesi
olduğu halde peygamberin elinde bulunan taşların teşbih ettiği [ve bu teşbihin
sahabe tarafından da duyulduğu] zikredilir. Taşlar; şimdi de teşbih
etmektedir. Allah Teâlâ, duyulana ilişmesi için düyanların kulaklarında adeti
aşmıştır. ‘Siz onların teşbihini anlayamazsınız’21\
bu teşbihin hal diliyle yapılan bir teşbih olduğunu iddia edenlere karşı
söylenmiştir. Bütün âlem, [Allah Teâlâ’ya] delil olmada eşittir. Teşbihin hal
diliyle gerçekleştiğini iddia edenler, hiç kuşkusuz, ‘siz anlayamazsınız’derken
Allah Teâlâ’yı yalanlamıştır.
‘Allah Teâlâ’nın yasaklarına saygı
gösterenler için bu davranış Rabbinin katında daha hayırlıdır:219 Başka bir ifadeyle bu davranış, Allah
Teâlâ’nın nişanlarını yüceltmekten daha iyidir. Bu yorum, ayette geçen ‘daha
iyi’ kelimesini nişanları yüceltenler ile Allah Teâlâ’nın yasaklarına saygı
gösterenleri ayırt etmek için mukayese anlamında kabul ettiğimizde böyledir.
Çünkü Allah Teâlâ’ya saygı asildir. Allah Teâlâ, yüceltilen sebeplerden farklı
olarak özü gereği yüceltilmeyi Hakk eder. Çünkü bir delili araştıran insan için
o delil özü gereği incelenen bir şey değildir. İnsan delilin gösterdiği şeye
gitmek için delilden hareket eder ve ayrılır.
Bu nedenle, âlem de Allah Teâlâ’ya
bir delildir. Çünkü biz, âlemden Allah Teâlâ’ya gideriz. Hakkı âleme delil
yapıp O’ndan âleme geçmemiz ise uygun değildir ve böyle bir şey doğru olmaz.
[Alemden Allah Teâlâ’ya gidebileceğimizi belirten] ‘Kendini bilen Rabbini
bilir’ derken peygamber sözü ne kadar yücedir! Allah Teâlâ ise ‘...a
bakmazlar mı’220 deyip
kendilerinde kalmak için değil, Allah Teâlâ’ya kanıt edinmemiz için
yaratıkları tek tek sayar. İşte, Allah Teâlâ’nın yasaklarıyla Allah Teâlâ’nın
nişanları arasındaki fark budur.
Ardından bir kez daha Allah Teâlâu
Ekber [Allah Teâlâ en büyüktür] deriz. Bunun gayesi, üstünlük bildirmek değil, Allah
Teâlâ’nın yasağım yüceltmektir. Bu durum dilce bilinir ve anlamı ‘Allah Teâlâ pek
büyüktür’ demektir. Bu ikinci ifade, ‘Allah Teâlâ şundan büyüktür’ anlamına
gelmez. Öyleyse Allah Teâlâ, sebepleri koyan ve onlarm yüceltilmesini emreden
Büyük’tür. Yüceltilmesi özünden ve kendisinden kaynaklanmayan bir şeyin
büyüklüğü geçicidir ve yok olucudur. Öyleyse bir sınırlama ve mukayese
olmaksızın, genel anlamda Büyük, Allah Teâlâ’dır.
Bu ise, ezanda şart koşulan ikinci
tekbirdir ve o bu iki tarzda [yorumla] yapılır. Müezzin tekbir ifadesini dört
kez okursa, tek bir tekbirin ikilenmesi duyu ve akıl bakımından zikrettiğimiz
tarzda olur. Başka bir ifadeyle dil, üstünlük lafzıyla O’nu yücelttiği gibi
akıl bakımından da O’nu büyültür. Bu durumda insan, dille ‘Allah Teâlâ en
büyüktür’ dediği gibi akla göre de ‘en büyük Allah Teâlâ'tır’ der. Yani, Allah
Teâlâ duyu ve akıl kanıtına göre en büyüktür. Ardından, diğer tekbir duyu ve
akıl bakımından ikilenir ve müezzin ‘Allah Teâlâu Ekber’ der. Allah Teâlâ
üstünlük anlamında olmaksızın Büyük’tür. ‘Allah Teâlâu Ekber.’ Yani, Allah
Teâlâ akıl bakımından üstünlük bildiren bir anlamda olmaksızın, dince ve
saygınlığı gereği Büyük’tür. Açık olan bir şeyi bildirmek anlamındaki ezandaki
tekbiri dört kez okuyan kimsenin müşahedesi budur.
Müezzin kendisine duyuracak şekilde
gizlice şöyle der: ‘Eşhedü en la-ilahe illellah, eşhedü en la-ilahe illellah [Allah
Teâlâ’dan başka ilah olmadığına tanıklık ederim]Bu esnada müezzin, kanıtı önce
içinden düşünüp ardından onu söyleyen ve hasmının karşısında ilan ederek dile
getiren ya da başkasına bu delilin bağlamını bildiren kimse gibidir. Bu durum,
bu tanıklığı dile getiren müezzinin Allah Teâlâ’nın bilgisinden perdelenmiş ve
kendilerine konuşma gücü verilmiş sebepleri gördüğüne tanıklık eder. Söz konusu
sebepler, bilgisizlikleri nedeniyle kendiliğinde hakikati algılamaktan ya da
gaflet perdesi nedeniyle her şeyi Allah Teâlâ’nın celaline izafe etmek
gerektiğini algılamaktan perdelenmiştir.
Bilgisiz ya da hafife alan kimse ise,
-ki hafife almak da bilgisizliğin bir türüdür‘Ben sizin
en büyük Rabbinizim’221 ya da ‘benden başka
ilahınız olduğunu bilmiyorum'’222 der. Bu kişi, gerçekte yalancı
olduğunu bilen bir yalancı olabilir. Fakat o [Firavun] ‘kavmini küçümsemiş,
kavmi de kendisine itaat etmiştir.’ Bu kişi ‘ben falancayı nimetlendirdim’,
‘ben falancayı idareci yaptım’, ‘ben falancaya okumayı ve yazmayı öğrettim, ben
olmasaydım hiçbir şey öğrenmeyecekti’ der. Sonra Allah Teâlâ’nın ‘Yaratan
yaratmayan gibi midir, düşünmezler mi?’223 veya ‘Ey insanlar!
Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize
ibadet ediri224 dediğini
duyar. ‘Bizden öncekiler5, var olmamıza -sebep değil‘vesile’ olan
araçlardır.
Kur'an-ı Kerîm sebepler vesilesiyle
değil de, sebepler sayesinde var olduğumuzu düşünenlere yönelik olarak şöyle
der: ‘Bile bile Allah Teâlâ’ya ortak koşmayın.'225 Aljah önce sebepleri, sonra onlar
vesilesiyle sizi yaratmıştır. Müezzin kelime-i şehadeti okurken şöyle der: ‘Allah
Teâlâ’dan başka ilah olmadığına tanıklık ederim.’ Başka bir ifadeyle, Allah
Teâlâ’dan başka Yaratıcı yoktur. Böylece insan; Allah Teâlâ’nın dışında kendi
adına ilahlık iddiasında bulunan herkesin ilahlığını reddederek onu kendisini Hakk
eden için kabul etmiştir. Allah Teâlâ ile beraber ilahlık iddiasında bulunan
bir insan, Allah Teâlâ’ya ortak koşan kimse gibidir. Ezanda kelime-i şehadeti
okuyan kimse ise, akıl, din, duyu ve anlam bakımından [ilahlığın] Allah
Teâlâ’ya ait olduğuna tanıklık eder. Bütün bunlar, tıpkı bir kanıtı önce
tasavvur eden kimse gibi, [öncelikle] kendisine yöneliktir. Ardından, öğrenen,
iddiacı, ‘Rahman Kuran'ı öğretti’226 veya ‘İnsanı yarattı, ona açıklamayı
öğretti’227 gibi ayetlerden
habersiz olan kimselere duyurmak için yüksek sesle okur. Böylece, sebeplerin
hükmünü ortadan kaldırır. Şehâdetin iki ya da dört kez okunmasının anlamı
budur.
Aynı durum, ‘Eşhedü enne Muhammeden
rasulullah’, ‘Ben tanıklık ederim ki Muhammed Allah Teâlâ’nın peygamberidir’
ifadesi için geçerlidir. Müezzin kanıtın verisiyle birliğe tanıklık ettiğinde,
[kendisini Hakka] yaklaştıracak tarzda değil, bilgi yönünden bir tanıklık
etmiştir. Çünkü insan, bu ifadeyi söylemenin ve onun hakkındaki bilgiyi
araştırmanın Allah Teâlâ’ya yaklaştıracağını sadece aklıyla bilemez. İnsanın
[aklıyla öğrenebileceği] bilgiden nasibi, kendisinin bilme özelliğiyle
bilgisinden daha üstün olacağıdır. Bu bilgiyi ve böyle bir bilgiye ulaştıran
her kanıtı bilgisize öğretmek ve inatçıyı susturmak üzere açıklamak, böyle bir
nefsin bunu yapmayanın nefse karşı bir üstünlüğüdür. Çünkü akıl neyin Allah
Teâlâ’ya yakınlaştıracağını (öğrenme) gücü yoktur. Bu nedenle Allah Teâlâ katından
peygamber gelmiş ve Allah Teâlâ’ya yaklaşmayı sağlayacak şekilde söylemeyi,
gizlice ve sessizce söylediğinde ifade üzerinde düşünmeyi ya da yüksek sesle
okuduğunda ise başkasına öğretme ve onu ikna etmeyi öğretmiştir. Böylelikle bu
davranış, bilgi iken aynı zamanda [peygamber öğrettiği için] bir ibadet haline
gelir. Bilgili bir mümin ezan okuduğunda ya da müezzin gibi ‘Muhammed'in Allah
Teâlâ’nın peygamberi olduğuna tanıklık ederim’ dediğinde, bu söz, bir bilgi ve
ibadet olur. Sıradan insan ise, taklit ederek ve bilene uyarak söyler.
Ezanda peygamberlik hakkındaki
tanıklığın iki veya dört kez okunmanın hükmü ise, tevhit tanıklığını hükmüyle
belirttiğimiz mertebelerde birdir. Müezzin dört kelimeyi de her defasında aynı
tarzda olmak üzere Basralıların ezanı gibi üç kez okursa, birinci kerede
onları bilerek, ikinci defada öğreterek -çünkü ilan etmektedirüçüncü defada
ise, ibadet olarak söylemektedir. Bütün bunlar bilme, öğretme ve ibadettir.
Basralılar, Kûfeliler, Hicazlılar ve
Medineliler arasındaki yegâne , görüş ayrılığı, üç kez okuma ve okumanın aynı
tarzda olmasıdır. Bütün bunlar, tıpkı güneş tutulması için kılınan namazdaki
[küsuf] görüş ayrılıkları gibi, hepsi sünnettir ve insan serbesttir: Dilediği
tarzda okur. Bizim görüşümüz budur.
Allah Teâlâ iki şehâdetten [kelime-i
tevhit ve peygamber hakkındaki tanıklık] sonra iki kere ‘haydin namaza’ demeyi
emretti. Birincisiyle kendimizi, İkincisiyle başkasını davet ederiz. Bunun
anlamı, Rabbiniz ile münacata yönelin demektir. Bunun için temizlenin, ilk
okunuşta mescidere geliniz. Mescitte bulunan için bu ifade ikinci kez
okunduğunda, ‘kalplerinizi temizleyin ve Rabbiııizin huzurunda bulunun’
denilir. Çünkü onun evindesiniz ve O’na yakarmak için kendisine yöneldiniz.
Aynı şey, ‘haydin kurtuluşa’
ifadesinin iki kez okunmasındaki iki yorum ve değerlendirmeye göre geçerlidir.
Müezzin, mescidin dışındakine ve mescittekine, kendisine ve başkasına ‘sizi
azabından nimetine, perdesinden tecelli ve görmesine ulaştıracak şeyi yapmaya
koşunuz’ der. İkinci kez okunduğunda ise, ‘sizi nimette ve müşahedenin hazzında
sürekli yerleştirecek şeyi yapmaya yöneliniz’ der.
Ardından müezzin ‘Allah Teâlâu Ekber,
Allah Teâlâu Ekber’ der. Bunu, hem kendisi hem başkası için hem mescitte
bulunup namazı beldeyen ve hem de mescidin dışında işiyle ilgilen kişi için
söyler. [Kendi işiyle ilgilenen kimseye yönelik olarak] Müezzin ‘Allah Teâlâ
içinde bulunduğunuz işten daha büyüktür’ der. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ,
‘haydin ifadesiyle size emredilen namaza, kurtuluşa ve bekaya yönelmekten engelleyen
işlerinizden yüceltilmeye daha layıktır’ der.
Müezzin ikinci tekbiri dört kez
okumaz, çünkü o birinci gibi değildir. İkinci tekbir ve ‘haydin’ [hayya ale]
ifadelerinin amacı, bu yakınlıktır. Akıl ise, onu tek başına algılayamaz. Bu
yakınlık, sadece şeriat tarafından bildirilebilir. Bu nedenle müezzin, ‘hayye
ale’yi ya da ikinci tekbiri dört kez okumaz; kendisine ve başkasma, mescitte
bulunana ve bulunmayana hitap ettiği için, iki kere okur.
Müezzin
‘La-ilahe illellah, Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur’ der ve ezanı mutlak
birlikle bitirir. Ezan, içlerinde kula ait sayılan fiillerin de bulunduğu pek
çok durumü içerir. Namaza çağrılan insanın içinde bu fiilleri sadece gerçekte
kendisine ait oldukları için yapmaya çağrıldığı duygusu meydana gelebilir.
Çağıran [müezzin] da aynı duyguya kapılabilir. Böylece, bazı kimselerin
[Eşariler] zannettiği gibi, yaratmak bakımından fiili kendisine nispet
etmesinden korkulur. Allah Teâlâ ise, yaratma sadece kendisine özgü olsun
diye, bu fiili de [ya da insanı] mutlak birliğini gösteren kanıtlardan biri
yapmıştır. Nitekim şöyle buyurur: ‘Yaratan, yaratmayan gibi midir?
Düşünmez misiniz?,m '
Bu duygu, her insanın içindeki gizli
ilâhlık olduğu gibi aynı zamanda Allah Teâlâ’nın bağışladığı ‘gizli şirk’tir.
Böylece ezan, iki, üç ya da dört kez okunmaksızm, birlemeyle sona erdi. İşte
bu, peygamberlerin Allah Teâlâ’dan ve Allah Teâlâ katından getirdikleri mutlak
birliktir. O, ‘Allah Teâlâ’nın peygamberinin ve önceki bütün peygamberlerin
söyledikleri en üstün kelimedir.’ Böylece bütün dinleyiciler, Allah Teâlâ’dan
başka ilâh olmadığının farkına varır. Müezzin de, salt birliği istediği için,
Hakkı birler. Her ezanda tevhide ilave edilen şey meşrudur.
Sabah
ezanında sevabın belirtilmesine gelince -ki o müezzinin ‘namaz uykudan daha
hayırlıdır’ demesidir-, bazı insanlar bunu meşru ezanın bir parçası sayıp
dikkate almışken, bazı insanlar onu Hz. Ömer’in bir eylemi sayarak dikkate
almamış ve benimsememiştir. Biz ise, Hz. Ömer’in fiili olsa bile, din
bakımından onu kabul ediyoruz. Çünkü Şari [Peygamber], ‘Kim iyi bir adet
başlatırsa’ ifadesiyle onu onaylamıştır. Biz, o ifadenin dince geçerli iyi bir
adet olduğundan kuşku duymuyoruz. Bu yorumla ‘namaz daha hayırlıdır’ ifadesi
ezanın sünnet olan bir parçasıdır. Bazı kimselere göre ise, ‘sünnet, peygamber
zamanında yapılmış, onun bildiği ya da onayladığıdır5 veya ‘bizzat
peygamberin sünnet yaptığı şeydir.’ Böyle düşünen kimselere göre, bir şey bu
özellikte ise ‘sünnet’ sayılabilir. Yine de, burada dikkate alınacak bir görüş ayrılığı
olmadığı gibi bü değerlendirme de bizim görüşümüze zarar vermez. ,
Ezana cen hayırlı amele
geliniz’ ifadesini eklemeye gelince, bu da, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem zamanında yapılmış ise kabul edilebilir. Bir rivayette, Hendek savaşında
ezan böyle okunmuştu, insanlar hendek kazarken namaz vakti gelmişti. Namaz, bir
hadiste yer aldığı gibi, en önemli iştir. Bunun üzerine müezzin ‘haydi en
hayırlı amele, hendektekiler!’ diye bağırdı. Dolayısıyla bu ifadeyi ezandan
sayan kimse hata etmemiş, bilakis rivayet doğru ise, ‘kim iyi bir adet
başlatırsa, onu işleyenlerin ödülünü alır’ hadisine uymuş demektir. Bunu
mekruh görenler ise, sadece taassup nedeniyle mekruh saymış ve kabul edenlere
karşı insaflı davranmamıştır. Nefislerin tuzaklarından Allah Teâlâ’ya
sığınırız.
FASIL-VASIL
Ezanın Hükmü
Bazı bilginler ezan
okumanın vacip, bazıları güçlü sünnet olduğunu
iddia etmiştir. Vacip olduğunu iddia edenlerin bir kısmı, onu herkesin yerine
getirmesi gereken bir farz sayarken bir kısmı ise, bazı kimselerin yerine
getirmesiyle sorumluluğu kalkan farz [farz-ı kifaye] saymıştır. Bir kısmı
ise,, ezanın sadece Cuma namazı kılınan camilerde farz olduğunu ileri
sürmüştür ki, İmam Malik’in görüşü budur! Kendisinden gelen bir rivayette ise,
Malik ezanı güçlü sünnet saymıştır. Yalnız kılan kimseye ise, ezanı ne sünnet
ne farz saymıştır. Bazı bilginler, ezanı herkese farz saymışken bazı bilginler
yolcu olsun veya olmasın cemaatle kılan herkese farz saymıştır. Bazıları ise,
sadece yolculuktaki insana farz saymıştır. Bazıları ise, yalnız kılana ve
cemaade kılana sünnet olduğunu iddia etmiştir. Bu görüşteki bilginler, cemaatte
kılanlar için ezanı güçlü sünnet saymıştır.
Bütün bilginler, ezanın şehirde güçlü
sünnet veya farz olduğunda görüş birliğine varmıştır. Şeyhimiz Ebu Abdullah b.
As -İşbiliye müezziniydi (dellal)de bu görüşteydi. Kendisinden bunu defalarca
duydum. Şöyle derdi: ‘Bir şehir halkı ezan okumamak ya da bir sünneti topluca
bırakmak hakkında görüş birliğine varırsa, onlarla savaşmak farzdır.’ Bu görüşüne
ise şöyle bir hadisten kanıt getirirdi: Allah Teâlâ’nın peygamberi bir
toplulukla savaşacağı zaman, sabahı beklerdi. Ezan duyarsa savaşmaz, duymazsa
hücum ederdi.’ |
Bu konunun bâtınî yorumu şudur:
Herkesin görevi, şeriat ortaya konulduktan sonra kendisini ve başkalarını Allah
Teâlâ’ya itaat etmeye davettir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Malik
b. Hüveyris ve arkadaşına şöyle demişti: ‘Yolculuktayken ezan okuyun ve kamet
getirin.’ İnsan, Allah Teâlâ’nın kendisini yarattığı andan itibaren dünyada ve
ahirette yolculuktadır. İnsanın hiçbir zaman yerleşik olması uygun değildir,
insan tek bir nefesten fazla yerleşik [aynı zamanda kendi varlığını sürdüren]
olsaydı, Allah Teâlâ’nın onun hakkındaki fiili işlevsiz kalırdı. Allah Teâlâ
ise, her nefes yaratıkları hakkmda ‘bir iştedir.’ Söz konusu iş, her varlıkta
özel bir şekilde bulunan Hakkın bir eseridir.
Allah Teâlâ gizli ve büyük eserlerini
göstersin. Onu bilenler Allah Teâlâ katında ne kadar değerlidir! Dünya ve
ahirette nefeslerini kontrol etmekten mahrum kalan kimse pek çok hayrı
kaçırmıştır.
FASIL-VASIL
Ezanın Vakti
Bilginler, sabah
namazının dışındaki namazlarda vakit girmeden ezan
okunmayacağı konusunda görüş birliğine varmıştır. Sabah namazında ise görüş
ayrılığı vardır. Bazı bilginler bunun caiz olduğu görüşündedir. Başka bir
ifadeyle, fecirden önce sabah namazı için ezan okunabilir. Bazı bilginler ise,
bunu kabul etmemiştir. Ben de bu görüşteyim. Çünkü vakitten önce okunan ezan,
bana göre namazın vaktinin girdiğini bildirmek anlamında bir ezan değil, ezanın
formunu zikretmekten ibarettir.
Bilal, gece ezan okurdu ve Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem Ramazan aymda ya da başka bir vakitte oruç tutmak
söz konusu olduğunda ‘Bilal’in ezanı sizi yemekten ve içmekten engellemesin’
derdi. ‘Çünkü Bilal gece ezan okuyabilir. [Peygamberin diğer müezzini olan
âmâ] Ümmü Mektûm ‘ezan okuyuncaya kadar yiyin ve için.’ Ümmü Mektûm âmâ bir
adamdı ve ‘sabah oldu, sabah oldu’ denilinceye kadar, ezan okumazdı. ,
Bence ezan, vakit girdikten sonra
okunabilir. Bazı bilginler, sabah namazı için iki ezan gerektiği görüşündedir:
Biri vakitten önce, diğeri vakitten sonra. Ebu Muhammed b. Hazm ‘sabah için
vakitten sonra bir ezan gerekir’ demiştir. ,
Bu konunun bâtınî yorumu şudur:
Nefislerin Allah Teâlâ’ya çağrılması, gerçekte Allah Teâlâ’dandır. Varlıklar
tarafından çağrılmaları ise, gafil veya bilgisizlere göredir. Onlar, kendileri
farkında değil iken, ilahi isimlerin altında ya da ilahi yönlendirmenin altında
bulunan kimselerdir. Bu nedenle ‘gerçekte’ dedik.
Vaktin, başka bir şeyin kendisinde
hükümran olamayacağı bir otoritesi vardır. Bu nedenle, hükme konu olan kimsede
vaktin otoritesinin ortaya çıkması gerekir. Bu ise, o vakte özgü ilahi isimdir.
Müezzinin farz olacak şekilde insanları namaza çağırması, ancak vakit girdikten
sonra söz konusu olabilir. Bu durumda müezzin ‘basiretli bir şekilde Allah
Teâlâ’ya çağıran’ kimselerden olabilir. Çünkü ezan, her vakte uygun özel bir
duadır.
Müezzin vakti gelmeden insanları
[namaza] çağırdığında, insan bir bilgisizliğe düşer. Çünkü müezzin, onu
[bulunduğu vaktin] hükmünün etkisinden çıkaracak bir şeyle çağırmıştır. Ezanı
dinleyen insan, o hükmü içinden gözetmekteydi. Dolayısıyla, bulunulan vakitte
hangi ilahi ismin vaktin sahibi olduğu belli olsun diye, vakit girdikten sonra
çağrılmak gerekir. Bakınız! el-Mün’im [nimetlendiren] isminin hükmü girmezden
önce, şükretmen geçerli midir:1 İçinde bulunduğun vaktin [ya da hal]
nimet olup sende bulunmakla vakti girdiğinde, el-Mün’im’e şükretmeye
çağrılırsın.
Sabah namazı hakkında ise, görüş
ayrılığı olmuştur, bunun nedeni dinleyenin Şari’nin bu hatırlatmadaki
maksadının ne olduğunu bilmemesidir. Çünkü o, diğer namazların aksine, vaktin
sahibi için bir çağrıdır. Çünkü gece uyku vakti olup insanlar uyuduğundan,
uyanmaları için diğer çağrı şart koşulmuştur. Öyleyse bu çağrı, uyanmak ve ille
vaktinde sabah namazını kılabilmek için hazırlanmak için bir çağrıdır. Dolayısıyla
namaz vakti girmezden önceki ezan, bir teşvik ve harekete geçirme çağrısıdır.
Bu çağrı, namaz için belirlenmiş ezanın tarzmda kabul edilmiştir. Bunun anlamı,
‘uyarılmanız ve farkına varmanız için, sizi namaz için çağırdık’ demektir.
Namaz vakti girdiğinde ise, vaktin
girdiğini bildirmek şarttır. Bunun nedeni, duyanların vaktin başlangıcının
girdiğini bilmemeleridir. Çünkü vaktin girdiği, insanların çoğu için
belirsizdir. Çünkü ‘insanların çoğu bilmez.’ Böylelikle, vaktin girdiğini
belirten ezan sayesinde vaktin girmiş olduğunu öğrenirler.
Aynı şey, [etkisi akında bulunduğu]
ilahi ismin hükmünden habersiz insana göre meselenin bâtmî yorumunda da
geçerlidir. Davetçi, onu yönlendiren ilahi bir hükmün altında bulunup Allah
Teâlâ’dan başka kimsenin güç ve kuvvet sahibi olmadığını belirtmekle söz konusu
insanı gaflet uykusundan uyandırır. Gaflet uykusundan uyanıp aklıyla düşündüğünde,
hangi ismin vaktin [hal] sahibi olduğunu anlar. Böylece kişi, hakkında bu
ilahi ismin hakikatinin gereğine göre o isme kulak verir. Allah Teâlâ şöyle
buyurur: ‘Akıl sahipleri öğüt alsın diye:229 Başka bir ayette ise ‘Hatırlat,
çünkü hatırlatmak müminlere fayda verir’230 buyurur.
Sabah namazından önceki ezanın,
vaktin girdiğini bildiren meşru ezan değil, ezan formunda bir hatırlatma ve
çağrı olduğu kanaatine varmamızın nedeni, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in ‘Bilal gece çağırır5 deyip ‘ezan okur5 dememiş
olmasıdır. Kuşku gerçekleştiğinde de Ümmü Mektûm için ‘nida eder5
demiştir. Çünkü Ümmü Mektûm amâ idi ve ‘sabah oldu5 denilmeden ezan
okumazdı. Yani, sabahın yaklaştığı ona bildirikrdi. Bu hadisi rivayet eden kişi
şöyle der: ‘Bilal’inki ile Ümmü Mektûm5un nidası arasında birinin
inip diğerinin çıkması ölçüsünde bir süre vardı.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem Ümmü Mektûm’un ezanını da bu ihtimalden dolayı [ezan yerine] ‘nida’
diye isimlendirdi. Arap dilinde fasihlik, aynı bağlamda aynı sözlerin
kullanılmasında ortaya çıkar. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Bilal için
‘geceleyin nida eder’ dediği için, Ümmü Mektûm hakkında da ‘nida eder’
kelimesini kullanmıştır.
Vardığımız görüşü İbn Ömer’in hadisi
destekler. İbn Ömer ‘Bilal fecrin doğumundan önce ezan okurdu’ demiş ve böylece
durum kanıtıyla onu [nida yerine] ‘ezan’ diye isimlendirmiştir. Hadisin
devamında şöyle der: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Bilal’a dönüp
‘Dikkat ediniz! Kul uyuyor’ diye nida etmesini emretmiştir.’ Böylece, insanlara
namaz vaktinin henüz girmediğini bildirir. Çünkü meşru ezan, namaz vaktinin
girmesi nedeniyle okunabilir. Bilal’ın [okuduğu şeyde] ezanı kastettiği ve duyanların
vakti dışında namaz kılabilecekleri anlaşılınca, ezanda yanıldığını insanlara
bildirmesi emredildi.
Bu nedenle geceleyin ezan okuyan
müezzinler [ezanlarında] duaya, hatırlatmaya, Kur’an ayetlerini okumaya,
öğütlere, dünyayı küçümseyen şiirlere, ölümü ve ahireti hatırlatan ifadelere
yer verir. Böylece ezanlarını duyan insanlar, onların [vaktin girdiğini
bildirmek için değil] Allah Teâlâ’yı zikretmek amacıyla ezan okuduklarını
anlar. Daha önce belirttiğimiz gibi, bu ezan, vaktin girmesi nedeniyle değil,
uyuyanları uyandırmak için okunur. Vaktin girdiğini bildiren ezanı okumaya
ise, sesiyle tanınan özel bir müezzin tahsis edilir.
Meselenin bâtınî yorumu, Allah Teâlâ
ehli için hallerin çeşidenmesiyle ilgilidir. Böyle bir durumda, isimlerin
verdiği halleri ayırt etmelerini sağlayacak bir takım belirti ve alâmeder
gerekir.
FASILLAR
Ezanın Şartları
Bazı bilginler,
ezanın şardarı sekizdir deyip onları saymış ve
sonra şöyle demişlerdir: ‘Ezan okuyan bir insanın yerleşik olması şart mıdır,
değil midir? İkincisi, ezan esnasında müezzinin konuşması caiz midir, değil midir?
Üçüncüsü, müezzinin abdestli olup olmaması şart mıdır, değil midir? Dördüncüsü,
müezzinin kıbleye dönmesi şart mıdır, değil midir? Beşincisi, müezzinin ayakta
durması şart mıdır, değil midir? Altıncısı, binekli kişinin ezan okuması mekruh
mudur, değil midir? Yedincisi, müezzinin yetişkin olması şart mıdır, değil
midir? Sekizincisi, ezan karşılığında ücret alınır mı alınmaz mı?
Şeriat
bilginleri, bu şartlarda görüş ayrılığına düşmüştür. Kıyas ve rivayederle
ilgili tartışmalardaki kanıdan ise, sağlam ya da zayıf olabilir. Bizim
görüşümüz şudur: Ezan bu şardar bulunsa da bulunmasa da, geçerlidir. Bu şardar
bulunur ve bir engel olmazsa, onları kullanmak daha üstündür. ,
^ -
Zikredilen bütün şartlar ile ilgili
bâtınî yoruma gelirsek, bilmelisin ki: Davetçi, Hakkın kendisiyle Hakka
çağırdığı ilahi isim olabilir. Ö, çağırdığı hangi halde bulunursa bulunsun,
Hakkın önünde ayakta duran davetçinin aynıdır. Bazen davetçi, [Hakk isminden]
başka bir isim olabilir. Dolayısıyla ‘ezan okuyan kimsenin [tek bir isim olmak
anlamında] yerleşik olması şart değildir.’Çünkü bu şartın sağlanması güçtür.
Davetçi Hakka çağırırken, ya Allah
Teâlâ karşısında saygının gereği ya da üzerindeki bir yükümlülükten
kaynaklanarak ertelenmesi mümkün olmayan bir nedenle konuşabilir veya
konuşmayabilir. Bu, kendisini davetçi olmaktan çıkaracak şekilde, dinleyen
insanın anlayışına zarar vermediğinde söz konusu olabilir, ikinci şartın
yorumu budur.
Davetçi bazen haliyle davet eder -ki
bu [ezan okuyan insanın] temizliğidir-. En faziledi olanı budur. Bazen, sahip
olmadığı bir özellikle davet eder. Bu ise, her bakımdan daha hayırlıdır. Allah
Teâlâ yolunun yolcularından ve en büyüklerinden biri olan Hasan b. Ebi’l-Hasan
el-Basri şöyle der: ‘Kendisine öğüt vermeden başkasına öğüt verilmeseydi, hiçbir
zaman kimse kimseye öğüt veremezdi.’ Kötülük yapan insan da, kötülükten
sakındırmakla sorumludur. Bunu yapmazsa, iki kötülük kendisinde bir araya
gelir. Bunu bilmelisin. Üçüncü şartın yorumu budur.
Davetçinin çağrısıyla Allah Teâlâ’nın
rızasını amaçlaması, en faziletli davranıştır. Dünyevî bir amaç taşıması da
kendisini Allah Teâlâ’ya çağırmaktan engellemez, fakat ilki daha üstündür.
Dünyevi bir amaçla Allah Teâlâ’ya davet eden insanın çağrısıyla da bir duyanın
yararlanması umulur. Ardından o kişi dua eder, bu dua sayesinde onu davet eden
insan mutluluğa erer. Bu da, ezan okurken kıbleye yönelmek gibidir ki, dördüncü
şarttır.
Davetçinin, kendisine çağırdığı
kimsenin [Allah Teâlâ] haklarını yerine getirmek için ‘ayağa kalkması’,
çağrısını yaparken ‘oturması’ndan daha üstündür. Bu da beşinci şartın
yorumudur.
Davetçi insanları Hakka çağırırken
kulluğunun ve horluğunun farkında olmalı mıdır? Yoksa, nefsinin izzetine,
büyüklenmesine ve kendini beğenmesine bakar bir halde mi bulunmalıdır? Bu
durum, bir binek üzerinde ezan okuyan kimsenin durumuna benzer. Davetçinin
horluğunun farkına varması daha üstündür. Bu ise, altıncı şartın yorumudur.
Bilgiye ulaşmazdan önce davetçinin
başkasmı davet etmesi uygun mudur? Yoksa, çağırdığını tanımadan [başkasını] davet
etmemeli midir? Bu durum, ezan okumak için yetişkinliğin şart koşulmasına
benzer ve yedinci şartın yorumudur.
Allah Teâlâ’ya davet eden kişi, bu
çağrısından dolayı ücret almamak zorunda mıdır? Bize göre, ücret almaması daha
üstündür. Fakat ücret alırsa da, caizdir. Çünkü Allah Teâlâ’ya davet makamı,
bir ücreti gerektirir. Kavmini davet eden her peygambere şöyle denilir: ‘De ki:
Davetime karşı sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretimi Allah Teâlâ verir.’231 Ayet, peygamberin çağrısına karşılık
ücreti onaylamış ve peygamber de, ücreti, davet edilenden değil, Allah
Teâlâ’dan istemiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, davetini
ulaştırmada bizden ücret olarak sadece ‘akrabayı sevmeyi’ istedi. Burada kast
edilen şey, Peygamberin ailesini ve yakınlarını sevmek, her nasll olurlarsa
olsunlar peygamberden dolayı kendilerine ikramda bulunmaktır.
Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Karşılığında bir şey almaya en Hakk
sahibi olduğunuz şey, Allah Teâlâ’nın kitabıdır.’ Bu ifadeyi, yılanın soktuğu
bir insana Fatiha suresi okuyup onun iyileşmesine vesile olan birine söylemiştir.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem: ‘Benim içinde ondan bir pay ayırın’
demiştir. Yani bu iyileştirmenin karşılığında aldığımız ücretten bana da pay
ayırınız. Öyleyse vaaz ve hatırlatmasıyla kulları Allah Teâlâ’ya davet eden
bir insan bu davranışı karşılığında bir ücret alırsa, aldığı ücret onundur.
Çünkü o, bütün peygamberlerin tanıklığıyla, ücret almayı gerektiren bir iş
yapmıştır. Ücretini insanlardan almayıp Allah Teâlâ’dan isterse, bu da onun
hakkıdır.
Peygamberlerin [tebliğ
karşılığındaki] ücrederini insanlardan değil Allah Teâlâ’dan istemelerinin
nedeni, onları tebliğde görevlendirenin bizzat Allah Teâlâ olmasıdır. Bu
nedenle ücret vermek, çağrılana değil, Allah Teâlâ’ya düşer. Yılan sokmuş
hastayı iyileştiren ise ücretini hastadan almıştır, çünkü bu iş için kendisini
kullanan bizzat hastadır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem: ‘bana da bir
pay ayırın’ demiştir, çünkü yılan sokmuş kimseyi tedavi edeceği şeyi [Fatiha
suresi] kendisine veren peygamberdi. Bu hadise yakın bir hadis olan Büreyre
hadisinde Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin ‘onun için sadaka, bizim
için hediyedir’ demesidir. Çünkü [peygambere verilmekle] gerçek yerine ulaşmış olur.
Bu da, sekizinci şartın yorumudur.
Bu ücret, efendinin kölesi için
belirlediği ilahi bir lütuftur. Kölenin, kendisini çalıştırdığı işte
efendisine karşı bir ücret Hakk etmesi yakışmaz. Köle, efendinin malı ve
mülküdür. Efendisi ise, yaptığı işe karşılık ona bir ücret ihsan eder. Fakat
efendi, yaptığı amele karşı bir ücret belirlemekle kölesine ihsan ve lütufta
bulunur. Bu işin esas nedeni, kölenin de [ilahi] ‘surete göre’ yaratılmış
olmasıdır. Çünkü kölelerimiz de bizim kardeşlerimizidir. Anlayasın!
Allah Teâlâ’yı bilenlerin ücreti ise,
Allah Teâlâ’nın emrettiği tebliği tamamlayıp döndüklerinde, efendilerini
müşahede etmektir. Çünkü onlar, bu en yüce müşahededen ayrı kalıp var olanları
görmek nedeniyle üzülmüşlerdi. Bu nedenle Allah Teâlâ da, kendisine
döndüklerinde müşahedelerinin artacağını taahhüt etmiş, onlar da [davetleri
karşılığında] ücretlerinin Allah Teâlâ tarafından verileceğini insanlara
bildirmişlerdir.
FASIL-VASIL
Ezanı Dinleyenin Durumu
Şeriat bilginleri bu konuda görüş ayrılığına düşmüştür. Bazıları,
dinleyenin kelimesi kelimesine müezzinin okuduğu ezanı tekrarlaması gerektiğini
söylemişken bazıları ‘hayya ale [haydin]’ ifadesine gelinceye kadar
tekrarlamak, burada ise ‘la havle vela kuvvete illa billah [Allah Teâlâ’dan
başka güç ve kudret sahibi yoktur]’ demek gerektiğini iddia etmiştir. Ben, ilk
görüşü benimsiyorum ve o daha doğru olandır. Şu var Ki Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’in ‘hayye ale’ ifadesi hakkında bir ifadesi varsa, ben onu da
benimserim. Dolayısıyla dinleyenin her kelimede müezzinle paralel gitmesini
şart görmüyorum. Dilerse her kelimenin ardından müezzinin söylediğini
tekrarlar, dilerse müezzin tamamladığında söylediklerini tekrarlar.
Tekrarlama, mescittekiler namaz
vaktinin girdiğini bilmeden önce, minarede ya da mescidin kapısında ya da
mescidin içinde kendiliğinden vakit girdiğini bildirmek için ezan okuyan
müezzinin ezanıyla ilgilidir. Ezan okuması zorunlu olan müezzin budur. Mescitte
cemaat arasında ezanı dinleyen ezan okuyucular ise, [müezzin değil] ezanın
formuyla Allah Teâlâ’yı zikreden kimselerdir. Dinleyenin bu gibi kimselerin
söylediğini tekrarlaması gerekmez. Çünkü, bize göre, o da müezzinin söylediğini
tekrarlayan dinleyici gibidir. Dolayısıyla müezzinin okuduğunu dinleyenin
söylediğini tekrarlamamız bize emredilmemiştir.
Bu konunun bâtınî yorumu şudur: Allah
Teâlâ peygamberinin şöyle söylediğini aktarır: ‘Ben ve
bana tabi olanlar basiretle Allah Teâlâ’ya davet ederiz.’232 Müezzinin Allah Teâlâ’ya davetçi
olduğunda kuşku yoktur. Ardından şöyle der: ‘Bana uyanlar.’ Onlar, tıpkı
peygamberin çağırması gibi, kulları Allah Teâlâ’yı birlemeye ve O’na itaate
çağıran peygamberin dışındaki insanlardır. Böyle bir insan, Şari’nin bir şey
eklemeden ve eksiltmeden müezzinin söylediğini olduğu gibi tekrarlamayı emrettiği
müezzini dinleyenlere benzer. Allah Teâlâ’ya davet eden insan da, O’nun
indirilmiş ve dile getirilmiş şeriatını anlatıcı olarak peygamberin çağrısına
hiçbir şey eklemeden davet etmelidir. Bu durum Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in şu ifadesinde dile getirilen durumdur: ‘Benden bir kelime duyup onu
öğrenen ve duyduğu gibi başkasına ulaştıran kimsenin yüzü ak olsun! Belki
ulaştırılan kişi, benden duyandan daha iyi anlar’.
Bu konuda insanlar görüş ayrılığına
düşmüştür. Kastettiğim, bu hadis üzerinde bir hadisin anlam bakımından
aktarılmasıyla ilgili görüş ayrılığıdır. Bence doğrusu, ravi anlam yoluyla
aktardığım belirtmediği sürece, genel olarak caiz olmadığıdır. Çünkü anlam
yoluyla hadisi aktaran kişi, bize peygamberin sözünden anladığını aktarır. Allah
Teâlâ’ya, görüş birliği sağlanmış rivayetlerin dışında, başkasının anlayışıyla
ibadet edemeyiz. Arapça bilmeyen yabancı için ise Kur'an-ı Kerîm böyle
değildir. Anlam yoluyla hadisi nakleden kişi, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in sözünün aynısını nakletmiş olabileceği gibi biz de aktarılan hadisten
ravinin anladığını ya da daha çoğunu ya da azını ya da onun anladığının zıddını
anlayabiliriz. Öyleyse en uygunu, Kur'an-ı Kerîm’i aktardığımız gibi hadisi de
lafzıyla aktarmaktır.
Allah Teâlâ’ya davet eden kişi,
peygamberin gaybe ait durumlar hakkında getirdiği haberlere herhangi bir şey
eklemez. Şu var ki onun, Allah Teâlâ’nın kendisine öğretmesiyle gaybe ait bir
şeyin bilgisine ulaşırsa, [başkasını] ona davet etme hakkı vardır. Fakat söz
konusu şey, bize tevatür [yalanda ittifak edemeyecekleri kabul edilen bir
çoğunluğun rivayeti] yoluyla gelen, başka bir ifadeyle kesin bilgi ifade eden
bir yolla ulaşan şeriatın kabullerini ortadan kaldırmayan bir bilgi olmalıdır.
Müezzinin söylediğinin benzerini
söylemenin bâtını yorumu, buna göre değerlendirilir. Müezzin ‘Allah Teâlâu
Ekber’ dediğinde dinleyici ‘Subhanallah [Allah Teâlâ’yı tenzih ederim]’ derse, Allah
Teâlâ’nın peygamberinin emrine uymuş sayılmaz. Allah Teâlâ’nın peygamberinin
emrine uymayan ise, Allah Teâlâ’nın emrine uymamıştır. Çünkü Allah Teâlâ şöyle
der: ‘Peygambere itaat ediniz.’233 Başka bir ayette ise ‘Peygambere
itaat eden, Allah Teâlâ’ya itaat etmiştir’23* buyurur. Allah
Teâlâ’nın peygamberi, bize müezzinin söylediğinin aynısı tekrarlamayı emretti.
[Allah Teâlâu Ekber denilince] ‘Subhanallah’ diyen iyi bir şey söylemiş olsa
bile, doğrusu peygamberin emrine uymaktır. Dinleyen ‘Allah Teâlâ Kebir’ dese
de, müezzinin dediğini tekrarlamış sayılmaz. Müezzin [Allah Teâlâu Ekber yerine]
‘Allah Teâlâ kebir’ deseydi -ki bunu söyleyip söyleyemeyeceğinde görüş ayrılığı
vardırdinleyen kendisini tekrarlamış olurdu. Müezzinin ‘Allah Teâlâ Kebir5
demesini caiz görenler, dinleyenin de müezzinin söylediğini tekrarlamasını şart
koşmuştur. Dinleyici ‘Allah Teâlâu Ekber’ derse, hiç kuşkusuz, tevatür yoluyla
nakledilmiş ve hükme bağlanmış meşru ezanı söylemiştir. İnsanın ‘Allah Teâlâ
Kebir’ demesiyle ‘Allah Teâlâu Ekber’ demesi arasında büyük fark vardır.
Öyleyse bir zorunluluk dışında,
rivayetlerin söylendiği şekilde aktarılması gerekir. Zorunluluk hali ise,
rivayetin dilini bilmeyenler için rivayetin tercümesidir. Kur'an-ı Kerîm söz
konusu olduğunda ise, önce yazılı halinin aktarılması ve Mushaf ta yer aldığı
gibi lafzın tekrarlanması gerekir, ardından tercüme edilir. Böylece insan,
[tercümesiyle esas metin arasında] bir farklılığa yol açmaz ve tercümede bir
okuyucu (takipçi) değil, yorumcu olmaktan kurtulur. Kuran’ın dışındaki
rivayetler ise, anlam ile örtüşen en yakın anlamla tercüme edilir. Nitekim peygamber
hadislerinde böyle yapılmalıdır.
FASIL-VASIL
Kamet Getirmek
Kamet getirmenin
bir hükmü ve niteliği vardır. Kamet hakkında
insanlar görüş ayrılığına düşmüştür. Bazıları, kametin hem cemaat hem de herkes
için ezandan daha güçlü sünnet olduğu görüşündedir. Bazıları ise, kametin farz
olduğunu söylemiştir. Bu görüş, zâhir ehlinden (fakihler) bazı bilginlerin
görüşüdür. Farz derken kametin namazın farzlarından biri olduğunu
kastetmişlerse, kamet olmazsa namaz geçersiz olur. Bunu kastetmemişlerse, namaz
geçerlidir ve kameti yapmayan kişi günahkârdır. Bu görüşteki bazı insanların
kamet yapılmadığında namazın geçersiz olacağını iddia ettiklerini gördüm. Bazı
âlimler ise, kaşıdı olarak kameti terk edenin namazının geçersiz olacağını
iddia etmiştir ki, İbn Kenane’nin görüşü budur.
Meselenin bâtını yorumu şudur: Allah
Teâlâ için ‘kamet235 [ayağa kalkmak, bir emri yerine getirmek]’,
farzdır ve gereklidir. Allah Teâlâ’nın kendisini yerine getirmemizi emrettiği
bir şeyde, durum kanıtlarına göre hareket ederiz. Durum kanıtı emrin vacip
olduğunu gösterirse, onu vacip sayarız. Örnek olarak: ‘Dini ayakta
tutun (ikame) ve görüş ayrılığına düşmeyin*136 ya da ‘namazı
dosdoğru kılın (ikame ya da kamet)’’237 ya da ‘ölçüyü
adaletle yapın (ikame)’23* gibi ayetlerde yer alan [ikame etmek
anlamındaki] emirleri verebiliriz. Vacibin tanımı budur [bu ayederdeki emir
zorunluluk bildirir]. Öyleyse hüküm verirken ölçüyü tercih etmek, en üstün
davranıştır. Çünkü bu durumda Allah Teâlâ’nın emrine bağlanmış olursun. Vacibin
tanımı ve sınırı olan tam ‘doğruluk [ikamet]’ özelliği taşımadığı sürece, ölçü
tercih edilmiş olamaz. Bundan sonra tercih edilebilir. Tartıda hile yapan
kimse, tercih edenin yaptığı gibi, vacibin gerçekleşeceği şekilde tartıyı
‘doğruluk’ sınırına ulaştırmış olmaz.
Tercih edeni tercih yaptığı için
değil, ölçüyü tam gerçekleştirdiği için överiz. Sonra, tercihinden dolayı da
bir kez daha onu överiz. Öyleyse, tercih yapan, iki bakımdan övülür. Teraziyi
ortaya koyması bakımından övülmesi daha üstündür. Çünkü bu övgü, zorunlu emri
yerine getirmekten kaynaklanır. [Emir olan teraziyi koyduktan sonra] Tercihten
dolayı övülmesi ise, bu konudaki emri farza yorumlayanlardan başkası için
nafiledir. İkinci durum, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin bir konuda hüküm
veren hakkında söylediği şu hadisinde dile getirilir: Tarttığında, tercih yap.’
Öyleyse Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in emri tercihle ilgili olduğu
gibi söz ve fiiliyle de bunu pekiştirmiştir. Durum kanıtı nedeniyle emir zorunluluk
anlamına gelmezse, ‘tartıyı’ ortaya koymak [farz mıdır, değil midir] buna göre
değerlendirilir.
Bu yorum, bu kitabı okuyan ve ortaya
koyduğumuz görüşlere göre hareket edenlere Allah Teâlâ’nın dininde yarar
sağlayan bir değerlendirmedir. Allah Teâlâ’ya hamd olsun, bu kitapa dince
belirlenmiş olandan başka hiçbir şey koymadık. Sözü uzatmamak için kanıdan
sunmaya fırsat bulamadık. Fakat Allah Teâlâ’ya hamd olsun, Cüneyd-i
Bağdadî’nin ‘bizim ilmimiz
Kitap ve Sünnet ile sınırlıdır’
demesi gibi, Kitap ve Sünnet’in dışına çıkmadık.
Kametin nasıl yapılacağına gelirsek,
bazı bilginlere göre başlangıçtaki tekbir çift, geri kalanı bir kez, [cemaat
namaza] kalktıktan sonraki tekbir ise iki kez okunmalıdır. Bazıları ise, ayağa
kalkmayı bildiren ifadenin dışındaki unsurlarda böyle düşünmüştür. Ayağa
kaldırma ifadesi ise, iki kez söylenir. Bazı bilginler ise, çift ya da tek
okumada serbest bırakmış, bazı bilginler hepsinin çift, ilk tekbirin dört kez
okunacağı fikrindedir. Bununla birlikte diğer la-ilahe illelah ifadesinin tek
okunacağında görüş birliği vardır.
Konunun bâtınî yorumuna gelirsek; iki
kez okumayı kabul eden, yani ilk okumaya ilave yapan kişi, ezanda zikrettiğimiz
mertebelerle [kametteki dereceler] birdir. Bu nedenle, başka bir yoruma
gitmiyoruz. Çünkü şeriatta kamet, başka bir lafızla değil, ezanın lafzıyla yer
almıştır [dolayısıyla yorumları eşittir]. Bir tek kamet cümlesi bunun
dışındadır. Bu cümleyle kamet ezandan ayrılır ki, o da, ‘kad kameti’s-salat
[namaz başlamıştır] ifadesidir. Bu ifade, geçmiş zamanı bildirir. Namaz [dua]
ise, gelecek zamandır.
Öyleyse kamet, namazı beklemek için
mescide gelen, namaza gelmek için yolda bulunan, namaz için abdest alan veya
namaz kılmak için abdeste başlamasa bile abdeste niyetlenen kullar için Allah
Teâlâ’dan bir müjdedir. insan bu hallerin birinde vefat ederse, namazı
kılmamış olsa bile, kılmış gibi ödül alır. Bu nedenle Şari bu gayeyi
gerçekleştirmek için geçmiş zaman lafzını kullandı. Namaz fiilen kılındığında
ise, insan bilfiil namaz kılmış kimsenin sevabını alacağı gibi aynı zamanda
namaza gelmezden önce bu aşamaların birinde ölmüş kimsenin elde edeceği de
ücreti alır. Bir rivayette şöyle denilir: “Namazı beklediği süre içerisinde
insan namazdadır.’ Bu nedenle Şari, geçmiş zaman lafzını zikretmiştir. Bu da ‘namaz
başladı’ ifadesinde yer almıştır.
Namazın ‘ikame edilmesi [bilfiil
kılınması]’, bütün unsurlarının tamamlanması ve yetkinleşmesidir. Başka bir
ifadeyle, [kametin geçmiş zamanla ifade edilmesinin anlamı] namaz farz
kılındığı gibi sizin adınıza tamamlanmış ve bitirilmiştir. Namaza girip ikinci
kez ödüllendirildiğinizde ise, namazın bilfiil kılınışındaki bu ücret ilk ücret
gibi olabileceği gibi böyle olmayabilir de. Çünkü namaz kılan insan, namazını
yetkin kılmak yerine, eğri (eksik) kılabilir. Bu durumda ücreti de, amelinden
önce yazıldığın 111 aksine, namazın kılınışı bakımından eğri yazılır. Allah
Teâlâ’nın kullarına yönelik ihsanının ne kadar büyük olduğuna bakınız! Bunun
nedeni ise ‘(de ki) Yetkin delil, Allah Teâlâ’ya aittir™9 ayetidir. Allah Teâlâ
gerçekleşmezden önce kulun namazı eksik kılacağı hakkındaki bilgisine göre
ücretini verseydi, kul şöyle diyebilirdi: ‘Namazı kılıncaya kadar beni
yaşatsaydın, en yetkin şekilde kılardım.’ Bu nedenle Allah Teâlâ, kuluna en
yetkin şekilde kılmış gibi sevabını vermiştir. Bundan dolayı, övgü ve minnet Allah
Teâlâ’yadır.
FASIL-VASIL
Kıble
Müslümanlar kıbleye, yani Kâbe’ye yönelmenin namazın
geçerlilik şartlarından biri olduğunda görüş birliğine varmıştır. Bu konuda benden
önce görüş birliği olmasaydı, kıbleye yönelmeyi bir şart olarak kabul
etmezdim. Çünkü ‘Nereye dönerseniz Allah Teâlâ’nın
yüzü oradadır’240 ayeti,
Kâbe’ye yönelme emrinden sonra inmiştir ve bu ayet, hükmü kalkmamış muhkem
(anlamı açık ve kesin) bir ayettir. Fakat Kâbe’ye yöneime['nin namazın
geçerlilik şartı olması] hususunda görüş birliği gerçekleşmiştir. ‘Her
nereye dönerseniz Allah Teâlâ’nın yüzü oradadır’24' ayetinin
ise, kıbleyi bilmeyen şaşkınla ilgili olduğunda görüş birliğine varılmıştır.
Söz konusu kişi, hiçbir görüş ayrılığı olmaksızın, kendi içtihadına göre kıble
sandığı yere yönelerek namaz kılar. Kıldıktan sonra başka bir yöne yöneldiğini
anlarsa, bu konuda görüş ayrılığı olsa bile, namazını tekrarlamaz. Bu durum,
temizlenme imkânı bulamayan kimsenin durumundan farklıdır. Öyle bir insan
hakkındaki görüş ayrılığı namaz kılıp kılamayacağıyla ilgilidir.
insan Kâbe’yi gördüğünde, farz olanın
gözünü Kâbe’nin binasına çevirmek olduğunda görüş ayrılığı yoktur. Kâbe’yi
görmediğinde ise, bilginlerimiz bu konunun iki noktasında görüş ayrılığına
düşmüştür: Birinci nokta farz olanın göz mü, yoksa yön mü olduğudur. İkinci görüş
ayrılığı noktası ise, farzın isabet etmekle mi yoksa içtihat etmeyle mi sınırlı
olduğudur? Kastedilen şey, gözü şart koşanlara göre, gözün [Kâbe’ye] veya yönün
isabetidir.
Kimi bilginlere göre farz olan göz,
kimi bilginlere göre ise yöndür. Ben ise gözün değil, yönün [Kâbe’ye
dönmesinin] farz olduğu fikrindeyim. Çünkü gözün Kâbe’yi tutturmasında ve
isabet etmesinde güçlük vardır. Allah Teâlâ ise ‘size
dinde bir güçlük çıkarmadı’242 buyurur. Yön derken de şunu kast
ediyorum: Namaz safı uzun olup Kâbe görülemeyebilir. Böyle bir durumda, bütün
insanların gözlerini Kâbe’ye çeviremedikleri halde namazları geçerli olmuştur.
Bu anlaşılır bir durumdur.
Konunun bâtınî yorumu şudur: Kıblede
sınırlama, kulu kendi seçiminden uzaklaştırmak demektir. Çünkü kulun ve Allah
Teâlâ’dan başka her şeyin aslı, zorunluluk ve mecburiyettir. Hatta kulun seçim
sahibi olması, seçiminde mecbur (zorlanan) olmasıdır. Allah Teâlâ ise,
dilediğini yapandır. Bu durum ‘seçer’243, ‘dileseydik’244 gibi ayederden bilinir. Allah Teâlâ,
bilgisinin belirlediği şeyi yapar ve bilginin değişmesi ise imkânsızdır. Allah
Teâlâ şöyle buyurur: ‘Benim katımda söz değişmez. Ve ben
kullara zulmedici değilim.’24* Başka bir
ayette ise, ‘en güçlü delil Allah Teâlâ’ya aittir’246 buyrulur.
Ben, Allah Teâlâ’nın bu ifadesini
derinden araştıran birini görmedim. Bunun nedeni, anlamının son derece açık
olmasıdır. Çok açık olduğu için de kapalıdır. Bu kitapta ona dikkat çektik ve
açıkladık. Çünkü bu konu, kader sırrıdır. Bu meseleyi öğrenen kimse, Allah
Teâlâ’nın kullarına karşı, kullarında ve kullarından dolayı hükmettiği ve
uyguladığı hiçbir konuda Allah Teâlâ’ya karşı gelmez. Bu nedenle Allah Teâlâ
şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ, yaptığından sorumlu
değildir. Onlar ise yaptıklarından sorumludur:’247 (Bilgisini) Allah Teâlâ’dan öğrenen
akıllı biriysen, maksadı anlatmak için bu ayet yeter!
İncelediğimiz meselenin bâtındaki
yorumuna dönüp şöyle deriz: Namaz, Allah Teâlâ’nın huzuruna girmektir. Sağlam
bir rivayette ‘Namaz nurdur’ buyrulur. İnsanın dışında olduğu gibi içinde de
gözü vardır. Dolayısıyla namazda bir kqfınin olması gerekir. Namaz kılarken
insana açılacak şeylerden biri, kendisine ait gördüğü seçiminde zorunlu olduğunu
öğrenmesidir., Bütün davranışlarında zorunlulukla hareket etsin diye, Allah
Teâlâ insan için namazında ve bütün ibadetlerde eşyadaki sınırlılığı ortaya
koymuştur. Zorunluluk, her şeyi kuşatan bir esastır ve burada hiçbir varlığı
dışarda tutmuyorum. Bu durum ‘göz sahibi ve gördüğü halde kulak veren’ kimse
için böyledir. İnsan mubah konularda bile özgür
değildir. Çünkü mubah için zorunluluk
ya da mendup ya da haram ya da mekruh gibi mubah olmaktan başka bir hüküm
verilemez.
Bu nedenle Şari, namaz esnasında
-görüyorsaKabe’ye dönmeyi, görmediğinde ise yönünü oraya çevirmeyi emretti.
Kâbe’yi görmedi. ğinde yapmakla sorumlu olduğu şey, gözünü değil, yönünü
Kâbe’ye isabet ettirmektir. Farz olanın gözü Kâbe’ye çevirmek olduğunu söyleyenlere
göre bile durum böyledir. Çünkü kula emredilen, namazında, hatta bütün hareket
ve duruşlarında Allah Teâlâ’dan başkasını görmeyecek şekilde kalbiyle Rabbine
yönelmektir. Hakkın zatının ve hakikatinin bir yaratılmış tarafından
bilinemeyeceğini anladık. Öyleyse kişinin kalbiyle Hakkın zatına yönelmesi de
imkânsızdır. Başka bir ifadeyle, akıllı kişinin Allah Teâlâ’yı hakikati
bakımından bilmesi imkânsızdır. Ö’nu sadece mümkün bakımından bilebilir. Bu
ise, mümkünün Allah Teâlâ’ya muhtaç olması ve Allah Teâlâ’nın ise ondan farklı'olmasıdır.
Bu farklılık, Allah Teâlâ’nın mümkün bir yaratığın nitelendiği tarzda
yaratıkların özellikleriyle nitelenmemesidir. Çünkü ‘Allah Teâlâ’nın benzeri
yoktur.’ Dolayısıyla akıllı kişi, Allah Teâlâ’yı ancak selbi [olumsuzlama]
olarak bilebilir. İşte göz ile değil, yön ile dönmek gerekir dememizin sebebi
budur.
Yönün [ya da gözün] Kıbleye isabet
etmesi değil, içtihadın isabet etmesi farzdır [Kâbe’yi belirlemede galip zanna
göre hareket etmek gerekir] . Bu nedenle içtihat eden insan, her durumda ücreti
Hakk etmiştir. Bize göre, amelî konularda içtihat olduğu gibi itikadî konularda
da içtihat vardır. Bu iki alanda bir fark yoktur. Bize göre bu ve benzeri konularda
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in müçtehit hakkındaki ‘isabet edebilir
de, yanılabilir de’ demesinin anlamı, müçtehidin isabet etmesi görmeyle değil,
yönle ilgilidir. Bu konuda isabet eden müçtehit yönü kabul eden kimse, yanılan
ise gözün Kâbe’ye isabet etmesini kabul edendir:
Çünkü çöllerde gece ya da gündüz
vakitlerinde yoğun bulut olmadığında bile yönü tutturmak kesin bilgiyle değil,
ancak tesadüfle gerçekleşir. Gözle [kıbleyi] tutturmak, daha da güçtür. Biz, Allah
Teâlâ’ya gözetleme (rasat yöntemi, Astronomi) ya da şehirlerin uzunluk ve
genişliklerinin kendilerinden çıkarıldığı gözetlemeye dayanan hesaplama yöntemiyle
ibadet etmiyoruz (geometri). Çünkü bunları kabul etsek bile, her durumda kesin
bilgiye sahip olamayız. Böylece yükümlüye farz olanın isabet etmek değil,
içtihat olduğu anlaşılmıştır. Öyleyse kıldıktan sonra
öğrenmesi koşuluyla, namaz kılıp yönü
tutturamayan kimsenin namazı yinelemesi gerekmez.
Meselenin bâtınî yorumu da şöyledir:
Kişi teorik araştırmanın hakkını verdiğinde, -idrak edememe’ye ulaşır ve ona
inanır. Ortada sadece acizlik vardır. Hakk ise, gayret gösterdikten [içtihat]
sonra herkesin inancındadır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘AUah
ile beraber hakkında delili olmadığı başka bir ilaha dua eden kimse.™* Anlayasın!
Hakk, ‘kulunun kendisi hakkmdaki zannına göredir.’ Şu var ki mertebeler,
derece derecedir. Allah Teâlâ ise, kullarının birinin [inancında] bulunup
diğerininkinde buUmmamasına yol açacak şekilde kendisini zabt eden bir
nitelikte sınırlanmayacak kadar geniş, yüce ve büyüktür. Hakkın genişliği,
öyle bir şeyi [bir inançta bulunup diğerinde bulunmamak] kabul etmez, çünkü Allah
Teâlâ şöyle der: ‘Nerede olursanız, 0 sizinle beraberdir.’249 Başka bir ayette ise ‘Nereye
dönerseniz Allah Teâlâ’nın yüzü oradadır5250 buyrulur.
Bir şeyin yüzü, o şeyin hakikati ve zatı demektir.
Allah Teâlâ bir kişinin inancında ya
da onunla beraber bulunup başka birinin katında yâ da onunla beraber
bulunmasaydı, Allah Teâlâ’nın inancında veya kendisiyle beraber bulunmadığı
kişi Rabbine değil, vehmine ibadet ederdi. Allah Teâlâ ise, şöyle der: ‘Rabbin
sadece kendisine ibadet edilmesine hükmetti (kaza):21' O’ndan
dolayı ilahlara ibadet edildi. Dolayısıyla herkes, ibadetiyle Allah Teâlâ’yı
amaçlar. Allah Teâlâ’dan başka hiçbir şeye kendisinden dolayı ibadet edilmedi. Allah
Teâlâ’ya ortak koşan müşrik, Hakkın katından belirlenmemiş özel bir yolla
kendisi için bir ibadet geliştirdiği için yanılmış, bu nedenle bedbaht
olmuştur. Çünkü onlar ortak yaptıkları şeyler hakkında ‘Onlara
bizi Allah Teâlâ’ya yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz’252 demiş, bunu itiraf etmişlerdir.
Alemde akıldan zerre miktarı nasiplenmiş hiç kimse, genel anlamda işlevsizliği253
[Tanrı-tanımazlık] tasavvur edemez. İşlevsizliğe inanan kimse, [genel anlamda
değil], başka birinin kabul ettiği bir niteliği reddeder.
Öyleyse, görüyorsa evin kendisine, görmüyorsa
Kabe’nin bulunduğu yöne doğru yönelen kimse, -kendisine emredildiği
gibikalbinde, duyusunda ve hayalinde Rabbine yönelmiş demektir. Bununla beraber
insan, şanına yaraşır şekilde Allah Teâlâ’yı bilmekten mahrum kalır. Çünkü bir
rivayette belirtildiği gibi, namaz kılan kişi ‘Kıblesinde Hakk ile yüz yüze
gelse’ bile Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah
Teâlâ arkalarından onları kuşatır.’254 Binaenaleyh Allah Teâlâ, öne geçen
ve doğru yolu gösterendir. Allah Teâlâ, ‘herkesin perçemini tutandır’, ‘dostdoğru
yola ulaştıran’, ‘günahkârları cehenneme sürükleyen’, ‘bütün işlerin kendisine
döneceği kimsedir.’ Artık ‘O'na ibadet et ve tevekkül et. Rabbin onların
yaptığından habersiz değildir.’
FASIL-VASIL
Kabe’de Namaz
Bazı bilginler
Kâbe’nin içinde namaz kılmayı genel olarak kabul
etmemiş, bazıları genel olarak kabul etmiş, bazı bilginler ise nafile ve farz
namazları ayırt etmiştir. Herkesin dayandığı bir kanıtı vardır.
Şari’nin bize bildirdiği ve
kendisiyle Allah Teâlâ’ya ibadet ettiğimiz zâhirdeki hükmü onaylayıp bâtınî
yorumu göz ardı etmediğimize göre, şöyle deriz: Kabe’nin içinde namaz kılmak,
Hakkın işitmesi, görmesi, dili, eli ve ayağı olduğu kimsenin durumudur. Fakat
bu durum, her organı yaratılış gayesinde kullanmayla gerçekleşir. Doğru sözlü
kişi [peygamber], hadisinde bunu böyle kayda bağlamıştır. ‘Kalbi olan kimse
için bunda öğüt vardır.’
Güvenilir bir rivayette Şari’nin (Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem) durumunun böyle olduğu bildirilmiş, keşif de
duyanlar için bu rivayede nafile ibadetler ve onların sonuçları hakkında bunu
desteklemiştir. Bu nedenle, bir rivayette geçtiği gibi, Kâbe’ye girdiğinde Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem yer değiştirmiştir (değiştirerek namaz kılmıştır).
Kâbe’nin dışında ise, farz namazı, binek üzerindeyken binek kendisini nereye
yönlendirirse oraya göre kılardı. ‘Nereye
dönerseniz Allah Teâlâ’nın yüzü oradadır.
İşin gerçekte bizim gördüğümüz ve
gözlediğimiz gibi olduğunu anladık. Bu makamı müşahede etmenin verisi budur.
Böylece bu makamdaki insan, O’nu başkasının duyması [duyma gücü] olarak
gördüğü gibi kendi duyması olarak da görür. Bu şahıs için gerçekleşen keramet,
keşif ve farkına varmaktan ibarettir. Yoksa Hakk onun duyma gücü değildi de,
[bu makama ulaştıktan sonra] şimdi öyle olmuş değildir. Allah Teâlâ, geçici
durumlardan münezzehtir. Bu konu, Allah Teâlâ ile ilgili konuların en
çetinlerinden biridir.
Zâhirde bu hükmü onaylayan kimse,
Kabe’nin içinde farz ve nafilesiyle bütün namazların kılınabileceğini düşünür.
Çünkü Allah Teâlâ’dan başka şeyler Allah Teâlâ’nın tutuşunun (kabza) dışına
çıkamaz. Allah Teâlâ, onların var edeni, hatta varlıklardır. Onlar, Allah
Teâlâ’dan varlık kazanmıştır. Varlık, Allah Teâlâ’dan farklı olmadığı gibi
O’nun dışında olan ve bu dıştaki şeyden mümkünlere verilmiş değildir. Böyle bir
şey imkânsızdır. Bilakis Allah Teâlâ, Varlıktır [Hüve’l-Vücûd]. Dıştaki şeyler
O’nunla ortaya çıkmıştır.
Bir şair peygamberin huzurunda şöyle
bir mısra okumuş ve peygamber de dinlemiştir:
Yemin olsun ki Allah Teâlâ
olmasaydı ne doğru yolu bulurduk Ne sadaka verirdik, ne de namaz kılardık ^
Allah Teâlâ’nın peygamberi de, bu
sözü beğenmiş ve onu onaylamıştır.
Dolayısıyla biz, [varlığımızın nedeni
olarak] Allah Teâlâ’ya bağlıyız ve doğru bir rivayette yer aldığı gibi O’na
aidiz. Kendimize ve mümkün oluşumuza baktığımızda, O’ndan çıkarız. Mümkün
oluşumuz, Allah Teâlâ’ya muhtaçlığı gerektirir. Çünkü Allah Teâlâ, varlığından
ihsan ederek bizi dışta var edendir. Bu durum, ‘Nereden çıkarsan
yüzünü Mescid-i Haram yönüne dön’256 ayetinin bâtını yorumudur. Ayetin
[herkesi bağlayacak] tefsiri şudur: Nerede namaz kılarsan kıl, Mescid-i Haram’a
yönel. [Bağlayıcı olmayan] İşari yorumu ise, ‘varlığa çıktığın yönden’
demektir. Başka bir ifadeyle, yokluktan varlığa çıktığın andan itibaren [O’na
yönel]. Bâtınî yorumda ise şöyle denir: Haktan mümkün oluşuna ve zatını görmeye
her ne şekilde çıkarsan çık, ‘yüzünü Mescid-i
Haram’a dön.’257 [Bu yorumla]
Allah Teâlâ şöyle der: Muhtaç ve mecbur olarak, kendisinden çıktığın kimseye
bakarak ve yönelerek dön. Çünkü O’ndan başka bir mekânın yoktur.
Hakka bak! Bir yandan önündeyken, öte
yandan O’nu seni ihata etmiş olarak bulacaksın. Böylelikle Hakk, mudaklık ve
sınırlılığı birleştirmiştir. Sen, O’ndan çıktığını zannedersin. Gerçekte ise,
ancak O’na yönelmişsindir. O, senin ardından seni ihata eder. İlahi isim ve
hallerden ‘hangisinde bulunursanız’ bulunun, ‘yüzlerinizi O’na çevirin.’ Yani,
zadarınızı O’na doğru çevirin ve O’ndan yüz çevirmeyin! Bir şeyin yüzü, o
şeyin zatı ve kendisi demektir. Haktan yüz çevirmek, yokluğa düşmektir ki, o
da, kötülüğe düşmektir. Nitekim varlık, saf iyiliktir. Hakk varlıktır.
Yaratılmışlar ise yokluktur. Şair Lebid şöyle der:
Dikkat ediniz, Allah
Teâlâ’dan başka her şey yok olucudur (batıl).
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem bu mısra hakkında ‘Arapların söylediği en doğru söz’ demiştir. Şiirde
geçen batıl, yokluk demektir.
Bu ayetin zâhirdeki hükmü şudur: Bu
konuda bir engel ve yasak bulunmadığı için farz namaz, Kabe içinde kılınabilir.
Çünkü bir rivayette ‘Nerede namaz vakti girerse, orada namaz kılın’ denilir.
Namaz kılınamayacak yerler, dinin belirlediği mekânlardır. Bu mekânlarda ise,
özleri gereği değil, sahip oldukları bir özellik nedeniyle namaz kılınmaz. Öyle
bir mekân şeriatın hükmüyle [taşıdığı özellik] ölçüsünde namaz kılınabilecek
yerlerin dışına çıkar.
‘Çıktığın yerden5258 ayetine
gelince, Kâbe’den veya başka bir yerden çıkıp namaz kılmak istersen, ‘yüzünü
O'nun tarafına çevir.™9 Namaz falarken yüzünü Kâbe’nin
bulunmadığı başka bir yöne çevirme! O halde senin kıblen, Kâbe’den yöneldiğin
kısımdır. Oradan çıktığında ise, kendisini görsen de görmesen dekıblen Kâbe’nin
senin paralelinde olan kısmıdır. Sen zatmla Kâbe’nin bütününe yönelemezsin.
Çünkü onun zatı seninfanden cisim bakımından daha büyüktür. Öyleyse Kabe’nin
içinde namaz kılmak, onun dışında namaz kılmak gibidir ve arada bir fark
yoktur. Sen Kâbe’nin içindeyken de bir yöne yönelirsin. Kâbe’nin içinde
bulunduğun sürece, kendisine arkanı döndüğünü düşünerek, kuruntuya kapılma.
Çünkü [Kâbe’nin içindeki] namazın hükümlerinden söz edilirken ‘arkayı dönmek’
değil, yüz çevirmek zikredildi.
Biz yükümlüye, Şari’nin dile
getirdiği şeylere göre davranırız. Bize göre bir şeyi emretmek, o şeyin zıddını
yasaklamayı gerektirmez. Çünkü Şari onu dile getirmemiştir. Şari emrettiği
şeyin zıddını dile getirse ve zikretseydi, biz de onu kabul ederdik. Allah Teâlâ’nın
emrettiği bir şeyi yapmasan, O’na isyan etmiş olursun. Bir şeyi emretmek onun
zıddını yasaklamak anlamına da gelseydi, bu durum, insan [bir emri yerine getirmemek
nedeniyle] iki suçu ya da emredilen şeyin zıddı ölçüsünde pek çok suçu işlemiş
olurdu. Böyle bir şeyi ise, [din bilginleri arasında] kabul eden yoktur,
insan, ancak emredileni yapmadığında ya da yapılmaması emredilen şeyi
yaptığında sorumludur. Öyleyse insan, tek bir sorumluluk, tek bir günah
sahibidir ve ‘Ancak onun benzeriyle cezalandırılır.,26°
Bu konu [Kâbe’nin içinde namaz
kılmak] zâhirî ve bâtınî, Hakk ve yaratılış, şeriat ve bâtınî yorum bakımından
hakkını elde etmiştir.
‘Allah
Teâlâ, hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’26'
FASIL-VASIL
Avret Yerlerini Örtmek
Bilginler, herhangi bir görüş ayrılığı olmaksızın, ‘genel olarak’ avreti
örtmenin farz olduğunda görüş birliğine varmıştır. ‘Genel olarak’ derken,
namazda ve namazın dışındaki örtünmeyi kastediyorum. Erkek ve kadında
örtünmenin sinirini ise zikredeceğiz.
Bu konudaki bâtın hükmü şudur: Her
akıl sahibi, açıklanmasının bilgisiz ve akılsızları, en yüce ve korunmuş ilahi
makama karşı bir-saygısızlığa'sevk edecek ilahi sırrı ‘örtmelidir.’ Çünkü
avret, meyletmek [yan yatmak, yıkılmaya yüz tutmak] demektir. Bu nedenle
birileri [durumlarına mazeret göstermek için] ‘Evleriniz
avrettir’262 demiştir.
Bunun anlamı, yıkılmaya yüz tutmuş demektir. Söz konusu kimseler, [savaştan]
kaçmak istediklerinde böyle demişlerdi. Allah Teâlâ ise, peygamberinin nezdinde
onları ‘Evleri avret [yan yatmış] değildir. Onlar kaçmak
istiyor’263 ayetiyle
yalanlamıştır. Onlar, bu sözleriyle kendilerini çağırdığın işten kaçmak istedi.
[Şaşı anlamındaki] A’ver kelimesi de buradan gelir. Şaşının bakışı tek bir
yöne odaklanmıştır.
Aynı şekilde, bilgili insanın Hakkın
sırlarım cahillerden ‘saklaması’ gerekir. Bu sırlara örnek olarak, ‘Üç
kişilik grup yoktur ki, Allah Teâlâ dördüncüleri olmasın’264, ‘Biz
ona şah damarından daha yakınız’265, ‘Ben onun
görmesi, işitmesi ve dili olurum’ gibi ifadelerde geçen ilahi sırları verebiliriz.
Bu gibi sırlar, kendilerini duyan bilgisizi [Allah Teâlâ’nın yaratıklarına
yerleşmesi anlamında] hulûl ya da [bazı yerlerde bulunma nedeniyle] sınırlama
gibi sakıncalı görüşlere sevk eder. Hakkın bilginlerin kalplerine şefkat
gösterip celalinin gereği olan genel anlamda ‘âlemlerden müstağnilik hali’nden
peygamberinin diliyle söylediği ‘Acıktım, beni doyurmadın; hastalandım,
ziyaret etmedin; susadım, içirmedin’ gibi [teşbih bildiren] ifadelere
yöneldiği sırlar da gizlenmelidir.
Akıllı kişi, böyle sırları
bilgisizden gizlemeli ve bunu söyleyenin [Hakk] yorumuna hiçbir şey
katmamalıdır. Nitekim Hakk ‘falanca kulum hastaydı, onu ziyaret etseydin beni
orada bulurdun’ ifadesiyle [celaliyle çelişen bu teşbihi] bunu gizlemiştir. Bu
ifade, [açıklanan] birinci cümleden daha problemlidir. Fakat Allah Teâlâ, bu
yorumda Allah Teâlâ’yı bilenlere sahip olmadıkları başka bir bilgiyi
vermiştir. Birinci ifadede [hastalandım, ziyaret etmedin vs.] Allah Teâlâ,
kendisini ‘hastalanan ve acıkan’ kulun kendisi yapmış, ikinci yorumda ise
hastanın yanında bulunmakla hastayı ziyaret eden yapmıştır. Çünkü bir hastayı
ziyaret eden kimse, hastanın yanında bulunur. Bu yorum nerede, kendisini
hastanın aynı yapması nerede? Her ifadenin bir gerçekliği ve ‘her gerçeğin bir
hakikati vardır.’
Bu konuda sıradan insana dönük
gizleme, ‘beni hastanın yanında bulurdun’ ifadesi özelinde ona şöyle demektir:
‘Hastanın hali, sürekli şifayı elinde tutana muhtaç ve mecbur olmaktır. Şifanın
sahibi ise, sadece Allah Teâlâ’dır. Öyleyse hastaya egemen olan şey, sağlıklı
insandan farklı olarak, gelen belayı uzaklaştırmak için her an Allah Teâlâ’yı
zikretmektir. Allah Teâlâ ise şöyle
buyurur: ‘Ben, beni zikredenle beraberim.’
Bu, doğru bir yorumdur ve sıradan bir
insan bununla ikna olur. Bilgin ise, bu konudaki bilgisine göre [bilgisini
gizlemiş olarak] kalır. Hakkın [tenzihten teşbihe] yönelmesinin ve
meyletmesinin sıradan insanın gözünden gizlenmesi böyle olur.
FASIL-VASIL
Namazda Avret Mahallini Örtmek
Bilginler, avret mahallini örtmenin namazın bir şartı olup olmadığında
görüş ayrılığına düşmüştür. Bazı bilginler, avret yerlerini örtmenin namazın
sünneti olduğunu ileri sürerken, bazı bilginler, namazın farzı olduğunu iddia
etmiştir.
Konunun nefisle ilgili bâtını yorumu
şudur: Daha önce avretin anlamını açıklamıştık. Bu meseledeki durum ise şudur:
Sahih rivayederde ‘Namaz kılan kişinin Rabbine münacat ettiği’ ve ‘namazın Allah
Teâlâ tarafından kuluyla arasmda ikiye bölündüğü’ belirtilir. Kulun
fiilleriyle, başka bir ifadeyle, namazda kuldan ortaya çıkan fiillerle namaz
kılanın Hakk olduğunu gören kimse, avret yerlerini örtmeyi namazın farzlarından
sayar. Ona göre böyle bir sır, sıradan insanlara gösterilmez. Burada bu işin
sırrı ve anlamı kast edilir. Sıradan insanlar ona sâdece inanır. Nitekim bir
ayette ‘Onları sadece bilginler anlar’266 denilir. [Allah Teâlâ’nın kulun
fiilleriyle namaz kılmasına] Örneğin bir rivayette, rükûdan başını kaldırırken Allah
Teâlâ namazda kulununu diliyle ‘Allah Teâlâ kendisini övenin övgüsünü işitti’
ifadesini verebiliriz. Halbuki bunları söyleyen, hiç kuşkusuz, kuldur. [Başka
bir örnekte ise] Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ’nın
sözünü dinlemesi için onu komşu edin.’267 [Kur’an-ı Kerim’i] Okuyan, hiç kuşkusuz,
peygamberdi.
Bu konuda bilenlerle sıradan insanlar
arasmda bir mertebe gözetmeyip -dil sınırlarının dışına çıkmadan dinleyenleri
nereye ulaştırırsa ulaştırsınnassın ifadesini dikkate alanlar, avret yerini örtmeyi
namazın -farzlarindan değilL sünnederinden sayar. Bununla birlikte
söz konusu kimselere göre bu ifadeleri anlayanların dereceleri birbirinden
farklı olabilir. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.’268
FASIL-VASIL
Avretin Sınırı
Bazı bilginler,
erkeklerde avret yerinin ‘iki kara yer’ öldüğünü
iddia ederken, bazı bilginler, erkeklerde diz kapağından göbeğe kadarki kısım
olduğunu iddia etmiştir. Bizce erkeklerde avret yeri, sadece ‘iki kara yerdir
[ön ve arka].’
Bu konunun nefsle ilgili yorumu
şudur: İnsanda kötülenen, çirkin ve pis görülen her şey, gerçekte avrettir. Bu
zikrettiklerimizin yeri ise, iki karadır. Öyleyse bunlar, [nefs için] haram
gibidir. Göbekten yukarısı ve dizden aşağısındaki bölgeler ise, kuşkulu şeyler
gibidir. Kuşkulu şeylerden de, uzak durmak gerekir. Çünkü ‘korunun etrafındaki
çoban koruya girebilir.’
Kadında Avretin Sınırı
Bazı bilginlere göre,
yüzü ve avuçlarının dışında kadının her yeri avret bölgesidir. Bazıları bu
görüşü kabul etmekle beraber, ayaklarının avret olmadığını, bazıları ise, her
tarafının avret mahalli olduğunu iddia etmiştir. Bize göre, kadında da avret
bölgesi ‘iki kara’dır. Allah Teâlâ ‘o ikisi
[Adem ve Havva] cennet yapraklarıyla onları örtmeye çalıştı’269 buyurur. Böylece, avret bölgesi olan
‘iki kara’yı [ön ve arka dışkı yerleri] örtmede Adem ve Havva’yı eşit saydı.
Kadına örtünmenin emredilmesi -ki mezhebimiz buduronun [her yerinin] avret
yeri olmasından kaynaklanmaz. Bu emir, örtünmeyi dile getiren dinî bir
hükümdür. Sırf ‘avret’ olduğu için bir şeyin örtünmesi gerekmez.
Meselenin nefsteki yorumu şudur:
Kadın, nefs demektir. Nefs kaynaklı bütün düşünceler avrettir. Kadında yüzü,
iki eli ve ayağı avret bölgesi saymayanlar, yüz bilgi mahalli olduğu için böyle
düşünmüştür. Çünkü bir şeyin ‘yüzü’nü bilmeksizin o şeyi bilemezsin. Bir şeyin
yüzü gizli kaldığı süre, o şeyi bilmemiş olursun. Halbuki o şeyi bilmek zorundasın.
Öyleyse, kendisini bilmek zorunda olduğun şeyin ‘yüzünü’ açmak zorundasın.
Binaenaleyh yüz, avret yeri olmak bakımından örtünmez. Çünkü yüz, avret
bölgesi değildir.
İki el, avuçlardır. Bunlar, ihsan ve
cömertlik yeridir. Senin görevin istemektir. Veren de, verdiğiyle elini
uzatmalı ve avucunu ‘kapatmamalıdır.’ Çünkü o, vermesini istediğin nimetin
sahibidir ve sana nimeti ihsan ettiğinde onu alabilmen gerekir. Cömertlik ve
kerem, din tarafından emredilmiştir. Bir rivayette ‘Veren el, alan elden
üstündür’ denilir. Böylece ifade, isteyen ve verenin elini içermiştir. Öyleyse
verenin ikram etmesi, isteyenin ise alması gerekir.
İki ayağın örtülmesi de zorunlu
değildir ve onlar avret yeri değillerdir. Çünkü iki ayak, bütün bedeni taşıyan
ve onu bir mekândan başka bir mekâna ulaştıran araçlardır. Özelliği hareket
etmek olan bir şeyin örtülmesi ve gizlenmesi güçtür. Bu nedenle, zorunlu olarak
görünmesi ve ortaya çıkması gerekir. Dolayısıyla ayakların örtülen avret yeri
sayılması mümkün değildir.
Namazda Kıyafet
Bilginler, namazda tek bir elbise giymenin kişi için yeterli olacağında görüş
birliğine varmıştır.
Meselenin nefisteki yorumu şudur.
Namazda birleyen, namazda kendisini görmeyendir. Bunun yerine, onu ayakta
tutanın ve oturtanın Hakk olduğunu görür. Böyle bir insan, tıpkı yıkayıcının
elindeki ölü gibidir. Namazda tek elbise giymenin [nefsteki] anlamı budur.
FASIL-VASIL
Sırtı ve Karnı Açık İken Namaz Kılan Erkek
Kimi
bilginler sırtı ve karnı açıkken bir adamın
namaz kılmasını caiz görmüş, bir grup ise namazının caiz olmadığını ileri
sürmüştür.
Meselenin nefisteki yorumu şudur:
Zâhir ve bâtın [iç ve dış], namazda kalbin ve organların amelidir. Adama
namazı esnasında işinin zâhiri ve bâtını açıldığında, artık kendisini namaz
kılıcı olarak görmez. Bunun yerine kendisini ‘kıldırılıyor’ görür. Bu durum,
[sırtı ve karnı, zahri ve batm açık iken erkeğin] namazının geçersiz olduğunu
iddia edenlerin görüşüne benzer. Namaz kendisinden meydana gelmiş olsa bile bu
keşif sahibinin namazı böyle kendisine izafe etmesi mümkün değildir. Bu keşfi
elde edip ‘bu iş ancak böyle olabilir’ -zaten bu kadarlık fiiliyle insan ‘namaz
kılan’ diye isimlendirilirdiyen ise, söz konusu insanın namazının geçerli
olduğunu kabul eden gibidir.
FASIL-VASIL
Namazda Kadının Giymesi Gereken Elbise
Bilginlerin
çoğunluğu, [kadının namazda] baş örtüsü ve entari giymesinin gerekliliğinde
görüş birliğine varmıştır. Açık olarak kılarsa, bazı bilginler, o vakitteyken
ya da daha sonra namazı yenilemesi gerek-
tiğini [kaza], bazı bilginler ise,
sadece o vakitte yenilemesi gerektiğini iddia etmiştir. Cariye söz konusu
olduğunda ise, bazı bilginler onun baş ve ayakları açıkken namaz kılabileceğini,
bazıları ise başını örtmesi gerektiğini, bazıları ise başınıörtmesinin müstehap
olduğunu iddia etmiştir.
Meselenin nefisteki yorumu şudur: Hür
ve köle kadın arasmda hiçbir fark yoktur, çünkü herkes, Allah Teâlâ’nın
mülküdür. Dolayısıyla, Allah Teâlâ’nın karşısında hürriyet yoktur. Yaratıklara
izafe edilen hürriyet, onların Hakkın boyunduruğundan değil, sadece
yaratıkların boyunduruğundan kurtulmaları demektir. Başka bir ifadeyle, hiçbir
yaratılmışın onların kalbine ulaşma imkânı ve kalplerinde etkisi yoktur.
Tasavvuf yolunda hürriyetin anlamı budur. Daha önce namazdaki tek elbiseden söz
etmiştik. Burada ise, başı örtmenin yorumlanması kalmıştır.
Bilmelisin ki: Kadının bâtındaki
yorumu nefs iken baş başkanlık etmek anlamından türetilmiştir. Nefs,
efendisinin onun üzerindeki başkanlığından perdeli olduğu için, âlemde başkan
olarak görünmek ve benzerlerine karşı büyüklenmek ister. Bu nedenle, ‘özü sözü
doğru insanların kalplerinden çıkacak en son şey, başkanlık sevdasıdır’
denilir. Bu nedenle nefse başını örtmek, başka bir ifadeyle başkanlığını gizlemek
emredildi. Çünkü namazdayken nefs, Rabbinin önünde bulunur. Hiç kuşkusuz
sahibin önünde bulunan başkan, yoksunluk mahallinde bulunur. Başkasının yanına
Çıktığında ise, başkanlığını izhar eder. Bu nedenle, köle nefse namazda başını
örtmesi emredildi.
FASIL-VASIL
Namazda Haramdan Kazanılmış Elbise Giymek
Bazı
bilginler, öyle bir insanın namazının caiz
olduğunu belirtmiştir. Ben de, mekruh saymakla birlikte, bu görüşteyim.
Bazıları öyle bir namazın caiz olmadığını iddia etmiş, bazıları ise, vakit
çıkmadan namazın yinelenmesinin müstehap olduğunu iddia etmiştir. Bize göre haramdan
kazanılmış bir elbiseyle namaz kılan insan, namazı caiz olsa bile, helal
olmayan bir elbiseyle namaz kıldığı için günahkârdır. Çünkü bize göre böyle bir
insan, ‘Salih amele günah katıştıran kimselerdendir.’
Bu konunun nefisle ilgili yorumu
şudur: İnsan tüm hallerinde korunmuşluk ve bütün işlerinde Allah Teâlâ’nın
hoşnuduğuna [tevfik] ermek nimetiyle rızıklanmış değildir. İnsan aym vakitte Allah
Teâlâ’nın rızasına mazhar kılındığı işte başarıya ulaşmış iken aynı anda günaha
gireceği bir iş de yapabilir. Buna örnek olarak, Allah Teâlâ’yı kalbi ve
diliyle zikrederken aynı anda dövülmesi günah ya da dövülmesi yasaklanmış birine
eliyle vuran bir insanı verebiliriz. Bu kötü davranış onun Allah Teâlâ’yı
zikrine zarar vermediği gibi zikretmesi de onun günahını ya da bir haram
işlemiş olduğu yargısını ortadan kaldırmaz. Çünkü zikir, o davranışı helal
yapmaz. Bu nedenle, bize göre çalınmış bir evde kılman namaz geçerüdir. Böyle
bir evde namaz kılan insan, bir açıdan günahkâr iken başka bir açıdan sevap
alır.
FASIL-VASIL
Namazda Necasetten Temizlenmek
Bazı bilginler, necasetten (kaba pislik) temizlenmenin namazın
farzlarından olduğunu iddia ederken, bazı bilginler namazın ancak necasetten
temizlenmekle geçerli olabileceğini, bazı bilginler ise sünnet olduğunu iddia
etmiştir. Daha önce, temizlikten söz ederken buna temas etmiştik. Bazı
bilginler, genel anlamda necaseti gidermenin farz olduğunu belirtmiştir. Bu
görüşteki birinin şöyle söylemesi mümkün değildir: Necaseti temizlemek,
namazın geçerlilik ‘şartı’dır. (Şart sayılırsa) öyle bir insanın namazı
geçerliyken necaseti temizlemediği için kıldığı namazda günahkârdır.
Meselenin nefs hakkındaki yorumu
şudur: Necaseti temizlemeyi farz gören kimseye göre necaset, Allah Teâlâ’dan
uzaklaşmayı, namaz ise yakarmak için [Allah Teâlâ’ya] yaklaşmayı gerektirir.
Yaklaşmanın uzaklaşmaya baskın olduğunu düşünen kimseler, necasetin hükmünü ortadan
kaldırmış demektir. Uzaklaşmayı yakınlaşmaya baskm kılan ise, böyle kılınmış
namazı geçerli görmez. En doğrusu şöyle demektir : Kulun halleri çeşididir ve
kul bütünüyle Allah Teâlâ’ya aittir. Kul, kendisinden meydana gelen her şey ile
birlikte Allah Teâlâ’ya aittir. ‘Allah Teâlâ ise kimseye zerrece haksızlık
yapmaz.’ Öyleyse ister necaset ile birlikte namaz kılsın ister kılmasın, namazı
makbuldür. En doğrusu ise, hiçbir görüş ayrılığı olmaksızın, az ya da çok olsa
bile necaseti temizlemektir. Bunun anlamı şudur: insan, gaflet ve darlık
özelliğinde yaratıldığı için, her durumda Allah Teâlâ’nın karşısında huzur
sahibi olamaz. Bunu bilmelisin! Razı olacağı işlere erdirmesini Allah
Teâlâ’dan dileriz.
FASIL-VASIL
Namaz Kılınabilecek Yerler
İnsanların bir kısmı, necaset bulunmayan her yerde namazın kılınabileceği
görüşündedir. Bir kısmı ise, yedi yeri bunun dışında tutmuştur. Bunlar,
çöplük, kesimhaneler, kabir, yolun başı, hamam, deve ağılları ve Kabe’nin
üstüdür. Bazı bilginler sadece mezar ve hamamı, bazıları ise mezarı istisna
etmiştir. Bazı bilginler ise, yasaklanmış bu yerlerde kılmanın namazı
geçersizleştirmeyeceğini ileri sürmüştür. Onlara göre böyle yerlerde namaz
kılmak sadece mekruhtur.
Meselenin nefsteki (batım) yorumu
şudur: Allah Teâlâ ‘Nerede olursanız, O sizinle
beraberdir’270 buyurur.
Namaz kılan kişi, Rabbine münacat etmektedir. Başka bir ayette ise, ‘Onlar
namazlarında süreklidir’27' buyrulur. Hz. Aişe, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in halleri hakkında bilgi verirken şöyle der: ‘Her
anında Allah Teâlâ’yı zikrederdi.’ Hal mensuplarının dışındakiler için, kalbin Allah
Teâlâ’dan perdelenmesinde mekânların bir etkisi yoktur. Allah Teâlâ’dan
perdelenmede etken, gaflet ya da genel olarak bilgisizlik, hal mensupları söz
konusu olduğunda ise haldir.
Namaz kılmanın yasaklandığı yerlere
gelirsek, söz konusu yerlerin hepsi, temizliği bozan yerlerdir. Daha önce,
necasetten temizlenmeden söz etmiş, yorumunu yapmıştık. Yedi yerden sadece
Kâbe’nin üzerinde namaz kılmak kalmıştı. Orada namaz kılmanın yasaklanmasının
nedeni, insana namazda Kâbe’ye yönelmesinin emredilmesidir. Kâbe’nin üzerindeyken,
ona yönelmiş sayılmaz, dolayısıyla dinin emrettiği namazı kılmış olmazsın.
Çünkü bu durumda Mescid-i Haram’ın şatrı [yön, yüz] tam karşında bülunmaz.
Kâbe’nin üstünde namaz kılınabileceğini kabul edenler jjfe, yüzü zat anlamında
yorumlamış demektir. Bu duramda, hiç kuşkusuz ki, zatınla Mescid-i Haram’a
dönmüşsündür. Çünkü onun üzerindesin ve bütün yer yüzü mescittir.
FASIL-VASIL
Kiliseler ve Manastırlar
İnsanlar kilise ve manastırlarda namaz kılmak konusunda görüş ayrılığına
düşmüştür. Bazı insanlar oralarda namaz kılmayı kerih görmüş, bazıları caiz
saymış, bazıları ise, içerde suret bulunup bulunmamasını ayırt etmiştir.
Meselenin nefsle ilgili yorumu şudur:
İki şahıs aynı yerden Hakka münacat edebilir mi? Hakkın genişliği nedeniyle,
bizce böyle bir şey olamaz. Allah Teâlâ, ‘herkes
için bir şeriat ve yöntem belirledik5272 buyurur.
Ayetin tefsiri ve işari yorumu bunu gösterir. Öyle bir yerde namaz kılarsak,
Hıristiyanların şeriatı yönünden değil, kendi şeriatımızdan yönünden
kılabiliriz. Doğruyu ilham eden Allah Teâlâ’dır.
FASIL-VASIL
Oturak ve Üzerinde Oturulan Diğer Şeyler Üzerinde Namaz Kılmak
Bilginler,
toprak üzerinde namaz kılınabileceğinde görüş birliğine varmış,
yerde üzerine oturulan şeyler üzerinde namaz kılmak hususunda görüş ayrılığına
düşmüşlerdir. Çoğunluk hasır vb. gibi (anamaddesi toprak olan) şeylerin üzerine
secde etmenin mubah olduğunu kabul etmiştir. Mekruh olan, başka şeyler üzerinde
secde etmektir.
Meselenin nefsteki yorumu şudur: Allah
Teâlâ ‘Namazı kendim ile kulum arasında ikiye ayırdım’ buyurduğuna göre,
namazda seni var saymış, yok saymamıştır. En yüce ve nezih nitelik Allah
Teâlâ’ya ait iken, en düşük ve değersiz nitelik sana aittir. Öyleyse kulluk
zeminine [yer, yeryüzü] ve gereklerine doğru her türlü inişin, genelleştirmen
emredilmiş şeyleri zedeler. Allah Teâlâ seni namazda kul diye isimlendirdi.
Kulluk ise, zillet ve horluk demektir. Allah Teâlâ, yeryüzünü nitelerken, onu
bizim için hor ve değersiz yaratıp ‘omuzlarında yürümemizi sağladığını’
belirtir. Yeryüzü ayaklarımızın altındadır. Bu durum, hor bir varlığın teması
bakımından horluğun ve düşüklüğün sön noktasıdır.
Yeryüzü bu kadar değersiz iken,
bedenimizdeki en kıymetli organımızı -ki yüzdüronun üzerine koymak ve onu
toprağa sürmek bize emredildi. Allah Teâlâ hor varlığın -ki kuldurkendisine
temas etmesiyle yeryüzünün kırıklığını onarmak için bunu emretti. Böylece
secde sayesinde kulun yüzü ile toprağın yüzü bir araya gelmiş, yeryüzünün
kırıklığı onarılmıştır. Allah Teâlâ, kalbi kırık olanlarla beraberdir. Secdede
kul, namazın diğer hallerine göre Allah Teâlâ’ya daha yakındır. Çünkü secde
ederken, kendi adına değil, başkası uğruna gayret gösterir [yeryüzünün
kırıklığını gidermek]. Secde, hor varlığın temas etmesi sayesinde yeryüzünün
kırıklığını onarma eylemidir.
İşaret ettiğim hususa dikkat et!
Çünkü şeriat her konuya, imayla bile olsa işaret etmiştir. Bunu bilen bilir,
bilmeyen bilmez. Bu nedenle, bu işlerin sırlarını sadece keşf ve vücûd [Hakk]
ehli bilebilir. Çünkü bütün âlem onlarla konuşur ve kendi hakikatlerini onlara
bildirir.
Ebu’l-Abbas el-Hariri Mısır’da 603
senesinde Ebu Abdullah b. elKarabaki’den şöyle aktarır: Ebu Abdullah, Verdan’ın
küçük bir çarşısında yürürken yanında bulunan küçük bir oğlunun küçük
abdestini yapması için bir lazımlık satın almış. Lazımlık yarımdayken, yolculuk
onları yormuş. Yanlarında iyi insanlar bulunuyormuş. Bir şeyler yemek
istemişler, bunun üzerine şeker kamışı satın almak hususunda görüş birliğine
varmışlar. Kendi aralarında şöyle konuşmuşlar: ‘Bu lazımlığa pislik değmemiş,
alındığı gibi yepyenidir.’ Bunun üzerine lazımlığı şeker kamışıyla
doldurmuşlar ve yemeğe oturmuşlar. Yemeği yiyince, insanlar ayrılmış. Lazımlığın
sahibi de Ebu’l-Abbas ile birlikte yürümüş gitmiş.
Ebu’l-Abbas der ki: ‘VAllah Teâlâi!
Hem ben hem de benimle birlikte Şeyh Ebu Abdullah el-Karabaki kulağımızla
lazımlığın şöyle söylediğini duyduk: ‘Allah Teâlâ’nın velileri bende yemek
yedikten sonra, pislikler için bir kap olabilir miyim? Hayır, Vallahiolamam!’
Sonra, elinden kaymış, yere düşmüş ve kırılmış. Ebu’l-Abbas şöyle der: ‘Onun
sözünden bir hal aldık.’
Bunu hikâyeyi anlatınca kendisine
şöyle dedim: ‘Lazımlığın size verdiği öğüdünün gerçek yorumundan habersiz
kalmışsınız! Gerçek, sandığınız gibi değildir. Nice lazımlık vardır ki, sizden
daha hayırlı kimseler ondan yemek yemiş, daha sonra hacet için kullanılmıştır.
Lazımlık size şöyle demiş: ‘Kardeşlerim! Allah Teâlâ kalplerinizi marifet ve tecellisinin
kabı yaptıktan sonra, bir daha onları başkaları için kap haline getirmeniz
uygun değildir. Allah Teâlâ size kalplerinizi kendisi için kap yapmayı
yasaklamadı. Bunu söyledikten sonra da kırıldı. Yani, Allah Teâlâ karşısında
siz de böyle olunuz.’
Bunun üzerine, ‘dikkatimizi çektiğin
şeye aklımızı vermemiştik’ diye karşılık verdi.
FASIL-VASIL
Namazın içerdiği Söz ve Fiiller
Namazın şartlarına gelirsek, bunların bir kısmı sözler, bir kısmı
fiillerdir. Namazı bozan fiiller, namazın fiili olmayan bütün mubah davranışlardır.
Bunun istisnası, namazda akrep veya yılan öldürmektir. Çünkü bilginler, bu
konuda görüş ayrılığına düşmüştür. Ancak hafif fiilin namazı bozmadığında görüş
birliğine varılmıştır.
Konunun nefsteki yorumu şudur: Arzu
akrebi ve şehvet yılanı, Rabbine münacat edene gelir. Acaba bunları öldürmesi
mi gerekir, yoksa Şari’nin belirlediği yollarında onları serbest bırakması mı
gerekir? Arif bunları öldürmenin imkânsız olduğunu bilir. Bu nedenle arzusuyla Allah
Teâlâ katında olan şeyi [elde etmeyi] arzularken şehvetiyle de sürekli Allah
Teâlâ’ya münacat etmeyi ister. Öyleyse bu görüşteki bir insan, onları öldürmeyi
uygun görmez. Adı geçen akrep ve yılanın Rabbiyle münacat etmenin arasına
girdiğini düşünen kimse ise," anları öldürmek gerektiğini düşünür.
Namazı bozan sözler de, namazın
sözlerinden olmayan ifadelerdir. Bilginler, kasıtla söylendiklerinde bu gibi
sözlerin namazı bozduklarında herhangi bir görüş ayrılığına düşmemiştir. Şu
var ki iki noktada görüş ayrılığına düşmüşlerdir: Birincisi unutarak konuşma,
İkincisi ise namazı düzeltmek için kasıtlı olarak konuşmaktır. Bazı bilginlere
-ki bu istisnai bir görüştürgöre, bir insan namazdayken can kurtarmak veya
önemli bir iş nedeniyle konuşursa, bu konuşma namazını bozmaz. O esnaya kadar
kıldığı kısma [eksik rekâtları] ekler. Bu, Evzai’nin görüşüdür. Bazı
bilginlere göre ise, namazı düzeltmek için kaşıdı konuşmak namazı bozmaz. Bazı
İçimseler ise, unutmanın dışında, her türlü konuşmanın namazı bozacağı
görüşündedir. Bazı kimseler ise, unutma olsa da olmasa da, konuşmanın namazı
bozacağı görüşündedir.
Meselenin bâtındaki yorumu şudur:
Namaz kılan insan, Rabbine münacat eder (Rabbiyle karşılıklı konuşur). Kişi
Rabbi için başkasıyla konuşursa, yine de Rabbiyle konuşmuş saydır. Râbbinden dolayı
olmaksızın başkasıyla konuşursa, hiç kuşkusuz ki, namazdan çıkmış demektir.
Hakka münacat esnasında unutmak, dikkate alınmaz. Bazı arkadaşlarımız ise,
namazda münacat eden kulun [Hakkı değil] perdeyi görmenin etkisi altında
olduğunu düşünmüştür. Çünkü Allah Teâlâ bir kuluyla ancak perde ardından
konuşabilir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Bir
vahiy ya da perde ardından olmaksızın, Allah Teâlâ’nın herhangi bir insanla
konuşması mümkün değildir.’273
En yakın perde, tecellinin kendisinde
gerçekleştiği surettir. Perdelerin en yakını odur. Çünkü tecelli ne surettir
ne de ondan başka bir şeydir. Suretin suret olmayan bir nispetten ya da suret
olan bir şeyin suret olan bir nispetten alıkoyduğu herkes, her iki durumda da
[namazda] unutan gibidir. Onun bâtındaki hükmü de, zâhirde bilginler arasında
meydana gelen görüş ayrılığı gibidir [farklı şeldlde değerlendirilir].
Anlayasın.
FASIL-VASIL
Namazda Niyet
Bazı bilginler niyetin
namazın geçerlilik şartı olduğunu kabul etmiştir.
Daha doğrusu, birkaç istisnanın dışında bütün bdginler bu konuda görüş
birliğine varmıştır.
Meselenin nefsle ilgili yorumu şudur:
Kul, Rabbiyle karşılıklı konuşmayı amaçlayabileceği gibi bazen bu hal
[farkında olmaksızın] ansızın kendisine gelir. Hz. Musa bir ateş bulmak için
yürürken Rabbi onunla konuşmuştu. Halbuki onun böyle bir amacı yoktü. Bütün
ibadederde ilke, bazı istisnaların dışında, yükümlülerin bir amacı ve gayesi
olmaksızın kendiliğinden Allah Teâlâ tarafından olmalarıdır. İstisnaya örnek
olarak, Ömer b. el-Hattab’ın [duası ve dileği üzerine] örtünme vb. ayetlerini
verebiliriz.
Bâtında kasıt ve niyetin dikkate
alınmadığı belirtildi. Çünkü hakikat, Hakkın dışında bir şey olmadığı
bilgisini verir. Hakkın bir şeyde bulunmayıp niyet sahibinin kendisini başka
bir yerde aramaya yönelmesi söz konusu değildir. Allah Teâlâ’nın her şeyle
ilişkisi, tek ve aynıdır. Nerede olursam ve hangi halde bulunursam bulunayım, Allah
Teâlâ benimle ise, [kendisini aramak için] nereye yöneleceğim ki? Öyleyse, Allah
Teâlâ’ya yaklaşmak için yönelmek gereken herhangi özel bir yön kalmamıştır.
Yönelme ve niyetin konusu, Allah Teâlâ karşısında yöneldiğim özel bir haldir.
Ben, Allah Teâlâ karşısındayken o halden ayrılıp başka bir Hakk geçmiş olurum.
Haller farklı farklıdır. Hallerin
farklılığını gözetenler, niyetin zorunluluğunu kabul eder. Şeriatiar buna göre
çeşidenip gelmiştir. Her an Hakk karşısında olma bilincini dikkate alıp hallere
bakmayan kimse ise, hal sahibidir. Böyle bir insan, bizzat hakikatte bulunduğu
için, niyeti bilmez. Allah Teâlâ, böyle bir hal sahibine -tefsir olarak
değilişarı yorumla şöyle der: ‘Nereye gidiyorsunuz.’274 Benzer bir ayet de şudur: ‘Sizinle
beraberim. Duyarım ve görürüm.’275
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar