Print Friendly and PDF

[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] OTUZ ALTINCI KISMI

Bunlarada Bakarsınız


Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla

FASIL-VASIL

Zaruret ve Mazeret Vakitleri

Bazı âlimler, zarureti kabul etmişken bazıları reddetmiştir. Bu ko­nuda, bilginler arasındaki görüş ayrılığı meşhurdur.

Meselenin bâtını yorumu şudur: Fiilleri Allah Teâlâ’ya nispet eden kimse, zarureti reddeder. Kazanım ve yaratma yoluyla (kulun kesbi, Allah Teâlâ’nın yaratması), kulun fiilini kabul edenler ise zarureti de kabul eder.

FASIL-VASIL

Zaruret Vakitleri                                                                .,

Zarureti kabul eden bilginler, bunların dört kişi için geçerli [du­rumlar] olduğunda görüş birliğine varmıştır: Birincisi, bu vakitlerde temizlenmiş ya da hayız görmüş namaz kılmamış hayızlı kadındır. İkin­cisi, yolculuğa çıkmamışken bu vakiderde namaza yetişen yolcu ya da bu vakitte yolculuğu biten yolcudur. Üçüncüsü, bu vakitlerde yetişkin­lik çağma girmiş çocuk, sonuncusu ise müslüman olmuş kâfirdir. Bil­ginler, bayılanın durumu hakkında ise görüş ayrılığına düşmüştür. Ki­mileri bayılanın namazı kaza etmeyen hayızlı kadın gibi olduğunu dü­şünür. Bazı bilginlere göre ise, beş vaktin dışındakileri kaza eder.

Meselenin bâtınî yorumu şudur: Zaruret vaktinde temizlenen hayızlı kadın, zorunluluk gereği yalan söylemekten tövbe edene benze­diği gibi bu vakitte hayız gören temiz kadın zorunluluk gereği yalan söyleyen doğru sözlüye benzer.

Yolcunun ve yolcu olmayanın durumu hakkındaki hükümlerin bâtınî yorumu şudur: Düşüncesiyle ya da zikriyle yolculuk yapan insan, makama ulaşmak uğruna yaptığı yolculuk süresindeki eksildiğini ma­kamda gözleyince kaçırdığı şeyleri hatırlar. Anlar ki, yolculuk esnasında [bulunduğu makamda eksik kalmasına yol açan] bu şeyleri yolculuk es­nasmda unutmuştur. Yerleşik olan, başka bir ifadeyle makam sahibi ise, yolculuk yaparken [makamda] yerleşikken kaçırdığı Hakk karşısındaki saygıyı hatırlar. Sûfıler ‘sedir üstüne otur, yayılmaktan sakın’ der. Ma­kamdayken saygıda yaptığı eksikliği ise, yolculukta gördüğü güçlükler. den [gedikler] anlar. Yolculukta karşılaştığı güçlüğün makamdayken söylediği şeylerin sonuçları olduğunu anlar. Allah Teâlâ [Hz. Musa’nın diliy­le] şöyle buyurur: ‘Bu yolculuğumuzdan bir güçlükle karşılaştık.’208 Daha önce ise, balığın delaletini hatırlamak üzere, bir güçlük kendisine isabet etmemişti.

Bu vakitte yetişkin olan çocuğun durumunun bâtınî yorumuna ge­lirsek, böyle bir insan, baskı [zorlama, icbar] altındaki kula işaret eder. Bir rivayette belirtildiği gibi, Hakk böyle bir kulun ‘kulağı, gözü, eli, güçleri ve organları olduğunda’, hiç kuşkusuz, baskıdan çıkar. Bu hal, ilahi bir ismin hükmü altındayken, kula ulaştığında, ona ait hüküm ne­ye aittir: Altında bulunduğu isme mi? İntikal ettiği isme mi? Çünkü va­kit ortaktır.          /

Zaruret halinde müslüman olan kâfirin bâtınî yorumu da böyledir. Kâfir, perdeli insan demektir ve kıskançlık ona baskın gelmiştir. Allah Teâlâ’ya karşı kıskançlık geçerli değilken, Allah Teâlâ uğruna ya da Allah Teâlâ için kıskanç­lık geçerlidir. Bu kul, bilhassa ‘O ilktir, sondur, zahirdir, bâtındır209 aye­tinin anlamını kavradığında olmak üzere, ‘başka’ diye bir şey bulunma­dığını kesin olarak öğrenir. Sadece bu haller vardır. O, hepsinin aynı olduğu için, her [şeydir]. Kim kıskanacak? Kimden kıskanacak? Kime karşı kıskanacak? Ya da kim hakkında kıskanacak? Söyleyin bana, söyle­yin! Ben, Allah Teâlâ hakkında hayrete düştüm!  .

Bayılan kimsenin yorumuna gelirsek, bayılan kişi hal sahibidir. Bu vakitte ayıldığında, kendisine hangi isim hükümran olmuştur? Ya da, bu vakitteyken kendisini hangi hal almıştır. Bu kimse, bu vakitte kendi­sini hükmü altına almış olan el-Müheymin ismiyle beraberdir.

FASIL-VASIL

Namaz Kılmanın Yasak Olduğu Vakitler

Bilginler arasındaki görüş birliği ve ayrılığına göre, namaz kılma­nın yasaklandığı vakider beştir. Güneşin doğum vakti, batma vakti, tam tepede noktası, sabah namazından sonra ve ikindi namazından sonraki vakitler.

Bâtınî yorum: ‘En güzel örnek Allah Teâlâ’ya aittir.’210 Güneş Hakk, namaz münacatur (karşılıklı konuşma, kulun yakarışı). Hakk tecelli ederse, susma ve fena [beşeri varlığm silinmesi] gerçekleşir. Artık, konuşmak ve münacat uygun değildir. Çünkü bu ilahi makam şu bilgiyi verir: Sa­na göründüğünde, seninle konuşmamış demektir. Konuştuğunda ise gorünmemiştir. Şu var ki tecelli, surette gerçekleşebilir. Bü durumda ise, söz ve müşahede birden gerçekleşir. Müşahede eden, kendisinden fani olduğunda ise, münacat doğru olmaz. Allah Teâlâ’nın peygamberi şöyle der: ‘Allah Teâlâ’yı görürcesine ibadet et. Sen O'nu görmesen bile, O seni gö­rür.’ Bunda, bir kuşku yoktur. Böylece, müşahede ettiği zatın kendisini istila etmesi nedeniyle, kulun müşahede esnasında kendinden geçtiğini öğrendin. Dolayısıyla bu esnada münacat söz konusu değildir.

Güneş tam tepedeyken ise, [bâtınî yorumunda] ondaki gölgen giz­lenir. Gölge, senin hakikatindir. Işık, bütün yönlerden seni kuşatmış ve içermiştir. Dolayısıyla, kendisine secde etmeni gerektiren bir şey belir­diğinde, söz konusu şeyin aynısı önünden, ardından, sağından, solun­dan ve üzerinden de ortaya çıkar. Bu durumda Allah Teâlâ, bütün yönlerin­den seni çeker. Çünkü sen, bütün yönlerinden nursun. ‘Namaz da nur­dur.’ Böylece nurlar nurlara girer. Bundan dolayı da namaz kılınmaz.

Sabah namazının kılınmasından güneşin doğumuna kadarki vakit ise, [bâtınî yorumda] berzah âleminden şehâdet âlemine çıkma vaktin­dir. Namazın vakti ise, berzah âleminde değil, sadece duyu âleminde belirlenmiştir. İkindi namazından sonra namazın kılınmayışının [bâtınî yorumu] da öyledir. Çünkü sevgilinin bağrına basmasının verdiği haz sevgiliyle konuşmaktan alı koyar. Bu haz, kişiyi kaplar ve onu [söylene­ni] algılamaktan alı koyar.

FASIL-VASIL

Namaz Kılmanın Yasaklandığı Bu Vakitlerde Kılınması Caiz Olmayan Namazlar

Bazı bilginler, söz konusu vakiderde genel olarak bütün namazların yasaklandığım ileri sürmüştür. Bazı bilginler ise, farzların dışındaki sünnet ve nafile namazlar, bazı bilginler, sünneder değil, nafileler; bazı bilginler sabah ve ikindi vaktinden sonra sadece nafileler, güneşin do­ğum ve batımı esnasında ise, hem nafile hem sünnet namazların kılı­namayacağını ileri sürmüştür. Bize göre bu vakitler, bu vakiderde uyandığında veya hatırladığında,. uyuyan ve unutan kimse için farzlar; kendileri için belirlenmiş vakitte kılınamayıp kaza edileceklerinde ise na­file namazlar içindir.

Bu konudaki bâtmî yorum şudur: Allah Teâlâ ve kulu arasındaki müna­cat dört kısımdır. Birincisi Allah Teâlâ’nın seni görmesi bakımından, İkincisi senin O’nu görmen bakımından, üçüncüsü O’nun seni senin O’nu görmen bakımından münacattır. Sonuncusu ise, kanıtlarla elde edilen inançlarda gerçekleşen ve bazı akılcılara ait olan münacattır. Bu yönden insan, Allah Teâlâ’yı herhangi bir inançta ‘görme’ ya da ‘bilme’ tarzında ‘göre­mez.’ Allah Teâlâ’nın tikelleri bildiğini reddedenlerin inancına göre, Allah Teâlâ da insanı herhangi bir inançta ‘göremez’ ya da ‘bilemez.’ Söz konusu in­sanlara göre Allah Teâlâ, tikelin tümelde içkin olmasından dolayı, tümel ola­rak insanı görür.

Bu ise, ne bizim ne Ehl-i Sünnet’in inancıdır. Allah Teâlâ her şeyi bilir. Bir ayette ‘Allah Teâlâ’nın gördüğünü bilmez mi?’211 denilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise, sahih bir rivayette şöyle der: ‘Allah Teâlâ seni görür.’

Bu kısımlarla ilgili batınî yorumların kaynaklarına dikkatini çekmiş olduk. Sen de kendi bölümünü öğren. Kim kendi bölümünü öğrenirse, münacatı oradan gerçekleşir ya da [Tanrı’nın tikelleri bilmediğini iddia eden akılcılardan ise] onu imkânsız sayar.

 •  ' ' \ 1   . . FASILLAR-VASILLAR

Ezan ve Kamet

Ezan, vaktin girdiğini bildirmek ve camilerde toplanmaya çağırmak demektir. Kamet ise, ilahi münacata çağırmaktır.

Bu konudaki bâtınî yorum şudur: Ezan, Hakkı müşahede etmek üzere zatların temizlenmesi için ilahi tecelliyi bildirmektir. Kamet ise, geldiğinde tecellisi için ayağa kalkmaktır. ‘O gün insanlar âlemlerin Rabbi için ayağa kalkar.’212

FASIL-VASIL

Ezanın Özellikleri

Ezanın dört özelliği vardır. Birincisi, tekbirlerin çift, kelime-i şehâdetlerin dört, diğerlerinin ise çift okunmasıdır. Bu özelliği kabul edenlerin bir kısmı, iki şehâdette ‘terci [nağmeli okuma]’ olduğunu dü­şünür. Şöyle ki: iki şehâdet, önce iki kere gizli okunur, sonra bir kez de yüksek sesle iki kere okunur. Bu ezan, Medinelilerin ezanıdır.

ikinci özellik, ilk tekbirin ve iki şehâdetin dört, diğer kısımların iki kez okunmasıdır. Bu ezan, Mekkelilerin ezanıdır. Üçüncüsü, birinci tekbirin dört, diğer kısımların iki kez okunmasıdır. Bu da, Kûfelilerin ezanıdır. Dördüncüsü, birinci tekbirin dört, iki şehâdetin üç, davetin (hayye ale’l) üç kez okunmasıdır. Ezan okuyan kişi, ‘haydin kurtuluşa [hayya ale’l-felah]’ kısmına ulaşıncaya kadar, şehâdet ile başlar. Ardın­dan ikinci kez, sonra aynı şekilde üçüncü kez tekrarlar. Dört kelime, sı­ralı olarak üç kez okunur. Bu ise, Basralıların ezanıdır.

Meselenin bâtınî yorumu şudur: Tekbirin çift okunması, el-Kebir ve el-Ekber; dört kez okunması ise, el-Kebir, el-Ekber isimleriyle için­den ve dışından büyüklenen kimseler içindir. Bu büyüklenme, [savaşta düşmana karşı büyüklenen] Ebu Dücane olayındaki gibi, dince geçerli olabileceği gibi böyle olmayabilir de. İki şehâdetteki dördeme ise, elEvvel, el-Ahir, ez-Zâhir ve el-Bâtın isimleri içindir. Diğer kısımlar ise, sen ve Allah Teâlâ için iki kez okunur. Her defasında aynı tarzda dört keli­menin üç kere okunması ise, -ki o belirttiğimiz gibi Basralıların tarzı­dırbirinci kez şehadet âlemini, ikinci kez melekût âlemini bildirir. Ebu Talib el-Mekki’ye göre ise, İkincisi melekût, üçüncüsü ceberut âlemini bildirir.

Bunu şöyle açıklayabiliriz: İnsan baş ve kalp gözüyle Allah Teâlâ’nın ya­ratmak ve var etmek istediği şeyler için belirti ve nişan yaptığı sebep­lere bakar. [Sebeplerle yaratılacak şeyler ilişkilidir] Çünkü Allah Teâlâ’nın il­mi, var olan şeyleri birbirine bağlamayı takdir ettiği gibi [aklî] delil de varlığın bir kısmının diğer kısmma dayandığını gösterir. İnsan, nişan­larını (şeair) yüceltenleri Allah Teâlâ’nın övdüğünü ve bu davranışın kalplerin takva sahibi olmasından kaynaklandığını duyar. Nitekim ayette ‘Allah Teâlâ’nın nişanlarını yüceltenlere gelince, bu durum kalplerin takvasından kaynaklanır213 denilir. Bunun üzerine insan, Allah Teâlâu Ekber, ‘Allah Teâlâ en büyüktür’ der.

[Bunun anlamı şudur]: Allah Teâlâ’yı göstermeleri bakımından olduğu gibi Allah Teâlâ da kendilerini yüceltmemizi emrettiği için, sebepler kendilik­lerinde büyüle olsa bile, onları var eden ve yüceltilmelerini emreden Ya­ratıcı, onlardan daha büyüktür. İşte bu, bir şeyin diğerinden üstünlü­ğünü anlatan ‘en büyük’ kalıbının anlamıdır. Bu kalıp, ‘bir şeyden daha büyük’ demektir. Bunu tamamladığında, tekbiri söyleyen bu insana se­beplerin, değersizliği değil, kendiliklerindeki değersizlikleri ve yaratıcıla­rına ihtiyaçları gösterilir. Bu muhtaçlık, sebeplilerin sebeplere muhtaç olmasıyla aynıdır. Perde gözünden kalktığında, bütün sebeplerin Yara­tanı tespih ettiğini ve yücelttiğini görür ve keşfeder.

Allah Teâlâ ‘Her şey O’nun övgüsünü teşbih eder214 der. Bu teşbih, hal [di­liyle] değil, her şeye yaraşan dil teşbihidir. Bu nedenle Allah Teâlâ, [ayetin devamında] ‘siz onlarm teşbihi anlayamazsınız215 buyurur. Çünkü teşbihi duyanlardan başkaları için, her bir şeyin [Allah Teâlâ’yı] teşbih aracı, diğerin­den farklıdır, ‘Allah Teâlâ bağışlayıcıdırÇünkü Allah Teâlâ bu teşbihi hal teşbihi diye yorumlayanların cezasını hemen vermez. ‘Allah Teâlâ örtendir [gafur]:217 Yani, kendileri için adeti yardığı [bu sayede her şeyin kendi diliyle teş­bihini duyan] kimselerin dışındakilerin duymaması için, söz konusu varlıkların teşbihlerini gizleyendir.

Bir rivayette, yanında sahabesi olduğu halde peygamberin elinde bulunan taşların teşbih ettiği [ve bu teşbihin sahabe tarafından da du­yulduğu] zikredilir. Taşlar; şimdi de teşbih etmektedir. Allah Teâlâ, duyulana ilişmesi için düyanların kulaklarında adeti aşmıştır. ‘Siz onların teşbihini anlayamazsınız21\ bu teşbihin hal diliyle yapılan bir teşbih olduğunu iddia edenlere karşı söylenmiştir. Bütün âlem, [Allah Teâlâ’ya] delil olmada eşittir. Teşbihin hal diliyle gerçekleştiğini iddia edenler, hiç kuşkusuz, ‘siz anlayamazsınız’derken Allah Teâlâ’yı yalanlamıştır.

‘Allah Teâlâ’nın yasaklarına saygı gösterenler için bu davranış Rabbinin katında daha hayırlıdır:219 Başka bir ifadeyle bu davranış, Allah Teâlâ’nın nişan­larını yüceltmekten daha iyidir. Bu yorum, ayette geçen ‘daha iyi’ keli­mesini nişanları yüceltenler ile Allah Teâlâ’nın yasaklarına saygı gösterenleri ayırt etmek için mukayese anlamında kabul ettiğimizde böyledir. Çün­kü Allah Teâlâ’ya saygı asildir. Allah Teâlâ, yüceltilen sebeplerden farklı olarak özü gereği yüceltilmeyi Hakk eder. Çünkü bir delili araştıran insan için o delil özü gereği incelenen bir şey değildir. İnsan delilin gösterdiği şeye git­mek için delilden hareket eder ve ayrılır.

Bu nedenle, âlem de Allah Teâlâ’ya bir delildir. Çünkü biz, âlemden Allah Teâlâ’ya gideriz. Hakkı âleme delil yapıp O’ndan âleme geçmemiz ise uy­gun değildir ve böyle bir şey doğru olmaz. [Alemden Allah Teâlâ’ya gidebile­ceğimizi belirten] ‘Kendini bilen Rabbini bilir’ derken peygamber sözü ne kadar yücedir! Allah Teâlâ ise ‘...a bakmazlar mı220 deyip kendilerinde kal­mak için değil, Allah Teâlâ’ya kanıt edinmemiz için yaratıkları tek tek sayar. İş­te, Allah Teâlâ’nın yasaklarıyla Allah Teâlâ’nın nişanları arasındaki fark budur.

Ardından bir kez daha Allah Teâlâu Ekber [Allah Teâlâ en büyüktür] deriz. Bunun gayesi, üstünlük bildirmek değil, Allah Teâlâ’nın yasağım yüceltmektir. Bu durum dilce bilinir ve anlamı ‘Allah Teâlâ pek büyüktür’ demektir. Bu ikinci ifade, ‘Allah Teâlâ şundan büyüktür’ anlamına gelmez. Öyleyse Allah Teâlâ, sebepleri koyan ve onlarm yüceltilmesini emreden Büyük’tür. Yüceltil­mesi özünden ve kendisinden kaynaklanmayan bir şeyin büyüklüğü ge­çicidir ve yok olucudur. Öyleyse bir sınırlama ve mukayese olmaksızın, genel anlamda Büyük, Allah Teâlâ’dır.

Bu ise, ezanda şart koşulan ikinci tekbirdir ve o bu iki tarzda [yo­rumla] yapılır. Müezzin tekbir ifadesini dört kez okursa, tek bir tekbirin ikilenmesi duyu ve akıl bakımından zikrettiğimiz tarzda olur. Başka bir ifadeyle dil, üstünlük lafzıyla O’nu yücelttiği gibi akıl bakımından da O’nu büyültür. Bu durumda insan, dille ‘Allah Teâlâ en büyüktür’ dediği gibi akla göre de ‘en büyük Allah Teâlâ'tır’ der. Yani, Allah Teâlâ duyu ve akıl kanıtına göre en büyüktür. Ardından, diğer tekbir duyu ve akıl bakımından iki­lenir ve müezzin ‘Allah Teâlâu Ekber’ der. Allah Teâlâ üstünlük anlamında olmaksı­zın Büyük’tür. ‘Allah Teâlâu Ekber.’ Yani, Allah Teâlâ akıl bakımından üstünlük bildiren bir anlamda olmaksızın, dince ve saygınlığı gereği Büyük’tür. Açık olan bir şeyi bildirmek anlamındaki ezandaki tekbiri dört kez oku­yan kimsenin müşahedesi budur.

Müezzin kendisine duyuracak şekilde gizlice şöyle der: ‘Eşhedü en la-ilahe illellah, eşhedü en la-ilahe illellah [Allah Teâlâ’dan başka ilah olmadı­ğına tanıklık ederim]Bu esnada müezzin, kanıtı önce içinden düşünüp ardından onu söyleyen ve hasmının karşısında ilan ederek dile getiren ya da başkasına bu delilin bağlamını bildiren kimse gibidir. Bu durum, bu tanıklığı dile getiren müezzinin Allah Teâlâ’nın bilgisinden perdelenmiş ve kendilerine konuşma gücü verilmiş sebepleri gördüğüne tanıklık eder. Söz konusu sebepler, bilgisizlikleri nedeniyle kendiliğinde hakikati algı­lamaktan ya da gaflet perdesi nedeniyle her şeyi Allah Teâlâ’nın celaline izafe etmek gerektiğini algılamaktan perdelenmiştir.

Bilgisiz ya da hafife alan kimse ise, -ki hafife almak da bilgisizliğin bir türüdür‘Ben sizin en büyük Rabbinizim221 ya da ‘benden başka ilahınız olduğunu bilmiyorum'’222 der. Bu kişi, gerçekte yalancı olduğunu bilen bir yalancı olabilir. Fakat o [Firavun] ‘kavmini küçümsemiş, kavmi de ken­disine itaat etmiştir.’ Bu kişi ‘ben falancayı nimetlendirdim’, ‘ben falancayı idareci yaptım’, ‘ben falancaya okumayı ve yazmayı öğrettim, ben olmasaydım hiçbir şey öğrenmeyecekti’ der. Sonra Allah Teâlâ’nın ‘Yaratan ya­ratmayan gibi midir, düşünmezler mi?’223 veya ‘Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet ediri224 dediğini duyar. ‘Bizden önce­kiler5, var olmamıza -sebep değil‘vesile’ olan araçlardır.

Kur'an-ı Kerîm sebepler vesilesiyle değil de, sebepler sayesinde var olduğumuzu düşünenlere yönelik olarak şöyle der: ‘Bile bile Allah Teâlâ’ya or­tak koşmayın.'225 Aljah önce sebepleri, sonra onlar vesilesiyle sizi yarat­mıştır. Müezzin kelime-i şehadeti okurken şöyle der: ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah olmadığına tanıklık ederim.’ Başka bir ifadeyle, Allah Teâlâ’dan başka Ya­ratıcı yoktur. Böylece insan; Allah Teâlâ’nın dışında kendi adına ilahlık iddia­sında bulunan herkesin ilahlığını reddederek onu kendisini Hakk eden için kabul etmiştir. Allah Teâlâ ile beraber ilahlık iddiasında bulunan bir in­san, Allah Teâlâ’ya ortak koşan kimse gibidir. Ezanda kelime-i şehadeti okuyan kimse ise, akıl, din, duyu ve anlam bakımından [ilahlığın] Allah Teâlâ’ya ait olduğuna tanıklık eder. Bütün bunlar, tıpkı bir kanıtı önce tasavvur eden kimse gibi, [öncelikle] kendisine yöneliktir. Ardından, öğrenen, iddiacı, ‘Rahman Kuran'ı öğretti226 veya ‘İnsanı yarattı, ona açıklamayı öğ­retti227 gibi ayetlerden habersiz olan kimselere duyurmak için yüksek sesle okur. Böylece, sebeplerin hükmünü ortadan kaldırır. Şehâdetin iki ya da dört kez okunmasının anlamı budur.

Aynı durum, ‘Eşhedü enne Muhammeden rasulullah’, ‘Ben tanıklık ederim ki Muhammed Allah Teâlâ’nın peygamberidir’ ifadesi için geçerlidir. Müezzin kanıtın verisiyle birliğe tanıklık ettiğinde, [kendisini Hakka] yaklaştıracak tarzda değil, bilgi yönünden bir tanıklık etmiştir. Çünkü insan, bu ifadeyi söylemenin ve onun hakkındaki bilgiyi araştırmanın Allah Teâlâ’ya yaklaştıracağını sadece aklıyla bilemez. İnsanın [aklıyla öğrene­bileceği] bilgiden nasibi, kendisinin bilme özelliğiyle bilgisinden daha üstün olacağıdır. Bu bilgiyi ve böyle bir bilgiye ulaştıran her kanıtı bil­gisize öğretmek ve inatçıyı susturmak üzere açıklamak, böyle bir nefsin bunu yapmayanın nefse karşı bir üstünlüğüdür. Çünkü akıl neyin Allah Teâlâ’ya yakınlaştıracağını (öğrenme) gücü yoktur. Bu nedenle Allah Teâlâ ka­tından peygamber gelmiş ve Allah Teâlâ’ya yaklaşmayı sağlayacak şekilde söy­lemeyi, gizlice ve sessizce söylediğinde ifade üzerinde düşünmeyi ya da yüksek sesle okuduğunda ise başkasına öğretme ve onu ikna etmeyi öğ­retmiştir. Böylelikle bu davranış, bilgi iken aynı zamanda [peygamber öğrettiği için] bir ibadet haline gelir. Bilgili bir mümin ezan okudu­ğunda ya da müezzin gibi ‘Muhammed'in Allah Teâlâ’nın peygamberi olduğu­na tanıklık ederim’ dediğinde, bu söz, bir bilgi ve ibadet olur. Sıradan insan ise, taklit ederek ve bilene uyarak söyler.

Ezanda peygamberlik hakkındaki tanıklığın iki veya dört kez okunmanın hükmü ise, tevhit tanıklığını hükmüyle belirttiğimiz merte­belerde birdir. Müezzin dört kelimeyi de her defasında aynı tarzda ol­mak üzere Basralıların ezanı gibi üç kez okursa, birinci kerede onları bi­lerek, ikinci defada öğreterek -çünkü ilan etmektedirüçüncü defada ise, ibadet olarak söylemektedir. Bütün bunlar bilme, öğretme ve iba­dettir.

Basralılar, Kûfeliler, Hicazlılar ve Medineliler arasındaki yegâne , görüş ayrılığı, üç kez okuma ve okumanın aynı tarzda olmasıdır. Bütün bunlar, tıpkı güneş tutulması için kılınan namazdaki [küsuf] görüş ayrı­lıkları gibi, hepsi sünnettir ve insan serbesttir: Dilediği tarzda okur. Bi­zim görüşümüz budur.

Allah Teâlâ iki şehâdetten [kelime-i tevhit ve peygamber hakkındaki ta­nıklık] sonra iki kere ‘haydin namaza’ demeyi emretti. Birincisiyle ken­dimizi, İkincisiyle başkasını davet ederiz. Bunun anlamı, Rabbiniz ile münacata yönelin demektir. Bunun için temizlenin, ilk okunuşta mescidere geliniz. Mescitte bulunan için bu ifade ikinci kez okunduğunda, ‘kalplerinizi temizleyin ve Rabbiııizin huzurunda bulunun’ denilir. Çünkü onun evindesiniz ve O’na yakarmak için kendisine yöneldiniz.

Aynı şey, ‘haydin kurtuluşa’ ifadesinin iki kez okunmasındaki iki yorum ve değerlendirmeye göre geçerlidir. Müezzin, mescidin dışındakine ve mescittekine, kendisine ve başkasına ‘sizi azabından nimetine, perdesinden tecelli ve görmesine ulaştıracak şeyi yapmaya koşunuz’ der. İkinci kez okunduğunda ise, ‘sizi nimette ve müşahedenin hazzında sü­rekli yerleştirecek şeyi yapmaya yöneliniz’ der.

Ardından müezzin ‘Allah Teâlâu Ekber, Allah Teâlâu Ekber’ der. Bunu, hem kendisi hem başkası için hem mescitte bulunup namazı beldeyen ve hem de mescidin dışında işiyle ilgilen kişi için söyler. [Kendi işiyle ilgi­lenen kimseye yönelik olarak] Müezzin ‘Allah Teâlâ içinde bulunduğunuz iş­ten daha büyüktür’ der. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ, ‘haydin ifadesiyle size emredilen namaza, kurtuluşa ve bekaya yönelmekten engelleyen işleri­nizden yüceltilmeye daha layıktır’ der.

Müezzin ikinci tekbiri dört kez okumaz, çünkü o birinci gibi de­ğildir. İkinci tekbir ve ‘haydin’ [hayya ale] ifadelerinin amacı, bu yakın­lıktır. Akıl ise, onu tek başına algılayamaz. Bu yakınlık, sadece şeriat ta­rafından bildirilebilir. Bu nedenle müezzin, ‘hayye ale’yi ya da ikinci tekbiri dört kez okumaz; kendisine ve başkasma, mescitte bulunana ve bulunmayana hitap ettiği için, iki kere okur.

Müezzin ‘La-ilahe illellah, Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur’ der ve ezanı mutlak birlikle bitirir. Ezan, içlerinde kula ait sayılan fiillerin de bulun­duğu pek çok durumü içerir. Namaza çağrılan insanın içinde bu fiilleri sadece gerçekte kendisine ait oldukları için yapmaya çağrıldığı duygusu meydana gelebilir. Çağıran [müezzin] da aynı duyguya kapılabilir. Böy­lece, bazı kimselerin [Eşariler] zannettiği gibi, yaratmak bakımından fii­li kendisine nispet etmesinden korkulur. Allah Teâlâ ise, yaratma sadece ken­disine özgü olsun diye, bu fiili de [ya da insanı] mutlak birliğini göste­ren kanıtlardan biri yapmıştır. Nitekim şöyle buyurur: ‘Yaratan, yarat­mayan gibi midir? Düşünmez misiniz?,m                        '

Bu duygu, her insanın içindeki gizli ilâhlık olduğu gibi aynı za­manda Allah Teâlâ’nın bağışladığı ‘gizli şirk’tir. Böylece ezan, iki, üç ya da dört kez okunmaksızm, birlemeyle sona erdi. İşte bu, peygamberlerin Allah Teâlâ’dan ve Allah Teâlâ katından getirdikleri mutlak birliktir. O, ‘Allah Teâlâ’nın pey­gamberinin ve önceki bütün peygamberlerin söyledikleri en üstün ke­limedir.’ Böylece bütün dinleyiciler, Allah Teâlâ’dan başka ilâh olmadığının farkına varır. Müezzin de, salt birliği istediği için, Hakkı birler. Her ezanda tevhide ilave edilen şey meşrudur.

Sabah ezanında sevabın belirtilmesine gelince -ki o müezzinin ‘na­maz uykudan daha hayırlıdır’ demesidir-, bazı insanlar bunu meşru ezanın bir parçası sayıp dikkate almışken, bazı insanlar onu Hz. Ömer’in bir eylemi sayarak dikkate almamış ve benimsememiştir. Biz ise, Hz. Ömer’in fiili olsa bile, din bakımından onu kabul ediyoruz. Çünkü Şari [Peygamber], ‘Kim iyi bir adet başlatırsa’ ifadesiyle onu onaylamıştır. Biz, o ifadenin dince geçerli iyi bir adet olduğundan kuş­ku duymuyoruz. Bu yorumla ‘namaz daha hayırlıdır’ ifadesi ezanın sünnet olan bir parçasıdır. Bazı kimselere göre ise, ‘sünnet, peygamber zamanında yapılmış, onun bildiği ya da onayladığıdır5 veya ‘bizzat pey­gamberin sünnet yaptığı şeydir.’ Böyle düşünen kimselere göre, bir şey bu özellikte ise ‘sünnet’ sayılabilir. Yine de, burada dikkate alınacak bir görüş ayrılığı olmadığı gibi bü değerlendirme de bizim görüşümüze za­rar vermez.                                                                                                      ,

Ezana cen hayırlı amele geliniz’ ifadesini eklemeye gelince, bu da, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem zamanında yapılmış ise kabul edilebilir. Bir rivayette, Hendek savaşında ezan böyle okunmuştu, insanlar hendek kazarken namaz vakti gelmişti. Namaz, bir hadiste yer aldığı gibi, en önemli iştir. Bunun üzerine müezzin ‘haydi en hayırlı amele, hendektekiler!’ diye bağırdı. Dolayısıyla bu ifadeyi ezandan sayan kimse hata etmemiş, bila­kis rivayet doğru ise, ‘kim iyi bir adet başlatırsa, onu işleyenlerin ödü­lünü alır’ hadisine uymuş demektir. Bunu mekruh görenler ise, sadece taassup nedeniyle mekruh saymış ve kabul edenlere karşı insaflı dav­ranmamıştır. Nefislerin tuzaklarından Allah Teâlâ’ya sığınırız.

FASIL-VASIL

Ezanın Hükmü

Bazı bilginler ezan okumanın vacip, bazıları güçlü sünnet olduğu­nu iddia etmiştir. Vacip olduğunu iddia edenlerin bir kısmı, onu herke­sin yerine getirmesi gereken bir farz sayarken bir kısmı ise, bazı kimse­lerin yerine getirmesiyle sorumluluğu kalkan farz [farz-ı kifaye] saymış­tır. Bir kısmı ise,, ezanın sadece Cuma namazı kılınan camilerde farz ol­duğunu ileri sürmüştür ki, İmam Malik’in görüşü budur! Kendisinden gelen bir rivayette ise, Malik ezanı güçlü sünnet saymıştır. Yalnız kılan kimseye ise, ezanı ne sünnet ne farz saymıştır. Bazı bilginler, ezanı her­kese farz saymışken bazı bilginler yolcu olsun veya olmasın cemaatle kı­lan herkese farz saymıştır. Bazıları ise, sadece yolculuktaki insana farz saymıştır. Bazıları ise, yalnız kılana ve cemaade kılana sünnet olduğunu iddia etmiştir. Bu görüşteki bilginler, cemaatte kılanlar için ezanı güçlü sünnet saymıştır.

Bütün bilginler, ezanın şehirde güçlü sünnet veya farz olduğunda görüş birliğine varmıştır. Şeyhimiz Ebu Abdullah b. As -İşbiliye müez­ziniydi (dellal)de bu görüşteydi. Kendisinden bunu defalarca duy­dum. Şöyle derdi: ‘Bir şehir halkı ezan okumamak ya da bir sünneti topluca bırakmak hakkında görüş birliğine varırsa, onlarla savaşmak farzdır.’ Bu görüşüne ise şöyle bir hadisten kanıt getirirdi: Allah Teâlâ’nın pey­gamberi bir toplulukla savaşacağı zaman, sabahı beklerdi. Ezan duyarsa savaşmaz, duymazsa hücum ederdi.’            |

Bu konunun bâtınî yorumu şudur: Herkesin görevi, şeriat ortaya konulduktan sonra kendisini ve başkalarını Allah Teâlâ’ya itaat etmeye davet­tir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Malik b. Hüveyris ve arkadaşına şöyle demişti: ‘Yolculuktayken ezan okuyun ve kamet getirin.’ İnsan, Allah Teâlâ’nın kendisi­ni yarattığı andan itibaren dünyada ve ahirette yolculuktadır. İnsanın hiçbir zaman yerleşik olması uygun değildir, insan tek bir nefesten fazla yerleşik [aynı zamanda kendi varlığını sürdüren] olsaydı, Allah Teâlâ’nın onun hakkındaki fiili işlevsiz kalırdı. Allah Teâlâ ise, her nefes yaratıkları hakkmda ‘bir iştedir.’ Söz konusu iş, her varlıkta özel bir şekilde bulunan Hakkın bir eseridir.

Allah Teâlâ gizli ve büyük eserlerini göstersin. Onu bilenler Allah Teâlâ katında ne kadar değerlidir! Dünya ve ahirette nefeslerini kontrol etmekten mahrum kalan kimse pek çok hayrı kaçırmıştır.

FASIL-VASIL

Ezanın Vakti

Bilginler, sabah namazının dışındaki namazlarda vakit girmeden ezan okunmayacağı konusunda görüş birliğine varmıştır. Sabah nama­zında ise görüş ayrılığı vardır. Bazı bilginler bunun caiz olduğu görü­şündedir. Başka bir ifadeyle, fecirden önce sabah namazı için ezan oku­nabilir. Bazı bilginler ise, bunu kabul etmemiştir. Ben de bu görüşte­yim. Çünkü vakitten önce okunan ezan, bana göre namazın vaktinin girdiğini bildirmek anlamında bir ezan değil, ezanın formunu zikret­mekten ibarettir.

Bilal, gece ezan okurdu ve Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Ramazan aymda ya da başka bir vakitte oruç tutmak söz konusu olduğunda ‘Bilal’in ezanı sizi yemekten ve içmekten engellemesin’ derdi. ‘Çünkü Bilal gece ezan oku­yabilir. [Peygamberin diğer müezzini olan âmâ] Ümmü Mektûm ‘ezan okuyuncaya kadar yiyin ve için.’ Ümmü Mektûm âmâ bir adamdı ve ‘sabah oldu, sabah oldu’ denilinceye kadar, ezan okumazdı. ,

Bence ezan, vakit girdikten sonra okunabilir. Bazı bilginler, sabah namazı için iki ezan gerektiği görüşündedir: Biri vakitten önce, diğeri vakitten sonra. Ebu Muhammed b. Hazm ‘sabah için vakitten sonra bir ezan gerekir’ demiştir. ,

Bu konunun bâtınî yorumu şudur: Nefislerin Allah Teâlâ’ya çağrılması, gerçekte Allah Teâlâ’dandır. Varlıklar tarafından çağrılmaları ise, gafil veya bilgisizlere göredir. Onlar, kendileri farkında değil iken, ilahi isimlerin altında ya da ilahi yönlendirmenin altında bulunan kimselerdir. Bu ne­denle ‘gerçekte’ dedik.

Vaktin, başka bir şeyin kendisinde hükümran olamayacağı bir oto­ritesi vardır. Bu nedenle, hükme konu olan kimsede vaktin otoritesinin ortaya çıkması gerekir. Bu ise, o vakte özgü ilahi isimdir. Müezzinin farz olacak şekilde insanları namaza çağırması, ancak vakit girdikten sonra söz konusu olabilir. Bu durumda müezzin ‘basiretli bir şekilde Allah Teâlâ’ya çağıran’ kimselerden olabilir. Çünkü ezan, her vakte uygun özel bir duadır.

Müezzin vakti gelmeden insanları [namaza] çağırdığında, insan bir bilgisizliğe düşer. Çünkü müezzin, onu [bulunduğu vaktin] hükmünün etkisinden çıkaracak bir şeyle çağırmıştır. Ezanı dinleyen insan, o hük­mü içinden gözetmekteydi. Dolayısıyla, bulunulan vakitte hangi ilahi ismin vaktin sahibi olduğu belli olsun diye, vakit girdikten sonra çağ­rılmak gerekir. Bakınız! el-Mün’im [nimetlendiren] isminin hükmü girmezden önce, şükretmen geçerli midir:1 İçinde bulunduğun vaktin [ya da hal] nimet olup sende bulunmakla vakti girdiğinde, el-Mün’im’e şükretmeye çağrılırsın.

Sabah namazı hakkında ise, görüş ayrılığı olmuştur, bunun nedeni dinleyenin Şari’nin bu hatırlatmadaki maksadının ne olduğunu bilme­mesidir. Çünkü o, diğer namazların aksine, vaktin sahibi için bir çağrı­dır. Çünkü gece uyku vakti olup insanlar uyuduğundan, uyanmaları için diğer çağrı şart koşulmuştur. Öyleyse bu çağrı, uyanmak ve ille vak­tinde sabah namazını kılabilmek için hazırlanmak için bir çağrıdır. Do­layısıyla namaz vakti girmezden önceki ezan, bir teşvik ve harekete ge­çirme çağrısıdır. Bu çağrı, namaz için belirlenmiş ezanın tarzmda kabul edilmiştir. Bunun anlamı, ‘uyarılmanız ve farkına varmanız için, sizi namaz için çağırdık’ demektir.

Namaz vakti girdiğinde ise, vaktin girdiğini bildirmek şarttır. Bu­nun nedeni, duyanların vaktin başlangıcının girdiğini bilmemeleridir. Çünkü vaktin girdiği, insanların çoğu için belirsizdir. Çünkü ‘insanların çoğu bilmez.’ Böylelikle, vaktin girdiğini belirten ezan sayesinde vaktin girmiş olduğunu öğrenirler.

Aynı şey, [etkisi akında bulunduğu] ilahi ismin hükmünden haber­siz insana göre meselenin bâtmî yorumunda da geçerlidir. Davetçi, onu yönlendiren ilahi bir hükmün altında bulunup Allah Teâlâ’dan başka kimsenin güç ve kuvvet sahibi olmadığını belirtmekle söz konusu insanı gaflet uykusundan uyandırır. Gaflet uykusundan uyanıp aklıyla düşündüğün­de, hangi ismin vaktin [hal] sahibi olduğunu anlar. Böylece kişi, hak­kında bu ilahi ismin hakikatinin gereğine göre o isme kulak verir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Akıl sahipleri öğüt alsın diye:229 Başka bir ayette ise ‘Ha­tırlat, çünkü hatırlatmak müminlere fayda verir230 buyurur.

Sabah namazından önceki ezanın, vaktin girdiğini bildiren meşru ezan değil, ezan formunda bir hatırlatma ve çağrı olduğu kanaatine varmamızın nedeni, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Bilal gece çağırır5 deyip ‘ezan okur5 dememiş olmasıdır. Kuşku gerçekleştiğinde de Ümmü Mektûm için ‘nida eder5 demiştir. Çünkü Ümmü Mektûm amâ idi ve ‘sabah ol­du5 denilmeden ezan okumazdı. Yani, sabahın yaklaştığı ona bildirikrdi. Bu hadisi rivayet eden kişi şöyle der: ‘Bilal’inki ile Ümmü Mektûm5un nidası arasında birinin inip diğerinin çıkması ölçüsünde bir süre vardı.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Ümmü Mektûm’un ezanını da bu ihtimalden dolayı [ezan yerine] ‘nida’ diye isimlendirdi. Arap dilinde fasihlik, aynı bağ­lamda aynı sözlerin kullanılmasında ortaya çıkar. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Bilal için ‘geceleyin nida eder’ dediği için, Ümmü Mektûm hakkında da ‘nida eder’ kelimesini kullanmıştır.

Vardığımız görüşü İbn Ömer’in hadisi destekler. İbn Ömer ‘Bilal fecrin doğumundan önce ezan okurdu’ demiş ve böylece durum kanı­tıyla onu [nida yerine] ‘ezan’ diye isimlendirmiştir. Hadisin devamında şöyle der: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Bilal’a dönüp ‘Dikkat ediniz! Kul uyuyor’ diye nida etmesini emretmiştir.’ Böylece, insanlara namaz vaktinin he­nüz girmediğini bildirir. Çünkü meşru ezan, namaz vaktinin girmesi nedeniyle okunabilir. Bilal’ın [okuduğu şeyde] ezanı kastettiği ve du­yanların vakti dışında namaz kılabilecekleri anlaşılınca, ezanda yanıldı­ğını insanlara bildirmesi emredildi.

Bu nedenle geceleyin ezan okuyan müezzinler [ezanlarında] duaya, hatırlatmaya, Kur’an ayetlerini okumaya, öğütlere, dünyayı küçümse­yen şiirlere, ölümü ve ahireti hatırlatan ifadelere yer verir. Böylece ezan­larını duyan insanlar, onların [vaktin girdiğini bildirmek için değil] Allah Teâlâ’yı zikretmek amacıyla ezan okuduklarını anlar. Daha önce belirttiği­miz gibi, bu ezan, vaktin girmesi nedeniyle değil, uyuyanları uyandır­mak için okunur. Vaktin girdiğini bildiren ezanı okumaya ise, sesiyle tanınan özel bir müezzin tahsis edilir.

Meselenin bâtınî yorumu, Allah Teâlâ ehli için hallerin çeşidenmesiyle il­gilidir. Böyle bir durumda, isimlerin verdiği halleri ayırt etmelerini sağ­layacak bir takım belirti ve alâmeder gerekir.

FASILLAR

Ezanın Şartları

Bazı bilginler, ezanın şardarı sekizdir deyip onları saymış ve sonra şöyle demişlerdir: ‘Ezan okuyan bir insanın yerleşik olması şart mıdır, değil midir? İkincisi, ezan esnasında müezzinin konuşması caiz midir, değil midir? Üçüncüsü, müezzinin abdestli olup olmaması şart mıdır, değil midir? Dördüncüsü, müezzinin kıbleye dönmesi şart mıdır, değil midir? Beşincisi, müezzinin ayakta durması şart mıdır, değil midir? Altıncısı, binekli kişinin ezan okuması mekruh mudur, değil midir? Yedincisi, müezzinin yetişkin olması şart mıdır, değil midir? Sekizincisi, ezan karşılığında ücret alınır mı alınmaz mı?

Şeriat bilginleri, bu şartlarda görüş ayrılığına düşmüştür. Kıyas ve rivayederle ilgili tartışmalardaki kanıdan ise, sağlam ya da zayıf olabilir. Bizim görüşümüz şudur: Ezan bu şardar bulunsa da bulunmasa da, ge­çerlidir. Bu şardar bulunur ve bir engel olmazsa, onları kullanmak daha üstündür.                                         ,

^ -

Zikredilen bütün şartlar ile ilgili bâtınî yoruma gelirsek, bilmelisin ki: Davetçi, Hakkın kendisiyle Hakka çağırdığı ilahi isim olabilir. Ö, ça­ğırdığı hangi halde bulunursa bulunsun, Hakkın önünde ayakta duran davetçinin aynıdır. Bazen davetçi, [Hakk isminden] başka bir isim olabilir. Dolayısıyla ‘ezan okuyan kimsenin [tek bir isim olmak anlamında] yerle­şik olması şart değildir.’Çünkü bu şartın sağlanması güçtür.

Davetçi Hakka çağırırken, ya Allah Teâlâ karşısında saygının gereği ya da üzerindeki bir yükümlülükten kaynaklanarak ertelenmesi mümkün ol­mayan bir nedenle konuşabilir veya konuşmayabilir. Bu, kendisini da­vetçi olmaktan çıkaracak şekilde, dinleyen insanın anlayışına zarar ver­mediğinde söz konusu olabilir, ikinci şartın yorumu budur.

Davetçi bazen haliyle davet eder -ki bu [ezan okuyan insanın] te­mizliğidir-. En faziledi olanı budur. Bazen, sahip olmadığı bir özellikle davet eder. Bu ise, her bakımdan daha hayırlıdır. Allah Teâlâ yolunun yolcu­larından ve en büyüklerinden biri olan Hasan b. Ebi’l-Hasan el-Basri şöyle der: ‘Kendisine öğüt vermeden başkasına öğüt verilmeseydi, hiç­bir zaman kimse kimseye öğüt veremezdi.’ Kötülük yapan insan da, kö­tülükten sakındırmakla sorumludur. Bunu yapmazsa, iki kötülük kendi­sinde bir araya gelir. Bunu bilmelisin. Üçüncü şartın yorumu budur.

Davetçinin çağrısıyla Allah Teâlâ’nın rızasını amaçlaması, en faziletli dav­ranıştır. Dünyevî bir amaç taşıması da kendisini Allah Teâlâ’ya çağırmaktan engellemez, fakat ilki daha üstündür. Dünyevi bir amaçla Allah Teâlâ’ya davet eden insanın çağrısıyla da bir duyanın yararlanması umulur. Ardından o kişi dua eder, bu dua sayesinde onu davet eden insan mutluluğa erer. Bu da, ezan okurken kıbleye yönelmek gibidir ki, dördüncü şarttır.

Davetçinin, kendisine çağırdığı kimsenin [Allah Teâlâ] haklarını yerine getirmek için ‘ayağa kalkması’, çağrısını yaparken ‘oturması’ndan daha üstündür. Bu da beşinci şartın yorumudur.

Davetçi insanları Hakka çağırırken kulluğunun ve horluğunun far­kında olmalı mıdır? Yoksa, nefsinin izzetine, büyüklenmesine ve kendi­ni beğenmesine bakar bir halde mi bulunmalıdır? Bu durum, bir binek üzerinde ezan okuyan kimsenin durumuna benzer. Davetçinin horlu­ğunun farkına varması daha üstündür. Bu ise, altıncı şartın yorumudur.

Bilgiye ulaşmazdan önce davetçinin başkasmı davet etmesi uygun mudur? Yoksa, çağırdığını tanımadan [başkasını] davet etmemeli mi­dir? Bu durum, ezan okumak için yetişkinliğin şart koşulmasına benzer ve yedinci şartın yorumudur.

Allah Teâlâ’ya davet eden kişi, bu çağrısından dolayı ücret almamak zorun­da mıdır? Bize göre, ücret almaması daha üstündür. Fakat ücret alırsa da, caizdir. Çünkü Allah Teâlâ’ya davet makamı, bir ücreti gerektirir. Kavmini davet eden her peygambere şöyle denilir: ‘De ki: Davetime karşı sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretimi Allah Teâlâ verir.’231 Ayet, peygamberin çağrısına karşılık ücreti onaylamış ve peygamber de, ücreti, davet edilenden değil, Allah Teâlâ’dan istemiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, davetini ulaştırmada bizden ücret olarak sadece ‘akrabayı sevmeyi’ istedi. Burada kast edilen şey, Peygam­berin ailesini ve yakınlarını sevmek, her nasll olurlarsa olsunlar peygam­berden dolayı kendilerine ikramda bulunmaktır.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Karşılığında bir şey almaya en Hakk sahibi olduğunuz şey, Allah Teâlâ’nın kitabıdır.’ Bu ifadeyi, yılanın soktuğu bir insana Fatiha suresi okuyup onun iyileşmesine vesile olan birine söyle­miştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem: ‘Benim içinde ondan bir pay ayırın’ demiştir. Yani bu iyileştirmenin karşılığında aldığımız ücretten bana da pay ayı­rınız. Öyleyse vaaz ve hatırlatmasıyla kulları Allah Teâlâ’ya davet eden bir in­san bu davranışı karşılığında bir ücret alırsa, aldığı ücret onundur. Çünkü o, bütün peygamberlerin tanıklığıyla, ücret almayı gerektiren bir iş yapmıştır. Ücretini insanlardan almayıp Allah Teâlâ’dan isterse, bu da onun hakkıdır. 

Peygamberlerin [tebliğ karşılığındaki] ücrederini insanlardan değil Allah Teâlâ’dan istemelerinin nedeni, onları tebliğde görevlendirenin bizzat Allah Teâlâ olmasıdır. Bu nedenle ücret vermek, çağrılana değil, Allah Teâlâ’ya dü­şer. Yılan sokmuş hastayı iyileştiren ise ücretini hastadan almıştır, çün­kü bu iş için kendisini kullanan bizzat hastadır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem: ‘bana da bir pay ayırın’ demiştir, çünkü yılan sokmuş kimseyi tedavi edeceği şeyi [Fatiha suresi] kendisine veren peygamberdi. Bu hadise yakın bir hadis olan Büreyre hadisinde Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin ‘onun için sadaka, bi­zim için hediyedir’ demesidir. Çünkü [peygambere verilmekle] gerçek yerine ulaşmış olur. Bu da, sekizinci şartın yorumudur.

Bu ücret, efendinin kölesi için belirlediği ilahi bir lütuftur. Köle­nin, kendisini çalıştırdığı işte efendisine karşı bir ücret Hakk etmesi ya­kışmaz. Köle, efendinin malı ve mülküdür. Efendisi ise, yaptığı işe kar­şılık ona bir ücret ihsan eder. Fakat efendi, yaptığı amele karşı bir ücret belirlemekle kölesine ihsan ve lütufta bulunur. Bu işin esas nedeni, kö­lenin de [ilahi] ‘surete göre’ yaratılmış olmasıdır. Çünkü kölelerimiz de bizim kardeşlerimizidir. Anlayasın!

Allah Teâlâ’yı bilenlerin ücreti ise, Allah Teâlâ’nın emrettiği tebliği tamamlayıp döndüklerinde, efendilerini müşahede etmektir. Çünkü onlar, bu en yüce müşahededen ayrı kalıp var olanları görmek nedeniyle üzülmüş­lerdi. Bu nedenle Allah Teâlâ da, kendisine döndüklerinde müşahedelerinin artacağını taahhüt etmiş, onlar da [davetleri karşılığında] ücretlerinin Allah Teâlâ tarafından verileceğini insanlara bildirmişlerdir.

FASIL-VASIL

Ezanı Dinleyenin Durumu

Şeriat bilginleri bu konuda görüş ayrılığına düşmüştür. Bazıları, dinleyenin kelimesi kelimesine müezzinin okuduğu ezanı tekrarlaması gerektiğini söylemişken bazıları ‘hayya ale [haydin]’ ifadesine gelinceye kadar tekrarlamak, burada ise ‘la havle vela kuvvete illa billah [Allah Teâlâ’dan başka güç ve kudret sahibi yoktur]’ demek gerektiğini iddia etmiştir. Ben, ilk görüşü benimsiyorum ve o daha doğru olandır. Şu var Ki Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘hayye ale’ ifadesi hakkında bir ifadesi varsa, ben onu da benimserim. Dolayısıyla dinleyenin her kelimede müezzinle paralel gitmesini şart görmüyorum. Dilerse her kelimenin ardından müezzinin söylediğini tekrarlar, dilerse müezzin tamamladığında söylediklerini tekrarlar.

Tekrarlama, mescittekiler namaz vaktinin girdiğini bilmeden önce, minarede ya da mescidin kapısında ya da mescidin içinde kendiliğinden vakit girdiğini bildirmek için ezan okuyan müezzinin ezanıyla ilgilidir. Ezan okuması zorunlu olan müezzin budur. Mescitte cemaat arasında ezanı dinleyen ezan okuyucular ise, [müezzin değil] ezanın formuyla Allah Teâlâ’yı zikreden kimselerdir. Dinleyenin bu gibi kimselerin söylediğini tekrarlaması gerekmez. Çünkü, bize göre, o da müezzinin söylediğini tekrarlayan dinleyici gibidir. Dolayısıyla müezzinin okuduğunu dinle­yenin söylediğini tekrarlamamız bize emredilmemiştir.

Bu konunun bâtınî yorumu şudur: Allah Teâlâ peygamberinin şöyle söy­lediğini aktarır: ‘Ben ve bana tabi olanlar basiretle Allah Teâlâ’ya davet ederiz.’232 Müezzinin Allah Teâlâ’ya davetçi olduğunda kuşku yoktur. Ardından şöyle der: ‘Bana uyanlar.’ Onlar, tıpkı peygamberin çağırması gibi, kulları Allah Teâlâ’yı birlemeye ve O’na itaate çağıran peygamberin dışındaki insanlar­dır. Böyle bir insan, Şari’nin bir şey eklemeden ve eksiltmeden müezzi­nin söylediğini olduğu gibi tekrarlamayı emrettiği müezzini dinleyenle­re benzer. Allah Teâlâ’ya davet eden insan da, O’nun indirilmiş ve dile getiril­miş şeriatını anlatıcı olarak peygamberin çağrısına hiçbir şey eklemeden davet etmelidir. Bu durum Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şu ifadesinde dile getiri­len durumdur: ‘Benden bir kelime duyup onu öğrenen ve duyduğu gibi başkasına ulaştıran kimsenin yüzü ak olsun! Belki ulaştırılan kişi, ben­den duyandan daha iyi anlar’.

Bu konuda insanlar görüş ayrılığına düşmüştür. Kastettiğim, bu hadis üzerinde bir hadisin anlam bakımından aktarılmasıyla ilgili görüş ayrılığıdır. Bence doğrusu, ravi anlam yoluyla aktardığım belirtmediği sürece, genel olarak caiz olmadığıdır. Çünkü anlam yoluyla hadisi akta­ran kişi, bize peygamberin sözünden anladığını aktarır. Allah Teâlâ’ya, görüş birliği sağlanmış rivayetlerin dışında, başkasının anlayışıyla ibadet ede­meyiz. Arapça bilmeyen yabancı için ise Kur'an-ı Kerîm böyle değildir. Anlam yoluyla hadisi nakleden kişi, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in sözünün aynısını nakletmiş olabileceği gibi biz de aktarılan hadisten ravinin anladığını ya da daha çoğunu ya da azını ya da onun anladığının zıddını anlayabiliriz. Öyleyse en uygunu, Kur'an-ı Kerîm’i aktardığımız gibi hadisi de lafzıy­la aktarmaktır.

Allah Teâlâ’ya davet eden kişi, peygamberin gaybe ait durumlar hakkında getirdiği haberlere herhangi bir şey eklemez. Şu var ki onun, Allah Teâlâ’nın kendisine öğretmesiyle gaybe ait bir şeyin bilgisine ulaşırsa, [başkasını] ona davet etme hakkı vardır. Fakat söz konusu şey, bize tevatür [yalan­da ittifak edemeyecekleri kabul edilen bir çoğunluğun rivayeti] yoluyla gelen, başka bir ifadeyle kesin bilgi ifade eden bir yolla ulaşan şeriatın kabullerini ortadan kaldırmayan bir bilgi olmalıdır.

Müezzinin söylediğinin benzerini söylemenin bâtını yorumu, buna göre değerlendirilir. Müezzin ‘Allah Teâlâu Ekber’ dediğinde dinleyici ‘Subhanallah [Allah Teâlâ’yı tenzih ederim]’ derse, Allah Teâlâ’nın peygamberinin emrine uymuş sayılmaz. Allah Teâlâ’nın peygamberinin emrine uymayan ise, Allah Teâlâ’nın emrine uymamıştır. Çünkü Allah Teâlâ şöyle der: ‘Peygambere itaat ediniz.’233 Başka bir ayette ise ‘Peygambere itaat eden, Allah Teâlâ’ya itaat etmiş­tir’23* buyurur. Allah Teâlâ’nın peygamberi, bize müezzinin söylediğinin aynısı tekrarlamayı emretti. [Allah Teâlâu Ekber denilince] ‘Subhanallah’ diyen iyi bir şey söylemiş olsa bile, doğrusu peygamberin emrine uymaktır. Din­leyen ‘Allah Teâlâ Kebir’ dese de, müezzinin dediğini tekrarlamış sayılmaz. Müezzin [Allah Teâlâu Ekber yerine] ‘Allah Teâlâ kebir’ deseydi -ki bunu söyleyip söyleyemeyeceğinde görüş ayrılığı vardırdinleyen kendisini tekrarla­mış olurdu. Müezzinin ‘Allah Teâlâ Kebir5 demesini caiz görenler, dinleyenin de müezzinin söylediğini tekrarlamasını şart koşmuştur. Dinleyici ‘Allah Teâlâu Ekber’ derse, hiç kuşkusuz, tevatür yoluyla nakledilmiş ve hük­me bağlanmış meşru ezanı söylemiştir. İnsanın ‘Allah Teâlâ Kebir’ demesiyle ‘Allah Teâlâu Ekber’ demesi arasında büyük fark vardır.

Öyleyse bir zorunluluk dışında, rivayetlerin söylendiği şekilde akta­rılması gerekir. Zorunluluk hali ise, rivayetin dilini bilmeyenler için ri­vayetin tercümesidir. Kur'an-ı Kerîm söz konusu olduğunda ise, önce yazılı halinin aktarılması ve Mushaf ta yer aldığı gibi lafzın tekrarlanma­sı gerekir, ardından tercüme edilir. Böylece insan, [tercümesiyle esas metin arasında] bir farklılığa yol açmaz ve tercümede bir okuyucu (ta­kipçi) değil, yorumcu olmaktan kurtulur. Kuran’ın dışındaki rivayetler ise, anlam ile örtüşen en yakın anlamla tercüme edilir. Nitekim pey­gamber hadislerinde böyle yapılmalıdır.

FASIL-VASIL

Kamet Getirmek

Kamet getirmenin bir hükmü ve niteliği vardır. Kamet hakkında insanlar görüş ayrılığına düşmüştür. Bazıları, kametin hem cemaat hem de herkes için ezandan daha güçlü sünnet olduğu görüşündedir. Bazıla­rı ise, kametin farz olduğunu söylemiştir. Bu görüş, zâhir ehlinden (fakihler) bazı bilginlerin görüşüdür. Farz derken kametin namazın farzla­rından biri olduğunu kastetmişlerse, kamet olmazsa namaz geçersiz olur. Bunu kastetmemişlerse, namaz geçerlidir ve kameti yapmayan kişi günahkârdır. Bu görüşteki bazı insanların kamet yapılmadığında nama­zın geçersiz olacağını iddia ettiklerini gördüm. Bazı âlimler ise, kaşıdı olarak kameti terk edenin namazının geçersiz olacağını iddia etmiştir ki, İbn Kenane’nin görüşü budur.

Meselenin bâtını yorumu şudur: Allah Teâlâ için ‘kamet235 [ayağa kalk­mak, bir emri yerine getirmek]’, farzdır ve gereklidir. Allah Teâlâ’nın kendisini yerine getirmemizi emrettiği bir şeyde, durum kanıtlarına göre hareket ederiz. Durum kanıtı emrin vacip olduğunu gösterirse, onu vacip saya­rız. Örnek olarak: ‘Dini ayakta tutun (ikame) ve görüş ayrılığına düşme­yin*136 ya da ‘namazı dosdoğru kılın (ikame ya da kamet)’’237 ya da ‘ölçüyü adaletle yapın (ikame)’23* gibi ayetlerde yer alan [ikame etmek anlamın­daki] emirleri verebiliriz. Vacibin tanımı budur [bu ayederdeki emir zorunluluk bildirir]. Öyleyse hüküm verirken ölçüyü tercih etmek, en üstün davranıştır. Çünkü bu durumda Allah Teâlâ’nın emrine bağlanmış olur­sun. Vacibin tanımı ve sınırı olan tam ‘doğruluk [ikamet]’ özelliği ta­şımadığı sürece, ölçü tercih edilmiş olamaz. Bundan sonra tercih edile­bilir. Tartıda hile yapan kimse, tercih edenin yaptığı gibi, vacibin ger­çekleşeceği şekilde tartıyı ‘doğruluk’ sınırına ulaştırmış olmaz.

Tercih edeni tercih yaptığı için değil, ölçüyü tam gerçekleştirdiği için överiz. Sonra, tercihinden dolayı da bir kez daha onu överiz. Öy­leyse, tercih yapan, iki bakımdan övülür. Teraziyi ortaya koyması ba­kımından övülmesi daha üstündür. Çünkü bu övgü, zorunlu emri yeri­ne getirmekten kaynaklanır. [Emir olan teraziyi koyduktan sonra] Ter­cihten dolayı övülmesi ise, bu konudaki emri farza yorumlayanlardan başkası için nafiledir. İkinci durum, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin bir konuda hü­küm veren hakkında söylediği şu hadisinde dile getirilir: Tarttığında, tercih yap.’ Öyleyse Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in emri tercihle ilgili olduğu gibi söz ve fiiliyle de bunu pekiştirmiştir. Durum kanıtı nedeniyle emir zo­runluluk anlamına gelmezse, ‘tartıyı’ ortaya koymak [farz mıdır, değil midir] buna göre değerlendirilir.

Bu yorum, bu kitabı okuyan ve ortaya koyduğumuz görüşlere göre hareket edenlere Allah Teâlâ’nın dininde yarar sağlayan bir değerlendirmedir. Allah Teâlâ’ya hamd olsun, bu kitapa dince belirlenmiş olandan başka hiçbir şey koymadık. Sözü uzatmamak için kanıdan sunmaya fırsat bulama­dık. Fakat Allah Teâlâ’ya hamd olsun, Cüneyd-i Bağdadî’nin ‘bizim ilmimiz

Kitap ve Sünnet ile sınırlıdır’ demesi gibi, Kitap ve Sünnet’in dışına çıkmadık.

Kametin nasıl yapılacağına gelirsek, bazı bilginlere göre başlangıç­taki tekbir çift, geri kalanı bir kez, [cemaat namaza] kalktıktan sonraki tekbir ise iki kez okunmalıdır. Bazıları ise, ayağa kalkmayı bildiren ifa­denin dışındaki unsurlarda böyle düşünmüştür. Ayağa kaldırma ifadesi ise, iki kez söylenir. Bazı bilginler ise, çift ya da tek okumada serbest bı­rakmış, bazı bilginler hepsinin çift, ilk tekbirin dört kez okunacağı fik­rindedir. Bununla birlikte diğer la-ilahe illelah ifadesinin tek okunaca­ğında görüş birliği vardır.

Konunun bâtınî yorumuna gelirsek; iki kez okumayı kabul eden, yani ilk okumaya ilave yapan kişi, ezanda zikrettiğimiz mertebelerle [kametteki dereceler] birdir. Bu nedenle, başka bir yoruma gitmiyoruz. Çünkü şeriatta kamet, başka bir lafızla değil, ezanın lafzıyla yer almıştır [dolayısıyla yorumları eşittir]. Bir tek kamet cümlesi bunun dışındadır. Bu cümleyle kamet ezandan ayrılır ki, o da, ‘kad kameti’s-salat [namaz başlamıştır] ifadesidir. Bu ifade, geçmiş zamanı bildirir. Namaz [dua] ise, gelecek zamandır.

Öyleyse kamet, namazı beklemek için mescide gelen, namaza gel­mek için yolda bulunan, namaz için abdest alan veya namaz kılmak için abdeste başlamasa bile abdeste niyetlenen kullar için Allah Teâlâ’dan bir müj­dedir. insan bu hallerin birinde vefat ederse, namazı kılmamış olsa bile, kılmış gibi ödül alır. Bu nedenle Şari bu gayeyi gerçekleştirmek için geçmiş zaman lafzını kullandı. Namaz fiilen kılındığında ise, insan bilfi­il namaz kılmış kimsenin sevabını alacağı gibi aynı zamanda namaza gelmezden önce bu aşamaların birinde ölmüş kimsenin elde edeceği de ücreti alır. Bir rivayette şöyle denilir: “Namazı beklediği süre içerisinde insan namazdadır.’ Bu nedenle Şari, geçmiş zaman lafzını zikretmiştir. Bu da ‘namaz başladı’ ifadesinde yer almıştır.

Namazın ‘ikame edilmesi [bilfiil kılınması]’, bütün unsurlarının tamamlanması ve yetkinleşmesidir. Başka bir ifadeyle, [kametin geçmiş zamanla ifade edilmesinin anlamı] namaz farz kılındığı gibi sizin adını­za tamamlanmış ve bitirilmiştir. Namaza girip ikinci kez ödüllendirildiğinizde ise, namazın bilfiil kılınışındaki bu ücret ilk ücret gibi olabile­ceği gibi böyle olmayabilir de. Çünkü namaz kılan insan, namazını yet­kin kılmak yerine, eğri (eksik) kılabilir. Bu durumda ücreti de, amelin­den önce yazıldığın 111 aksine, namazın kılınışı bakımından eğri yazılır. Allah Teâlâ’nın kullarına yönelik ihsanının ne kadar büyük olduğuna bakınız! Bunun nedeni ise ‘(de ki) Yetkin delil, Allah Teâlâ’ya aittir9 ayetidir. Allah Teâlâ gerçekleşmezden önce kulun namazı eksik kılacağı hakkındaki bilgisine gö­re ücretini verseydi, kul şöyle diyebilirdi: ‘Namazı kılıncaya kadar beni yaşatsaydın, en yetkin şekilde kılardım.’ Bu nedenle Allah Teâlâ, kuluna en yetkin şekilde kılmış gibi sevabını vermiştir. Bundan dolayı, övgü ve minnet Allah Teâlâ’yadır.

FASIL-VASIL

Kıble

Müslümanlar kıbleye, yani Kâbe’ye yönelmenin namazın geçerlilik şartlarından biri olduğunda görüş birliğine varmıştır. Bu konuda ben­den önce görüş birliği olmasaydı, kıbleye yönelmeyi bir şart olarak ka­bul etmezdim. Çünkü ‘Nereye dönerseniz Allah Teâlâ’nın yüzü oradadır240 ayeti, Kâbe’ye yönelme emrinden sonra inmiştir ve bu ayet, hükmü kalkma­mış muhkem (anlamı açık ve kesin) bir ayettir. Fakat Kâbe’ye yöneime['nin namazın geçerlilik şartı olması] hususunda görüş birliği gerçek­leşmiştir. ‘Her nereye dönerseniz Allah Teâlâ’nın yüzü oradadır’24' ayetinin ise, kıbleyi bilmeyen şaşkınla ilgili olduğunda görüş birliğine varılmıştır. Söz konusu kişi, hiçbir görüş ayrılığı olmaksızın, kendi içtihadına göre kıble sandığı yere yönelerek namaz kılar. Kıldıktan sonra başka bir yöne yöneldiğini anlarsa, bu konuda görüş ayrılığı olsa bile, namazını tekrar­lamaz. Bu durum, temizlenme imkânı bulamayan kimsenin durumun­dan farklıdır. Öyle bir insan hakkındaki görüş ayrılığı namaz kılıp kılamayacağıyla ilgilidir.

insan Kâbe’yi gördüğünde, farz olanın gözünü Kâbe’nin binasına çevirmek olduğunda görüş ayrılığı yoktur. Kâbe’yi görmediğinde ise, bilginlerimiz bu konunun iki noktasında görüş ayrılığına düşmüştür: Birinci nokta farz olanın göz mü, yoksa yön mü olduğudur. İkinci gö­rüş ayrılığı noktası ise, farzın isabet etmekle mi yoksa içtihat etmeyle mi sınırlı olduğudur? Kastedilen şey, gözü şart koşanlara göre, gözün [Kâbe’ye] veya yönün isabetidir.

Kimi bilginlere göre farz olan göz, kimi bilginlere göre ise yöndür. Ben ise gözün değil, yönün [Kâbe’ye dönmesinin] farz olduğu fikrin­deyim. Çünkü gözün Kâbe’yi tutturmasında ve isabet etmesinde güçlük vardır. Allah Teâlâ ise ‘size dinde bir güçlük çıkarmadı242 buyurur. Yön derken de şunu kast ediyorum: Namaz safı uzun olup Kâbe görülemeyebilir. Böyle bir durumda, bütün insanların gözlerini Kâbe’ye çeviremedikleri halde namazları geçerli olmuştur. Bu anlaşılır bir durumdur.

Konunun bâtınî yorumu şudur: Kıblede sınırlama, kulu kendi se­çiminden uzaklaştırmak demektir. Çünkü kulun ve Allah Teâlâ’dan başka her şeyin aslı, zorunluluk ve mecburiyettir. Hatta kulun seçim sahibi olma­sı, seçiminde mecbur (zorlanan) olmasıdır. Allah Teâlâ ise, dilediğini yapan­dır. Bu durum ‘seçer’243, ‘dileseydik244 gibi ayederden bilinir. Allah Teâlâ, bilgi­sinin belirlediği şeyi yapar ve bilginin değişmesi ise imkânsızdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Benim katımda söz değişmez. Ve ben kullara zulmedici de­ğilim.’24* Başka bir ayette ise, ‘en güçlü delil Allah Teâlâ’ya aittir246 buyrulur.

Ben, Allah Teâlâ’nın bu ifadesini derinden araştıran birini görmedim. Bu­nun nedeni, anlamının son derece açık olmasıdır. Çok açık olduğu için de kapalıdır. Bu kitapta ona dikkat çektik ve açıkladık. Çünkü bu konu, kader sırrıdır. Bu meseleyi öğrenen kimse, Allah Teâlâ’nın kullarına karşı, kul­larında ve kullarından dolayı hükmettiği ve uyguladığı hiçbir konuda Allah Teâlâ’ya karşı gelmez. Bu nedenle Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ, yaptığın­dan sorumlu değildir. Onlar ise yaptıklarından sorumludur:’247 (Bilgisini) Allah Teâlâ’dan öğrenen akıllı biriysen, maksadı anlatmak için bu ayet yeter!

İncelediğimiz meselenin bâtındaki yorumuna dönüp şöyle deriz: Namaz, Allah Teâlâ’nın huzuruna girmektir. Sağlam bir rivayette ‘Namaz nur­dur’ buyrulur. İnsanın dışında olduğu gibi içinde de gözü vardır. Dola­yısıyla namazda bir kqfınin olması gerekir. Namaz kılarken insana açı­lacak şeylerden biri, kendisine ait gördüğü seçiminde zorunlu olduğunu öğrenmesidir., Bütün davranışlarında zorunlulukla hareket etsin diye, Allah Teâlâ insan için namazında ve bütün ibadetlerde eşyadaki sınırlılığı or­taya koymuştur. Zorunluluk, her şeyi kuşatan bir esastır ve burada hiç­bir varlığı dışarda tutmuyorum. Bu durum ‘göz sahibi ve gördüğü hal­de kulak veren’ kimse için böyledir. İnsan mubah konularda bile özgür

değildir. Çünkü mubah için zorunluluk ya da mendup ya da haram ya da mekruh gibi mubah olmaktan başka bir hüküm verilemez.

Bu nedenle Şari, namaz esnasında -görüyorsaKabe’ye dönmeyi, görmediğinde ise yönünü oraya çevirmeyi emretti. Kâbe’yi görmedi. ğinde yapmakla sorumlu olduğu şey, gözünü değil, yönünü Kâbe’ye isabet ettirmektir. Farz olanın gözü Kâbe’ye çevirmek olduğunu söyle­yenlere göre bile durum böyledir. Çünkü kula emredilen, namazında, hatta bütün hareket ve duruşlarında Allah Teâlâ’dan başkasını görmeyecek şe­kilde kalbiyle Rabbine yönelmektir. Hakkın zatının ve hakikatinin bir yaratılmış tarafından bilinemeyeceğini anladık. Öyleyse kişinin kalbiyle Hakkın zatına yönelmesi de imkânsızdır. Başka bir ifadeyle, akıllı kişi­nin Allah Teâlâ’yı hakikati bakımından bilmesi imkânsızdır. Ö’nu sadece mümkün bakımından bilebilir. Bu ise, mümkünün Allah Teâlâ’ya muhtaç ol­ması ve Allah Teâlâ’nın ise ondan farklı'olmasıdır. Bu farklılık, Allah Teâlâ’nın müm­kün bir yaratığın nitelendiği tarzda yaratıkların özellikleriyle nitelenmemesidir. Çünkü ‘Allah Teâlâ’nın benzeri yoktur.’ Dolayısıyla akıllı kişi, Allah Teâlâ’yı ancak selbi [olumsuzlama] olarak bilebilir. İşte göz ile değil, yön ile dönmek gerekir dememizin sebebi budur.

Yönün [ya da gözün] Kıbleye isabet etmesi değil, içtihadın isabet etmesi farzdır [Kâbe’yi belirlemede galip zanna göre hareket etmek ge­rekir] . Bu nedenle içtihat eden insan, her durumda ücreti Hakk etmiştir. Bize göre, amelî konularda içtihat olduğu gibi itikadî konularda da içti­hat vardır. Bu iki alanda bir fark yoktur. Bize göre bu ve benzeri konu­larda Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in müçtehit hakkındaki ‘isabet edebilir de, yanıla­bilir de’ demesinin anlamı, müçtehidin isabet etmesi görmeyle değil, yönle ilgilidir. Bu konuda isabet eden müçtehit yönü kabul eden kimse, yanılan ise gözün Kâbe’ye isabet etmesini kabul edendir:

Çünkü çöllerde gece ya da gündüz vakitlerinde yoğun bulut olma­dığında bile yönü tutturmak kesin bilgiyle değil, ancak tesadüfle ger­çekleşir. Gözle [kıbleyi] tutturmak, daha da güçtür. Biz, Allah Teâlâ’ya gözet­leme (rasat yöntemi, Astronomi) ya da şehirlerin uzunluk ve genişlikle­rinin kendilerinden çıkarıldığı gözetlemeye dayanan hesaplama yönte­miyle ibadet etmiyoruz (geometri). Çünkü bunları kabul etsek bile, her durumda kesin bilgiye sahip olamayız. Böylece yükümlüye farz olanın isabet etmek değil, içtihat olduğu anlaşılmıştır. Öyleyse kıldıktan sonra

öğrenmesi koşuluyla, namaz kılıp yönü tutturamayan kimsenin namazı yinelemesi gerekmez.

Meselenin bâtınî yorumu da şöyledir: Kişi teorik araştırmanın hak­kını verdiğinde, -idrak edememe’ye ulaşır ve ona inanır. Ortada sadece acizlik vardır. Hakk ise, gayret gösterdikten [içtihat] sonra herkesin inancındadır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘AUah ile beraber hakkında delili ol­madığı başka bir ilaha dua eden kimse.™* Anlayasın! Hakk, ‘kulunun ken­disi hakkmdaki zannına göredir.’ Şu var ki mertebeler, derece derecedir. Allah Teâlâ ise, kullarının birinin [inancında] bulunup diğerininkinde buUmmamasına yol açacak şekilde kendisini zabt eden bir nitelikte sınır­lanmayacak kadar geniş, yüce ve büyüktür. Hakkın genişliği, öyle bir şeyi [bir inançta bulunup diğerinde bulunmamak] kabul etmez, çünkü Allah Teâlâ şöyle der: ‘Nerede olursanız, 0 sizinle beraberdir.’249 Başka bir ayet­te ise ‘Nereye dönerseniz Allah Teâlâ’nın yüzü oradadır5250 buyrulur. Bir şeyin yü­zü, o şeyin hakikati ve zatı demektir.

Allah Teâlâ bir kişinin inancında ya da onunla beraber bulunup başka bi­rinin katında yâ da onunla beraber bulunmasaydı, Allah Teâlâ’nın inancında veya kendisiyle beraber bulunmadığı kişi Rabbine değil, vehmine iba­det ederdi. Allah Teâlâ ise, şöyle der: ‘Rabbin sadece kendisine ibadet edilmesine hükmetti (kaza):21' O’ndan dolayı ilahlara ibadet edildi. Dolayısıyla her­kes, ibadetiyle Allah Teâlâ’yı amaçlar. Allah Teâlâ’dan başka hiçbir şeye kendisinden dolayı ibadet edilmedi. Allah Teâlâ’ya ortak koşan müşrik, Hakkın katından belirlenmemiş özel bir yolla kendisi için bir ibadet geliştirdiği için ya­nılmış, bu nedenle bedbaht olmuştur. Çünkü onlar ortak yaptıkları şey­ler hakkında ‘Onlara bizi Allah Teâlâ’ya yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz252 demiş, bunu itiraf etmişlerdir. Alemde akıldan zerre miktarı nasiplen­miş hiç kimse, genel anlamda işlevsizliği253 [Tanrı-tanımazlık] tasavvur edemez. İşlevsizliğe inanan kimse, [genel anlamda değil], başka birinin kabul ettiği bir niteliği reddeder.

Öyleyse, görüyorsa evin kendisine, görmüyorsa Kabe’nin bulun­duğu yöne doğru yönelen kimse, -kendisine emredildiği gibikalbinde, duyusunda ve hayalinde Rabbine yönelmiş demektir. Bununla beraber insan, şanına yaraşır şekilde Allah Teâlâ’yı bilmekten mahrum kalır. Çünkü bir rivayette belirtildiği gibi, namaz kılan kişi ‘Kıblesinde Hakk ile yüz yüze gelse’ bile Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ arkalarından onları kuşatır.’254 Bi­naenaleyh Allah Teâlâ, öne geçen ve doğru yolu gösterendir. Allah Teâlâ, ‘herkesin perçemini tutandır’, ‘dostdoğru yola ulaştıran’, ‘günahkârları cehenne­me sürükleyen’, ‘bütün işlerin kendisine döneceği kimsedir.’ Artık ‘O'na ibadet et ve tevekkül et. Rabbin onların yaptığından habersiz değildir.’

FASIL-VASIL

Kabe’de Namaz

Bazı bilginler Kâbe’nin içinde namaz kılmayı genel olarak kabul etmemiş, bazıları genel olarak kabul etmiş, bazı bilginler ise nafile ve farz namazları ayırt etmiştir. Herkesin dayandığı bir kanıtı vardır.

Şari’nin bize bildirdiği ve kendisiyle Allah Teâlâ’ya ibadet ettiğimiz zâhirdeki hükmü onaylayıp bâtınî yorumu göz ardı etmediğimize göre, şöyle deriz: Kabe’nin içinde namaz kılmak, Hakkın işitmesi, görmesi, dili, eli ve ayağı olduğu kimsenin durumudur. Fakat bu durum, her organı ya­ratılış gayesinde kullanmayla gerçekleşir. Doğru sözlü kişi [peygam­ber], hadisinde bunu böyle kayda bağlamıştır. ‘Kalbi olan kimse için bunda öğüt vardır.’

Güvenilir bir rivayette Şari’nin (Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem) durumunun böy­le olduğu bildirilmiş, keşif de duyanlar için bu rivayede nafile ibadetler ve onların sonuçları hakkında bunu desteklemiştir. Bu nedenle, bir ri­vayette geçtiği gibi, Kâbe’ye girdiğinde Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem yer değiştirmiş­tir (değiştirerek namaz kılmıştır). Kâbe’nin dışında ise, farz namazı, bi­nek üzerindeyken binek kendisini nereye yönlendirirse oraya göre kılar­dı. ‘Nereye dönerseniz Allah Teâlâ’nın yüzü oradadır.

İşin gerçekte bizim gördüğümüz ve gözlediğimiz gibi olduğunu anladık. Bu makamı müşahede etmenin verisi budur. Böylece bu ma­kamdaki insan, O’nu başkasının duyması [duyma gücü] olarak gördüğü gibi kendi duyması olarak da görür. Bu şahıs için gerçekleşen keramet, keşif ve farkına varmaktan ibarettir. Yoksa Hakk onun duyma gücü de­ğildi de, [bu makama ulaştıktan sonra] şimdi öyle olmuş değildir. Allah Teâlâ, geçici durumlardan münezzehtir. Bu konu, Allah Teâlâ ile ilgili konuların en çetinlerinden biridir.

Zâhirde bu hükmü onaylayan kimse, Kabe’nin içinde farz ve nafile­siyle bütün namazların kılınabileceğini düşünür. Çünkü Allah Teâlâ’dan başka şeyler Allah Teâlâ’nın tutuşunun (kabza) dışına çıkamaz. Allah Teâlâ, onların var edeni, hatta varlıklardır. Onlar, Allah Teâlâ’dan varlık kazanmıştır. Varlık, Allah Teâlâ’dan farklı olmadığı gibi O’nun dışında olan ve bu dıştaki şeyden mümkünlere verilmiş değildir. Böyle bir şey imkânsızdır. Bilakis Allah Teâlâ, Varlıktır [Hüve’l-Vücûd]. Dıştaki şeyler O’nunla ortaya çıkmıştır.

Bir şair peygamberin huzurunda şöyle bir mısra okumuş ve pey­gamber de dinlemiştir:

Yemin olsun ki Allah Teâlâ olmasaydı ne doğru yolu bulurduk Ne sadaka verirdik, ne de namaz kılardık ^

Allah Teâlâ’nın peygamberi de, bu sözü beğenmiş ve onu onaylamıştır.

Dolayısıyla biz, [varlığımızın nedeni olarak] Allah Teâlâ’ya bağlıyız ve doğru bir rivayette yer aldığı gibi O’na aidiz. Kendimize ve mümkün oluşumuza baktığımızda, O’ndan çıkarız. Mümkün oluşumuz, Allah Teâlâ’ya muhtaçlığı gerektirir. Çünkü Allah Teâlâ, varlığından ihsan ederek bizi dışta var edendir. Bu durum, ‘Nereden çıkarsan yüzünü Mescid-i Haram yönü­ne dön256 ayetinin bâtını yorumudur. Ayetin [herkesi bağlayacak] tefsiri şudur: Nerede namaz kılarsan kıl, Mescid-i Haram’a yönel. [Bağlayıcı olmayan] İşari yorumu ise, ‘varlığa çıktığın yönden’ demektir. Başka bir ifadeyle, yokluktan varlığa çıktığın andan itibaren [O’na yönel]. Bâtınî yorumda ise şöyle denir: Haktan mümkün oluşuna ve zatını görmeye her ne şekilde çıkarsan çık, ‘yüzünü Mescid-i Haram’a dön.’257 [Bu yorum­la] Allah Teâlâ şöyle der: Muhtaç ve mecbur olarak, kendisinden çıktığın kimseye bakarak ve yönelerek dön. Çünkü O’ndan başka bir mekânın yoktur.

Hakka bak! Bir yandan önündeyken, öte yandan O’nu seni ihata etmiş olarak bulacaksın. Böylelikle Hakk, mudaklık ve sınırlılığı birleş­tirmiştir. Sen, O’ndan çıktığını zannedersin. Gerçekte ise, ancak O’na yönelmişsindir. O, senin ardından seni ihata eder. İlahi isim ve haller­den ‘hangisinde bulunursanız’ bulunun, ‘yüzlerinizi O’na çevirin.’ Yani, zadarınızı O’na doğru çevirin ve O’ndan yüz çevirmeyin! Bir şeyin yü­zü, o şeyin zatı ve kendisi demektir. Haktan yüz çevirmek, yokluğa düşmektir ki, o da, kötülüğe düşmektir. Nitekim varlık, saf iyiliktir. Hakk varlıktır. Yaratılmışlar ise yokluktur. Şair Lebid şöyle der:

Dikkat ediniz, Allah Teâlâ’dan başka her şey yok olucudur (batıl).

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu mısra hakkında ‘Arapların söylediği en doğru söz’ demiştir. Şiirde geçen batıl, yokluk demektir.

Bu ayetin zâhirdeki hükmü şudur: Bu konuda bir engel ve yasak bulunmadığı için farz namaz, Kabe içinde kılınabilir. Çünkü bir riva­yette ‘Nerede namaz vakti girerse, orada namaz kılın’ denilir. Namaz kılınamayacak yerler, dinin belirlediği mekânlardır. Bu mekânlarda ise, özleri gereği değil, sahip oldukları bir özellik nedeniyle namaz kılınmaz. Öyle bir mekân şeriatın hükmüyle [taşıdığı özellik] ölçüsünde namaz kılınabilecek yerlerin dışına çıkar.

‘Çıktığın yerden5258 ayetine gelince, Kâbe’den veya başka bir yerden çıkıp namaz kılmak istersen, ‘yüzünü O'nun tarafına çevir.™9 Namaz fa­larken yüzünü Kâbe’nin bulunmadığı başka bir yöne çevirme! O halde senin kıblen, Kâbe’den yöneldiğin kısımdır. Oradan çıktığında ise, kendisini görsen de görmesen dekıblen Kâbe’nin senin paralelinde olan kısmıdır. Sen zatmla Kâbe’nin bütününe yönelemezsin. Çünkü onun zatı seninfanden cisim bakımından daha büyüktür. Öyleyse Ka­be’nin içinde namaz kılmak, onun dışında namaz kılmak gibidir ve ara­da bir fark yoktur. Sen Kâbe’nin içindeyken de bir yöne yönelirsin. Kâ­be’nin içinde bulunduğun sürece, kendisine arkanı döndüğünü düşüne­rek, kuruntuya kapılma. Çünkü [Kâbe’nin içindeki] namazın hükümle­rinden söz edilirken ‘arkayı dönmek’ değil, yüz çevirmek zikredildi.

Biz yükümlüye, Şari’nin dile getirdiği şeylere göre davranırız. Bize göre bir şeyi emretmek, o şeyin zıddını yasaklamayı gerektirmez. Çün­kü Şari onu dile getirmemiştir. Şari emrettiği şeyin zıddını dile getirse ve zikretseydi, biz de onu kabul ederdik. Allah Teâlâ’nın emrettiği bir şeyi yapmasan, O’na isyan etmiş olursun. Bir şeyi emretmek onun zıddını yasaklamak anlamına da gelseydi, bu durum, insan [bir emri yerine ge­tirmemek nedeniyle] iki suçu ya da emredilen şeyin zıddı ölçüsünde pek çok suçu işlemiş olurdu. Böyle bir şeyi ise, [din bilginleri arasında] ka­bul eden yoktur, insan, ancak emredileni yapmadığında ya da yapıl­maması emredilen şeyi yaptığında sorumludur. Öyleyse insan, tek bir sorumluluk, tek bir günah sahibidir ve ‘Ancak onun benzeriyle cezalandı­rılır.,26°

Bu konu [Kâbe’nin içinde namaz kılmak] zâhirî ve bâtınî, Hakk ve yaratılış, şeriat ve bâtınî yorum bakımından hakkını elde etmiştir.

‘Allah Teâlâ, hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’26'

FASIL-VASIL

Avret Yerlerini Örtmek

Bilginler, herhangi bir görüş ayrılığı olmaksızın, ‘genel olarak’ av­reti örtmenin farz olduğunda görüş birliğine varmıştır. ‘Genel olarak’ derken, namazda ve namazın dışındaki örtünmeyi kastediyorum. Erkek ve kadında örtünmenin sinirini ise zikredeceğiz.

Bu konudaki bâtın hükmü şudur: Her akıl sahibi, açıklanmasının bilgisiz ve akılsızları, en yüce ve korunmuş ilahi makama karşı bir-saygı­sızlığa'sevk edecek ilahi sırrı ‘örtmelidir.’ Çünkü avret, meyletmek [yan yatmak, yıkılmaya yüz tutmak] demektir. Bu nedenle birileri [durumla­rına mazeret göstermek için] ‘Evleriniz avrettir262 demiştir. Bunun an­lamı, yıkılmaya yüz tutmuş demektir. Söz konusu kimseler, [savaştan] kaçmak istediklerinde böyle demişlerdi. Allah Teâlâ ise, peygamberinin nez­dinde onları ‘Evleri avret [yan yatmış] değildir. Onlar kaçmak istiyor263 ayetiyle yalanlamıştır. Onlar, bu sözleriyle kendilerini çağırdığın işten kaçmak istedi. [Şaşı anlamındaki] A’ver kelimesi de buradan gelir. Şaşı­nın bakışı tek bir yöne odaklanmıştır.

Aynı şekilde, bilgili insanın Hakkın sırlarım cahillerden ‘saklaması’ gerekir. Bu sırlara örnek olarak, ‘Üç kişilik grup yoktur ki, Allah Teâlâ dördün­cüleri olmasın’264, ‘Biz ona şah damarından daha yakınız’265, ‘Ben onun görmesi, işitmesi ve dili olurum’ gibi ifadelerde geçen ilahi sırları vere­biliriz. Bu gibi sırlar, kendilerini duyan bilgisizi [Allah Teâlâ’nın yaratıklarına yerleşmesi anlamında] hulûl ya da [bazı yerlerde bulunma nedeniyle] sınırlama gibi sakıncalı görüşlere sevk eder. Hakkın bilginlerin kalpleri­ne şefkat gösterip celalinin gereği olan genel anlamda ‘âlemlerden müs­tağnilik hali’nden peygamberinin diliyle söylediği ‘Acıktım, beni do­yurmadın; hastalandım, ziyaret etmedin; susadım, içirmedin’ gibi [teş­bih bildiren] ifadelere yöneldiği sırlar da gizlenmelidir.

Akıllı kişi, böyle sırları bilgisizden gizlemeli ve bunu söyleyenin [Hakk] yorumuna hiçbir şey katmamalıdır. Nitekim Hakk ‘falanca kulum hastaydı, onu ziyaret etseydin beni orada bulurdun’ ifadesiyle [celaliyle çelişen bu teşbihi] bunu gizlemiştir. Bu ifade, [açıklanan] birinci cüm­leden daha problemlidir. Fakat Allah Teâlâ, bu yorumda Allah Teâlâ’yı bilenlere sa­hip olmadıkları başka bir bilgiyi vermiştir. Birinci ifadede [hastalandım, ziyaret etmedin vs.] Allah Teâlâ, kendisini ‘hastalanan ve acıkan’ kulun kendi­si yapmış, ikinci yorumda ise hastanın yanında bulunmakla hastayı zi­yaret eden yapmıştır. Çünkü bir hastayı ziyaret eden kimse, hastanın yanında bulunur. Bu yorum nerede, kendisini hastanın aynı yapması nerede? Her ifadenin bir gerçekliği ve ‘her gerçeğin bir hakikati vardır.’

Bu konuda sıradan insana dönük gizleme, ‘beni hastanın yanında bulurdun’ ifadesi özelinde ona şöyle demektir: ‘Hastanın hali, sürekli şifayı elinde tutana muhtaç ve mecbur olmaktır. Şifanın sahibi ise, sade­ce Allah Teâlâ’dır. Öyleyse hastaya egemen olan şey, sağlıklı insandan farklı olarak, gelen belayı uzaklaştırmak için her an Allah Teâlâ’yı zikretmektir. Allah Teâlâ ise şöyle buyurur: ‘Ben, beni zikredenle beraberim.’

Bu, doğru bir yorumdur ve sıradan bir insan bununla ikna olur. Bilgin ise, bu konudaki bilgisine göre [bilgisini gizlemiş olarak] kalır. Hakkın [tenzihten teşbihe] yönelmesinin ve meyletmesinin sıradan in­sanın gözünden gizlenmesi böyle olur.

FASIL-VASIL

Namazda Avret Mahallini Örtmek

Bilginler, avret mahallini örtmenin namazın bir şartı olup olmadı­ğında görüş ayrılığına düşmüştür. Bazı bilginler, avret yerlerini örtme­nin namazın sünneti olduğunu ileri sürerken, bazı bilginler, namazın farzı olduğunu iddia etmiştir.

Konunun nefisle ilgili bâtını yorumu şudur: Daha önce avretin an­lamını açıklamıştık. Bu meseledeki durum ise şudur: Sahih rivayederde ‘Namaz kılan kişinin Rabbine münacat ettiği’ ve ‘namazın Allah Teâlâ tara­fından kuluyla arasmda ikiye bölündüğü’ belirtilir. Kulun fiilleriyle, başka bir ifadeyle, namazda kuldan ortaya çıkan fiillerle namaz kılanın Hakk olduğunu gören kimse, avret yerlerini örtmeyi namazın farzların­dan sayar. Ona göre böyle bir sır, sıradan insanlara gösterilmez. Burada bu işin sırrı ve anlamı kast edilir. Sıradan insanlar ona sâdece inanır. Nitekim bir ayette ‘Onları sadece bilginler anlar266 denilir. [Allah Teâlâ’nın ku­lun fiilleriyle namaz kılmasına] Örneğin bir rivayette, rükûdan başını kaldırırken Allah Teâlâ namazda kulununu diliyle ‘Allah Teâlâ kendisini övenin öv­güsünü işitti’ ifadesini verebiliriz. Halbuki bunları söyleyen, hiç kuşku­suz, kuldur. [Başka bir örnekte ise] Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ’nın sözü­nü dinlemesi için onu komşu edin.’267 [Kur’an-ı Kerim’i] Okuyan, hiç kuş­kusuz, peygamberdi.

Bu konuda bilenlerle sıradan insanlar arasmda bir mertebe gözet­meyip -dil sınırlarının dışına çıkmadan dinleyenleri nereye ulaştırırsa ulaştırsınnassın ifadesini dikkate alanlar, avret yerini örtmeyi namazın -farzlarindan değilL sünnederinden sayar. Bununla birlikte söz konusu kimselere göre bu ifadeleri anlayanların dereceleri birbirinden farklı olabilir. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’268

FASIL-VASIL

Avretin Sınırı

Bazı bilginler, erkeklerde avret yerinin ‘iki kara yer’ öldüğünü iddia ederken, bazı bilginler, erkeklerde diz kapağından göbeğe kadarki kısım olduğunu iddia etmiştir. Bizce erkeklerde avret yeri, sadece ‘iki kara yerdir [ön ve arka].’

Bu konunun nefsle ilgili yorumu şudur: İnsanda kötülenen, çirkin ve pis görülen her şey, gerçekte avrettir. Bu zikrettiklerimizin yeri ise, iki karadır. Öyleyse bunlar, [nefs için] haram gibidir. Göbekten yukarı­sı ve dizden aşağısındaki bölgeler ise, kuşkulu şeyler gibidir. Kuşkulu şeylerden de, uzak durmak gerekir. Çünkü ‘korunun etrafındaki çoban koruya girebilir.’

Kadında Avretin Sınırı

Bazı bilginlere göre, yüzü ve avuçlarının dışında kadının her yeri avret bölgesidir. Bazıları bu görüşü kabul etmekle beraber, ayaklarının avret olmadığını, bazıları ise, her tarafının avret mahalli olduğunu iddia etmiştir. Bize göre, kadında da avret bölgesi ‘iki kara’dır. Allah Teâlâ ‘o ikisi [Adem ve Havva] cennet yapraklarıyla onları örtmeye çalıştı269 buyurur. Böylece, avret bölgesi olan ‘iki kara’yı [ön ve arka dışkı yerleri] örtmede Adem ve Havva’yı eşit saydı. Kadına örtünmenin emredilmesi -ki mez­hebimiz buduronun [her yerinin] avret yeri olmasından kaynaklan­maz. Bu emir, örtünmeyi dile getiren dinî bir hükümdür. Sırf ‘avret’ olduğu için bir şeyin örtünmesi gerekmez.

Meselenin nefsteki yorumu şudur: Kadın, nefs demektir. Nefs kay­naklı bütün düşünceler avrettir. Kadında yüzü, iki eli ve ayağı avret bölgesi saymayanlar, yüz bilgi mahalli olduğu için böyle düşünmüştür. Çünkü bir şeyin ‘yüzü’nü bilmeksizin o şeyi bilemezsin. Bir şeyin yüzü gizli kaldığı süre, o şeyi bilmemiş olursun. Halbuki o şeyi bilmek zo­rundasın. Öyleyse, kendisini bilmek zorunda olduğun şeyin ‘yüzünü’ açmak zorundasın. Binaenaleyh yüz, avret yeri olmak bakımından ör­tünmez. Çünkü yüz, avret bölgesi değildir.

İki el, avuçlardır. Bunlar, ihsan ve cömertlik yeridir. Senin görevin istemektir. Veren de, verdiğiyle elini uzatmalı ve avucunu ‘kapatmama­lıdır.’ Çünkü o, vermesini istediğin nimetin sahibidir ve sana nimeti ih­san ettiğinde onu alabilmen gerekir. Cömertlik ve kerem, din tarafın­dan emredilmiştir. Bir rivayette ‘Veren el, alan elden üstündür’ denilir. Böylece ifade, isteyen ve verenin elini içermiştir. Öyleyse verenin ikram etmesi, isteyenin ise alması gerekir.

İki ayağın örtülmesi de zorunlu değildir ve onlar avret yeri değil­lerdir. Çünkü iki ayak, bütün bedeni taşıyan ve onu bir mekândan baş­ka bir mekâna ulaştıran araçlardır. Özelliği hareket etmek olan bir şeyin örtülmesi ve gizlenmesi güçtür. Bu nedenle, zorunlu olarak görünmesi ve ortaya çıkması gerekir. Dolayısıyla ayakların örtülen avret yeri sayıl­ması mümkün değildir.

Namazda Kıyafet

Bilginler, namazda tek bir elbise giymenin kişi için yeterli olaca­ğında görüş birliğine varmıştır.

Meselenin nefisteki yorumu şudur. Namazda birleyen, namazda kendisini görmeyendir. Bunun yerine, onu ayakta tutanın ve oturtanın Hakk olduğunu görür. Böyle bir insan, tıpkı yıkayıcının elindeki ölü gi­bidir. Namazda tek elbise giymenin [nefsteki] anlamı budur.

FASIL-VASIL

Sırtı ve Karnı Açık İken Namaz Kılan Erkek

Kimi bilginler sırtı ve karnı açıkken bir adamın namaz kılmasını ca­iz görmüş, bir grup ise namazının caiz olmadığını ileri sürmüştür.

Meselenin nefisteki yorumu şudur: Zâhir ve bâtın [iç ve dış], na­mazda kalbin ve organların amelidir. Adama namazı esnasında işinin zâhiri ve bâtını açıldığında, artık kendisini namaz kılıcı olarak görmez. Bunun yerine kendisini ‘kıldırılıyor’ görür. Bu durum, [sırtı ve karnı, zahri ve batm açık iken erkeğin] namazının geçersiz olduğunu iddia edenlerin görüşüne benzer. Namaz kendisinden meydana gelmiş olsa bile bu keşif sahibinin namazı böyle kendisine izafe etmesi mümkün değildir. Bu keşfi elde edip ‘bu iş ancak böyle olabilir’ -zaten bu kadarlık fiiliyle insan ‘namaz kılan’ diye isimlendirilirdiyen ise, söz ko­nusu insanın namazının geçerli olduğunu kabul eden gibidir.

FASIL-VASIL

Namazda Kadının Giymesi Gereken Elbise

Bilginlerin çoğunluğu, [kadının namazda] baş örtüsü ve entari giymesinin gerekliliğinde görüş birliğine varmıştır. Açık olarak kılarsa, bazı bilginler, o vakitteyken ya da daha sonra namazı yenilemesi gerek-


tiğini [kaza], bazı bilginler ise, sadece o vakitte yenilemesi gerektiğini iddia etmiştir. Cariye söz konusu olduğunda ise, bazı bilginler onun baş ve ayakları açıkken namaz kılabileceğini, bazıları ise başını örtmesi gerektiğini, bazıları ise başınıörtmesinin müstehap olduğunu iddia et­miştir.

Meselenin nefisteki yorumu şudur: Hür ve köle kadın arasmda hiçbir fark yoktur, çünkü herkes, Allah Teâlâ’nın mülküdür. Dolayısıyla, Allah Teâlâ’nın karşısında hürriyet yoktur. Yaratıklara izafe edilen hürriyet, onla­rın Hakkın boyunduruğundan değil, sadece yaratıkların boyunduru­ğundan kurtulmaları demektir. Başka bir ifadeyle, hiçbir yaratılmışın onların kalbine ulaşma imkânı ve kalplerinde etkisi yoktur. Tasavvuf yolunda hürriyetin anlamı budur. Daha önce namazdaki tek elbiseden söz etmiştik. Burada ise, başı örtmenin yorumlanması kalmıştır.

Bilmelisin ki: Kadının bâtındaki yorumu nefs iken baş başkanlık etmek anlamından türetilmiştir. Nefs, efendisinin onun üzerindeki baş­kanlığından perdeli olduğu için, âlemde başkan olarak görünmek ve benzerlerine karşı büyüklenmek ister. Bu nedenle, ‘özü sözü doğru in­sanların kalplerinden çıkacak en son şey, başkanlık sevdasıdır’ denilir. Bu nedenle nefse başını örtmek, başka bir ifadeyle başkanlığını gizle­mek emredildi. Çünkü namazdayken nefs, Rabbinin önünde bulunur. Hiç kuşkusuz sahibin önünde bulunan başkan, yoksunluk mahallinde bulunur. Başkasının yanına Çıktığında ise, başkanlığını izhar eder. Bu nedenle, köle nefse namazda başını örtmesi emredildi.

FASIL-VASIL

Namazda Haramdan Kazanılmış Elbise Giymek

Bazı bilginler, öyle bir insanın namazının caiz olduğunu belirtmiş­tir. Ben de, mekruh saymakla birlikte, bu görüşteyim. Bazıları öyle bir namazın caiz olmadığını iddia etmiş, bazıları ise, vakit çıkmadan nama­zın yinelenmesinin müstehap olduğunu iddia etmiştir. Bize göre ha­ramdan kazanılmış bir elbiseyle namaz kılan insan, namazı caiz olsa bi­le, helal olmayan bir elbiseyle namaz kıldığı için günahkârdır. Çünkü bize göre böyle bir insan, ‘Salih amele günah katıştıran kimselerdendir.’

Bu konunun nefisle ilgili yorumu şudur: İnsan tüm hallerinde korunmuşluk ve bütün işlerinde Allah Teâlâ’nın hoşnuduğuna [tevfik] ermek ni­metiyle rızıklanmış değildir. İnsan aym vakitte Allah Teâlâ’nın rızasına mazhar kılındığı işte başarıya ulaşmış iken aynı anda günaha gireceği bir iş de yapabilir. Buna örnek olarak, Allah Teâlâ’yı kalbi ve diliyle zikrederken aynı anda dövülmesi günah ya da dövülmesi yasaklanmış birine eliyle vuran bir insanı verebiliriz. Bu kötü davranış onun Allah Teâlâ’yı zikrine zarar ver­mediği gibi zikretmesi de onun günahını ya da bir haram işlemiş oldu­ğu yargısını ortadan kaldırmaz. Çünkü zikir, o davranışı helal yapmaz. Bu nedenle, bize göre çalınmış bir evde kılman namaz geçerüdir. Böyle bir evde namaz kılan insan, bir açıdan günahkâr iken başka bir açıdan sevap alır.

FASIL-VASIL

Namazda Necasetten Temizlenmek

Bazı bilginler, necasetten (kaba pislik) temizlenmenin namazın farzlarından olduğunu iddia ederken, bazı bilginler namazın ancak ne­casetten temizlenmekle geçerli olabileceğini, bazı bilginler ise sünnet olduğunu iddia etmiştir. Daha önce, temizlikten söz ederken buna te­mas etmiştik. Bazı bilginler, genel anlamda necaseti gidermenin farz ol­duğunu belirtmiştir. Bu görüşteki birinin şöyle söylemesi mümkün de­ğildir: Necaseti temizlemek, namazın geçerlilik ‘şartı’dır. (Şart sayılırsa) öyle bir insanın namazı geçerliyken necaseti temizlemediği için kıldığı namazda günahkârdır.

Meselenin nefs hakkındaki yorumu şudur: Necaseti temizlemeyi farz gören kimseye göre necaset, Allah Teâlâ’dan uzaklaşmayı, namaz ise ya­karmak için [Allah Teâlâ’ya] yaklaşmayı gerektirir. Yaklaşmanın uzaklaşmaya baskın olduğunu düşünen kimseler, necasetin hükmünü ortadan kal­dırmış demektir. Uzaklaşmayı yakınlaşmaya baskm kılan ise, böyle kı­lınmış namazı geçerli görmez. En doğrusu şöyle demektir : Kulun halle­ri çeşididir ve kul bütünüyle Allah Teâlâ’ya aittir. Kul, kendisinden meydana gelen her şey ile birlikte Allah Teâlâ’ya aittir. ‘Allah Teâlâ ise kimseye zerrece haksız­lık yapmaz.’ Öyleyse ister necaset ile birlikte namaz kılsın ister kılmasın, namazı makbuldür. En doğrusu ise, hiçbir görüş ayrılığı olmaksızın, az ya da çok olsa bile necaseti temizlemektir. Bunun anlamı şudur: insan, gaflet ve darlık özelliğinde yaratıldığı için, her durumda Allah Teâlâ’nın karşı­sında huzur sahibi olamaz. Bunu bilmelisin! Razı olacağı işlere erdir­mesini Allah Teâlâ’dan dileriz.

FASIL-VASIL

Namaz Kılınabilecek Yerler

İnsanların bir kısmı, necaset bulunmayan her yerde namazın kılı­nabileceği görüşündedir. Bir kısmı ise, yedi yeri bunun dışında tutmuş­tur. Bunlar, çöplük, kesimhaneler, kabir, yolun başı, hamam, deve ağıl­ları ve Kabe’nin üstüdür. Bazı bilginler sadece mezar ve hamamı, bazı­ları ise mezarı istisna etmiştir. Bazı bilginler ise, yasaklanmış bu yerler­de kılmanın namazı geçersizleştirmeyeceğini ileri sürmüştür. Onlara göre böyle yerlerde namaz kılmak sadece mekruhtur.

Meselenin nefsteki (batım) yorumu şudur: Allah Teâlâ ‘Nerede olursanız, O sizinle beraberdir270 buyurur. Namaz kılan kişi, Rabbine münacat et­mektedir. Başka bir ayette ise, ‘Onlar namazlarında süreklidir’27' buyru­lur. Hz. Aişe, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in halleri hakkında bilgi verirken şöyle der: ‘Her anında Allah Teâlâ’yı zikrederdi.’ Hal mensuplarının dışındakiler için, kalbin Allah Teâlâ’dan perdelenmesinde mekânların bir etkisi yoktur. Allah Teâlâ’dan perdelenmede etken, gaflet ya da genel olarak bilgisizlik, hal mensupları söz konusu olduğunda ise haldir.

Namaz kılmanın yasaklandığı yerlere gelirsek, söz konusu yerlerin hepsi, temizliği bozan yerlerdir. Daha önce, necasetten temizlenmeden söz etmiş, yorumunu yapmıştık. Yedi yerden sadece Kâbe’nin üzerinde namaz kılmak kalmıştı. Orada namaz kılmanın yasaklanmasının nedeni, insana namazda Kâbe’ye yönelmesinin emredilmesidir. Kâbe’nin üze­rindeyken, ona yönelmiş sayılmaz, dolayısıyla dinin emrettiği namazı kılmış olmazsın. Çünkü bu durumda Mescid-i Haram’ın şatrı [yön, yüz] tam karşında bülunmaz. Kâbe’nin üstünde namaz kılınabileceğini kabul edenler jjfe, yüzü zat anlamında yorumlamış demektir. Bu duramda, hiç kuşkusuz ki, zatınla Mescid-i Haram’a dönmüşsündür. Çünkü onun üzerindesin ve bütün yer yüzü mescittir.

FASIL-VASIL

Kiliseler ve Manastırlar

İnsanlar kilise ve manastırlarda namaz kılmak konusunda görüş ay­rılığına düşmüştür. Bazı insanlar oralarda namaz kılmayı kerih görmüş, bazıları caiz saymış, bazıları ise, içerde suret bulunup bulunmamasını ayırt etmiştir.

Meselenin nefsle ilgili yorumu şudur: İki şahıs aynı yerden Hakka münacat edebilir mi? Hakkın genişliği nedeniyle, bizce böyle bir şey olamaz. Allah Teâlâ, ‘herkes için bir şeriat ve yöntem belirledik5272 buyurur. Aye­tin tefsiri ve işari yorumu bunu gösterir. Öyle bir yerde namaz kılarsak, Hıristiyanların şeriatı yönünden değil, kendi şeriatımızdan yönünden kılabiliriz. Doğruyu ilham eden Allah Teâlâ’dır.

FASIL-VASIL

Oturak ve Üzerinde Oturulan Diğer Şeyler Üzerinde Namaz Kılmak

Bilginler, toprak üzerinde namaz kılınabileceğinde görüş birliğine varmış, yerde üzerine oturulan şeyler üzerinde namaz kılmak hususun­da görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Çoğunluk hasır vb. gibi (anamaddesi toprak olan) şeylerin üzerine secde etmenin mubah olduğunu kabul etmiştir. Mekruh olan, başka şeyler üzerinde secde etmektir.

Meselenin nefsteki yorumu şudur: Allah Teâlâ ‘Namazı kendim ile ku­lum arasında ikiye ayırdım’ buyurduğuna göre, namazda seni var say­mış, yok saymamıştır. En yüce ve nezih nitelik Allah Teâlâ’ya ait iken, en dü­şük ve değersiz nitelik sana aittir. Öyleyse kulluk zeminine [yer, yeryü­zü] ve gereklerine doğru her türlü inişin, genelleştirmen emredilmiş şeyleri zedeler. Allah Teâlâ seni namazda kul diye isimlendirdi. Kulluk ise, zil­let ve horluk demektir. Allah Teâlâ, yeryüzünü nitelerken, onu bizim için hor ve değersiz yaratıp ‘omuzlarında yürümemizi sağladığını’ belirtir. Yer­yüzü ayaklarımızın altındadır. Bu durum, hor bir varlığın teması bakı­mından horluğun ve düşüklüğün sön noktasıdır.

Yeryüzü bu kadar değersiz iken, bedenimizdeki en kıymetli orga­nımızı -ki yüzdüronun üzerine koymak ve onu toprağa sürmek bize emredildi. Allah Teâlâ hor varlığın -ki kuldurkendisine temas etmesiyle yer­yüzünün kırıklığını onarmak için bunu emretti. Böylece secde sayesinde kulun yüzü ile toprağın yüzü bir araya gelmiş, yeryüzünün kırıklığı onarılmıştır. Allah Teâlâ, kalbi kırık olanlarla beraberdir. Secdede kul, nama­zın diğer hallerine göre Allah Teâlâ’ya daha yakındır. Çünkü secde ederken, kendi adına değil, başkası uğruna gayret gösterir [yeryüzünün kırıklığı­nı gidermek]. Secde, hor varlığın temas etmesi sayesinde yeryüzünün kırıklığını onarma eylemidir.

İşaret ettiğim hususa dikkat et! Çünkü şeriat her konuya, imayla bile olsa işaret etmiştir. Bunu bilen bilir, bilmeyen bilmez. Bu nedenle, bu işlerin sırlarını sadece keşf ve vücûd [Hakk] ehli bilebilir. Çünkü bü­tün âlem onlarla konuşur ve kendi hakikatlerini onlara bildirir.

Ebu’l-Abbas el-Hariri Mısır’da 603 senesinde Ebu Abdullah b. elKarabaki’den şöyle aktarır: Ebu Abdullah, Verdan’ın küçük bir çarşı­sında yürürken yanında bulunan küçük bir oğlunun küçük abdestini yapması için bir lazımlık satın almış. Lazımlık yarımdayken, yolculuk onları yormuş. Yanlarında iyi insanlar bulunuyormuş. Bir şeyler yemek istemişler, bunun üzerine şeker kamışı satın almak hususunda görüş birliğine varmışlar. Kendi aralarında şöyle konuşmuşlar: ‘Bu lazımlığa pislik değmemiş, alındığı gibi yepyenidir.’ Bunun üzerine lazımlığı şe­ker kamışıyla doldurmuşlar ve yemeğe oturmuşlar. Yemeği yiyince, in­sanlar ayrılmış. Lazımlığın sahibi de Ebu’l-Abbas ile birlikte yürümüş gitmiş.

Ebu’l-Abbas der ki: ‘VAllah Teâlâi! Hem ben hem de benimle birlikte Şeyh Ebu Abdullah el-Karabaki kulağımızla lazımlığın şöyle söylediğini duyduk: ‘Allah Teâlâ’nın velileri bende yemek yedikten sonra, pislikler için bir kap olabilir miyim? Hayır, Vallahiolamam!’ Sonra, elinden kaymış, yere düşmüş ve kırılmış. Ebu’l-Abbas şöyle der: ‘Onun sözünden bir hal al­dık.’

Bunu hikâyeyi anlatınca kendisine şöyle dedim: ‘Lazımlığın size verdiği öğüdünün gerçek yorumundan habersiz kalmışsınız! Gerçek, sandığınız gibi değildir. Nice lazımlık vardır ki, sizden daha hayırlı kimseler ondan yemek yemiş, daha sonra hacet için kullanılmıştır. La­zımlık size şöyle demiş: ‘Kardeşlerim! Allah Teâlâ kalplerinizi marifet ve te­cellisinin kabı yaptıktan sonra, bir daha onları başkaları için kap haline getirmeniz uygun değildir. Allah Teâlâ size kalplerinizi kendisi için kap yap­mayı yasaklamadı. Bunu söyledikten sonra da kırıldı. Yani, Allah Teâlâ karşı­sında siz de böyle olunuz.’

Bunun üzerine, ‘dikkatimizi çektiğin şeye aklımızı vermemiştik’ di­ye karşılık verdi.

FASIL-VASIL

Namazın içerdiği Söz ve Fiiller

Namazın şartlarına gelirsek, bunların bir kısmı sözler, bir kısmı fiil­lerdir. Namazı bozan fiiller, namazın fiili olmayan bütün mubah davra­nışlardır. Bunun istisnası, namazda akrep veya yılan öldürmektir. Çün­kü bilginler, bu konuda görüş ayrılığına düşmüştür. Ancak hafif fiilin namazı bozmadığında görüş birliğine varılmıştır.

Konunun nefsteki yorumu şudur: Arzu akrebi ve şehvet yılanı, Rabbine münacat edene gelir. Acaba bunları öldürmesi mi gerekir, yoksa Şari’nin belirlediği yollarında onları serbest bırakması mı gerekir? Arif bunları öldürmenin imkânsız olduğunu bilir. Bu nedenle arzusuyla Allah Teâlâ katında olan şeyi [elde etmeyi] arzularken şehvetiyle de sürekli Allah Teâlâ’ya münacat etmeyi ister. Öyleyse bu görüşteki bir insan, onları öl­dürmeyi uygun görmez. Adı geçen akrep ve yılanın Rabbiyle münacat etmenin arasına girdiğini düşünen kimse ise," anları öldürmek gerekti­ğini düşünür.

Namazı bozan sözler de, namazın sözlerinden olmayan ifadelerdir. Bilginler, kasıtla söylendiklerinde bu gibi sözlerin namazı bozdukların­da herhangi bir görüş ayrılığına düşmemiştir. Şu var ki iki noktada gö­rüş ayrılığına düşmüşlerdir: Birincisi unutarak konuşma, İkincisi ise namazı düzeltmek için kasıtlı olarak konuşmaktır. Bazı bilginlere -ki bu istisnai bir görüştürgöre, bir insan namazdayken can kurtarmak veya önemli bir iş nedeniyle konuşursa, bu konuşma namazını bozmaz. O esnaya kadar kıldığı kısma [eksik rekâtları] ekler. Bu, Evzai’nin görüşü­dür. Bazı bilginlere göre ise, namazı düzeltmek için kaşıdı konuşmak namazı bozmaz. Bazı İçimseler ise, unutmanın dışında, her türlü ko­nuşmanın namazı bozacağı görüşündedir. Bazı kimseler ise, unutma ol­sa da olmasa da, konuşmanın namazı bozacağı görüşündedir.

Meselenin bâtındaki yorumu şudur: Namaz kılan insan, Rabbine münacat eder (Rabbiyle karşılıklı konuşur). Kişi Rabbi için başkasıyla konuşursa, yine de Rabbiyle konuşmuş saydır. Râbbinden dolayı ol­maksızın başkasıyla konuşursa, hiç kuşkusuz ki, namazdan çıkmış de­mektir. Hakka münacat esnasında unutmak, dikkate alınmaz. Bazı ar­kadaşlarımız ise, namazda münacat eden kulun [Hakkı değil] perdeyi görmenin etkisi altında olduğunu düşünmüştür. Çünkü Allah Teâlâ bir ku­luyla ancak perde ardından konuşabilir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Bir vahiy ya da perde ardından olmaksızın, Allah Teâlâ’nın herhangi bir insanla konuşması mümkün değildir.’273

En yakın perde, tecellinin kendisinde gerçekleştiği surettir. Perde­lerin en yakını odur. Çünkü tecelli ne surettir ne de ondan başka bir şeydir. Suretin suret olmayan bir nispetten ya da suret olan bir şeyin suret olan bir nispetten alıkoyduğu herkes, her iki durumda da [na­mazda] unutan gibidir. Onun bâtındaki hükmü de, zâhirde bilginler arasında meydana gelen görüş ayrılığı gibidir [farklı şeldlde değerlendi­rilir]. Anlayasın.

FASIL-VASIL

Namazda Niyet

Bazı bilginler niyetin namazın geçerlilik şartı olduğunu kabul et­miştir. Daha doğrusu, birkaç istisnanın dışında bütün bdginler bu ko­nuda görüş birliğine varmıştır.

Meselenin nefsle ilgili yorumu şudur: Kul, Rabbiyle karşılıklı ko­nuşmayı amaçlayabileceği gibi bazen bu hal [farkında olmaksızın] ansı­zın kendisine gelir. Hz. Musa bir ateş bulmak için yürürken Rabbi onunla konuşmuştu. Halbuki onun böyle bir amacı yoktü. Bütün ibadederde ilke, bazı istisnaların dışında, yükümlülerin bir amacı ve gayesi olmaksızın kendiliğinden Allah Teâlâ tarafından olmalarıdır. İstisnaya örnek olarak, Ömer b. el-Hattab’ın [duası ve dileği üzerine] örtünme vb. ayetlerini verebiliriz.

Bâtında kasıt ve niyetin dikkate alınmadığı belirtildi. Çünkü haki­kat, Hakkın dışında bir şey olmadığı bilgisini verir. Hakkın bir şeyde bulunmayıp niyet sahibinin kendisini başka bir yerde aramaya yönel­mesi söz konusu değildir. Allah Teâlâ’nın her şeyle ilişkisi, tek ve aynıdır. Ne­rede olursam ve hangi halde bulunursam bulunayım, Allah Teâlâ benimle ise, [kendisini aramak için] nereye yöneleceğim ki? Öyleyse, Allah Teâlâ’ya yaklaşmak için yönelmek gereken herhangi özel bir yön kalmamıştır. Yönelme ve niyetin konusu, Allah Teâlâ karşısında yöneldiğim özel bir hal­dir. Ben, Allah Teâlâ karşısındayken o halden ayrılıp başka bir Hakk geçmiş olurum.

Haller farklı farklıdır. Hallerin farklılığını gözetenler, niyetin zo­runluluğunu kabul eder. Şeriatiar buna göre çeşidenip gelmiştir. Her an Hakk karşısında olma bilincini dikkate alıp hallere bakmayan kimse ise, hal sahibidir. Böyle bir insan, bizzat hakikatte bulunduğu için, niyeti bilmez. Allah Teâlâ, böyle bir hal sahibine -tefsir olarak değilişarı yorumla şöyle der: ‘Nereye gidiyorsunuz.’274 Benzer bir ayet de şudur: ‘Sizinle be­raberim. Duyarım ve görürüm.’275

Otuz altıncı kısım sona erdi. Onu otuz yedinci kısım takip edecektir.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar