Print Friendly and PDF

FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN YİRMİ ÜÇÜNCÜ KISMI


Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla

KIRK DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Behlüller (Deliler) ve Onların İmamlarının Bilinmesi

İstekli bir şekilde itaati yaparken, zinhar Dünyevi bir amaç giydirme ona.

Behlüller (deliler) gibi ol, hallerinde Vaktin hükmüne göre akıllı gibi yürürler.

Eldeki başaktan kursağını doldur.

Gelecek olana bel bağlama.

Rızkın bütünü hazırlandı Elde olmayanı elde etmek için.

Geçmişe ağlayıp durma Gelecekte olan şeyi sana kaçırtır

Geleceğin ise hükmüne iltifat etme

Ya da olacağın. Gidenle beraber sen de git.

Belki azim sahibi olursan Ve ölürsen, gayeni elde etmiş olursun

Sürekli sızlayana de ki:

HabiYin ortaklığında hüsrana uğradın

Avucunuz elde edemedi İstediklerini, ey başarısız dilenci!

Onun işinde davransaydın

Sakınan, kalbi titreyen Genç’in davrandığı gibi

Beni ve şu kişiyi ayırt ederdin:

Doğruyu yanlış gibi gösteren kimseyi.

Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘İnsanları sarhoş gibi görürsün, hâlbuki onlar sarhoş değillerdir.’306 Şöyle ki: Allah Teâlâ’nın öyle bir grubu vardır ki, yerine getirdikleri amellerle akıllan perdelenmiştir. Allah Teâlâ yerine getirilmeleri için amelleri kitabında ve peygamberinin dilinde kendilerini yükümlü tutmuş ve onlara farz kılmıştır. Onlar, kendisiyle başbaşa kalan ve emrinde O’na itaat edip farkında olmadığı yönden gelecek nuruna kalbini hazırlayan kimse için Allah Teâlâ’nın sırrında ansızın gelen tecellileri olduğunu bilmezler. Böylece Hakk, habersizce ve kendilerini hayrete düşüren bir işe karşı bilgi ve hazırlığı yok iken ansızın kendilerine gelir. Bunun üzerine böyle bir insan, aldım kaybeder. Allah Teâlâ kendisine ansızın gelen bu işi görünür olarak bırakır. O da, bu işte hayrete düşer ve onunla birlikte devam eder.

Bu kişi, şehadet âleminde hayvanı ruhuyla kalır; yer, içer, zorunlu hayvanı hallerinde duyulur yarar ve zararlarını bilme üzerinde yaratıl­mış -tedbirsizce, düşünce ve değerlendirmesi olmaksızınbir hayvan gibi tasarruf eder. O hikmet söyler, ama söylediği şeye dair bilgisi ol­madığı gibi öğüt alıp işlerin senin elinle olmadığını, hikmet sahibinin yönlendirmesiyle tasarruf eden bir kul olduğunu hatırlaman için sana fayda vermeyi amaçlamaz.

Böyle insanlardan sorumluluk kalkmıştır. Çünkü onların yükümlü­lüğü anlayabilecekleri ve kabul edebilecekleri akılları yoktur. ‘Sana bak­tıklarını görürsün, hâlbuki onlar görmezler.’307 ‘Affa sarıl’308 (İbn Arabi’nin yorumuyla ‘azını’ al).’ Yani Allah Teâlâ’nın onlarm dili üzerinde icra ettiği hikmet ve öğüderin azını al.

Bunlar (akıllı deliler), delilerin akılhları diye isimlendirilen kimse­lerdir. Onlar, bu ifadeleriyle deliliklerinin gıda, açlık vb. gibi herhangi bir doğal nedenle mizaçlarının bozulmasından kaynaklanmadığım kas­tederler. Deliliklerinin nedeni, kalplerine gelen ilahi tecelli ve Hakkın ansızın gelen çarpmasıdır. Söz konusu çarpma kendilerine gelir ve akıl­larını götürür. Şu halde onlarm akılları, Allah Teâlâ katında hapsedilmiş, O’nu müşahede etmekle nimetlenmiş, O’nun mertebesine çekilmiş, O’nun güzelliğinde dolaşmaktadır. Onlar, akılları olmaksızın akıl sahip­leridir. Dışta ise, deli diye bilinirler. Başka bir anlatımla, akıllarını kul­lanmaktan perdelenen kimselerdir. Bu nedenle delilerin akıllıları diye isimlendirilmişlerdir.

Ebu’s-Suud b. Eş-Şibl el-Bağdadi’ye -ki o devrinin aklilısıydıso­rulmuş: ‘Allah Teâlâ ehlinden delilerin akıllıları hakkında ne dersin?’ Şöyle yanıt vermiş: ‘Onlar, hoş kimselerdir. Akıllılar ise, onlardan daha hoş­tur.’ Kendisine sorulmuş: ‘Hakkın delilerini başkalarından nasıl ayırt edeceğiz.’ Cevap vermiş: ‘Hakkın delilerinde kudretin eserleri ortaya çı­kar. Akıllılar ise, müşahedeleri ile Haklcı görür.’ Bağdadî’nin bu sözü­nü, güvenilir, hafızası sağlam, aktardığı şeyi bilen, / harfini v harfinin yerine koymayan bir insan olan arkadaşı Ebû Bedr et-Temâşukî bana bildirmiştir.

Ebu’s-Suud b. Eş-Şibl el-Bağdadi şöyle demiş: ‘Onların müşahede ettiğini müşahede edip aldım yitirmeyen kimse, (onlardan) daha güzel ve daha iyidir.’ Çünkü böyle bir insan, peygamberlere verilmiş güce ya­kın bir güce yerleştirilmiş ve bu güç kendisine verilmiştir. Gerçi pey­gamberler de ansızm gelen tecelli vakiderinde başkalaşabilir. Kendisine vahiy geldiğinde Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in korkudan titrediği bize bildirilmiş­tir. Her yanı ürpertiden titrerken Hatice’ye gelir ve şöyle derdi: ‘Beni örtünüz, beni örtünüz.’

Bu durum meleğin kendisine görünmesinden kaynaklanıyordu. Peki ya el-Melîk tecelli ederse? Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Rabbi dağa tecelli ettiğinde onu param parça etmiş, Musa bayılıp düşmüştür:309 Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e vahiy gelip Cebrail onu kalbine indirdiğinde, duyularından çekip alınır, örtünürdü. Cebrail ayrılıncaya kadar, deve gibi köpürürdü. Böy­lece gelen vahyi algılar, onu yanında bulunanlara aktarır ve duyanlara tebliğ ederdi.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in Rabbinin kalbine olan tecellilerinden kaynakla­nan vecdleri, Rabbinden başkasının bulunmadığı bir vakitte meleğin ve varidin inişinden daha güçlüydü. Fakat o, bu sarsıntıyı bekleyen ve bu­na hazırlanmış biriydi. Bununla birlikte, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kendinden ge­çerdi. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem (ya da başka bir peygamber), risalet görevini ulaştırması ve ümmeti yönetmesi kendisinden istenmiş bir peygamber olmasaydı, hiç kuşkusuz, Allah Teâlâ müşahede ettikleri şeyin büyüklüğü ne­deniyle peygamberlerin akıllarını giderirdi. Böylece güçlü ve metin Allah Teâlâ, onlara Haktan gelen şeyleri kabul ederek onu insanlara ulaştırıp öğ­retmelerini sağlayan bir güç vermiştir.

Bilmelisin Ki: insanlar bu makamda üç mertebeden birinde bulu­nur. Bir kısmının varidi, kendiliğinde bulunduğu haldeki gücünden da­ha büyüktür. Bu durumda varid kişiyi hükmü altına alır, hal kendisine baskın gelir ve kişi halin hükmüne uyar, hal onu yönlendirir. Bu halde bulunduğu sürece, kendisini yönetemez. Bu hal ömrünün sonuna kadar sürerse, tasavvuf yolunda bu kişinin durumu delilik diye isimlendirilir. Örnek olarak, Ebû İkâl el-Mağribî’yi verebiliriz.

Bir kısmının ise, bu esnada aklı korunur, hayvanı yönünün aklı on­da kalır. Böylelikle bir tedbir ve düşüncesi olmaksızın yer, içer ve tasar­ruf eder. Bu insanlar, diğer hayvanlar gibi, doğal bir yaşam sürdükleri için delilerin akıllıları diye isimlendirilir. Ebû İkâl gibi olanlar ise, bütü­nüyle kendisinden alınmış delidir. Bu nedenle kendisinde alındığı gün­den öldüğü güne kadar yemek yememiş, su içmemiş. Bu durum, Mek­ke’de dört sene sürmüştür. Binaenaleyh o delidir, başka bir ifadeyle, duyu âleminden uzaklaşmış gizli biridir.

Bir kısım hakkmda ise, bu varidin hükmü sürmez. Böylece hal gi­der, o da aklıyla insanlara döner, işini yönetir, söylediğini ve kendisine söyleneni anlar, bütün insanlar gibi bir tedbir ve düşünceye göre tasar­ruf eder. Bunlar, peygamber ve hal sahibi velilerdir.

Bir kısmı ise, kendisine gelen tecelli ve varidin güç bakımından denk olduğu insanlardır. Dolayısıyla onun üzerinde bu tecellinin hük­meden bir eseri görülmez. Fakat kişiye böyle bir halin geldiği görüldü­ğünde, gizli bir şekilde onun farkına varılır. Bu durumda ise, ona başka bir ifadeyle Hakkın katından getirmiş olduğu şeyi almak için bu varide kulak vermek gerekir. Böyle bir insanın hali, kendisiyle sohbet ederken bir konuyla ilgili hükümdarın nezdinde başka bir şahsın gelmesiyle se­ninle sohbeti bırakıp gelen şahsın söyleyeceği şeye kulak kesilen kimse­nin haline benzer. Gelen elçi getirdiği bilgiyi ona ulaştırdığında ise, tek­rar sana döner ve seninle konuşmayı sürdürür. Gelen kişiyi görmesen bile onun bir şeye kulak verdiğini gördüğünde, o esnada kendisini sen­den alıkoyan bir durum bulunduğunun farkına varırsın. Bu durum, se­ninle sohbet ederken herhangi bir konudaki düşüncenin kendisini çekip aldığı kimsenin haline benzer. Böylece duyumsama gücünü hayalindeki o konuya yönlendirir, sen kendisiyle sohbet ettiğin halde gözleri ve ba­kışı donuklaşır. Bu durumda, söylediklerini anlamadığı halde ona bakar ve zihninin sohbet ettiğiniz konudan başka bir düşünceyle meşgul ol­duğunu anlarsın.

Bir kısmı ise, güçleri gelen varidden daha güçlü olan kimselerdir. Bu kısımdaki bir insan, kendisiyle sohbet ederken farkında olmadan varid ona geldiğinde, kendisine ulaştırdığı şeyi varidden aldığı gibi se­nin ona söylediğini de senden alır veya seninle sohbet eder.

Bu yol ehlinin kalplerine gelen Hakkın tecellilerinde dördüncü bir durum yoktur. Bu husus, tasavvuf yolundan bazı kimselerin peygamber ve veli arasındaki farkı ayırt etmede yanıldığı bir meseledir. Onlar şöyle iddia eder: Peygamberler halleri yönlendirir, veliler ise haller tarafından yönlendirilir. Başka bir ifadeyle peygamberler hallerinin sahipleri, veli­ler ise hallerinin köleleridir. Hâlbuki iş, sana ayrıntılı olarak açıkladığı­mız gibidir. İndirilen vahiyle Hakkın tecellisi kalbine geldiği esnada, kendinden geçmiş olsa bile -ki bu zorunludurpeygamberin niçin geri­ye döndürüldüğünü ve aklının korunduğunu sana açıklamış olduk.

Onlardan bir grup ile karşılaştık, kendileriyle oturup kalktık, yararlı düşüncelerini aldık. İnsanlar etrafında toplanmış iken söz konusu insan­lardan birinin yanındaydım. O, etrafındaki insanlara bakıyor şöyle di­yordu: cEy fakirler! Allah Teâlâ’ya itaat ediniz. Siz çamurdan yaratıldınız. Ate­şin bu kapları (yani bedenlerinizi) pişirip kuru çamura çevirmesinden endişe ediyorum. Ateş, kendisini pişirmeden kuru toprak olmuş ça­murdan bir kap gördünüz mü? Ey miskinler! İblis sizinle birlikte ateşe girecek diye sizi aldatmasın. Allah Teâlâ’nın ‘Cehennemi şeninle ve sana uyanlar­la dolduracağım”‘° dediğini okursunuz. İblis’i Allah Teâlâ zaten ateşten yarat­mıştır. Dolayısıyla o aslına dönecektir. Siz ise, topraktan yaratıldınız.

Ateş sizin eklemlerinizde hükümran olur. Ey miskinler! Allah Teâlâ’nın, ‘ce­hennemi seninle dolduracağım”" ayetinde İblis’e olan işaretine balanız! Burada durun ve gerisini okumayınız! Allah Teâlâ ona cehennemi senden de­miştir. Bu ifade, ‘cinleri ateşten yarattı”'2 ayetiyle aynıdır. Evine girip hanesine dönen ve ailesiyle bir araya gelen kimse, o eve gelen yabancıya benzemez. İblis, gururlanmasına neden olan şeye dönmüştür. Daha ön­ce şöyle demişti: ‘Ben Âdem’den daha hayırlıyım. Beni ateşten yarattın”'3 O halde, İblis’in sevinci aslına dönmektir. Size karşı ise, kendisinden yaratıldığınız toprağınıza karşı ateş nedeniyle böbürlenmiştir. Artık, İblis’e kulak vermeyin ve ona itaat etmeyin. Işık mahalline kaçın ki, Mutlu olasınız.

Ey miskinler! Sizler körsünüz, benim gördüğümü görmüyorsunuz ve (mesela) ‘bu mescidin çatısını şu sütunlar ayakta tutmaktadır’ dersi­niz. Onları mermerden yapılmış sütunlar olarak görürsünüz. Ben ise, onları Allah Teâlâ’yı zikreden ve öven adamlar olarak görürüm. Gölder bile adamlar sayesinde ayakta dururken nasıl olur da bu mescit öyle ayakta durmasın? Bilmiyorum, ben mi körüm de sütunları mermer olarak görmüyorum; yoksa siz mi körsünüz de bu sütunları adamlar olarak görmüyorsunuz? Yemin olsun Ki, ey kardeşlerim! Bunu bilemiyorum. Hayır, hayır! VAllah Teâlâi, kör olan sîzlersiniz.’

Sonra, topluluk içinden yalnız beni tanık tutarak şöyle dedi: Deli­kanlı! Doğru söylemiyor muyum? Ben de ‘evet, doğru söylüyorsun’ dedim. Sonra yanma oturdum. Gülmeye başladı ve dedi ki: ‘Ey insanlar! Kokmuş arkalar birbirine yellenir. Bu delikanlı benim gibi bir kokmuş! Bu ilişki, benim yanımda oturmasını ve beni doğrulamasını sağlamıştır. Siz, şimdi onu akıllı, beni deli zannediyorsunuz ha! O ben­den kat be kat delidir. Siz, bu sütunları adamlar olarak görmekten Allah Teâlâ tarafından kör edildiğiniz gibi bu delikanlının deliliğini görmekten de kör edildiniz.’

Sonra elimden tuttu ve bana ‘Kaile! Bunlardan uzaklaşalım’ dedi. Onunla beraber çıktım, insanlar dağıldığında ise, elimi bıraktı ve ben­den ayrıldı. O, karşılaştığım delilerin en büyüklerinden biriydi. Ona ak­lını yitirmesinin sebebini sorduğumda bana şöyle demişti: ‘Sen gerçek­ten de delinin tekisin! Aldım olsaydı, ‘Aklını kaybetmenin sebebi ne­dir?’ diye sorar miydin? Aklım nerede ki sana cevap versin? Onu kendi­siyle beraber almış, ona ne yaptığını ise bilmiyorum. Beni burada hay­vanlar arasında bıraktı. Yiyorum, içiyorum, o beni yönlendiriyor.’

Ona sordum: ‘Madem bir hayvansın, sana kim biniyor?’ Yanıt ver­di: ‘Ben vahşi bir hayvanım, bana binilmez.’ Bu yanıt üzerine, onun ün­siyet âleminden çıkıp marifet mertebelerinde bulunduğunu anladım. Artık hiçbir insanm onun üzerinde hükmü olmadığı gibi çoluk çocuğun ve başkalarının sıkıntılarından da korunmuştu. Çokça susar, içine kapa­nık, sürekli düşünen, mescide devam eden, bazı vakiderde namaz kılan biriydi.

Namaz kıldığını gördüğüm bir keresinde ona sordum: ‘Namaz kıl­dığını görüyorum?’ Şöyle yanıt verdi: ‘Hayır, VAllah Teâlâi, O’nun beni ayak­ta tuttuğunu ve oturttuğunu görüyorum. Benim hakkımda neyi istedi­ğini bilmiyorum.’ Sordum: ‘Namazında Allah Teâlâ’nın sana farz kıldığı ibade­ti yerine getirmek için niyet ediyor musun?’ Cevap verdi: ‘Niyet nasıl bir şeydir?’ Ben de, ‘bu amellerle Hakka yaklaşmaya yönelmek’ dedim. Bunun üzerine güldü ve şöyle dedi: ‘Ben adama diyorum ki, O’nun be­ni ayakta tuttuğunu ve oturttuğunu görüyorum. Benimle beraber olan ve kendisini müşahede ettiğim ve benden gizlenmeyen birine yaklaşma­ya nasıl niyet edebilirim ki? Böyle bir söz delilerini sözüdür, hiç aldınız yok!’

Sonra bilmelisin ki: Önceki sûfîlerden Behlül ve Sağdun, Ebû Vehb el-Fâdıl gibi delilerin bir kısmı Mutlu, bir kısmı üzüntülüdür. Onlar, bu konuda akıllarını gideren ille tecelliye göre bulunur. Onları çekip alan bir kahır tecellisi ise, tecelli onları daraltır. Örnek olarak, Yakup el-Kûrânî’yi verebiliriz. O, kendisini gördüğümde, beyaz bir köprüdeydi ve bu makamda bulunuyordu. Mesud el-Habeşi de böyleydi. Onu Şam’da gördüğümde, kabz ve bast halleri arasında karışık bir durumdaydı. Kendisine hâkim hal susmaydı. Aklilarını gideren ilk te­celli bir lütuf tecellisiyse, onları bast haline sokar.

Bu sınıftan Ebu’l-Haccac el-Ğılyeri, Ebu’l-Hasan Ali es-Selâvî gibi bir grubu gördüm, insanlar onların akıllarını başından alan şeyin ne ol­duğunu bilmiyordu. Kendilerine tecelli eden şey, onları kendi nefisleri­ni yönetmekten alıkoymuştu. Allah Teâlâ, yaratıkları onlara amade lalmış, on­lar da gönül hoşluğuyla söz konusu insanların maslahadarıyla meşgul oluyordu. İnsanların en sevdiği şey, bu insanlardan birinin evinde ye­mek yemesi veya verdiği bir elbiseyi kabul etmesidir. Bu durum, Allah Teâlâ’nın onları söz konusu kişilere amade kılmasından kaynaklanıyordu. Böylece Allah Teâlâ onlar adına iki rahatı birleştirmiştir: Dilediklerini yerler, fakat hesaba çekilmezler ve sorumlu olmazlar.

Allah Teâlâ yaratıkların kalplerinde onlar için kabul, sevgi ve ilgi meyda­na getirmiş, tekliften kurtulmuşlardır. Onlar, amelsiz geçen ömürleri sü­resince, Allah Teâlâ katında ‘güzel amel yapan kimsenin ücreti”14 gibi ücret alır. Çünkü onları kendisine çeken ve akılları gitmeseydi yerine getirecelderi iyi amellerin neticelerini onlar adına koruyan Allah Teâlâ’dır. Örnek olarak, abdestli uyuyup gece kalkıp namaz kılmaya niyetlenen bir insanı verebi­liriz. Allah Teâlâ onu ruhuyla alıkoyar ve sabah vaktine kadar uyur. Bu du­rumda Allah Teâlâ ona gecesini ibadetle geçiren kimsenin ücretini yazar. Çünkü uyku halinde onu kendi katında hapseden Allah Teâlâ’dır. Binaenaleyh onlarda teklif ile sorumlu olan şey, ruhlarıdır ve ruh, saltanatı kendisin­de ortaya çıkan Hakkın müşahedesinde kendinden geçmiştir. Dolayısıy­la, dıştan gelen duyumu korumak için saklayan ve duyumun getirdiği şeyi anlayacak kulakları yoktur.

Ben de bu makamı tattım. Bu esnada bana bir hal geldi. Bu halde, beş vakit namazı bana söylendiği gibi rükû, secde ve namazın bütün fiil ve sözlerini tamamlayarak cemaate imamlık yaparak kılıyordum. Bütün bu hallerde hiçbir bilgim yoktu: Ne cemaat ne namaz kılınan yer ne hal ne duyu âleminden herhangi bir şey hakkında bilgim vardı. Bunun ne­deni, bana başlan gelen ve içinde kendimden ve başkalarından habersiz kaldığım müşahedeydi. Namaz vakti geldiğinde, namaz kıldığım ve in­sanlara namaz kıldırdığım bana bildirilmişti. Bu esnadaki halim, uyuyan kişiden haklarında bir bilgisi olmadığı halde meydana gelen hareketlere benziyordu. Böylelikle Allah Teâlâ’nın benim hakkımda halimi koruduğunu ve gaybet halinde Şiblî’ye yaptığı gibi dilimden bir günah döktürmediğini anladım. Gerçi Şiblî, aktarıldığına göre, namaz vakitlerinde akıllılık ha­line döndürülürdü. Fakat döndürüldüğünün farkında mıydı, yoksa be­nim o halde bulunduğum gibi miydi, bilemiyorum. Çünkü olayı akta­ran kimse bunu açıklamamıştır. Cüneyd’e Şiblî’den söz edildiğinde şöy­le demiş: ‘O’nun dilinden günah döktürmeyen Allah Teâlâ’ya hamd olsun.’ Gerçi ben, bilinçsizlik halindeyken bazı vakitlerde zatımı en genel ışık ve yüce Arş ile gerçekleşen en büyük tecellide müşahede ediyordum. O’na namaz kıldırılıyor, ben ise nefsimden habersiz hareketten yoksun bir halde duruyordum. Zatımı, önümde rükû ve secde ederken görüyor­dum ve rükû ve secde edenin de kendim olduğunu biliyordum. Bu du­rum, uyuyanın rüya görmesine benzer. Bir el alnımdaydı. Buna şaşır­dım. Onun ne ben ne benden başkası olmadığını anladım. Buradan, so­rumlu tutan, tutulan ve teklifin ne olduğunu anladım.

Böylece, kendilerinden alınmış Hakkın delilerinin hallerini, o hali tadan biri gibi gerçekleşmiş bir müşahedeyle açıklamış olduk.

‘Allah Teâlâ hakla söyler doğru yola ulaştırır.’

KIRK BEŞİNCİ BÖLÜM

Erdikten sonra Geri Dönenin ve Kimin Döndürdüğünün Bilinmesi

Senin varlığın, gerçekleştirici bir işin yönetimindendir Bir de ayetlerin ayrışmasından; keşke anlasaydın

Ey insan! Zatını ne kışkırtır

Yükseğiyle düşüğüyle şeyleri gören Rabbe karşı

Akıl, anlayış ve keskin zekâ sahibiysen Dün bilmediğini bugün öğrenirsin

Bu bilgi kendisinin kabul edici olduğunu bilmendir Yaptığın iş sayesinde yakınlık ve uzaklığı kabul edersin

Yönetmenin ve özeti ayrıştıran rabbinden kork!Korku, kula daha uygun ve daha yaraşan şeydir.

Dünyada halin sürekli böyle olursa

Belki mutluluğun müjdeleri meydana gelir.                                  .

Çünkü Hakkın celali, değeri büyük olandır Yaratıklarda ise dilediğine hükmeder ve ayrıştırır

Efendi kullarının kalplerini aldığında                                  

Kendisine; dilediğine hükmedip yerine koyduğunda                                    -

Dilediğini kendi katında saygın olarak bırakır

Dilediğini ise arzu ettiği şey için geri çevirir

Gönderdiği kimse nebi veya resul ve vâristir

Sadece bunlar vardır; özetleyiniz

Geride bir kişi kaldı ki o da vâristir

İkisi gitmiştir, onlarm yerine başkasını koyamazsın

Veliye rahatı tahsis edeni tenzih ederim! .

Daha faziletli olan kimsenin kendisine gıpta edeceği bir rahata.

(Peygamberlik, Velilik ve Vârislik)

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Alimler peygamberlerin vârisleri­dir.’ Başka bir hadiste ise, şöyle buyurur: ‘Peygamberler para veya dir­hem miras bırakmaz. Onlar, bilgiyi miras bırakır.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in başlangıçtaki durumu, Allah Teâlâ’nın kendisini İbrahim’in dinine göre ibadet etmeye muvaffak kılmasıydı. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Hira dağına çekilir, orada Allah Teâlâ’nın bir ihsanı olarak ibadet ederdi. Hakk ansızın kendisine tecelli edinceye kadar böyle sürmüştür. Melek kendisine gelmiş, elçilik görevi­ni teslim etmiş ve peygamber olduğunu bildirmiştir. Peygamberlik gö­revi tam olarak kendisinde yerleşince korkutucu, müjdeleyici, Allah Teâlâ’nın izniyle Allah Teâlâ’ya davet eden, aydınlık veren bir kandil olarak bütün insan­lığa gönderildi. Böylece risaleti tebliğ etmiş, emaneti yerine getirmiş, basiretle Allah Teâlâ’ya davet etmiştir.

Aramızdan yetkin vâris veli ise, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şeriatının bütü­nüyle Allah Teâlâ’ya yönelen kimsedir. Bu durum, bâtınındaki ilahi bir tecelliy­le, Allah Teâlâ peygamberi ve resulü Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e indirmiş olduğu şeyi anlama özelliğini o velinin kalbine açıncaya kadar sürer. Böylece Allah Teâlâ, kitabını anlamayla onu rızıklandırır ve onu bu ümmet içindeki sezgi sa­hiplerinden biri yapar. Veli için bu durum, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e gelen me­leğin yerini alır. Sonra, Allah Teâlâ karşısmda kalplerini iyileştirmek, onları irşat etmek, övülmüş ve yerilmiş düşünceleri ayırt edip şeriatın maksat­larını açıklamak üzere Allah Teâlâ bu yetkin veliyi yaratıklarına geri gönderir.

Allah Teâlâ’nın peygamberinden sabit olan ve olmayan hükümleri de, Allah Teâlâ’nın bildirmesiyle insanlara açıklar. ‘Allah Teâlâ ona kendi katından bir bilgi ver­miştir.’ Böylece insanların himmetlerini, en mukaddes makam ile en iyiyi aramaya yükseltir, risaletini tebliğ edişte Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in yaptığı gibi onları Allah Teâlâ katında bulunan şeye teşvik eder.

Şu var ki vâris, bir şeriat ihdas etmediği gibi yerleşik bir hükmü de ortadan kaldırmaz, sadece açıklar. Çünkü vâris, rabbinden gelen bir de­lile ve rabbini bilmede basirete sahiptir. ‘Onu ondan bir şahit okur.’ Bu durum ise, peygambere uymasının doğruluğundan kaynaklanır. Vâris, Allah Teâlâ’ya davet ettiği nitelikte Allah Teâlâ’nın peygamberine ortak yaptığı kimse­dir. Bu bağlamda Allah Teâlâ (Peygamberine) şöyle (demesini) bildirmiştir: ‘Ben ve bana tabi olanlar basiret üzere Allah Teâlâ’ya davet ediyoruz.’315 Burada ‘bana tabi olanlar’, vârislerdir. Dolayısıyla onlar, basirede Allah Teâlâ’ya davet eder. Aynı şekilde Allah Teâlâ, vâris velileri sıkıntı ve denendikleri işlerde peygamberlere ortak yapmıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onlar Allah Teâlâ’nın ayetlerini inkâr eden, haksız yere peygamberleri öldüren ve insanlardan adaleti emredenleri öldür enler dir.’316 Burada kastedilenler, vârislerdir. Böylece Allah Teâlâ vârisler ile peygamberleri Allah Teâlâ’ya çağırmada ortak yaptığı gibi belalara maruz kalmada da ortak yapmıştır.

Şeyhimiz Ebû Medyen, genellikle şöyle derdi: ‘Müridin iradesinde­ki doğruluğunun belirtisi, yaratıklardan kaçmasıdır.’ İnsanlardan kaç­mak, Hira dağında ibadet etmek üzere insanlardan uzaklaşırken ve ayrı­lırken Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in halidir. Sonra şöyle derdi: ‘İnsanlardan kaç­masındaki dürüstlüğün belirtisi ise, Hakkı bulmasıdır.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, insanlardan uzaklaşmış olarak ibadete devam ederken, Hakk ansızın kendisine tecelli etmişti. Sonra şöyle derdi: ‘Müridin Haklcı bulmasının doğruluğunun kanıtı ise yaratıklara dönmesidir.’ Burada ise Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in peygamberlik göreviyle insanlara dönme halini kasteder. Bu dönmenin vârislerdeki anlamı ise insanları irşat ve kendilerine şeriatı öğretmek niyetiyle dönmektir.

Şeyh bu ifadesiyle, peygambere vâris olmadaki yetkinlik özelliğini kastetmiştir. Çünkü Allah Teâlâ’nın öyle kulları vardır ki, Allah Teâlâ kendilerine te­celli ettiğinde, onları kendisine çeker, âleme döndürmez ve kendisiyle meşgul eder. Bu durum, pek çok kez gerçekleşmiştir. Fakat peygambe­re vâris olmanın yetkinliği, yaratıklara dönmeye bağlıdır. Gerçi Ebû Sü­leyman ed-Dârânî’nin ‘ulaşsalardı dönmezlerdi’ ifadesi seni rahatsız edebilir. Fakat onun kastettiği, doğal arzularına, hazlarına ve kendisin­den Allah Teâlâ’ya döndüğü şeye tekrar dönen kimseler hakkında geçerlidir. İrşat etmek niyetiyle Allah Teâlâ’ya dönenler hakkında ise şöyle denilemez: ‘Onlara hakikatten bir parıltı görünseydi, kendisinden Allah Teâlâ’ya döndük­leri şeye tekrar dönmezlerdi. Hatta o şeyde Hakkın yüzünü görseler bi­le yine ona dönmezlerdi. Çünkü teldif ve edep mertebesi, onları bundan alıkoyar.’

Allah Teâlâ ehlinin büyüklerinden başka biri ise, ‘falanca, erdiğini iddia ediyor’ denildiğinde şöyle demiş: ‘Ermiş, ama cehenneme!’ Burada kas­tedilen şudur: Söz konusu kişi, bu ifadesiyle Allah Teâlâ’nın kendisine ulaşıla­bilen sınırlı bir varlık olduğunu iddia etmektedir. Allah Teâlâ ise şöyle der: ‘Her nerede olursanız, 0 sizinle beraberdir.’317 Ya da o İçişi, Allah Teâlâ’ya erdi­ğinde dini vecibelerin kendisinden düşeceğini ve teklifin şartı olan akıl bulunmakla birlikte sorumlu olmadığını iddia etmiştir. Bu erme, ona bu düşünceyi vermiştir. Böyle biri, şeyhin, ‘ermiştir, ama cehenneme’ dediği kimsedir. Başka bir ifadeyle böyle bir iddia doğru değildir. Bila­kis Allah Teâlâ’ya dönmek, kendisinden başka her şeyi keser atar. Artık insan, Râbbinden alır Hakk gelir. Sûfîler, aralarında bir görüş ayrılığı olmaksı­zın, bunu reddetmezler.

Şeyhimiz Ebû Yakub Yusuf b. Yahlef el-Kûmî şöyle derdi: ‘Bizim ile arzuladığımız Hakk arasında sarp bir yokuş vardır. Biz doğa bakı­mından yokuşun ta dibindeyiz ve en zirvesine ulaşıncaya kadar sürekli bu yokuşu tırmanmaya devam ediyoruz. Zirvenin ardına ulaştığımızda ise, artık oradan dönmeyiz. Çünkü zirvenin ardında kendisinden ayrılanamayacak şeyler vardır.’ İşte bu, Ebû Süleyman ed-Dârânî’nin, ‘ulaşsalardı dönmezlerdi’ sözünün anlamıdır. Burada şeyh, yokuşun zirvesine ulaşmayı kastetmektedir.

İnsanlardan dönenler ise, yokuşun zirvesine ulaşmadan ve ardını görmeden dönmüş kimselerdir. Bununla birlikte dönmeyi gerektiren sebep, yetkinleşme (ya da insanları yetkinleştirme) talebidir. Fakat (ger­çekte ulaşan kimse, erdiği zirveden) aşağı inmez, bilakis bu makamın­dan insanları Hakka davet eder. İşte bu, Allah Teâlâ’nın ‘basiret üzere’ ifadesi­dir. Böylelikle bu ldşi, davet edileni görür ve gerçek bir tanıklıkla bilir. Dönmeyen ise, âleme dönük bir yüz sahibi değildir ve bu nedenle ulaş­tığı zirvede durarak kalır. Böyle bir insan, duran (vâkıf) diye isimlendi­rilen kimsedir. Çünkü bu yokuşun ardında teklif yoktur ve oradan an­cak ölen kimse düşebilir. Şu var Ki onlarm, yani duranların bir kısmı, orada müşahede ettiği şeyden kendisinden geçmiş olabilir. Onlardan bir grup mevcuttur. Bu hal, Ebû Yezid el-Bestami’de devam ettiği gibi aynı zamanda Ebû İlcâl el-Mağribi ve başkalarının hali de böyleydi.

Allah Teâlâ’ya ermenin anlamını belirttikten sonra, bilmelisin ki: Allah Teâlâ’ya erenler mertebe mertebedir. Bir kısmı, zata delil olması yönünden sade­ce Allah Teâlâ’ya delalet eden zati bir isme erer. Bu isimler bizdeki özel isimler gibidir ve anlamları bilinse bile başka bir şeye delalet etmezler. Bu kişi­nin hali, Allah Teâlâ’nın celalinde kendisinden geçmiş melekler ve Kerrûbiyyûn meleklerinin hali gibidir. Onlar, Allah Teâlâ’dan başkasını bilmedikleri gibi onları da Allah Teâlâ’dan başkası bilemez. Bir kısmı ise, kendisini Allah Teâlâ’ya ulaş­tıran veya Allah Teâlâ tarafından kendisine tecelli eden isim yönünden Allah Teâlâ’ya erer. Böylece (bilgisini) kendisini O’na ulaştıran isim yönünden alır.

Söz konusu bu iki adam ya da şahıs -ki bunlar kadın da olabilir(Hakka) erdiğinde, kendilerini Allah Teâlâ’ya ulaştıran isim yönünden ermiş­lerse, O’nu müşahede eder ve görme kesinliğine sahip olurlar. Bu du­rumda bu isim, el-Hâlık (yaratan), el-Bâri gibi bir fiil sıfatı veya eşŞekûr ve el-Hasîb gibi nitelik sıfatı veya el-Ganî gibi tenzih sıfatı talep eder. Bu durumda Hakka erme, söz konusu ismin hakikatinin verisine göre gerçekleşir. Eren insanın meşrebi, zevki, kanması ve vecdi bu isimden ortaya çıkar ve onu aşmaz. Böylece kişinin haline hâkim olan şey, bize göre, bu ilahi ismin hakikatinin verdiği şeydir. Böylece sen de onu bu isme izafe eder ye onunla çağırır, Abdü’ş-Şekûr (şükredilenin kulu), Abdu’l-Bâri (yaratanın kulu), Abdü’l-Ganî (muhtaç olmayanın kulu), Abdü’l-Celil (Yüce olanın kulu) ve Abdu’r-Rezzak (rızık verenin kulu) dersin.

Hakka erenler, kendilerini ulaştıran isimden başka bir isme ulaş­mışsa, bu durumda bilinmeyen ve kişinin halinin ulaştığı ismin hakika­tinin verisine uymayan bir bilgi getirir. Böylece eren kişi, bu makamda bilinmeyen şeyleri dile getirir. Bazen bu bilgi hakkında sûfîlerin yolunu bilmeyen kimseler kendisine tepki gösterir , ve insanlar onun bilgisinin halinden yüksek olduğunu görür. Bize göre böyle bir insan, kendisini erdiren ismin müşahedesine ulaşan kimseden daha üstündür. Çünkü böyle bir insan bilinmeyen ve haline uygun olmayan bir bilgi getirmez. Bu durumda insanlar, onun bilgisinin halinden aşağı ve altta olduğunu görür. Ebû Yezid el-Bestami şöyle der: ‘Arif söylediğinden yukarı, âlim ise, söylediğinin altındadır.’

Böylece erenlerin mertebelerini senin için sınıflamış olduk. Onların bir kısmı döner, bir kısmı ise dönmez.

Dönenler de iki kısma ayrılır: Bir kısmı, Ebû Medyen gibi, isteye­rek döner, bir kısmı ise Ebû Yezid gibi zorla ve mecburen dönenlerdir. Allah Teâlâ Ebû Yezid’e (peygamber için) irşat ve hidayet vârisi olmasını sağ­layacak niteliklerini giydirdiğinde, Ebû Yezid O’nun katından (halka doğru) bir adım atmış ve bayılıp düşmüştü. Hemen bir nida duyuldu: ‘Sevgilimi bana gönderiniz, onun benden ayrılmaya tahammülü yok­tur.’ Böyle bir ermiş, insanların yanına çıkmayı istemez. O, hal sahibi­dir.

Allah Teâlâ adamlarının üstünlerine gelince, onlar büyükler ve peygam­berden onun kulluğunu tevarüs eden kimselerdir. Onlar tebliğ yapmak emredilirse, makamlarını insanların gözlerinden gizlemek için çare arar­lar, Hakkın seçkin kullarından oldukları bilinmeyecek özelliklerle insan­ların nezdinde görünürler. Böylece, Allah Teâlâ’ya davet etmek ile makamı giz­lemeyi birleştirirler. Onlar, insanları hadis kitaplarını, ahlâk kitaplarını ve şeyhlerin menkıbelerini okumaya çağırır. Böylece insanlar, onları kendi hallerinden konuşanlar olarak değil, aktaranlar olarak bilir. Tebliğ emriyle muhatap oldukları sürece böyle davranmaları gerekir. Böyle yapmak zorunda değillerse, halleri sürekli örtülmüş avam ile beraber­lerdir. Onlar hakkında iyilik ve kötülük inancı beslenmez.

Bu ermişlerin bir kısmına, kendilerini yönlendiren ilahi isimlerin bilgisi gösterilmez. Fakat onlar, kendileriyle seyr ü sulûk ettikleri dini vecibelere bakarlar. Bu vecibeler (-in ifa edildiği organlar) sekiz tanedir: El, ayak, karın, dil, kulak, göz, cinsel uzuv ve kalp. Bunlardan başka bir şey yoktur. Bunlar, karşılıklı ilişkiler âlemine erdiklerinde kendilerine açılır. Böylelikle çaldıkları kapıya ulaştıklarında, kendilerine neyin açıl­dığına bakarlar. Açıldığında ise, gayb’den onlara tecelli eden şeyde ken­dilerine açılan kapının hangi kapı olduğunu' öğrenirler. Görülen şey, kendilerine görünen bir ilişki nedeniyle eli talep ediyorsa, ermiş el sahibi olur. Müşahede edilen şey belli bir ilişki nedeniyle gözü talep ediyorsa ermiş, göz sahibi olur. Bütün organlar için aynı durum vardır. Ermiş ldşi veli ise keramederi, peygamber ise, mucizeleri bu türden gerçekleşir. Aynı zamanda menzil ve marifederi de bu türden gerçekleşir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem buna defalarca işaret etmiştir: ‘Abdest alıp abdest suyunu par­makları arasına girdiren, sonra da içinden bir şey konuşmadan iki . rekât namaz lcılan kimseye cennetin sekiz kapısı açılır, dilediğinden içeri gi­rer.’ Bu şahıs da temizliğini tam yapıp sırrını durulaştırdığında, sorumlu organlarının amellerinin verilişi olan her şey ona açılır. Organ­lara ait bu amellerin mertebelerini Mevâkiu’rı-Nücûm adlı kitabımızda açıkladık.

Allah Teâlâ kendilerine uygun nurlarla onlara yardım eder. Bunlar, nur mertebesinden olan seldz şeydir. Bir kısmının yardımı, şimşek nurun­dan gelir. Bu, zati müşahede mertebesidir ve (simgesel olarak şimşekle anlatılan) iki türdür. Yağmur getiren ve getirmeyen şimşek. Tenzih özellikleri gibi, tecelli bir netice vermez ise, yardımın kaynağı yağmur getirmeyen şimşektir; netice verirse, sadece tek netice verebilir. Çünkü Allah Teâlâ’nın tek bir nefsi sıfatı vardır ki, o da, zatının aynıdır ve onun iki olması mümkün değildir. Ermiş için bu şimşek nurundan bir keşifte ilahi bir bildirim meydana gelmesi tesadüf ederse, bu durumda o, yağ­mur getirmeyen şimşek değildir. Bir kısmının nur mertebesinden gelen yardımı, güneş nurundan, bir kısmının, dolunay nurundan, bir kısmı­nın yardımı ay nurundan, bir kısmının yardımı hilal nurundan, bir kıs­mının yardımı kandil nurundan, bir kısmının yardımı yıldızların nu­rundan, bir kısmının yardımı ateş nurundandır. Bunlardan başka nur yoktur.

Bu nurların mertebelerini de Mevakiu’n-Nücûm adlı kitabımızda zikrettik. Ermişlerin idrakleri de, nurlarının mertebelerinin değerine bağlıdır. Mertebeler ise, nurların ayrışmasıyla ayrıştığı gibi (sahipleri olan) adamlar da mertebelerin farklılaşmasıyla ayrışır.

Ermiş adamlardan bir kısmı, bu makam veya ilahi isimler hakkında bilgisi olmayanlardır. Fakat onlar, peygamberlerin hakikatlerine ve sır­larına ulaşabilir. Ulaştıklarında ise, bu açılma esnasmda sahip oldukları amellerin değerince, peygamberlerin sırlarından bir kapı kendilerine açılır. Bir kısmına Musa’nın hakikati tecelli eder ve onun müşahedesi Musevî (Musa’nın hakikatinden) olur. Bir kısmına ise İsa’nın latifesi(nden bir kapı) tecelli eder. Aynı durum, diğer peygamberlerin sırları için söz konusudur. Böylelikle ermiş, veraset yoluyla bu peygambere, fakat kendisine tecelli eden peygamberin getirdiği şeriatı Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in şeriatının onayladığı yönden nispet edilir.

Bu ermiş, zâhiri veya bâtını yönünden önceki bir peygamberin şe­riatının açılmasını sağlayan amelinde ‘hakka’l-yakîn’ derecesine ulaştığını görür. Bu durum’, ‘beni hatırlamak için namaz kılms ayetine benzer. Çünkü bu ifade, Hz. Musa’nın şeriatındandı. Şâri Teâlâ, uyku veya unutma nedeniyle namaz vaktini geçiren kimse için bu hükmü onaylamıştır. Bu ermişler, (bilgilerini) peygamberlerin sırlarından alır. Onlardan bir grup ile karşılaştık. Ne nurlarda ne organlar ne de ilahi isimler hakkında zevlderi ya da deneyimleri vardı.

Erenlerin bir kısmı, Allah Teâlâ’nın onun adına bütün tarzları birleştirdiği kimselerdir. Ermişlerin bir kısmı ise, bu bahiste iki veya daha fazla mer­tebe sahibi olanlardır. Bu durum, Hakk’ın onun adına taksim ettiği rız­ka göre gerçekleşir. Bu sınıflardan her bir insan, irşat ve hidayet maksa­dıyla insanlara döndürüldüğünde, hangi mertebede olursa olsun kendi zevkini aşmaz. 

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

KIRK ALTINCI BÖLÜM

Az İlmin ve Onu Şalihlerden Kimin Elde Ettiğinin Bilinmesi.

Şeyleri bilmek, tek bir bilgidir Çokluk bilinendedir, bilgide değil

Eş’arî görür ve zanneder ki Zatında ve niteliklerinde çoğalmaktadır.

Hakikat ise, kuşkusuz, söylediğini reddeder Onun fikrinden ve ihsanlarından olsa bile.

Hakk daha parlaktır, gizlilik yoktur Kendi hakikatinde ve isimlerinde tektir

(Bilginin Birliği, Bilinenlerin Çokluğu)

Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Size bilgiden çok azı verilmiştir.319 Şeyhimiz Ebû Meyden, bu ayeti okuyan birini duyduğunda şöyle derdi: ‘Bize ve­rilen az ilim de bize ait değildir, sadece ödünçtür. İlmin çoğuna ise ula­şamadık. O halde biz sürekli cahiliz.’

Hızır geminin ucuna konup gagasıyla denize vuran bir kuş gördü­ğünde Hz. Musa’ya şöyle demiş: ‘Bu kuş suyu gagalarken ne diyor bili­yor musun?’ Musa cevap vermiş: ‘Hayır, bilmiyorum!’ Hızır şöyle der: ‘Ey Musa! Bu kuş diyor ki: Benim ve senin bilgin Allah Teâlâ’nın bilgisinden gagamın şu denizden eksilttiği su kadar bilgi eksiltmiştir.’ Burada kas­tedilen, bilgi değil bilinenlerdir. Bilgi çoğalsaydı, varlığa sonsuz şeylerin girmesine yol açardı ki böyle bir şey imkansızdır. Çünkü bilinenlerin sonu yoktur ve bilinen her şeyin bir ilmi olsaydı söylediğimiz durum gerçekleşirdi.

Bilgisi tek olduğu halde Allah Teâlâ’nın sonsuz şeyleri bildiği malumdur. Dolayısıyla bilginin tek bir gerçek olması gerekir. Çünkü bilgi, mevcut olmadan bilinene ilişmez. Bu bilginin mahiyeti nedir? Acaba bilenin za­tı mıdır, yoksa ona ilave bir şey midir? Hakkın bilgisi söz konusu oldu­ğunda bu konuda alcılcılar arasında görüş ayrılığı vardır. Biliyoruz ki, Allah Teâlâ’nın ilmi sonsuz şeylere ilişir. Böylece, her bilinenin bir bilgisinin olması geçersizleşir. ‘Bilgi, bilenin zatının aynıdır veya zatına ilave bir sıfattır’ diye iddia etmek eşittir. Şu var ki sıfatları nispeder olarak görü­yorsan durum farklıdır.

Eğer sen ‘bilgi özel bir nispettir, nispeder ise tıpkı haller gibi varlık veya yolduk ile nitelenmez’ diye iddia edenlerden isen, bu yoruma göre, her bilinenin bir bilgisi olabilir. Bilinenlerin sonsuz olduğunu biliyoruz, o zaman nispeder de sonsuzdur. Buradan, İbnü’l-Hatîb’te (er-Râzî) ol­duğu gibi taallukât ve İmamu’l-Harameyn’de olduğu gibi istirsâl (soru­nu) meydana gelmez.

Bu meselede ortaya koyduğumuz düşünceyi anladıktan sonra, bil­giye çokluk veya azlığı nispet etme hususunda istediğini söyleyebilirsin. Bu meyanda Allah Teâlâ, bilgiyi sadece kullarına verdiği bilgide azlıkla nite­lemiştir. Bu ifade, ‘size verilen’, yani size verdiğim bilgi demektir. Böy­lece Allah Teâlâ, buradaki bilgiyi hibe yapmıştır. Kulu Hızır hakkında da şöy­le der: ‘Ona katımızdan bir bilgi verdik.’320 Başka bir ayette ise, ‘Kur’an’ı öğretmiştir’ buyurur. Bütün bunlar, bilginin bir nispet olduğunu göste­rir. Çünkü özünde bir olan şey, azlık veya çokluk özelliğiyle nitelenemez. Çünkü o artmaz.

Bu nedenle şöyle deriz: Sayılar kendisinden meydana gelse bile bir, sayı değildir. Görmüyor musun: Alem Allah Teâlâ’ya istinat etmiş olsa bile, Allah Teâlâ’nın âlemden meydana gelmesi gerekmediği gibi sayılar karşısında bir’in durumu da böyledir: Sayılar kendisinden var olsa bile, bir yine de sayı değildir. O halde bir için birlik, kendisine izafe edilse de, sayıyı ka­bul etmeyen özsel bir niteliktir. Bilgi bir nispet olsa bile, azlık ve çoklu­ğun ona verilmesi gerçek bir vermedir; başka bir şey ise, azlık ve çoklu­ğun ona verilmesi mecazi olabilirdi.

Arapların sözleri, insanlar nezdinde, hakikat ve mecaza dayanır. Gerçi biz, bu meselede Kur’an söz konusu olduğunda onlardan farklı düşünürüz. Çünkü biz Kur’an’da mecaz olduğunu reddediyoruz. Bila­kis mecaz, Arapların sözünde bulunur. Burası bu meselenin açıklanaca­ğı yer değildir. Bu konuyla ilgili mesele çalışmayla elde edilen bilgi de­ğil, verilen bilgidir. Allah Teâlâ söz konusu ayette kazanılan bilgiyi kastetmiş olsaydı, ‘size verilen’ demez, ‘elde etme yolunun size verildiği ilim’ drr ya da Hızır haldcında şöyle derdi: ‘Ona bilgileri elde etme yolunu öğret­tik.’ Hâlbuki Allah Teâlâ böyle bir şey söylemedi.

Biz, düşüncelerimiz (fikir) ve duyularımızdan elde ettiğimiz bir bilginin bulunduğunu biliyoruz. Bir de kendimiz kaynaklı herhangi bir şey vasıtasıyla elde etmediğimiz, aksine Allah Teâlâ’nın bir ihsanı olan bilgi da­ha vardır. Allah Teâlâ onu kalplerimize ve sırlarımıza indirmiş, biz de görü­nür bir sebep olmaksızın onu bulduk. Bu ince bir meseledir.

İnsanların büyük kısmı, takva’dan meydana gelen ilimlerin verilen ilimler olduğunu zanneder. Hâlbuki iş böyle değildir. Onlar, sadece talcva sayesinde elde edilen ilimlerdir. Çünkü takvayı Allah Teâlâ, bu bilginin gerçekleşmesinde bir yol yapmış ve şöyle buyurmuştur: ‘Allah Teâlâ’dan takva ederseniz, sizin için bir furkan yaratır.’321 Başka bir ayette ise şöyle bu­yurmuştur: ‘Allah Teâlâ’dan korkunuz, O size öğretir.’322 Nitekim Allah Teâlâ, doğru düşünceyi de bilginin gerçekleşme sebebi yapmıştır. Fakat doğru dü­şüncenin bilginin gerçekleşme sebebi olması, öncüllerin düzenlenmesi­ne bağlıdır. Aynı zamanda, gözü de görülen şeylere dair bilginin ger­çekleşmesinin sebebi yapmıştır.

Verilen bilgi (Vehbî bilgi) ise, herhangi bir sebepten meydana gel­mez, bilakis o, Allah Teâlâ katındandır. Bunu öğren ki ilahi isimlerin hakikat­lerini birbirine karıştırmayasın. Çünkü el-Vehhâb, verdikleri bu tarz olandır. Bu durum, el-Kerîm, el-Cevâd ve es-Sahî gibi ilahi isimlerden farklıdır. İşlerin hakikatlerini bilemeyen kimse, ilahi isimlerin hakikatle rini de bilemeyeceği gibi ilahi isimlerin hakikatlerini bilemeyen kimse ise, kendine yaraşan tarzda övgüyü ifade etmeyi bilemez. Bu nedenle ‘cahillerden olmayasın diye’323 seni uyardık.

Bütün peygamberlik (bilgileri), verili (vehbî) ilimlerdir. Çünkü pey­gamberlik kazanılmış değildir. Dolayısıyla bütün şeriadar, Müslümanlar olan ehl-i İslam’a göre verili ilimlerdir. Burada ‘bilgileri kazanmak’ de­yimiyle kulun çabasının bulunduğu şeyleri kastediyorum. Verili olan ise kulun çabasının bulunmadığı şeydir. Bunu söylememizin nedeni, bile­nin bu verili ve kazanılmış bilgiyi almasını sağlayan yatkınlık. Çünkü yatkınlığın (istidadın) bulunması, zorunludur. İnsanın elde etmeye ça­lıştığı bilgiler için bir yatkınlık bulunursa, ondan meydana gelen bilgi de kazanılmış bilgi olur. Böyle bir insan, bildiğiyle amel edip Allah Teâlâ’nın bilmediği şeyin bilgisine ulaştırdığı kimseye benzer.

Bütün şeriatlar, verili ilimlerdir. Şeriat olmayan verili ilimleri elde edenler ise velilerden az bir gruptur ki, onlardan biri kesinlikle Hı­zır’dır. Çünkü Allah Teâlâ Hızır(’a verilen bilgi) hakkında ‘O’nun katından’32* demiştir. Bize bu konuda bildirilen peygamberler ise Âdem, İlyas, Ze­keriya, Yahya, İsa, İdris, İsmail peygamberlerdir. Bütün peygamberler bu bilgiyi elde etmiştir; fakat burada, Allah Teâlâ’dan bizim aldığımız tarzda bilgi aldıkları bildirilmiş ve isimleri söylenmiş peygamberleri kastediyo­ruz. Bu nedenle bu peygamberlerin adlarını verdik, diğerlerini zikret­medik.

‘Size ilimden pek az bir şey verilmiştir’325 ayeti ise, verilen bilgi hak­kında değilse bile onun iki yönü vardır: Birincisini ‘size verildi’, diğerini ise ‘az’ ifadesi gerektirir. Ayette geçen kalîl (az) kelimesi, istiklal (müs­takil olmak) kelimesinden gelir. Başka bir anlatımla, size bilgiden kendi başınıza taşıyabileceğiniz kadarı verilmiştir, güç yetiremeyeceğinizi ise vermedik. Çünkü siz oiıu kendi başmıza taşıyamazsınız. Bu bağlamda, akıl ilimleri de bu kapsama girer. Çünkü onlar, akılların tek başına algı­layabileceği bilgilerdir.

Dostlarımız, yaratılmış ilim hakkında görüş ayrılığına düşmüştür: Acaba o, sonsuz bilinenlere ilişir mi ilişmez mi? Allah Teâlâ’nın zatının biline­meyeceğini kabul edenler, bilginin sonsuza ilişmeyeceğini düşünmüş, bunu reddetmeyenler ise, onun gerçekleşmesini de reddetmemiştir. Fa­kat bu durumun dünyada herhangi bir kimse için gerçekleşmiş olduğu bize aktarılmadı. Ahirette ne olacağını ise bilmiyorum. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, gelmiş ve geçmişlerin bilgisini öğrendiğini bize bildirmiş, bununla bir­likte, kıyamet günü şefaat kapısının açılmasını isteyeceği vakit Allah Teâlâ’ya bir takım övgülerle hamd edeceğini söylemiştir. Böylece, Allah Teâlâ’nın bu övgüleri kendisine o gün bildireceğini, şimdi ise onları bilmediğini be­lirtmiştir. Dolayısıyla başka biri onları bilseydi, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘önceki­lerin ve sonrakilerin bilgisini öğrendim’ derken doğru söylememiş olurdu. Hâlbuki o, doğru sözlüdür. Buradan ise, hiç kimsenin bilgisi­nin sonsuza ilişmediği ortaya çıkar.

Bu nedenle insanlar, sadece onun imkanından söz etmiştir: Acaba böyle bir şey mümkün müdür değil midir? Her mümkün gerçekleşmez. Mümkünlerin gerçekleşmesi, kapalı konulardan biridir. Bir mümkün nasıl gerçekleşir? Gerçeldeşmeyen bazı mümkünler vardır. Bu durum bizce her vakit anlaşılır bir durumdur. Çünkü iki mümkünden veya mümkünlerden birinin (varlığının) tercih edilmesi,, o esnada tercih edilmeyen şeyin gerçekleşmesini engeller. Varlıkta gerçekleşmeyen mümkün varlıkta gerçekleşmemesi tercih edilen ise, o zaman yolduğu tercih edilmiş demektir. Binaenaleyh bu durumda mümkün, gerçekleş­miş demektir. Çünkü mümkün hakkında imkanı yönünden tercih edi­len olmakla nitelenmek zorunludur. Bu tercih, onun yokluğunu tercih olabileceği gibi varlığını tercih de olabilir. Hal böyle olunca, her müm­kün kuşkusuz meydana gelmiştir. Mümkünler sonsuz değil ise, tercih onlarm hepsine sirayet eder.

Bu ince bir konudur. Çünkü mümkünler sonsuz olsa bile -onlar yokturbize göre onlar gören olması yönünden Hakk tarafından görü­lür. Çünkü biz, görmenin sebebini varlık saymıyoruz. Bize göre şeyleri görmenin nedeni, -ister yok ister mevcut olsungörülen şeyin görme fiilinin kendisine ilişmesini kabul edici olmasıdır. Her mümkün, gör­meye (görülmeye) yatkındır. O halde mümkünler, sonsuz olmasalar bi­le, ilim nispeti halamından değil, herhangi bir şekilde ‘görme’ diye isimlendirilen başka bir nispet yönünden Allah Teâlâ tarafından görülürler. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ’nın gördüğünü bilmez mi?’ Burada ‘Allah Teâlâ’nın bildiğini bilmez m?326 dememiştir. Başka bir ayette ise, ‘gözlerimizin önün­de gerçekleşir’327 buyurur. Yani görebileceğimiz tarzda gerçekleşir. Allah Teâlâ Hz. Musa ve Harun’a ise şöyle hitap etmiştir: ‘Kuşkusuz ben sizinle be­raberim; duyarım ve görürüm.’328

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar