Print Friendly and PDF

AŞKA DAİR - Rıdvan Canım





                 Nedir aşk? Bir mânâlı bakış mı, bir delilik, bir çılgınlık mı, kendinden geçiş mi? Seveni göklere uçuran bir duygu mu? Ya Adem ile Havva'yı cennetten kovduran yasak elmanın aslı neydi dersiniz? Bir ihtiyaç mı? Bir başkaldırı mı? Cennet gibi görünen bir cehennem mi? Çiğ iken pişmek, hatta yanıp yanıp kül olmak mı? Belki hepsi.. En iyi tarifi Lamartin yapmış galiba : O yoksa, bütün dünya insansız kalmış gibidir" diyor, fena bir tarif değil bu.. Hayyam'ı bilirsiniz, diyor ki o da:

                                               Bir yürek ki yanmaz, yürek denir mi ona
                                               Sevmek haram, yüreğinde ateş olmayana
                                               Bir gününü sevgisiz geçirdinse yazık
                                               En boş geçen günün o gündür, inan bana

                Attila İlhan da "Ne kadınlar sevdim, zaten yoktular" derken, acaba Leylâ'sını bulduğunda aslında kendisini bulduğunu söyleyen Mecnun'la aynı kapıda buluştuğunu mu söylüyordu bize ? William Blake diye biri çıkmış ve demiş ki; "Ancak söylenmemiş aşklar aşktır!" Gel de çık işin içinden.. Fakat ilginç bir şey var burada : Blake'den altı asır önce şarkın büyük şairi Sa'dî de bunu söylüyor : "Cûylar kim vardılar deryâya hâmûş oldular". Ne diyor ? Irmaklar denize varınca susarlar. Unutulmaz aşk erlerimizden Yunus da hem aşkı tanımlıyor, hem de uyarıyor bizleri :

                                               Âşık olan kişiler  / Deli olagan olur
                                               Aşk neydiğin bilmeyen /  Ona gülegen olur
                                               Gülme sakın sen ona / İyi değildir sana
                                               Kişi neye gülerse / Başa gelegen olur

                Sebahattin Eyüboğlu, en beğendiği aşk tanımını Ankara'nın Hasanoğlan Köyü'nde bir vatandaştan duyduğunu söyler : "Sevdiğine kavuşamazsın, aşk olur!"... Ve Eflâtun.. O da  aşkı; doğumsuz, ölümsüz, artmaz, eksilmez bir güzellik olarak tanımlar.. İsterseniz bir de sözlüğe bakalım aşk için, ne dersiniz? Esasen Arapça bir kelime aşk.. aslı ışk.. "Şiddetli ve aşırı sevgi, bir kimsenin kendini tamamen sevdiğine vermesi, sevgilisinden başka güzel görmeyecek kadar ona düşkün olması" deniliyor aşk için.. Fakat burada ilginç bir tesbit göze çarpıyor : Kelimenin "sarmaşık" anlamına gelen "aşeka" kelimesi ile yakın ilgisi olduğu söyleniyor. Buna göre sarmaşığın kuşattığı ağacın suyunu emmesi, onu soldurup zayıflatması ve hatta kurutması gibi aşırı sevgi de sevenin sevdiğinden başkasıyla ilgisini kestiği, onu sarartıp soldurduğu için bu duyguya aşk denilmiştir. Ayrıca hem tatlı hem ekşi olan bir meyveye de "uşuk" diyor araplar..
                Efendim, hemen hepimiz şunu çok iyi biliyoruz ki, tartışmasız dünyanın her yerinde şiirin en önemli temasıdır aşk... Tabii ki bizde de şiir denildiği zaman, çok uzun bir geçmişi hatırlıyoruz biz.. Esasen bizler bir şiir medeniyetinin çocuklarıyız. Eğer şiirin aşkın ürünü olduğunu kabul ediyorsak, bizim aslında millet olarak yediden yetmişe "aşık" bir millet olduğumuzu da kabul etmemiz gerekir. Padişahından kapıcısına kadar şair, aşık bir milletiz biz.. İşte Yavuz Sultan Selim :

                                              
Şîrler pençe-i kahrımda olurken lerzân
                                               Beni bir gözleri âhûya zebûn etti felek

                Daha ne desin? Siyaseten cihanı gücüyle titreten bir padişah bir ceylan gözlünün karşısında diz çöküyor, acziyetini itiraf ediyor. Tabii onların edebiyatı da öyle idi. Osmanlı edebiyatı bir aşk edebiyatı idi. Bazan beşerî, bazan ilâhi.. Ama dâimâ aşk.. Lütfen dikkat ediniz, bu edebiyatta "sevgili" kelimesini karşılayan 100'den fazla kelime, ifade ve terkip var. Biliyorsunuz, Osmanlı edebiyatı islâmî bir edebiyattır. Yani büyük ölçüde Kur'an ilimlerine bağlıdır. Buna rağmen arapça bir kelime olan "aşk", Kur'an-ı Kerim'de hiç anılmaz. Onun yerine "hûb, mahbûb, mahabbet" kelimeleri geçer. Hz. Peygamber'e "Habibullah" yani "Allahın sevgilisi" denilmesi de zaten islâmın aşka verdiği önemi gösterir. "Mihr" ve "sevda" kelimeleri de "aşk" yerine kullanılır. Farsça "yâr" kelimesi ise "âşık" ile eşanlamlı olarak Türkçe'de köklü bir yere sahiptir.
                Bütün bu zenginliğin sebebini;  "Allah güzeldir, güzeli sever" hadis-i şerifinin delâlet ettiği derin mânâya ve bizim insanımızın rûhunda aşkın ve sevginin uyandırdığı geniş yankıya bağlamak mümkündür. Ve yine bilirsiniz ki Kur'an'da Peygamberlerin en güzeli Hz. Yusuf'un hikayesini anlatan sûreye "Ahsenü'l-Kasas" yani "Hikâyelerin en güzeli" denilmiştir. İşte öyle olunca da  aşkı böylesine güzel gören, hatta kutsayan bir inanç ve düşünce sisteminde şairlerin de dönüp dönüp "aşk"ı terennüm etmelerinden daha tabii ne olabilir? Diğer taraftan aşk kâinatın da yaratılış sebebidir çünkü.. Sonuçta bu edebiyatın içinde özellikle "gazel" formu, aşkın bütün boyutlarıyla ortaya çıktığı bir alan olur. Ve böylece onlar, kendi çağlarının olduğu kadar bütün zamanlara ait sevdaların da sözcüsü olurlar. Denilebilir ki onlar, bütün şahsiliklerine, bütün kalp çırpınışlarına ve bütün his dalgalanmalarına rağmen birbirleriyle ve hatta her devirdeki ve her yaştaki şiir okuyucusu ile biraz akraba, biraz da dert ortağıdırlar. Bu aşk duygularıdır ki birbirine uzak gönülleri yaklaştırır, onları aşk ekseninde "dost" kılar. Hepimiz, anlatılan o aşkta kendi aşkımızdan bir parça bulur ve bizim yerimize konuşan bu şairi alkışlarız. Belki bu yüzden gazel beyitleri arasında adımızı, bazan hicran ve hasret faslında okur, bazan gözyaşı ve feryad bâbında buluruz. Asla mutluluk ve saadet sayfalarını açamayız. Ama biz yine de en soylu, en asil aşkları gazellerle tanırız.
                Böylece biz, yanında rütbelerin, şan ve şereflerin, hatta şehirler dolusu hazinelerin yerle bir edildiği; korku ve utancı ortadan aldırıp, sevgilinin rüzgârları ile yedi iklim dört bucağın yakılıp yıkıldığı, taş üstünde taşın kalmadığı, tutkunların önce hâk ile yeksan edilip sonra bütün güzelliklerle yeniden şekillendirildiği, pınarlarından huzur ve sükûnun aktığı, en acı haliyle bile en güzel zevklerin yaşandığı aşkın en görkemli şeklini Osmanlı şiirinde buluruz. İşte bütün o Leyla ve Mecnun'lar, Yusuf u Züleyha'lar, Ferhad ile Şirin'ler bu güzel insanlardaki büyük ruh yangınlarından geriye kalanlardır. Bütün bunlarda biz, yalnızca sevgiliye bakan; ne olursa olsun ondan başkasına bakmaya tenezzül etmeyen bir âşığın tek taraflı gayretine, karşılıksız aşkına ve hazin hikâyesine tanık oluruz. İşte bunun içindir ki eski şiirimizdeki bu "aşk", başka hiçbir edebiyatın aşkıyla kıyaslanamaz ve bunun içindir ki bu aşk; pek asîl, pek şerefli bir gönül işidir ve Osmanlı şairleri de onu şanına lâyık bir şekilde dile getirmişlerdir. Taşlıcalı Yahyâ Bey, (Taşlıca da neresi demeyin sakın! Bugün Yugoslavya sınırları içerisinde kalmış eski bir vilayetimiz), işte o diyor ki;

                                               Sabretmeyen belâlarına aşkın anmasın
                                               Nûş etmesin şârâbı, kaçanlar humârdan

"Belâlarına katlanamayacak olanlar aşkın adını anmasınlar, "Sonunda baş ağrısı var" diyenler, şarabı hiç içmesinler."
                Evet, siz de öyle düşünmüyor musunuz? Yahya Bey öyle demiş ama siz de herhalde diyorsunuz ki; "Demirden korkan trene binmesin!" ya da "Serçeden korkan darı ekmesin!" Aynı şeyi söylemiyor muyuz?
                Evet, dün ya da bugün, fark eden birşey yok aşk yolunda.. Aşkın evveli sabır, âhiri tahammül.. Yani yine sabır, yine sabır.. Dünün aşk yolunda belki engeller çok daha fazlaydı. Dağlık, taşlık, toz-toprak..  Aşk yolu felaketler, belâlar yoluydu.. Mumdan bir gemiyle ateşten bir denizi geçmekti belki de aşk.. Aşk, yerine göre yol olur yürünür, yerine göre iman olur baş eğilir. Bazan ateş olup yakar, bazan deniz olup boğar. Sultan olur ülkeler yönetir, şarâb olur tepeden tırnağa sarhoş eder. At olup koşar, kuş olup uçar. Sır olur saklanır, gonca olur açılır. Gül bahçesi olur güzel kokusuyla aşıkları mest eder.
                Aşk olunca gönüller birleşir, aşk olunca şimşekler çakar, rahmetler yağar. Âlemler kıyâma kalkarsa aşktandır. Hastaların şifa bulması aşktandır. Aşk ile döner gökler, aşk ile durur kâinât.. Aşk, Mecnun'dan Leylâ'ya bir feryât, Mansur'dan dâra bir sır, gözden kalbe giden bir yoldur. Aşk ile zerreler güneş, damlalar ummandır.
                Aşk bir yanıştır, bir kıvılcımla başlar. Mum bir alevdir, varlığı yanışa verir. Yanış bir temizlenmedir, ruhu arıtır. Ve en büyük yangınlar bir kıvılcımla başlar. Onun için mum alevi deyip geçmeyin. Tarihin en büyük yangınlarının sebebi küçücük bir mum alevidir. Ha, ister şehirleri, ister gönülleri yakmış olsun; sonuçta yangının kaynağı bir kıvılcımdan ibarettir.
                Yangın gibi aşk da bir kıvılcımla başlar, ardından tutuşma ve nihayetinde bir ateş denizi gelir. Mumun, ateşi başı üzerinde götürmesi bundandır. Ve bütün yanışların kaynağı derûnîdir, içten gelir. Aşkın kıvılcımı gönle düşmeye görsün, ateş bütün varlığı kaplar.
                Yanış her ne kadar bir alev ise de nihayeti suya varır. Ateş elbette su ile söner. Çünkü biri diğerinin zıddıdır. Aşığın ciğeri yandıkça gözü yaş yani su döker. Ama gel gör ki bu tür yangınlarda su, alevin ancak şiddetini arttırır. İşte onun içindir ki büyük yangınlarda daha çok su, daha çok gözyaşı gerekir. Zira mum, içindeki yangını söndürmek için gözyaşı döktükçe başı  üzerindeki alev de çoğalır. Mum, bu !.. Peki ya pervane!? O aşıktır. Pervaneden başka ateşe aşık olan var mıdır şu dünyada? Onun yanışı bambaşkadır. O bütün zamanların en samimi aşığıdır. O sadâkatini kendini bu ateşte yakıp yoketmekle ispatlayan tek aşıktır zira.. Pervanenin kelebekçe canı mumun yakıcı ateşine nasıl dayanabilirdi ki zaten.. O dönüp dönüp yanıştır, yokoluştur. Ama pervanesiz mum, kuru ışıktan gayrı nedir ki? Işık, güneşte de vardır, ayda da.. Güneşin ışığı gerçek ateşten olduğu için çevresinde her şey pervane olup döner. Oysa ayın ışığı sahtedir ; güneşten çalınmadır ve tabii bu yüzden ayın etrafında dönen hiçbir yıldız görülmemiştir. Çünkü aşk gerçeğedir, gölgeye değil.. Ya pervane adını verdiğimiz şu kelebek kadar olup bir kanadını bile ateşte yakamayanların gönüllerinde hangi ateş yanar dersiniz?
                Velhasıl klasik edebiyatımızda aşk her şeydir, her şey de aşktır. Onu, "bana mı sordun aşık olurken" diye şarkı besteleyen günümüz sanatkârı ile yanyana getirmeye bile utanırım ben.. Kısacası bu kültürde aşk, sonsuz bir denizdir, içine dalmayınca anlaşılmaz; dalınca da bir daha kara görünmez.
                Aşk bu ise peki sevgili ve aşık kim? İşte sevgili..
                Onun en belirgin özelliği âşığa acı ve ıztırap vermesidir. Zulüm ve eziyyette aşırı sınırları zorlar, cana kasteder. Ama kimse ondan bunun hesabını soramaz. Gönlü taştır ve o merhamet kelimesini bilmez. Söz verir ama sözünde durmaz. Ona kavuşmak mı? O ancak rüyalarda olacak bir şeydir! Aşığın ağlaması, inleyip feryad etmesi ona zevk verir. Katında en makbul âşık, eziyetine en fazla tahammül gösterendir. Eziyetten vazgeçmesi ise aşktan yüz çevirmesi anlamına gelir. Kıskandırır. Nazlıdır, âşüftedir, fettandır. Kendini kolay kolay göstermez.
                Peki böyle birisi nasıl sevilir? İşte aşkın can alıcı noktası da burasıdır zaten.. Bütün bu olumsuz yanlarına rağmen o gönüller sultanıdır. Aşık, onu sevmek için yaratılmıştır. O daima kara saçlı, hilâl kaşlı, nergis gözlü, lâl dudaklı, inci dişli, gül yanaklı, servi boyludur. Bedeni billurdan yaratılmıştır. Aydır, güneştir, kıbledir, melektir, hûridir. Ama her hâli âşıka zulümdür.
                Ya âşık? O her şeyden önce şâirin ta kendisidir. Aşkında ölene kadar samimidir. Gıdası üzüntüdür. Ömrü sevgiliden lütuf beklemekle geçer. Her anı sevgilinin hayâli ile doludur. Sevgiliye ait küçücük bir söz bile onu kendinden geçirir. Canını sevgiliye verecek kadar cömerttir o.. Bakınız aşkın büyük ustası Fuzûlî ne diyor  ;

                                               Cãnımı cânân eğer  isterse minnet cânıma
                                               Cân nedir kim anı kurbân etmeyem cânânıma

Hatta o, bu kadarıyla da yetinmez. Zira bir can nedir ki sevgili için. Ve şunu söyler :

                                               Bin cân olaydı kâş men-i dil-şikestede
                                               Tâ her biriyle bir kez olaydım fedâ sana

Anlaşıldı sanırım : Keşke bir değil, bin canım olaydı da bin kez her birini senin için vereydim.
                Evet, O, sözünde sâdıktır. Aşk yolunun bütün tehlikelerini bilir ve onları baştan kabullenir. Sevgiliden başka talih ve felekten de zulüm görür o. Bu yüzden bazan sabahlara kadar ağlar. Uykuyu zaten hiç tanımamıştır. Yakasını yırtar, kan yutar, denizler gibi coşar, ırmaklar gibi ağlar. Aldatılır, tuzağa düşürülür, hastalanır, yaralanır, aklını yitirir. Velhasıl başına gelenler defter ü divana sığmaz. Ama bütün bunlara rağmen yine de istediği tek şey vardır : SEVGİLİ..
                15. asrın büyük şairi Ahmet Paşa öyle diyor :

                                               Şol ömr kim sensiz geçer, ol ömr zayi imiş
                                               Bir cân ki onun cânı yok, ol cân dahî can olmamış

                Peki bir de rakip var. Yani aşığın baş düşmanı. Sevgiliye ortak olan üçüncü kişi.. Aşık onun için söylenmedik kötü söz bırakmaz. İltifat edecek hali yok ya! Şu beyt aşığın rakip için ne düşündüğünü çok iyi anlatıyor : 18.asır şairlerinden Sâbit söylemiş :

                                               Meydâna geldi na'ş-ı rakîb-i nemîme-sâz
                                               Kıldım huzûr-ı kalb ile ömrümde bir namaz

                Son sözü isterseniz Mevlânâ'ya bırakalım ne dersiniz : Şöyle diyor üstad, Züleyha'nın Yusuf'a olan aşkını anlatırken : "Zeliha o hale gelmişti ki çörekotundan ödağacına kadar, her şeyin adı Yusuf'tu onun için.. Yusuf'un adını başka adlara gizlemişti; mahremlerine bu sırrı söylemişti. "Mum ateşten yumuşadı" dese; "Sevgili bize alıştı, yüz verdi" demek olurdu. "Bakın ay doğdu" dese; "Söğüt ağacı yeşerdi" dese, "Başım ağrıyor" dese; "Başımın ağrısı geçti, iyiyim", dese hep ayrı mânâları vardı bu sözlerin. Birini övse onu överdi; birinden şikâyet etse, onun ayrılığını söylemiş olurdu. Yüzbinlerce şeyin adını ansa, maksadı da Yusuf'tu onun, dileği de...
                İnsanlık tarihi kadar eski ve bir o kadar yeni bir konu aşk.. Dolayısıyla onu saatlere hatta gecelere sığdırmak mümkün mü? O ki kalplere bile sığmamış, biz ne yapsak, ne söylesek bitiremeyiz dolayısıyla..
                Yürekleriniz asla aşksız ve sevgisiz kalmasın derken, sözlerimi üstad Behçet Necatigil'in aynı zamanda aşkın en güzel tariflerinden biri olduğuna inandığım o meşhur "Gizli Sevda" şiiriyle bitirmek istiyorum.

                Hani bir sevgilin vardı
                Yedi sekiz sene önce
                Dün yolda rastladım
                Sevindi beni görünce

                Sokakta, ayaküstü
                Konuştuk, ordan burdan
                Evlenmiş, çocukları olmuş
                Bir kız, bir oğlan..

                Seni sordu
                Hiç değişmedi, dedim
                Bildiğin gibi...
                Anlıyordu.

                Mesutmuş, kocasını seviyormuş;
                Kendilerininmiş evleri.
                Bir suçlu gibi ezik
                Sana SELAM söyledi.

----------------------
Kaynaklar : İskender Pala; Ah Mine'l-Aşk. L.M. Yayinları. s. 275-305. İstanbul 2002. Cogito. Aşk Özel Sayısı. III. Baskı. Yapı Kredi Yay. İstanbul 1995. Âdile Ayda; Bir Demet Edebiyat. Türkiye İş Bankası Kültür Yay. İstanbul 1998. T.D.V.İ. Ansk. "AŞK" Maddesi. C.4, s.11-21. İstanbul 1991.
               

               


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar