[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] ELLİ İKİNCİ KISMI
Rahman ve
Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla
FASIL
İÇİNDE VASIL
Fitre Zekâtını Verme Vakti
Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem, fitre zekâtının insanlar
bayram namazına çıkmazdan önce verilmesini emretmişti. ,
Meselenin
batınî yorumu şudur: Muhtaç olanlara rahatı ulaştırmada acele edip sonra namaz
kılmaya gitmek gerekir. ‘(Peygamberle) Konuşmanızdan önce
sadaka verin’416 ayetinde belirtilen durum budur. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ise, Namaz kılan kişi Rabbiyle konuşur’ der.
Öyleyse, namaz kılan kişi namazgaha gidendir. Böyle yapmak ise, onun adına
daha hayırh ve daha temiz bir davranıştır. '
FASIL
İÇİNDE VASIL
Sadakada Aşırı Giden
Bir ravi Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in şöyle dediğini aktarır:
‘Sadakada aşırı giden onu vermeyen gibidir.’ Hadisi Ebu Davud aktarmıştır.
Meselenin batınî yorumu şudur:
‘Nefsinin senin üzerinde hakkı vardır, gözünün senin üzerinde hakkı vardır.’
Onları güçlerinin üzerinde bir yükle sorumlu tuttuğunda hasta edersin ve bu
durum pek çok iyiliğin ihmaline yol açar. Bu durumda sen, bir hayır yapmak
isterken diğer hayırları engelleyen haline gelirsin. Halbuki sen, nefsin ancak
bu organlarla iş yapabildiğini biliyorsundur. Daha önce sıkıntılı işlere
zorlanmaları nedeniyle, araçlar işlevsiz kaldığında ve amel yapamadıklarında
ise, iyiliği engelleyen kimse sayılırsın. Bu konuda şöyle bir mısramız vardır:
Sanatkârın bir işte
yapabildiği
Araçların ona imkân
verdiğidir.
Sınırı aşmak,
belirlenmiş olanın eksikliğidir.
FASIL
İÇİNDE VASIL
Balın Zekâtı
Tirmizi İbn
Ömer’den Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin şöyle
söylediğini aktarır: ‘Balın her on tulumundan birinde bir tulum zekât vardır.’
Meselenin batınî yorumu şudur:
Velinin vahiy sayesinde aldığı başkasıyla ilgili olan bilgiyi ilgili kişilere
duyurması vaciptir, çünkü bu bilgi ona başkalarından dolayı verilmiştir.
Burada, diğer nitelikleri değil -ki bilginin elde edilme özellikleri (yol ve
yöntemleri) pek çoktursadece vahyi zikrettik. Çünkü başkasıyla ilgili bilgiyi
bala benzettik, bal ise vahyin ürünüdür. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Rabbin
arıya vahyetti.’417 Öyleyse,
böyle bir bilginin zekâtı onun öğretilmesidir.
FASIL
İÇİNDE VASIL
Zekât Kölelere Değil,
Hürlere Farzdır
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem şöyle buyurur: ‘Azat edilinceye kadar
sözleşmeli kölenin malına zekât yoktur.’ Hadisi Dârekutnî, Cabir’den aktarır.
Meselenin batım yorumu şudur: Rölenin
sadaka alması caiz değildir. Denilir ki Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin
Allah Teâlâ karşısında kul olduğu tam olarak anlaşılsın diye sadaka alması
yasaklanmıştı. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemden, otururken veya
hareket ederken hür olduğunu gösteren hiçbir eylem bilinçli veya bilinçsiz
olarak ortaya çıkmamıştır. Kendilerine bir ihsan olarak, ailesi de (âl,
kendisine inanan seçkinler ve bilginler) bu konuda ona katılmıştır. Köle
sadaka alamayacağı gibi hür oluncaya kadar malına da zekât düşmez. Çünkü köle,
efendisinin karşısında bir şeye sahip olamaz.
Hür insanın zekât vermesinin illeti,
sahiplik iddiasıdır. Kölenin ise herhangi bir şeyde bir iddiası yoktur. Köle,
kendi kıymetiyle özdeştir (kendisi bir maldır). Başka bir ifadeyle köle,
kendisiyle alım-satım yapılan bir bedeldir. Bedeli hakkında bir iddiada
bulunması ya da efendisinin ondan istediği şeyde direnç göstermesi
düşünülemeyeceği gibi (kendi hakikatine göre) köle de böyledir. Efendisiyle
ilişkisinde kıymetine bakmayan her köle, tam olarak köle olamayacağı gibi
kendisi hakkında bilgisi de yoktur. İşte bu, bir görüş ayrılığı olmaksızın
sûfilerin mezhebidir.
Efendi karşısında köle bu durumdaysa,
köle gizlenmiş (silinmiş), efendi ortaya çıkmış ve görünmüştür. Çünkü zuhur ve
görünmenin aslı iddiadır. Efendi ise, bu halde: köleyi şereflendirmek için
başkasında köle özelliğiyle bulunur. Bu ise ‘Acıktım, beni doyurmadın, hasta
oldum beni ziyaret etmedin’ hadisinde belirtilen durumdur. Acıkmak ve hasta
olmak, kulların özelliklerindendir. Nitekim Allah Teâlâ (kendisine bunun anJ
lamını soran kuluna verdiği) cevapta şöyle der: ‘Falan kulum hasta oldu, onu
ziyaret etmedin. Onu ziyaret etseydin, beni onun yanında bulurdun.’ Öyleyse, Allah
Teâlâ bu özellikteki kulun yanında olduğu gibi kul da bu niteliğe sahip
olduğunda Rabbinin katindadır.
Anla!
Sadakalar Nerede Alınır
Ebu Davud, Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellemden sadakaların evlerindeyken alınacağını
belirten bir hadis aktarır.
Meselenin batını yorumu şudur:
İnsanın evi, onun bedenidir. Beşeri ruhlardan sadakalar ahiret hayatında
alınacaktır. Dolayısıyla bedenlerin de diriltilmesi gerekir, çünkü zekât
sorumluluğu olan kişiden zekât, ancak onun evinde alınmalıdır. Ruhların ise,
bedenlerinden başka evi yoktur.
FASIL
İÇİNDE VASIL
Zekât Vermeyen
insandan Hükümdarın Önce Zekâtı,
Sonra Malının Yarısını Alması -
Ebu Davud, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in zekât alımı ve zekâtı
vermeyen kişiyle ilgili bir hadiste şöyle dediğini aktarır: ‘Rabbimizin
büyüklüğünün bir gereği olarak, biz hem zekâtı hem de malının yarısını alırız.’
Meselenin batınî yorumu şudur:
İnsanın amelleri iki kısma ayrılır. Bir kısmı nefsine, bir kısmı ise
organlarına özgüdür. Ameldeki zorunlu zekât, Allah Teâlâ’nın insana farz
kıldığı ameller mendup veya mübah davranışlardır. Malının zekâtını
vermediğinde Allah Teâlâ, farzı yerine getirmenin zorunlu olduğu esnada yaptığı
davranışlarına bakar. Bu esnada yaptığı davranışlar güzel huylar ise, Hakk
ettikleri sevabı vermeyip o vaktin amelinin zekâtı olarak tutar. İnsan bu
esnada kötü davranışlar yapmışsa günahı katmerleşir. Çünkü farz bir ibadeti
yerine getirmediği gibi aynı zamanda kötü bir amel sahibi de olmuştur. Bu
durumda iki kötülüğü birleştirmiş sayıhr. Birincisi uygun olmayan şeyi yapmak,
İkincisi ise yapması gerekli ameli yapmamaktır. O esnada mübah bir davranış yapıyor
idiyse, özellikle farzı terk etmesi nedeniyle cezalandırılır.
‘Amelinin yarısını almaya’ gelince,
bu, kendisinde iddianın bulunduğu tasavvur edilen kısımdır. O da, ameldir.
Çünkü yükümlülük, yapmak ve yapmamak diye ikiye ayrılır. Yapmamada herhangi bir
iddia yoktur. Geride (iddianın konusu olarak) yapmak kalır. Allah Teâlâ ise, o
fiildeki failin kendisi olması kanıtıyla ameli (sahibinden) alır. Bu durum ona
gösterildiğinde, geride ödül olarak isteyebileceği bir şey kalmaz. Çünkü ödül
almak, onun bir davranış sahibi olmasına bağlıydı. Halbuki failin Allah Teâlâ
olduğu kendisine görünmüştür. Böylece, ya cezadan sonra ya da cezadan önce
olmak üzere, Allah Teâlâ ihsanıyla kendisini bağışlayıncaya kadar hayret içinde
kalır. Hesabın görüleceği ahiret hayatında, (zekât vermeyenden) malın yarısının
alınmasının anlamıdır.
FASIL
İÇİNDE VASIL
Sadaka İçin Çalışanı Memnun
Etmek
Haris b. Ebi Üsame, Müsned’inde Enes’in şöyle söylediğini zikreder:
‘Süleymoğullarmdan bir adam gelmiş ve şöyle demiş: Ey Allah Teâlâ’nın
peygamberi! Senin elçine zekâtı verdiğimde, onu Allah Teâlâ’ya ve peygamberine
vermiş sayılır mıyım? Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle demiş:
‘Evet! Onu benim elçime verdiğinde sorumluluğundan kurtulmuş olursun. Sevabı
sana, günahı onu değiştirenin üzerinedir.’
Ebu Davud, Cabir’den Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in şöyle dediğini aktırır: ‘Size sevmediğiniz
süvariler gelir. Onlar geldiğinde kendilerini ‘hoş geldiniz’ diye karşılayın.
Adil davranırlarsa, sizin lehinize, haksızlık yaparlarsa kendi aleyhlerinedir.
Onlarl hoşnut ediniz. Zekâtınızı tam verirseniz, onları razı edersiniz ve size
dua ederler.’ Yine başka bir hadiste Beşir b. Hasasiye’nin şöyle söylediğini
aktarır: ‘Peygambere şöyle sorduk: ‘Ey Allah Teâlâ’nın Peygamberi! Sadaka
memurları bize zulmediyor! Yaptıkları haksızlık ölçüsünde mallarımızı
gizleyebilir miyiz?’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise ‘hayır’ diye
cevap vermiştir.’
Batınî Yorum
Sadaka toplayıcısı, (içinde bulunulan) vakit demektir. Onun hoşnut edilmesi,
getirdiği şeye göre halinin gereğiyle onu karşılamaktır. Güçlük ve kahır
getirse bile onu hoşnut etmek gerekir. Bu durum, insanın herhangi bir
amelinde, yani hayır amellerinde bulduğu düşünceye benzer. Bununla birlikte o,
meşakkatli, hatta yok olmaya yoİ açacak şekildeyse durum farklıdır. Ebu Medyen
böyle bir düşünce hakkında şöyle derdi: ‘Diyet, katilin görevidir.’
Allah Teâlâ muhacir hakkında şöyle
der: ‘Sonra ölüm ona ulaşırsa, onun ödülü Allah Teâlâ’ya aittir.5418 Sadakada
haddi aşmanın tarzı şöyledir: Allah Teâlâ, nefsin için üzerinde bir halt
yaratmıştır. Gözünün de senin üzerinde bir hakkı vardır. Buna rağmen sen,
kendine zulmetmişsin. Bu durum, seçilmiş kişiler hakkında söylenen, ‘Onlarm
bir kısmı kendisine zulmeder*4” ayetinde
belirtilen durumdur. Aşırı giden, vakittir ve o düşündüğü şeyi akla getiren
düşüncedir. Vakit, hem aşırı giden ve hem de adil olandır.
VASIL
Sadakayı Aceleyle Vermek
Müslim b. Haccac, es-Sahih’inde Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
şöyle dediğini aktarır: ‘Sadaka (aceleyle) veriniz! İnsan sadakası dindeyken
yürür de sadaka verdiği kişiye şöyle der: ‘Bunu bize dün getirseydin kabul ederdik.
Şimdi ise ihtiyacımız yoktur. Böylece sadakasını verecek kimse bulamaz.’
Batınî Yorum
Sadakada acele etmek, batında tövbeye koşmak demektir ve o, farzlardan biridir. Can
çekişme vaktine ertelenen tövbe kabul edilmez. Burada ince bir mesele vardır
ki, arkadaşlarımız içinden onu kavrayanların sayısı pek azdır. Şöyle ki: İrade
edilen kişi (istenilen), bazen tövbekar olmayabilir. Bazen, kendisine bir
inayet olarak, Allah Teâlâ yönünden gelen bir keşfi olabilir. Bu durumda ona
gösterilen ilk şey, Allah Teâlâ’nın her şeyin yaratıcısı olduğudur. Dolayısıyla
insan, zahirî ve batını bir hareket ya da amel ya da niyet veya herhangi bir
şey görürse, bunlar Allah Teâlâ’ya aittir. O, kendi adına hiçbir şeye sahip
değildir. Böyle bir durumda onun tövbe etmesi düşünülebilir mi, düşünülemez mi?
O fiillerin kendisinden çekilip alındığını görür. Tövbe ederse, bu keşfe
rağmen tövbesi kabul edilir mi, edilmez mi? Ya da, bu kişi, ‘güneş battığı
yerden doğduktan sonra’ tövbe eden kişi gibi midir? Çünkü hakikat güneşi,
burada bilgisinin doğruluğu sayesinde ‘kalbinin batısından doğmuştur.’ Bu ise,
çekilenistenilen kimsenin kalbine gelen en çetin hallerden biridir. Çünkü tövbenin
ve amelin kabulü, perdelenmeye bağlıdır. Bu perde, amelin insana izafe edilme
perdesidir. Burada ise, insanın kabul edebileceği hiçbir şey ortaya çıkmaz.
Bilakis insan (bu keşif esnasında) Hakk’ın ellerindedir. Kabul ise, ancak
başkasından olabilir.
Bilmelisin ki, bakan kişinin durumu,
amel sahibiyle bir değildir. Bakan kişi, amel sahibinden kabul eden kişidir.
Amel sahibi ise, hangi amel olursa olsun, bu amelin kendisinde ortaya çıktığı
zatta etki eden kimsedir. Böyle bir keşif sahibinin tövbe etmesini tasavvur edebiliriz
ve burada tövbe eden Allah Teâlâ’dır. Bu insanın müşahede edebileceği nihai şey
budur! Artık hangi halde olursa olsun, itaadere koşmalıdır, durmamak gerekir.
Çünkü nefesleri kendisine ait olmadığı gibi bu dünyadan başka bir yerde de
yükümlülük yoktur. Kıyamet günü, insanlar sadece secdeye çağrılır (A’raf ehli).
Bu secde, sınanma secdesi değil, ayrışma secdesidir. Secdeye çağrıldığında Allah
Teâlâ’ya secde eden kimse, iki yüzlülükle ve korkarak secde edenlerden
ayrışır. Dünyada ise, suretler birbirine karıştığı için bu ayrışma
gerçekleşmez.
Sadakanın İlahi Niteliklerden İçerdiği Etki
Bunlardan biri, ‘Bir şey infak ederseniz, Allah
Teâlâ onun yerine yenisini koyar’420 ayetidir. Müslim, es-Sahih’inde Ebu
Hureyre’den şöyle bir hadis aktarır: Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
şöyle buyurur: ‘Kulların sabahladığı her gün, iki melek iner. Bunlardan biri, ‘Allah
Teâlâ’m! infak edene bedelini (halef) ver’ derken diğeri, ‘Allah Teâlâ’m! İnfak
etmeyenin malını telef et’ diye dua eder.’ ,
. Kardeşim, dikkat et! Allah Teâlâ,
hüviyetini senin malından eksilen şeyin bedeli yapmıştır. Sen, sadaka verdiğin
kimseyi ihya etmiş sayılırsın. Bu nedenle Allah Teâlâ da sana ebedi bir hayat
ile hayat verir (ihya-hayat). Çünkü senin hayatın Hakk değil ise, hiçbir
hayattan söz edilemez. Şöyle diyebilirsin: ‘Dediğin gibi olsaydı, zikredilen
ayet ‘yahlifuhu (onun yerini alırdı)’ şeklinde okunmalıydı.’ Buna şöyle cevap
veririz: Hüviyet, zatın aynıdır. Hüviyet, sadaka verenin hayatının kendisine
bağlı olduğu ilahi bir isimle sadaka olarak verilen şeyin yerini alır. Allah
Teâlâ’nın isimleri, kendisinden başka değildir. Fakat nispetlerin
(nitelikler). farklılığının düşünülmesi nedeniyle hüviyet böyle ifade edilir.
Bu anlamlarla ilgili ifadelerimiz, bu konudaki yerleşik terminolojiye göre
söylediğimiz ve işaret ettiğimiz hususları bilen arkadaşlarımıza söylenmiştir.
Bu dile yabancı olanın itirazı ise geçerli değildir.
Meleğin, ‘Allah Teâlâ’m! İnfak edene,
bedelini (halef) ver’ dediğini görmez misin? Bununla beraber sözü ve vaadi
doğru olan Allah Teâlâ bize (verilen sadakanın) bedeli vaat etmiştir. Burada
infak, helak ve teleften gelir. Başka bir ifadeyle, malını infak eden ldşi
sahip olduğu malı telef etmiştir ve bir boşluk da yoktur. (Melek der ki: Allah
Teâlâ’m!) Telef olan malın yerine, uğrunda malın telef edildiği kimseyle
ilişkili olan şeyi koy! Böyle birinin ecri, hayat verenin ecri gibidir. Dikkat
ediniz, diğer melek ne söyler: ‘Allah Teâlâ’m! infak etmeyene telef ver!’ Çünkü
melekler iyiliğin ve hayrın dilidir. Bu melek, ‘Allah Teâlâ’m! Sadakasını
vermeyene verene verdik ğini ihsan et. Böylece arkadaşı gibi o da malını telef
eder.’
Başka bir ifadeyle melek sanki şöyle
der: ‘Allah Teâlâ’m! Malını tutanı infak etsin diye infak ederek rızıklandır.
Bu insanın kendi iradesiyle ma-
lını infak etmesini ezeli ilminde
takdir etmemişsen, yine de malını telef et! Böyle yaparsan, ona musibete
uğrayanların ödülünü vermiş olursun, o da iyiliğe ulaşır. Çünkü sen şöyle
buyurdun: ‘Göklerde ve yerdeki her şey isteyerek ya da zorla Allah
Teâlâ’ya secde eder.’421 İradesiyle sadaka vermeyen kişi,
malını zorla telef etmiştir. Sen de, malı telef edilen bu insan kendi
iradesiyle böyle bir şeyi amaçlamış olmasa bile, rahata ulaşan kişiye vereceğin
şekilde bir sevap kendisine vaat et!’ Meleğin bu duası, insana yapılmış hayır
duadır, yoksa meleklerin mertebelerini bilmeyenlerin zannettiği gibi bir beddua
değildir. Çünkü melek, özellikle Hakk’ın varlığına inananlar aleyhinde beddua
etmez. O’nun birliğine inananlar hakkında ya da O’nun katından gelene inananlar
hiç hakkında beddua ederler mi?
Hiç kuşkusuz, meleğin duası iki
nedenle kabul edilir: Birincisi, meleğin temizliği, İkincisi ise başkası
hakkında dua etmiş olmasıdır. Öyleyse bu dua, günahkâr olmayanın diliyle
-meleğin dilimal sahibine dua etmektir. Günahsız bir dille dua etmek, dilleri
günahkâr insanların içinde de vardır. Allah Teâlâ Hz. Musa’ya şöyle der: ‘Bana
kendisiyle günah işlemediğin bir dille dua et.’ Hz. Musa, ‘O dil nedir?’ diye
sormuş, Allah Teâlâ ise, ‘Senin kardeşine, kardeşinin de sana dua etmesidir’
demiştir! Çünkü 1 her biriniz, bir diğerinize dua
ettiğiniz dilinizle bana asi olmadınız. Dolayısıyla kardeşi adına bana dua
eden kişi, temiz bir dille dua etmiş demektir. Allah Teâlâ duayı ona izafe
etmiştir, çünkü dua eden, edilenin vekilidir. Dua edenin diliyle ise, dua
edilen insan günah işlememiştir.
Bunlardan biri de, Müslim’in Ebu
Hureyre’den aktardığı şu hadistir: Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ bana şöyle demiştir: Sadaka ver ki sana da
verilsin.’ Allah Teâlâ senin sadaka vermenin, Hakk’ın sana infak etmesine sebep
olacağını bildirmiştir. Bu da, ilahi mertebede sadakanın etkilerinden biridir.
Sadakanın başka bir eddsi de
Tirmizi’nin Enes b. Malik’ten aktardığı şu hadiste dile getirilir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Sadaka Rabbin gazabını söndürür ve
kötü ölümden kurtarır.’ Bu hadis, hasengarip hadistir. Buna göre, (hayırsız bir
ölümden) kurtarmak ve gazap ateşini söndürmek, sadakanın bir sonucudur. Çünkü Allah
Teâlâ, kıyamet günü daha önce hiç kızmadığı, daha sonra da bir daha kızmayacağı
şekilde öfkelenir ve gazap eder. Bu bağlamda, Allah Teâlâ’nın kızması, şanına
ya-
raşır şekildedir, çünkü bize
kendisiyle hitap ettiği kızma, hiç kuşkusuz tarafımızdan bilinir. Fakat onun Allah
Teâlâ ile ilişkisi meçhuldür. Yoksa gazap meçhul değildir ya da gazap
sahibinde meydana getirdiği şey ya da bilmediğimiz başka bir manaya
yorumlanması söz konusu değildir. Böyle olsaydı anlamadığımız bir şeyle bize
hitap edilmiş olurdu. Böyle bir ifadenin ise bizde bir etkisi olamayacağı gibi
bu ifade öğüt de sayılmazdı. Çünkü maksat, bilebileceğimiz bir şeyi
açıklamaktır. Fakat özel olarak Allah Teâlâ ile gazap arasındaki bu ilişkiyi
bilmiyoruz. Bunun nedeni, nispet edilen şeyi değil, nispet edilen zatı
bilmeyişimizdir. Bunu bilmelisin!
Yakın-Mağrip’te ‘muvazene (denge,
bilgisi ledünni değil, salih amelden meydana gelen kişi)’ ehlinden bir şeyhin
başına şöyle bir hadise gelmişti: Hükümdara şeyhin öldürülmesini gerektirecek
bir takım işler bildirilmişti. Hükümdar, bir yandan şeyhin tutuklanarak
getirilmesini emrederken öte yandan şeyhi kendilerine sormak amaçıyla da bütün
insanlara toplanmaları söylenmiş, insanlar şeyhin öldürülmesini ve zındık
sayılmasını gerektirecek sözler söylediği iddiasıyla öldürülmesi hususunda
görüş birliğindeydi. Bu esnada şeyh yolda ekmek satan bir adama rastlamış ve
ona, ‘Bana yarım somun elemek borç ver’ deyince adam da vermiş, şeyh de yoldan
geçen birine ekmeği sadaka olarak vermiş.
Sonra, o büyük topluluğun arasına
getirtilip oturtulmuş. Hakim, insanlar şeyhin hakkında söylenenler hususunda
tanıklık ederse, kötü bir şekilde öldürüleceği hükmünü vermiş. Hakim de şeyhten
en çok nefret edenlerden biriydi. Şöyle demiş:
-‘Ey Merakeşliler! Bu gördüğünüz adam
falancadır. Onun hakkında ne dersiniz.?’Hepsi birden:
-‘Adil ve beğenilen biridir’ demiş.
Hakim şaşırmış, şeyh ise ona şöyle
demiş:
-‘Şaşırma! Bu mesele, yadırganacak
bir iş değildir. Hangisi daha büyüktür: Senin gazabın mı, yoksa Allah Teâlâ’nın
ve ateşin gazabı mı?’ Hakim:
-‘Allah Teâlâ’nın gazabı ve ateşin
gazabı daha büyüktür.’ Şeyh şöyle sormuş:
-‘Ölçü ve miktar bakımından hangi şey
daha koruyucudur (takva): Yarım somiın ekmek mi, yarım hurma mı?’ Hakim:
-‘Yarım somun’diye cevap verince,
şeyh şöyle demiş:
-‘Senin ve bu topluluğun öfkesini
yarım somun ekmekle dindirdim. Çünkü Hz, Peygamber’in şöyle dediğini duydum:
‘Bir hurma parçasıyla bile olsa cehennemden korunmaya çalışın.’ Başka bir
hadiste ise şöyle buyurdu: ‘Kuşkusuz sadaka, Rabbin öfkesini söndürür, kötü
ölümü def eder.’ Hiç kuşkusuz Allah Teâlâ bunu yaptı: (Allah Teâlâ’nın öfkesi
karşısında) Sizin (öfkenizin) küçüklüğü ve (hurmaya göre) benim sadakamın
büyüklüğü sayesinde, Allah Teâlâ kötülüğünüzü ve kötü ölümü benden
uzaklaştırdı. Çünkü benim sadakam, hurma tanesinden daha büyük iken sizin
öfkeniz ise ateşin ye Rabbin öfkesinden daha küçüktür.’
Bunun
üzerine, oradakiler şeyhin imanı karşısında hayrete düştüler.’ ' ’ ' ' ' ' . / _ Ölümlerin
en kötüsü, insanı bedbahtlığa götürecek bir halde ölmektir ve Allah Teâlâ
sadece bedbahta öfkelenir. Rabbin öfkesinde, kötü ölümde ve cehennemin
otoritesinde sadakanın naşıl etkin olduğuna bakınız! Öfkeliyken nefsine sadaka
veren kişi, o esnada nefsine sahip olmakla sadaka verebilir. Öfkeliyken insanın
kendine sahip olması, farkında olmadığı bir yönden verilmiş bir sadakadır. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Güçlü insan güreşte iyi olan değil,
öfkelendiğinde nefsine sahip olan kimsedir.’ Çünkü öfke, yakıcı bir ateştir.
İşte bu (öfkeye sahip olmak), insanın kendisine verdiği sadakadır.
Allah Teâlâ, kendisine ortak koşan
insanı bağışlamayacağını belirtmiştir. Bununla beraber Allah Teâlâ, sadaka
verdiği ölçüde ona kolaylık sağlar. Ebu Davud, Hz. Aişe’den şöyle bir hadis
aktarır: Hz. Aişe Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme, ‘Ey Allah Teâlâ’nın
peygamberi! Abdullah b. Cud’an nerededir?’ demiş, o da ‘ateştedir’ diye cevap
vermiş. Bu ifâde Hz. Aişe’ye ağır gelmiş. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem ‘Ey Aişe! Sana ağır gelen şey nedir?’ diye sorunca, o da ‘Yemek yedirir,
akrabalarım gözetirdi’ diye cevap vermiş. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem ise şöyle cevap vermiş: ‘Söylediklerin karşılığında azabı hafifletilir.’
Başka bir, ifadeyle o kişinin azabı, sadece yaptığı güzel huylar sayesinde
hafifler.
Buharı es-Sahih’inde Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu aktarır: ‘Bir hurma
parçasıyla bile olsa ateşten kendinizi koruyun. Hurma parçası bulamayan ise,
güzel sözle kendisini korusun.’ Başka bir hadiste Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem şöyle buyurur: ‘Güzel söz sadakadır, her tespih sadakadır, her
tehlil (la-ilahe illAllah Teâlâ) sadakadır.’ Hadiste, bunların dışındaki
zikirler ve güzel ahlâkın gerekleri de zikredilmiştir. Müslim esSahih’inde Ebu
Hureyre’nin şöyle dediğini aktarır: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
şöyle buyurur: Allah Teâlâ yolunda harcadığın bir dinar, köle azat etmek için
harcadığın bir dinar, yoksula sadaka olarak verdiğin bir dinar, ailene
harcadığın bir dinar, bunların en büyüğü, ailene harcadığın dinardır.’
FASIL
İÇİNDE VASIL
Sevdiği Şeylerden İnfak
Eden Kimsenin Durumu
• Allah Teâlâ şöyle' buyurur: ‘Sevdiklerinizden
infak edinceye kadar iyiliğe ulaşamazsınız.'422 Abdullah b. Ömer, bu ayetin gereğini
yerine getirmek amacıyla taüı satın alır, onu sadaka olarak verir ve şöyle
derdi: ‘En çok tatlıyı severim.’ İnsan için sevimli olan şey,: onun
nefsidir. Nefsini Allah Teâlâ yolunda infak ederse, onun karşılığını ve
bedelini elde eder, çünkü bir şeyi yok eden kimsenin yok ettiği şeyin değerini
ödemesi gerekir. Hakk, kulun nefsini yok etmesini istemiştir, çünkü insana
sevdiği şeyleri infak etmeyi emretmiştir. O’nun yanında nefse bedel olarak ise
cennetten başka bir şey yoktur. Bu nedenle, başka bir şey bulamadığında, Allah Teâlâ’yı
bulursun, çünkü Allah Teâlâ, kendilerine boyun eğilen eşya bulunmadığında
bulunabilir. İnsanın nefsi ise, bütün eşyadır ve o yok olmuştur. Öyleyse,
nefsin bedeli zikrettiğimiz şeydir (Allah Teâlâ). Sadakanın değerinin ne kadar
yüksek olduğuna bakınız! ;
'
Batın ilmi Yönünden Sadakanın Halleri
Sadakayı açıktan
vermek, ez-Zahir ve onu vermeye başlamak da elEvvel isminin gereğidir. Onu
huy edinmek ise, ‘Bana uyun ki, Allah Teâlâ sizi sevsin*23 ayetinin gereğidir. Hâzinede verecek
bir şey yokken, hükümdarın kendisine gelen yoksullar adına insanlardan
(sadaka) istemesi (ya da bu nedenle sadaka isteyen hükümdar) yaran diğer
organlara ve kendisine hüsnü zan besleyenlere ulaşan bilgiden yoksun kalbe
benzer. Böyle bir kalp, Allah Teâlâ’nın yükümlü tuttuğu amelleri yerine
getirmek üzere, zahir ve batın güçlerine yardım edecek bilgi ve halleri
kendisine vermesini ilahi isimlerden ister. Çünkü Allah Teâlâ Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve selleme şöyle bildirmiştir: ‘Her sabah her eklem için bir
sadaka gerekir.’ Öte yandan, her tespihi sadaka saydığı gibi her tehlili de bir
sadaka saymıştır. Bun1ar, bir
niyete ve ihlasa gerek duyan hallerdir. Niyet ise, kimin adma ihlâslı
olunacağını bilmeksizin gerçekleşmez ki o da Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla
hükümdar her ekleme, her eklemden dolayı verilecek sadakayı istemelidir. Kalp,
tebaasından sorumludur. Onun tebaası ise, iç ve dış bütün güçleridir. Burada
ifade ettiğimiz ve dikkate aldığımız bütün konuları içeren bir hadis, Müslim’in
Gabir b. Abdullah’tan aktardığı şu hadistir: ‘Günün ilk saatlerinde Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin yanında bulunuyorduk. Çıplak, toz toprak içinde,
heybe giymiş ve kılıçları boyunda bir topluluk çıka geldi. Büyük kısmi, hatta
hepsi Mudar kabilesindendi. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu hallerini
görünce yüzü kızardı, içeri girip sonra çıktı.ve Bilal’e ezan okumasını
emretti. Sonra, kalktı ve onlara namaz kıldırdı, ardından bir hutbe okuyup
şöyle buyurdu: ‘Ey. İnsanlar! Sizi tek bir nefisten,
ondan da eşini yaratan Rabbinizden sakının. O ikisinden pek çok erkek ve kadın
meydana getirdi. Kendisinden yakın akrabalara merhamet istediğiniz Rabbinizden
sakının. Allah Teâlâ sizi gözetmektedir.*24 ‘Ey iman edenler!, Allah Teâlâ’dan
sakının ve her nefis'yarın için ne hazırlayacağına baksın. Allah Teâlâ’dan
sakının! Kuşkusuz Allah Teâlâ yaptıklarınızdan haberdardır.*25
Bir adam dinarından, dirheminden,
elbisesinden, bir tutam buğdayından, birkaç kilo hurmasından, hatta birkaç
hurmadan sadaka verebilir.’ Ravi şöyle devam etmiş: ‘Ensar’dan bir adam bir
kese getirmiş. Ne388 Fütûhât-ı Mekkiyye 4
' /
redeyse avucu onu taşıyamıyordu,
hatta taşıyamamıştı.’ Şöyle eklemiş: “Sonra insanlar onu takip etmiş. Elbiseler
ve yemekler toplanmıştı. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin yüzünün ay
gibi parladığını gördüm. Bunun üzerine Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
şöyle demiş: ‘Kim İslam’da iyi bir âdet çıkarırsa, o adetin ödülü kendisine ait
olduğu gibi daha sonra onu işleyecek herkesin ödülü de -kendilerinkinden bir
şey eksilmedenona aittir. Kim İslam’da kötü bir adet çıkarırsa, onun günahı ve
-kendi günahlarından hiçbir şey eksilmeksizinonu işleyeceklerin günahları da
ona aittir.’
FASIL
İÇİNDE VASIL
Organların Kendilerine
Kötülük Aktaran Nefsi ve Şeytanı Allah Teâlâ’ya
Şikayet Etmeleri
Keşif ehli,
bedeni şeytanın ilham ettiği kötülüklerde kullanan habis nefsi
organların Allah Teâlâ’ya şikayet ettiğini görür ve duyar. Nurani yapısı
yönünden de nefs, şeytanın kendisine aktardığı şeyleri kabul edip iç ve dış
güçlerde uygulayan hayvani nefsi (Allah Teâlâ’ya) şikayet eder. Bu şikayetlerinde
dürüst davrandıklarında ise, Allah Teâlâ onları korktuklarından emin eder ve
meleğin aktardığı şeyleri kabul etme özelliğiyle rızıklandırır. (Allah Teâlâ’nın
başarıya erdirmesi anlamındaki) Tevfîk de, bu aktarma sayesinde onları Allah
Teâlâ’ya ve peygamberine itaat etmede kullanır. Bu ameller, Hakk’ı görmeyi ve
arada vasıta olmaksızın keşif ve müşahede tarzında O’nunla karşılıklı konuşmayı
sağlar. Allah Teâlâ da nimet ve ikramlarının karşılığında ‘onaylama’ şeklinde
onlara hitap eder.
Şekiller ve harflerle ilgilenen kör
insanlar, farkında değildir. Onlar sağır, kör ve dilsizdir. Dolayısıyla onlar
anlamazlar. Sağırlıklarının ve körlüklerinin fazlalığı nedeniyle, bu şikayeti
duyamazlar. Yükümlü oldukları davranışları yerine getirselerdi, hiç kuşkusuz, Allah
Teâlâ böyle bir bilgiyi onlara da öğretir ve Allah Teâlâ ehlinin gördüğü ve
ulaştığı gibi gözle onu görürlerdi. AJlah, bu bilgiye ulaşanlardan biri
hakkında şöyle der: ‘Biz ona nezdimizden bir bilgi öğrettik.’ Başka bir ayette
ise ‘Allah Teâlâ’dan sakının, O size öğretir’ buyurur. Başka bir ayette ise, ‘Allah
Teâlâ’dan sakınırsanız, size bir furkan ve bir nur verir.’ Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem, dünyada gerçek-
leşen her şeyi içeren bir hadisinde
zikrettiğimiz hususa işaret etmiştir. Bu hadis, Buharî’nin dedemizin kardeşi
Adiy b. Hatim’den aktardığı şu hadistir: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellemin yarımdayken bir adam gelmiş ve yoksulluktan şikayet etmiş; ardından
başka biri gelmiş ve yol kesme olaylarından şikayet etmiş. Bunun üzerine ‘Ey
Adiy! Sen Hîre’yi gördün mü’ demiş. Ben de, ‘Görmedim, ama duydum’ dedim. Bunun
üzerine şöyle demiş: ‘Ömrün elverirse, Allah Teâlâ’dan başka kimseden
korkmaksızın bir kadının Hîre’den yola çıkıp Kabe’yi tavaf edeceğini
göreceksin.’ Ben de içimden şöyle geçirdim: ‘Şehirleri yakıp yıkan Tayy’ın
korkunç adamları nerede olacak!’
(Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem şöyle demiş): ‘Ömrün uzun olursa, Kisra’nın hazinelerinin
fethedileceğini (göreceksin).’ Ben de ‘Hürmüz oğlu Kisra’nın mı?’ dedim. O da:
‘Hürmüz oğlu Kisra! Ömrün uzun olursa, bir adamın bir avuç dolusu altın veya
gümüş çıkarıp onu verecek birini arayacağını, ama onu kabul edecek birini
bulamayacağını göreceksin. Kıyamet günü, her biriniz aracılık yapan bir
tercüman olmaksızın Allah Teâlâ ile karşılaşacaktır. Allah Teâlâ kendisine
şöyle diyecektir: ‘Ben sana tebliğ yapan bir pieygamber göndermedim mi?’ O da
‘Evet gönderdin’ diyecek. Allah Teâlâ, ‘Ben sana mal verip ihsanda bulunmadım
mı?’ diye soracak, adam ‘evet’ diye cevap verecek. Sonra sağına bakacak,
cehennemden başka bir şey görmeyecek, soluna bakacak, cehennemden başka bir şey
görmeyecek.’
Adiy diyor
ki: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şöyle dediğini duydum: Bir hurma
parçasıyla bile olsa ateşten sakının! Hurma parçası bulamayan ise, güzel söz
söylesin.’ ,
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellemin ‘Allah Teâlâ’dan başka kimseden korkmaz’ demesine gelirsek, bu en
büyük korkudur. Çünkü Allah Teâlâ, her şeye hakim olduğu gibi her şeyin sahipliği
de O’na aittir. Nasıl güvende olunur ki? İşte bu, akıllarımıza yönelik bir
uyarıdır. Böyle bir durumdaki şahıs, dünya hayatında mal ve canına eziyet
edecek kimseden güven içindedir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
anlatmak istediği buydu. O halde kendisini güvenle rızıklandıran Allah Teâlâ’dır.
Buna karşın şahıs, kendisini veya vaktini bilmediği konularda Allah Teâlâ’dan
korkar. Bu korkak, Allah Teâlâ’dan genel anlamda korksaydı, hiç kuşkusuz
korkusu diniyle ilgili olurdu. Çünkü şeytanın kalbine ulaşması tehlikesi
ortadan kalkmamıştır. Halbuki yolcuların kendisine uğradıkları görünür yol,
güvenlidir. Allah Teâlâ’dan korktuğunda ise, Allah Teâlâ onu canı ve malı
hakkındaki korkudan alı koyar. Yol güvenli olmadığında bile, böyle bir korkak
güvendedir. Çünkü bu insan, (sözgelişi) sadece kendisinden çekip alınabilecek
dini hakkında bir tehlikede olabilir. Yolda hırsızlar buna musallat olup malı
ya da canı telef olsa bile, belki de bundan dolayı sevinir ve neşelenir. Çünkü
başma gelen bu musibetten dolayı, ona bol sevap ve günahlarına kefaret yazılır.
Böyle bir insan, büyük bir kazanç karşılığında vadeli ticaret yapan tacire benzer.
Peygamberin, ‘Allah Teâlâ’dan başka
kimseden korkmaz’ şeklindeki benzetmesi ne güzeldir! Öyleyse güven nerededir?
Bir adam kendisine yol kesmelerden şikayette bulunduğunda Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’in Adiy’e söylediği bu söz, alışıla gelmiş güvenin sadece bu
esnada gerçekleşmesiyle ilgilidir. Fakat Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem, akıl ve sakınma sahiplerinin anlayabileceği şekilde bu güvene Allah
Teâlâ’dan korkmayı da dahil etmiştir. Böylece hitap, genel için güveni,
seçkinler için ise korkuyu ifade eder. Öyleyse bu, Allah Teâlâ’nın seçkin
kullarının hallerini açıklar. Başka bir ifadeyle onlara şöyle denilir: Güven
halinde Allah Teâlâ’dan korkarak böyle bir halde bulunun. İşte bu, düşünen ve
basiretle gören kimse için, bütün hakikatleri kendinde toplamak özelliğinden
söylenmiş bir hadistir.
FASIL
İÇİNDE VASIL
Yakınlara Sadaka Vermek
ve Bu Konuda Komşuluğu Gözetmek
İnsana en
yakın kişi, kendisidir. Allah Teâlâ, kuluna
yakınlığından söz ederken şöyle der: ‘Allah Teâlâ ona şah damarından daha
yakındır.’ Burada adeta şöyle demektedir: ‘Allah Teâlâ, kula kulun kendisinden
daha yakındır. Öyleyse insanın nefsi, sadaka vermeye başkalarından daha
layıktır. Aynı şekilde, insana nefsinden daha yakın olan Allah Teâlâ da borç
vermeye daha layıktır. Sadaka verilen herkese önce yaratılmışlardan, sonra
organlarından, sonra kendisine daha yakın olanlara bir sadaka düşer. Bu
yakınlar ise aile, çocuk, hizmetçi ve yakın akrabadır. Aynı şekilde,
öğrencisine ve kendisinden bir yarar talep edene de sadaka verir.
Arif, Rabbi hakkında kesin bir
bilgiye ulaştığında, adeta bütünüyle nur haline gelir. Hakk ise onun kulağı,
gözü ve bütün güçleri haline gelir. Bu durumda arif, bütünüyle Hakk olmuştur. Allah
Teâlâ ehli olan kimse, hiç kuşkusuz, bu nitelikteki bir insanın ailesidir.
Nitekim onlar Kuran ehli, Allah Teâlâ ehli ve O’nun seçkinleridir. Aynı
şekilde, Allah Teâlâ ehli ve O’nun seçkinleri de zikrettiğimiz bu insanın
ailesidir, çünkü o, bütünüyle Hakk olmuştur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem bir duasında ‘beni nur yap’ der. Bunun nedeni, Hakk’ın kendisini en-Nur
diye isimlendirdiğini bilmesidir, çünkü o, kulları içinde Allah Teâlâ’nın
vekilidir. Öyleyse, sadaka veren insan bu durumdaysa, Allah Teâlâ ehline
sadaka veren kişi ailesine sadaka vermiş gibidir.
Bir gün, İşbiliye’de şeyhimiz
Ebu’l-Abbas el-Ureybi’nin yanında oturuyordum. Ben ya da bir başkası sadaka
vermek istedi. Cemaatten biri sadaka vermek isteyene, ‘Yakın akrabaya sadaka
vermek daha layıktır’ deyince, şeyh ansızın konuşanın sözüne şunu ekledi: ‘Allah
Teâlâ’ya!’ Başımdan soğuk sular döküldü. VAllah Teâlâi, bu sözü o anda Allah
Teâlâ’dan duymuştum. Kalbimin anlayıp içine nüfuz etmesinden, o sözün Kuran’da
da öyle nazil olduğunu zannettim. Orada bulunan herkes böyle zannetti. ' . ' '
' ' '
Allah Teâlâ’nın nimeüerini Allah
Teâlâ ehlinin yemesi gerekir. Bu nimetler onlar için yaratıldı. Başkaları ise, Allah
Teâlâ ehlinden dolayı onları yer. Allah Teâlâ ehli, nimetlerin birincil hedefi,
onların dışındakiler ise, söylediğimiz gibi, topluluğa uyarak o nimeti yiyen
kimselerdir. İşin ayrıntısına inersek, insandaki her bir cevher ya da araz Allah
Teâlâ’yı tespih edeir. Dolayısıyla her şahıs Allah Teâlâ ehlidir ve âlemde bu
genel ‘ehil olma’nın dışında kalan kimse yoktur. Seçkinlerin üstünlüğü ise,
sadece keşif yoluyla bü bilgiye ermiş olmalarından kaynaklanır. Bu mesele, Allah
Teâlâ yolundaki en kapalı konulardan biridir. Çünkü toplam, bu parçalardan
başkası değildir, dolayısıyla parçalar bütünün kendisidir. O halde bütün,
parça demektir. Öte yandan parça, itaatkârdır. Bütün ya da toplam ise, bu
niteliğe sahip değildir. Fakat bütün ya da toplam, toplamın birliğiyle itaat
eder. Bu ise, toplamın bireylerinin itaatinden farklı bir itaattir.
Aileye sadaka vermek ve batınî
yorumunu böyle yaptığımız bu sadakanın fazileti hakkında bilinen ve kabul
edilen bir rivayet gelmiştir.
Müslim es-Sahih’inde Ebu Hureyre’den Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’iıi şöyle dediğini aktarır: ‘Allah Teâlâ yolunda
veya köle azat etmek için veya bir yoksula sadaka olarak veya ailene harcadığın
bir dinar: Bunların en büyüğü, ailene harcamış olduğundur.’
FASIL
İÇİNDE VASIL
Yakın Akrabayı Ziyaret
ve ‘Rahim Rahman’dan Bir Daldır’
Allah Teâlâ
sana hakikatleri kendisinden anlamayı nasip
etsin, anlamalısın ki, ‘Rahim Rahman’dan bir daldır, onu kavuşturanı Allah
Teâlâ kavuşturur.’ Başka bir ifadeyle, kendisinin dalı olduğu kimseye
kavuşturan. ‘Onu keseni ise Allah Teâlâ keser.’ Yakın akrabaya sadaka,
Rahman’a kavuşturan bir sadakadır. Akrabanın dışındakilere sadaka ise, Rahman’a
kavuşmayı sağlamaksızın Rahman’ın eline düşen bir sadakadır.
Âdem’e ait bu suret, (Rahman’a)
halifedir. Konumu ise, halifenin, halife atayanın suretine göre zuhur etmesini
gerektirir. Canlılık sebebi olan şeyle kendisine sadaka verenin sadakası,
Rahman’ın bir niteliği olduğu Allah Teâlâ’ya kavuşma (vesilesi) olur. Çünkü Allah
Teâlâ, (Allah Teâlâ Âdem’i kendi suretine göre yarattı ifadesindeki
‘suretine’deki) zamirin bağlamı hususunda görüş ayrıhğı bulunsa bile, Âdem’i
kendi suretine göre yarattı. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Rahman
ve Rahim olan Allah Teâlâ’nın adıyla.’426 Böylece Allah Teâlâ, kendisini Rahman
diye niteledi.
Tirmizi, Seleme b. Amir’den Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in şöyle dediğini aktarır: ‘Yoksula sadaka vermek
bir sadakadır. Akrabaya sadaka vermek ise hem sadaka ve hem de yakın akrabayı
gözetmektir (sıla-i rahim). İlişki güçlendiği ölçüde, değer ve konum büyür. Bu,
arkadaşlarımızın görüşüdür. Bize göre ise iş böyle değildir, bize göre ilişki
uzaklaştıkça, değer ve konum büyür. Bu konuda şu mısrayı söyledim:
Rabbimi Rabbimin gözüyle gördüm ‘Rabbim’
dedim, dedi: ‘Sen!’
Bazı arifler, mısranın birinci tarzda
olduğunu zanneder, halbuki öyle değildir. İkinci tekil şahıs zamiri, mısrada
kendisiyle değil, Rabbiyle (gören) kulun gözüdür. Bu mısrayı düşün, çünkü o,
pek çok sır ve büyük bilgiyi içeren en sırlı ilahi bilgilerden biridir.
FASIL
İÇİNDE VASIL
Sadaka Alanın
Sadaka Alarak Verene Sadaka
Vermesi
Nefs,
kendisine aktardığı şeyi kabul ederek akla
sadaka verir, çünkü bazı nefisler (aklın aktardığı şeyleri) kabul etmez. (Şeyhe
ait) Nefs, müritlerinin nefislerini anasız yetimler gibi düşünür, çünkü
anneleri ölmüştür. Artık, şeyhlerinin nefsinden başka onları yönetecek bir
nefis yoktur. Bu nedenle, Allah Teâlâ’nın kendisine ilahi ruh’tan aktardığı
şeyleri onlara sadaka olarak verir. Bu durum, (şeyhin nefsinin) bilfiil
etkinlik makamında bulunduğunda böyledir. Müridin nefsi, kendi makamının ya da
halinin gerektirmediği, kazancının dışındaki bir takım durumları bu' lur ve Allah
Teâlâ’nın -bir vasıta olmaksızınbunları kendisine açtığını zanneder. Halbuki
bu açma, şeyhin nefsinin halinden kaynaklanır; Mürit, şeyhin odasındaki bir
öksüzdür (yetim-öksüz). Şeyhin buna karşılık Allah Teâlâ nezdinde büyük ödülü
vardır, çünkü her peygambere tebliğde bilgisini aktarırken şöyle demesi
emredilir: ‘De ki, buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum,
benim ücretim Allah Teâlâ’ya aittir.’427 Öyleyse söz konusu olan, ücreti
gerektiren bir öğretimdir. Bu ise, seni kulluğundan çıkarmayan bir ücrettir.
Sen ise, ücret alan suretindeki bir kulsun; yoksa o, ücretlinin ücreti
değildir. Çünkü ücretli, bir ücret karşılığında çalıştırılan, dolayısıyla
yabancı olan kişidir. Efendi ise, kölesini ücretle çalıştırmaz. Fakat amel,
bir ücret gerektirir. Köle ise ücret almaz, onu çalışan işçi alır.
Çalışan-işçi, köledir. Öyleyse o, ücreti Allah Teâlâ’dan alan kişidir. Böylece
ücret almada ücretliye benzerken ücrede çalıştırılmak hususunda ise ondan
farklılaşır. Zikrettiğimiz bu görüşü Müslim’in es-Sahih’inde Bilal’in Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’den aktardığı şu hadis destekler: Bilal, bir
kadının kocasına ve yanındaki öksüzlere sadaka verip veremeyeceğini sorunca,
Hz.
Peygamber şöyle buyurur: ‘Böyle bir
sadakanın iki ödülü vardır: Yalanlık ve sadaka ödülü.’
FASIL
İÇİNDE VASIL
Beden ve Güçleri Yöneten
Nefsin İki Babası
Tikel nefis
-ki insanın nefsidirdoğal bedenin çocuğudur. Doğal beden, onun
anasıyken ilahi ruh ise babasıdır. Bu nedenle tikel nefs şöyle yakarır:
‘Rabbimiz, yüce babalarımızın ve süfli annelerimizin Rabbi.’ ‘Onu düzenleyip
(tesviye) ruhumdan üflediğimde.’428 Başka bir ayette ise ‘İffetini
koruyan Meryem, biz ona ruhumuzdan üfledik’ diye buyruldu. Bu durumda İsa
Meryem’in oğlu, Meryem ise onun annesidir.
Düzenlenen bedene ruhtan bir nefes
üflenir. O halde beden ana, üflemenin kaynağı babadır. Çocuk, babasız bir yetim
gibidir, çünkü aklı henüz olgunlaşmamıştır, dolayısıyla adeta yok gibidir. Bu
nedenle, kendisini eğitecek ve terbiye edecek babasız bir küçük gibidir. Bu durumda,
nebati nefsinin -ki cisminden ibarettirdüzenlenmesi, Allah Teâlâ’nın kendisini
yaratmış olduğu düzgün mizaca göre gerçekleşir. Böylece, iç ve dış güçleri son
derece duru ve mutedil bir Hakk kavuşur. Bu durumda nefs, kadının yetim
çocuklarına verdiği sadaka mesabesinde olan bilgileri verir. Bedeni bakımından
bu şahıs, kendi nefsine sadaka verdiği için, değerini sadece Allah Teâlâ’nın
bilebildiği bir ödül elde eder. Ödül, Allah Teâlâ’yı bilmedir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin eşi Ümmü Seleme şöyle buyurmuş: ‘Ebu Seleme’nin
çocuklarına nafaka verdiğimde benim için bir mükâfat var mıdır? Ben onları bu
halde bırakamam, onlar benim çocuklarımdır.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem şöyle demiş: ‘Onlara verdiğin nafakanın sevabı şenindir.’ Hadisi Müslim
es-Sahih’inde aktarır.
Hikmeti Ehline Vermek Muhtaçlara Sadaka Vermek Gibidir
Allah Teâlâ
şöyle buyurur: ‘Seni
yetim bulup barındırmadı mı? Şaşırmış bulup
hidayet etmedi mi?*29 Başka bir ayette ise şöyle der: ‘İsteyeni
kovma!*30 Başka bir
ifadeyle, öğrenmek isteyeni kovma! İnsan, bilgiyi ehli olan kimselere -ki onlar
Allah Teâlâ ehlidirsadaka verir. Hikmet ise ehlinden başkasına verilmemelidir.
İnsan: bu sadakanın (sevabını) sadece Allah Teâlâ katından bekler. Başka bir
ifadeyle, bilgi öğrettiği kimseye ihsanda bulunduğunu düşünmez veya ihsanda
bulunduğu iş karşılığında ondan saygı, hürmet ve ihtiram görmesini gerektirecek
şekilde bir öncelik sahibi olduğunu düşünmez. Böyle bir beklenti içinde
olursa, öğrettiği şeyin karşılığını Allah Teâlâ katında bekleyemez.
Bu konuda yolumuzda pek çok şeyhle
karşılaştık. Şeriat, fıkıh hükümlerinde buna dikkat çekmiş ve şöyle
buyurmuştur: ‘Müslümanın, sevabını Allah Teâlâ’dan bekleyerek ailesine verdiği
nafaka, onun adına bir sadakadır.’ Yani, bu nafaka, Rahman’ın eline düşen bir
sadaka olur. Hadisi, Müslim Ebu Mesud el-Bedri’den, o da, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’den aktarmıştır.
FASIL
İÇİNDE VASIL
Ledünni Bilgi, Kazanılmış
Bilgi
İlim iki türlüdür: Verilen ve kazanılan ilim. Verilen ilmin
herhangi bir ölçütü yok iken kazanılan ilim takvadan ve iyi davranışlardan meydana
gelir, dolayısıyla bir ölçütü ve kuralı vardır. Çünkü her bilgi ve takvaya özgü
özel bir ilim vardır, bu bilgi başka bir şeye ait olamaz. Bu bağlamda, Allah
Teâlâ’dan Allah Teâlâ için sakınan (takva), Allah Teâlâ’dan ateşten korkarak
sakınan, Allah Teâlâ’dan şeytandan korkarak sakınan ve Allah Teâlâ’dan Allah
Teâlâ’dan
korkmayanlar nedeniyle sakınanlar
vardır. Her takva, bu takvanın sahibi olan kişi adına gerçekleşen özel bir
amele ve bir bilgiye sahiptir.
Bir insanın kendi nefsine sadaka
vermesi, dünya ve ahiretteki ebedi hayatmın bağlı olduğu bu kazanılan ilimlerle
onu beslemesidir. Çünkü her iyilik bir sadakadır. Dünyada iyilik yapanlar
(ehl-i maruf), ahirette de iyilik sahibi olacaktır. Allah Teâlâ’dan başka maruf
(bilinen) yoktur. Dolayısıyla, Allah Teâlâ ehlinden başka ehil yoktur. Öyleyse
kendine karşı samimi olan kişi, nefsinin ırzını sakınan kişidir. Bu da, insanın
kendisine verdiği sadakadandır. Irzın sakınılması ve korunması, Hakk’ın
tarafından kötü bir sözün kendisine gelmemesidir. Böylece şeriat diliyle ya da
bütün ilahi dillerle övülen biri haline gelir. Bu diller melek, hayvan, bidd,
maden, felek, insan ve cinlerin dışındaki herkes ile insan ve cinlerin bir
kısmının dilidir.
Acaba kişinin ırzını insan ve
cinlerin hepsinden sakınabilmesi düşünülebilir mi? Böyle bir şey düşünülemez,
çünkü asıl -ki o Allah Teâlâ’dırkendi ırzını yaratıklarının dillerinden korumuş
değildir. Şu var ki, maksattan uzaklaşması mümkün olabilir. Mümkün olduğunda
ise, nefsinin -ki ırzı demektirkendisinde bir etkisi olmasından korunmuş
demektir. Yoksa ırzını (nefs) hakkında konuşulmasından korumuş sayılmaz. ‘İnfak
ettiğiniz her şeyin yerine Allah Teâlâ yenisini koyar’43' ayeti buna
işaret eder.
İnsan yaratıkların övgüsünü kazanmak
için sadaka verirse, infak gayesine göre değerlendirilir. Buna karşm insan, Allah
Teâlâ’ya yaraşır olması yönünden övgünün Allah Teâlâ’ya dönmesini isteyebilir.
Böyle bir halde sadaka verir ve kendisini sadaka veren olarak görmez. Ya da,
günâh bir konuda infakta bulunur ve korunmayı göremez. İnfak ise, ancak Allah
Teâlâ’nın elinden olabilir. Böyle bir insan, bu zevk ve Hakk sahip olduğu
sürece bütün infakları nedeniyle övülür. Böyle bir durumda verilen sadakanın
sevabı, sadece sadakayı verene döner. Binaenaleyh Allah Teâlâ’nın eli infak
ederken Rahman’m eli ise ondan alır.
Allah Teâlâ’nın bir eli vardır, infak eder
Rahman’ın eli ise
alır .
.'
Cömerde ait olan boşalmıştır Kula ait olan
ise işlevsizdir Ayetlerini şaşırtarak tafsilleştirir
Onlar gözlere bitişmiştir \
Başkalaşırken onlan görsen bile • ‘ ..
Onlar, varlıklarda dolaşırken 1
Dersin ki: Benim amaçlarım onlan döndürüyor
Onlarise, kesin kanıtla durağandır.
Zikrettiğimiz durumu Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin şu ifadesi destekler: ‘Her iyilik .(maruf)'
sadakadır. İnsan kendisine ve ailesine nafaka verirse, ona
bir sadaka sevabı yazılır. İnsanın ırzını koruduğu şey, bir sadakadır. Bina
yapmak veya günah uğrunda olmadıkça, insan bir sadaka verirse, önün yerine
yenisini koymak Allah Teâlâ’ya düşer.’ Hadisi, Ebu Ahmed Cabir’den
zikretmiştir. Abdülhamid -ki o Ebu Ahmed’in kendisinden rivayet ettiği
kimsedirşöyle der: ‘İbn el-Münkedir’e şöyle dedim: ‘Kişi ırzını nasıl korur?’
Yani, bunun anlamı nedir? Şöyle karşılık verdi: ‘Şaire ve hatibe sadaka
vermesidir!’
; : ; •; VÂSIL ,
'
Kulluk ve Hürriyet Arasındaki
Fark
İnsanın kul ve köle olarak Rabbine ya da kulluğa izafesi, hür
olarak başkasına izafe edilip ‘başkalarının boyunduruğundan kurtulmuştur’
denilmesinden daha üstündür. Çünkü Allah Teâlâ’dan hür olmak doğru değildir.
İnsan hürriyet makamında bulunduğunda, sadece başkalarının varlıklarını görür.
Çünkü onları görmekle, kendilerinden bağımsızlaşmak gerçekleşir. Bü haldeyken,
kendi kulluğundan (ubudiyet) ve mutlak kulluktan habersizdir. Öyleyse insan
için kulluk makamı, hürriyet makamından daha şereflidir. Mutlak kulluk ise,
kulluktan daha üstündür. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem,
Meymune b. Haris hadisinde benzer bir duruma işaret etmiştir. Söz konusu kadın,
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem zamanında bir cariyesini azat edip bunu Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’e bildirdiğinde, Peygamber şöyle demişti: ‘Onu
yakınlarına verseydin, senin için daha büyük bir sevap olurdu.’ O halde kulluk
makamı, hürriyet sevabına yeğlenmiştir.
Nitekim bazı şeyhlerimiz de Allah
Teâlâ’ya muhtaç olmayı, Allah Teâlâ sayesinde zengin olmaya yeğlemiştir.
Zenginlik ve fakirlik arasındaki üstünlükten -ki bu tartışmak bir meseledir ve
fakirlik ve zenginlik de bu konuya girerbaşka bir ifadeyle şükreden zengin ile
sabreden fakir arasındaki üstünlüğü konuşurken Abdullah el-Kalafat, Cezire-i
Tarifte 590’da şöyle bir olay anlatmıştı: ‘Bir şeyhin huzurundaydım.’ Ya da,
Ebu’l-Abbas b. el-Arif es-Sünhacî’nin müridi Ebu’r-Rebi el-Kefif el-Malakî bana
aktarmıştı: ‘On dinarı olan iki adam düşünelim. Biri bir dinar, diğeri ise on
dinardan dokuzunu sadaka olarak verseydi, hangisi daha üstün olurdu?’ Cemaat
‘dokuz dinar sadaka veren daha üstündür’ deyince, bu kez ‘niçin onu daha üstün
saydınız?’ diye sormuş. Cemaat, ‘Çünkü o arkadaşınkinden daha çok sadaka vermiştir’
demiş. Bunun üzerine şeyh şöyle demiş: ‘Güzel! Fakat meselenin ruhunu
kaçırmışsınız ve ondan haberiniz yok!’ Bunun üzerine ‘O da nedir Ki?’ diye
sorulmuş. Şeyh şöyle cevap vermiş: ‘Onları malda eşit saymıştık. Daha çok
sadaka veren kişi, daha yoksul olmuştur. Bu nedenle, daha yoksul olmakla
arkadaşından üstündür.’
Bu husus,
makam ve halleri bilenlerin inkâr edemeyeceği bir durumdur. Çünkü sûfiler,
daha çetin olan işi dikkate almamıştır, bilakis onlar, haller, hakikatler ve
keşfin verisini esas almış, Böylelikle şekilci bilginlerden üstün olmuşlardır.
On dinarı bulunan kimse hepsini sadaka olarak verip aslında olduğu gibi hiçbir
şeyi olmadan kalsaydı, hiç kuşkusuz, daha üstün olurdu. Elinde tuttuğu dinar
ölçüsünde, derece ve zevkten eksik kalır. , . ,
Şeyhimiz Ebu’l-Abbas es-Sebetî’nin
ölüm anında malının üçte birini vasiyet eden insan hakkında ne dediğine
bakınız! Bilindiği gibi can çekişen kişi, malının üçte birine sahiptir ve geri
kalanı onun mülkü değildir. Şari de, sahip olduğu üçte birlik bölümün hepsini
sadaka olarak vermesini kabul etmiştir. Böyle yapmak, şeriat bakımından övülen
bir. davranıştır. Böylelikle, kendi katından çıktığı gibi, asıldaki gibi bir
yoksul olarak Allah Teâlâ ile karşılaşır ve ellerinde hiçbir şey yokken Allah
Teâlâ’ya döner. Şair bu anlamda şöyle der:
Çocuk
doğduğunda avucunu kapar /.
Bu
durum canlıdaki katmerli kırsa delildir \ T
Ölürken öğüt verircesine onları açar,
der ki: . .
Bakın, bakın bana: Ölüyorum, hiçbir şeyim
olmadan:
Sahip olduğu üçte birlik bölümü
sadaka olarak veren can çekişen kimse, sahip olduğu üçte birlik bölümü sadaka
olarak vermeyen ya da bundan daha azını verip geride bıraktıklarının
varislerine sadaka olduğuna niyet eden kimseden daha üstündür. Burada garip
bir işaret vardır.
FASIL
İÇİNDE VASIL
Öldükten Sonra İnsanlar
İçinde Bilgi ve Maldan Sadaka-i Cariye Bırakan
Kimsenin Üstünlüğü
Allah Teâlâ’yı bilen bir insan çan
çekişirken, içinden konuşmaya gücü yetşeydi ve
dili anlaşılsaydı da insanlara Rableri hakkında bilgi verseydi diye geçirir.
Bu esnada bir mürit kendisinden tevhit ya da başka bir hususta yararlı bir
bilgi hakkmda bir konuyu ondan aktarır ve oradaki dinleyicilere bildirir.
Böyle bir durumda can çekişen arif bilgisinin meyvesini devşirirken mürit de
aktarmasının ürününü Allah Teâlâ katında devşirir. Allah Teâlâ da onun
karşılığında ölüye zorunlu olarak ödül verir, çünkü ödül onun çalışmasının
sonucudur. Allah Teâlâ şöyle der: ‘İnsan
için ancak çalıştığı vardır.Hn İnsanın
yediği en hayırh şey, kendi el emeğidir ve insanın çocuğu da onun
emeğindendir. Öğrenci, hiç kuşkusuz, dini bir çocuktur. Öyleyse, insanın
çalışmasından olan şey, Allah Teâlâ katında ilahi zorunluluk yoluyla kendisine
aittir. Allah Teâlâ, bunu kendi üzerine zorunlu bir Hakk saymıştır. . ,
Bir ölü adına vekillik yoluyla
başkası bir amel yapabilir ve ölü bunu vasiyet etmemiş ve kendisi adına
yapılmasına izin vermemiş olabilir. Bunlar ölünün çabasının bulunmadığı
işlerdir. Allah Teâlâ, başkası o amelin (sevabını) kendisine bağışladığında, bu
makamı ölüye verir. Böylece ölü, bir zonınluluk olmaksızın, o amelin sevabını
alır. Fakat onu alması, zorunludur ve bü kaçınılmazdır, çünkü istemeden
kendisine gelmiştir. Güvenilir bir hadiste şöyle buyrulur: ‘Sen istemeden sana
verilen şeyi al, böyle olmayanın da peşinden koşma.’ Şekilci bilginlerin
ilimlerinde de bununla ilgili bir koku vardır. Müslim, Hz. Aişe’den şöyle bir
hadis aktarır: Bir adam Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme gelmiş ve
şöyle demiş: ‘Ey Allah Teâlâ’nın Peygamberi! Annem ansızın vefat etti ve
vasiyet de bırakmadı. Zannederim ki, konuşsaydı, sadaka verirdi. Onun adına
sadaka versem, ona bir sevap olur mu?’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
de ‘olur’ diye cevap vermiştir.
VASIL
Ahiret Hayatının Durumu
Allah Teâlâ şöyle
buyurur: ‘Sizi yarattığımız gibi
yeniden yaratılacaksınız’*33 Başka bir ayette ise ‘ilk
yaratılışı öğrendiniz, düşünmez misiniz?*34 buyrulur. Biz, herhangi bir örnek
olmaksızın yaratıldık ve bunu öğrendiğimiz gibi bir örnek olmaksızın yeniden
yaratılacağız. Ahiret hayatının sevabını ve insanın onunla ilişkisini bilen
kimse, ahiret yaratılışını da anlar ve bir şahsın aynı anda farklı yerlerde
bulunmasını imkânsız görmez. Bu, akılların imkânsız saydığı, fakat keşfin
doğruluğuna tanıklık ettiği bir durumdur. Böyle bir iş, akıl yönünden imkânsız
olsa bile, Hakk’a göre imkânsız değildir. “Namaz kılan herkes Rabbiyle
konuşur.’ İnsan, ahiret hayatında kendisine göre yaratılacağı hakikati
yönünden, (ilahi) surete göre yaratılmıştır.
Arif, ilahi isimlerin çokluğu nedeniyle
farklı hallerde bulunur. Bununla beraber, hem arif hem de isimlendirilende
‘hakikatin birliği’ vardır. Her insan, bu adamın kendisine görünmek istediği
hakikatine göre bunu görür. Söz gelişi Zeyd namaz kılar, Halit ise onu uyur
olarak görür; Ömer ise yazar, Mehmet ise terzi, Ali ise yiyen olarak görür.
Hakikat ise birdir. Bunların hepsi, bilfiil herkese görülür ve gören herkes,
arkadaşının bulunduğu yerden farklı bir yerdedir. Nitekim insan cennette
‘cennet çarşısından’ dilediği herhangi bir surete girebilecektir.
Hiç kimsenin bu makama dikkat
çektiğini duymadım. Bunun tek istisnası, aynı anda cennetin sekiz kapısından
birden cennete girmek isteyen Hz. Ebu Bekir’di. Zünnûn el-Mısrî’den de meşhur
olmuş bir takım hikâyelerde buna benzer ifadeler vardır. Sözgelimi, yakınının
hareketsiz bir ölü olarak gördüğü kimseyi başka bir şahıs aynı anda kendisinden
bir şey istenilen canlı olarak görebilir. ‘ t
Hz. Ebu Bekir’in (r.a.) hadisesi Ebu
Hureyre kanalıyla Buharî tarafından es-Sahih’inde zikredilmiştir. Ebu Hureyre
şöyle der: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin şöyle dediğini duydum: ‘Allah
Teâlâ yolunda bir şeyden iki çift infak eden kimse cennet kapılarından
çağrılır ve ona şöyle denilir: ‘Ey Allah Teâlâ’nın kulu! Bu kapı en hayırlı
kapıdır.’ Namaz kılan kimse namaz kapısından, cihat eden kimse cihat
kapısından, sadaka veren kimse sadaka kapısından, oruç tutan kimse oruç, yani
Reyyan kapısından çağrılır.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bunu
söyleyince, Hz. Ebu Bekir şöyle sormuş: ‘Bütün kapılardan çağrılacak kimse ne
yapacak, Ey Allah Teâlâ’nın Peygamberi?’ (Başka bir rivayette) ‘Bütün
kapılardan çağrılacak kimse var mıdır?’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
‘Evet çağrılır! Ümit ederim sen de onlardan biri olursun’ demiştir.
Allah Teâlâ’nın insanları kıyamet
günü cennete girmeye çağırması tek bir çağrıdır. Bir insan bir kapıdan, başka
biri iki ya da üç kapıdan cennete girer. En genel olanı ise, sekiz kapıdan
girendir, çünkü yükümlülük organları sekizdir ve her organ için bir kapı
vardır. Dolayısıyla, bir şeyi yapmak veya yapmamak hususunda kendisini
görürken, tek bir ândaki ödülde bunu inkâr etme! Örnek olarak, aynı anda
iffetini koruyan, şüpheli şeylerden uzak duran, sadaka veren, oruç tutan,
Kuran okuyan, vaaz dinleyen ve gözünü bakılması yasaklanmış şeylere bakmaktan
sakınan kimseyi verebiliriz. Bunların hepsi, Allah Teâlâ’ya yaklaşma niyetiyle
yapılır.
Cennetin her bir kapısinda menziller
ve konaklama yerleri Vardır. Bu durum ‘Allah Teâlâ’ya inanmak, yetmiş küsur
şubedir, en üstünü Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur demek, en düşüğü ise
yoldan eza Veren şeyi kaldırmaktır’ hadisinde belirtilen imanın derecelerine
benzer. Şirkten daha büyük eza olmadığı gibi iman yolundan daha büyük bir yol
da yoktur. Hadis, başladığı şeyle bitmiştir. Öyleyse, ‘Allah Teâlâ’dan başka
ilah yoktur’ demek, ilahlık iddia eden ya da ilah olduğu iddia edilen şeyi
reddetmektir. Yoldan sıkıntı veren şeyi kaldırmak ise sıkıntının yoldan
kaldırılmasıdır. Böylece dairenin sonu başıyla birleşmiş ve son başa"
kavuşmuştur. Bu ikisinin arasında, iman şubelerinin diğerleri yer alır. Her
şubenin de iman cennetinde bir menzili vardır.
Söylediğimizi bilen kişi, tek bir
zamanda cennetin bütün kapılarından içeri girebilir. Ahiret hayatı bu
durumlara imkân verdiği gibi dünya yaratılışı da iman şubelerinin aynı anda bir
inşanda toplanmasına imkân verir ve bu imkânsız değildir.
FASIL
İÇİNDE VASIL
Malın En Güzelini Gönül
Hoşluğuyla Sadaka Vermek
Bilmelisin
ki, en temiz sadaka, sahip olduğun şeyi -Ki sadece sahip olmanın
helal sayıldığı şeye sahip olabilirsingönül hoşluğuyla vermendir. Bunun en
üstünü ise, şeriatın bağlayıcı bir dille ‘sadaka’ diye isimlendirdiği emaneti
vermektir. Bu durumda sadakayı verirken elin, Allah Teâlâ’nın eli haline gelir.
Bu nedenle ‘emanet’ dedik, çünkü böyle bir şeyden seni yaratan yararlanamaz.
Onu, ancak kendisi için yaratıldığı kimse Hakk edebilir ki, o da
yaratılmıştır. Binaenaleyh sadaka, Allah Teâlâ’dan kula verilmiş bir emanettir.
Allah Teâlâ emaneti ya doğrudan kendisi veya başka bir kulun eliyle kuluna
ulaştırır. Sadakaların en güzeli budur, çünkü o, doğru bir bilgiye göre
verilmiştir.
Sadaka, sadaka verilenin eline
ulaştığında, Rahman onu sağ eliyle alır. Sadaka verirken kul (vesilesiyle
gerçekte) sadaka veren Allah Teâlâ ise, onun eli sadaka verilenin
-yoksulelinden daha üstün olmalıdır ve bu bir zorunluluktur. Çünkü ‘üstün el, Allah
Teâlâ’nın elidir ve o infak edendir.’ Sadaka veren kişi, yoksulun eli sadakayı
almak üzere uzandığında Rahman’ın elinin sadakayı aldığını görürse, yine
verenin eli üstündür. Çünkü veren Allah Teâlâ’dır ve Rahman Allah Teâlâ’nın
bir sıfatı ve özelliğidir. Fakat Rahman sadakanın kendisini almaz. ‘O'na sadece
sadaka verenin takvası ulaşır.’ Bunun en yetkin tarzı ise, zikrettiğimizdir.
Böylece veren kişi, sadakayı verenin Allah
Teâlâ, alanın Rahman, verilenin ise rahmet -ki sadakadırolduğunu görür.
Rahman, sadakayı sağ eliyle aldığında, onun yerini bu kul yaparak sadakayı
kendisine verir. Zaten sadece böyle bir şey mümkün olabilir. Çünkü sadaka
rahmet demektir ve onu ancak Rahman verebileceği gibi Allah Teâlâ da ‘salt
ismi’ yönünden değil, Rahman ve Rahim isimleriyle nitelenmesi yönünden onu
alabilir. ‘Dilencinin eline düşmezden önce sadaka Rahman’m eline düşer.’ Hadis,
böyle rivayet edilmiştir. Dilencinin yediği böyle bir sadaka ise, onun itaat
etmesini, hidayete ulaşmasını, nur ve bilgi elde etmesini sağlar. Bütün
bunlar, Rahman’ın sadakayı berekedendirmesidir. Çünkü bu sadakanın gücünün
dilencinin nefsine kazandırdığı hidayet (doğru yolda olmak), itaat etmek, nur
ve bilgi kazanmak gibi zikrettiğimiz fiillerin (sevabı) ahiret hayatında hem
sadakayı alanın terazisinde hem verenin -ki Hakk’ın vekilidirterazisinde
görülecektir. Allah Teâlâ sadakayı verene şöyle der: ‘Bu, sadakanın
meyvesidir, onun bereketi, sana ve sadaka verdiğin kişiye dönmüştür.’ Çünkü bir
kişiye sadaka vermen, kendine sadaka vermen demektir, çünkü sadakanın hayrı,
sana döner.
En faziledi sadaka, insanın kendisine
verdiğidir. Bu sadaka, aynı zamanda sahibini en yetkin tarzda getirtir. Böyle
bir sadakanın sahibine kıyamet günü ‘nereden sadaka verdin?’ ya da ‘kime
verdin?’ denilmez, çünkü o bu konumdadır. Sadakayı alan da verenle aynı
derecedeyse, mutiulukta eşitlenirler. Sadaka veren bir derece üstündür. Bu
konumda olmazsa, Allah Teâlâ’nın kendisini yerleştirdiği özelliğe göredir. Bu
durumda sadaka gönüllü verilmişse, Haktan ve insandan kaynaklanan bir ihsandır.
Farz olan zekât sadaka verilmişse, bu durumda o, Haktan kaynaklanan bir ihsan;
adak olduğunda ise, insanın yerine getirmek zorunda olduğu bir fiil iken aynı
zamanda (adağm yerine getirilmesini emreden) Haktan kaynaklanan bir ihsandır.
Adak, cimrinin malından alman bir şeydir. Bu vergiler hediye sayılırsa, böyle
olmazlar, çüiıkü böyle bir ayrıcalık, sadece sadaka olan şeye tahsis
edilmiştir.
Bu sadaka, maddi ve manevi olarak
Rahman’m elinde büyür. Onun maddi yönü, maddi olan kısmıdır (mal, para). Sahibi
de onu cennette duyusal ve gözle görülür bir şekilde bulur. Manevi yönü ise,
helal kazanç ve takvanın onda bulunması yönündendir. Ayrıca, sadakayı vermek
için acele etmek, gönül hoşluğuyla vermek ve zikretmiş olduğumuz ilahi
durumları görmek, sadakanın manevi yönüdür, insan sadakayı ‘genel müşahede’
esnasmda Kesib’te bulur. Ayrıca* kendisi cennetteyken verme vaktine ait
ölçüderin onun üzerinden geçtiklerini görür. Böylece, cennetin içinde öyle bir
müşahede makamına mazhar olur ki, onu sadece bu konumdaki kişi görebilir.
Müslim’in Ebu Hureyre’den aktardığı bir hadiste Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem şöyle der: ‘Temiz bir sadaka verenin sadakasını -ki Rahman temiz
olmayandan başkasını kabul etmezRahman sağ eliyle alır. Verilen sadaka bir
hurma bile olsa, tıpkı içinizden birinin devesini veya tayını büyütmesi gibi,
sadaka dağdan daha büyük oluncaya kadar Rahman’ın avucunda büyür.’ Sadakası
nitelediğimiz bu dereceden daha az olanın Allah Teâlâ katındaki mertebesi de,
bilgi ve niyetinin vardığı yere kadardır.
Sadaka, kuvvet sahibi el-Ganî
(Zengin), eş-Şedid (Güçlü, Şiddetli) isminin karşüığında şükür istenmeyen bir
ihsanı olarak meydana gelebilir. Karşılığında şükür istenen sadaka ise,
el-Ganî isminden değil, elMürîd (isteyen), el-Hakim ve el-Âlim isimlerinden
meydana gelir. Sadaka veren insanın aklına -Allah Teâlâ’nın bü konudaki emrine
uyarakAllah Teâlâ’ya ‘güzel borç vermek’ gelebilir. Bu bölüm de sadakaya
katılır, çünkü ona borç vermesi emredilmişti. Borç, farz zekâtın kendisi
olabilir. İnsan verdiği borca karşı yarar elde edeceği ilave bir bedel isterse,
verdiği şey, ‘borç’ tanımından çıkar ve borç diye nitelenmeyen bir sadaka olur,
çünkü vermesi emredilen borcu vermemiştir. ‘Allah Teâlâ bizden alırken faizi
yasaklamazdı.’ Böyle demiştir, Peygamber Aleyhisselam.
Öyleyse, bir fayda sağlayan her borç
faizdir; Başka bir ifadeyle faiz, sadaka verirken insanın aklına yararın gelmesi
ve sadakayı ancak bundan dolayı vermesidir. Borç veren kişinin verirken güzel
davranması gerektiği gibi bir şart olmasa bile buna dilediği iyilikleri de
eklemesi yerindedir, çünkü Allah Teâlâ borçta ücretin artacağını vaat etmiştir.
Fakat sadaka veren kul artıştan dolayı değil, emirden dolayı onu vermiştir. Kıyamet
günü ödüldeki ihsan ise, Allah Teâlâ’ya kalmıştır. Bu borcu nitelerken ‘güzel’
denmesinin anlamı budur. Allah Teâlâ bize başka bir şekilde değil, bizim için
yasa yaptığı şeriatla davranır. Bakınız! Allah Teâlâ, peygamberine kıyamet
günü kendisini onunla gönderdiği ‘Hakk’ ile kulları arasında hükmetmesini
istemesini emretmiş ve ona şöyle demiştir: ‘De ki,
Rabbim Hakk ile hükmet.’435 Burada ‘Hakk’ kelimesinde geçen
belirlilik takısı, peygamberin kendisiyle gönderildiği ‘bilinen Hakk’ anlamına
gelir. Kıyamet günü yaratılmışların halleri buna göre ele alınacaktır. Öyleyse,
Allah Teâlâ’nın kıyamet günündeki hükmünü görmek isteyen kişi, dünyada ilahi
Şeriatların hükmüne bakmalıdır! Bir artış ve noksan olmaksızın, buradaki
oradakinin aynıdır. .
O halde,
kendi şeriatın hakkında öngörülü ol! Çünkü o, kendisine varacağın Hakk’ın ta
kendisidir. Aldanma ve uyanık ol! Rabbine karşı hüsn ü zan besle ve O’nun yüce
kitabında ve peygamberinin sünnetinde kullarına olan hitabının bağlamını iyice
öğren! 'i.
FASIL
İÇİNDE VASIL
Sadakanın Gizli Verilmesi
Sadakayı
gizli vermek, Allah Teâlâ’nın Yedi Bedel’e
tahsis ettiği yüce makama ulaşmak için şarttır. Sadaka çeşidi tarzlarda
gizlenebilir: Bunlardan biri, sadaka verilenin vereni tanımayışıdır. Sadakayı
ona bir şekilde ulaştırmak için gizli bir yol bulursun, çünkü yollar, pek
çoktur. Başka bir tarzı ise, sadakayı alan insana onu nasıl aldığını ve -senden
değilAllah Teâlâ’dan aldığını açıklamandır. Verdiğin sadaka nedeniyle kendisine
bir iyilik yaptığını düşünmez ve senin önünde zelil ve hor duruma düşmez. .
Aynı zamanda, (gerçekte) sadakayı veren (Allah Teâlâ) hakkmda yüce bir bilgi
kazanır. Sen ise, sadakayı verirken onun gözüne görünmezsin, çünkü (sadakayı
alırken) sadece kendisine ait bir şeyi (senin vasıtanla) aldığına onu ikna
etmişsindir. Bu da, sadakayı gizleme tarzlarından biridir. Sadakayı gizlemenin
başka bir tarzı ise, verilen şeyin sadaka olduğunun gizlenmesidir. Dolayısıyla
sadaka verilen de, sadaka veren taraflıdan tanınmaz. Hükümdarın görevlendirdiği
sadaka memuru sadakayı aldığında ise, onu zor ve güç kullanarak alır. Allah
Teâlâ tarafından kendisini almaya vekil kılınmış hükümdarın eline ulaştığında
hükümdar sadakayı sekiz sınıfa dağıtır. Onlar da, horlanarak değil, izzet-i
nefs duygusuyla onu alır. Çünkü sadaka, vekilin vasıtasıyla onlara
(ulaştırılacak) bir haletır. Dolayısıyla sadaka alan kişi, aldığı şeylerden o
malın sahibinin kim olduğunu bizzat bilemez. Bu nedenle, mal sahibi zenginin
fakir üzerinde bir ihsanı ve üstünlüğü olamaz. Başka bir yönüyle, zengin
fakire kendi malının ulaştığından da tam olarak haberdar olamaz. Bu da sadakanın
gizlenme tarzlarından biridir. Çünkü sadaka veren kişi kime sadaka verdiğini
bilmediği gibi sadaka alan da sadakayı kimin verdiğini
bilemez. Sadakanın gizlenişinde
bundan gizli bir yol yoktur. ‘Sağ elinin verdiğini sol eli bilmez.’ İşte,
belirtilen tam da bu durumdur.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem, sadakanın gizlenmesiyle ilgili söylediğimiz şeyi kıyamet günü
Rahman’ın yakınları oldukları için Rahman’ın Arş’ının gölgesinde gölgelenen
Hakk’ın özel kulları olan yedi kişinin durumu açıklarken söylemişti. Buharı,
Ebu Hûreyre’den şöyle bir hadis aktarır: Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
şöyle buyurur: ‘Yedi insanı Allah Teâlâ hiçbir gölgenin bulunmadığı günde
kendi gölgesinde gölgelendirir: Adaletli hükümdar, Allah Teâlâ’ya ibadet ederek
büyüyen genç, kalbi mescitlere bağlı insan, Allah Teâlâ yolunda birbirini seven
iki kişi -bu uğurda bir araya gelir ve ayrılırlar-, güzel ve mevki sahibi bir
kadın kendisini davet ettiğinde ‘ben Allah Teâlâ’dan korkarım’ diye karşılık
veren adam, sadaka verip de sağ elinin verdiğini sol eli duymayacak şekilde
sadakayı gizleyen kimse, yalnız başınayken Allah Teâlâ’yı zikredip gözleri
dolan kimse.’
FASIL
İÇİNDE VASIL
Kendisine Sadaka Olarak
Verilmezden Önce Mal Sahibini Görenler
Allah Teâlâ’nın bazı kullarına elindeki rızkın -ki artık
onun malıdırkime ait olduğu gösterilir. Onların isimlerini (sadaka olarak verilecek)
malın üzerinde, fakat kendi elindeyken görür. Sadaka vereceği kimselerin adını
malın üzerinde gören bu özellikteki bir insan sadaka verdiğinde, ona sadaka
(sevabı) yazılır mı? (diye bir soru sorulursa) buna ‘evet’ deriz. Allah
Teâlâ’nın mülkü ona ait kılması yönünden sadaka ona yazılır. Sadakanın
sahiplerinin kendisine gösterilmesi buna bir zarar vermez. Bakınız! Can çekişen
kişiden ‘sahip’ ismi düşer, malında tasarrufu sınırlandırılıp sadece malının
üçte birinde tasarruf yapması mübah sayılır. Bundan fazlası hakkındaki sözü
dikkate alınmaz, çünkü o sahip olmadığı bir şey hakkında konuşmuş sayılır. ,
Nefs hırslı (dolayısıyla cimri)
yaratılmıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ona
bir iyilik ulaştığında cimrileşir.*36 Başka bir ayette ise ‘nefsinin
hır sından sakınan’437 denilir. Bunun sebebi, insanın
mümkün bir varlık olmasıdır. Mümkün, varlığını yokluğuna tercih eden bir
tercih edene özü gereği muhtaçtır. Öyleyse mümkün için muhtaçlık özünden
kaynaklanır. İnsan yaşadığı sürece bedeniyle irtibatlıdır, çünkü onun ihtiyacı
iki gözünün önündedir. Yoksunluğu ise, kendisine gösterilmiştir. Şeytanın vaat
vererek ona gelmesi de, bu sayede mümkün olabilir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:‘Şeytan
sizi yoksullukla korkutur.’43*
Allah Teâlâ’nın yardımıyla güçlenenden başkası
nefsini ya da şeytanı yenemez. Bu kişi ise, kendisine verilen imkân ölçüsünde
şeytanla ve nefsiyle savaşır. Bu nedenle şeriat, (yoksul mümkünün verdiği
şeyi) ‘sadaka’ diye isimlendirdi, çünkü verilen mal, sıkıntı ve zorla ortaya
çıkmıştır. İnsan, bekayı düşünmeyip ayrılıktan emin olsaydı, mal vermek ona
kolay gelirdi. Çünkü mal ona istese de istemese de zorla alınacaktır.
Dolayısıyla o halde nefsinin cömertlik yapmasını isteyen kimse ayrıldığı şey
ölçüsünde başka bir yerde onu tahsil etmeye dönecektir. Bütün bunlar insanın
hırsından kaynaklanır. Dolayısıyla böyle bir nefs kerem bulamadığı gibi Allah
Teâlâ onu hırsından da koriımaz. Müslim, bu konuda Ebu Hureyre’den şöyle bir
hadis aktarmıştır: Bir adam Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme gelerek
şöyle sormuş: ‘Ey Allah Teâlâ’nın Peygamberi! Hangi sadaka sevap bakımından
daha büyüktür?’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Sağlıklı ve hırslıyken
verdiğin sadaka. Çünkü bu esnada yoksulluktan korkar, bekayı arzularsın’
demiştir. Allah Teâlâ’nın nefsinin hırsından korumadığı bir insan bu Hakk
ulaşıp malından belirli bir gruba sadaka vermeyi belirleme gücü ortadan
kalktığında, vereceği şeyi sadaka saymalıdır. Kendisini emaneti sahibine
ulaştıran ve içinde bulunduğu vaktin ise emaneti verme vakti olduğunu kabul
etmelidir. Bu durumda sadaka verenler ile değil emanetlerini veren emanetçiler
ile beraber diriltilir. Artık sadaka onun aklına bile gelmez.
Allah Teâlâ Ehlinin Nezdinde Mülk ve
Sahiplik Türleri
Allah Teâlâ
arife şöyle der: ‘Bu, senin mülkündür.’ O
da, Allah Teâlâ’dan bunu edeple kabul eder. Bu konudaki bilgi, onun Hakk eden
kimse ve hakkı olan kimse için bir Hakk ediş mülkü olduğunu bilmeyle ilgilidir.
Bu mal, emanet olarak elinde bulunduğu kimse adına da bir ‘emanet’ mülktür.
Ayrıca kendisinden var olduğu kimse için de cömertlik mülküdür. Her şey, var
oluş bakımından Allah Teâlâ’nın mülküyken duruma göre kula aittir. Gerçekte
onun için zorunlu olan menfaat, insan adına bir Hakk ediş sahipliğidir.
Bunlar, yeme ve içme esnasında yiyerek ve içerek beslendiği şeylerdir. Yenilen
ve içilen şeylerin artıkları ve iki dışkı yolundan veya başka bir yolla
çıkanlar bu kısma girmez. Elbiseler ise sıcak ve soğuk havadan koruyan
şeylerdir. Bu miktarın dışındakiler ise, belirttiğimiz şeylerle ilgili kendisine
ait konularda kullanacak kimselere ait olmak üzere, bir emanet olarak ona
verilmiştir.
Arif, eşyanın sahiplerinin
isimlerinin eşya üzerinde yazılı olarak gösterildiği kimselerden olmalıdır.
Eşyayı hikmet sahibinin takdir ettiği ve belirlediği bir vakitte sahiplerine
vermek üzere saklar. Böylece ona ait şey ile -ki onun Hakk
ediş sahipliği diye isimlendirdik, çünkü onu Hakk ettiği için kendi
ismi onun üstündedirbaşkasına ait olanı ayırt eder. Başkasına ait olanı ise,
emaneten sahiplik diye isimlendik, çünkü sahibinin ismi onun üzerindedir.
Şeriatın dili ile hepsi zahirde onun mülküdür. Ya da arif bu durumun kendisine
gösterilmediği kimselerden olabilir ve sahip olduklarından hangisinin onun
rızkı olduğunu bilemeyebilir. Malın sahibi arife gösterildiğinde ise keşfine
göre davranır. Çünkü o konuda hüküm bilgiye aittir. Keşfi yoksa, bütün malından
ve rızkından Allah Teâlâ rızası için sadaka çıkarması gerekir. Allah Teâlâ
katında Hakk ettiği bir şey kalmışsa, Allah Teâlâ katındakine güvenerek bunu
yapması gerekir; Allah Teâlâ katında onun adına bir şey kalmamışsa, dinen
mülkü olan şeyleri elinde tutması ona bir fayda vermez. Çünkü keşif bakımından
gerçekle o malı Hakk etmemişti. İnsan onu terk eder ve o övülmüş değildir.
Ariflerin halleri böyledi:.
Keşif sahibi, malının üzerinde
başkasının adım görüp hiçbir şeyi Hakk etmediği için bütün malını sadaka olarak
verebilir. Bu durum, görünüşte keşif olmaksızın bütün malını sadaka olarak
yeren bir insanın haline benzer. Bu kişide Allah Teâlâ’ya güven bulunmasa,
bütün malını sadaka olarak verip sonra insanlardan sadaka isteyeceği için
şeriat onu kınamıştır. Böyle bir insanın sadakası geçerli değildir. Nitekim
Nesai’nin aktardığı bir hadiste bir adama iki elbise sadaka verilmiş, sonra
sadaka isteyen bir adam daha gelmiş. Sadaka verilen kişi elbiselerinden birini
ona sadaka olarak verince, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem onu
azarlayarak ‘git elbiseni al!’ demiş ve sadakasını kabul etmemiştir.
Keşif sahibi, kimseden bir şey
istemeyeceğini ve buna kalkışmayacağını kendiliğinden bilirse, bütün malını
sadaka olarak verebilir. Fakat keşfi olmadığında, bilebiliyorsa üstünlük
terazisiyle bunu yapmalıdır. Keşif sahibiyse, keşfine göre hareket eder. Ebu
Davud, zikrettiğimiz konuya uygun düşen bir hadisi Ömer b. el-Hattab’tan
aktarır: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bir gün sadaka vermemizi
emretmişti. O gün benim malım vardı. İçimden, ‘Bir gün Ebu Bekir’i
geçebileceksem o gün bugündür’ diye geçirdim. Malımın yarısını getirdim. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem, ‘Ailene ne bıraktın?’ diye sordu. Ben de, ‘Bu
kadarını’ dedim. Ebu Bekir ise bütün malını getirdi. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem, ‘Ailene ne bıraktın?’ diye sordu. Ebu Bekir, ‘Allah Teâlâ ve
resulünü bıraktım’ dedi. Ben de, ‘Seni hiçbir zaman geçemeyeceğim’ dedim.’
Nefsini bilen insan, üzerinde
hükümran olan şeriatın davrandığı gibi nefsine davranmalıdır. Mürit, bulunduğu
vakitte aklına gelen şeye bakıp düşüncesinin hükmü altında olmaz. Böyle
yapsaydı, hatası doğrusundan daha çok olurdu. Burada akıllı âlim, bilgisizden
farklılaşır. Fakat bütün bunlar, keşfi olmayan Allah Teâlâ ehli içindir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem halini ve makamını bildiği için, bütün malını
getiren Ebu Bekir’e bir şey demedi. Ona ‘malından ailen için bir şey saklamadın
mı?’ demedi. Ömer ise, Peygamberin yanında Ebu Bekir’i övmüş, Peygamber de buna
tepki göstermemiştir. Kaab b. Malik bu hadis hakkında şöyle der: ‘Malının bir
kısmını sakla!’ Kaab b. Malik, aklına gelen bir düşünce nedeniyle bütün malını
sadaka olarak vermiş, fakat Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ona
düşüncesine göre değil, halinin gereğine göre davranarak şöyle demiştir:
‘Malının bir kısmmı saklaman senin adına daha hayırlıdır.’
Arifin Allah
Teâlâ’nın İhsanı, Adaleti ve Tuzağına Bakması
insanlara
maslahatlarının bulunduğu şeyi açıklaması, Allah Teâlâ’nın tuzağı,
adaleti ve ihsamndandır. Bu, Allah Teâlâ’nın ihsanındandır. Adalet ve aldatması
ise, onlara kendi nitelikleriyle davranmasıdır. Arifler, böyle bir makamda
nefislerinin hallerine, Allah Teâlâ’nın batın ve zahirlerine verdiği şeylere
bakar ve onu Rahman’ın verdiği teraziyle tartarlar. Böylece, terazi adalet ile
doğrulur ve tartıda hile olmaz. İki kefenin denk gelmesi, (batını) doğru
bilgidir, (terazide) Vergi kefesi hal kefesine baskın gelirse, arif Hakk
bakmalıdır. Şeriatın övdüğü bir şey ise, bu hal ya peşin bir ödül ya da
lütuftaki artıştır. Şeriatın kötülediği şeylerden ise, Allah Teâlâ’dan gelen
bir tuzak; kötülenmeyen, ya da övülmeyen bir şey ise, Allah Teâlâ’dan bir adalet
olabileceği gibi ihsana ya da tuzağa tevil edilebilir. Allah Teâlâ’ya şükreder
ve o vergiler ile Allah Teâlâ’ya itaat ederse, bu ihsana kendisinde Allah
Teâlâ’ya günah işlerse, o da tuzağa tevil edilir. Arife tövbe ve mağfiret dileme
ya da bu halin ilahi bir tuzak olduğu ilham edilirse, arif o işi ya telafi
eder ya da bulunduğu hal üzere kalır. Bulunduğu hal üzere kalması, aldanış
içinde aldanıştır. Durumunu telafi etmesi ise, Allah Teâlâ’nın ihsanındandır ve
tuzağın hükmü ortadan kalkar.
‘Veren el alan elden üstündür’
ifadesi de, Allah Teâlâ’nın bir tuzağı ve ihsanındandır. Çünkü sadaka Rahman’ın
eline düşer. Dolayısıyla, burada bir tuzak ve ihsan vardır. Çünkü dilencinin
eline düşmezden önce sadakanın Rahman’ın eline düştüğü bir rivayette geçmiştir.
Buharî dikkat çektiğimiz konuda Hakim b. Hizam’ın şöyle dediğini aktarır: ‘Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Veren el alan elden daha
hayırlıdır. En hayırlı sadaka, kişinin haberi yokken verilendir. İfferii
davranan kişinin iffetini Allah Teâlâ korur. Müstağni davranan kimseyi Allah
Teâlâ zenginleştirir.’ Hadis zikrettiğimiz hallerin ayrınülarını içerir.
En üstün zenginlik, Allah Teâlâ ile
zengin olmaktır. Hadiste geçen iffetli olmak, azla yetinmek demektir. Çünkü af
kelimesi dilde az anlamında kullanılır. Bu zıt anlamlı kelimelerdendir. Gizli
verilen ifadesiyle sadaka kast edilir. Bir yoksulun gıyabında yapılan dua, hiç
kuşkusuz makbul
duadır. Gıyabında bir yoksula dua
etmek ile gıyabında (kendisi bilmeden) ona sadaka vermek birdir.
FASIL
İÇİNDE VASIL
Nefsin Bilgiye İhtiyacı
Bilmelisin
ki, nefsin bilgiye ihtiyacı, mizacın
dengeli olmasını sağlayan besine ihtiyacından daha çoktur. İki tür bilgi
vardır: Besine ihtiyaç duyulması gibi ihtiyaç duyulan bilgi. Bu bilgide,
itidalli olmak gerekir ve ihtiyaç miktarıyla sınırlı kalmak lüzum eder. Dinî
hükümlerin bilgisi bu kısma girer. Bunlardan sadece içinde bulunulan vakitte
gerekenlere bakılır. Onların hükümleri, dünyada gerçekleşen fiillerle
ilgilidir ve dolayısıyla onlardan yapacağın kadarını almalısın.
Diğer bilgi ise, durulacak bir sınırı
olmayan ilimdir. Bu ilim, Allah Teâlâ ve kıyamet mahalleriyle ilgili türdür.
Kıyamet mahallerini bilmek, her yere yaraşan şeye göre bütün yerlere hazırlar.
Çünkü Hakk o gün perdelerin kalkmasını ister. Kıyamet günü, ayrım günüdür.
Dolayısıyla akıllı insan, kendi işinde basiretli, kendisi ve başkası için cevap
istenildiğini bildiği yerlerde cevap vermeye hazır olmalıdır. Bu nedenle,
(kıyamet mahalleriyle ilgili) bu bilgi türünü Allah Teâlâ’yı bilmeye kattık.
Bilgi öğrenmek isteyen insan, sorulan
şeyin kendisini değil, Allah Teâlâ’yı aramalıdır. Bilgi öğrenmek isteyen, Allah
Teâlâ karşısında böyle bir bilince sahip olmalıdır. Soran kişi, sorusunu
artırır, çünkü sorulan Allah Teâlâ’dır. Böyle bir bilince sahip olmazsa,
hocadan başkasını görmediği gibi bilgiyi de sadece hocasından görür ve ‘Allah
Teâlâ en iyisini bilir’ deyişiyle talebeyi Allah Teâlâ’ya döndüremez. Ayrıca
ona kendisinden Allah Teâlâ’ya döneceği bilgiyi söyleyemez. Müslim’in Ebu
Hureyre’den aktardığı bir hadise göre Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
buna işaret etmiş ve şöyle demiştir: ‘İnsanların mallarının çokluğunu
soruşturan kimse, ister az ister çok sorsun, zor bir şey istemiştir.’ Allah
Teâlâ kullarının insanlardan değil kendisinden istemelerini istemiştir.
Hemcinslere sadece Allah Teâlâ’dan nasıl isteneceğini öğrenmek için
sorulmalıdır. Dince belirlenmiş takvanın tanımı budur. Allah Teâlâ şöyle
buyurur: ‘Allah Teâlâ’dan korkunuz.’439 Yani, takva yoluyla kendisine
öğrettiğim kimsenin size öğrettiğiyle Allah Teâlâ’dan korkun. ‘Allah
Teâlâ size öğretir.’440 Konu bilgi veya bilgi dışında dünyevî
bir konu olsa da, öğreten Allah Teâlâ’dır. Nitekim Allah Teâlâ kendisine
vahyettiğinde ya da kendisiyle konuştuğunda Hz. Musa’ya şöyle demiştir:
‘Hamuruna kattığın tuzu bile bana sor!’
Allah Teâlâ şöyle der: ‘Rahman
Kuran’ı öğretti.’44' Ayetin -tefsir değil(tasavvufî yorum
yöntemi anlamındaki) işarî yorumuna göre, Allah Teâlâ bulunduğu, yerleştiği ve
indiği her kalbe Kuran’ı öğretmiştir, ‘insanı
yarattı ve ona beyanı öğretti.’442 Böylece insanlara kendilerine
indirileni açıklamış olursun. Burada Allah Teâlâ öğretimi başkasına değil,
kendisine tamlama yapmıştır. Bütün bunlar Hakk’ın yaratıklarını kendisinden
başkasından bir şey istemesini kıskanmasından kaynaklanır. Böylece Allah Teâlâ,
kullarını ellerinde bir şey bulunmayan hemcinslerinden bir şey istemek
sıkıntısından kurtarır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu konuya dikkat
çekerek bir mesele belirlemeksizin şöyle demiştir: ‘Bir meseleyi bilseydiniz,
kimse bir şey sormak için başkasına gitmezdi.’
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem soru sormayı nahoş karşılamış ve ayıplamış, insanlardan, Allah
Teâlâ’nın peygamberinin diliyle öğrettiği şeyleri yapmalarını istemiştir.
İnsanlar, amellerini yerine getirirken Allah Teâlâ’dan bilgilerine bilgi
katmasını ister, Allah Teâlâ da kullarına öğretim işini üstlenir. Çünkü Allah
Teâlâ kıskançtır ve başkasına bir şey sorulmasını (bir şey istenmesini) sevmez.
Kalp Allah Teâlâ’nın karşısında bulunduğunun bilincindeyken kul, diliyle başkasına
bir şey sorduğunda, sorulanın gerçekte her şeyin yönetimini elinde tutan Allah
Teâlâ olduğunu bilir. Çünkü ‘Allah Teâlâ’dan ortaya çıkan isim, bu şahıstır,
çünkü o da, yayılmış varlık sayfasına işaretli harflerden biridir. İstekte
bulunan kişi de, ya ihtiyacının giderilmesi ya da dua vasıtasıyla cevabını Allah
Teâlâ’dan alır.
Bu nedenle bir adamın hükümdardan bir
şey istemesi, hükümdarın dışında başka birinden istemesinden daha iyidir. Çünkü
Hakk’ın hükümdardaki varlığı, sıradan insanlardaki varlığından daha açıktır.
Bu nedenle hükümdarlardan (bir şey) isteyen kimselerden sorumluluk kaldırılmıştır.
Onlar, Allah Teâlâ’nın vekilleri ve yaratıkların hacet kapısıdır. Onlar,
dilenciyi kovmamaları emredilmiş insanlardır. En büyük vekil olan Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve selleme Allah Teâlâ şöyle der: ‘Dilenciyi
sakın kovma.’443 Bu nedenle
Allah Teâlâ,kıyamet günü vekilleri
-ki onlar çobanlardırsorumlu oldukları kimselerden hesaba çekeceği gibi reayaya
da vekillerin kendilerine nasıl davrandığını soracaktır.
Tekrar sadaka meselelerine
dönebiliriz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, şöyle buyurur: ‘İstenilen
şeyler kişinin yüzüne vurulan kırbaç gibidir. Dileyen yüzü üzerinde kalır
dileyen biralar. Hükümdardan isteyen kimseye ise sorumluluğu yoktur.’
Zikrettiğimiz hadisin metni budur. Hadisi Ebu Davud Semura b. Cündub’dan, o da Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’den aktarmıştır.
Murakabe ehli olan iyi-ariflerden bir
şey istemek, hükümdarlardan bir şey istemekten daha uygundur. Şu var ki, bu
nitelikler sultanlarda da bulunabilir. Çünkü bu niteliklerin sahipleri Allah
Teâlâ’ya en yalcın kimselerdir. Allah Teâlâ’ya hamd olsun ! Dindarlık, kuşkulu
şeylerden kaçınma, hakkı ve adaleti uygulamada bu nitelikleri haiz hükümdarlar
gördük. Allah Teâlâ hepsine merhamet etsin!
Bir
rivayette, adamın birinin Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme şöyle
söylediği bildirilir: ‘Ey Allah Teâlâ’nın Peygamberi! Bir şey soracağım?’ Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Sorma! İlle de soracaksan, salih kimselere sor!’
demişti. Arifler önemli gördükleri dünyevî bir maslahatla ilgili bir şey
soracaklarında veya isteyeceklerinde, onu Allah Teâlâ’ya Allah Teâlâ iİe
sorarlar (Allah Teâlâ’dan isterler). Allah Teâlâ’yı müşahede etmenin kapladığı
bilginleri ise, Allah Teâlâ’yı zikretmek Allah Teâlâ’dan bir şey istemekten
engeller. Onlar, hal sahipleridir. Allah Teâlâ onlara kendisini bilmeyi ihsan
etmiştir. Allah Teâlâ’yı bilmek, istek sahiplerine verilen en üstün şeydir.
O’nu zevk yoluyla bildiklerinde ise, sadece kendisi için kendileriyle ve Allah
Teâlâ, ile O’nu zikrederler. Allah Teâlâ, bu zikre karşılık onlara kendisini
zikri terk etmelerini sağlayacak bir şey verir. Başka bir ifadey:
le, onlara kendisini görmeyi ihsan eder. Hakk’ı görmek (rüyet), O’nu müşahede
etmekten daha üstündür. Hakk’ı görmek, Allah Teâlâ’nın kendisine yakın
kullarına vereceği en üstün sadakadır. .
Allah Teâlâ’yı Bilenlerin Allah Teâlâ’dan
Verili Bilgi Alması
Bilmelisin
ki, Allah Teâlâ’yı bilenler bilgilerin içinden
sadece verilen bilgiyi alırlar. Bu bilgi, ledünnî bilgi, Hızır ve benzerlerinin
bilgisidir. Söz konusu bilgi, herhangi bir şekilde düşünce vasıtasıyla insan
çabasının bulunmadığı bilgidir. Böylece, çalışma kirlerinden hiçbir şey ona
bulaşmaz. Çünkü ruh, beden ve akıl gibi mümkün araçlardan soyudanmış ilahi
tecelli, mümkün araçlardaki ilahi tecelliden daha tamdır. Mümkün araçlardaki
tecellinin bir kısmı ise, diğerlerinden daha tamdır. Allah Teâlâ’yı bilen
biri, bir ilahi tecelliden (kaynaklanarak) henüz onda bulunmayan başka bir
tecelliye yönelik bir dua yapabilir ve ardından söz konusu tecelli
gerçekleşebilir. Gerçekleşen bu tecelli kişiye sahip olmadığı bir bilgiyi
verdiğinde, kişi onu ‘verilmiş ilim’ kapsamında saymaz ve kazanılmış ilme
katar.
Belirli bir konuda yapılan dua veya
genel bir dua vasıtasıyla meydana gelen her bilgi, kazanılmış bilgidir. Böyle
bir bilgi, sadece Peygamberler adına gerçekleşebilir. Onlar, çalışma ve
gayreti yasa yapma kapısındadır. Resullükleriyle değil de, nebilikleri yönünden
Allah Teâlâ karşısındaki halleri ise, daha önce belirttiğimiz gibi, O’ndan
başkasını istemeyi ve duayı terk etmektir. Bu durumda onlar, durulan ve
bakılan her yerde veya söylenen her şeyde Allah Teâlâ karşısında duran, O’na
bakan, O’nunla konuşan kimselerdir. Onlar, Allah Teâlâ vasıtasıyla konuştukları
gibi O’nün vasıtasıyla duyarlar. Onlar, Allah Teâlâ’ya kulluk yapmaktan söz
ederler ve bir kul olarak Allah Teâlâ’ya itaat ederler. Gayret ederler ve
ibadetten bıkmazlar. (Bir şeye) Hücum ederek veya isteyerek değil, sorumlu
tutması yönünden kendilerini sorumlu tutanın makamının gerektirdiği şeyi yerine
getirmek için ibadet ederler. Buna karşılık Allah Teâlâ da onlara kendi
katından bir ilim verir. Bu ilim, onlar tarafından istenilen ve böylelikle
kazanılmış (müktesep) diye nitelendirilen bir bilgi değildir.
Allah Teâlâ’nın isimlerinden biri de
el-Mümin’dir. Burkulun isimlerinden değil, niteliklerinden biridir. Çünkü isim
olduğunda illeti bulunmaz. Sıfat veya özellik olduğunda ise illeti bulunur.
Öyleyse el-Mümin Allah Teâlâ için bir isim, kul için ise niteliktir. Allah
Teâlâ karşısında saygı böyle olmalı-
dır! İşaret ettiğimiz anlamda Ebu
Ömer b. Abdilberr en-Nimeri’nin Halid b. Adî el-Cüheyni’den aktardığı bir hadis
rivayet edilmiştir. Şöyle der: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin şöyle
dediğini duydum: ‘İstemeden ve bildirmeden kime kardeşinden bir iyilik
gelirse, onu kabul etsin, reddetmesin. Çünkü o Allah Teâlâ’nın kendisine
gönderdiği bir rızıktır.’ Hadis, kabul emriyle reddetme yasağını birleştirerek
bütünüyle yükümlülüğü içermiştir. Çünkü yükümlülük, emir ve yasaktan başka bir
şey değildir.
Hadisin doğruluğunu destekleyen bir
kanıt, Müslim’in esSahih’inde İbn
Ömer’den aktardığı şu hadistir: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, Ömer
b. Hattab’a bir hediye vermiş. Ömer, ‘Ey Allah Teâlâ’nın peygamberi! Kendin
daha muhtaçken onu bana verdin!’ deyince, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem şöyle demiş: ‘Al onu, ister kullan ister sadaka olarak ver. İstemeden
ya da bildirmeden sana bir mal geldiğinde onu al. Böyle olmayanın peşinden
koşma.’ Büyükler, kimseden bir şey istemezler. Allah Teâlâ’yı eşyada müşahede
ettiklerinde ise, verilen hiçbir şeyi reddetmezler. Çünkü Allah Teâlâ karşısındaki
saygının bir gereği de verdiği şeyi Allah Teâlâ’ya iade etmemektir.
Bilgi
fitnesi (insanın bilgiyle denenmesi), mal fitnesinden daha büyüktür. Çünkü
malın kıymeti, insanların ağızlarını aşmayacak şekilde geçicidir. Maldan dolayı
nefse ait bir nitelik ya da değer yoktur. Bilgi ise, nefsin kendisiyle
süslendiği bir elbisedir ve bu nedenle onun fitnesi daha büyüktür. Yoksunluk ve
zenginlik halinde bilginin sahibinden ve vekillerinden ayrılması söz konusu
değildir. Mal ise, bir hırsızın onu çalması ya da yanma ya da boğulma ya da
yıkılma ya da zelzele ya da göksel bir bela veya fitne ya da hükümdarın el
koyması yoluyla sahibinin elinden çıkabilir. Şendeki bilgi ise, kendisine
ulaşılamayan güvenilir bir kale içindedir. Canlı da olsa ölü da olsa, dünyada
ve ahirette bilgi insandan ayrılmaz ve her halde bilgi şenindir. Bir vakitte
aleyhinde olsa bile, işin sonunda o senin lehinedir. Bilgiden dolayı sana
belalar gelirse, endişelenme! Bu durum, onunla amel etmediğin için bilginin
şerefinden kaynaklanır. Başka bir ifadeyle bilgiden dolayı değil, bilginin
gereğini yerine getirmediğin için başına bela gelmiştir. Kurtulduğunda ise
seni elinden tutar, menziline götürür. Onun menzili, bilinendir. Bildiği de
haktır. Bilgi, miktarınca seni Hakk’a (ve hakikate) ulaştırır. Cahillerden
olma! ,
FASIL
• 'l
' . • Allah Teâlâ’nın Türeyenlere Zekâtı Farz Kılması
Allah Teâlâ
bitki, maden ve hayvan (türlerinden) ibaret
olan türeyen şeylere zekâtı farz İçilmiştir. Zekât düşen madenler, gümüş ve
altındır. Bitkiler ise arpa, buğday ve hurma; hayvanlar ise deve, inek ve
koyundur. Böylece zekât, bütün türeyenleri içermiştir. Onlara ‘türeyenler’
isminin verilmesinin nedeni, bir anne ve babadan türemiş olmalarıdır. Başka bir
ifadeyle, bir felek ve hareketi ile unsurların (birleşiminden) meydana
gelmişlerdir. Bu noktada hareket, cinsel birleşme gibidir. Felek baba, unsurlar
ise anadır. Böylece mal insan tarafından çocuk gibi sevilir. Allah Teâlâ’nın
malı imtihan oluşunda çocukla birlikte zikrettiğini görmez misin? ‘Mallarınız
ve çocuklarınız bir fitnedir.5444 Burada malı
çocuktan önce zikretmiştir. Bunlardan birini yitirdiğinizde, ‘Büyük
ecir Allah Teâlâ’nın katınâandır.,44S O halde
zekât malın temizliği olsa ve zekât verenler cimrilik özelliğinden temizlense
bile, hiç kuşkusuz zekât, maldaki bir. eksilmedir. Dolayısıyla zekât veren
insan, bir belaya uğrayan kişinin ödülü gibi ödül alır ki bu, en büyük
ecirlerden biridir.
Çocuk, tıpkı rah(i)min Rahman’ın bir
dalı olması gibi, babanın bir parçası ve dalıdır. ‘Rahmi kavuşturanı (sıla-i
rahim yapan) Allah Teâlâ kavuşturur, onu koparanı ise Allah Teâlâ koparır.’
Bir şair, duygulu bir şiirinde çocuklar hakkında şöyle der:
Çocuklarımız aramızda
Yeryüzünde yürüyen ciğerlerimize benzer.
Böylece çocuğu ciğerin bir parçası
saymıştır.
Hz. İsa: arkadaşlarına şöyle derdi:
‘İnsanın kalbi, malının bulunduğu yerdedir. Mallarınız gökte olsun ki,
kalpleriniz de gökte olsun.’ Sadakanın Rahman’ın eline düştüğünü bildirirken,
Şari sadaka vermeye teşvik etmiştir: ‘Gökte
olandan emin misiniz?’446 ve ‘Sadaka Rabbin öfkesini
söndürür.’ Peygamber sözünün ne kadar hoş, ince ve tadı olduğuna bakınız!
Çocuğu babaya katıp ona bitiştirenin sevabı, sıla-ı rahim yapanın sevabı
gibidir. O halde, insanın türeyen bir çocuk olması yönünden malını, kendisinden
türediği babaya katması gerekir, çünkü mal onun bir parçasıdır. Dolayısıyla
malını temizlemek için zekâtım ve sadakasını veren insan, sıla-ı rahim ve
musibete uğramış insan sevabı alır.
Sevilenin yitirilmesine sabretmek,
sabrın en büyüklerinden biridir. Böyle bir şeye sadece ‘mümin’ veya ‘arif5
sabredebilir. Zahide ise zekât düşmez (dolayısıyla sabretmesi gerekmez), çünkü
zahit, zekâtın vacip olacağı hiçbir şeyi elinde tutmamıştır. Züht böyle
davranmayı gerektirir. Arif ise, öyle değildir. Arif, âlemin bir toplamı
olması yönünden, kendisinden mal isteyenlere haklarını yermesi gerektiğini
bilir. Bu yönden ona zekât farzdır. Arif de bir açıdan zahittir. Bu nedenle
‘Zekât, yükümlüye, değil, mala vaciptir’ demeyi yeğledik. Şahıs ise, mal kendi
başına çıkamayacağı için, zekâtı maldan çıkarmakla yükümlüdür.
Böylece
arif, zahitten farklı olarak, iki ödülü birleştirir. Arifler, (Allah Teâlâ
adamları anlamındaki) rical’in kamilleridir. Dolayısıyla onlar zahit
olabilecekleri gibi mal dâ biriktirebilirler; tevekkülü tercih edebilecekleri
gibi çalışabilirler de. Sevgi yönleri farklılaşsa bile, bütün âlemi sevmek
onlara ait bir iştir. Arifler, âlemde gerçekleşen her şeyi meydana geliş
yönünden değil, o şeyi yaratmada Allah Teâlâ’yı sevmeleri nedeniyle severler.
Bunu bilmelisin! Çünkü bunda sadece saygılı ariflerin farkına vardığı Hakk’ın
aldatmasının sırrı vardır. ,
Arif, âlemden kendisiyle ilişkili
şeyi talep eden bir parçanın önda bulunduğunu bilir ve her Hakk sahibine
hakkını verir. Nitekim Allah Teâlâ da her şeye yaratılışını verir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Nefsinin senin üzerinde hakkı
vardır, gözünün senin üzerinde hakkı vardır.’ İnsandaki her parça böyledir. Bu
nedenle Allah Teâlâ şahitliğini istediğinde kıyamet güriü her parça insan
hakkında tanıklık eder. Samirî’nin hikmetine bakınız! Samiri Hz. İsa’nın
söylediği gibi mal sevgisinin kalplere bağlı olduğunu bildiği için, buzağıyı
insanların sevdiği güzel görüntülü şeylerle şekillendirmiştir. Böylece,
kendilerini çağırdığında buzağıya tapmaya koşmuşlardır.
Arif ise, Rabbe nispet edilen sırrı
yönünden, elindeki mala vekil olarak atanmıştır. Bu durumda o, tasarrufu
engellenmiş bir kişinin malı üzerindeki vasi gibidir. Hiçbir şeyi olmadığı
halde, ondan zekâtı verir. Bu nedenle, ‘zekât maldaki bir haktır’ dedik, çünkü
küçüğe hiçbir şey farz değildir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, sadaka
yemesin diye yetimin malını ticarede değerlendirmeyi emretmiştir. -
Sıradan insan da, toplayıcı olmada
arife benzese bile, bunu bilemez. Mal onlara izafe edilir ve ‘mallarınız’
denilir, sıradan insan da zekâtı malından çıkarır. Bu noktada arif zekâtı bir
vasi gibi verirken sıradan insan onu sahip gibi verir. ‘Onların çoğu Allah
Teâlâ’ya iman etmez ve onlar şirk koşanlardır.’ Her iki grup da kendi halinde
doğru yapmaktadır ve kendisine nispet edilen şeyde Hakk’a dayanan bir kanıta
sahiptir.
Mal sevgisi olmasaydı, sevdiğini
yitirmesi nedeniyle bir belaya maruz kalanlar gibi ödül alsınlar diye, zekât
farz kılınmazdı. Seven ve sevilen arasında karşılıklı bir ilişki olmasaydı,
muhabbet olmaz ve varlığı düşünülemezdi. Buradan, arifin malı hangi yönden
sevdiği anlaşılır. Hangi yönden bu sevgi Allah Teâlâ içindir? Arifin dünya
hayatında malı sevmesi, ahirette Allah Teâlâ’yı sevmesine bir zarar vermez.
Çünkü arif malı herhangi bir nedenle değil, sadece ilahi konularda ve âlemde
kendisiyle ilgili bir şey nedeniyle sever. ‘Size verdiği nimetler nedeniyle Allah
Teâlâ’yı seviniz.’ Böylelikle ilişki geçerli olmuştur.
Allah Teâlâ’nın (insana ihsan ettiği)
nimederinden biri de, kendisini bilmektir ve bu nedenle arif de bu bilgiyi
O’ndan ister. Bilgi, sahip olduğu şeyi kendisine de sağlaması için, yoksulun
zengine dönük bir ilişkisidir. Öyleyse (kendisinden bilg.: :alep
ederken) arif, Allah Teâlâ’dan yaratılmış bir şeyi istemektedir. Çünkü
yaratılmışın kadimi bilmesi, yaratılmış bir bilgidir. Bu durumda yaratılmış
ile Hakk arasındaki ilişki, yaratılmış bir ilişkidir ve o, bilinenin (Hakk)
elindedir. Sevgi de, bu ilişki nedeniyle sevilene ilişir. Onu bilmek ise sona
ermez ve bitmez, dolayısıyla sevmek de bitmez. Böyle bir bilgi, tecelliden
meydana gelir ve tecelli de sona ermez. Marifet, arifin malıdır ve bu malın
zekâtı öğretmektir. Öğretmek, ilahi bir derecedir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
‘Allah Teâlâ’dan korkun, Allah Teâlâ size öğretir.’*47 Şu halde Allah Teâlâ öğretendir. Bu
nedenle ‘Öğretmek ilahi bir derecedir’ dedik.
Şari Teâlâ, zekât sınıflarını sekiz
yaptı, çünkü âlemin düzeni sekizdedir. Öyleyse zekât, bedenlerin ayakta
durmasını sağlayan besinler ve genel anlamda ihtiyaçların gerçekleşmesini
sağlar. Bu iki şeyde âlemin düzeni vardır. Zekât sahipleri, Arş’ın sekiz
taşıyıcısıdır. Arş ise -ki o mülk demektironlar tarafından taşınır. Bu hakikat
nedeniyle, sekiz zekât sınıfında görüş birliğine varılmış, onların dışında
görüş ayrılığına düşülen kimseler ise, bu sekiz sınıfa döner. Arş bir mülktür
ve Arş’ı taşıyanlar -ki onlar bizlerizbu sekiz sınıftır. Bu nedenle, ‘zekât’
diye isimlendirilen bu mal, onların taşıma ücreti gibidir.
VASIL
Mal Niçin Mal Diye İsimlendirildi?
Mal, nefis kendisine meylettiği için mal diye isimlendirildi.
Nefis, ihtiyacının karşılanmasını sağlayacağı için mala meyleder. İnsan, özü
gereği yoksul olduğu için, ihtiyaçlı yaratılmıştır ve kendisinden ayrılamayacağı
doğası gereği mala meyleder. Mala karşı züht hakkıyla gerçekleşmiş olsaydı,
hiç kuşkusuz mal olmazdı ve ahirette züht, dünyadaki zühtten daha yetkin bir
makam olurdu. Halbuki iş öyle değildir. Allah Teâlâ, ödülün
katmerleştirilmesin! vaat etmiştir: Bir iyilik, yüz katma varıncaya kadar
iyilikle ödüllendirilir. Az olan bir şey perdeyse, hiç kuşkusuz çoğu daha
büyüle bir perde olurdu.
Tecelli ve keşif mahallerinin
bulunduğu ahirete bakınız! Orası, görme ve müşahede yeridir. Bununla beraber,
bir engelleme olmaksızın, nefs kaynaklı arzulara ulaşılır.' Her insanın ‘ol’
demesi, orada hüküm sahibidir: Böyle bir şey perde olsaydı, ahiret perdesi
kıyaslanamayacak ölçüde daha büyük ve yoğun olurdu. Kendisi için her şeyde bir
kapı yaratan Allah Teâlâ münezzehtir. O kapı açıldığında, Allah Teâlâ kapınıh
yanında bulunur. Allah Teâlâ her şeyde ilahi bir yön yaratmıştır ki, tecelli
ettiğinde o şeydeki bu yön bilinir.
Ebu Bekir es-Sıddîk şöyle der:
‘Gördüğüm her şeyden önce Allah Teâlâ’yı gördüm.’ Çünkü o, gördüğü şeyi kendi
gözleriyle görmüyordu. Bu mertebede Allah Teâlâ, onun gözü ve kulağıydı.
Böylece, bir şeyi görmezden önce kendisini görmüştü. İnsan o gözün sahibidir.
Bu nedenle, ‘Gördüğüm her şeyden önce Allah Teâlâ’yı gördüm’ demiştir. Allah
Teâlâ onu, içerdiği bereket ve artış nedeniyle, zekât diye isimlendirdi. Bu
nedenle, az verilir ve (karşılığında) çok bulunur. Perdenin kalkması için onu
verseydi, sevap daha çok ve bundan daha büyük perde olurdu, hamd olsun! Allah Teâlâ’nın
verdikleri bir perde olmadığı gibi bundan kendisine ulaşan şeyler de perde
değildir. Bunu bilmelisin!
Arifin
dünyadaki tasarrufunun nasıl olduğuna bakınız! Onun tasarrufunu kendi
tasarrufunla kıyaslama. Böyle yaparsan, cahillik ve edepsizlik edip zahidin
ondan üstün olduğunu zannedersin. Heyhat! ‘Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?
Sadece akıl sahipleri öğüt alır.’ Sahiplik, arif için Süleyman Peygamberden
kaynaklanan bir yetkinlik özelliğidir. ‘Bana öyle bir mülk ver ki, benden sonra
kimseye verilmiş olmasın. Sen verensin.’ Bu isim, bu isteğe ne kadar uygundur!
Bir peygamberin kendisini Allah Teâlâ’dan perdeleyecek veya Allah Teâlâ’dan
uzaklaştıracak bir şey isteyebileceği düşünülebilir mi? .
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in saygısına bakınız! Allah Teâlâ kendisine gelen bir İfrit’i tutma
imkânı vermiş, Peygamber de onu tutup insanların görebileceği şekilde mescidin
sütunlarından birine bağlamak istemişti. Kardeşi Süleyman’ın duasını
hatırlayarak (bu arzusundan vazgeçti), Allah Teâlâ da İfrit’i başarısızlığa
uğramış bir şekilde geri döndürdü. İşte bu, Rabbinden, ‘Benden sonra başka
kimseye verilmeyecek bir mülk isterim’ diye dua ettiğinde, Hz. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellem için meydana gelen Süleyman kaynaklı bir
özelliktir.
Bu öyküden ‘gerekmez’ ifadesinden
görünüşte hiç kimseye gözükmeyecek bir mülk istediğini anladık. Bununla
beraber, bu mülk bil kuvve olarak bazı insanlar için gerçekleşmiş olabilir.
Örnek olarak, Allah Teâlâ peygamberinin İfrit ile olan öyküsünü verebiliriz.
Böylelikle onun bu sayede insanların gözüne görünmek istediğini anladık. Allah
Teâlâ, peygamberine kardeşi Süleyman’ın duasını hatırlatarak, Süleyman’ın istediği
şeye karşılık vermiştir. Böylece Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, aklına
gelen şeyi uygulamaktan vazgeçmiştir. Allah Teâlâ bu nimeti yükümlülük
diyarında Süleyman için tamamlamış ve ona şöyle demiştir: ‘Bu
bizim ihsanmızdır, onu ihsan et ya da tut.’448 Böylelikle ondan
el-Mâni', el-Mu'tî isimlerinde tasarruf etmede sorumluluk kalkmıştır.
Böylelikle dünya hayatında öne alınmış bir cennete tahsis edilmiş, bu mülk
kendisini Rabbinden perdelememiştir. .
Arifin derecesinin iki gözü nasıl
birleştirdiğine ve iki hakikati nasıl anladığına balcınız! Böylece, tıpkı
tasarrufu engellenmiş vasi gibi, ‘Sizi
halife
yaptığı şeylerden infak ediniz5449 ayetine
uyarak sahip oldüğu maldan zekâtı malından nasıl çıkarır! Onu kendisindeki
ilahi bir hakikat nedeniyle infak etmek için sahip yapniıştır. Bu infak,
gerçekte kendisindeki başka bir hakikate ait mülk olan bir maldaki infaktır. O
ise, ilahi hakikat yönünden bu malın velisidir. :
Allah Teâlâ bizi arif-bilginlerden
eylesin. > Onlara verdiği göz aydınlığını bize de versin!
VASIL
Malın İkram Türlerini Kabul Etmesi
Mal farklı verme türlerini kabul eder. Bu türler sekiz tanedir
ve sekiz isimleri vardır. Bunlardan biri, nimedendirme (in’am) diye isimlendirilir.
Bir tanesi hibe, biri sadaka, biri kerem (cömertliğin bir türü), biri hediye,
biri cömertlik, bir türü seha ve biri de îsar diye isimlendirilir. Bütün bu
türleri insan verdiği gibi aynı zamanda biri hariç yedi tanesini Hakk da verir.
Hakk’ın vermediği yegâne tür, (başkasını tercih anlamında) işardır..
Meseleye yabancı biri şöyle
diyebilir: ‘Hakk, îsar yoluyla vermediğine göre -çünkü O ihtiyaçtan
müstağnidir(ve var ojan her şey bir ilahi isimden ortaya çıktığına göre) âlemde
îsar hangi ilahi isimden zuhur eder? îsar, ya. bulunduğun halde ya da gelecek
zamanda, muhtaç olduğun şeyi vermendir. Başka bir ifadeyle îsar, muhtaç
olduğun vehmini taşımakla beraber vermendir. Bu vehme rağmen insan elindekini
verirse îsar olur. Böyle bir şey ise, Hakk için imkânsızdır. Öyleyse, varlıkta
ilahi hakikatle irtibatlı olmayan bir şey zuhur etmiştir.’
Bu soruya şöyle yanıt veririz: Daha
önce mutlak zenginliğin, âlemin kendisiyle ilişkilendirilişinden münezzeh zatı
bakımından Hakk olana ait olduğunu söylemiştik. Dolayısıyla âlem, kendisine
nispet edildiğinde zat dikkate alınmadığı gibi zenginlik de dikkate alınmaz.
Burada, sadece zatın ilah oluşunu, başka bir ifadeyle mertebeyi dikkate almış
sındır; Bir mertebeye gerekli olan şey, isimlendiği isimlerdir. Bû ise
Hakk’ın sureti, fakat aynı olan zatı
yönünden değil, ilah olması yönünden zattır. Allah Teâlâ sana da sureti
vermiştir. Bu suret, halifeliktir. Ayrıca, seni bütün isimlerle -övülmen
üzereisimlendirmiştir. Binaenaleyh Allah Teâlâ, mertebenin kendisiyle ilişkili
ve bağlı olduğu şeyi (ilahi suret, ilahlık mertebesi) vermiştir. Bunlar, güzel
isimlerdir.
Şöyle diyebilirsin: Veren kişide
verdiği kalmaz. Buna şöyle yanıt veririz: Bu durum, verilen şeyin hakikatinin
ne olduğuna bağlıdır. Verilen şey duyulur bir şey ise, veren vermekle ondan
yoksun kalırken manevi bir şey ise yoksun kalmaz. Bu nedenle îsarı, ‘muhtaç
olduğun şeyi vermek’ diye tanımladık. Burada verilenin yitirilmesine ya da
geride kalmasına dikkat etmedik. Çünkü o, verilen şeyin hakikatine dönen bir
durumdur. Bunu bilmelisin! İşte, âlemde îsar bu hakikatten meydana çıkmıştır ve
bu açıklamanın ötesinde başka bir açıklama yoktur.
Nimedendirmek, kişiye mizacına uyan
ve gayesine muvafık bir şeyi vermektir. Hibe, özel bir şeyle nimedendirmek için
vermek demektir. Hediye, sevgi kazanmak için vermektir, çünkü sevgiden
kaynaklanır. Bu nedenle Şari şöyle demiştir: ‘Hediyeleşin, birbirinizi
seversiniz.’ Sadaka zorla, baskıyla ve direnerek vermek demektir. Sadakanın
böyle olmasının nedeni, insanın hırsh yaratılmış olmasıdır. Ayette, ‘Nefsinin
hırsından korunmuş kimse’, ‘Ona bir iyilik temas ettiğinde engeller’ buyrulur.
İnsanın bu özellikteyken bir şey vermesi, nefsin yaratılış özelliği nedeniyle,
zorlamayla olabilir.
Sadakanın (zorlanma) Hakk ile
ilişkilendirilmesi, ‘müminin canını alırken gerçekleşen ilahi tereddüdü’ dile
getiren rivayete işaret eder. ‘Halbuki insanın Hakle’a kavuşması
kaçınılmazdır.’ Burada, ilahi ilimde belirlenmiş olduğu için, tereddüt edilse
bile ölümün gerçekleşeceği kastedilir. Öyleyse Hakk için tereddüt ‘adeta
odur’, kulun hakkmda ise, Allah Teâlâ karşısındaki saygının gereği olarak,
‘adeta o değildir.’ Aklın kanıtı ise, eksikliği ve tapınılan İlah’ın Hakk
ettiği şeyi bilemediği için, böyle bir şeyi reddeder. Hakk ise, üzerinde
bulunduğu bu hakikati kullarına bildirmiştir. Düşünce güçleri yönüyle akıllar
reddettiğinde, selim akıllar kabul özellikleriyle düşüncelerinin hükmüne
dayanarak bunu kabul etmişlerdir. Şari’nin Rabbimizi bilmek ve O’nu
nitelememizle ilgili bizden istediği bilgi budur. Yoksa bu, Allah Teâlâ’yı
kendisiyle ispadadığımız bilgi değildir, çünkü öyle bir bilgiyi akıl tek
başına algılayabilir. Allah Teâlâ’nın varlığını bilmek, (O’na yaraşan
nitelikleri bilmek şeklindeki) bu ikinci bilgiye göre daha aşağıdadır, çünkü o,
aklın yargısıyla gerçekleşir. Öteki ise, Allah Teâlâ’nın bildirmesine bağlıdır.
Allah Teâlâ, her yönüyle kendisini bizden daha iyi bilir.
Kerem, istedikten sonra vermek
demektir ki, (istenilen) Hakk ya da yaratılmış olabilir. Cömertlik (cûd),
istenmeden vermektir. Bu ise yaratılmış için değil, Yaratan’a aittir.
Cömerdiğin yaratılmışla ilişkilendirilmesi, yaratılmışın tam olarak belirlediği
bu durumun Hakk’ın kendisinden istemesiyle gerçekleşir. Allah Teâlâ kuldan
gönüllü olarak sadaka vermesini talep eder, fakat neyi vereceğini belirlemez.
Kulun bir elbiseyi ya da dirhemi ya da dinarı ya da kendisinden istenilmeden
herhangi bir şeyi belirlemesi, onun adına bir cömertliktir. Cömerdiğin
yaratılmışa ait olamayacağını söyledik. Çünkü kul, Allah Teâlâ’ya yaklaşmak
için sadece Allah Teâlâ’nın bildirmesiyle verebilir. Bu nedenle, cömertliğin
yaratılmışa değil, Hakk’a ait bir özellik olduğunu söyledik. Bununla beraber
şeriat dikkate alınmasa, (Hakk’a) yaklaşmak niyeti olmaksızın, istenmeden önce
vermek hiç kuşkusuz âlemde mevcuttur. Fakat sûfınin gayesi Allah Teâlâ’ya
yakınlık olan işlerde (malını) harcamaktır. Dolayısıyla bu konuda Şari’nin
hükmünü gözetmekten geri duramaz. Seha ise, veren insanın gördüğü bir yarar
nedeniyle, (gereğinden) fazlasını değil sadece ihtiyaç miktarını vermek
demektir. Çünkü ihtiyaçtan fazlasını vermek, verilen kişinin (söz gelişi
ahlâken) yok olmasına neden olabiür. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah
Teâlâ rızkı kullarına bolca verseydi yeryüzünde taşkınlık yaparlardı. Fakat onu
dilediği ölçüde indirir.*50 îsar, içinde
bulunduğun vakitte muhtaç olduğun ya da muhtaç olduğunu vehmettiğin şeyi
vermendir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘İhtiyaçları
olsa bile yoksulları kendilerine tercih ederler.*51 Bütün bu zikrettiğimiz verme türleri,
kul için sadaka sayıhr, çünkü kul, hırslı ve cimri yaratılmıştır. Nitekim bu
seldz sınıftan Hakk’ın verdiklerindeki ana ilke, vehb’tir (verme, ihsan).
Vehb, başka bir şey nedeniyle değil, nimedendirmek için vermektir. Öyleyse,
bütün verme türlerinde AUah, el-Vehhab’tır (nimedendirmek için veren.) Kul
ise, bütün verme türlerinde (zorlanarak) sadaka verir, çünkü insan, özünden kaynaklanan
yoksunluğu nedeniyle, bir niyetten ya da karşdık beklentisinden yoksun olamaz.
Öyleyse, AUah ile geçici olarak ilişkilendirilen şey, yaratılmışla özü gereği
ilişkdendirdir. Buna karşın AUah ile özü gereği ilişkdendirden şey yaratılmışla
özel olarak göreli-nispî ve dolaylı olarak
ilişkilendirilir. Allah Teâlâ
Peygamberine şöyle demiştir: ‘Onların mallarından sadaka al,4S1 Başka bir ifadeyle, vermesi
nefislerine zor gelen şeyi al. Bu nedenle, Salebe b. Hatib ‘bu (sadaka,
müslüman olmayanlardan alman) cizyenin kardeşidir’ demiştir. Daha önce
aktardığımız gibi, Salebe bu sözü Allah Teâlâ ile sözleştikten sonra sadaka
vermek kendisine güç geldiğinde söylemişti. Ayette şöyle denilmiştir: ‘Onların
bir kısmı Allah Teâlâ ile sözleşir:453 Allah Teâlâ, kendisine mal ihsan
edip sadaka vermesini emrettiğinde, Allah Teâlâ’nın bize bildirdiği şeyi
söylemiştir.
Allah Teâlâ, ‘Mal
ile cimrilik yapmışlardır’454 buyurur. Cimrilik, nefsin üzerinde
yaratıldığı özelliktir. Bu özellik kula hakim olduğunda Allah Teâlâ onu
başkasıyla değiştirir. Allah Teâlâ’dan afiyet dileriz! Başka bir ayette,
kendilerinden istenilen sadakayı vermekten ‘yüz
çevirirlerse’455 ve
cimrilik yaparlarsa, ‘sizin yerinize sizin gibi
olmayan bir topluluk getirirH56 denilir. Yani, sizin özelliğinizde
olmayan ve kendilerinden isteneni veren bir topluluk getirir. Allah Teâlâ, ‘Onlar
verdiğimize nankörlük ederlerse, ona nankör olmayan bir topluluğu vekil ederiz*457 buyurur. Çünkü mülk, herhangi bir
şeyin varlığından eksik olmayacak kadar geniştir. Öyleyse sadaka var olanlarla
ilgili bir ilke iken vehb, Hakk ile ilgili bir asildir.
Zikrettiğimiz hususu destekleyen bir
kanıt: Melekler, iyiliği kendilerine ait gördüklerinde, Hakk’ın Adem’i âlemde
halife olarak yaratma iradesiyle ilgili emrine uymak yerine, kendi doğalarının
etkisi altına girmişlerdi. Allah Teâlâ bu iradesini onlara bildirmiş, onlar
ise, en yüce mertebelere dönük arzuyla ilgili doğanın hükmü nedeniyle Hakk’ın
hükmüne uymamışlardır. Ardından, Hakk’a uymamak nedeniyle eksik ve nakıs
sayılmasınlar diye, doğanın hükmü gizlenmiştir. Bunun yerine Allah Teâlâ, meleklerin
Hakk’ın mertebesini kıskanıp onun büyüklüğünü tercih etmeyi (emrine direnmenin
sebebi olarak) ortaya koymuş, onlar ise bu mertebeyi yüceltmekten gafil
olmuştur. Çünkü bu mertebeye gereken saygıyı yerine getirselerdi, Allah
Teâlâ’ya uyarlardı, halbuki maksatları iyi bile olsa, O’na uymayarak şöyle
demişlerdir: ‘Orada bozgunculuk çıkaracak ve kan
dökecek birini mi yaratacaksın? Biz seni
över ve seni tasdik ederiz.’458 Yani biz, ondan daha iyiyiz. Bu
nedenle, bakışları Allah Teâlâ’nın yaratıklarıyla ilgili bilgisine dönmüş, buna
karşın Allah Teâlâ da onlara, ‘Ben sizin bilmediklerinizi bilirim’459 demiştir. Böylece Allah Teâlâ, bu
halife hakkında bildiği şeyleri meleklerin bilmediğini belirtmiş, kendilerine
yaptıkları özgüyü onlardan düşürmüştür. Öyleyse onlarm isteği, burada
toplanır. Onlar,
kendilerini övmüş, kendilerini üstün görmüş, başkasını
kınamış, bu konudaki bilgiyi Allah Teâlâ’ya havale etmemişlerdir. Bu durum,
doğanın'(ilah, lık) mertebesine karşı cimriliğinden kaynaklanır.
Bu durum, meleklerin doğanın hükmü
altında olup doğanın onlarda bir etkisinin bulunduğuyla ilgili daha önce ifade
ettiğimiz görüşümüzü destekler. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onlar
hasımlaştığında Mele-i a’la hakkında bilgim yoktu.H*“
Hasımlaşmak, doğanın bir gereğidir. (Biri müslüman diğeri kâfirlere ait) İki
köy arasında ölen bir şahıs hakkında rahmet ve azap meleklerinin çekişeceği ve
tartışacağı aktarılır. Böylece şeriat, melekleri ‘çekişmek’ özelliğiyle
nitelemiştir. Doğanın mertebesi, nefsin aşağısında ve Heba’nın yukarısında
olmasaydı, hiç kuşkusuz hükmü yayılırdı. Meselenin aslını öğrenmek isteyenler
ilahi isimlerin zıtlığına baksın,
çünkü hakikat hepsinde buradan zuhur etmiştir.
Öyleyse melekler doğanın hükmünde
bize ortaktır. Cimrilik ve hırs, doğadan meydana gelen kimsede doğanın bir
sonucudur. Bu özellik, isimlerde el-Mani' (Engelleyen) isminden kaynaklanır.
Onun bizdeki sebebi, yoksulluk ve ihtiyacın bizim ve bütün mümkünler için zatî
bir özellik olmasıdır. Mümkünler imkân özelliği nedeniyle (varlık yönleritıi
yokluk yönlerine tercih eden) bir tercih edene muhtaçtır. Öyleyse doğadan
oluşan şey özü gereği cimri ve hırslı, dolaylı olarak cömerttir. Allah Teâlâ,
sadece, bu gerçek durum nedeniyle, zekâtı farz ve vacip kılmış, onun
vasıtasıyla nefisleri cimrilik ve hırs özelliğinden temizlemiştir. Farz sadaka,
gönüllü sadakadan nefse daha ağır gelir. Bunun nedeni, farzda zorlamanın
gönüllü ibadette ise serbestliğin bulunmasıdır. Çünkü insan farz ibadette
efendisinin hükmüne bağlı bir köle olarak, gönül: İü ibadette ise kendisi
nedeniyle bulunur; dilerse yapar dilerse yapmaz.
FASIL
İÇİNDE VASIL
.
' ' ' Biriktirmek
Nefsin Hırsından ve Cimriliğinden Kaynaklanır
Bilmelisin
ki, biriktirmek ve ihtiyaç vaktine kadar saklamak, nefsin
hırsından kaynaklanır. Bir muhtaç bulununca biriktirilen şey ona verilir.
Salih insanların bir kısmı böyle
hareket eder. Genelde ise konuşacağımız bir şey yoktur, biz sadece farklı
tabakalarına göre Allah Teâlâ ehliyle konuşuruz. Allah Teâlâ ehlinin az bir
kısmı ise, farz ya da gönüllü olarak, sahip oldukları şeyleri ulaştırmak için
muhtaçları arar. Bunlardan farz kısım, Allah Teâlâ’nın sınıflarını belirlediği
ve belirli bir zaman ve ölçüye göre düzenlediğiyken gönüllü olan, herhangi bir
şeye bağlı değildir. Çünkü gönüllü vermek, rububiyetin vergisidir ve
dolayısıyla sınırlanmaz. Farz ise, kulluğun vergisidir ve dolayısıyla
efendisinin belirlediği şeye göre verilir. Kulluk vergisi daha faziletlidir,
çünkü farz nafileden daha üstündür. Zorunlu kulluk nerede gönüllü kulluk
nerede! Bu sınıf sâlihler arasında pek azdır. Onların kuşkusu şuradan kaynaklanır:
‘Biz onları aramakla yükümlü değiliz. Muhtaç, talep edendir. Haliyle ya da
dileğiyle yoksul olduğunu anladığım kişiye veririm.’ .
Hakk ediş yoluyla sadakayı veren bu
sınıfın üstündeki kimseler ise bunlardan daha üstündür. Onlar, sahip
olduklarını Hakk’a özgü cömertlik (huyuyla) ahlaklanmak amacıyla verirler. Bu
nedenle, Hakk edene de etmeyene de verirler. Bize göre, alan kişi, gerçekte Hakk
sahibidir, çünkü o -başka bir özellikle değilsadece yoksulluk ve ihtiyaç
özelliğiyle almıştır. Verilen şey hediye, bağış ya da verme türlerinden her ne
olursa olsun böyledir. Örnek olarak, binerce dinarı olan zengin bir taciri verebiliriz.
O sıkıntılara atılır, denizlerde yolculuk yapar, tehlikelerle karşılaşır, aile
ve çocuklarından uzak kalır, yolculukta malını ve canını kaybeder. Bütün
bunları sahip olduklarına ilave birkaç dirhem daha katmak için yapar. Böylece,
yoksulluk özelliği onu etkisi altına almış ve bu tehlikeleri değerlendirmekten
kendisini köreltmiş, güçlükleri ona kolaylaştırmıştır. Çünkü bu niteliğin
kuldaki otoritesi güçlüdür. Bu bakışa sahip olan kimse -ki o Haktır-,
kendisine verilen şeyi alan insanı Hakk sahibi olarak görür, çünkü o, verileni
almayı sağlayan özelliği tanımıştır. Bir insan verileni reddettiği için zarar
göreceğini ya da almakla makamını gizleyeceğini düşünerek, ihtiyacını
karşılamak üzere verilen şeyi alabilir. Bu durumdaki bir insanın eli, Hakk’ın
elidir. Nitekim dilencinin eline düşmezden önce sadakanın Rahman’ın eline
düşeceği aktarılır. Rahman sadakayı bir insanın kazancını berekedendirmesi gibi
bereketlendirir. İhtiyaç düşüncesi olmaksızın verilen şeyi alan kişinin durumu
budur. Böyle bir insan, kendisini almaya yönlendiren asıl sebepten habersizdir.
Verileni almasını sağlayan asıl sebep, (özü gereği yoksulluk anlamındaki)
mümkünün hakikatidir. Verilen sadakayı alırkenki amacıyla ilgili durum, şahsın
hakikatini gizlemiştir. Halbuki biz, kendisi farkında olmasa da, o amacı
biliyoruz. Veren kişi de, bir gaye ya da bedel ya da herhangi bir şey
nedeniyle verse de, verdiğine muhtaç olmadan vermiştir. Başka bir ifadeyle,
verdiğine muhtaç değildir. Sadakayı alan ise, bir gaye ya da bedel ya da
herhangi bir şey nedeniyle, aldığı şeye muhtaç iken alan bir Hakk sahibidir.
Aldığı sadakayı berekedendirmeye ihtiyaç da, bir ihtiyaçtır, çünkü ancak
aldıktan sonra onu bereketlendirebilir. Bunu anlamalısın! Çünkü bu, kendisine
yaraşan mutlak zenginliğiyle beraber, sadakayı artırmada Hakk’ın durumuyla
ilgili olduğu için kapalı bir sırdır. İlahi nispetleri (özellik), sadece saf
bir mümin olmayan kimse inkâr edebilir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah
Teâlâ’ya borç veriniz.’461 Kutsi bir hadiste ise
‘Acıktım, beni doyurmadın, susadım içirmedin’ denilir. Bütün bunlar apaçıktır.
Dolayısıyla Allah Teâlâ, bütün bu isimlerin kendisine nispet edilmesini
reddetmemiş, istidatlarına göre mazharlarda zuhur edenin kendisi olduğuna
dikkatimizi çekmiştir. Üstün olan el -ki o infak edendirher bakımdan alan elden
ibarete olan düşük elden daha hayırlıdır. Öyleyse bir Hakk nedeniyle veren ile
bir Hakk nedeniyle alan kişi bir değildir. Bunlar mertebede, isimde ya da halde
eşit değildir.
Her şeyin Hakk’a bir yönü ve ilişkisi
olduğu gibi aynı zamanda yaratılmışa dönük bir ilişkisi ve yönü de vardır. Bu
nedenle Allah Teâlâ, onu infak yaparak şöyle demiştir: ‘Size
verdiğimiz rmklardan infak ediniz.’462 Başka bir ayette ise, ‘Rızıklandırdığımız
şeylerden infak ederler’463 buyurur. Allah Teâlâ, bu ayette
bilginlerin büyüklerini dikkate almıştır, çünkü onlar, (Hakk’a ve yaratılmışa
ait olan) iki nispet tarzım da bildilderi için, infak oluşu bakımından ihsanın
kendisine ait olduğu kimselerdir. İnfak, tavşan mağarası anlamındaki ‘nafak’
kelimesinden türetilmiştir ve bu mağara ‘nafıka’ diye isimlendirilir. İki
kapısı vardır. Bir kapıdan avlanmak istenirse, diğerinden kaçar. Bu durum,
yoruma açık söze benzer. Söz sahibini bir yorumla sınırladığında, sözün
taşıdığı anlamlardan başka bir yönü kastettiğini söyleyebilir.
Verme eyleminin Hakk’a ve zenginliğe
dönük bir yönü olduğu kadar yaratılmışlara ve muhtaçlığa dönük bir yönü de
olduğu için, Allah Teâlâ (iki yönlü) bu eylemi ‘infak’ diye isimlendirdi: O
halde bilgin kişiler, iki açıdan infak ederler: Verdikleri şeyde veren ve alan
olarak Hakk’ı görürler, kendi ellerini ise, verme ve almanın kendisinde
göründüğü araçlar olarak görürler. Bunlardan biri diğerini perdelemez.
Dolayısıyla onlar, sadece Hakk sahibini görürler. Binaenaleyh (bir sadakayı)
alan herkes, Hakk ederek almıştır ve Hakk etmeseydi verileni kabul edemezdi.
Mutlak yoksulluk Allah Teâlâ için imkânsız olduğu gibi mutlak zenginlik de
insan için imkânsızdır. .
İhtiyaç duyulma vaktini bekleyen ve
daha önce sözünü ettiğimiz bir kuşkulan nedeniyle mallarını saklayanların bir
kısmı, basiretle saklarken bir kısmı basiretsiz olarak saklar. Onların bu
konudaki biriktirmelerini kabul etmiyoruz. Çünkü basirede yapılmamıştır ve
böyle bir insan Allah Teâlâ ehlinden değildir. Allah Teâlâ ehli,
basiredilerdir. Malını basirede biriktiren ise, ya kendisine hükmeden ve
sınırında durduğu ilahi bir emirden dolayı malını saklar ya da ilahi bir emir
olmaksızın biriktirir. İlahi emir nedeniyle malını biriktiren kişi saf kuldur
ve ona söyleyeceğimiz bir şey yoktur, çünkü o bir memurdur. Nitekim Abdülkadir
elCîlî (Geylanî) hakkında böyle zanda bulunuruz. Allah Teâlâ daha iyisini bilir
ya! Alemde tasarruf etme özelliğindeyken Abdülkadir bu makamda bulunuyordu.
İlahi bir emir olmaksızın, biriktirilen malın bir insana ait olduğu
bilinebilir. Fakat söz konusu insanın o malı saklayanın veya başka birinin
vasıtasıyla elde edip edemeyeceği bilinmez. Böyle bir durumda malı saklamak,
insanın doğasındaki cimrilik ve varlıkla sevinmekten kaynaklanır. Fakat kişi,
malın kime ait olduğunu bilmekle biriktirmenin gerçek nedeninden perdelenir.
Abdülaziz b. Ebu Bekir elMehdevi malını biriktirirken kendisine böyle kanıt
getirdik. Bunun üzerine, durdu ve bir cevap bulamadı. Çünkü bu malın kendi
vasıtasıyla ulaşılan bir mal olduğunu veya sahibinin tam olarak kim olduğunu
bilmeksizin biriktiriyordu. Bir anda önümüzde utandı. Böyle bir insanın biriktirmemesi
gerekir.
Topluluğun efendisi, zamanın akıllısı
ve haliyle nitelenmiş Ebu’sSuud b. Eş-Şibl şöyle derken insaflı davranmıştır:
‘Bizde tasarruf etsin diye işimizi Hakk’a bıraktık.’ Böylece insan, ilahi
mertebeyle çekişmez. Emir alırsa, emrin ya da kendisine belirlenen şeyin
sınırında durur. Bu konuda Allah Teâlâ ehli arasında görüş ayrılığı vardır.
Çünkü ricalden bazılarına, biriktirilen bu mala sahibinin falan-belirli
vakitte o kişinin vasıtasıyla ulaşabileceği gösterilmiştir. Bu nedenle, o vakte
kadar malı tutar. Bazıları ise şöyle düşünür: ‘Ben bir bekçi değilim, ben o
malı elimden çıkarayım, çünkü Allah Teâlâ bana onu tutmayı emretmedi. Vakit
geldiğinde ise, onu sahibine ulaştırmam için Allah Teâlâ malı bana döndürür.
Böylece bu iki zaman arasında malı biriktirmiş olmam. Çünkü ben, bekçi değil,
Hakk’ın hazinesiyim. Ben ona yöneldim ve ‘Kulumun kalbi beni sığdırdı’
ifadesine göre nefsimi bütünüyle O’na adadun. Bu sığdırmada, (malı saklamak
gibi) kendisinden başka bir şeyle O’na zahmet vermek istemiyorum.’ Bunü
bilmelisin. Hiç kuşkusuz, bu meselede önemli bir meseleye dikkatini çektim.
Öyleyse, ilahi bir emir ya da
gerçekleşmiş belirli bir keşiften dolayı biriktirmediği sürece arifin zekâtı
geçerli değildir. Bu keşif, ilahi ilimde o şahsın başka birinin bekçisi
olduğunun tespitidir ve vakti geldiğinde malı o şahsa teslim eder. Bunun
dışında da sıradan insanların zekât verdiği gibi zekât verir.
Elli ikinci kısım sona erdi, onu elli
üçüncü kısım takip, edecektir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar