Print Friendly and PDF

[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] ELLİ İKİNCİ KISMI


Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla

FASIL İÇİNDE VASIL

Fitre Zekâtını Verme Vakti

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, fitre zekâtının insanlar bayram namazına çıkmaz­dan önce verilmesini emretmişti.                                        ,

Meselenin batınî yorumu şudur: Muhtaç olanlara rahatı ulaştırma­da acele edip sonra namaz kılmaya gitmek gerekir. ‘(Peygamberle) Ko­nuşmanızdan önce sadaka verin’416 ayetinde belirtilen durum budur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise, Namaz kılan kişi Rabbiyle konuşur’ der. Öyleyse, na­maz kılan kişi namazgaha gidendir. Böyle yapmak ise, onun adına daha hayırh ve daha temiz bir davranıştır.                                               '

FASIL İÇİNDE VASIL

Sadakada Aşırı Giden

Bir ravi Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şöyle dediğini aktarır: ‘Sadakada aşırı giden onu vermeyen gibidir.’ Hadisi Ebu Davud aktarmıştır.

Meselenin batınî yorumu şudur: ‘Nefsinin senin üzerinde hakkı var­dır, gözünün senin üzerinde hakkı vardır.’ Onları güçlerinin üzerinde bir yükle sorumlu tuttuğunda hasta edersin ve bu durum pek çok iyiliğin ihmaline yol açar. Bu durumda sen, bir hayır yapmak isterken diğer ha­yırları engelleyen haline gelirsin. Halbuki sen, nefsin ancak bu organlarla iş yapabildiğini biliyorsundur. Daha önce sıkıntılı işlere zorlanmaları ne­deniyle, araçlar işlevsiz kaldığında ve amel yapamadıklarında ise, iyiliği engelleyen kimse sayılırsın. Bu konuda şöyle bir mısramız vardır:

Sanatkârın bir işte yapabildiği

Araçların ona imkân verdiğidir.

Sınırı aşmak, belirlenmiş olanın eksikliğidir.

FASIL İÇİNDE VASIL

Balın Zekâtı

Tirmizi İbn Ömer’den Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin şöyle söylediğini aktarır: ‘Balın her on tulumundan birinde bir tulum zekât vardır.’

Meselenin batınî yorumu şudur: Velinin vahiy sayesinde aldığı başkasıyla ilgili olan bilgiyi ilgili kişilere duyurması vaciptir, çünkü bu bilgi ona başkalarından dolayı verilmiştir. Burada, diğer nitelikleri değil -ki bilginin elde edilme özellikleri (yol ve yöntemleri) pek çoktursade­ce vahyi zikrettik. Çünkü başkasıyla ilgili bilgiyi bala benzettik, bal ise vahyin ürünüdür. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Rabbin arıya vahyetti.’417 Öyley­se, böyle bir bilginin zekâtı onun öğretilmesidir.

FASIL İÇİNDE VASIL

Zekât Kölelere Değil, Hürlere Farzdır

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Azat edilinceye kadar sözleşmeli kölenin malına zekât yoktur.’ Hadisi Dârekutnî, Cabir’den aktarır.

Meselenin batım yorumu şudur: Rölenin sadaka alması caiz değil­dir. Denilir ki Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin Allah Teâlâ karşısında kul olduğu tam olarak anlaşılsın diye sadaka alması yasaklanmıştı. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemden, oturur­ken veya hareket ederken hür olduğunu gösteren hiçbir eylem bilinçli veya bilinçsiz olarak ortaya çıkmamıştır. Kendilerine bir ihsan olarak, ailesi de (âl, kendisine inanan seçkinler ve bilginler) bu konuda ona ka­tılmıştır. Köle sadaka alamayacağı gibi hür oluncaya kadar malına da zekât düşmez. Çünkü köle, efendisinin karşısında bir şeye sahip olamaz.

Hür insanın zekât vermesinin illeti, sahiplik iddiasıdır. Kölenin ise herhangi bir şeyde bir iddiası yoktur. Köle, kendi kıymetiyle özdeştir (kendisi bir maldır). Başka bir ifadeyle köle, kendisiyle alım-satım yapı­lan bir bedeldir. Bedeli hakkında bir iddiada bulunması ya da efendisi­nin ondan istediği şeyde direnç göstermesi düşünülemeyeceği gibi (kendi hakikatine göre) köle de böyledir. Efendisiyle ilişkisinde kıyme­tine bakmayan her köle, tam olarak köle olamayacağı gibi kendisi hak­kında bilgisi de yoktur. İşte bu, bir görüş ayrılığı olmaksızın sûfilerin mezhebidir.

Efendi karşısında köle bu durumdaysa, köle gizlenmiş (silinmiş), efendi ortaya çıkmış ve görünmüştür. Çünkü zuhur ve görünmenin aslı iddiadır. Efendi ise, bu halde: köleyi şereflendirmek için başkasında köle özelliğiyle bulunur. Bu ise ‘Acıktım, beni doyurmadın, hasta oldum beni ziyaret etmedin’ hadisinde belirtilen durumdur. Acıkmak ve hasta olmak, kulların özelliklerindendir. Nitekim Allah Teâlâ (kendisine bunun anJ lamını soran kuluna verdiği) cevapta şöyle der: ‘Falan kulum hasta ol­du, onu ziyaret etmedin. Onu ziyaret etseydin, beni onun yanında bu­lurdun.’ Öyleyse, Allah Teâlâ bu özellikteki kulun yanında olduğu gibi kul da bu niteliğe sahip olduğunda Rabbinin katindadır.

Anla!

Sadakalar Nerede Alınır

Ebu Davud, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemden sadakaların evlerindeyken alınaca­ğını belirten bir hadis aktarır.

Meselenin batını yorumu şudur: İnsanın evi, onun bedenidir. Be­şeri ruhlardan sadakalar ahiret hayatında alınacaktır. Dolayısıyla beden­lerin de diriltilmesi gerekir, çünkü zekât sorumluluğu olan kişiden ze­kât, ancak onun evinde alınmalıdır. Ruhların ise, bedenlerinden başka evi yoktur.

FASIL İÇİNDE VASIL

Zekât Vermeyen insandan Hükümdarın Önce Zekâtı, Son­ra Malının Yarısını Alması     -

Ebu Davud, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in zekât alımı ve zekâtı vermeyen ki­şiyle ilgili bir hadiste şöyle dediğini aktarır: ‘Rabbimizin büyüklüğünün bir gereği olarak, biz hem zekâtı hem de malının yarısını alırız.’

Meselenin batınî yorumu şudur: İnsanın amelleri iki kısma ayrılır. Bir kısmı nefsine, bir kısmı ise organlarına özgüdür. Ameldeki zorunlu zekât, Allah Teâlâ’nın insana farz kıldığı ameller mendup veya mübah davra­nışlardır. Malının zekâtını vermediğinde Allah Teâlâ, farzı yerine getirmenin zorunlu olduğu esnada yaptığı davranışlarına bakar. Bu esnada yaptığı davranışlar güzel huylar ise, Hakk ettikleri sevabı vermeyip o vaktin ame­linin zekâtı olarak tutar. İnsan bu esnada kötü davranışlar yapmışsa gü­nahı katmerleşir. Çünkü farz bir ibadeti yerine getirmediği gibi aynı zamanda kötü bir amel sahibi de olmuştur. Bu durumda iki kötülüğü birleştirmiş sayıhr. Birincisi uygun olmayan şeyi yapmak, İkincisi ise yapması gerekli ameli yapmamaktır. O esnada mübah bir davranış ya­pıyor idiyse, özellikle farzı terk etmesi nedeniyle cezalandırılır.


‘Amelinin yarısını almaya’ gelince, bu, kendisinde iddianın bulun­duğu tasavvur edilen kısımdır. O da, ameldir. Çünkü yükümlülük, yapmak ve yapmamak diye ikiye ayrılır. Yapmamada herhangi bir iddia yoktur. Geride (iddianın konusu olarak) yapmak kalır. Allah Teâlâ ise, o fiil­deki failin kendisi olması kanıtıyla ameli (sahibinden) alır. Bu durum ona gösterildiğinde, geride ödül olarak isteyebileceği bir şey kalmaz. Çünkü ödül almak, onun bir davranış sahibi olmasına bağlıydı. Halbuki failin Allah Teâlâ olduğu kendisine görünmüştür. Böylece, ya cezadan sonra ya da cezadan önce olmak üzere, Allah Teâlâ ihsanıyla kendisini bağışlayıncaya kadar hayret içinde kalır. Hesabın görüleceği ahiret hayatında, (zekât vermeyenden) malın yarısının alınmasının anlamıdır.

FASIL İÇİNDE VASIL

Sadaka İçin Çalışanı Memnun Etmek

Haris b. Ebi Üsame, Müsned’inde Enes’in şöyle söylediğini zikre­der: ‘Süleymoğullarmdan bir adam gelmiş ve şöyle demiş: Ey Allah Teâlâ’nın peygamberi! Senin elçine zekâtı verdiğimde, onu Allah Teâlâ’ya ve peygambe­rine vermiş sayılır mıyım? Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle demiş: ‘Evet! Onu be­nim elçime verdiğinde sorumluluğundan kurtulmuş olursun. Sevabı sa­na, günahı onu değiştirenin üzerinedir.’

Ebu Davud, Cabir’den Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şöyle dediğini aktırır: ‘Size sevmediğiniz süvariler gelir. Onlar geldiğinde kendilerini ‘hoş gel­diniz’ diye karşılayın. Adil davranırlarsa, sizin lehinize, haksızlık yapar­larsa kendi aleyhlerinedir. Onlarl hoşnut ediniz. Zekâtınızı tam verirse­niz, onları razı edersiniz ve size dua ederler.’ Yine başka bir hadiste Beşir b. Hasasiye’nin şöyle söylediğini aktarır: ‘Peygambere şöyle sorduk: ‘Ey Allah Teâlâ’nın Peygamberi! Sadaka memurları bize zulmediyor! Yaptıkları haksızlık ölçüsünde mallarımızı gizleyebilir miyiz?’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise ‘hayır’ diye cevap vermiştir.’

Batınî Yorum

Sadaka toplayıcısı, (içinde bulunulan) vakit demektir. Onun hoş­nut edilmesi, getirdiği şeye göre halinin gereğiyle onu karşılamaktır. Güçlük ve kahır getirse bile onu hoşnut etmek gerekir. Bu durum, in­sanın herhangi bir amelinde, yani hayır amellerinde bulduğu düşünceye benzer. Bununla birlikte o, meşakkatli, hatta yok olmaya yoİ açacak şe­kildeyse durum farklıdır. Ebu Medyen böyle bir düşünce hakkında şöy­le derdi: ‘Diyet, katilin görevidir.’

Allah Teâlâ muhacir hakkında şöyle der: ‘Sonra ölüm ona ulaşırsa, onun ödülü Allah Teâlâ’ya aittir.5418 Sadakada haddi aşmanın tarzı şöyledir: Allah Teâlâ, nef­sin için üzerinde bir halt yaratmıştır. Gözünün de senin üzerinde bir hakkı vardır. Buna rağmen sen, kendine zulmetmişsin. Bu durum, se­çilmiş kişiler hakkında söylenen, ‘Onlarm bir kısmı kendisine zulmeder*4ayetinde belirtilen durumdur. Aşırı giden, vakittir ve o düşündüğü şeyi akla getiren düşüncedir. Vakit, hem aşırı giden ve hem de adil olandır.

VASIL

Sadakayı Aceleyle Vermek

Müslim b. Haccac, es-Sahih’inde Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şöyle dediğini aktarır: ‘Sadaka (aceleyle) veriniz! İnsan sadakası dindeyken yürür de sadaka verdiği kişiye şöyle der: ‘Bunu bize dün getirseydin kabul eder­dik. Şimdi ise ihtiyacımız yoktur. Böylece sadakasını verecek kimse bu­lamaz.’

Batınî Yorum

Sadakada acele etmek, batında tövbeye koşmak demektir ve o, farz­lardan biridir. Can çekişme vaktine ertelenen tövbe kabul edilmez. Bu­rada ince bir mesele vardır ki, arkadaşlarımız içinden onu kavrayanların sayısı pek azdır. Şöyle ki: İrade edilen kişi (istenilen), bazen tövbekar olmayabilir. Bazen, kendisine bir inayet olarak, Allah Teâlâ yönünden gelen bir keşfi olabilir. Bu durumda ona gösterilen ilk şey, Allah Teâlâ’nın her şeyin yaratıcısı olduğudur. Dolayısıyla insan, zahirî ve batını bir hareket ya da amel ya da niyet veya herhangi bir şey görürse, bunlar Allah Teâlâ’ya aittir. O, kendi adına hiçbir şeye sahip değildir. Böyle bir durumda onun tövbe etmesi düşünülebilir mi, düşünülemez mi? O fiillerin kendisinden çeki­lip alındığını görür. Tövbe ederse, bu keşfe rağmen tövbesi kabul edilir mi, edilmez mi? Ya da, bu kişi, ‘güneş battığı yerden doğduktan sonra’ tövbe eden kişi gibi midir? Çünkü hakikat güneşi, burada bilgisinin doğruluğu sayesinde ‘kalbinin batısından doğmuştur.’ Bu ise, çekilenistenilen kimsenin kalbine gelen en çetin hallerden biridir. Çünkü töv­benin ve amelin kabulü, perdelenmeye bağlıdır. Bu perde, amelin insa­na izafe edilme perdesidir. Burada ise, insanın kabul edebileceği hiçbir şey ortaya çıkmaz. Bilakis insan (bu keşif esnasında) Hakk’ın ellerinde­dir. Kabul ise, ancak başkasından olabilir.

Bilmelisin ki, bakan kişinin durumu, amel sahibiyle bir değildir. Bakan kişi, amel sahibinden kabul eden kişidir. Amel sahibi ise, hangi amel olursa olsun, bu amelin kendisinde ortaya çıktığı zatta etki eden kimsedir. Böyle bir keşif sahibinin tövbe etmesini tasavvur edebiliriz ve burada tövbe eden Allah Teâlâ’dır. Bu insanın müşahede edebileceği nihai şey budur! Artık hangi halde olursa olsun, itaadere koşmalıdır, durmamak gerekir. Çünkü nefesleri kendisine ait olmadığı gibi bu dünyadan başka bir yerde de yükümlülük yoktur. Kıyamet günü, insanlar sadece secdeye çağrılır (A’raf ehli). Bu secde, sınanma secdesi değil, ayrışma secdesidir. Secdeye çağrıldığında Allah Teâlâ’ya secde eden kimse, iki yüzlülükle ve korka­rak secde edenlerden ayrışır. Dünyada ise, suretler birbirine karıştığı için bu ayrışma gerçekleşmez.

Sadakanın İlahi Niteliklerden İçerdiği Etki

Bunlardan biri, ‘Bir şey infak ederseniz, Allah Teâlâ onun yerine yenisini ko­yar420 ayetidir. Müslim, es-Sahih’inde Ebu Hureyre’den şöyle bir hadis aktarır: Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Kulların sabahladığı her gün, iki melek iner. Bunlardan biri, ‘Allah Teâlâ’m! infak edene bedelini (halef) ver’ derken diğeri, ‘Allah Teâlâ’m! İnfak etmeyenin malını telef et’ diye dua eder.’                            ,

. Kardeşim, dikkat et! Allah Teâlâ, hüviyetini senin malından eksilen şeyin bedeli yapmıştır. Sen, sadaka verdiğin kimseyi ihya etmiş sayılırsın. Bu nedenle Allah Teâlâ da sana ebedi bir hayat ile hayat verir (ihya-hayat). Çün­kü senin hayatın Hakk değil ise, hiçbir hayattan söz edilemez. Şöyle di­yebilirsin: ‘Dediğin gibi olsaydı, zikredilen ayet ‘yahlifuhu (onun yerini alırdı)’ şeklinde okunmalıydı.’ Buna şöyle cevap veririz: Hüviyet, zatın aynıdır. Hüviyet, sadaka verenin hayatının kendisine bağlı olduğu ilahi bir isimle sadaka olarak verilen şeyin yerini alır. Allah Teâlâ’nın isimleri, kendi­sinden başka değildir. Fakat nispetlerin (nitelikler). farklılığının düşü­nülmesi nedeniyle hüviyet böyle ifade edilir. Bu anlamlarla ilgili ifadele­rimiz, bu konudaki yerleşik terminolojiye göre söylediğimiz ve işaret ettiğimiz hususları bilen arkadaşlarımıza söylenmiştir. Bu dile yabancı olanın itirazı ise geçerli değildir.

Meleğin, ‘Allah Teâlâ’m! İnfak edene, bedelini (halef) ver’ dediğini gör­mez misin? Bununla beraber sözü ve vaadi doğru olan Allah Teâlâ bize (veri­len sadakanın) bedeli vaat etmiştir. Burada infak, helak ve teleften gelir. Başka bir ifadeyle, malını infak eden ldşi sahip olduğu malı telef etmiş­tir ve bir boşluk da yoktur. (Melek der ki: Allah Teâlâ’m!) Telef olan malın yerine, uğrunda malın telef edildiği kimseyle ilişkili olan şeyi koy! Böyle birinin ecri, hayat verenin ecri gibidir. Dikkat ediniz, diğer melek ne söyler: ‘Allah Teâlâ’m! infak etmeyene telef ver!’ Çünkü melekler iyiliğin ve hayrın dilidir. Bu melek, ‘Allah Teâlâ’m! Sadakasını vermeyene verene verdik ğini ihsan et. Böylece arkadaşı gibi o da malını telef eder.’

Başka bir ifadeyle melek sanki şöyle der: ‘Allah Teâlâ’m! Malını tutanı infak etsin diye infak ederek rızıklandır. Bu insanın kendi iradesiyle ma-


lını infak etmesini ezeli ilminde takdir etmemişsen, yine de malını telef et! Böyle yaparsan, ona musibete uğrayanların ödülünü vermiş olursun, o da iyiliğe ulaşır. Çünkü sen şöyle buyurdun: ‘Göklerde ve yerdeki her şey isteyerek ya da zorla Allah Teâlâ’ya secde eder.’421 İradesiyle sadaka vermeyen kişi, malını zorla telef etmiştir. Sen de, malı telef edilen bu insan kendi iradesiyle böyle bir şeyi amaçlamış olmasa bile, rahata ulaşan kişiye ve­receğin şekilde bir sevap kendisine vaat et!’ Meleğin bu duası, insana yapılmış hayır duadır, yoksa meleklerin mertebelerini bilmeyenlerin zannettiği gibi bir beddua değildir. Çünkü melek, özellikle Hakk’ın var­lığına inananlar aleyhinde beddua etmez. O’nun birliğine inananlar hakkında ya da O’nun katından gelene inananlar hiç hakkında beddua ederler mi?

Hiç kuşkusuz, meleğin duası iki nedenle kabul edilir: Birincisi, me­leğin temizliği, İkincisi ise başkası hakkında dua etmiş olmasıdır. Öyley­se bu dua, günahkâr olmayanın diliyle -meleğin dilimal sahibine dua etmektir. Günahsız bir dille dua etmek, dilleri günahkâr insanların için­de de vardır. Allah Teâlâ Hz. Musa’ya şöyle der: ‘Bana kendisiyle günah işle­mediğin bir dille dua et.’ Hz. Musa, ‘O dil nedir?’ diye sormuş, Allah Teâlâ ise, ‘Senin kardeşine, kardeşinin de sana dua etmesidir’ demiştir! Çünkü 1 her biriniz, bir diğerinize dua ettiğiniz dilinizle bana asi olmadınız. Do­layısıyla kardeşi adına bana dua eden kişi, temiz bir dille dua etmiş de­mektir. Allah Teâlâ duayı ona izafe etmiştir, çünkü dua eden, edilenin vekili­dir. Dua edenin diliyle ise, dua edilen insan günah işlememiştir.

Bunlardan biri de, Müslim’in Ebu Hureyre’den aktardığı şu hadis­tir: Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ bana şöyle demiştir: Sadaka ver ki sana da verilsin.’ Allah Teâlâ senin sadaka vermenin, Hakk’ın sana infak etmesine sebep olacağını bildirmiştir. Bu da, ilahi mertebede sadakanın etkilerinden biridir.

Sadakanın başka bir eddsi de Tirmizi’nin Enes b. Malik’ten aktar­dığı şu hadiste dile getirilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Sadaka Rabbin gazabını söndürür ve kötü ölümden kurtarır.’ Bu hadis, hasengarip hadistir. Buna göre, (hayırsız bir ölümden) kurtarmak ve gazap ateşini söndürmek, sadakanın bir sonucudur. Çünkü Allah Teâlâ, kıyamet günü daha önce hiç kızmadığı, daha sonra da bir daha kızmayacağı şe­kilde öfkelenir ve gazap eder. Bu bağlamda, Allah Teâlâ’nın kızması, şanına ya-

raşır şekildedir, çünkü bize kendisiyle hitap ettiği kızma, hiç kuşkusuz tarafımızdan bilinir. Fakat onun Allah Teâlâ ile ilişkisi meçhuldür. Yoksa ga­zap meçhul değildir ya da gazap sahibinde meydana getirdiği şey ya da bilmediğimiz başka bir manaya yorumlanması söz konusu değildir. Böyle olsaydı anlamadığımız bir şeyle bize hitap edilmiş olurdu. Böyle bir ifadenin ise bizde bir etkisi olamayacağı gibi bu ifade öğüt de sayıl­mazdı. Çünkü maksat, bilebileceğimiz bir şeyi açıklamaktır. Fakat özel olarak Allah Teâlâ ile gazap arasındaki bu ilişkiyi bilmiyoruz. Bunun nedeni, nispet edilen şeyi değil, nispet edilen zatı bilmeyişimizdir. Bunu bilme­lisin!

Yakın-Mağrip’te ‘muvazene (denge, bilgisi ledünni değil, salih amelden meydana gelen kişi)’ ehlinden bir şeyhin başına şöyle bir hadi­se gelmişti: Hükümdara şeyhin öldürülmesini gerektirecek bir takım iş­ler bildirilmişti. Hükümdar, bir yandan şeyhin tutuklanarak getirilme­sini emrederken öte yandan şeyhi kendilerine sormak amaçıyla da bü­tün insanlara toplanmaları söylenmiş, insanlar şeyhin öldürülmesini ve zındık sayılmasını gerektirecek sözler söylediği iddiasıyla öldürülmesi hususunda görüş birliğindeydi. Bu esnada şeyh yolda ekmek satan bir adama rastlamış ve ona, ‘Bana yarım somun elemek borç ver’ deyince adam da vermiş, şeyh de yoldan geçen birine ekmeği sadaka olarak vermiş.

Sonra, o büyük topluluğun arasına getirtilip oturtulmuş. Hakim, insanlar şeyhin hakkında söylenenler hususunda tanıklık ederse, kötü bir şekilde öldürüleceği hükmünü vermiş. Hakim de şeyhten en çok nefret edenlerden biriydi. Şöyle demiş:

-‘Ey Merakeşliler! Bu gördüğünüz adam falancadır. Onun hakkın­da ne dersiniz.?’Hepsi birden:

-‘Adil ve beğenilen biridir’ demiş.

Hakim şaşırmış, şeyh ise ona şöyle demiş:

-‘Şaşırma! Bu mesele, yadırganacak bir iş değildir. Hangisi daha büyüktür: Senin gazabın mı, yoksa Allah Teâlâ’nın ve ateşin gazabı mı?’ Ha­kim:

-‘Allah Teâlâ’nın gazabı ve ateşin gazabı daha büyüktür.’ Şeyh şöyle sor­muş:

-‘Ölçü ve miktar bakımından hangi şey daha koruyucudur (takva): Yarım somiın ekmek mi, yarım hurma mı?’ Hakim:

-‘Yarım somun’diye cevap verince, şeyh şöyle demiş:

-‘Senin ve bu topluluğun öfkesini yarım somun ekmekle dindir­dim. Çünkü Hz, Peygamber’in şöyle dediğini duydum: ‘Bir hurma par­çasıyla bile olsa cehennemden korunmaya çalışın.’ Başka bir hadiste ise şöyle buyurdu: ‘Kuşkusuz sadaka, Rabbin öfkesini söndürür, kötü ölümü def eder.’ Hiç kuşkusuz Allah Teâlâ bunu yaptı: (Allah Teâlâ’nın öfkesi karşı­sında) Sizin (öfkenizin) küçüklüğü ve (hurmaya göre) benim sadaka­mın büyüklüğü sayesinde, Allah Teâlâ kötülüğünüzü ve kötü ölümü benden uzaklaştırdı. Çünkü benim sadakam, hurma tanesinden daha büyük iken sizin öfkeniz ise ateşin ye Rabbin öfkesinden daha küçüktür.’

Bunun üzerine, oradakiler şeyhin imanı karşısında hayrete düştü­ler.’         ' ’ ' ' '    '           . / _ Ölümlerin en kötüsü, insanı bedbahtlığa götürecek bir halde öl­mektir ve Allah Teâlâ sadece bedbahta öfkelenir. Rabbin öfkesinde, kötü ölümde ve cehennemin otoritesinde sadakanın naşıl etkin olduğuna ba­kınız! Öfkeliyken nefsine sadaka veren kişi, o esnada nefsine sahip ol­makla sadaka verebilir. Öfkeliyken insanın kendine sahip olması, far­kında olmadığı bir yönden verilmiş bir sadakadır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Güçlü insan güreşte iyi olan değil, öfkelendiğinde nefsine sa­hip olan kimsedir.’ Çünkü öfke, yakıcı bir ateştir. İşte bu (öfkeye sahip olmak), insanın kendisine verdiği sadakadır.

Allah Teâlâ, kendisine ortak koşan insanı bağışlamayacağını belirtmiştir. Bununla beraber Allah Teâlâ, sadaka verdiği ölçüde ona kolaylık sağlar. Ebu Davud, Hz. Aişe’den şöyle bir hadis aktarır: Hz. Aişe Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme, ‘Ey Allah Teâlâ’nın peygamberi! Abdullah b. Cud’an nerededir?’ demiş, o da ‘ateştedir’ diye cevap vermiş. Bu ifâde Hz. Aişe’ye ağır gelmiş. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Ey Aişe! Sana ağır gelen şey nedir?’ diye sorunca, o da ‘Yemek yedirir, akrabalarım gözetirdi’ diye cevap vermiş. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise şöyle cevap vermiş: ‘Söylediklerin karşılığında azabı hafifletilir.’ Başka bir, ifadeyle o kişinin azabı, sadece yaptığı güzel huylar sayesinde hafifler.

Buharı es-Sahih’inde Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu akta­rır: ‘Bir hurma parçasıyla bile olsa ateşten kendinizi koruyun. Hurma parçası bulamayan ise, güzel sözle kendisini korusun.’ Başka bir hadiste Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Güzel söz sadakadır, her tespih sadaka­dır, her tehlil (la-ilahe illAllah Teâlâ) sadakadır.’ Hadiste, bunların dışındaki zikirler ve güzel ahlâkın gerekleri de zikredilmiştir. Müslim esSahih’inde Ebu Hureyre’nin şöyle dediğini aktarır: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: Allah Teâlâ yolunda harcadığın bir dinar, köle azat etmek için harcadığın bir dinar, yoksula sadaka olarak verdiğin bir dinar, ailene harcadığın bir dinar, bunların en büyüğü, ailene harcadığın dinardır.’

FASIL İÇİNDE VASIL

Sevdiği Şeylerden İnfak Eden Kimsenin Durumu

• Allah Teâlâ şöyle' buyurur: ‘Sevdiklerinizden infak edinceye kadar iyiliğe ulaşamazsınız.'422 Abdullah b. Ömer, bu ayetin gereğini yerine getirmek amacıyla taüı satın alır, onu sadaka olarak verir ve şöyle derdi: ‘En çok tatlıyı severim.’ İnsan için sevimli olan şey,: onun nefsidir. Nefsini Allah Teâlâ yolunda infak ederse, onun karşılığını ve bedelini elde eder, çünkü bir şeyi yok eden kimsenin yok ettiği şeyin değerini ödemesi gerekir. Hakk, kulun nefsini yok etmesini istemiştir, çünkü insana sevdiği şeyleri infak etmeyi emretmiştir. O’nun yanında nefse bedel olarak ise cennetten başka bir şey yoktur. Bu nedenle, başka bir şey bulamadığında, Allah Teâlâ’yı bulursun, çünkü Allah Teâlâ, kendilerine boyun eğilen eşya bulunmadığında bulunabilir. İnsanın nefsi ise, bütün eşyadır ve o yok olmuştur. Öyley­se, nefsin bedeli zikrettiğimiz şeydir (Allah Teâlâ). Sadakanın değerinin ne kadar yüksek olduğuna bakınız!                                                              ; '

Batın ilmi Yönünden Sadakanın Halleri

Sadakayı açıktan vermek, ez-Zahir ve onu vermeye başlamak da elEvvel isminin gereğidir. Onu huy edinmek ise, ‘Bana uyun ki, Allah Teâlâ sizi sevsin*23 ayetinin gereğidir. Hâzinede verecek bir şey yokken, hüküm­darın kendisine gelen yoksullar adına insanlardan (sadaka) istemesi (ya da bu nedenle sadaka isteyen hükümdar) yaran diğer organlara ve ken­disine hüsnü zan besleyenlere ulaşan bilgiden yoksun kalbe benzer. Böyle bir kalp, Allah Teâlâ’nın yükümlü tuttuğu amelleri yerine getirmek üze­re, zahir ve batın güçlerine yardım edecek bilgi ve halleri kendisine vermesini ilahi isimlerden ister. Çünkü Allah Teâlâ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme şöyle bildirmiştir: ‘Her sabah her eklem için bir sadaka gerekir.’ Öte yandan, her tespihi sadaka saydığı gibi her tehlili de bir sadaka saymıştır. Bun1ar, bir niyete ve ihlasa gerek duyan hallerdir. Niyet ise, kimin adma ihlâslı olunacağını bilmeksizin gerçekleşmez ki o da Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla hükümdar her ekleme, her eklemden dolayı verilecek sadakayı istemeli­dir. Kalp, tebaasından sorumludur. Onun tebaası ise, iç ve dış bütün güçleridir. Burada ifade ettiğimiz ve dikkate aldığımız bütün konuları içeren bir hadis, Müslim’in Gabir b. Abdullah’tan aktardığı şu hadistir: ‘Günün ilk saatlerinde Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin yanında bulunuyorduk. Çıp­lak, toz toprak içinde, heybe giymiş ve kılıçları boyunda bir topluluk çıka geldi. Büyük kısmi, hatta hepsi Mudar kabilesindendi. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu hallerini görünce yüzü kızardı, içeri girip sonra çıktı.ve Bilal’e ezan okumasını emretti. Sonra, kalktı ve onlara namaz kıldırdı, ar­dından bir hutbe okuyup şöyle buyurdu: ‘Ey. İnsanlar! Sizi tek bir nefis­ten, ondan da eşini yaratan Rabbinizden sakının. O ikisinden pek çok erkek ve kadın meydana getirdi. Kendisinden yakın akrabalara merhamet istediği­niz Rabbinizden sakının. Allah Teâlâ sizi gözetmektedir.*24 ‘Ey iman edenler!, Allah Teâlâ’dan sakının ve her nefis'yarın için ne hazırlayacağına baksın. Allah Teâlâ’dan sakının! Kuşkusuz Allah Teâlâ yaptıklarınızdan haberdardır.*25

Bir adam dinarından, dirheminden, elbisesinden, bir tutam buğda­yından, birkaç kilo hurmasından, hatta birkaç hurmadan sadaka verebi­lir.’ Ravi şöyle devam etmiş: ‘Ensar’dan bir adam bir kese getirmiş. Ne388 Fütûhât-ı Mekkiyye 4

' /

redeyse avucu onu taşıyamıyordu, hatta taşıyamamıştı.’ Şöyle eklemiş: “Sonra insanlar onu takip etmiş. Elbiseler ve yemekler toplanmıştı. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin yüzünün ay gibi parladığını gördüm. Bunun üzerine Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle demiş: ‘Kim İslam’da iyi bir âdet çıkarırsa, o adetin ödülü kendisine ait olduğu gibi daha sonra onu işleyecek herkesin ödü­lü de -kendilerinkinden bir şey eksilmedenona aittir. Kim İslam’da kö­tü bir adet çıkarırsa, onun günahı ve -kendi günahlarından hiçbir şey eksilmeksizinonu işleyeceklerin günahları da ona aittir.’

FASIL İÇİNDE VASIL

Organların Kendilerine Kötülük Aktaran Nefsi ve Şeytanı Allah Teâlâ’ya Şikayet Etmeleri

Keşif ehli, bedeni şeytanın ilham ettiği kötülüklerde kullanan habis nefsi organların Allah Teâlâ’ya şikayet ettiğini görür ve duyar. Nurani yapısı yönünden de nefs, şeytanın kendisine aktardığı şeyleri kabul edip iç ve dış güçlerde uygulayan hayvani nefsi (Allah Teâlâ’ya) şikayet eder. Bu şikayet­lerinde dürüst davrandıklarında ise, Allah Teâlâ onları korktuklarından emin eder ve meleğin aktardığı şeyleri kabul etme özelliğiyle rızıklandırır. (Allah Teâlâ’nın başarıya erdirmesi anlamındaki) Tevfîk de, bu aktarma saye­sinde onları Allah Teâlâ’ya ve peygamberine itaat etmede kullanır. Bu ameller, Hakk’ı görmeyi ve arada vasıta olmaksızın keşif ve müşahede tarzında O’nunla karşılıklı konuşmayı sağlar. Allah Teâlâ da nimet ve ikramlarının kar­şılığında ‘onaylama’ şeklinde onlara hitap eder.

Şekiller ve harflerle ilgilenen kör insanlar, farkında değildir. Onlar sağır, kör ve dilsizdir. Dolayısıyla onlar anlamazlar. Sağırlıklarının ve körlüklerinin fazlalığı nedeniyle, bu şikayeti duyamazlar. Yükümlü ol­dukları davranışları yerine getirselerdi, hiç kuşkusuz, Allah Teâlâ böyle bir bilgiyi onlara da öğretir ve Allah Teâlâ ehlinin gördüğü ve ulaştığı gibi gözle onu görürlerdi. AJlah, bu bilgiye ulaşanlardan biri hakkında şöyle der: ‘Biz ona nezdimizden bir bilgi öğrettik.’ Başka bir ayette ise ‘Allah Teâlâ’dan sakının, O size öğretir’ buyurur. Başka bir ayette ise, ‘Allah Teâlâ’dan sakınır­sanız, size bir furkan ve bir nur verir.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, dünyada gerçek-

leşen her şeyi içeren bir hadisinde zikrettiğimiz hususa işaret etmiştir. Bu hadis, Buharî’nin dedemizin kardeşi Adiy b. Hatim’den aktardığı şu hadistir: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin yarımdayken bir adam gelmiş ve yoksulluk­tan şikayet etmiş; ardından başka biri gelmiş ve yol kesme olaylarından şikayet etmiş. Bunun üzerine ‘Ey Adiy! Sen Hîre’yi gördün mü’ demiş. Ben de, ‘Görmedim, ama duydum’ dedim. Bunun üzerine şöyle demiş: ‘Ömrün elverirse, Allah Teâlâ’dan başka kimseden korkmaksızın bir kadının Hîre’den yola çıkıp Kabe’yi tavaf edeceğini göreceksin.’ Ben de içimden şöyle geçirdim: ‘Şehirleri yakıp yıkan Tayy’ın korkunç adamları nerede olacak!’

(Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle demiş): ‘Ömrün uzun olursa, Kisra’nın hazinelerinin fethedileceğini (göreceksin).’ Ben de ‘Hürmüz oğlu Kisra’nın mı?’ dedim. O da: ‘Hürmüz oğlu Kisra! Ömrün uzun olursa, bir adamın bir avuç dolusu altın veya gümüş çıkarıp onu verecek birini arayacağını, ama onu kabul edecek birini bulamayacağını göreceksin. Kıyamet günü, her biriniz aracılık yapan bir tercüman olmaksızın Allah Teâlâ ile karşılaşacaktır. Allah Teâlâ kendisine şöyle diyecektir: ‘Ben sana tebliğ ya­pan bir pieygamber göndermedim mi?’ O da ‘Evet gönderdin’ diyecek. Allah Teâlâ, ‘Ben sana mal verip ihsanda bulunmadım mı?’ diye soracak, adam ‘evet’ diye cevap verecek. Sonra sağına bakacak, cehennemden başka bir şey görmeyecek, soluna bakacak, cehennemden başka bir şey görmeyecek.’

Adiy diyor ki: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şöyle dediğini duydum: Bir hurma parçasıyla bile olsa ateşten sakının! Hurma parçası bulamayan ise, güzel söz söylesin.’      ,

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin ‘Allah Teâlâ’dan başka kimseden korkmaz’ demesine gelirsek, bu en büyük korkudur. Çünkü Allah Teâlâ, her şeye hakim olduğu gibi her şeyin sahipliği de O’na aittir. Nasıl güvende olunur ki? İşte bu, akıllarımıza yönelik bir uyarıdır. Böyle bir durumdaki şahıs, dünya ha­yatında mal ve canına eziyet edecek kimseden güven içindedir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in anlatmak istediği buydu. O halde kendisini güvenle rızıklandıran Allah Teâlâ’dır. Buna karşın şahıs, kendisini veya vaktini bilme­diği konularda Allah Teâlâ’dan korkar. Bu korkak, Allah Teâlâ’dan genel anlamda korksaydı, hiç kuşkusuz korkusu diniyle ilgili olurdu. Çünkü şeytanın kalbine ulaşması tehlikesi ortadan kalkmamıştır. Halbuki yolcuların kendisine uğradıkları görünür yol, güvenlidir. Allah Teâlâ’dan korktuğunda ise, Allah Teâlâ onu canı ve malı hakkındaki korkudan alı koyar. Yol güvenli olmadığında bile, böyle bir korkak güvendedir. Çünkü bu insan, (söz­gelişi) sadece kendisinden çekip alınabilecek dini hakkında bir tehlikede olabilir. Yolda hırsızlar buna musallat olup malı ya da canı telef olsa bi­le, belki de bundan dolayı sevinir ve neşelenir. Çünkü başma gelen bu musibetten dolayı, ona bol sevap ve günahlarına kefaret yazılır. Böyle bir insan, büyük bir kazanç karşılığında vadeli ticaret yapan tacire ben­zer.

Peygamberin, ‘Allah Teâlâ’dan başka kimseden korkmaz’ şeklindeki ben­zetmesi ne güzeldir! Öyleyse güven nerededir? Bir adam kendisine yol kesmelerden şikayette bulunduğunda Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in Adiy’e söyledi­ği bu söz, alışıla gelmiş güvenin sadece bu esnada gerçekleşmesiyle ilgi­lidir. Fakat Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, akıl ve sakınma sahiplerinin anlayabileceği şekilde bu güvene Allah Teâlâ’dan korkmayı da dahil etmiştir. Böylece hitap, genel için güveni, seçkinler için ise korkuyu ifade eder. Öyleyse bu, Allah Teâlâ’nın seçkin kullarının hallerini açıklar. Başka bir ifadeyle onlara şöyle denilir: Güven halinde Allah Teâlâ’dan korkarak böyle bir halde bulunun. İşte bu, düşünen ve basiretle gören kimse için, bütün hakikatleri kendinde toplamak özelliğinden söylenmiş bir hadistir.

FASIL İÇİNDE VASIL

Yakınlara Sadaka Vermek ve Bu Konuda Komşuluğu Gözetmek

İnsana en yakın kişi, kendisidir. Allah Teâlâ, kuluna yakınlığından söz ederken şöyle der: ‘Allah Teâlâ ona şah damarından daha yakındır.’ Burada adeta şöyle demektedir: ‘Allah Teâlâ, kula kulun kendisinden daha yakındır. Öyleyse insanın nefsi, sadaka vermeye başkalarından daha layıktır. Aynı şekilde, insana nefsinden daha yakın olan Allah Teâlâ da borç vermeye daha layıktır. Sadaka verilen herkese önce yaratılmışlardan, sonra organların­dan, sonra kendisine daha yakın olanlara bir sadaka düşer. Bu yakınlar ise aile, çocuk, hizmetçi ve yakın akrabadır. Aynı şekilde, öğrencisine ve kendisinden bir yarar talep edene de sadaka verir.

Arif, Rabbi hakkında kesin bir bilgiye ulaştığında, adeta bütünüyle nur haline gelir. Hakk ise onun kulağı, gözü ve bütün güçleri haline ge­lir. Bu durumda arif, bütünüyle Hakk olmuştur. Allah Teâlâ ehli olan kimse, hiç kuşkusuz, bu nitelikteki bir insanın ailesidir. Nitekim onlar Kuran ehli, Allah Teâlâ ehli ve O’nun seçkinleridir. Aynı şekilde, Allah Teâlâ ehli ve O’nun seçkinleri de zikrettiğimiz bu insanın ailesidir, çünkü o, bütünüyle Hakk olmuştur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bir duasında ‘beni nur yap’ der. Bunun ne­deni, Hakk’ın kendisini en-Nur diye isimlendirdiğini bilmesidir, çünkü o, kulları içinde Allah Teâlâ’nın vekilidir. Öyleyse, sadaka veren insan bu du­rumdaysa, Allah Teâlâ ehline sadaka veren kişi ailesine sadaka vermiş gibidir.

Bir gün, İşbiliye’de şeyhimiz Ebu’l-Abbas el-Ureybi’nin yanında oturuyordum. Ben ya da bir başkası sadaka vermek istedi. Cemaatten biri sadaka vermek isteyene, ‘Yakın akrabaya sadaka vermek daha layık­tır’ deyince, şeyh ansızın konuşanın sözüne şunu ekledi: ‘Allah Teâlâ’ya!’ Ba­şımdan soğuk sular döküldü. VAllah Teâlâi, bu sözü o anda Allah Teâlâ’dan duy­muştum. Kalbimin anlayıp içine nüfuz etmesinden, o sözün Kuran’da da öyle nazil olduğunu zannettim. Orada bulunan herkes böyle zannet­ti. '  .  ' ' ' ' '

Allah Teâlâ’nın nimeüerini Allah Teâlâ ehlinin yemesi gerekir. Bu nimetler onlar için yaratıldı. Başkaları ise, Allah Teâlâ ehlinden dolayı onları yer. Allah Teâlâ ehli, nimetlerin birincil hedefi, onların dışındakiler ise, söylediğimiz gibi, topluluğa uyarak o nimeti yiyen kimselerdir. İşin ayrıntısına inersek, in­sandaki her bir cevher ya da araz Allah Teâlâ’yı tespih edeir. Dolayısıyla her şa­hıs Allah Teâlâ ehlidir ve âlemde bu genel ‘ehil olma’nın dışında kalan kimse yoktur. Seçkinlerin üstünlüğü ise, sadece keşif yoluyla bü bilgiye ermiş olmalarından kaynaklanır. Bu mesele, Allah Teâlâ yolundaki en kapalı konu­lardan biridir. Çünkü toplam, bu parçalardan başkası değildir, dolayı­sıyla parçalar bütünün kendisidir. O halde bütün, parça demektir. Öte yandan parça, itaatkârdır. Bütün ya da toplam ise, bu niteliğe sahip de­ğildir. Fakat bütün ya da toplam, toplamın birliğiyle itaat eder. Bu ise, toplamın bireylerinin itaatinden farklı bir itaattir.

Aileye sadaka vermek ve batınî yorumunu böyle yaptığımız bu sa­dakanın fazileti hakkında bilinen ve kabul edilen bir rivayet gelmiştir.

Müslim es-Sahih’inde Ebu Hureyre’den Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’iıi şöyle dedi­ğini aktarır: ‘Allah Teâlâ yolunda veya köle azat etmek için veya bir yoksula sadaka olarak veya ailene harcadığın bir dinar: Bunların en büyüğü, ai­lene harcamış olduğundur.’

FASIL İÇİNDE VASIL

Yakın Akrabayı Ziyaret ve ‘Rahim Rahmandan Bir Daldır’

Allah Teâlâ sana hakikatleri kendisinden anlamayı nasip etsin, anlamalısın ki, ‘Rahim Rahman’dan bir daldır, onu kavuşturanı Allah Teâlâ kavuşturur.’ Başka bir ifadeyle, kendisinin dalı olduğu kimseye kavuşturan. ‘Onu ke­seni ise Allah Teâlâ keser.’ Yakın akrabaya sadaka, Rahman’a kavuşturan bir sadakadır. Akrabanın dışındakilere sadaka ise, Rahman’a kavuşmayı sağlamaksızın Rahman’ın eline düşen bir sadakadır.

Âdem’e ait bu suret, (Rahman’a) halifedir. Konumu ise, halifenin, halife atayanın suretine göre zuhur etmesini gerektirir. Canlılık sebebi olan şeyle kendisine sadaka verenin sadakası, Rahman’ın bir niteliği ol­duğu Allah Teâlâ’ya kavuşma (vesilesi) olur. Çünkü Allah Teâlâ, (Allah Teâlâ Âdem’i ken­di suretine göre yarattı ifadesindeki ‘suretine’deki) zamirin bağlamı hu­susunda görüş ayrıhğı bulunsa bile, Âdem’i kendi suretine göre yarattı. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Rahman ve Rahim olan Allah Teâlâ’nın adıyla.’426 Böylece Allah Teâlâ, kendisini Rahman diye niteledi.

Tirmizi, Seleme b. Amir’den Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şöyle dediğini ak­tarır: ‘Yoksula sadaka vermek bir sadakadır. Akrabaya sadaka vermek ise hem sadaka ve hem de yakın akrabayı gözetmektir (sıla-i rahim). İlişki güçlendiği ölçüde, değer ve konum büyür. Bu, arkadaşlarımızın görüşüdür. Bize göre ise iş böyle değildir, bize göre ilişki uzaklaştıkça, değer ve konum büyür. Bu konuda şu mısrayı söyledim:

Rabbimi Rabbimin gözüyle gördüm ‘Rabbim’ dedim, dedi: ‘Sen!’

Bazı arifler, mısranın birinci tarzda olduğunu zanneder, halbuki öyle değildir. İkinci tekil şahıs zamiri, mısrada kendisiyle değil, Rabbiy­le (gören) kulun gözüdür. Bu mısrayı düşün, çünkü o, pek çok sır ve büyük bilgiyi içeren en sırlı ilahi bilgilerden biridir.

FASIL İÇİNDE VASIL

Sadaka Alanın Sadaka Alarak Verene Sadaka Vermesi

Nefs, kendisine aktardığı şeyi kabul ederek akla sadaka verir, çünkü bazı nefisler (aklın aktardığı şeyleri) kabul etmez. (Şeyhe ait) Nefs, mü­ritlerinin nefislerini anasız yetimler gibi düşünür, çünkü anneleri öl­müştür. Artık, şeyhlerinin nefsinden başka onları yönetecek bir nefis yoktur. Bu nedenle, Allah Teâlâ’nın kendisine ilahi ruh’tan aktardığı şeyleri on­lara sadaka olarak verir. Bu durum, (şeyhin nefsinin) bilfiil etkinlik ma­kamında bulunduğunda böyledir. Müridin nefsi, kendi makamının ya da halinin gerektirmediği, kazancının dışındaki bir takım durumları bu' lur ve Allah Teâlâ’nın -bir vasıta olmaksızınbunları kendisine açtığını zanne­der. Halbuki bu açma, şeyhin nefsinin halinden kaynaklanır; Mürit, şeyhin odasındaki bir öksüzdür (yetim-öksüz). Şeyhin buna karşılık Allah Teâlâ nezdinde büyük ödülü vardır, çünkü her peygambere tebliğde bilgi­sini aktarırken şöyle demesi emredilir: ‘De ki, buna karşılık sizden bir üc­ret istemiyorum, benim ücretim Allah Teâlâ’ya aittir.’427 Öyleyse söz konusu olan, ücreti gerektiren bir öğretimdir. Bu ise, seni kulluğundan çıkarmayan bir ücrettir. Sen ise, ücret alan suretindeki bir kulsun; yoksa o, ücretli­nin ücreti değildir. Çünkü ücretli, bir ücret karşılığında çalıştırılan, do­layısıyla yabancı olan kişidir. Efendi ise, kölesini ücretle çalıştırmaz. Fa­kat amel, bir ücret gerektirir. Köle ise ücret almaz, onu çalışan işçi alır. Çalışan-işçi, köledir. Öyleyse o, ücreti Allah Teâlâ’dan alan kişidir. Böylece üc­ret almada ücretliye benzerken ücrede çalıştırılmak hususunda ise on­dan farklılaşır. Zikrettiğimiz bu görüşü Müslim’in es-Sahih’inde Bilal’in Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den aktardığı şu hadis destekler: Bilal, bir kadının ko­casına ve yanındaki öksüzlere sadaka verip veremeyeceğini sorunca, Hz.

Peygamber şöyle buyurur: ‘Böyle bir sadakanın iki ödülü vardır: Yalan­lık ve sadaka ödülü.’

FASIL İÇİNDE VASIL

Beden ve Güçleri Yöneten Nefsin İki Baba

Tikel nefis -ki insanın nefsidirdoğal bedenin çocuğudur. Doğal beden, onun anasıyken ilahi ruh ise babasıdır. Bu nedenle tikel nefs şöyle yakarır: ‘Rabbimiz, yüce babalarımızın ve süfli annelerimizin Rabbi.’ ‘Onu düzenleyip (tesviye) ruhumdan üflediğimde.’428 Başka bir ayet­te ise ‘İffetini koruyan Meryem, biz ona ruhumuzdan üfledik’ diye buy­ruldu. Bu durumda İsa Meryem’in oğlu, Meryem ise onun annesidir.

Düzenlenen bedene ruhtan bir nefes üflenir. O halde beden ana, üflemenin kaynağı babadır. Çocuk, babasız bir yetim gibidir, çünkü ak­lı henüz olgunlaşmamıştır, dolayısıyla adeta yok gibidir. Bu nedenle, kendisini eğitecek ve terbiye edecek babasız bir küçük gibidir. Bu du­rumda, nebati nefsinin -ki cisminden ibarettirdüzenlenmesi, Allah Teâlâ’nın kendisini yaratmış olduğu düzgün mizaca göre gerçekleşir. Böylece, iç ve dış güçleri son derece duru ve mutedil bir Hakk kavuşur. Bu durumda nefs, kadının yetim çocuklarına verdiği sadaka mesabesinde olan bilgile­ri verir. Bedeni bakımından bu şahıs, kendi nefsine sadaka verdiği için, değerini sadece Allah Teâlâ’nın bilebildiği bir ödül elde eder. Ödül, Allah Teâlâ’yı bilmedir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin eşi Ümmü Seleme şöyle buyurmuş: ‘Ebu Seleme’nin çocuklarına nafaka verdiğimde benim için bir mükâfat var mıdır? Ben onları bu halde bırakamam, onlar benim çocuklarımdır.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle demiş: ‘Onlara verdiğin nafakanın sevabı şenin­dir.’ Hadisi Müslim es-Sahih’inde aktarır.

Hikmeti Ehline Vermek Muhtaçlara Sadaka Vermek Gibi­dir

Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Seni yetim bulup barındırmadı mı? Şaşırmış bu­lup hidayet etmedi mi?*29 Başka bir ayette ise şöyle der: ‘İsteyeni kovma!*30 Başka bir ifadeyle, öğrenmek isteyeni kovma! İnsan, bilgiyi ehli olan kimselere -ki onlar Allah Teâlâ ehlidirsadaka verir. Hikmet ise ehlinden baş­kasına verilmemelidir. İnsan: bu sadakanın (sevabını) sadece Allah Teâlâ ka­tından bekler. Başka bir ifadeyle, bilgi öğrettiği kimseye ihsanda bulun­duğunu düşünmez veya ihsanda bulunduğu iş karşılığında ondan saygı, hürmet ve ihtiram görmesini gerektirecek şekilde bir öncelik sahibi ol­duğunu düşünmez. Böyle bir beklenti içinde olursa, öğrettiği şeyin kar­şılığını Allah Teâlâ katında bekleyemez.

Bu konuda yolumuzda pek çok şeyhle karşılaştık. Şeriat, fıkıh hü­kümlerinde buna dikkat çekmiş ve şöyle buyurmuştur: ‘Müslümanın, sevabını Allah Teâlâ’dan bekleyerek ailesine verdiği nafaka, onun adına bir sa­dakadır.’ Yani, bu nafaka, Rahman’ın eline düşen bir sadaka olur. Ha­disi, Müslim Ebu Mesud el-Bedri’den, o da, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den ak­tarmıştır.

FASIL İÇİNDE VASIL

Ledünni Bilgi, Kazanılmış Bilgi

İlim iki türlüdür: Verilen ve kazanılan ilim. Verilen ilmin herhangi bir ölçütü yok iken kazanılan ilim takvadan ve iyi davranışlardan mey­dana gelir, dolayısıyla bir ölçütü ve kuralı vardır. Çünkü her bilgi ve takvaya özgü özel bir ilim vardır, bu bilgi başka bir şeye ait olamaz. Bu bağlamda, Allah Teâlâ’dan Allah Teâlâ için sakınan (takva), Allah Teâlâ’dan ateşten korka­rak sakınan, Allah Teâlâ’dan şeytandan korkarak sakınan ve Allah Teâlâ’dan Allah Teâlâ’dan


korkmayanlar nedeniyle sakınanlar vardır. Her takva, bu takvanın sahi­bi olan kişi adına gerçekleşen özel bir amele ve bir bilgiye sahiptir.

Bir insanın kendi nefsine sadaka vermesi, dünya ve ahiretteki ebedi hayatmın bağlı olduğu bu kazanılan ilimlerle onu beslemesidir. Çünkü her iyilik bir sadakadır. Dünyada iyilik yapanlar (ehl-i maruf), ahirette de iyilik sahibi olacaktır. Allah Teâlâ’dan başka maruf (bilinen) yoktur. Dola­yısıyla, Allah Teâlâ ehlinden başka ehil yoktur. Öyleyse kendine karşı samimi olan kişi, nefsinin ırzını sakınan kişidir. Bu da, insanın kendisine verdiği sadakadandır. Irzın sakınılması ve korunması, Hakk’ın tarafından kötü bir sözün kendisine gelmemesidir. Böylece şeriat diliyle ya da bütün ilahi dillerle övülen biri haline gelir. Bu diller melek, hayvan, bidd, ma­den, felek, insan ve cinlerin dışındaki herkes ile insan ve cinlerin bir kısmının dilidir.

Acaba kişinin ırzını insan ve cinlerin hepsinden sakınabilmesi dü­şünülebilir mi? Böyle bir şey düşünülemez, çünkü asıl -ki o Allah Teâlâ’dırkendi ırzını yaratıklarının dillerinden korumuş değildir. Şu var ki, mak­sattan uzaklaşması mümkün olabilir. Mümkün olduğunda ise, nefsinin -ki ırzı demektirkendisinde bir etkisi olmasından korunmuş demektir. Yoksa ırzını (nefs) hakkında konuşulmasından korumuş sayılmaz. ‘İnfak ettiğiniz her şeyin yerine Allah Teâlâ yenisini koyar’43' ayeti buna işaret eder.

İnsan yaratıkların övgüsünü kazanmak için sadaka verirse, infak gayesine göre değerlendirilir. Buna karşm insan, Allah Teâlâ’ya yaraşır olması yönünden övgünün Allah Teâlâ’ya dönmesini isteyebilir. Böyle bir halde sada­ka verir ve kendisini sadaka veren olarak görmez. Ya da, günâh bir ko­nuda infakta bulunur ve korunmayı göremez. İnfak ise, ancak Allah Teâlâ’nın elinden olabilir. Böyle bir insan, bu zevk ve Hakk sahip olduğu sürece bütün infakları nedeniyle övülür. Böyle bir durumda verilen sadakanın sevabı, sadece sadakayı verene döner. Binaenaleyh Allah Teâlâ’nın eli infak ederken Rahman’m eli ise ondan alır.

Allah Teâlâ’nın bir eli vardır, infak eder

Rahman’ın eli ise alır                                            . .'

Cömerde ait olan boşalmıştır Kula ait olan ise işlevsizdir Ayetlerini şaşırtarak tafsilleştirir

Onlar gözlere bitişmiştir                                \

Başkalaşırken onlan görsen bile •                       ‘                           ..

Onlar, varlıklarda dolaşırken                                          1

Dersin ki: Benim amaçlarım onlan döndürüyor Onlarise, kesin kanıtla durağandır.

Zikrettiğimiz durumu Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin şu ifadesi destekler: ‘Her iyilik .(maruf)' sadakadır. İnsan kendisine ve ailesine nafaka verirse, ona bir sadaka sevabı yazılır. İnsanın ırzını koruduğu şey, bir sadakadır. Bi­na yapmak veya günah uğrunda olmadıkça, insan bir sadaka verirse, önün yerine yenisini koymak Allah Teâlâ’ya düşer.’ Hadisi, Ebu Ahmed Cabir’den zikretmiştir. Abdülhamid -ki o Ebu Ahmed’in kendisinden ri­vayet ettiği kimsedirşöyle der: ‘İbn el-Münkedir’e şöyle dedim: ‘Kişi ırzını nasıl korur?’ Yani, bunun anlamı nedir? Şöyle karşılık verdi: ‘Şaire ve hatibe sadaka vermesidir!’

; :                                        ;  •; VÂSIL                                      , '

Kulluk ve Hürriyet Arasındaki Fark

İnsanın kul ve köle olarak Rabbine ya da kulluğa izafesi, hür olarak başkasına izafe edilip ‘başkalarının boyunduruğundan kurtulmuştur’ denilmesinden daha üstündür. Çünkü Allah Teâlâ’dan hür olmak doğru de­ğildir. İnsan hürriyet makamında bulunduğunda, sadece başkalarının varlıklarını görür. Çünkü onları görmekle, kendilerinden bağımsızlaş­mak gerçekleşir. Bü haldeyken, kendi kulluğundan (ubudiyet) ve mut­lak kulluktan habersizdir. Öyleyse insan için kulluk makamı, hürriyet makamından daha şereflidir. Mutlak kulluk ise, kulluktan daha üstün­dür. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, Meymune b. Haris hadisinde benzer bir duruma işaret etmiştir. Söz konusu kadın, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem zamanında bir cariyesini azat edip bunu Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e bildirdiğinde, Peygam­ber şöyle demişti: ‘Onu yakınlarına verseydin, senin için daha büyük bir sevap olurdu.’ O halde kulluk makamı, hürriyet sevabına yeğlenmiştir.

Nitekim bazı şeyhlerimiz de Allah Teâlâ’ya muhtaç olmayı, Allah Teâlâ sayesin­de zengin olmaya yeğlemiştir. Zenginlik ve fakirlik arasındaki üstünlük­ten -ki bu tartışmak bir meseledir ve fakirlik ve zenginlik de bu konuya girerbaşka bir ifadeyle şükreden zengin ile sabreden fakir arasındaki üstünlüğü konuşurken Abdullah el-Kalafat, Cezire-i Tarifte 590’da şöy­le bir olay anlatmıştı: ‘Bir şeyhin huzurundaydım.’ Ya da, Ebu’l-Abbas b. el-Arif es-Sünhacî’nin müridi Ebu’r-Rebi el-Kefif el-Malakî bana ak­tarmıştı: ‘On dinarı olan iki adam düşünelim. Biri bir dinar, diğeri ise on dinardan dokuzunu sadaka olarak verseydi, hangisi daha üstün olur­du?’ Cemaat ‘dokuz dinar sadaka veren daha üstündür’ deyince, bu kez ‘niçin onu daha üstün saydınız?’ diye sormuş. Cemaat, ‘Çünkü o arkadaşınkinden daha çok sadaka vermiştir’ demiş. Bunun üzerine şeyh şöy­le demiş: ‘Güzel! Fakat meselenin ruhunu kaçırmışsınız ve ondan habe­riniz yok!’ Bunun üzerine ‘O da nedir Ki?’ diye sorulmuş. Şeyh şöyle cevap vermiş: ‘Onları malda eşit saymıştık. Daha çok sadaka veren kişi, daha yoksul olmuştur. Bu nedenle, daha yoksul olmakla arkadaşından üstündür.’

Bu husus, makam ve halleri bilenlerin inkâr edemeyeceği bir du­rumdur. Çünkü sûfiler, daha çetin olan işi dikkate almamıştır, bilakis onlar, haller, hakikatler ve keşfin verisini esas almış, Böylelikle şekilci bilginlerden üstün olmuşlardır. On dinarı bulunan kimse hepsini sada­ka olarak verip aslında olduğu gibi hiçbir şeyi olmadan kalsaydı, hiç kuşkusuz, daha üstün olurdu. Elinde tuttuğu dinar ölçüsünde, derece ve zevkten eksik kalır. ,      .           ,

Şeyhimiz Ebu’l-Abbas es-Sebetî’nin ölüm anında malının üçte bi­rini vasiyet eden insan hakkında ne dediğine bakınız! Bilindiği gibi can çekişen kişi, malının üçte birine sahiptir ve geri kalanı onun mülkü de­ğildir. Şari de, sahip olduğu üçte birlik bölümün hepsini sadaka olarak vermesini kabul etmiştir. Böyle yapmak, şeriat bakımından övülen bir. davranıştır. Böylelikle, kendi katından çıktığı gibi, asıldaki gibi bir yok­sul olarak Allah Teâlâ ile karşılaşır ve ellerinde hiçbir şey yokken Allah Teâlâ’ya dö­ner. Şair bu anlamda şöyle der:

Çocuk doğduğunda avucunu kapar                                                 /.

Bu durum canlıdaki katmerli kırsa delildir                           \                     T

Ölürken öğüt verircesine onları açar, der ki:                                         . .

Bakın, bakın bana: Ölüyorum, hiçbir şeyim olmadan:

Sahip olduğu üçte birlik bölümü sadaka olarak veren can çekişen kimse, sahip olduğu üçte birlik bölümü sadaka olarak vermeyen ya da bundan daha azını verip geride bıraktıklarının varislerine sadaka oldu­ğuna niyet eden kimseden daha üstündür. Burada garip bir işaret var­dır.

FASIL İÇİNDE VASIL

Öldükten Sonra İnsanlar İçinde Bilgi ve Maldan Sadaka-i Cariye Bırakan Kimsenin Üstünlüğü

Allah Teâlâ’yı bilen bir insan çan çekişirken, içinden konuşmaya gücü yetşeydi ve dili anlaşılsaydı da insanlara Rableri hakkında bilgi verseydi di­ye geçirir. Bu esnada bir mürit kendisinden tevhit ya da başka bir hu­susta yararlı bir bilgi hakkmda bir konuyu ondan aktarır ve oradaki din­leyicilere bildirir. Böyle bir durumda can çekişen arif bilgisinin meyve­sini devşirirken mürit de aktarmasının ürününü Allah Teâlâ katında devşirir. Allah Teâlâ da onun karşılığında ölüye zorunlu olarak ödül verir, çünkü ödül onun çalışmasının sonucudur. Allah Teâlâ şöyle der: ‘İnsan için ancak çalıştığı vardır.Hn İnsanın yediği en hayırh şey, kendi el emeğidir ve insanın ço­cuğu da onun emeğindendir. Öğrenci, hiç kuşkusuz, dini bir çocuktur. Öyleyse, insanın çalışmasından olan şey, Allah Teâlâ katında ilahi zorunluluk yoluyla kendisine aittir. Allah Teâlâ, bunu kendi üzerine zorunlu bir Hakk saymıştır.           .           ,

Bir ölü adına vekillik yoluyla başkası bir amel yapabilir ve ölü bunu vasiyet etmemiş ve kendisi adına yapılmasına izin vermemiş olabilir. Bunlar ölünün çabasının bulunmadığı işlerdir. Allah Teâlâ, başkası o amelin (sevabını) kendisine bağışladığında, bu makamı ölüye verir. Böylece ölü, bir zonınluluk olmaksızın, o amelin sevabını alır. Fakat onu alma­sı, zorunludur ve bü kaçınılmazdır, çünkü istemeden kendisine gelmiş­tir. Güvenilir bir hadiste şöyle buyrulur: ‘Sen istemeden sana verilen şe­yi al, böyle olmayanın da peşinden koşma.’ Şekilci bilginlerin ilimlerin­de de bununla ilgili bir koku vardır. Müslim, Hz. Aişe’den şöyle bir ha­dis aktarır: Bir adam Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme gelmiş ve şöyle demiş: ‘Ey Allah Teâlâ’nın Peygamberi! Annem ansızın vefat etti ve vasiyet de bırakmadı. Zannederim ki, konuşsaydı, sadaka verirdi. Onun adına sadaka versem, ona bir sevap olur mu?’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de ‘olur’ diye cevap vermiştir.

VASIL

Ahiret Hayatının Durumu

Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Sizi yarattığımız gibi yeniden yaratılacaksı­nız’*33 Başka bir ayette ise ‘ilk yaratılışı öğrendiniz, düşünmez misiniz?*34 buyrulur. Biz, herhangi bir örnek olmaksızın yaratıldık ve bunu öğren­diğimiz gibi bir örnek olmaksızın yeniden yaratılacağız. Ahiret hayatı­nın sevabını ve insanın onunla ilişkisini bilen kimse, ahiret yaratılışını da anlar ve bir şahsın aynı anda farklı yerlerde bulunmasını imkânsız görmez. Bu, akılların imkânsız saydığı, fakat keşfin doğruluğuna tanık­lık ettiği bir durumdur. Böyle bir iş, akıl yönünden imkânsız olsa bile, Hakk’a göre imkânsız değildir. “Namaz kılan herkes Rabbiyle konuşur.’ İnsan, ahiret hayatında kendisine göre yaratılacağı hakikati yönünden, (ilahi) surete göre yaratılmıştır.

Arif, ilahi isimlerin çokluğu nedeniyle farklı hallerde bulunur. Bu­nunla beraber, hem arif hem de isimlendirilende ‘hakikatin birliği’ var­dır. Her insan, bu adamın kendisine görünmek istediği hakikatine göre bunu görür. Söz gelişi Zeyd namaz kılar, Halit ise onu uyur olarak gö­rür; Ömer ise yazar, Mehmet ise terzi, Ali ise yiyen olarak görür. Haki­kat ise birdir. Bunların hepsi, bilfiil herkese görülür ve gören herkes, arkadaşının bulunduğu yerden farklı bir yerdedir. Nitekim insan cen­nette ‘cennet çarşısından’ dilediği herhangi bir surete girebilecektir.

Hiç kimsenin bu makama dikkat çektiğini duymadım. Bunun tek istisnası, aynı anda cennetin sekiz kapısından birden cennete girmek is­teyen Hz. Ebu Bekir’di. Zünnûn el-Mısrî’den de meşhur olmuş bir ta­kım hikâyelerde buna benzer ifadeler vardır. Sözgelimi, yakınının hare­ketsiz bir ölü olarak gördüğü kimseyi başka bir şahıs aynı anda kendi­sinden bir şey istenilen canlı olarak görebilir. t

Hz. Ebu Bekir’in (r.a.) hadisesi Ebu Hureyre kanalıyla Buharî tara­fından es-Sahih’inde zikredilmiştir. Ebu Hureyre şöyle der: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin şöyle dediğini duydum: ‘Allah Teâlâ yolunda bir şeyden iki çift in­fak eden kimse cennet kapılarından çağrılır ve ona şöyle denilir: ‘Ey Allah Teâlâ’nın kulu! Bu kapı en hayırlı kapıdır.’ Namaz kılan kimse namaz kapı­sından, cihat eden kimse cihat kapısından, sadaka veren kimse sadaka kapısından, oruç tutan kimse oruç, yani Reyyan kapısından çağrılır.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bunu söyleyince, Hz. Ebu Bekir şöyle sormuş: ‘Bütün kapılardan çağrılacak kimse ne yapacak, Ey Allah Teâlâ’nın Peygamberi?’ (Baş­ka bir rivayette) ‘Bütün kapılardan çağrılacak kimse var mıdır?’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Evet çağrılır! Ümit ederim sen de onlardan biri olursun’ demiştir.

Allah Teâlâ’nın insanları kıyamet günü cennete girmeye çağırması tek bir çağrıdır. Bir insan bir kapıdan, başka biri iki ya da üç kapıdan cennete girer. En genel olanı ise, sekiz kapıdan girendir, çünkü yükümlülük or­ganları sekizdir ve her organ için bir kapı vardır. Dolayısıyla, bir şeyi yapmak veya yapmamak hususunda kendisini görürken, tek bir ândaki ödülde bunu inkâr etme! Örnek olarak, aynı anda iffetini koruyan, şüp­heli şeylerden uzak duran, sadaka veren, oruç tutan, Kuran okuyan, va­az dinleyen ve gözünü bakılması yasaklanmış şeylere bakmaktan sakı­nan kimseyi verebiliriz. Bunların hepsi, Allah Teâlâ’ya yaklaşma niyetiyle yapı­lır.

Cennetin her bir kapısinda menziller ve konaklama yerleri Vardır. Bu durum ‘Allah Teâlâ’ya inanmak, yetmiş küsur şubedir, en üstünü Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur demek, en düşüğü ise yoldan eza Veren şeyi kaldır­maktır’ hadisinde belirtilen imanın derecelerine benzer. Şirkten daha büyük eza olmadığı gibi iman yolundan daha büyük bir yol da yoktur. Hadis, başladığı şeyle bitmiştir. Öyleyse, ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur’ demek, ilahlık iddia eden ya da ilah olduğu iddia edilen şeyi reddetmek­tir. Yoldan sıkıntı veren şeyi kaldırmak ise sıkıntının yoldan kaldırılma­sıdır. Böylece dairenin sonu başıyla birleşmiş ve son başa" kavuşmuştur. Bu ikisinin arasında, iman şubelerinin diğerleri yer alır. Her şubenin de iman cennetinde bir menzili vardır.

Söylediğimizi bilen kişi, tek bir zamanda cennetin bütün kapıların­dan içeri girebilir. Ahiret hayatı bu durumlara imkân verdiği gibi dünya yaratılışı da iman şubelerinin aynı anda bir inşanda toplanmasına imkân verir ve bu imkânsız değildir.

FASIL İÇİNDE VASIL

Malın En Güzelini Gönül Hoşluğuyla Sadaka Vermek

Bilmelisin ki, en temiz sadaka, sahip olduğun şeyi -Ki sadece sahip olmanın helal sayıldığı şeye sahip olabilirsingönül hoşluğuyla vermendir. Bunun en üstünü ise, şeriatın bağlayıcı bir dille ‘sadaka’ diye isim­lendirdiği emaneti vermektir. Bu durumda sadakayı verirken elin, Allah Teâlâ’nın eli haline gelir. Bu nedenle ‘emanet’ dedik, çünkü böyle bir şey­den seni yaratan yararlanamaz. Onu, ancak kendisi için yaratıldığı kim­se Hakk edebilir ki, o da yaratılmıştır. Binaenaleyh sadaka, Allah Teâlâ’dan kula verilmiş bir emanettir. Allah Teâlâ emaneti ya doğrudan kendisi veya başka bir kulun eliyle kuluna ulaştırır. Sadakaların en güzeli budur, çünkü o, doğru bir bilgiye göre verilmiştir.

Sadaka, sadaka verilenin eline ulaştığında, Rahman onu sağ eliyle alır. Sadaka verirken kul (vesilesiyle gerçekte) sadaka veren Allah Teâlâ ise, onun eli sadaka verilenin -yoksulelinden daha üstün olmalıdır ve bu bir zorunluluktur. Çünkü ‘üstün el, Allah Teâlâ’nın elidir ve o infak edendir.’ Sadaka veren kişi, yoksulun eli sadakayı almak üzere uzandığında Rahman’ın elinin sadakayı aldığını görürse, yine verenin eli üstündür. Çün­kü veren Allah Teâlâ’dır ve Rahman Allah Teâlâ’nın bir sıfatı ve özelliğidir. Fakat Rahman sadakanın kendisini almaz. ‘O'na sadece sadaka verenin takvası ulaşır.’ Bunun en yetkin tarzı ise, zikrettiğimizdir.

Böylece veren kişi, sadakayı verenin Allah Teâlâ, alanın Rahman, verile­nin ise rahmet -ki sadakadırolduğunu görür. Rahman, sadakayı sağ eliyle aldığında, onun yerini bu kul yaparak sadakayı kendisine verir. Zaten sadece böyle bir şey mümkün olabilir. Çünkü sadaka rahmet demektir ve onu ancak Rahman verebileceği gibi Allah Teâlâ da ‘salt ismi’ yönünden değil, Rahman ve Rahim isimleriyle nitelenmesi yönünden onu alabilir. ‘Dilencinin eline düşmezden önce sadaka Rahman’m eline düşer.’ Hadis, böyle rivayet edilmiştir. Dilencinin yediği böyle bir sada­ka ise, onun itaat etmesini, hidayete ulaşmasını, nur ve bilgi elde etme­sini sağlar. Bütün bunlar, Rahman’ın sadakayı berekedendirmesidir. Çünkü bu sadakanın gücünün dilencinin nefsine kazandırdığı hidayet (doğru yolda olmak), itaat etmek, nur ve bilgi kazanmak gibi zikretti­ğimiz fiillerin (sevabı) ahiret hayatında hem sadakayı alanın terazisinde hem verenin -ki Hakk’ın vekilidirterazisinde görülecektir. Allah Teâlâ sada­kayı verene şöyle der: ‘Bu, sadakanın meyvesidir, onun bereketi, sana ve sadaka verdiğin kişiye dönmüştür.’ Çünkü bir kişiye sadaka vermen, kendine sadaka vermen demektir, çünkü sadakanın hayrı, sana döner.

En faziledi sadaka, insanın kendisine verdiğidir. Bu sadaka, aynı zamanda sahibini en yetkin tarzda getirtir. Böyle bir sadakanın sahibine kıyamet günü ‘nereden sadaka verdin?’ ya da ‘kime verdin?’ denilmez, çünkü o bu konumdadır. Sadakayı alan da verenle aynı derecedeyse, mutiulukta eşitlenirler. Sadaka veren bir derece üstündür. Bu konumda olmazsa, Allah Teâlâ’nın kendisini yerleştirdiği özelliğe göredir. Bu durumda sadaka gönüllü verilmişse, Haktan ve insandan kaynaklanan bir ihsan­dır. Farz olan zekât sadaka verilmişse, bu durumda o, Haktan kaynak­lanan bir ihsan; adak olduğunda ise, insanın yerine getirmek zorunda olduğu bir fiil iken aynı zamanda (adağm yerine getirilmesini emreden) Haktan kaynaklanan bir ihsandır. Adak, cimrinin malından alman bir şeydir. Bu vergiler hediye sayılırsa, böyle olmazlar, çüiıkü böyle bir ay­rıcalık, sadece sadaka olan şeye tahsis edilmiştir.

Bu sadaka, maddi ve manevi olarak Rahman’m elinde büyür. Onun maddi yönü, maddi olan kısmıdır (mal, para). Sahibi de onu cennette duyusal ve gözle görülür bir şekilde bulur. Manevi yönü ise, helal kazanç ve takvanın onda bulunması yönündendir. Ayrıca, sadakayı vermek için acele etmek, gönül hoşluğuyla vermek ve zikretmiş oldu­ğumuz ilahi durumları görmek, sadakanın manevi yönüdür, insan sa­dakayı ‘genel müşahede’ esnasmda Kesib’te bulur. Ayrıca* kendisi cen­netteyken verme vaktine ait ölçüderin onun üzerinden geçtiklerini gö­rür. Böylece, cennetin içinde öyle bir müşahede makamına mazhar olur ki, onu sadece bu konumdaki kişi görebilir. Müslim’in Ebu Hureyre’den aktardığı bir hadiste Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Temiz bir sadaka verenin sadakasını -ki Rahman temiz olmayandan başkasını ka­bul etmezRahman sağ eliyle alır. Verilen sadaka bir hurma bile olsa, tıpkı içinizden birinin devesini veya tayını büyütmesi gibi, sadaka dağ­dan daha büyük oluncaya kadar Rahman’ın avucunda büyür.’ Sadakası nitelediğimiz bu dereceden daha az olanın Allah Teâlâ katındaki mertebesi de, bilgi ve niyetinin vardığı yere kadardır.

Sadaka, kuvvet sahibi el-Ganî (Zengin), eş-Şedid (Güçlü, Şiddetli) isminin karşüığında şükür istenmeyen bir ihsanı olarak meydana gelebi­lir. Karşılığında şükür istenen sadaka ise, el-Ganî isminden değil, elMürîd (isteyen), el-Hakim ve el-Âlim isimlerinden meydana gelir. Sa­daka veren insanın aklına -Allah Teâlâ’nın bü konudaki emrine uyarakAllah Teâlâ’ya ‘güzel borç vermek’ gelebilir. Bu bölüm de sadakaya katılır, çünkü ona borç vermesi emredilmişti. Borç, farz zekâtın kendisi olabilir. İnsan verdiği borca karşı yarar elde edeceği ilave bir bedel isterse, verdiği şey, ‘borç’ tanımından çıkar ve borç diye nitelenmeyen bir sadaka olur, çün­kü vermesi emredilen borcu vermemiştir. ‘Allah Teâlâ bizden alırken faizi yasaklamazdı.’ Böyle demiştir, Peygamber Aleyhisselam.

Öyleyse, bir fayda sağlayan her borç faizdir; Başka bir ifadeyle faiz, sadaka verirken insanın aklına yararın gelmesi ve sadakayı ancak bun­dan dolayı vermesidir. Borç veren kişinin verirken güzel davranması ge­rektiği gibi bir şart olmasa bile buna dilediği iyilikleri de eklemesi yerindedir, çünkü Allah Teâlâ borçta ücretin artacağını vaat etmiştir. Fakat sa­daka veren kul artıştan dolayı değil, emirden dolayı onu vermiştir. Kı­yamet günü ödüldeki ihsan ise, Allah Teâlâ’ya kalmıştır. Bu borcu nitelerken ‘güzel’ denmesinin anlamı budur. Allah Teâlâ bize başka bir şekilde değil, bi­zim için yasa yaptığı şeriatla davranır. Bakınız! Allah Teâlâ, peygamberine kı­yamet günü kendisini onunla gönderdiği ‘Hakk’ ile kulları arasında hük­metmesini istemesini emretmiş ve ona şöyle demiştir: ‘De ki, Rabbim Hakk ile hükmet.’435 Burada ‘Hakk’ kelimesinde geçen belirlilik takısı, pey­gamberin kendisiyle gönderildiği ‘bilinen Hakk’ anlamına gelir. Kıyamet günü yaratılmışların halleri buna göre ele alınacaktır. Öyleyse, Allah Teâlâ’nın kıyamet günündeki hükmünü görmek isteyen kişi, dünyada ilahi Şeriat­ların hükmüne bakmalıdır! Bir artış ve noksan olmaksızın, buradaki oradakinin aynıdır. .

O halde, kendi şeriatın hakkında öngörülü ol! Çünkü o, kendisine varacağın Hakk’ın ta kendisidir. Aldanma ve uyanık ol! Rabbine karşı hüsn ü zan besle ve O’nun yüce kitabında ve peygamberinin sünnetinde kullarına olan hitabının bağlamını iyice öğren! 'i.

FASIL İÇİNDE VASIL

Sadakanın Gizli Verilmesi

Sadakayı gizli vermek, Allah Teâlâ’nın Yedi Bedel’e tahsis ettiği yüce ma­kama ulaşmak için şarttır. Sadaka çeşidi tarzlarda gizlenebilir: Bunlar­dan biri, sadaka verilenin vereni tanımayışıdır. Sadakayı ona bir şekilde ulaştırmak için gizli bir yol bulursun, çünkü yollar, pek çoktur. Başka bir tarzı ise, sadakayı alan insana onu nasıl aldığını ve -senden değilAllah Teâlâ’dan aldığını açıklamandır. Verdiğin sadaka nedeniyle kendisine bir iyilik yaptığını düşünmez ve senin önünde zelil ve hor duruma düşmez. . Aynı zamanda, (gerçekte) sadakayı veren (Allah Teâlâ) hakkmda yüce bir bil­gi kazanır. Sen ise, sadakayı verirken onun gözüne görünmezsin, çünkü (sadakayı alırken) sadece kendisine ait bir şeyi (senin vasıtanla) aldığına onu ikna etmişsindir. Bu da, sadakayı gizleme tarzlarından biridir. Sa­dakayı gizlemenin başka bir tarzı ise, verilen şeyin sadaka olduğunun gizlenmesidir. Dolayısıyla sadaka verilen de, sadaka veren taraflıdan tanınmaz. Hükümdarın görevlendirdiği sadaka memuru sadakayı aldı­ğında ise, onu zor ve güç kullanarak alır. Allah Teâlâ tarafından kendisini al­maya vekil kılınmış hükümdarın eline ulaştığında hükümdar sadakayı sekiz sınıfa dağıtır. Onlar da, horlanarak değil, izzet-i nefs duygusuyla onu alır. Çünkü sadaka, vekilin vasıtasıyla onlara (ulaştırılacak) bir haletır. Dolayısıyla sadaka alan kişi, aldığı şeylerden o malın sahibinin kim olduğunu bizzat bilemez. Bu nedenle, mal sahibi zenginin fakir üzerin­de bir ihsanı ve üstünlüğü olamaz. Başka bir yönüyle, zengin fakire kendi malının ulaştığından da tam olarak haberdar olamaz. Bu da sada­kanın gizlenme tarzlarından biridir. Çünkü sadaka veren kişi kime sa­daka verdiğini bilmediği gibi sadaka alan da sadakayı kimin verdiğini

bilemez. Sadakanın gizlenişinde bundan gizli bir yol yoktur. ‘Sağ elinin verdiğini sol eli bilmez.’ İşte, belirtilen tam da bu durumdur.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, sadakanın gizlenmesiyle ilgili söylediğimiz şeyi kı­yamet günü Rahman’ın yakınları oldukları için Rahman’ın Arş’ının gölgesinde gölgelenen Hakk’ın özel kulları olan yedi kişinin durumu açıklarken söylemişti. Buharı, Ebu Hûreyre’den şöyle bir hadis aktarır: Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Yedi insanı Allah Teâlâ hiçbir gölgenin bu­lunmadığı günde kendi gölgesinde gölgelendirir: Adaletli hükümdar, Allah Teâlâ’ya ibadet ederek büyüyen genç, kalbi mescitlere bağlı insan, Allah Teâlâ yolunda birbirini seven iki kişi -bu uğurda bir araya gelir ve ayrılırlar-, güzel ve mevki sahibi bir kadın kendisini davet ettiğinde ‘ben Allah Teâlâ’dan korkarım’ diye karşılık veren adam, sadaka verip de sağ elinin verdiğini sol eli duymayacak şekilde sadakayı gizleyen kimse, yalnız başınayken Allah Teâlâ’yı zikredip gözleri dolan kimse.’

FASIL İÇİNDE VASIL

Kendisine Sadaka Olarak Verilmezden Önce Mal Sahibini Görenler

Allah Teâlâ’nın bazı kullarına elindeki rızkın -ki artık onun malıdırkime ait olduğu gösterilir. Onların isimlerini (sadaka olarak verilecek) malın üzerinde, fakat kendi elindeyken görür. Sadaka vereceği kimselerin adı­nı malın üzerinde gören bu özellikteki bir insan sadaka verdiğinde, ona sadaka (sevabı) yazılır mı? (diye bir soru sorulursa) buna ‘evet’ deriz. Allah Teâlâ’nın mülkü ona ait kılması yönünden sadaka ona yazılır. Sadakanın sahiplerinin kendisine gösterilmesi buna bir zarar vermez. Bakınız! Can çekişen kişiden ‘sahip’ ismi düşer, malında tasarrufu sınırlandırılıp sade­ce malının üçte birinde tasarruf yapması mübah sayılır. Bundan fazlası hakkındaki sözü dikkate alınmaz, çünkü o sahip olmadığı bir şey hak­kında konuşmuş sayılır.                                 ,

Nefs hırslı (dolayısıyla cimri) yaratılmıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ona bir iyilik ulaştığında cimrileşir.*36 Başka bir ayette ise ‘nefsinin hır sından sakınan437 denilir. Bunun sebebi, insanın mümkün bir varlık olma­sıdır. Mümkün, varlığını yokluğuna tercih eden bir tercih edene özü gereği muhtaçtır. Öyleyse mümkün için muhtaçlık özünden kaynakla­nır. İnsan yaşadığı sürece bedeniyle irtibatlıdır, çünkü onun ihtiyacı iki gözünün önündedir. Yoksunluğu ise, kendisine gösterilmiştir. Şeytanın vaat vererek ona gelmesi de, bu sayede mümkün olabilir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:‘Şeytan sizi yoksullukla korkutur.’43*

Allah Teâlâ’nın yardımıyla güçlenenden başkası nefsini ya da şeytanı yenemez. Bu kişi ise, kendisine verilen imkân ölçüsünde şeytanla ve nef­siyle savaşır. Bu nedenle şeriat, (yoksul mümkünün verdiği şeyi) ‘sada­ka’ diye isimlendirdi, çünkü verilen mal, sıkıntı ve zorla ortaya çıkmış­tır. İnsan, bekayı düşünmeyip ayrılıktan emin olsaydı, mal vermek ona kolay gelirdi. Çünkü mal ona istese de istemese de zorla alınacaktır. Dolayısıyla o halde nefsinin cömertlik yapmasını isteyen kimse ayrıldığı şey ölçüsünde başka bir yerde onu tahsil etmeye dönecektir. Bütün bunlar insanın hırsından kaynaklanır. Dolayısıyla böyle bir nefs kerem bulamadığı gibi Allah Teâlâ onu hırsından da koriımaz. Müslim, bu konuda Ebu Hureyre’den şöyle bir hadis aktarmıştır: Bir adam Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme gelerek şöyle sormuş: ‘Ey Allah Teâlâ’nın Peygamberi! Hangi sadaka se­vap bakımından daha büyüktür?’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Sağlıklı ve hırslıyken verdiğin sadaka. Çünkü bu esnada yoksulluktan korkar, bekayı arzular­sın’ demiştir. Allah Teâlâ’nın nefsinin hırsından korumadığı bir insan bu Hakk ulaşıp malından belirli bir gruba sadaka vermeyi belirleme gücü ortadan kalktığında, vereceği şeyi sadaka saymalıdır. Kendisini emaneti sahibine ulaştıran ve içinde bulunduğu vaktin ise emaneti verme vakti olduğunu kabul etmelidir. Bu durumda sadaka verenler ile değil emanetlerini ve­ren emanetçiler ile beraber diriltilir. Artık sadaka onun aklına bile gel­mez.

Allah Teâlâ Ehlinin Nezdinde Mülk ve Sahiplik Türleri

Allah Teâlâ arife şöyle der: ‘Bu, senin mülkündür.’ O da, Allah Teâlâ’dan bunu edeple kabul eder. Bu konudaki bilgi, onun Hakk eden kimse ve hakkı olan kimse için bir Hakk ediş mülkü olduğunu bilmeyle ilgilidir. Bu mal, emanet olarak elinde bulunduğu kimse adına da bir ‘emanet’ mülktür. Ayrıca kendisinden var olduğu kimse için de cömertlik mülküdür. Her şey, var oluş bakımından Allah Teâlâ’nın mülküyken duruma göre kula aittir. Gerçekte onun için zorunlu olan menfaat, insan adına bir Hakk ediş sa­hipliğidir. Bunlar, yeme ve içme esnasında yiyerek ve içerek beslendiği şeylerdir. Yenilen ve içilen şeylerin artıkları ve iki dışkı yolundan veya başka bir yolla çıkanlar bu kısma girmez. Elbiseler ise sıcak ve soğuk havadan koruyan şeylerdir. Bu miktarın dışındakiler ise, belirttiğimiz şeylerle ilgili kendisine ait konularda kullanacak kimselere ait olmak üzere, bir emanet olarak ona verilmiştir.

Arif, eşyanın sahiplerinin isimlerinin eşya üzerinde yazılı olarak gösterildiği kimselerden olmalıdır. Eşyayı hikmet sahibinin takdir ettiği ve belirlediği bir vakitte sahiplerine vermek üzere saklar. Böylece ona ait şey ile -ki onun Hakk ediş sahipliği diye isimlendirdik, çünkü onu Hakk ettiği için kendi ismi onun üstündedirbaşkasına ait olanı ayırt eder. Başkasına ait olanı ise, emaneten sahiplik diye isimlendik, çünkü sahi­binin ismi onun üzerindedir. Şeriatın dili ile hepsi zahirde onun mül­küdür. Ya da arif bu durumun kendisine gösterilmediği kimselerden olabilir ve sahip olduklarından hangisinin onun rızkı olduğunu bileme­yebilir. Malın sahibi arife gösterildiğinde ise keşfine göre davranır. Çünkü o konuda hüküm bilgiye aittir. Keşfi yoksa, bütün malından ve rızkından Allah Teâlâ rızası için sadaka çıkarması gerekir. Allah Teâlâ katında Hakk ettiği bir şey kalmışsa, Allah Teâlâ katındakine güvenerek bunu yapması ge­rekir; Allah Teâlâ katında onun adına bir şey kalmamışsa, dinen mülkü olan şeyleri elinde tutması ona bir fayda vermez. Çünkü keşif bakımından gerçekle o malı Hakk etmemişti. İnsan onu terk eder ve o övülmüş değil­dir. Ariflerin halleri böyledi:.


Keşif sahibi, malının üzerinde başkasının adım görüp hiçbir şeyi Hakk etmediği için bütün malını sadaka olarak verebilir. Bu durum, gö­rünüşte keşif olmaksızın bütün malını sadaka olarak yeren bir insanın haline benzer. Bu kişide Allah Teâlâ’ya güven bulunmasa, bütün malını sadaka olarak verip sonra insanlardan sadaka isteyeceği için şeriat onu kınamış­tır. Böyle bir insanın sadakası geçerli değildir. Nitekim Nesai’nin aktar­dığı bir hadiste bir adama iki elbise sadaka verilmiş, sonra sadaka iste­yen bir adam daha gelmiş. Sadaka verilen kişi elbiselerinden birini ona sadaka olarak verince, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem onu azarlayarak ‘git elbiseni al!’ demiş ve sadakasını kabul etmemiştir.

Keşif sahibi, kimseden bir şey istemeyeceğini ve buna kalkışmaya­cağını kendiliğinden bilirse, bütün malını sadaka olarak verebilir. Fakat keşfi olmadığında, bilebiliyorsa üstünlük terazisiyle bunu yapmalıdır. Keşif sahibiyse, keşfine göre hareket eder. Ebu Davud, zikrettiğimiz konuya uygun düşen bir hadisi Ömer b. el-Hattab’tan aktarır: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bir gün sadaka vermemizi emretmişti. O gün benim malım vardı. İçimden, ‘Bir gün Ebu Bekir’i geçebileceksem o gün bugündür’ diye geçirdim. Malımın yarısını getirdim. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, ‘Ailene ne bıraktın?’ diye sordu. Ben de, ‘Bu kadarını’ dedim. Ebu Bekir ise bütün malını getirdi. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, ‘Ailene ne bıraktın?’ diye sordu. Ebu Bekir, ‘Allah Teâlâ ve resulünü bıraktım’ dedi. Ben de, ‘Seni hiçbir zaman ge­çemeyeceğim’ dedim.’

Nefsini bilen insan, üzerinde hükümran olan şeriatın davrandığı gibi nefsine davranmalıdır. Mürit, bulunduğu vakitte aklına gelen şeye bakıp düşüncesinin hükmü altında olmaz. Böyle yapsaydı, hatası doğ­rusundan daha çok olurdu. Burada akıllı âlim, bilgisizden farklılaşır. Fakat bütün bunlar, keşfi olmayan Allah Teâlâ ehli içindir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem halini ve makamını bildiği için, bütün malını getiren Ebu Bekir’e bir şey demedi. Ona ‘malından ailen için bir şey saklamadın mı?’ demedi. Ömer ise, Peygamberin yanında Ebu Bekir’i övmüş, Peygamber de bu­na tepki göstermemiştir. Kaab b. Malik bu hadis hakkında şöyle der: ‘Malının bir kısmını sakla!’ Kaab b. Malik, aklına gelen bir düşünce ne­deniyle bütün malını sadaka olarak vermiş, fakat Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ona düşüncesine göre değil, halinin gereğine göre davranarak şöyle demiş­tir: ‘Malının bir kısmmı saklaman senin adına daha hayırlıdır.’

Arifin Allah Teâlâ’nın İhsanı, Adaleti ve Tuzağına Bakması

insanlara maslahatlarının bulunduğu şeyi açıklaması, Allah Teâlâ’nın tuza­ğı, adaleti ve ihsamndandır. Bu, Allah Teâlâ’nın ihsanındandır. Adalet ve al­datması ise, onlara kendi nitelikleriyle davranmasıdır. Arifler, böyle bir makamda nefislerinin hallerine, Allah Teâlâ’nın batın ve zahirlerine verdiği şey­lere bakar ve onu Rahman’ın verdiği teraziyle tartarlar. Böylece, terazi adalet ile doğrulur ve tartıda hile olmaz. İki kefenin denk gelmesi, (batını) doğru bilgidir, (terazide) Vergi kefesi hal kefesine baskın gelir­se, arif Hakk bakmalıdır. Şeriatın övdüğü bir şey ise, bu hal ya peşin bir ödül ya da lütuftaki artıştır. Şeriatın kötülediği şeylerden ise, Allah Teâlâ’dan gelen bir tuzak; kötülenmeyen, ya da övülmeyen bir şey ise, Allah Teâlâ’dan bir adalet olabileceği gibi ihsana ya da tuzağa tevil edilebilir. Allah Teâlâ’ya şükreder ve o vergiler ile Allah Teâlâ’ya itaat ederse, bu ihsana kendisinde Allah Teâlâ’ya günah işlerse, o da tuzağa tevil edilir. Arife tövbe ve mağfiret di­leme ya da bu halin ilahi bir tuzak olduğu ilham edilirse, arif o işi ya te­lafi eder ya da bulunduğu hal üzere kalır. Bulunduğu hal üzere kalması, aldanış içinde aldanıştır. Durumunu telafi etmesi ise, Allah Teâlâ’nın ihsanındandır ve tuzağın hükmü ortadan kalkar.

‘Veren el alan elden üstündür’ ifadesi de, Allah Teâlâ’nın bir tuzağı ve ihsanındandır. Çünkü sadaka Rahman’ın eline düşer. Dolayısıyla, burada bir tuzak ve ihsan vardır. Çünkü dilencinin eline düşmezden önce sada­kanın Rahman’ın eline düştüğü bir rivayette geçmiştir. Buharî dikkat çektiğimiz konuda Hakim b. Hizam’ın şöyle dediğini aktarır: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Veren el alan elden daha hayırlıdır. En hayırlı sadaka, kişinin haberi yokken verilendir. İfferii davranan kişinin iffetini Allah Teâlâ korur. Müstağni davranan kimseyi Allah Teâlâ zenginleştirir.’ Hadis zikrettiğimiz hallerin ayrınülarını içerir.

En üstün zenginlik, Allah Teâlâ ile zengin olmaktır. Hadiste geçen iffetli olmak, azla yetinmek demektir. Çünkü af kelimesi dilde az anlamında kullanılır. Bu zıt anlamlı kelimelerdendir. Gizli verilen ifadesiyle sadaka kast edilir. Bir yoksulun gıyabında yapılan dua, hiç kuşkusuz makbul


duadır. Gıyabında bir yoksula dua etmek ile gıyabında (kendisi bilme­den) ona sadaka vermek birdir.

FASIL İÇİNDE VASIL

Nefsin Bilgiye İhtiya

Bilmelisin ki, nefsin bilgiye ihtiyacı, mizacın dengeli olmasını sağ­layan besine ihtiyacından daha çoktur. İki tür bilgi vardır: Besine ihti­yaç duyulması gibi ihtiyaç duyulan bilgi. Bu bilgide, itidalli olmak ge­rekir ve ihtiyaç miktarıyla sınırlı kalmak lüzum eder. Dinî hükümlerin bilgisi bu kısma girer. Bunlardan sadece içinde bulunulan vakitte gere­kenlere bakılır. Onların hükümleri, dünyada gerçekleşen fiillerle ilgilidir ve dolayısıyla onlardan yapacağın kadarını almalısın.

Diğer bilgi ise, durulacak bir sınırı olmayan ilimdir. Bu ilim, Allah Teâlâ ve kıyamet mahalleriyle ilgili türdür. Kıyamet mahallerini bilmek, her yere yaraşan şeye göre bütün yerlere hazırlar. Çünkü Hakk o gün perde­lerin kalkmasını ister. Kıyamet günü, ayrım günüdür. Dolayısıyla akıllı insan, kendi işinde basiretli, kendisi ve başkası için cevap istenildiğini bildiği yerlerde cevap vermeye hazır olmalıdır. Bu nedenle, (kıyamet mahalleriyle ilgili) bu bilgi türünü Allah Teâlâ’yı bilmeye kattık.

Bilgi öğrenmek isteyen insan, sorulan şeyin kendisini değil, Allah Teâlâ’yı aramalıdır. Bilgi öğrenmek isteyen, Allah Teâlâ karşısında böyle bir bilince sahip olmalıdır. Soran kişi, sorusunu artırır, çünkü sorulan Allah Teâlâ’dır. Böyle bir bilince sahip olmazsa, hocadan başkasını görmediği gibi bil­giyi de sadece hocasından görür ve ‘Allah Teâlâ en iyisini bilir’ deyişiyle tale­beyi Allah Teâlâ’ya döndüremez. Ayrıca ona kendisinden Allah Teâlâ’ya döneceği bil­giyi söyleyemez. Müslim’in Ebu Hureyre’den aktardığı bir hadise göre Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem buna işaret etmiş ve şöyle demiştir: ‘İnsanların malları­nın çokluğunu soruşturan kimse, ister az ister çok sorsun, zor bir şey istemiştir.’ Allah Teâlâ kullarının insanlardan değil kendisinden istemelerini istemiştir. Hemcinslere sadece Allah Teâlâ’dan nasıl isteneceğini öğrenmek için sorulmalıdır. Dince belirlenmiş takvanın tanımı budur. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ’dan korkunuz.’439 Yani, takva yoluyla kendisine öğretti­ğim kimsenin size öğrettiğiyle Allah Teâlâ’dan korkun. ‘Allah Teâlâ size öğretir.’440 Konu bilgi veya bilgi dışında dünyevî bir konu olsa da, öğreten Allah Teâlâ’dır. Nitekim Allah Teâlâ kendisine vahyettiğinde ya da kendisiyle konuş­tuğunda Hz. Musa’ya şöyle demiştir: ‘Hamuruna kattığın tuzu bile ba­na sor!’

Allah Teâlâ şöyle der: ‘Rahman Kuran’ı öğretti.’44' Ayetin -tefsir değil(tasavvufî yorum yöntemi anlamındaki) işarî yorumuna göre, Allah Teâlâ bu­lunduğu, yerleştiği ve indiği her kalbe Kuran’ı öğretmiştir, ‘insanı ya­rattı ve ona beyanı öğretti.’442 Böylece insanlara kendilerine indirileni açık­lamış olursun. Burada Allah Teâlâ öğretimi başkasına değil, kendisine tamla­ma yapmıştır. Bütün bunlar Hakk’ın yaratıklarını kendisinden başka­sından bir şey istemesini kıskanmasından kaynaklanır. Böylece Allah Teâlâ, kullarını ellerinde bir şey bulunmayan hemcinslerinden bir şey istemek sıkıntısından kurtarır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu konuya dikkat çekerek bir mesele belirlemeksizin şöyle demiştir: ‘Bir meseleyi bilseydiniz, kimse bir şey sormak için başkasına gitmezdi.’

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem soru sormayı nahoş karşılamış ve ayıplamış, insan­lardan, Allah Teâlâ’nın peygamberinin diliyle öğrettiği şeyleri yapmalarını is­temiştir. İnsanlar, amellerini yerine getirirken Allah Teâlâ’dan bilgilerine bilgi katmasını ister, Allah Teâlâ da kullarına öğretim işini üstlenir. Çünkü Allah Teâlâ kıskançtır ve başkasına bir şey sorulmasını (bir şey istenmesini) sevmez. Kalp Allah Teâlâ’nın karşısında bulunduğunun bilincindeyken kul, diliyle baş­kasına bir şey sorduğunda, sorulanın gerçekte her şeyin yönetimini elinde tutan Allah Teâlâ olduğunu bilir. Çünkü ‘Allah Teâlâ’dan ortaya çıkan isim, bu şahıstır, çünkü o da, yayılmış varlık sayfasına işaretli harflerden biri­dir. İstekte bulunan kişi de, ya ihtiyacının giderilmesi ya da dua vasıta­sıyla cevabını Allah Teâlâ’dan alır.

Bu nedenle bir adamın hükümdardan bir şey istemesi, hükümdarın dışında başka birinden istemesinden daha iyidir. Çünkü Hakk’ın hü­kümdardaki varlığı, sıradan insanlardaki varlığından daha açıktır. Bu nedenle hükümdarlardan (bir şey) isteyen kimselerden sorumluluk kal­dırılmıştır. Onlar, Allah Teâlâ’nın vekilleri ve yaratıkların hacet kapısıdır. On­lar, dilenciyi kovmamaları emredilmiş insanlardır. En büyük vekil olan Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme Allah Teâlâ şöyle der: ‘Dilenciyi sakın kovma.’443 Bu nedenle

Allah Teâlâ,kıyamet günü vekilleri -ki onlar çobanlardırsorumlu oldukları kimselerden hesaba çekeceği gibi reayaya da vekillerin kendilerine nasıl davrandığını soracaktır.

Tekrar sadaka meselelerine dönebiliriz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, şöyle bu­yurur: ‘İstenilen şeyler kişinin yüzüne vurulan kırbaç gibidir. Dileyen yüzü üzerinde kalır dileyen biralar. Hükümdardan isteyen kimseye ise sorumluluğu yoktur.’ Zikrettiğimiz hadisin metni budur. Hadisi Ebu Davud Semura b. Cündub’dan, o da Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den aktarmıştır.

Murakabe ehli olan iyi-ariflerden bir şey istemek, hükümdarlardan bir şey istemekten daha uygundur. Şu var ki, bu nitelikler sultanlarda da bulunabilir. Çünkü bu niteliklerin sahipleri Allah Teâlâ’ya en yalcın kimse­lerdir. Allah Teâlâ’ya hamd olsun ! Dindarlık, kuşkulu şeylerden kaçınma, hakkı ve adaleti uygulamada bu nitelikleri haiz hükümdarlar gördük. Allah Teâlâ hepsine merhamet etsin!

Bir rivayette, adamın birinin Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme şöyle söylediği bildi­rilir: ‘Ey Allah Teâlâ’nın Peygamberi! Bir şey soracağım?’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Sorma! İlle de soracaksan, salih kimselere sor!’ demişti. Arifler önemli gördükleri dünyevî bir maslahatla ilgili bir şey soracaklarında veya iste­yeceklerinde, onu Allah Teâlâ’ya Allah Teâlâ iİe sorarlar (Allah Teâlâ’dan isterler). Allah Teâlâ’yı müşahede etmenin kapladığı bilginleri ise, Allah Teâlâ’yı zikretmek Allah Teâlâ’dan bir şey istemekten engeller. Onlar, hal sahipleridir. Allah Teâlâ onlara kendi­sini bilmeyi ihsan etmiştir. Allah Teâlâ’yı bilmek, istek sahiplerine verilen en üstün şeydir. O’nu zevk yoluyla bildiklerinde ise, sadece kendisi için kendileriyle ve Allah Teâlâ, ile O’nu zikrederler. Allah Teâlâ, bu zikre karşılık onlara kendisini zikri terk etmelerini sağlayacak bir şey verir. Başka bir ifadey: le, onlara kendisini görmeyi ihsan eder. Hakk’ı görmek (rüyet), O’nu müşahede etmekten daha üstündür. Hakk’ı görmek, Allah Teâlâ’nın kendisine yakın kullarına vereceği en üstün sadakadır.    .

Allah Teâlâ’yı Bilenlerin Allah Teâlâ’dan Verili Bilgi Alması

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ’yı bilenler bilgilerin içinden sadece verilen bilgiyi alırlar. Bu bilgi, ledünnî bilgi, Hızır ve benzerlerinin bilgisidir. Söz ko­nusu bilgi, herhangi bir şekilde düşünce vasıtasıyla insan çabasının bu­lunmadığı bilgidir. Böylece, çalışma kirlerinden hiçbir şey ona bulaş­maz. Çünkü ruh, beden ve akıl gibi mümkün araçlardan soyudanmış ilahi tecelli, mümkün araçlardaki ilahi tecelliden daha tamdır. Mümkün araçlardaki tecellinin bir kısmı ise, diğerlerinden daha tamdır. Allah Teâlâ’yı bi­len biri, bir ilahi tecelliden (kaynaklanarak) henüz onda bulunmayan başka bir tecelliye yönelik bir dua yapabilir ve ardından söz konusu te­celli gerçekleşebilir. Gerçekleşen bu tecelli kişiye sahip olmadığı bir bil­giyi verdiğinde, kişi onu ‘verilmiş ilim’ kapsamında saymaz ve kazanıl­mış ilme katar.

Belirli bir konuda yapılan dua veya genel bir dua vasıtasıyla mey­dana gelen her bilgi, kazanılmış bilgidir. Böyle bir bilgi, sadece Pey­gamberler adına gerçekleşebilir. Onlar, çalışma ve gayreti yasa yapma kapısındadır. Resullükleriyle değil de, nebilikleri yönünden Allah Teâlâ karşı­sındaki halleri ise, daha önce belirttiğimiz gibi, O’ndan başkasını iste­meyi ve duayı terk etmektir. Bu durumda onlar, durulan ve bakılan her yerde veya söylenen her şeyde Allah Teâlâ karşısında duran, O’na bakan, O’nunla konuşan kimselerdir. Onlar, Allah Teâlâ vasıtasıyla konuştukları gibi O’nün vasıtasıyla duyarlar. Onlar, Allah Teâlâ’ya kulluk yapmaktan söz ederler ve bir kul olarak Allah Teâlâ’ya itaat ederler. Gayret ederler ve ibadetten bık­mazlar. (Bir şeye) Hücum ederek veya isteyerek değil, sorumlu tutması yönünden kendilerini sorumlu tutanın makamının gerektirdiği şeyi ye­rine getirmek için ibadet ederler. Buna karşılık Allah Teâlâ da onlara kendi katından bir ilim verir. Bu ilim, onlar tarafından istenilen ve böylelikle kazanılmış (müktesep) diye nitelendirilen bir bilgi değildir.

Allah Teâlâ’nın isimlerinden biri de el-Mümin’dir. Burkulun isimlerinden değil, niteliklerinden biridir. Çünkü isim olduğunda illeti bulunmaz. Sı­fat veya özellik olduğunda ise illeti bulunur. Öyleyse el-Mümin Allah Teâlâ için bir isim, kul için ise niteliktir. Allah Teâlâ karşısında saygı böyle olmalı-


dır! İşaret ettiğimiz anlamda Ebu Ömer b. Abdilberr en-Nimeri’nin Halid b. Adî el-Cüheyni’den aktardığı bir hadis rivayet edilmiştir. Şöyle der: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin şöyle dediğini duydum: ‘İstemeden ve bildir­meden kime kardeşinden bir iyilik gelirse, onu kabul etsin, reddetme­sin. Çünkü o Allah Teâlâ’nın kendisine gönderdiği bir rızıktır.’ Hadis, kabul emriyle reddetme yasağını birleştirerek bütünüyle yükümlülüğü içer­miştir. Çünkü yükümlülük, emir ve yasaktan başka bir şey değildir.

Hadisin doğruluğunu destekleyen bir kanıt, Müslim’in esSahih’inde İbn Ömer’den aktardığı şu hadistir: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, Ömer b. Hattab’a bir hediye vermiş. Ömer, ‘Ey Allah Teâlâ’nın peygamberi! Kendin daha muhtaçken onu bana verdin!’ deyince, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle de­miş: ‘Al onu, ister kullan ister sadaka olarak ver. İstemeden ya da bil­dirmeden sana bir mal geldiğinde onu al. Böyle olmayanın peşinden koşma.’ Büyükler, kimseden bir şey istemezler. Allah Teâlâ’yı eşyada müşahede ettiklerinde ise, verilen hiçbir şeyi reddetmezler. Çünkü Allah Teâlâ karşısın­daki saygının bir gereği de verdiği şeyi Allah Teâlâ’ya iade etmemektir.

Bilgi fitnesi (insanın bilgiyle denenmesi), mal fitnesinden daha bü­yüktür. Çünkü malın kıymeti, insanların ağızlarını aşmayacak şekilde geçicidir. Maldan dolayı nefse ait bir nitelik ya da değer yoktur. Bilgi ise, nefsin kendisiyle süslendiği bir elbisedir ve bu nedenle onun fitnesi daha büyüktür. Yoksunluk ve zenginlik halinde bilginin sahibinden ve vekillerinden ayrılması söz konusu değildir. Mal ise, bir hırsızın onu çalması ya da yanma ya da boğulma ya da yıkılma ya da zelzele ya da göksel bir bela veya fitne ya da hükümdarın el koyması yoluyla sahibi­nin elinden çıkabilir. Şendeki bilgi ise, kendisine ulaşılamayan güvenilir bir kale içindedir. Canlı da olsa ölü da olsa, dünyada ve ahirette bilgi insandan ayrılmaz ve her halde bilgi şenindir. Bir vakitte aleyhinde olsa bile, işin sonunda o senin lehinedir. Bilgiden dolayı sana belalar gelirse, endişelenme! Bu durum, onunla amel etmediğin için bilginin şerefin­den kaynaklanır. Başka bir ifadeyle bilgiden dolayı değil, bilginin gere­ğini yerine getirmediğin için başına bela gelmiştir. Kurtulduğunda ise seni elinden tutar, menziline götürür. Onun menzili, bilinendir. Bildiği de haktır. Bilgi, miktarınca seni Hakk’a (ve hakikate) ulaştırır. Cahiller­den olma!                                            ,

FASIL

'l  ' . • Allah Teâlâ’nın Türeyenlere Zekâtı Farz Kılması

Allah Teâlâ bitki, maden ve hayvan (türlerinden) ibaret olan türeyen şey­lere zekâtı farz İçilmiştir. Zekât düşen madenler, gümüş ve altındır. Bit­kiler ise arpa, buğday ve hurma; hayvanlar ise deve, inek ve koyundur. Böylece zekât, bütün türeyenleri içermiştir. Onlara ‘türeyenler’ isminin verilmesinin nedeni, bir anne ve babadan türemiş olmalarıdır. Başka bir ifadeyle, bir felek ve hareketi ile unsurların (birleşiminden) meydana gelmişlerdir. Bu noktada hareket, cinsel birleşme gibidir. Felek baba, unsurlar ise anadır. Böylece mal insan tarafından çocuk gibi sevilir. Allah Teâlâ’nın malı imtihan oluşunda çocukla birlikte zikrettiğini görmez misin? ‘Mallarınız ve çocuklarınız bir fitnedir.5444 Burada malı çocuktan önce zik­retmiştir. Bunlardan birini yitirdiğinizde, ‘Büyük ecir Allah Teâlâ’nın katınâandır.,44S O halde zekât malın temizliği olsa ve zekât verenler cimrilik özel­liğinden temizlense bile, hiç kuşkusuz zekât, maldaki bir. eksilmedir. Dolayısıyla zekât veren insan, bir belaya uğrayan kişinin ödülü gibi ödül alır ki bu, en büyük ecirlerden biridir.

Çocuk, tıpkı rah(i)min Rahman’ın bir dalı olması gibi, babanın bir parçası ve dalıdır. ‘Rahmi kavuşturanı (sıla-i rahim yapan) Allah Teâlâ kavuş­turur, onu koparanı ise Allah Teâlâ koparır.’ Bir şair, duygulu bir şiirinde ço­cuklar hakkında şöyle der:

Çocuklarımız aramızda

Yeryüzünde yürüyen ciğerlerimize benzer.

Böylece çocuğu ciğerin bir parçası saymıştır.

Hz. İsa: arkadaşlarına şöyle derdi: ‘İnsanın kalbi, malının bulundu­ğu yerdedir. Mallarınız gökte olsun ki, kalpleriniz de gökte olsun.’ Sa­dakanın Rahman’ın eline düştüğünü bildirirken, Şari sadaka vermeye teşvik etmiştir: ‘Gökte olandan emin misiniz?’446 ve ‘Sadaka Rabbin öfke­sini söndürür.’ Peygamber sözünün ne kadar hoş, ince ve tadı olduğuna bakınız! Çocuğu babaya katıp ona bitiştirenin sevabı, sıla-ı rahim yapa­nın sevabı gibidir. O halde, insanın türeyen bir çocuk olması yönünden malını, kendisinden türediği babaya katması gerekir, çünkü mal onun bir parçasıdır. Dolayısıyla malını temizlemek için zekâtım ve sadakasını veren insan, sıla-ı rahim ve musibete uğramış insan sevabı alır.

Sevilenin yitirilmesine sabretmek, sabrın en büyüklerinden biridir. Böyle bir şeye sadece ‘mümin’ veya ‘arif5 sabredebilir. Zahide ise zekât düşmez (dolayısıyla sabretmesi gerekmez), çünkü zahit, zekâtın vacip olacağı hiçbir şeyi elinde tutmamıştır. Züht böyle davranmayı gerekti­rir. Arif ise, öyle değildir. Arif, âlemin bir toplamı olması yönünden, kendisinden mal isteyenlere haklarını yermesi gerektiğini bilir. Bu yön­den ona zekât farzdır. Arif de bir açıdan zahittir. Bu nedenle ‘Zekât, yükümlüye, değil, mala vaciptir’ demeyi yeğledik. Şahıs ise, mal kendi başına çıkamayacağı için, zekâtı maldan çıkarmakla yükümlüdür.

Böylece arif, zahitten farklı olarak, iki ödülü birleştirir. Arifler, (Allah Teâlâ adamları anlamındaki) rical’in kamilleridir. Dolayısıyla onlar zahit olabilecekleri gibi mal dâ biriktirebilirler; tevekkülü tercih edebilecekle­ri gibi çalışabilirler de. Sevgi yönleri farklılaşsa bile, bütün âlemi sev­mek onlara ait bir iştir. Arifler, âlemde gerçekleşen her şeyi meydana geliş yönünden değil, o şeyi yaratmada Allah Teâlâ’yı sevmeleri nedeniyle se­verler. Bunu bilmelisin! Çünkü bunda sadece saygılı ariflerin farkına vardığı Hakk’ın aldatmasının sırrı vardır.                                                                            ,

Arif, âlemden kendisiyle ilişkili şeyi talep eden bir parçanın önda bulunduğunu bilir ve her Hakk sahibine hakkını verir. Nitekim Allah Teâlâ da her şeye yaratılışını verir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Nefsinin se­nin üzerinde hakkı vardır, gözünün senin üzerinde hakkı vardır.’ İnsan­daki her parça böyledir. Bu nedenle Allah Teâlâ şahitliğini istediğinde kıya­met güriü her parça insan hakkında tanıklık eder. Samirî’nin hikmetine bakınız! Samiri Hz. İsa’nın söylediği gibi mal sevgisinin kalplere bağlı olduğunu bildiği için, buzağıyı insanların sevdiği güzel görüntülü şey­lerle şekillendirmiştir. Böylece, kendilerini çağırdığında buzağıya tap­maya koşmuşlardır.

Arif ise, Rabbe nispet edilen sırrı yönünden, elindeki mala vekil olarak atanmıştır. Bu durumda o, tasarrufu engellenmiş bir kişinin malı üzerindeki vasi gibidir. Hiçbir şeyi olmadığı halde, ondan zekâtı verir. Bu nedenle, ‘zekât maldaki bir haktır’ dedik, çünkü küçüğe hiçbir şey farz değildir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, sadaka yemesin diye yetimin malını ticarede değerlendirmeyi emretmiştir.           -

Sıradan insan da, toplayıcı olmada arife benzese bile, bunu bile­mez. Mal onlara izafe edilir ve ‘mallarınız’ denilir, sıradan insan da ze­kâtı malından çıkarır. Bu noktada arif zekâtı bir vasi gibi verirken sıra­dan insan onu sahip gibi verir. ‘Onların çoğu Allah Teâlâ’ya iman etmez ve on­lar şirk koşanlardır.’ Her iki grup da kendi halinde doğru yapmaktadır ve kendisine nispet edilen şeyde Hakk’a dayanan bir kanıta sahiptir.

Mal sevgisi olmasaydı, sevdiğini yitirmesi nedeniyle bir belaya ma­ruz kalanlar gibi ödül alsınlar diye, zekât farz kılınmazdı. Seven ve sevi­len arasında karşılıklı bir ilişki olmasaydı, muhabbet olmaz ve varlığı düşünülemezdi. Buradan, arifin malı hangi yönden sevdiği anlaşılır. Hangi yönden bu sevgi Allah Teâlâ içindir? Arifin dünya hayatında malı sevmesi, ahirette Allah Teâlâ’yı sevmesine bir zarar vermez. Çünkü arif malı herhangi bir nedenle değil, sadece ilahi konularda ve âlemde kendisiyle ilgili bir şey nedeniyle sever. ‘Size verdiği nimetler nedeniyle Allah Teâlâ’yı se­viniz.’ Böylelikle ilişki geçerli olmuştur.

Allah Teâlâ’nın (insana ihsan ettiği) nimederinden biri de, kendisini bil­mektir ve bu nedenle arif de bu bilgiyi O’ndan ister. Bilgi, sahip olduğu şeyi kendisine de sağlaması için, yoksulun zengine dönük bir ilişkisidir. Öyleyse (kendisinden bilg.: :alep ederken) arif, Allah Teâlâ’dan yaratılmış bir şeyi istemektedir. Çünkü yaratılmışın kadimi bilmesi, yaratılmış bir bil­gidir. Bu durumda yaratılmış ile Hakk arasındaki ilişki, yaratılmış bir ilişkidir ve o, bilinenin (Hakk) elindedir. Sevgi de, bu ilişki nedeniyle se­vilene ilişir. Onu bilmek ise sona ermez ve bitmez, dolayısıyla sevmek de bitmez. Böyle bir bilgi, tecelliden meydana gelir ve tecelli de sona ermez. Marifet, arifin malıdır ve bu malın zekâtı öğretmektir. Öğret­mek, ilahi bir derecedir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ’dan korkun, Allah Teâlâ si­ze öğretir.’*47 Şu halde Allah Teâlâ öğretendir. Bu nedenle ‘Öğretmek ilahi bir derecedir’ dedik.

Şari Teâlâ, zekât sınıflarını sekiz yaptı, çünkü âlemin düzeni sekiz­dedir. Öyleyse zekât, bedenlerin ayakta durmasını sağlayan besinler ve genel anlamda ihtiyaçların gerçekleşmesini sağlar. Bu iki şeyde âlemin düzeni vardır. Zekât sahipleri, Arş’ın sekiz taşıyıcısıdır. Arş ise -ki o mülk demektironlar tarafından taşınır. Bu hakikat nedeniyle, sekiz ze­kât sınıfında görüş birliğine varılmış, onların dışında görüş ayrılığına düşülen kimseler ise, bu sekiz sınıfa döner. Arş bir mülktür ve Arş’ı ta­şıyanlar -ki onlar bizlerizbu sekiz sınıftır. Bu nedenle, ‘zekât’ diye isimlendirilen bu mal, onların taşıma ücreti gibidir.

VASIL

Mal Niçin Mal Diye İsimlendirildi?

Mal, nefis kendisine meylettiği için mal diye isimlendirildi. Nefis, ihtiyacının karşılanmasını sağlayacağı için mala meyleder. İnsan, özü gereği yoksul olduğu için, ihtiyaçlı yaratılmıştır ve kendisinden ayrıla­mayacağı doğası gereği mala meyleder. Mala karşı züht hakkıyla ger­çekleşmiş olsaydı, hiç kuşkusuz mal olmazdı ve ahirette züht, dünyada­ki zühtten daha yetkin bir makam olurdu. Halbuki iş öyle değildir. Allah Teâlâ, ödülün katmerleştirilmesin! vaat etmiştir: Bir iyilik, yüz katma va­rıncaya kadar iyilikle ödüllendirilir. Az olan bir şey perdeyse, hiç kuşku­suz çoğu daha büyüle bir perde olurdu.

Tecelli ve keşif mahallerinin bulunduğu ahirete bakınız! Orası, görme ve müşahede yeridir. Bununla beraber, bir engelleme olmaksı­zın, nefs kaynaklı arzulara ulaşılır.' Her insanın ‘ol’ demesi, orada hü­küm sahibidir: Böyle bir şey perde olsaydı, ahiret perdesi kıyaslanama­yacak ölçüde daha büyük ve yoğun olurdu. Kendisi için her şeyde bir kapı yaratan Allah Teâlâ münezzehtir. O kapı açıldığında, Allah Teâlâ kapınıh ya­nında bulunur. Allah Teâlâ her şeyde ilahi bir yön yaratmıştır ki, tecelli etti­ğinde o şeydeki bu yön bilinir.

Ebu Bekir es-Sıddîk şöyle der: ‘Gördüğüm her şeyden önce Allah Teâlâ’yı gördüm.’ Çünkü o, gördüğü şeyi kendi gözleriyle görmüyordu. Bu mertebede Allah Teâlâ, onun gözü ve kulağıydı. Böylece, bir şeyi görmezden önce kendisini görmüştü. İnsan o gözün sahibidir. Bu nedenle, ‘Gör­düğüm her şeyden önce Allah Teâlâ’yı gördüm’ demiştir. Allah Teâlâ onu, içerdiği bereket ve artış nedeniyle, zekât diye isimlendirdi. Bu nedenle, az verilir ve (karşılığında) çok bulunur. Perdenin kalkması için onu verseydi, se­vap daha çok ve bundan daha büyük perde olurdu, hamd olsun! Allah Teâlâ’nın verdikleri bir perde olmadığı gibi bundan kendisine ulaşan şeyler de perde değildir. Bunu bilmelisin!

Arifin dünyadaki tasarrufunun nasıl olduğuna bakınız! Onun tasar­rufunu kendi tasarrufunla kıyaslama. Böyle yaparsan, cahillik ve edep­sizlik edip zahidin ondan üstün olduğunu zannedersin. Heyhat! ‘Bilen­lerle bilmeyenler bir olur mu? Sadece akıl sahipleri öğüt alır.’ Sahiplik, arif için Süleyman Peygamberden kaynaklanan bir yetkinlik özelliğidir. ‘Bana öyle bir mülk ver ki, benden sonra kimseye verilmiş olmasın. Sen verensin.’ Bu isim, bu isteğe ne kadar uygundur! Bir peygamberin ken­disini Allah Teâlâ’dan perdeleyecek veya Allah Teâlâ’dan uzaklaştıracak bir şey iste­yebileceği düşünülebilir mi?     .

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in saygısına bakınız! Allah Teâlâ kendisine gelen bir İfrit’i tutma imkânı vermiş, Peygamber de onu tutup insanların görebile­ceği şekilde mescidin sütunlarından birine bağlamak istemişti. Kardeşi Süleyman’ın duasını hatırlayarak (bu arzusundan vazgeçti), Allah Teâlâ da İfrit’i başarısızlığa uğramış bir şekilde geri döndürdü. İşte bu, Rabbin­den, ‘Benden sonra başka kimseye verilmeyecek bir mülk isterim’ diye dua ettiğinde, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem için meydana gelen Süleyman kaynaklı bir özelliktir.

Bu öyküden ‘gerekmez’ ifadesinden görünüşte hiç kimseye gözük­meyecek bir mülk istediğini anladık. Bununla beraber, bu mülk bil kuvve olarak bazı insanlar için gerçekleşmiş olabilir. Örnek olarak, Allah Teâlâ peygamberinin İfrit ile olan öyküsünü verebiliriz. Böylelikle onun bu sayede insanların gözüne görünmek istediğini anladık. Allah Teâlâ, pey­gamberine kardeşi Süleyman’ın duasını hatırlatarak, Süleyman’ın iste­diği şeye karşılık vermiştir. Böylece Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, aklına gelen şeyi uygulamaktan vazgeçmiştir. Allah Teâlâ bu nimeti yükümlülük diyarında Sü­leyman için tamamlamış ve ona şöyle demiştir: ‘Bu bizim ihsanmızdır, onu ihsan et ya da tut.’448 Böylelikle ondan el-Mâni', el-Mu'tî isimlerinde tasarruf etmede sorumluluk kalkmıştır. Böylelikle dünya hayatında öne alınmış bir cennete tahsis edilmiş, bu mülk kendisini Rabbinden perdelememiştir. .

Arifin derecesinin iki gözü nasıl birleştirdiğine ve iki hakikati nasıl anladığına balcınız! Böylece, tıpkı tasarrufu engellenmiş vasi gibi, ‘Sizi

halife yaptığı şeylerden infak ediniz5449 ayetine uyarak sahip oldüğu mal­dan zekâtı malından nasıl çıkarır! Onu kendisindeki ilahi bir hakikat nedeniyle infak etmek için sahip yapniıştır. Bu infak, gerçekte kendisin­deki başka bir hakikate ait mülk olan bir maldaki infaktır. O ise, ilahi hakikat yönünden bu malın velisidir.                                                   :

Allah Teâlâ bizi arif-bilginlerden eylesin. > Onlara verdiği göz aydınlığını bize de versin!

VASIL

Malın İkram Türlerini Kabul Etmesi

Mal farklı verme türlerini kabul eder. Bu türler sekiz tanedir ve se­kiz isimleri vardır. Bunlardan biri, nimedendirme (in’am) diye isimlen­dirilir. Bir tanesi hibe, biri sadaka, biri kerem (cömertliğin bir türü), bi­ri hediye, biri cömertlik, bir türü seha ve biri de îsar diye isimlendirilir. Bütün bu türleri insan verdiği gibi aynı zamanda biri hariç yedi tanesini Hakk da verir. Hakk’ın vermediği yegâne tür, (başkasını tercih anlamın­da) işardır..

Meseleye yabancı biri şöyle diyebilir: ‘Hakk, îsar yoluyla vermediği­ne göre -çünkü O ihtiyaçtan müstağnidir(ve var ojan her şey bir ilahi isimden ortaya çıktığına göre) âlemde îsar hangi ilahi isimden zuhur eder? îsar, ya. bulunduğun halde ya da gelecek zamanda, muhtaç oldu­ğun şeyi vermendir. Başka bir ifadeyle îsar, muhtaç olduğun vehmini taşımakla beraber vermendir. Bu vehme rağmen insan elindekini verirse îsar olur. Böyle bir şey ise, Hakk için imkânsızdır. Öyleyse, varlıkta ilahi hakikatle irtibatlı olmayan bir şey zuhur etmiştir.’

Bu soruya şöyle yanıt veririz: Daha önce mutlak zenginliğin, âle­min kendisiyle ilişkilendirilişinden münezzeh zatı bakımından Hakk ola­na ait olduğunu söylemiştik. Dolayısıyla âlem, kendisine nispet edildi­ğinde zat dikkate alınmadığı gibi zenginlik de dikkate alınmaz. Burada, sadece zatın ilah oluşunu, başka bir ifadeyle mertebeyi dikkate almış sındır; Bir mertebeye gerekli olan şey, isimlendiği isimlerdir. Bû ise

Hakk’ın sureti, fakat aynı olan zatı yönünden değil, ilah olması yönün­den zattır. Allah Teâlâ sana da sureti vermiştir. Bu suret, halifeliktir. Ayrıca, seni bütün isimlerle -övülmen üzereisimlendirmiştir. Binaenaleyh Allah Teâlâ, mertebenin kendisiyle ilişkili ve bağlı olduğu şeyi (ilahi suret, ilahlık mertebesi) vermiştir. Bunlar, güzel isimlerdir.

Şöyle diyebilirsin: Veren kişide verdiği kalmaz. Buna şöyle yanıt veririz: Bu durum, verilen şeyin hakikatinin ne olduğuna bağlıdır. Veri­len şey duyulur bir şey ise, veren vermekle ondan yoksun kalırken ma­nevi bir şey ise yoksun kalmaz. Bu nedenle îsarı, ‘muhtaç olduğun şeyi vermek’ diye tanımladık. Burada verilenin yitirilmesine ya da geride kalmasına dikkat etmedik. Çünkü o, verilen şeyin hakikatine dönen bir durumdur. Bunu bilmelisin! İşte, âlemde îsar bu hakikatten meydana çıkmıştır ve bu açıklamanın ötesinde başka bir açıklama yoktur.

Nimedendirmek, kişiye mizacına uyan ve gayesine muvafık bir şeyi vermektir. Hibe, özel bir şeyle nimedendirmek için vermek demektir. Hediye, sevgi kazanmak için vermektir, çünkü sevgiden kaynaklanır. Bu nedenle Şari şöyle demiştir: ‘Hediyeleşin, birbirinizi seversiniz.’ Sa­daka zorla, baskıyla ve direnerek vermek demektir. Sadakanın böyle olmasının nedeni, insanın hırsh yaratılmış olmasıdır. Ayette, ‘Nefsinin hırsından korunmuş kimse’, ‘Ona bir iyilik temas ettiğinde engeller’ buyrulur. İnsanın bu özellikteyken bir şey vermesi, nefsin yaratılış özel­liği nedeniyle, zorlamayla olabilir.

Sadakanın (zorlanma) Hakk ile ilişkilendirilmesi, ‘müminin canını alırken gerçekleşen ilahi tereddüdü’ dile getiren rivayete işaret eder. ‘Halbuki insanın Hakle’a kavuşması kaçınılmazdır.’ Burada, ilahi ilimde belirlenmiş olduğu için, tereddüt edilse bile ölümün gerçekleşeceği kas­tedilir. Öyleyse Hakk için tereddüt ‘adeta odur’, kulun hakkmda ise, Allah Teâlâ karşısındaki saygının gereği olarak, ‘adeta o değildir.’ Aklın kanıtı ise, eksikliği ve tapınılan İlah’ın Hakk ettiği şeyi bilemediği için, böyle bir şeyi reddeder. Hakk ise, üzerinde bulunduğu bu hakikati kullarına bil­dirmiştir. Düşünce güçleri yönüyle akıllar reddettiğinde, selim akıllar kabul özellikleriyle düşüncelerinin hükmüne dayanarak bunu kabul et­mişlerdir. Şari’nin Rabbimizi bilmek ve O’nu nitelememizle ilgili biz­den istediği bilgi budur. Yoksa bu, Allah Teâlâ’yı kendisiyle ispadadığımız bil­gi değildir, çünkü öyle bir bilgiyi akıl tek başına algılayabilir. Allah Teâlâ’nın varlığını bilmek, (O’na yaraşan nitelikleri bilmek şeklindeki) bu ikinci bilgiye göre daha aşağıdadır, çünkü o, aklın yargısıyla gerçekleşir. Öteki ise, Allah Teâlâ’nın bildirmesine bağlıdır. Allah Teâlâ, her yönüyle kendisini bizden daha iyi bilir.

Kerem, istedikten sonra vermek demektir ki, (istenilen) Hakk ya da yaratılmış olabilir. Cömertlik (cûd), istenmeden vermektir. Bu ise yara­tılmış için değil, Yaratan’a aittir. Cömerdiğin yaratılmışla ilişkilendirilmesi, yaratılmışın tam olarak belirlediği bu durumun Hakk’ın kendi­sinden istemesiyle gerçekleşir. Allah Teâlâ kuldan gönüllü olarak sadaka ver­mesini talep eder, fakat neyi vereceğini belirlemez. Kulun bir elbiseyi ya da dirhemi ya da dinarı ya da kendisinden istenilmeden herhangi bir şeyi belirlemesi, onun adına bir cömertliktir. Cömerdiğin yaratılmışa ait olamayacağını söyledik. Çünkü kul, Allah Teâlâ’ya yaklaşmak için sadece Allah Teâlâ’nın bildirmesiyle verebilir. Bu nedenle, cömertliğin yaratılmışa de­ğil, Hakk’a ait bir özellik olduğunu söyledik. Bununla beraber şeriat dikkate alınmasa, (Hakk’a) yaklaşmak niyeti olmaksızın, istenmeden önce vermek hiç kuşkusuz âlemde mevcuttur. Fakat sûfınin gayesi Allah Teâlâ’ya yakınlık olan işlerde (malını) harcamaktır. Dolayısıyla bu konuda Şari’nin hükmünü gözetmekten geri duramaz. Seha ise, veren insanın gördüğü bir yarar nedeniyle, (gereğinden) fazlasını değil sadece ihtiyaç miktarını vermek demektir. Çünkü ihtiyaçtan fazlasını vermek, verilen kişinin (söz gelişi ahlâken) yok olmasına neden olabiür. Allah Teâlâ şöyle bu­yurur: ‘Allah Teâlâ rızkı kullarına bolca verseydi yeryüzünde taşkınlık yaparlardı. Fakat onu dilediği ölçüde indirir.*50 îsar, içinde bulunduğun vakitte muh­taç olduğun ya da muhtaç olduğunu vehmettiğin şeyi vermendir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘İhtiyaçları olsa bile yoksulları kendilerine tercih ederler.*51 Bütün bu zikrettiğimiz verme türleri, kul için sadaka sayıhr, çünkü kul, hırslı ve cimri yaratılmıştır. Nitekim bu seldz sınıftan Hakk’ın ver­diklerindeki ana ilke, vehb’tir (verme, ihsan). Vehb, başka bir şey nede­niyle değil, nimedendirmek için vermektir. Öyleyse, bütün verme türle­rinde AUah, el-Vehhab’tır (nimedendirmek için veren.) Kul ise, bütün verme türlerinde (zorlanarak) sadaka verir, çünkü insan, özünden kay­naklanan yoksunluğu nedeniyle, bir niyetten ya da karşdık beklentisin­den yoksun olamaz. Öyleyse, AUah ile geçici olarak ilişkilendirilen şey, yaratılmışla özü gereği ilişkdendirdir. Buna karşın AUah ile özü gereği ilişkdendirden şey yaratılmışla özel olarak göreli-nispî ve dolaylı olarak


ilişkilendirilir. Allah Teâlâ Peygamberine şöyle demiştir: ‘Onların mallarından sadaka al,4S1 Başka bir ifadeyle, vermesi nefislerine zor gelen şeyi al. Bu nedenle, Salebe b. Hatib ‘bu (sadaka, müslüman olmayanlardan alman) cizyenin kardeşidir’ demiştir. Daha önce aktardığımız gibi, Salebe bu sözü Allah Teâlâ ile sözleştikten sonra sadaka vermek kendisine güç geldiğin­de söylemişti. Ayette şöyle denilmiştir: ‘Onların bir kısmı Allah Teâlâ ile sözle­şir:453 Allah Teâlâ, kendisine mal ihsan edip sadaka vermesini emrettiğinde, Allah Teâlâ’nın bize bildirdiği şeyi söylemiştir.

Allah Teâlâ, ‘Mal ile cimrilik yapmışlardır454 buyurur. Cimrilik, nefsin üze­rinde yaratıldığı özelliktir. Bu özellik kula hakim olduğunda Allah Teâlâ onu başkasıyla değiştirir. Allah Teâlâ’dan afiyet dileriz! Başka bir ayette, kendile­rinden istenilen sadakayı vermekten ‘yüz çevirirlerse455 ve cimrilik yapar­larsa, ‘sizin yerinize sizin gibi olmayan bir topluluk getirirH56 denilir. Yani, sizin özelliğinizde olmayan ve kendilerinden isteneni veren bir topluluk getirir. Allah Teâlâ, ‘Onlar verdiğimize nankörlük ederlerse, ona nankör olmayan bir topluluğu vekil ederiz*457 buyurur. Çünkü mülk, herhangi bir şeyin varlığından eksik olmayacak kadar geniştir. Öyleyse sadaka var olanlarla ilgili bir ilke iken vehb, Hakk ile ilgili bir asildir.

Zikrettiğimiz hususu destekleyen bir kanıt: Melekler, iyiliği kendi­lerine ait gördüklerinde, Hakk’ın Adem’i âlemde halife olarak yaratma iradesiyle ilgili emrine uymak yerine, kendi doğalarının etkisi altına girmişlerdi. Allah Teâlâ bu iradesini onlara bildirmiş, onlar ise, en yüce mer­tebelere dönük arzuyla ilgili doğanın hükmü nedeniyle Hakk’ın hük­müne uymamışlardır. Ardından, Hakk’a uymamak nedeniyle eksik ve nakıs sayılmasınlar diye, doğanın hükmü gizlenmiştir. Bunun yerine Allah Teâlâ, meleklerin Hakk’ın mertebesini kıskanıp onun büyüklüğünü tercih etmeyi (emrine direnmenin sebebi olarak) ortaya koymuş, onlar ise bu mertebeyi yüceltmekten gafil olmuştur. Çünkü bu mertebeye gereken saygıyı yerine getirselerdi, Allah Teâlâ’ya uyarlardı, halbuki maksatları iyi bile olsa, O’na uymayarak şöyle demişlerdir: ‘Orada bozgunculuk çıkaracak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın? Biz seni över ve seni tasdik ederiz.’458 Yani biz, ondan daha iyiyiz. Bu nedenle, bakışları Allah Teâlâ’nın yaratıklarıyla ilgili bilgisine dönmüş, buna karşın Allah Teâlâ da onlara, ‘Ben sizin bilmedik­lerinizi bilirim459 demiştir. Böylece Allah Teâlâ, bu halife hakkında bildiği şey­leri meleklerin bilmediğini belirtmiş, kendilerine yaptıkları özgüyü on­lardan düşürmüştür. Öyleyse onlarm isteği, burada toplanır. Onlar,

kendilerini övmüş, kendilerini üstün görmüş, başkasını kınamış, bu ko­nudaki bilgiyi Allah Teâlâ’ya havale etmemişlerdir. Bu durum, doğanın'(ilah, lık) mertebesine karşı cimriliğinden kaynaklanır.

Bu durum, meleklerin doğanın hükmü altında olup doğanın on­larda bir etkisinin bulunduğuyla ilgili daha önce ifade ettiğimiz görü­şümüzü destekler. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onlar hasımlaştığında Mele-i a’la hakkında bilgim yoktu.H*“ Hasımlaşmak, doğanın bir gereğidir. (Biri müslüman diğeri kâfirlere ait) İki köy arasında ölen bir şahıs hakkında rahmet ve azap meleklerinin çekişeceği ve tartışacağı aktarılır. Böylece şeriat, melekleri ‘çekişmek’ özelliğiyle nitelemiştir. Doğanın mertebesi, nefsin aşağısında ve Heba’nın yukarısında olmasaydı, hiç kuşkusuz hükmü yayılırdı. Meselenin aslını öğrenmek isteyenler ilahi isimlerin zıtlığına baksın, çünkü hakikat hepsinde buradan zuhur etmiştir.

Öyleyse melekler doğanın hükmünde bize ortaktır. Cimrilik ve hırs, doğadan meydana gelen kimsede doğanın bir sonucudur. Bu özel­lik, isimlerde el-Mani' (Engelleyen) isminden kaynaklanır. Onun bizdeki sebebi, yoksulluk ve ihtiyacın bizim ve bütün mümkünler için zatî bir özellik olmasıdır. Mümkünler imkân özelliği nedeniyle (varlık yönleritıi yokluk yönlerine tercih eden) bir tercih edene muhtaçtır. Öyleyse doğadan oluşan şey özü gereği cimri ve hırslı, dolaylı olarak cömerttir. Allah Teâlâ, sadece, bu gerçek durum nedeniyle, zekâtı farz ve vacip kılmış, onun vasıtasıyla nefisleri cimrilik ve hırs özelliğinden temizlemiştir. Farz sadaka, gönüllü sadakadan nefse daha ağır gelir. Bunun nedeni, farzda zorlamanın gönüllü ibadette ise serbestliğin bulunmasıdır. Çün­kü insan farz ibadette efendisinin hükmüne bağlı bir köle olarak, gönül: İü ibadette ise kendisi nedeniyle bulunur; dilerse yapar dilerse yapmaz.

FASIL İÇİNDE VASIL

 . '   ' ' Biriktirmek Nefsin Hırsından ve Cimriliğinden Kaynaklanır

Bilmelisin ki, biriktirmek ve ihtiyaç vaktine kadar saklamak, nefsin hırsından kaynaklanır. Bir muhtaç bulununca biriktirilen şey ona verilir.

Salih insanların bir kısmı böyle hareket eder. Genelde ise konuşacağı­mız bir şey yoktur, biz sadece farklı tabakalarına göre Allah Teâlâ ehliyle ko­nuşuruz. Allah Teâlâ ehlinin az bir kısmı ise, farz ya da gönüllü olarak, sahip oldukları şeyleri ulaştırmak için muhtaçları arar. Bunlardan farz kısım, Allah Teâlâ’nın sınıflarını belirlediği ve belirli bir zaman ve ölçüye göre düzen­lediğiyken gönüllü olan, herhangi bir şeye bağlı değildir. Çünkü gönül­lü vermek, rububiyetin vergisidir ve dolayısıyla sınırlanmaz. Farz ise, kulluğun vergisidir ve dolayısıyla efendisinin belirlediği şeye göre veri­lir. Kulluk vergisi daha faziletlidir, çünkü farz nafileden daha üstündür. Zorunlu kulluk nerede gönüllü kulluk nerede! Bu sınıf sâlihler arasında pek azdır. Onların kuşkusu şuradan kaynaklanır: ‘Biz onları aramakla yükümlü değiliz. Muhtaç, talep edendir. Haliyle ya da dileğiyle yoksul olduğunu anladığım kişiye veririm.’ .

Hakk ediş yoluyla sadakayı veren bu sınıfın üstündeki kimseler ise bunlardan daha üstündür. Onlar, sahip olduklarını Hakk’a özgü cö­mertlik (huyuyla) ahlaklanmak amacıyla verirler. Bu nedenle, Hakk edene de etmeyene de verirler. Bize göre, alan kişi, gerçekte Hakk sahibidir, çünkü o -başka bir özellikle değilsadece yoksulluk ve ihtiyaç özelliğiyle almıştır. Verilen şey hediye, bağış ya da verme türlerinden her ne olursa olsun böyledir. Örnek olarak, binerce dinarı olan zengin bir taciri vere­biliriz. O sıkıntılara atılır, denizlerde yolculuk yapar, tehlikelerle karşıla­şır, aile ve çocuklarından uzak kalır, yolculukta malını ve canını kaybe­der. Bütün bunları sahip olduklarına ilave birkaç dirhem daha katmak için yapar. Böylece, yoksulluk özelliği onu etkisi altına almış ve bu teh­likeleri değerlendirmekten kendisini köreltmiş, güçlükleri ona kolaylaş­tırmıştır. Çünkü bu niteliğin kuldaki otoritesi güçlüdür. Bu bakışa sa­hip olan kimse -ki o Haktır-, kendisine verilen şeyi alan insanı Hakk sahi­bi olarak görür, çünkü o, verileni almayı sağlayan özelliği tanımıştır. Bir insan verileni reddettiği için zarar göreceğini ya da almakla maka­mını gizleyeceğini düşünerek, ihtiyacını karşılamak üzere verilen şeyi alabilir. Bu durumdaki bir insanın eli, Hakk’ın elidir. Nitekim dilenci­nin eline düşmezden önce sadakanın Rahman’ın eline düşeceği aktarılır. Rahman sadakayı bir insanın kazancını berekedendirmesi gibi bereket­lendirir. İhtiyaç düşüncesi olmaksızın verilen şeyi alan kişinin durumu budur. Böyle bir insan, kendisini almaya yönlendiren asıl sebepten ha­bersizdir. Verileni almasını sağlayan asıl sebep, (özü gereği yoksulluk anlamındaki) mümkünün hakikatidir. Verilen sadakayı alırkenki ama­cıyla ilgili durum, şahsın hakikatini gizlemiştir. Halbuki biz, kendisi farkında olmasa da, o amacı biliyoruz. Veren kişi de, bir gaye ya da be­del ya da herhangi bir şey nedeniyle verse de, verdiğine muhtaç olma­dan vermiştir. Başka bir ifadeyle, verdiğine muhtaç değildir. Sadakayı alan ise, bir gaye ya da bedel ya da herhangi bir şey nedeniyle, aldığı şe­ye muhtaç iken alan bir Hakk sahibidir. Aldığı sadakayı berekedendirmeye ihtiyaç da, bir ihtiyaçtır, çünkü ancak aldıktan sonra onu bereketlendirebilir. Bunu anlamalısın! Çünkü bu, kendisine yaraşan mutlak zen­ginliğiyle beraber, sadakayı artırmada Hakk’ın durumuyla ilgili olduğu için kapalı bir sırdır. İlahi nispetleri (özellik), sadece saf bir mümin ol­mayan kimse inkâr edebilir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ’ya borç veriniz.’461 Kutsi bir hadiste ise ‘Acıktım, beni doyurmadın, susadım içirmedin’ denilir. Bütün bunlar apaçıktır. Dolayısıyla Allah Teâlâ, bütün bu isimlerin kendisine nispet edilmesini reddetmemiş, istidatlarına göre mazharlarda zuhur edenin kendisi olduğuna dikkatimizi çekmiştir. Üstün olan el -ki o infak edendirher bakımdan alan elden ibarete olan düşük elden daha hayırlıdır. Öyleyse bir Hakk nedeniyle veren ile bir Hakk nedeniyle alan kişi bir değildir. Bunlar mertebede, isimde ya da halde eşit değildir.

Her şeyin Hakk’a bir yönü ve ilişkisi olduğu gibi aynı zamanda ya­ratılmışa dönük bir ilişkisi ve yönü de vardır. Bu nedenle Allah Teâlâ, onu in­fak yaparak şöyle demiştir: ‘Size verdiğimiz rmklardan infak ediniz.’462 Başka bir ayette ise, ‘Rızıklandırdığımız şeylerden infak ederler463 buyu­rur. Allah Teâlâ, bu ayette bilginlerin büyüklerini dikkate almıştır, çünkü on­lar, (Hakk’a ve yaratılmışa ait olan) iki nispet tarzım da bildilderi için, infak oluşu bakımından ihsanın kendisine ait olduğu kimselerdir. İnfak, tavşan mağarası anlamındaki ‘nafak’ kelimesinden türetilmiştir ve bu mağara ‘nafıka’ diye isimlendirilir. İki kapısı vardır. Bir kapıdan avlan­mak istenirse, diğerinden kaçar. Bu durum, yoruma açık söze benzer. Söz sahibini bir yorumla sınırladığında, sözün taşıdığı anlamlardan başka bir yönü kastettiğini söyleyebilir.

Verme eyleminin Hakk’a ve zenginliğe dönük bir yönü olduğu ka­dar yaratılmışlara ve muhtaçlığa dönük bir yönü de olduğu için, Allah Teâlâ (iki yönlü) bu eylemi ‘infak’ diye isimlendirdi: O halde bilgin kişiler, iki açıdan infak ederler: Verdikleri şeyde veren ve alan olarak Hakk’ı gö­rürler, kendi ellerini ise, verme ve almanın kendisinde göründüğü araç­lar olarak görürler. Bunlardan biri diğerini perdelemez. Dolayısıyla on­lar, sadece Hakk sahibini görürler. Binaenaleyh (bir sadakayı) alan her­kes, Hakk ederek almıştır ve Hakk etmeseydi verileni kabul edemezdi. Mut­lak yoksulluk Allah Teâlâ için imkânsız olduğu gibi mutlak zenginlik de insan için imkânsızdır. .

İhtiyaç duyulma vaktini bekleyen ve daha önce sözünü ettiğimiz bir kuşkulan nedeniyle mallarını saklayanların bir kısmı, basiretle sak­larken bir kısmı basiretsiz olarak saklar. Onların bu konudaki biriktir­melerini kabul etmiyoruz. Çünkü basirede yapılmamıştır ve böyle bir insan Allah Teâlâ ehlinden değildir. Allah Teâlâ ehli, basiredilerdir. Malını basirede biriktiren ise, ya kendisine hükmeden ve sınırında durduğu ilahi bir emirden dolayı malını saklar ya da ilahi bir emir olmaksızın biriktirir. İlahi emir nedeniyle malını biriktiren kişi saf kuldur ve ona söyleyece­ğimiz bir şey yoktur, çünkü o bir memurdur. Nitekim Abdülkadir elCîlî (Geylanî) hakkında böyle zanda bulunuruz. Allah Teâlâ daha iyisini bilir ya! Alemde tasarruf etme özelliğindeyken Abdülkadir bu makamda bu­lunuyordu. İlahi bir emir olmaksızın, biriktirilen malın bir insana ait olduğu bilinebilir. Fakat söz konusu insanın o malı saklayanın veya başka birinin vasıtasıyla elde edip edemeyeceği bilinmez. Böyle bir du­rumda malı saklamak, insanın doğasındaki cimrilik ve varlıkla sevin­mekten kaynaklanır. Fakat kişi, malın kime ait olduğunu bilmekle birik­tirmenin gerçek nedeninden perdelenir. Abdülaziz b. Ebu Bekir elMehdevi malını biriktirirken kendisine böyle kanıt getirdik. Bunun üze­rine, durdu ve bir cevap bulamadı. Çünkü bu malın kendi vasıtasıyla ulaşılan bir mal olduğunu veya sahibinin tam olarak kim olduğunu bilmeksizin biriktiriyordu. Bir anda önümüzde utandı. Böyle bir insa­nın biriktirmemesi gerekir.

Topluluğun efendisi, zamanın akıllısı ve haliyle nitelenmiş Ebu’sSuud b. Eş-Şibl şöyle derken insaflı davranmıştır: ‘Bizde tasarruf etsin diye işimizi Hakk’a bıraktık.’ Böylece insan, ilahi mertebeyle çekişmez. Emir alırsa, emrin ya da kendisine belirlenen şeyin sınırında durur. Bu konuda Allah Teâlâ ehli arasında görüş ayrılığı vardır. Çünkü ricalden bazıla­rına, biriktirilen bu mala sahibinin falan-belirli vakitte o kişinin vasıta­sıyla ulaşabileceği gösterilmiştir. Bu nedenle, o vakte kadar malı tutar. Bazıları ise şöyle düşünür: ‘Ben bir bekçi değilim, ben o malı elimden çıkarayım, çünkü Allah Teâlâ bana onu tutmayı emretmedi. Vakit geldiğinde ise, onu sahibine ulaştırmam için Allah Teâlâ malı bana döndürür. Böylece bu iki zaman arasında malı biriktirmiş olmam. Çünkü ben, bekçi değil, Hakk’ın hazinesiyim. Ben ona yöneldim ve ‘Kulumun kalbi beni sığ­dırdı’ ifadesine göre nefsimi bütünüyle O’na adadun. Bu sığdırmada, (malı saklamak gibi) kendisinden başka bir şeyle O’na zahmet vermek istemiyorum.’ Bunü bilmelisin. Hiç kuşkusuz, bu meselede önemli bir meseleye dikkatini çektim.

Öyleyse, ilahi bir emir ya da gerçekleşmiş belirli bir keşiften dolayı biriktirmediği sürece arifin zekâtı geçerli değildir. Bu keşif, ilahi ilimde o şahsın başka birinin bekçisi olduğunun tespitidir ve vakti geldiğinde malı o şahsa teslim eder. Bunun dışında da sıradan insanların zekât ver­diği gibi zekât verir.

Elli ikinci kısım sona erdi, onu elli üçüncü kısım takip, edecektir.


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar