AYTUNÇ ALTINDAL’IN ESERLERİNDE HRİSTİYANLIK
Hazırlayan: Lale KILINBOZ
“Bilgi Çağı” veya “Bilgi Toplumu” kavramları, içinde
yaşadığımız zaman kesitinin hayatımıza getirdiği yeni kavramlardır. Gerçekten
de gelişen teknoloji, insanların yeni dünya görüşlerinin de etkisiyle bizlere
bilgi deryasının yeni katmanlarının kapısını açmıştır. İnsanlar bu kapıları
çalarken aslında yeni dünyaların, yeni kültürlerin de bekçilerini farkında
olmadan saf dışı bırakmışlardır. Sınırlar ortadan kalkarken, kültürler
birbirine doğru büyük bir hızla akmaya başlamışlardır. Kültürün başlıca
taşıdıklarından biri de “din olgusu” olmuştur.
İlahi olsun, beşeri olsun her din kendine mensup olan
toplulukları derinden etkilemiş veya o toplumun mihenk taşlarının zorlamasıyla
kendini değiştirmek zorunda kalmıştır.
Dinler tarihi, dinleri yer ve zaman bildirerek inceleyen
bilim dalıdır. Ülkemizde bu bilim dalı diğer ülkelere nazaran daha gençtir.
Ahmet Mithat Efendi’den günümüze ülkemizde bu alanda birçok çalışma yapılmış,
özellikle Hristiyanlık hakkında çeşitli eserler kaleme alınmıştır. Ancak
kanaatimizce bu eserler ve yazarları içerisinde Dr. Aytunç Altındal’ı ve
eserlerini farklı bir köşeye yerleştirmek gerekir.
Dinler tarihi açısından ilahi dinler olarak tabir edilen üç
dinin (Yahudilik, Hıristiyanlık, İslam) ayrıntılı olarak incelenmesi büyük bir
önem arz etmektedir.
Dünyada mensuplarının dağıldığı coğrafya açısından en
yaygın ve siyasi etkinlik açısından en baskın din olan Hristiyanlık, birçok
araştırmaya konu olmuştur. Bu dinin kendine has özelliklerinden ve mensubu
olanların kullanmış oldukları bütün gizli ve açık yöntemlerin neredeyse
hepsinden haberdar olan Aytunç Altındal’ın eserlerinde Hristiyanlığı bizlere
gösterilme şeklini inceleyerek, Hristiyanlık üzerinde yapılacak olan diğer
dinler tarihi çalışmalarına daha geniş bir bakış açısıyla başlanılabileceğini
düşünerek araştırmamızı sonuçlandırmaya çalışacağız. Bununla beraber değerli
bir araştırmacı-yazar olan rahmetli Aytunç Altındal’ın eserlerinin günümüz
dünyası açısından önemini ortaya koymaya çalışacağız. Böylece günümüz dini ve
siyasi olaylarına daha sağlıklı bir bakış açısıyla yaklaşma, problemlere çözüm
bulma, olayları sağlıklı okuma ve değerlendirmemize katkı sağlayacağımızı
düşünmekteyiz.
Din, tarih ve politika alanlarında faaliyet gösteren Türk
teolog, gazeteci ve araştırmacı olan yazar; felsefe, dinler ve gizli örgütler
gibi konularda birçok makale ve kitap yazmıştır. Çalıştığı alanın kendisine
sunduğu fırsatları iyi değerlendirerek Hristiyanlığı yakından tanıma imkânı
bulmuş ve bu birikimini de çeşitli eserleri vasıtasıyla okurlarıyla
paylaşmaktan hiç çekinmemiştir.
Araştırmamızda “Paganlık-Musevilik, Hristiyanlık
etkileşimleri, Papalık kurumu ve stratejileri, Vatikan’ın yapısı, ilişkileri ve
bağlantılar, Ökümenizm, Vatikan-Fener Rum Patrikhanesi ilişkileri,
Katolik-Ortodoks ayrımı, Hristiyanlık mitolojisinde İsa” konuları Aytunç
Altındal’ın eserlerinde somut bir şekilde incelenecektir.
Amacımız günümüzde yaşayan bir din olan
Hristiyanlık ve onun hakkında önemli güncel bilgiler veren ve farklı açılardan
bakan yazarı tanıtmak ve yazarın bu bilgilerini bilimsel, sistematik ve derli
toplu bir şekilde ortaya koymaktır. Böylece Hristiyanlığı daha iyi tanıma ve
günümüz dini, sosyal ve siyasi etkileri bakımından doğru değerlendirme imkânı
oluşturulacaktır.
II. AYTUNÇ ALTINDAL HAKKINDA GENEL BİLGİ
Türkiye’miz verimli topraklarından, tarihi ve kültürel
köklerinden olsa gerek yüksek beşeri değerlere sahip olma hususunda bilinen
âlemin en mahir eli ve aynı zamanda nazarlara gelebilecek ihtişamının verdiği
belalardan dolayı olsa gerek en kıymet bilinmez maşuktur. Bu kervana katılan
son yolcu ise çağımızın önemli fikir adamlarından biri olan Aytunç
Altındal’dır. Batı ile Doğu kültürlerini ileri derecede tanıyan ve kaynaştıran
Altındal; din, politika ve tarih alanlarında faaliyet göstermiş önemli bir
araştırmacı ve yazar, gazeteci, teolog olarak gizli örgütler, felsefe, dinler hakkında
birçok önemli eser vermiştir.
Bilgisine ihtiyaç duyanlar açısından ulaşılması son derece
kolay bir insan olan Altındal, 12 Ocak 1945’te İstanbul Bakırköy’de doğmuştur.
Çerkes asıllı bir aileye mensuptur. Fatma Hanım ve Cavit Bey’in en küçük çocuğudur.
Dört kardeştirler. Annesi ev hanımı olan Altındal’ın, babası ise Haysiyet
Divanı başkanlığı yapmış ve Beşiktaş kulübünde futbol oynamıştır.
Aslında gündem yaratan öznenin kendi portresinin de bir
öyküsü var. Herkes onu Aytunç Altındal olarak tanısa da asıl adı Aytun’dur.
Kendisi isminin öyküsünü şu şekilde aktarıyor:
"Benim adım Aytunç değil Aytun.
Yargılandığım duruşmalardan birinde hâkim "Ne biçim ismin var, böyle isim
mi olur? Ermeni misin sen? ” dedi. Ben de “Hayır değilim, ispatı da burada!”
deyip pantolonumun fermuarını indirdim. Hâkim Bey mahkemeye hakaretten iki
buçuk sene daha verdi. Sonra kendime "Hakikaten Aytun'u anlamıyorlar.
Aytun'u Aytunç yapayım" dedim. Ama şu var: Yurtdışındaki kitaplarımın çoğu
da Aytun Altındal. Aytun’un “kendi kişiliğine dönük” manasına gelmektedir. Ben,
Adige kolundan Çerkeş’im. Daha çok ticari amaçla ismimi değiştim. Aytun’u kimse
anlamaz diye kitaplarımda değiştirdim.”[1]
Melami[2] bir aileye
mensuptur. Altı yaşından itibaren Melami öğretilerine dayalı bir eğitim
görmüştür. Bu eğitimi ile ilgili kendisi bir röportajda şunları söylemiştir:
“Ailem Melami Rufa-i geleneğine bağlı.
Kafkasya'nın en eski ailelerinden biri. Adapazarı'nda büyük arazilerimiz vardı.
O gelenek çerçevesinde erkek çocuklardan birinde bazı özellikler varsa 6
yaşından sonra özel eğitim alır. Ağabeyim yırttı, ben kaldım. Bu eğitimin
içeriği ise mesela bir yıl hiç konuşmadım, beş yıl annem ile babamdan ayrı
yaşadım, onları hiç görmedim. 11 yaşımdan sonra beni Diyarbakır'a gönderdiler.
Tek başıma Diyarbakır'da yaşadım. 16 yaşıma kadar yine bir beş sene hiç
İstanbul görmeden adadaki bir köşkte kaldım.”[3]
İlkokul eğitimini İstanbul’da 11 yaşına kadar sürdürmüş,
ortaokulu ise Diyarbakır’da tamamlamıştır. Haydarpaşa, Kabataş, Pendik
liselerinde eğitimini sürdürmüştür. Lise eğitimi yedi yıl kadar sürmüştür. Bu
durumun sebebi ise Menderes’in asılmasına göstermiş olduğu yalın tepkidir.
Öğrencisi olduğu Kabataş Lisesi’ni arkadaşları ile birlikte ateşe vermiş, daha
sonra tutuklanıp Sirkeci’deki polis merkezinde işkence görmüş, böbreğini
kaybetmiş ve bütün bu olayların neticesinde uzun süren bir orta öğretim hayatı
olmuştur. Ardından 1969-1971 yılları arasında Gurnsey Write’s School’da, 1977
yılından itibaren ise Fransa Sorbon Üniversitesi Fransızca Eğitim Bölümü’nde
öğrenim görmüş, İsviçre'de bulunan Zürih Üniversitesi'nde “Teoloji” konusunda doktora tahsilini tamamlamıştır.
Altındal’ın yazın hayatı da öğrenim hayatına paralel bir
şekilde başlamıştır. Özellikle 70’li yıllar dönemin getirdiği şartların da
etkisiyle onun için de sancılı olmuştur 1973 yılında “Partizan” adlı şiir
kitabı nedeniyle orduya hakaretten 10 yıl süren davada 7,5 yıl hapse mahkûm
olmuş ve yurtdışına kaçmıştır. 1975 yılında İsviçre'de "Marksist
Yaklaşımla Türkiye'de Kadın" adlı kitabı çıkardı. 1977'de “Havass” ve
1984'de “Süreç” yayınlarını kurdu.
Altındal girişimci ve atılımcı bir karakterdir. Bu
özellikleri onu Türkiye’nin Batı’daki kültür aynası olmasına sebebiyet
vermiştir. “Havass” ve “Süreç ”ten sonra 1989'da Zürich'te Sanat Galerisi’ni ve
“Modus Vivendi ”Yayınevi yönetmiş ve yine aynı yıl Rusya'da “Kültür
Danışmanlığı” görevini üstlenmiştir. 1992'de İngiltere Edinburgh’taki
“International Academy For European and Christian Studies” kuruluşunda “Project
Academic Board (Akademik Proje İdari Heyeti)” üyeliğine seçilmiştir. Aynı yıl
İngiltere’de yayınlanan ve dünya basınında geniş yankı bulmuş olan “Three Faces
Of Jesus (Üç İsa)” kitabı 1993'te Rusça’ya çevrilmiştir. New York'ta Birleşmiş
Milletler bağlantılı “Global Forum of Spiritual and Parliamentary Leaders or
Human Survival (İnsan Yaşamından Sorumlu Ruhani ve Siyasi Liderler Global
Forumu)”da uluslararası danışman üye olmuştur. “International Society For The
Study of European Ideas (Uluslararası Avrupa Düşünce Çalışmaları Topluluğu)
Bilimsel Kurulu”na katılmıştır. 1995'te merkezi New York'ta bulunan “Carnagie
Council On Ethics And International Affairs” örgütüne davet edilen ilk ve tek
Türk konuşmacı olmuştur. Avusturya'nın Graz şehrinde Karl- Franz Üniversitesi
tarafından düzenlenen “European Seculer Legacy (Avrupa'nın Laik Vasiyeti)” adlı
uluslararası konferansta oturum ve bölüm başkanlığına seçilmiştir. Uğur
Mumcu'nun "Sakıncasız" adlı eserinin de yapımcılığını üstlenmiştir.
Danyal Peygamber hakkındaki şifrelerin ve İncil'deki diğer şifrelerin
çözümlemeleri üzerine yazılmış, aslında alşimist ve okültist bir din uzmanı
olduğunu söylediği ünlü fizikçi Isaac Newton'un bugüne kadar hiç bilinmeyen ve
kendisinin ölümünden sonra yayınlanmasını vasiyet ettiği, bir kitabını da
yayınlamıştır. Günümüzde sadece 50 adet orijinali bulunan, içinde Latince,
İbranice ve eski İngilizce bölümler bulunan, 1733’te Isaac Newton’un eski
Latince olarak yazmış olduğu “Observations Prophecies Of Daniel and Apocalypse
of St. John” isimli kehanetler üzerine yazdığı kitabını Türkçe „ye çevirmiştir.[4]
Deneme ve inceleme türlerinin
yanında şiir kitapları da yazdı. 1964'ten itibaren Yenigün,
Akşam, Haber, Yeni
Halkçı,
Cumhuriyet,
Ulus, gibi gazetelerde
yazılar yazdı. Dokuz adet de çeviri kitabı basılan Altındal’ın, yedi adet
kitabı ise kaldırıldı. Bazı yazıları
İsviçre'de ve Fransa’da yayımlandı. Şiirleri Süreç, Bilim-Sanat, Varlık, Sanat Edebiyat gibi dergilerde yer aldı. Amerika ve
İzlanda dergilerinde ise bazı şiirleri yayımlandı. Bugüne kadar 400'den fazla
makalesi, 16’sı telif, 11'i çeviri 27 kitabı, yurtiçi ve yurtdışında
yayınlandı.
Araştırmacı, gazeteci, yazar Aytunç Altındal,
bir süredir kanser tedavisi görmekteydi. 18 Kasım 2013'te 68 yaşında,
İstanbul'da vefat etmiştir. Üsküdar-Karaca Ahmet- Şakirin Camii’nde düzenlenen
cenaze törenden sonra Karacaahmet Mezarlığı’nda tekbirlerle birlikte toprağa
verilmiştir. [5]
Ülkemizde Altındal denilince akla ilk
Hristiyanlık gelse de kendisi pek çok alanda çeşitli kitaplar yazmıştır. Biz
burada bizim açımızdan en dikkat çekici olanlarını ve tezimde faydalandığım
kitaplarını tanıtmaya çalıştım. “Üç İsa”, “Türkiye ve Ortodokslar”, “Vatikan ve
Tapınak Şövalyeleri”, “Gül ve Haç Kardeşliği” ve “Papa 16. Benedikt” isimli
kitaplar, çalışmamda bana en çok kaynaklık eden kitaplar olmuşlardır.
1.
Vatikan ve Tapınak
Şövalyeleri
Vatikan’ı anlatan bu kitapta, Vatikan’ın
siyasal, ekonomik ve askeri güçler dengesindeki yeri açıklanmaya çalışılmıştır.
Vatikan’la, Hristiyanlıkla, misyonerlikle ve ekümenizm hareketiyle ilgili
açıklamaları da bu kitapta yer almaktadır. Tapınak Şövalyeleri ve onların
günümüzdeki temsilcileri olan Malta Şövalyelerine değinilmiştir. Ayrıca
Altındal, Bizans'ın 1453'te tarih sayfalarından silinmesiyle günümüzdeki
devletsiz imparatoru Paleolog Hanedanı, Tapınak Şövalyeleri’nin inisiyatifinde
bağlı oldukları Şövalye tarikatları ve yürüttükleri gizli faaliyetleri de bu
kitapta açıklamıştır.
Sovyetler Birliği’nin çökmesinden sonra
oluşturulan Ortodoks ittifakının anlatılmasıyla başlayan Altındal, ittifakın
hedefinde de Türkiye’nin olduğunu belirterek, Vatikan ve Fener Patrikhanesi
arasındaki ilişkiler ve Patrikhane’nin karıştığı bazı olayları irdelemiştir.
Ayrıca Bizans’ı yeniden canlandırma faaliyetleri ve ekümeniklik konusunda
fikirlerini içeren bir eserdir. Çağdaş misyonerlik faaliyetlerinin araçlarından
olan dinler arası diyalog ve hoşgörü toplantılarının arkasında gizlenmiş olan
karanlık emeller de bu kitabında açıklanmıştır.
3.
Papa 16. Benedikt
Avrupa Birliği ve Türkiye
Benedikt ismini alan papaların başına gelen
ilginç olaylardan ve 16. Benedikt’in çocukluğundan günümüze kadarki özel
yaşamından ve Nazilerle işbirliği yapmasından bahsedilmektedir. Ortaçağ
engizisyon mahkemelerinde yakılan sözde cadılar ve onlara uygulanan
işkencelerden, Benedikten Tarikatı’nın gizli örgütlerle ilişkisi, 15 yaşındaki
Benedikt Papası, Papa 16. Benedikt’in gizli misyonuna kadar geçen süreç
konusundaki fikirlerini içeren bir kitaptır.
İlk kez İngiltere’de yayımlanan ve Türkçe
çevirisini okurken oldukça zorlanılan bu kitapta Hristiyanlık ve dünyevilik
arasındaki kopmaz bağlar irdelenmiştir. Bir tezin anahatlarını içermektedir.
Tez tanrıbilim eğitimi ve perspektifiyle hazırlanmıştır. Kitapta yeni bir İsa
değerlendirmesi yer alır. İsa’nın misyonuna, Katolik Kilisesi’nin değil, Kutsal
Metinler’in betimlediği dünyevi bakış açısı yer alır. Bir bakıma İsa’nın
yaşantısının diyalektiğidir. Özellikle yerleşik dinin temsilcisi Katolik
Kilisesi tarafından İsa’ya yüklenmiş olan yanlış inançların ayıklanması için
bir girişim olarak değerlendirilebilir. Yeryüzüne ait oluşu, bu dünyalılığı,
cismaniliği işleyen Üç İsa, seküler değerler sistematiğini aksettirmektedir.
Musevi olmasına rağmen kapalı devre işleyen ve bir din olmaktan çok, bir
varoluş tarzı sayılabilecek olan yapıya getirdiği seküler yeniliklerle, Üç
İsa’da ele alınan İsa tanımlanmıştır. Kitapta, sekülerleşmiş bir Musevi olan
İsa, kendi cemaatinin dogmatikleşmiş değerlerinin dışına çıkması anlatılmıştır.
Bu kitabın öznesi, Musevi şeriatının öngördüğü değil, Tanrı’nın isteğine uygun
birey olabilmek hakkını kendinde toplamış ve bu uğurda canını vermekten
kaçınmamış bir İsa’dır. Üç İsa, yardımcı ders kitabı olarak okutulmuş ve
dünyadaki çeşitli İlahiyat Fakültelerinin literatürüne girmiştir. İlk kez bir
Müslüman araştırmacı tarafından Hıristiyan teolojisini içinden irdeleyen bir
kitap olarak literatüre girmiştir.
Gül ve Haç Kardeşliği kitabında Türkiye'de
Avrupa Birliği’nin hiç bilinmeyen "Gnostik-Masonik" özü ve yüzü
anlatılmıştır. Bugünkü Avrupa Birliği'ni oluşturan düşünceleri, hangi gizli
örgütlerin ne zaman ve nasıl ortaya çıkardıklarını anlatır. Avrupa Birliği'nde
kullanılan gerçekte 12 yıldızlı bayrağın neyin sembolü olduğunu açıklamıştır.
Avrupa Birliği’ne Vatikan ve Papa bile resmen alınmazken Türkiye’nin
girebilmeye çalışması sorgulanmıştır. Kitapta gnostiklerin Hıristiyanlığı ile
Kilise Hıristiyanlığı’nın neredeyse taban tabana zıtlığı üzerinde durulmuş, Gül
ve Haç Kardeşliği, Tapınak Şövalyeleri ve masonlarla ilgili çeşitli bilgiler
verilmiştir.
6.
Yoksul Tanrı Tyanalı
Apollonius
Başta Roma İmparatorluğu’nun arşivleri olmak
üzere tüm yaşamı belgelenmiş Tyanalı Apollonius hayatı anlatılmaktadır.
7.
Tanrı Neden Fikir
Değiştirdi?
^Tanrı/Elohim diye
adlandırılan Eski Ahit'in ilk kitabının Yaratılış başlıklı ilk dörtlüğünde
geçen mevcudiyetin, Quiddity (Ne-lik) ve Haecceity (Bu-luk) hali hakkındadır.
İncil’e ait Tanrı/Elohim, Talmud’a ait Tanrı/Yahve’den farklıdır. Bu kitaptaki
mevcudiyet anlayışı, klasik teolojide bahsedilen mevcudiyet anlayışıyla birebir
benzeşmez ya da eş anlamlı değildir. Altındal bu kitabı, “ İnsanlar Tanrı’ya
inanmadıkları zaman hiçbir şeye inanmıyor değillerdir, karşılarına çıkan
herhangi bir şeye inanırlar” basit gerçeğini kendisinin kavrayabilmesi için
yazdığını söylemiştir.[6]
8.
Bir Türk Casusunun
Mektupları
Ezoterizm ve hermetizmin başta da alşimi
(simya) olmak üzere Batı’daki sekülerleşme çabalarına yaptıkları katkılar
hakkındaki görüşlerini ve Isaac Newton'un, Baruch Spinoza'nın, Johannes
Kepler'in simyayı kimyaya dönüştüren Lavoisier'in ve diğerlerinin gizli
ilimlerle olan ilişkilerine dair fikirlerini içermektedir.
9.
Kutsal Kitabın
Yorumu Isaac Newton
Sir Isaac Newton’un,
Observations Upon the Prophecies Of Daniel adlı kitabının Türkçeye çevrilmiş
halidir. Bu eser din bilim ilişkileri açısından büyük önem arz eden bir
kitaptır. Çünkü sadece ilahiyatçıların ve özellikle de dinler tarihçilerinin
uğraştıkları bir alanda pozitif bilimlerin önde gelen simalarının ortaya
koyacakları yaklaşımlar, dini bakımdan bir anlam ifade etmese de, felsefe,
bilim ve entelektüel fikirler açısından çok önem ifade eder.
BİRİNCİ BÖLÜM
AYTUNÇ ALTINDAL’DA İSA’DAN
ÖNCESİ, İSA, PAVLUS, HRİSTİYANLIK
VE DÜNYEVİLEŞTİRME
Pagan olan Romalılar, imparatorluğun hüküm sürdüğü
topraklarda kırsal ve kentsel hayatı düzenlerlerdi. Topraklara ve kölelere
sahiplik eder, idarecilik, askerlik, subaylık yapar ve her işin buyurucusu
olurlardı. Bütün kararları onlar verirler, din dışı ilahileri onlar bestelerdi;
spor yarışmalarında şampiyonlar yaratırlardı. Yaşadıkları büyük şehirleri su
kemerleriyle, sarnıçlarla, tiyatrolarla, geniş meydanlarla, yüksek sütunlarla
ve bahçelerle güzelleştirmişlerdi. Şehirlere kemerli yollar ve geçitler
yapmayı, kent merkezlerinde kişiye özel ya da kamuya açık hamamlar inşa etmeyi
ilk kez tasarlamış ve gerçekleştirmiş olanlar onlardı diyen Altındal, devamında
Romalıları İmparatorluk sınırları içerisinde barbar bir yaşam tarzı sürmeyen ve
yerleşik düzeni benimsemiş yurttaşlar olarak tanımlamıştır.[7] [8]
Altındal, Romalıların dini hayatlarını ise,
günlük hayatları içerisinde, eğer gerekli görürlerse, bağlı oldukları inanç
sistemlerine mahsus ödevleri, İmparatorlukça konulan ve itina ile gözetim ve
güvence altında tutulan religO diye tanımlanmış olan bir usule uygun
olarak yerine getirdiklerini söylemiştir. Bu yüzden, yurttaşlar gerçekte ‘kült
vecibelerine’ bağlıydılar; ancak tam anlamıyla dindar değillerdi. İsteyen
istediği kadar külte bağlı olabiliyor ve onların uygun gördüğü ödevleri yerine
getiriyordu. Dolayısıyla, vatandaşlar arasında Panteistler, Polyteistler,
Henoteistler ve Kathenoteistler[9] çoğunluktaydı.
Buna rağmen aşırı uç olarak kabul edilen syncretism’e[10] dayalı inanç
ödevleri de uygulanmaktaydı.
Günlük yaşamda insanlar arasındaki yazılı ve
sözlü iletişim içerisinde inanç sapkını, Heretik kavramının bir
karşılığı yoktu. Çünkü gösterişsiz ve birçok parçadan oluşan tinsel değerleri
arasında ortodoks (tek gerçeklilik) teorilerin ancak asgari düzeyde yer
aldığını belirten Altındal, anlamlandırılamayan olaylar karşısında duyulan
iptidai korku anlamına gelen supertitio kavramının, toplumun alt
kesimlerinde etkili bir rol oynamasına rağmen, imparatorluğun religio’sunun
toplumsal katmanlar ve sınıflar arasında daha güçlü bir düzenleyici ve
birleştirici olduğunu da sözlerine eklemiştir.[11] Yurttaşların
inandıkları düzinelerce tanrı, tanrıça ve onlara ilişkin dinsel törenler vardı.
Onların tanrıları kendilerine hizmet etmeleri için yurttaşlara hizmet
veriyorlardı. Ancak günün birinde bir tanrıyı kifayetsiz bularak oturduğu
yerden alaşağı edivermek ya da bereketsiz bir tanrıçayı daha etkili olacağı
varsayılan bir başkasıyla değiştirmek, görülmeyen bir olay değildi. Dini
olmayan manevi aktörler arasındaki Roma modus vivendi’si[12]
mümkün görünen çatışma ve gerilimleri önlemek için kurulmuştu ve üniter tek
tanrıdan kaynaklanan hoşgörüsüzlüğü kabul etmemekteydi. Kent merkezlerinde
düzenlenen çeşitli şenliklerde, panayırlarda ve eğlencelerde kehanetler
dinlemeyi ve yorumlar yapmayı çok severlerdi ama sadakat yeminleri ve münacat
duaları onlara uygun değildi. Tanrılarını, tanrıçalarını ve tapınaklarını
seviyorlar, onlarla içli dışlı olmaktan mutluluk duyuyor hatta belki de onlara
tapıyorlardı, ama Romalıların hiçbiri kaderini ilelebet Tek Tanrı’nın ellerine
vermeyi düşünmüyordu. Altındal, tanrı(lar)ın mı insanı yoksa insanın mı
tanrıları yarattığı şeklindeki sorunun küçük bir azınlığı oluşturan bazı
münevver insanların meselesi olduğunu, İmparatorluğu oluşturan tüm halkın böyle
bir problemi olmadığını belirtiyor. Ayrıca bunun gibi kurgusal konular onların
ünlü kurallarını da değiştirmiyordu: İnsancıl olan biziz; çünkü biz
Romalıyız.[13]
Romalılar, felsefede
Gnostikleri, Septikleri (kuşkucular), Epikürcüleri (doyumcular) ve Platoncuları
izliyorlardı. Fikirlerini beyan ederken öğreti buyurucu ya da dediğim dedikçi
olmamaya itina gösterirler, her zaman akla uygun olan sonuca ulaşmayı tercih
ederlerdi. Muhtemelen Kurtuluş/selamet mefhumu, bireysel ve maddi bir anlamı
ifade ederdi, ama kesinlikle dinsel değildi. Onların bir “Kurtarıcüya ihtiyaçları
yoktu; zaten kurtarıcı(lar) olarak varsayılmış ve kabul edilmişlerdi.
Siyasi anlamda sınıf bilincine sahip insanlardı. Çok güçlü
ve bir o kadar da uçsuz bucaksız bir imparatorluğun önde gelenleri ve tescilli
bir soya mensup olan mirasçılardı onlar. Kendileri ve tebaaları için yasa yapma
vazifesi üstlenmiş olanlar da onlardı. İster maddi olsun ister manevi, her
şeyin yönetimine ve hep son sözü söyleme hakkına sahip olanlar onlardı.
Sonradan gelenler onlara “pagani” dediler ve günümüze dek kendilerine
verilmiş olan bu adla tanındılar. Çağdaş Avrupa uygarlığının temellerini
atanlar onlardı.[14]
Paganlar geniş topraklara sahiptiler ve birçok ülkeyi ve
ulusu yönetiyorlardı. Kolonileştirdikleri ülke ve milletlere kendi yaşam
üsluplarını ve ölçülerini dayatıyorlardı. Yeni alışkanlıkları, âdet ve
uygulamaları, yasaları ve yasakları aynı anda ve büyük bir hızla
yerleştiriyorlardı. Paganlara has yaşama ve yönetme şeklinin tüm ülkeleri ve
milletleri mutlu ettiği söylenemezdi. Hoşnut olmayan topluluklar arasında
Kudüs’ün ve Filistin’in Musevileri başı çekiyorlardı.
Romalıların Kudüs’ü işgallerinden sonra Kudüs
ve çevresi, Romalılar tarafından atanan valiler tarafından yönetilirdi. Bu
atanmış krallardan biri de Filistin’in Büyük Kralı diye tanınan Herod’du.
Doğuşu itibariyle Musevi olmasına rağmen Museviler, İsrail’in Tanrı’sının
Yasası’na uygun olarak tasdik edilmiş bir kral değil de işbirlikçi bir kral
olduğu için, Filistin’in gerçek yöneticileri olan Romalı paganlardan çok
Herod’dan nefret ediyorlardı.[15]
Altındal, İsrail Tanrı’sını, Kadir-i Mutlak; her zaman ve
her yerde var olan, tüm güçlerin sahibi, eril Tanrı olarak ifade eder. Bütün
gökleri ve dünyayı ve mekân içinde bulunan her şeyi Eski Ahit’te anlamlandırılan
Altı İncil Günü içinde yaratmıştı. Doğal olarak, Tanrı’nın kendisi, yoktan var
ettiği Başlangıç’ta yer almamıştı. Tanrı’yı yaratan yoktu, yani kendine özgü
zamanı ve mekânı vardı.
Kutsal Kitap’ın yedinci yaratma gününde Tanrı, tasavvuru
uyarınca kendisini Yaratılış’tan sıyırdı ve muhteşem yaratıcı etkinliğini
sonlandırdı. Yedinci günü kutlu kılıp dinlenmeye çekildi. İnsan (Âdem)
Tanrı’nın suretinden yaratılan ve ilk mübarek kılınan; Sebt’te ilk kutsanmış
olandı. Ama Tanrı’nın yeryüzündeki görevi kendi tasavvuruna göre hâlâ devam
ediyordu. Çünkü O’nun var ettiği her şey iyiydi ama mükemmel olmaktan uzaktı.
O’nun eserleri arasında yaratılış ve insanlığın kusursuzluğa ulaşma çabası
vardı ama dini yayma hizmetleri O’nun Ruh’u tarafından yürütülmekteydi. Tanrı’nın
planı, insanlığın kötü işlerinin O’nun Ruh’u ve melekleri tarafından
arındırılmasıydı. Sonradan Şeytan’a dönüşen Lüsifer bile evveliyle Tanrı’nın
bir meleğiydi. Lüsifer, Tanrı’ya isyanından dolayı O’nun inayetinden
uzaklaşmıştı.[16]
İsrail’in Rabbi’nin kesin yargıları ve hükümleri olan bir
doğası vardı. Elohim/Elaah, el Shaddai, Yahve/Sabaoth, Adonoi ve Kabalistik
anlamında Şekina gibi kimi adlarla Tanrı kendini gösteriyordu. Adını oluşturan
dört İbranice harfin Tetragrammaton’u dile getirilemez, telaffuz edilemezdi.
İbranilere On Emirinde Tanrı Adı’nın kötülenmesini ve gereksiz yere kullanımını
kesinlikle yasaklamıştı. İsrailoğulları’nın, isteyerek unutmak şartıyla, O’nun
adını sadece okumalarına izin vardı. İsrailoğulları kendilerini bildiği günden
beri, Musa’nın söylediği gibi, Tanrı’ya karşı başkaldırıcı olmalarına rağmen,
sadece başrahibin Tanrı’nın tasdik edilmiş sözcüsü olarak, ağza alınamaz ve
esrarlı adının içrek anlamını öğrenmeye hakkı vardı. Pek çok harikayı ve gizi
barındıran bu adın diğer Yahudilere hecelemesi dahi öğretilemezdi.[17]
Altındal, İsrail’in Tanrı’sının İsrailoğullarına ve özel
kulları peygamberlerine bildirdiği gibi, son derece kıskanç ve dehşet veren bir
Tanrı olduğunu belirtmiştir. İsrail’in Tanrı’sının başka tanrılara ve
kendininkilerden başka gelenek ve âdetlere tahammülü yoktu. Bütün milletlerin
Bir ve Tek Tanrı’sı olduğunu birçok kez açıkça ifade etmişti. Özellikle
paganların tanrı ve tanrıçalarını, sunak ve tapınaklarını hor görüyor ve
görmezden geliyordu. İsrailoğullarına diğer ülkelerde soykırımlar yapmalarını
emredip, bu kirli işi görmeleri için onları zorladı. Pagan tanrılarını tanrı
olmayan tanrılar olarak isimlendiriyordu. Bu durum İsrail Tanrı’sı için bu
tanrıların sadece ilahlar olarak var olduğunu göstermekteydi ve onları
lanetlemek gerekiyordu: Putları ve simgeleri doğru yoldan sapmışların
işaretleriydi. İlahi olana değil, “Kötülükler Ülkesi”ne aittiler.[18]
Tanrıları, İsrailoğullarını kendisi seçmişti. Tanrı’nın
kendisinin kutsal olması onları da kutsal hale getiriyordu. Tanrı, kutsal bir
kavim olmak için çok küçük ve güçsüz olmalarına rağmen, birçok kavim arasından
İbranileri seçmişti.[19] Altındal’a
göre İsrail’in Tanrı’sı tümüyle ayrıştırıcı ve farklılaştırıcı bir “Tanrı”dır.[20]
Bir Yahudi’nin günlük yaşantısı Tanrı tarafından kesin
olarak ikiye ayrılmıştır: İlahi alan ve haram alan. Musevi yaşamının, tarihinin
ve siyasetinin tek yapımcısı ve tasarımcısı İsrail Tanrısının kendisidir. O’na
ters düşen her türlü insan yapısı karar ve hüküm, Tanrı’nın Yasası’yla
çelişmese dahi, dışsal ve dinden bağımsız görüşler sayılırdı.
Musevi zorunlu olarak tanrısına tapınmaktansa O’na sadık
kalmaya alışkındı. Diğer taraftan kültür, yapısı itibariyle insanı güzel olana
tapmaya çağırıyordu. Ancak bu çatı altında teolojik ve uygulama anlamıyla kültüre
ve başka kavramlara yer yoktu.
İsrailoğullarından O’nun işlerini
yorumlamaları değil, her şeyi yapan Allah’ın işini bilmeleri isteniyordu.
Tanrı’nın işlerini yorumlamak “Tabir Allah’a mahsus olduğundan” fesat
sayılmaktaydı ve böylesi fesatlar Musevilerle Tanrı arasına nifak sokardı.[21]
1.1.3.
Paganlık ve
Museviliğin Karşılaştırılması
Pagan yaşam tarzı
herkesçe bilindiği gibi, sonsuza dek bağlayıcı kehanetler, sınırları kesin
olarak belirlenmiş bölümler, emirler ve semavî düzenlemeler altında devam
etmiyordu. Altındal ise, Paganların düşünce sistemine göre her vatandaşın
yaşamının Musevilikte olduğu gibi adı anılmayan ve gözle görülmeyen bir Tanrı
tarafından yönlendirilmediğini belirtmiştir. Pagan, tanrılarla iç içe ve
onların tam ortasında yaşıyordu. Ancak Yahudi sadece tanrısıyla birlikte
yaşamak üzere kendi tanrısı tarafından seçilmişti. Devlet seçtiği ve ayrıcalık
tanıdığı bir kişiliği olan Paganın aksine, kendi topraklarında sıradan bir
insan olmaya mahkûmdu. Vatandaşların tinsel isteklerine ihtimam gösteren Pagan
tanrıların aksine, İsrail’in Tek Tanrısı ne zaman isterse kulunun yaşamının en
gizli alanlarına bile hükmedebiliyor ve nüfuz 22
edebiliyordu.
Pagan tanrıları insan yapısı imaj ve nesneler, Musevilerin
taktığı adla, kötülük timsalleriydiler. İsrailliler için Tanrı, kendini
yaratmış yaşayan hükümran Tanrı’ydı, insan yapısı değildi. Musevi kendi ile
yaşayan tanrı arasında bağlantı kurarken, Pagan sahip olduğu seküler güçle
kendini özdeş duruma getirmekteydi. Pagan, her şeyin üzerinde, imparatorluğun sivil
vatandaşıydı. Dini inancıyla değil, devletine ve imparatorluğuna olan
bağlılığıyla tarif ediliyordu. Paganın bağlı olduğu tek şey imparatoruydu.
Musevi ise ismini ve toplumsal kimliğini Tanrı’yla kurduğu müttefikliğiyle
edinebilmekteydi. [22] [23]
Musevi’nin Tanrı Rab tarafından kıskıvrak yakalandığını
söyleyen Altındal, bu nedenle kendisinden O’na inanç ya da iman değil, adına
bağlılık ve yasasına sadakat beklendiğini anlatmış; ancak Pagan’ın, tanrılarla
ilişkilerinde kendini özgür ve serbest hissettiğini; bir tanrı tarafından
bağlanmış ya da tutsak kılınmış olmadığının da altını çizmiştir. Musevi,
Rabb’ine hizmet ederdi; Pagan ise dünyanın sahibi olmak için doğmuştu. Paganlar
milletlerini göklerin ötesinde bir yerlerde tahtında oturan görünmez bir
tanrının dizlerinin hizasına değil, medeniyet dünyasına doğru ilerletmekle
mükelleftiler.
Paganların büyük toprakları vardı. Oysa
İsrail’in Yasası’na göre toprak, Rabb’e aitti. Musevi, atalarının razı olduğu
Ahit nedeniyle vaat edilmiş topraklarda Rabb’inin sözleşmeli işçisi gibiydi.
Eski Ahit’in on iki kabilesi, İsrail Tanrısının Yasasına göre bizzat Rab
tarafından bir araya getirilmişti. Birlikte ama yalnız prensibiyle bir araya
getirilmiş olmalarına rağmen, bu birliktelik, paganların birliğinden farklıydı.
Pagan birlikteliğinin temelleri iktisadi, siyasal, tarihsel ve toplumsal
bağıntılarla kurulmuştu, Tanrı tarafından yapılmış yeryüzündekilerle değil.
Paganlar seküler iktidarlarıyla ve buna denk düşen yeryüzündeki servetleri ile
birleşmişlerdi. Bu nedenle de önyargısızdılar ve inanç ve geleneklerine
bakmaksızın tüm zenginlik ve kudret sahiplerine kucak açıyorlardı.
Paganlar diğer ülkeleri, milletleri ve tanrılarını bazen
diplomatik tavizler yoluyla, bazen de savaşarak egemenlikleri altına alıp
sömürgeleştirirken, Museviler ancak tanrılarıyla daha ağır hükümler içeren yeni
akitler yapmak suretiyle toprak edinebiliyorlardı.[24]
İsrail’in Tanrısının Yasasında Musevi’nin Tanrı’yla
bağlantılı olması istenirdi, religio ile değil. O, kendisi inançtı ve bu
yüzden Musevi’nin Ruh’a ya da herhangi bir şeye inanması gerekmiyordu.
Musevi’nin Rabb’la müttefikliği hiçbir zaman tapınmaya göre düzenlenmiş bir
özdeşleşme sorunu olarak görülmüyordu. Musevi’nin Rabb’iyle aynılaştırılmasına
izin verilmezdi. Bu durum ona tüm zekâsını ve kabiliyetlerini kendini Rab
Tanrı’ya karşı müdafaa etmek üzere harekete geçirme olanağı veriyordu.
Altındal, Rab ile sıradan bir Musevi arasındaki ilişkiyi, keskin bir nişancıyla
hareket halindeki hedefi arasındaki ilişkiye benzetir. Annesinin bir Musevi olması
hasebiyle Musevi, anında yıkıcı olabilen ve çok kolay öfkelenen Rabb’in
huzurunda ve tapınağında tüm insanlığın keskin zekâlı avukatı rolünü oynamakla
onurlandırılmıştır.[25]
Musevi, ruhani liderlerince hikmetiyle ve itaatiyle, yani
Logos’la Rabb’ini hoşnut edip O’ndan affedilme elde etmeye yönlendirilmişti.
İsrail’in Yasası ancak Tanrı’nın haksızlık, ihlal ve günahları
bağışlayabildiğini söylüyordu. İnsanın bunu yapması mümkün değildi. Bu nedenle
Rabb’in potansiyel yüceliğini ve kudret yetisini özümseyebilmesi için
Musevi’nin kalbinin korkuyla dolu olması gerekiyordu. Bu korku ve bu kavrayış
onu Tanrı’nın makamına yaklaştıracaktı. Musevi kutsal kitabını ibadet amaçlı
değil, iyice anlayabilmek ve inceleyebilmek için okuyordu. Oysa Paganlar için
zamanın ruhunu ve zekâsını kavrayabilmek, yani Zeitgeist, özel bir önem
taşımaktaydı. Ne var ki, İsrailoğulları için her şey Rabb’e aitti, o her yerde
mevcuttu ve kendileri yalnızca bilgelik anlamında Logos’la teçhiz edilmişlerdi.
Dolayısıyla Musevi’nin felsefi, kültik, sanatsal, ya da kültürel bilgiye
ihtiyacı yoktu. Çünkü Tanrı’nın erki insanlığın “bilme”sinin çok
ötesinde, onun gücünün çok uzağındaydı. İsrail’in Tanrı’sı aynı zamanda iyiydi
ve seçtiği toplulukla ilgilenirdi de. Musevilere göre tüm ulusların babası sayılan
İbrahim Peygamber’den bu yana, Tanrı Rab ile insanoğlu arasında bir diyalog
sürmekteydi. Paganlar için böylesi bir diyalog anlaşılmazdı. Tek Tanrı
tarafından emredilmiş bir ahit emaresi temelinde sürekli bir diyaloğu sürdürmek
ya da Tanrılara talimat vermek, kendi yaşam felsefeleri içinde onlar için
bildik bir konu değildi.[26]
Musevi, yeryüzünde var olabilmek için “oluş şekli”nin
denetimini Tanrı’ya arz ediyor ve karşılığında O’ndan bir anlaşmanın
getirilerini, bir toprak ve korunma sözünü alıyordu. İşte o andan itibaren Yüce
Efendi’ye ait bir hanenin bir üyesi ya da hizmetçisi gibi Musevi’nin hayat
tarzı, Tanrı’ya ait olmaktaydı. Çünkü İsrail evindeki üslup Tanrı/Rabb’in
başlangıçta yarattığı aile ilişkileriyle biçimlenmekteydi, devlet ya da büyük
meydanlı, her vatandaşın fikrini söyleyebildiği site ya da “polis”lerin
seküler kültürlerince değil.[27]
Altındal, Pagan yaşam tarzı ile sahibi
oldukları Musevilerin yaşam tarzının ortak paydaları olmadığını söyler. Musevi
ve Pagan çatışmalarında, genelde karşıtlıklar iki farklı hüviyetin kesin
kuralları arasında saf tutmuştur: “Bizler insancılız; çünkü biz Romalıyız” ve
“Bizler kutsalız; çünkü biz Musevi’yiz.” Bu çatışma, kıskançlık ve düşmanlıklar
herkesçe bilinmekle birlikte, durumu her iki taraf da diplomatça bir edayla
görmezden gelip gizliyordu. Anca, her iki ulus da kendilerine taraftar kazanmak
için bütün güçleriyle çalışmaktaydı ve Ortadoğu’da Paganlar ve Gentileler[28] ile
Museviler arasındaki bu gizli düşmanlık ve şiddet devam ederken, sonradan '“Bakire
Doğumu” olarak anılacak olay gerçekleşti. Bu olay otuz üç yıl hüküm süren
Büyük Kral Herod’un sondan ikinci yılında oldu. Pagan dünyaya Hristiyanlık
tarafından “Kurtarıcı Tanrı” olarak İsa’nın geldiği düşüncesini yaydığında, bu
düşünce daha önceden var olanlara, özellikle de Mitra Dini’ne dayandırıldı.
Pagan Hristiyanlar, İsa’nın doğum günü olarak Mitra’nın doğum günü olan 25
Aralığı (kış gündönümü) devralmıştı. [29]
İsa, Altındal’ın üzerinde önemle durduğu bir
konudur. Burada Altındal’ın eserlerinde İsa ile ilgili olarak verdiği bilgiler
ele alınacaktır.
Altındal, İsa’nın doğumunu geleneksel bilgi doğrultusunda
anlatmıştır. Meryem Hanna ve Yoahim’in kızıdır, Nasıra Kasabası’nda marangozluk
yapan Yakub’un oğlu Yusuf’la nişanlıdır. Fakat ikisinin birleşmelerinden önce
Meryem’in hamile olduğu anlaşıldı. Yusuf iyi bir insan olduğundan onun milletin
diline düşmesini istemeyerek, herkesten habersiz bir şekilde boşanmak niyetinde
idi. Rab duruma el koyarak rüyasında Yusuf’a görünmesi üzere meleklerinden
birine emir verdi. Melek şöyle dedi: “Sen Davud oğlu Yusuf, Meryem’i kendine
karı olarak almaktan korkma; çünkü kendisine doğmuş olan Ruh’ül-Kudüs’tendir.
Ve bir oğul doğuracaktır ve onun adını İsa koyacaksın; çünkü kavmini
günahlarından kurtaracak olan odur.”[30] Yusuf kendine söyleneni yaptı,
çünkü o itaatkâr bir adamdı. Meryem’le evli kalmaya devam etti, ama Meryem vaat
edilen şekilde bir oğul doğurana kadar onunla cinsel ilişkiden kaçındı. Çocuk
doğduğunda ise kendisine emredildiği üzere çocuğun adını İsa koydu. Artık İşaya
Peygamberin kehaneti vücut bulmuş oluyordu. Meryem’in oğlu kendinden sonraki
bütün zamanlar boyunca da bu adla tanınacaktı.”[31]
İşaya Peygamber’in Tanrı’sı, bakireden doğacak çocuğa başka
bir isim söz vermişti, Immanuel: “Bunun için Rab kendisi size bir alamet
verecek; işte kız gebe kalacak ve bir oğul doğuracak ve onun adını Immanuel
koyacak”[32] Bu durum
kehanetin bütününün gerçekleşmediğini göstermekte. Niçin Tanrı’nın tutum
değiştirerek doğacak çocuğa yeni bir ismi, İsa’yı emir verdiği Yeni Ahit’te
bulunmamaktadır. Bu şaşılası durum sonucu değiştirmemiş, Meryem’in çocuğunun
ismi “Tanrı- Bizimle(yani Immanuel)” değil, “YHVH(YAHVE) Selamet (yani İsa)”
olmuştur.”[33]
Altındal, Meryem’in kız kardeşlerinin veya yeğenlerinin
olup olmadığının Yeni Ahit’te yazılmadığını söyler. Ayrıca Meryem’in kocası
Yusuf’un daha önce evlenip evlenmediği veya altı ya da yedi evlada sahip yaşlı
bir adam olup olmadığı da kayıtlı değildir. Bu ihtimaller Yeni Ahit’te yer
almaz, ama İsa’nın dört erkek kardeşinin ismi verilir. İhtimal dâhilindedir ki,
Meryem’in kardeşi yoktu, ama ismi Elizabeth olan bir kuzeni vardı. Onunla
Meryem’in, özellikle Meryem’in gebelik döneminde sürekli birlikte oldukları
bildirilmektedir. Ayrıca Elisabeth, Bakire Meryem’in hamileliğini öğrenen ilk
aile mensubudur.[34] [35]
Cebrail, İsrail’in
Tanrı’sının kullandığı bir aracıydı. Önce kocalara korkmamaları söylenir,
ardından her biri ayrıcalıklı anlamlara sahip ad ve bir oğul müjdelenirdi.
Altındal Melek Cebrail’in Zekeriya ile rüyasında değil de tapınağın loş
ışıkları arasında tütsü yaktığı sırada konuşmasının ilginç olduğunu söyler.
Yeni Ahit’te Melek Cebrail’in altı ay sonra Meryem’i de ziyaret ettiği
anlatılır. Bir bakireye Cebrail tarafından yapılan ilk ve tek ziyarettir bu.
Tanrı’nın mesajını insanlara götürmek Melek Cebrail için doğal bir olaydı.
Ayrıca Cebrail, önce sıkıntılı kocalara görünmeye, Rabb’in talimatları üzerine,
alışkındı. Ama Melek Cebrail bir bakireye görünüp ayrıca müjde vermeye alışkın
değildi. Belki bu sebeple Melek Cebrail Bakire Meryem’e müjdeyi vermeden
35
önce korkmamalarını telkin
etmiştir.
İnanışa göre İsa’nın annesi Meryem, ya bakiredir ya da yine
bakire olmasına rağmen düzenlenmiş bir evliliğe razı olmayıp kendi eşini seçen
bir kadındır. Kötülüğünden veya hafifmeşrepliğinden değil, kendi hakkının ne
olduğunun bilincinde olan bir insan olduğu için evlenmeden anne olmuştur.
İlahiyatçı ve tarihçiler, tarihsel İsa’yı bir
çeşit incelenecek olaymış gibi görürken iman edenler için Mitolojik İsa,
değişmez ve son gerçekliktir.[36] Altındal
için, tarafsız bir tetkik için, tanımlarımıza farklı bir bakış açısı
kazandırabilecek tek İsa portresi, Yeni Ahit’teki Mesih’tir. İsa’nın bu
portresinin tarihi gerçekliği bizleri ilgilendirmektedir. Çünkü Yeni Ahit’te
okunan Mesih Hristiyan dünyasının bağlılık duyduğu tek İsa’dır. Tarihsel Mesih
değil.[37]
İsa Mesih’in çocukluğu hakkında ayrıntılı bilgiye sahip
değiliz. Ancak aktarılan ilginç bir olay vardır: “İsa on iki yaşındayken,
ailesiyle birlikte her yıl Yerüşalim’de kutlanan Fısıh Bayramı’ndan eve dönüşte
üç gün kaybolmuştu. Yusuf’la Meryem onu her yerde aramışlar ama bulamamışlardı.
Üç gün sonra Meryem’le Yusuf onu, tapınağın avlusunda, yaşlılarla konuşurken
gördüler. Luka, bu yaşlı Yahudi muallimlerin on iki yaşındaki çocuk İsa’nın
sorduğu sorular ve verdiği yanıtlardan çok etkilendiklerini belirtmektedir. [38] Meryem ile
İsa arasında şöyle bir konuşma geçmiştir: “Onu gördükleri anda şaştılar ve
anası ona dedi: Ey oğul, niçin bize böyle ettin? İşte babanla ben yüreğimiz çok
sıkılarak seni aradık. Onlara dedi: Neden beni aradınız? Bilmiyor muydunuz ki,
benim için babamın evinde bulunmak gerekti? Onlar ise kendilerine söylediği
sözü anlamadılar.”[39]
Altındal’ın yorumuna göre İsa annesiyle konuştuğu gibi bu
öğretmenlerle de konuştuysa hazır bulunanlar bu anlatım tarzından çok tedirgin
olmuşlardır. Çünkü Museviler Tanrı’nın tekil olarak ‘Babam’ biçiminde
tanıtılmasına hiç de alışkın değillerdi; baba biçimi olarak tanrı gelenek
içerisinde ‘Babam’ olarak değil, ‘Babamız’ olarak nitelendirilirdi. Ve yine
geleneklere göre tapınak Rabb’in evi idi. “Babamın evinde” Rabb’in ikamet yeri
değildi. Luka bu olayı kendisi uydurup eklemediyse, olayın taşıdığı anlam
önemlidir. Bunun gibi bir tanımla daha çocuk çağında, “Bizi bir Allah yaratmadı
mı? Hepimizin babası bir değil mi?” diyerek gelenekten açıkça ayrılmış bir
İsa’ya delalettir. Bilindiği üzere sonraları, ileriki zamanlarda İsa otuz
yaşlarına geldiğinde de, Tanrı’yı “Tanrım” olarak adlandırarak, Yahudilerin
“Tanrımız” nitelemesini inkâr edecektir. Bazı peygamberlerin Habakkuk’ta
yapıldığı gibi Tanrı’yı “Yehova, Rab, benim kuvvetimdir” veya “Kurtarıcım”
şeklinde tanımlamalarına izin verilse de, “Tanrımızın” “Tanrım” şeklinde
tekilleştirilmesi, insan benliğinde Tanrı’nın özelleştirilmesinin işaretiydi ve
herkes kesin olarak bundan men edilmişti. Çünkü bütün kavimler, her biri kendi
ilahının ismiyle yürürüz, demişti Musevi peygamberi Mika, Ruhların ve tanrılar
arasında yaşayan ve bazen onlar tarafından yardıma çağrılan “Pagan”ın aksine,
Yargıç Tanrı Musevilerin arasındaydı, hiçbir Musevi’nin özel mülkiyeti ya da
evinde değildi.”[40]
İsa’nın görevinin somut
doğasını, İsa’nın bütünsel görev karşısındaki yorumlanmış konumu
belirlemektedir. İsa’nın bütünsel görevinin ne olduğu, İsa görevini cemaate
açıkça ilan ettiği için bilinmektedir. İsa görevi itibariyle yasa ve
peygamberleri ilga etmek için değil, tamamlamak için geldiğini söylemiştir.[41] Altındal’a
göre, İsa’nın yorumlanmış konumu Musevilerin düşmanca ret ve inkârlarından
çıkarılabilir, değişken olarak İncil yazarlarının nihai gerçeklik kabul edip
sonraki kuşaklara aktardıklarından değil. İsa’nın çabalarındaki münevver konumu
bu yaklaşım aydınlatmaktadır. Entelektüel konumunu saptamanın ilk üç
değişkenini, başvurduğu
42 yöntem ve öğretisi verirken
dördüncüyü saptamak kuşağının tutumundan mümkündür.
Elbette yönetimini ve yetkesini, Musevi
yaşlıları meclisi Sanhedrin reddetmiş ve öğretisini denemek suretiyle de
zararlı bulmuştur ve yaptığı çağrı karşısında kendi kuşağının tutumu da
olumsuzdur. Doğal olarak kendi halkının dört temel değişmez üzerinden hemen
hemen tümüyle reddettiği İsa/Mesih’in ortaya çıkışı kendisini reddedenlerin
yasasının icaplarını yerine getirmek iddiasıyla olmuştu. Kendisinin son
anlarında İncil yazarlarının sözünü ettiği sözüm ona binlerce izleyici, O’nun
yanında değildi. Ve kendisinin Mesih olduğunu ilk söyleyen Şimun Petrus da
mahkûmiyetinin arifesinde, onu inkâr etmiştir, yalnızca Yahuda değil. İsa’nın
başına gelen, “Peygamberler ne kadar onları çağırdılarsa onlardan o kadar uzağa
gittiler”[42] [43] diyen
Tanrı’nın da başına gelendir.[44]
Altındal, İsa’nın iddialarını şöyle
sıralamıştır:
. za) İsa Tanrı’nın gönderdiği Mesih’tir.
b)
İsa
Tanrı’nın bir ve tek Oğlu’dur ve bununla bağlantılı olarak da, Tanrı’dır.
Bundan önce hiçbir insan veya peygamber
tarafından dile getirilmeyen bu iddialar bir araya getirildiğinde, Mesih İsa
aynı anda Tanrı ve Ruh’u vermektedir. Onun gerçekten Tanrı olup olmadığı bu
durumdan kaynaklanan yalnızca sorun değildir; asıl sorun İsa’nın insanın
şeklinde dünyada var olmasıdır. Bunun anlamı, Tanrı’nın kendini insanın şeklinde
yarattığıdır. Oysa Yasa insanın Tanrı suretinde yaratıldığını söyler.[45] İşte
bu ikilem İsa’nın sürekli kılınmış konumudur. Tanrı’nın suretinde, insan olarak
İsa yaratılmıştır; ama İsa Mesih Tanrı ve Ruh olarak, insanın suretinde
yaratılmıştır. Her iki
durumda da İsa’nın yaratılışında Benzerlik Yasası egemen
kılınmıştır. Altındal bu durumu bir gizden çok, mantıksal yanılgı olarak
nitelendirir.[46]
Musevilere göre sıradan ve ölümlü bir insanın Yaratıcı’yla
böylesine bağlantılı hale getirilmesi, Helen-Pagan “İnsan suretinde yaratılmış
Ruh” fikrini tamamen yansıtmaktadır. Pagan religio" suna ve
tanrıların Modus Operandi sine (işleyiş tarzı) bu değerler dizisi gayet
iyi uymakla birlikte, bu iddia sekülerdir ve Musevi şeriatına yabancı bir
iddiadır. Paganlar ve Gentileler için İsa’nın konumu, onu bir insan bedeninde
yaşayan İlah yapmış ve doğal olarak onlar için çok kabul edilebilir bir hale
getirmiştir. Fakat Musevilerin gözünde bu iddialar onu bir Sebt[47] bozguncusu
ve bir kâfir durumuna sokmuştur.[48]
İsa, Tanrı şeklinde yaratılmış insan olarak, bireysel
anlamda Musevi’yi İsrail Hanesinden uzaklaştırmakta, konumunu seküler hale
getirmektedir. Ve yine insan suretindeki Tanrı-İsa, otoriteyi Yasa’dan ayırmış,
bütüne ait görevini kutsal kılmıştır.
İsa, Tanrı şeklinde yaratılmış insan olarak, bireysel
anlamda Musevi’yi İsrail Hanesinden uzaklaştırmakta, konumunu seküler hale
getirmektedir. Ve yine insan suretindeki Tanrı-İsa, otoriteyi Yasa’dan ayırmış,
bütüne ait görevini kutsal kılmıştır.
Yorumlanmış konumu İsa’nın bütünsel görevinin sınırlarını
çizmektedir. Benzerlik Yasası gereğince İncil’deki konumu onu sekülerleşmiş bir
Musevi haline getirmiştir. Musevi İsa, İncil’e göre ilahi ve kutsanmıştır.
Sonradan zamanı değiştirilerek görevine İlahilik eklenmiş ve onu idealize ettirmek
için insan suretinde yaratılmış Ruh’ul-Kudüs olarak tanımlanmıştır.
Altındal, Tanrı’nın kendi görevi olan yaratıcılık
karşısındaki konumu ile İsa’nın görevi karşısındaki konumu arasında fazlasıyla
benzerlik bulmuştur. Çünkü insanlar Tanrı’nın farkına ancak yaratılma eylemi
sayesinde varmışlardır ve insan, Tanrı’yı dahi reddetmiştir. Tanrı’nın ilk
emrine uymayan ve kendisini kutsamasına karşın ona minnet duymayan Âdem
unutulmamalıdır. İsrail’in Tanrı’sı da, seçtiği halk tarafından birkaç kez
reddedilmiştir.[49]
İsa, kendisini bir “kapı” olarak tarif etmişti.
Haklıdır, çünkü Tek Tanrı düşüncesindeki çağdaş pagan düşünceler bütünü dine
bir birim olarak bu kapıdan girmiştir. Aynı kapıdan Musevi Tek Tanrı’ya mensup
tek sınıflı toplum tasarısı dışarı çıkmış ve diğer çok sınıflı cemiyetlerin
suyuna karışarak, felsefi yönü önce olan Hristiyanlık Tanrı’sı kavramının
oluşturulmasında bu yeni gelenle bağlantı kurulmuştur. Hahamların
yöneticiliğini yaptığı Musevilik, Museviliğe sonradan giren bu düşünsel öge ile
vücut bulacaktır. Devletçe temsil edilerek sınıflandırma temelinde
içselleştirilen bu ideoloji, yabancı bir öge olmasına rağmen hem peygamberlerin
hegemonyasını kesin bir şekilde sona erdirmiş ve hahamlarla politik
şahsiyetlere yol açmıştır. Altındal, İsa’nın çarmıha gerilişini izleyen on
yıllarda, adlarıyla belgelenen ilk hahamların Yahudilerin gündelik hayatlarına
girişlerinin bir rastlantıdan fazla olduğunu ifade eder. Yahveh ne yazık ki
İsa’yı ölümsüzleştirmemiştir; ancak “İnsan benzerinde yaratılmış Ruh” olarak
sonraki kuşakların belleğinde kendini ölümsüzleştirmiştir. Kendine saygısı olan
ve bütünleştirici, dürüst ve titiz bir genç adam olan İsa, takdire şayan bir
medeni cesaret simgesi ve bir ferdiyetçilik öncüsüdür. “Musevi Sokrates’i”
benzetmesi, onun yaptıkları için bir küçümseme olur. Bütünsel amacını
tamamlamak için unutulmaz ıstıraplar çekmesi ve sonunda çarmıha gerilmesi
insanları fazlasıyla etkilemiş; onu örnek bir simge olarak her zaman var olan Zeitgeist
müessesesinin yüksek mertebelerine yükseltmiştir. Tanrı’dan korkan Pagan ve
Gentileler, daha sonra bu örnek insan timsalinde acı çeken insanla eş anlamlı
hale gelmiş ve giderek ulusal ve sınıfsal fark ve engelleri aşarak bireysel
selamet ve nihai bağışlanmayla aynılaşma zeminini oluşturmuştur.”[50]
İsa, dönemin siyasetini ve ona ilişkin fikirleri bilen,
yaratıcı bir insandı. Münevver yanıyla dünyaya yönelmiş bir Musevi olarak tek
tanrı anlayışında liberal bakışın öncüsü durumundadır. İsa, Hristiyanlıkta
seküler yaşamı bizzat kendisi başlatmıştır. İlk seküler Musevi kendisidir.
Altındal: “Simgesel söylemde, eğer İsa’nın sağ elinde kutsal var idiyse,
seküleri sol elindeydi, denilebilir.” der.[51]
Son olarak Altındal dünyevileştirme
faaliyetlerini kısaca şöyle anlamlandırır: “Seküler unsurların kutsala yardımları
olmasaydı, Hristiyanlığın ekümenik bakış açıları ve amaçları çökerdi. Bugün,
Katolik Kilisesi’nin çift yönlü görevinin Hristiyan olmayan halkların İncil’e
kazanılmasıyla, bir zamanlar Hristiyanlaştırılmış ama günümüzde yeniden
Paganlaşmış[52] olan Avrupa’nın
bu soysuzlaşmadan kurtarılması için yeniden İncil’e döndürülmesi
faaliyetleriyle özdeşleştirilmiş olması rastlantı değildir.”[53]
Altındal, seküler konumunda İsa’nın dörtlü
bir değişim başlattığını söylemiş ve bu değişimi şöyle aktarmıştır: “Öncelikle
tek ulusun tek tanrısının yetkisini adem-i merkezileştirmiş ve bütün millete,
köken, ırk ya da statü ayrımı gözetmeden, her ferde ölümden sonra dirilme sözü
vererek, bu Yüce Güç’e katılma imkânı vermişti. İkinci olarak, vaadin doğasını
değiştirmişti. Ortada kutsal olan bir vaat vardı, akit ya da akitler değil. Bu
vaat İbrahim Peygamber’e özgür kadın Sara’dan olacağı müjdelenen bir oğuldu.
Yahudilerin Tanrı tarafından seçilip kutsanmalarının sebebi de bu vaat idi.
Havari Pavlus’un haklı olarak söylediği gibi, Yahudiler özgür kadının oğlu olan
İshak’ın soyundan gelmekteydiler köle kadın Hacer’in oğlu İsmail’in değil. İsa
da görevi esnasında İsrail’in Tanrısı gibi kutsal bir söz vermişti. Çünkü
Benzerlik Yasası’nın da gereği buydu. İsa bu ulusa yurt yerine, çağrılanlara
ferdi bir kıyamın sözünü vermekteydi. İsa’nın yaptığı üçüncü değişiklik, İsrail
Tanrısı’nın Ruh olarak bütünleştirilmesiydi. Böylelikle Tanrı’yla Tanrı’nın
Ruhu bizzat birleştirilmiş oluyordu ve bu özdeşliği mantıksal sonucuna kadar
götürecek dördüncü değişikliği oluşturmuş ve Ruh’taki selameti bireyde
tekilleştirmişti.”[54]
Paganlar için ise kahramanlaşmaya göre biçimlendirilmiş
“İnsanlık” fikri, merkezdeki fikir idi. Paganlar kahraman- merkezcilik
bakımından insancıldılar. Pagan tanrıları, İsrail Tanrısının da söylediği gibi
eski kahramanlar, yani insanlardı. Gentileler için Ruhlarının koruduğu kent,
merkezdeki fikirdi. Ruhlar, kent/polis yaşamını yönlendirilmekteydi. Museviler
içinse toprak vaadinde bulunan Tanrı, ana temaydı; İnsanın ve “polis”inin önemi
daha azdı. İsa’nın kehanetine göre Tek Tanrı’nın Krallığı’na ulaşabilmek için
her köşesi ruhlarla dolu olan kentin saymaca insanı, ölümden kurtarılacak yeni
doğmuş bir birey haline gelmişti. Musevilerden vaat fikri, Paganlardan otoritenin
âdem-i merkezileştirilmesi fikri alınmıştı ve Ruh’un Tanrı’yla
özdeşleştirilmesi fikri de dışsal biçimiyle Helenistik, içsel/bâtıni olarak
Zerdüştçeydi.[55]
Hristiyanlığın haricindeki her doktrini ve dini Tanrı’nın
lütfundan dışlayan öğreti, İsa’nın “Tanrı-bizimle” demek olduğunu vaaz eder. Bu
teklifin kendisi siyasetin bir tezahürüdür; öğreti olarak “Tanrı- bizimle”
teklifi Yahudi kehanetler mirasçılarına, özellikle de İşaya Peygamber’e aittir,
Hristiyan geleneğine değil. İsa kendisi de bu telakkiyle mücadele eden bir
Yahudi olmasına rağmen hiçbir zaman “Tanrı- bizimle” dememiştir. İsa elbette
kendi çevresinde bireyciydi ve bireyci tutumu savunuyordu. “Tanrı’nın
selametine bana iman aracılığıyla ulaşacaksınız” söylemi, İsa’nın öğretisinin
menzili ve kapsamını teşkil ediyordu. İsa’nın, “Bize ve biz” adıllarını sıkça
kullandığı söylenemezdi. ‘Biz’i ‘ben’de tekilleştirmek ve ‘Tanrı-bizimle’ demek
birbirine taban tabana zıt iddialardır.[56] Yani, ‘Tanrı- bizimle’,
Musevi’ce kullanımıyla ‘İçimdeki/ Bendeki Tanrı’ bütünleşmesini dışarda tutar.
‘Tanrı- bizimle’ teklifi Museviler için kuşkusuz ‘Aramızdaki Tanrı’
manasındadır. ‘Bendeki Ruh’ İsrail’in kıskanç Tanrısı tarafından anlaşılabilir
bir duyguydu ama ‘Tek İnsandaki Tanrı’ değil. Ayrıca bu söylem, polislerde ruhlarla
birlikte yaşayan Gentilelerin de bildikleri bir söylemdi. Katolik ‘Tanrı-
bizimle’ kavramını bir fikir akımı olarak Eski Ahit’ten teslim alarak onu
Hristiyan İncillerle karıştırmış, kendi gayelerine uygun bir sav haline
getirmiştir. Bunun gibi bir iş, gerçekte bir siyasal- kültürel korozyon ve
şaşırtmadır ve yüce amaçlara yönelik kutsallıkla hiçbir alakası yoktur.
İsa, bir aydın ve cemaatinden bigâne düşmüş bir Yahudi
önderdi. Siyaseten ise kararlı ve bilinçli bir otonomdu. Bu durumun hiçbir
şekilde onu devrimci yapması beklenemez, ama tam bir radikal reformcudur. İsa,
yaşadığı dönemdeki hiçbir siyasi örgütle de bağlantılı değildir. Kendi
geliştirdiği, demokratik ya da yararcı bir siyasetle alakası olmayan bir çeşit
organik siyaseti savunmaktaydı. Fanatiklik şeklindeki siyasetin kesin olarak
uzağındaydı.[57]
İsa’nın organik politikasının önemli kavramlarından ikisi
günah ve sonsuz hayat kavramlarıdır. Bu dünyadaki günahın kökeni İsa’nın
ilkelerinde, sadece kötü davranışlara ikna edici bir biçimde bağlanmıştı.
İsa’nın temel eleştirilerinin sebebi, günaha neden olan ve o dönemde yaygın
olan cemaat içi sorunlardı. Hiçbir şekilde, rejimin seküler kimliğini
değiştirmek niyetinde değildi.[58]
Seküler siyaset, Musevi yaşamına ilk kez
İsa’yla birlikte dâhil oldu. İsa’nın organik siyaseti aracılığıyla seküler
kültür, seküler siyaset ve seküler iktisat, kanallar bularak tek tanrıcı
düşünce sistemine sızdılar. Musevi tek tanrıcılığı, Nasıralı İsa’nın
politikaları ile seküler vücut üzerine temelleri atılan ve maneviyatla muhteşem
kılınan yeni bir din olma yolunda hareket etmeye başladı. Bu durum siyaseti
dinin ayrılmaz bir sabiti haline geldi. Bir başka deyişle, İsa’yla birlikte bu
dünyadaki organik günahın siyaseti, öte dünyadaki selamet yolunu belirleyen,
onu oluşturan öğe haline geldi.[59]
1.2.4.
Tanrı ile Kutsal Ruh
Arasında Aracı İsa
Tanrı doğaüstüdür çünkü yaratıcılık sıfatı vardır. Kutsal
Ruh’un özel görevi de inanışa göre işte bunun için başlamıştır. Tanrı’nın
emrettiği güzelliğe doğayı ulaştırmak, Kutsal Ruh’un görevidir. Kutsal Ruh’un
özel görevi Hristiyanlık kiliselerinin inandığı dogmaya göre, hala işlemektedir
ve bitmemiştir. Nasıl ki kâinattaki her nesne için kendi doğasına uygun bir
başlangıç oluşturmak Tanrı Baba’nın özel görevi ise, her nesne için, kendi
doğasına uygun bir son oluşturmak da o zaman Kutsal Ruh’un özel göreviydi ve bu
görev hâlâ devam etmektedir. Çünkü başlangıcı olan her şeyin tabi olarak bir de
sonu olmak zorundadır. Kutsal Ruh ile Tanrı arasındaki vasıta ise İsa’dır.
İnsan ve insanlık da dâhil, bütün yaratılmış Başlangıç’tan Son’a,
mecburen birlikte yaşar. İsa, semavi anlamda Başlangıç ya da Son’dan
ziyade, beşeri Hayat’ı başlangıçtan sona doğru yönlendiren bir aracı
olarak Yeni olanın temsilcisidir. İsa dünyanın başlangıcı(Alfa) ve
sonu(Omega)’ydu. İsa’nın kendisinin evveli ve nihayetini olmamasının sebebi
yaratılışın içinde akıl olarak bizzat Baba’yla birlikte olmamasına rağmen
kendisinin Tanrı’nın mutlak mekânında yer almasıdır. Bunun için de Tanrı’ya
imanı sağlayarak doğru Son ’a götüren doğru yolu öğretmek, İsa’nın
görevi haline gelmiştir.[60]
İnanca göre İsa, bağımsız zaman içinde
Yaratılış’ın aktif başlangıcı ve Tanrı’nın aracısıdır.
İsa, Hristiyan inancında Tanrı’nın münasip gördüğü Son’a
doğru açılan, yine Tanrı’nın uygun görüp görev verdiği geçittir(çıkış). Bu
kapıdan birey yalnız başına geçer. Bireyin seçimi kendini bu uygun kapıya, yani
uygun Son’a ulaştırır. Kutsal Ruh’ça simgelenen bu uygun son sayesinde
insan Tanrı’ya ulaşır; çünkü Kutsal Ruh ’un varlığının sebebi bireyi bu uygun
sona hazırlamaktır. Hristiyan Gnosis’indeki Tanrı’nın teslis fonksiyonu temelde
Helenistik diyalektiğin bir yansımasıdır. Kesinlikle tek olan Tanrı ve
tamamlayıcı olarak Kutsal Ruh vardır. İsa ikili doğasıyla ikisinin ortasında
yer alır. Hem özelin simgesi hem de genelin simgesidir İsa. Biçim ve içeriktir
ayrıca. Başlangıç ve Son’un kendine has muhtevasıyla mekân ve
zaman içinde genel görünüşü temsil eder; Tekil Tanrı’nın tümel görünüşü ise
Kutsal Ruh. Tektanrıcı Hristiyanlığın ilahiyatında Tanrı tekil, onun tezahürü
olan Kutsal Ruh ise küllidir.[61]
İsa’yı Tanrı’nın insana benzer şekilde yarattığı tek oğlu
olarak düşündüğümüz zaman özel içeriğe, ‘Tanrı benzerinde yaratılmış’ insan
olarak düşündüğümüzde genel biçime ulaşırız. Hristiyan dogmasında İsa’nın mekân
ve zaman birliğini ikili doğasıyla temsil ettiğine inanılır. İsa bu çelişkiyi,
mekânın (içerik) ve zamanın (biçim) kişileştirilmesi olarak kavradığımız
takdirde, bir anlamsızlık ya da düşünülemez olarak dışlar. İsa’nın hem
Tanrılığı hem de insanlığı, mekân ve zaman içinde Tekil Tanrı’nın içerik ve
biçimi, ‘Ben’ ve ‘İm’ (olmak) olarak algılandığında bir çelişki olarak
görülmemektedir. Antik Mısır’da, Greklerde ve Roma’da insanın Tanrılaştırılması
veya Tanrı’nın insanlaştırılması bilinen bir uygulamaydı.[62]
İsa, ezeli ve ebedi hayatın temsilcisi olarak zamana, ezeli
ve ebedi hayatın kapısı olarak ise mekâna tekabül eder. Ancak Yahudilik
arasında ezeli ve ebedi yaşama sahip insan fikri, yabancı ve dışsal bir tezdir.
Oysa Grek ve Romenlere göre ise bu durum tamamen olası bir durumdur. Bu kuram,
sonraları Hristiyanlığın bir dogması haline gelmiştir.
İsa düzenlemek için var olmamıştı, kurmak için gelmişti.
Ebedi hayatın tüyolarını veriyordu. Kendi sözlerinin sonsuza dek yaşayacağını
ve bu dünyada her şeyin geçici olduğunu, söylemişti.
Kutsal Ruh ruhun yok olmasını değil, kıyamı temsil eden
Uygun Son’u tesis etmeye çalışmaktadır. İçtenlikle ve içinde hiçbir ukde
olmaksızın Doğru Kapı’dan (İsa) geçen insan, öldüğü an, yeniden günahsız bir
çocuk gibi doğacaktır. İsa dirilişin, diriliş ezeli ve ebedi yaşamın ön
koşuludur. [63]
Altındal, Museviler için sıradan bir insan olan İsa’yı,
Tanrı’nın gücünden ve kudretinden korkmamak ve O’nu taklit etmek, O’na, Rabbe
meydan okumakla itham ettiklerini belirtiyor. İsa, Musevi yaşam tarzını farklı
hale getirmiş ve yarattığı bu fark onun kimliğinin özelleşmesini sağlamıştır.
İsa kendisini dünyaya gönderen Tanrı’nın yolunun insanları
esenliğe ulaştıracak tek yol olduğunu kanıtlamak için öldü. Mesih İsa’nın
başına gelenler dini söyleyişlere konu olan öbür dünyada değil, yaşadığımız
maddi dünyada, İsrail’in şu anda bile sorunlu olan topraklarında gerçekleşti.
Tüm İbrani- Musevi tarihi içinde kendi hayatı ve çalışmaları üzerinde bireysel
yönetim hakkı iddiasında bulunan ilk insan İsa’dır. Aradaki Sanhedrin’ce
yürütülen mutlak otoriteyi usta hamlelerle saf dışı bırakarak Tanrı’nın
hâkimiyeti anlayışına uyumlu, insanın kişisel otoritesini gün yüzüne
çıkarmıştır.[64]
İsa tarafından oluşturulan hoşgörüye erişkin insanın Kilise
içinde yeni özgürlükleriyle çok kısa bir hayatı oldu ve kısa zamanda bu insan
tipi unutuluverdi. Kilise tarafından Tanrı’ya yorumlatılmış Nasıralı İsa,
kurumsallaştırılmış bir Tanrı’dır ve gerçekte, eskiden güçlü bir kent devleti
olan Papalık Devleti’nin Tanrısı olarak bir ve tek sözel hülyayı simgeler.
Altındal, İsa’nın kilisenin kendi menfaatleri doğrultusunda
kurgusal plan olarak yeniden meydana getirdiği bir gölge oyununun baş oyuncusu
yapılmış olan İsa’dan başkası olmadığını belirtmiş ve ateistlerin şu uğursuz
reddiyesiyle konuyu noktalamıştır: “İnsan insanın tanrısıdır.”[65]
1.2.5.
Siraç’ın Oğlu İsa’dan
Nasıralı İsa’ya
Museviler için İsa Samarityalılara benziyordu, ama Gentile
ya da Pagan gibi değildi. Örneğin Sebt gününe uymamak bir Gentile uygulamasıydı
ve Tanrı’nınkilerin yanı sıra Sezar’ın haklarını kabul etmek de kesinlikle
seküler ve özde Pagan bir iddiaydı ve Roma’daki yasal ve nizami kavrayışa
uygundu.[66]
Altındal, İsa’ya Pagan ya da Gentile damgasının
vurulmayışının nedenini ahlaki ve etik yorumlarıyla kendisinden önceki
entelektüel İsa arasında oluşturduğu paralellikle ilişkilendirir.
Altındal’ın belirttiğine göre, İsa’nın kilisesini kaya
üzerine inşa etmeye karar vermesiyle, I. Makabeler’de sözü edilen hain
Yahudilerle İsa’nın münevver konumu arasındaki asıl benzerlik meydana gelir.
Öncelikle İsa’nın yapmayı planladığı kilise, bulunduğu mekân itibariyle Yahudi
Tapınağı’nın inkârı demekti. İsrail’in Tanrısı, hiç kuşkusuz ilk Hristiyanların
ev kiliselerini ikamet etmek açısından kutsal bulmayacaktı. Ayrıca Musevi
inancında tapınağı ilk meydana getiren de bizzat Tanrı’ydı. Tanrı’nın
gönderdiği Mesih ve insan suretinde yaratılmış Tanrı’nın bir ve tek oğlu olan
İsa’ya iman, kilisenin işareti olan kaya ile şekillenmiş oluyordu. İlk
Hristiyanların kurdukları bu ev kiliseler Yahudilerin gözünde Gentile
stadyumları ya da Pagan gymnasiumları’ndan (okul) daha değerli değildi.[67]
Sonunda İsa’yı hunharca katlettiler. Ancak Rab Tanrı bile
Musevi Haggadah’ına (folklor) göre birçok güçlü bir rakip karşısında kendini
güçsüz hissetmişti. İnanışa göre Tanrı olarak görülen İsa da kudretli Yaşlılar
Meclisi Sanhedrin karşısında kendini bir kez aciz hissetti. Seküler tarafın en
güçlü temsilcisi Pilatus dışında hiç kimse ona yardım elini uzatmadı. İncil
yazarı Yuhanna’nın Musevilerin ağzına yerleştirdiği sözlerden anlaşıldığı
kadarıyla o güne dek hiç kimse İsa kadar cesaretle ve duyulmadık sözlerle
konuşmamıştı.[68]
İsa, Musevilerce tutuklandıktan sonra kısa bir sorgulamanın
ardından Musevi toplumumun hükümdar ihtiyarlarından oluşan bir kurul olan
Sanhedrin tarafından ölüm cezasına çarptırıldı ve hemen ertesi gün dönemin
valisi olan Pilatus’a teslim edildi. İsa, küfür suçunu işleyip Tanrı’nın adını
lekelemekle suçlanmıştı. İsa’yı Yasa’ya göre dünyevi bir güce teslim etmesi
gereksizdi çünkü bu din içi temel bir konuydu. İsa’dan sonra İstepan’a
yaptıkları gibi taşlamak suretiyle İsa’nın da yaşamına son verebilirlerdi.
Sanhedrin’in bir Musevi’yi cezalandırmak üzere seküler otoriteye başvurma
girişiminin dini nedenlerle alakası yoktu ve bu girişim tamamen siyasal bir
hamleydi. Kendisinin de belirttiği gibi İsa, devlete ya da Sezar’a karşı bir
başkaldırının önderi değildi.[69]
Seküler yetki organının İsa’yı aklamasında şaşılacak bir
şey yoktu. Pilatus, İsa’nın tamamen kıskançlık nedeniyle baş kâhinlerce
cezalandırılmaya çalışıldığını biliyordu.[70] Hem Pilatus hem de
karısı[71], tabiri
caizse İsa’yı ipten almak için çok çabaladılar.
İsa’nın iddia ettiği gibi ilahi olduğuna ve hatta Tanrı’nın
oğlu olduğuna elbette seküler iktidarın temsilcisi Pilatus inanmıyordu. Ama ona
saygı duyduğu ve amacının kutsal olduğunu kabul ettiği aşikârdı. O da işin
içinden çıkamayarak İsa’yı, aralarında bir tartışma geçmiş olan Atanmış Kral
Herod’a devretti. Herod, İsa’dan şikâyetçi değildi ve hatta hoşnut olduğu da
söylenebilirdi. İsa’yı suçlamak için o da bir sebep bulamıyordu; o da İsa’yı
Pilatus’a geri gönderdi. Böylece İsa en başta seküler otorite tarafından, sonra
da Yahudilerin atanmış kralı tarafından suçsuz bulunmuştu. Paganların seküler
iktidarının ya da Musevilerin kararı mahkûmiyet ve ardından ölümdü. Pilatus
çaresizlik içinde son sözlerini söyleyip bir çanak suyla kalabalığın önünde
ellerini yıkadı: “ Ben bu salih adamın kanından biriyim, bunu siz düşünün.”
Bütün kavim cevap verdi: “Onun kanı bizim üzerimize ve çocuklarımızın üzerine
olsun!” [72]
Ama Pilatus kendinden
beklenmeyen bir hamleyle Musevilere sarsıcı sondan hemen önce bir oldubitti
yaptı. Dinsel cürüm Museviler tarafından politik bir problemmiş gibi
gösterilerek çarpıtılmıştı. Kendisinin din dışı sivil ve dünyevi fikirleri olan
Pagan Vali Pilatus kendisine getirilen alana geri gönderdi. Sözcüğün gerçek
anlamıyla onayladığı İsa’nın Musevilerin kralı olma iddiasını, bir duyuru yazıp
askerlerine çarmıhın üzerine asmalarını söyledi. ‘Musevilerin Kralı, Nasıralı
İsa’ 73
denmekteydi duyuruda.
Pilatus’un bu sorgulama sırasında takınmış olduğu tavır ve
sergilemiş olduğu siyasi deha sonraki dönemlerde Museviler açısından büyük
sorunlar ortaya çıkardı. Öncelikle Pagan yöneticisi, Musevilerin kararı
doğrultusunda çarmıha gerilen Nasıralı İsa’yı, Musevilerin Kralı ilan etmişti.
Pilatus, İsa’nın görevini yasal bir hamle haline
getirmişti. İsa’yı, kendisini yapmış olduğu itirafı da dikkate alarak, Herod’un
yapacağı hamleyi izledikten sonra, tanımsal olarak Musevilerin Kralı ve Mesih
ilan etti. Böylelikle mevcut iktidarın İsa’nın ilahi görevine itirazının
olmadığını halka göstermeyi amaçlıyordu. Seküler iktidarın, Musevi olmayan
nüfusun, kutsal veya suçsuz olarak kabul ettiği ya da hoş gördüğü bir davranış
şekli; Sanhedrin’in ve seçkin Museviler’in gözünde canice ve kabul edilmez
bulunmaktaydı. Eğer dünyaya yönelmiş Musevilerin ilki olarak bir ruhban olmayan
İsa’yı varsayarsak, o zaman Pilatus besbelli ki bu kutlu misyonun kentsel
(Gentile) ve kırsal (Musevi) günlük yaşam tarzına yön veren din eksenli siyaset
sisteminde yarı yasal bir yürütüm haline gelmesini sağlayan ilk Pagandır.[73] [74]
Altındal’a göre, belli ki İsa, yaşadığı coğrafyadaki
siyasetin bazı baş aktörleri arasındaki siyasal güç gösterilerine kurban
gitmiştir. Kendisini ortadan kaldırmak için tasarlanmış bir komploya kurban
gitmediği açıktır.[75] Yeni Ahit’e
göre İsa her şeyi biliyordu ve kendi sonunu da görmüştü. Yabancı dünyevi
kültürün bir elemanı olan komplo teorisi bu hikâyeye sonradan eklenmişti,
öğretilerini komplo teorileri üzerine temellendirmek, büyük Musevi
peygamberlerinin töresinde yoktu.
Altındal, İsa’nın bilinçli olarak hareket ettiğini
belirtiyor. Bulunduğu kehanetlerinin gerçekleşmesinin, gerçekleşecek bir
komploya ihtiyacı yoktu. Kehanetleri ve kendi kaçınılmaz sonu iç içeydi. Yani
kendi kendinin kararını yine İsa’nın kendi veriyordu. Falcılar veya büyücüler
gelecek hakkında öngörülerde bulunarak komploların haberini verebilirler ama
Büyük Musevi peygamberlerinin kutsal ön deyişleri komplo üzerine kurulmaz.
Komplo teorisi, Yeni Ahit derleyicileri tarafından İsa’yı daha masum göstermek
amacıyla eklenmiştir. Bu kuram ile kendilerinin İsa’yı kavrayış tarzlarıyla,
Tanrı’nın Bir ve Tek Oğlu’na, dolayısıyla da bizzat Tanrı’nın kendisine karşı
insan yapısı bir komplo hazırlamasının düşünülemeyeceği gerekçesiyle
çelişmektedir.[76] [77]
Bunun tersi daha da olanaksızdır: Tanrı’nın bir ve tek
oğluna karşı bir komplo düzenlemiş olması, Peter’in mektuplarından ikincisinde
aktardığı üzere: “Kitabın hiçbir peygamberliği özel bir yorumlamadan olmadığını
öncelikle bilmemiz gerekir. Hiçbir peygamberin gelişi insanın iradesiyle
olmamıştır, fakat Ruh’ül-Kudüs’ün sevk ettiği insanlar Allah’tan söylediler.”
Kendine ya da bizzat kendi oğluna karşı bir komploya ilişkin bir kehaneti
açıklayan Tanrı kelamını bir kez olarak kurgusallaştırmak şizofrenik değilse
eğer, kesinlikle sciolastik17 bir yakıştırmadır.[78] [79]
Eğer İsa, Mesih değil de
Musevilerin iddia ettikleri gibi normal bir insan ise o zaman sıradan bir insan
olarak bölgenin en büyük seküler Pagan yönetimince Musevilerin Mesih’i ve
onaylanmış kral olarak görülmüş ve kabul edilmiş oluyordu. Fakat İsa, İncil
yazarlarının iman ettiği gibi Tanrı’ysa, insanların kurmuş olduğu bir tuzağa
düşmüş olması olası değildi. Musevilerin kendisine bir tuzak kurmayacağını
vazettiğini açıkça söylemiştir. İsa’nın bildiği şeyleri anlatması ne kadar
hakkıysa, Musevilerin İsa öğretilerini reddetmeleri de o kadar yasal
haklarıydı. Musevilerin İsa’yı ağzından çıkmayan sözlerle iftiraya kurban
etmeye ihtiyaçları yoktu. İsa beklenen Mesih olduğunu, kendisine hiçbir
salahiyet verilmediği halde tam yetkili olduğunu ve olmasının hiçbir zaman
ihtimal dâhilinde olmayacağı bir söylemde bulunarak Tanrı’nın Bir ve Tek Oğlu
olduğunu iddia etmişti. Yapmaması gereken bir şey olan İsrail’in Tanrısını
özelleştirme hatasına düşmüştü. Museviler için, İsa da sıradan bir Musevi
olarak tıpkı diğer Museviler gibi Tanrı tarafından kutlu kılınmıştı, ama
amaçları kâfirce ve dehrice bulunmuştu. Seküler açıdan baktığımızda, İsa’nın
kendi değil de bütünsel
79
görevi kutsal bulunmuştu.
Tanımsal anlamıyla, İsa’nın sonunu hazırlayan şey
yaşamındaki benzerliklerdir, Altındal’a göre. Doğumu tam da Kehanette sözü
edildiği gibi olmuştu. İsrail Yasası’nda sözü edilen diğer ilk doğan Musevi
erkekleri gibi tapınağa adanmıştı. Gelenek uyarınca vaftiz edilmişti, vaftizci
kuzeni Yahya’ydı. Şimun Petrus tarafından, aklındaki Mesih şartlanmasına
benzeyen bir imge uyarınca Mesih ilan edilmişti. Aynı kehanetle anlatıldığı
şekilde, tıpkı adi suçlular gibi çarmıha gerilmişti. İlginç olan şudur ki, Yeni
Ahit’in yazarları tarafından bir kehanete dayandırılarak tanrısallaştırılmış
olan cismani Musevi İsa kendini o kehanete benzettikçe, İsrail hanesine daha
fazla yabancılaşmıştır.[80] [81]
İsa
Musevilerce tanrısızlıkla, seküler iktidar tarafındansa bir Musevi olarak
ateistlikle suçlanmış olsaydı, komplo kuramı geçerli olabilirdi. Çünkü
tanrısızlık ve 81
ateizm suçlamaları bölgede en
eski ve en geçerli olan suçlamalardı.
Evet, İsa’ya doğduktan on iki bin yıl sonra ne oldu? Bugün
inanan her insan, bu sorunun kendi imanını canlı tutabilecek bir yanıtını
taşımaktadır. İnancı bütün kimi Hristiyanlar İsa’nın kiliseden
uzaklaştırıldığını, kimileriyse günahkârlar tarafından suiistimal edildiğini
söylemektedir. Durumun ne olduğundan ziyade açık olan şey şudur: İsa, kendisine
adanmış kiliselerden hiçbirine girmiş değildir. Kimi kültler, mezhep, kilise ve
tarikat, onun sadece hikâyesini ve adını devralıp kendi menfaatleri
doğrultusunda tekelleştirmişlerdir. İsa’nın ismi ve temsil ettiği değerler,
asıl imanın savunucusu olduklarını iddia edenler tarafından çok değerli bir
sermaye yapılmıştır.[82]
İsa’nın kendisine kurulduğu iddia edilen
tuzak, o dönem yaşayan halk tarafından ifade edilmemiş, sonradan onun adını ve
görevini kullanacaklar tarafından tasarlanmıştır. İsa’yı dinin en üst düzey
yöneticileri, eğer evinde tutuklamadılarsa, mutlaka sonu olmayan bir suskunluğa
mahkûm etmişlerdir.
Musevi cemaati eşit haklara sahip bireylerden oluşmaktadır.
Bu eşitlik fikrinin temelinde, atalarının Tanrı’yla yaptıkları ahit
yatmaktadır. Başka bir deyişle, İsrail Tanrısıyla Patriyarkların yaptıkları
antlaşmaya göre eşitlenmişti. Bütün insanlık ise Havari Pavlus’a göre ilk günah
yönünden eşittiler. Pavlus, bütün insanların hep o aynı günahı işleyerek
dünyaya geldiklerini belirtiyor. İsa’ya göre, özelliklerinden soyutlanmış
Yahudi kurulu bir ahdin eşit bir üyesi ya da katılımcısı değil, Tanrı’nın
Krallığı’na aday eşit bir imanlıdır.[83]
Havari Pavlus gerçekte Anadolu’lu (Tarsuslu) bir Museviydi.
Asıl adı Saul idi. Grekçe biliyordu ve Helenistik kültür tarafından yoğrulmuştu.
Havari olmadan önce ilk Hristiyanlara işkence etmişti.[84] Helen hamurunda yoğrulmuş bir
Musevi ve önceki zamanların koyu ferisi öğrencisi, Hristiyanların katili
Pavlus, herhangi bir eğitim görmemiş alelade insanlar olan Havari Yuhanna ve
Mesih yapıcı Simun Petrus’un aksine imtiyaz sahibi bir Yahudi ailesinin iyi
eğitim almış bir üyesiydi. Pavlus (Saul) yasal yurttaşlık statüsü itibariyle
bir Roma vatandaşı, doğumu sebebiyle de bir Yahudi idi.[85]
İsa’nın bildirisindeki özgün yanı Pavlus iyi özümsemişti.
Karanlık ve anlaşılmaz temayülleriyle bu iletiyi sadece Yahudilere bir çağrı
olarak değil, Yaratılış olgusunun her şeyi kapsayan bir katalizörü olarak
anlamlandırıyordu. Çünkü İsa, Yuhanna’nın söylediği gibi, tam olarak Tanrı’ya
imanın simgesiydi. Bu nedenle „inprinciplo’ prensip olarak İsa, kavram
olarak tam imandı. Kısa bir tereddütten sonra Pavlus kendini İsa da çarmıha
gererek gideceği yolu tayin etmeye karar verdi. İbrahim Peygamber’in Tanrı’nın
arkadaşı olması ve Tanrı’yla yola çıkması gibi, Pavlus da, kendisini Baba
Tanrı’nın içinde bulmuş ve O’nun Oğlu olmuş olan İsa Mesih ile birlikte yola
çıkacaktı. Kehanetin benzerliği yasasını izleyen Pavlus, hiç görmediği,
şakirtlik etmediği, çarmıha gerilişine tanık olmadığı İsa’nın içine kendini
sokmakta tereddüt etmedi.[86]
Pavlus, Kudüs’teki Musevilerin Tanrı tarafından dayatılmış
alanlarından memnuniyet duyduklarını gayet iyi biliyordu. Onların başka bir
şeye ihtiyaçları yoktu. Fakat dönme Gentileler ile Tanrı’dan korkan Paganlar,
kendi çerçevelerini oluşturan özelliklerden dışlanmış insanlardı. Pavlus’un
düşüncesine göre onlar din alanının İncil’ine dünyadaki bütün topluluklardan
daha fazla ihtiyaç duyacaklardı. Havari bu düşünceyle yola çıkarak kendini
inanç alanının ulvi bir elçisi olarak teçhiz edip yeni bir hayat ve yeni bir
görev edinerek tüm Gentile günahkârlarını selamete davet etmek için onların
yaşadıkları Polis’e doğru yola çıktı.[87]
Pavlus, kendine güvenli, enerjik, benmerkezci ve kimi zaman
da kibirli bir adamdı. Tarih sahnesinde kendine yer bulmuş dinsel dehalardan
biriydi. Fakat çok da güvenilir bir insan değildi. Aniden din değiştirmesi
önceleri fazla anlaşılamadı; sonraları Musevi mirasından taviz vermesinin
sebebinin Gentileleri kazanabilmek için olduğundan kuşkulanıldı. Pavlus’un
ellerinde “Rab Mesih, imanla tanınacak Tanrımsan, şakirtlerinin tanıdığı ve
anımsadığı Nasıralı Peygamber’in yerini aldı.”[88]
Pavlus İsa’nın mesajını gerçekten de kendi
istediği gibi anlamış ve yorumlamıştır. Pavlus’un kuram ve teamülünde kıyam,
çarmıh, acı, iman, günah ve selamet, anahtar kelimeler haline gelmiştir.
İsa’yla eş anlamda olan İman Alanı’nı bilme, Bilme (teori) olarak
nitelendirildi. İsa’nın bedenini günah işleyenlerin kendilerini bekleyen
Kıyamet’ten muhafaza edecek olan kilise biçiminde yeniden var etmek ise yapma
(pratik) olarak yorumlamıştı. Pavlus çizdiği yolda ilerlemek amacıyla Ahit’in
işareti olan Yahudi sünnetini, Hezekiel Peygamber’in ‘Kanınızda yaşayın’[89] emrini yok
saymak ya da Yasa’yı geçerliliğini yitirmiş ve eskimiş olduğu için reddedip
yeni Tekvin için yeni bir antlaşma teklif etmekte de hiç tereddüt etmemiştir.
Pavlus da İncilci Yahya gibi Tanrı’nın Logos’una çarmıhtaki İsa’yı koymuş ve
sonradan her şeyin yaratılışındaki bir ve tek aracı olarak İsa’nın var olduğunu
ilan etmişti.[90]
1.3.1.
Pavlus’a Göre İlk
Günah
İsa, Yuhanna’nın şahitlik ettiği gibi dünyayı
kurtarmak için gönderilen bir kurtarıcı mıydı, Matta’nın söylediği gibi kavmini
günahlardan arındırmaya mı, Luka’nın iddia ettiği gibi kaybolmuşları arayıp
kurtarmaya mı, yoksa Pavlus’un benimsediği üzere tüm günahkârları kurtarmaya
mı? Bu sorular Altındal’a göre, Pavlus’un özelliklerinden soyutlanmış Yahudice
düşünüş tavrının nasıl işlediğini anlamaya yardımcı olabilir.[91]
Elbette günah, başlangıçta yoktu. Günah, altı Kutsal Kitap
gününde Tanrı’nın yaratıcılığının bir parçası olarak ortaya çıkmamıştı.
İlahiyat nazarında o günlerde günah henüz yaratılmamıştı, çünkü Tanrı’nın günah
işlemesi söz konusu olamazdı. Ayrıca din olgusu da henüz Tanrı tarafından
yaratılmamıştı. Bunun için Tanrı henüz yaratmadığı bir işlevi başka bir şekilde
devredemezdi. Âdem ve Havva iyi ile kötüyü öğrendikten sonra, bilge bir tavırla
Tanrı gibi olmak isteyerek meyveyi yediler. Tanrı onları günahkâr olarak
nitelendirmedi ve hiçbir zaman onlara günahlarını söylemedi. Aksine Rab dedi
ki: “İşte adam iyiyi ve kötüyü bilmekle bizden biri gibi oldu.”[92] Âdem ilk
buyruğa itaat etmeyerek günah işlememiş, aksine iyi ile kötüyü öğrenmiş
oluyordu.[93] [94]
Kabul görmüş ve kurumsallaşmış yorumların aksine, Âdem ve
Havva, tenkitçilik açısından Tanrı’nın makamından günahkâr duruma gelmeleri
sebebiyle değil, üremeyi öğrenmeleri sebebiyle kovulmuşlardır. Görünen o ki,
Tanrı Âdem ile Havva’nın bakire doğumu yoluyla üremesini tasarlıyordu; fiziksel
birleşme yoluyla değil, Havva’nın ruhsal bakire gebeliği aracılığıyla üreme.
Dolayısıyla Kutsal Kitap’a göre Âdem ile Havva tarafından Tanrı’nın planında
olmayan bir iş yapılmıştı. Havva dogmalarda ya da dinsel basmakalıp görüşlerde
söylendiği şekliyle günahkâr değil, bir kimlik alıcısı ve kişilik vericiydi.
Âdem’in oluşmuş kimliğinden yaratılmıştır Altındal’ın belirttiğine .. 94
göre.
Tekvin’de günahın bir kişilik problemi olarak şekillendiği
ve temelde bir kimlik sorunu olmadığı vurgulanmalıdır. Havva’yla birlikte Âdem
şahsiyet olarak rol eylemini edindi. Âdem’in Havva’yla birbirini tamamlayıcı
olarak oluşturduğu birlik, Âdem’in kişiliğini ve rolünü biçimlendirmişti.
Dolayısıyla adamın kişiliği, ayrışma üzerine temellenmişti, kimliğin farkı
üzerine değil. Altındal’a göre, Eski Ahit’in yorumu erkeğin kimliğini
Tanrı’dan, şahsiyetini de kadından aldığı sonucunu doğurur.[95]
Varoluşun biçimi ve içeriği arasındaki
çelişki kişiliği şekillendirirken, kimlik, manevi varlığı görünüşten ayrı kılan
başkalaşımın şekil almasıdır. Kimlik, insanın günah işlemesine müsaade eder,
yani seçim yapabilme gerçekliği kazandırır. İnsanın Tanrı katında hatalı olarak
görülme hakkı vardır, ayrıca yoldan çıkabilir de. Ama günah insanın kişiliği
tarafından işlenir. Beden halindeki insan bilmeyle başlar. Kimlik duyar ve
algılar ama akıl yürüten ve algılananı bilen kişiliktir. İnsan ne yaptığını
bilerek gündelik günahlarını işlemektedir.[96] [97]
Musevi, gündelik
hayatında korku ve anlayışla yaşar, günahla değil. Çünkü Musevi ferdiyetine ve
kimliğine günah yeteneği eklenmiş değildi. Musevi’nin kendi tanrısı tarafından
seçilmiş olması, onun özel statüsünü oluşturmuştur. Aynı Tanrı, onun kimliğini
de ilahi kılmıştır. Pavlus Hristiyanlığında olayın şekli bu değildir. Bütünün
kurtuluşundan ziyade her Hristiyan’ın bireysel kurtuluşundan söz etmiştir.
Günahın bütüne ait olması da bireyselleştirilmiştir. Eğer bireyin günahı
olmazsa bireyin selameti de olamaz. Hristiyanlıkta toplumun ve din adamlarının
günahın tekil doğası ve manasıyla daha az ilişkilendirilmiştir, asıl ilişki
kentsel ve sivildir. Yahudi ananesine göre tüm insanlık bir günahın cezasını
çekmez, günah işleyen ruh kendi cezasını kendi çeker. İsa, Hristiyan dogmasına
göre kendi bireyselliğinde günahsızdır. Çünkü İsa Tanrı olarak günahı
oluşturamazdı; kendisi bütün günahkârların günahlarını toplayarak bu günahlar
için acı çekmiş ve bütün insanlığın günahlarının bedelini canıyla ödemişti.
Günah, İsa için bir kişilik problemiydi, kimlik problemi değildi. Ancak Pavlus
günahı kimliğin bir işareti olarak ilan ederek bu noktayı gözden kaçırdı.
Pavlus, Âdem ile Havva’nın işledikleri varsayılan günahtan ötürü doğuştan bütün
insanların günahkâr olduklarını ve bu yüzden eşit ve özdeş olduklarını
düşünüyordu. Bu ilk günah, Yahudi için de Gentile için de Pagan için de
aynıydı. Pavlus günahı insanın kimliğinde, hatta doğmamış çocuklarda dahi
başlattığı için Gentileleri günahkâr ilan etme hususunda hiç
97
tereddüt etmemişti.
İsa görevini ifa ederken kentlerdeki hâkim ahlaki yasalar,
Gentilelerdeki vicdani yasalardan ibaretti. Ancak Yahudiler bu durumun
dışındaydılar. Fayda gözetilerek sivil ve kentsel kıymetlerce şekil almış olan
Gentile vicdan yasasına göre kimse günahkâr değildi. Sivil Gentilenin düşünce
sistemine Hristiyanlık tarafından, Pavlus eliyle, tüm insanlığın günahından
bireye indirgenmiş günah yerleştirildi. Böylece günah insanlığın tüm duygu,
düşünce ve hareketlerini yönlendiren ortak sistem haline geldi Pavlus’un
oluşturduğu kurallar, Gentilenin kendini doğuştan günahkâr hissetmesine sebep
oldu. Temiz bir vicdan Pavlus için yeterli değildi ve insanı masum kılmıyordu.[98] Pavlus kendi
hürriyetine başka bir vicdan tarafından hükmedilmesini kabul etmiyordu. Bunun
için Gentile ve Paganların selamete ulaşmaları için önce günaha ihtiyaçları
vardı. Bu yeni öğretiye göre Gentile, çarmıhtaki İsa gibi acı çekmeli ve başka
bir hayata vaftiz olarak başlamalıydı.[99]
Musevi günah işleyince ya Rab tarafından cezalandırılıyor
ya da bağışlanıyordu. Bu yolların dışında başka bir yol yoktu. Pavlus ise
Musevi inancına yeni bir yolu daha ekledi. Bu yol ıstırap çekmekti. Musevi
hayat felsefesindeki varlığı sürdürebilme güdüsü ile hayatta kalma isteği
sebebiyle kişinin başka insanların günahları sebebiyle suçlu sayılması ve
ıstırap dışlanmaktaydı. Museviler, diğerlerinin günahları için acı çekmeyi
istemezlerdi.[100]
Musevilikteki kutsanmışlık ve günahın şekli, Gentile
Hristiyanlığının yayılmasıyla hazin bir şekilde değişmeye başladı. Matta’nın da
söylediği gibi belli ki İsa, kavmini günahlardan kurtarmak için gelmişti, Ancak
Pavlus’n iddia ettiği gibi İsa bütün günahkârları değil, Birinci Ahit’le
bağlantılı olanları kurtaracaktı. Ahit’le bağlantısı olmayanlar zaten günah
işleyemezlerdi de. Ahit’e bağlılığı olmayan Gentilelerin söz verilen mirası
alabilmek için günaha girme hakları yoktu. Çünkü Yakup günahın işlendiği
takdirde bağışlanacağını da müjdeliyordu. Yeni Ahit’te günah, yasayı reddetmek,
mutlak güce başkaldırmak ve otoriteyi küçümsemek olarak açıklanmıştır.
Gentileler ve Paganların otorite ve yasayı oluşturan kendi manevi ve ahlaki
yönetmelikleri vardı. Yürekleri sünnet edilmemişti ve Ahit işaretini taşımıyorlardı.
Bu dünyadan olan bir vicdan yasasıyla yönetiliyorlardı.[101]
Pavlus, bu sorunla fazlasıyla meşgul olmuştur. Bu sorunu
kendisi gibi muhtedilerle ve dostlarıyla birçok kez tartışmıştır. Helen
diyalektiğe uygun olan ama Musevi geleneğe uygun olmayan bir tartışma yöntemi
kullanmıştır. Sonunda günahı Havva’ya dek taşıyıp, Siraç’ın kitabında olduğu
gibi, tüm insanlığa mal etmeye karar vermiştir. İnsanın var olduğu söylenen bu
günah karşısında affedilebilir bir yanı yoktu ve ayrıca kimse tam doğrucu değildi.
Artık geçmişte yaşamış ve gelecekte var olacak bütün insanların ortak paydası
bu günah idi. Tüme paylaştırılan bu günahtan sonra yeni bir adım olarak bu
günahın Gentilenin his dünyasının derinliklerine yerleştirilmesi gerekiyordu.
Pavlus dehası, bu sorunu çabucak halledebilmeliydi ama bu o kadar da kolay
olmadı.[102]
Gentilenin de Paganlar gibi toplumsal sınıf bilinci vardı.
Zenginlerin fakirler gibi aynı ilk günaha sahip olacakları düşüncesi onları
huzursuz ediyordu. Yazgı, Gentileler için Tanrı’nın bile tabi olduğu, tüm
varlıkların ortak paydasıydı. Günahın bu kavramın yerine geçmesi elbette çok
zor olacaktı. Pavlus, Yazgı’nın egemenliğini zayıflatmak ve hatta onu yok
edebilmek için eski bilgilerini kullandı. Hileli mantık oyunları onun
tartışmalarındaki başlıca aracıydı. Pavlus için İsa’nın nasıl doğduğunun ya da
nasıl vaftiz edildiğinin hiç bir önemi olmadığı gibi İsa’nın Ferisilerin
sahtekârlığını şiddetli bir şekilde eleştirmesinin de hiçbir önemi yoktu.
Pavlus, tek tanrıcılık kronolojisindeki ilk kayıtlı çifte standartçılığı hileli
mantık yardımıyla yaratan isim oldu.[103] Pavlus vicdani temizliğin
insanı masum yapmadığı gibi kendisi gerektiğinde masum olduğunu kanıtlamak için
kendini vicdanen gerçekten temiz dindar bir adam olarak tanıtmaktan hiç utanç
duymuyordu. Altındal, Bazılarını kurtarayım derken herkesin her şeyi oldum[104] mantığı
güden Pavlus’un anakronik bir çağrışımla günümüzün bukalemunvari ilkesiz
politikacılarına benzetilebileceğini söyler.[105]
. zPavlus Tanrı’nın önceki kelamını değişmemekle beraber İsa’yı,
sözünü ettiği Patriarkların Tanrısı gibi sadece canlıların tanrısı değil[106]; hem
dirilerin hem de ölülerin tanrısı yapıvermişti. İsa’nın söylemlerinin aksine
insan suretinde yaratılmış Tanrı Oğlu şeması, Pavlus’un kelamı ve kalemiyle bir
Aracı Tanrı ve kozmopolit bir insan benzerinde yaratılmış ruha dönüşmüştü. [107]
1.3.2.
Pavlus’un İman
Siyaseti
Altındal, Pavlus’un misyonunda pragmatik ve
gerçekçi davrandığını söyler. O’na göre Pavlus, işinin rastlantılara kalmasını
istemiyordu. Örgütleme işinde mahirdi. Bir Roma vatandaşı olarak diğer
yurttaşları gibi o da kendine miras kalan seküler kudretin gayet iyi
farkındaydı. Kendini tehlikede hissettiğinde, intikal eden seküler unvan ve
standartları öne sürerek korunmaya çalışıyor ve esas düşünce ve inançlarını
perdeliyordu. Yaşamındaki böylesi kritik anlarda karşısındakileri ruhsal beyin
yıkamalarla huzursuz etmemeye özen gösteriyordu.[108]
Pavlusu’un misyonu ile politika görüşü aynı
paralellikte ilerler. Pavlus diğer havarilere göre dinsel yönüyle değil de
ideoloji yönüyle ön plana çıkar. Kendini gerçekleştirme isteği ve amaçlarına
ulaşma arzusu imanını aşıyordu. Pavlus bir görev ve işlev adamıydı. Ama kimi
yazarların iddia ettikleri gibi bir muhbir ya da bir Roma ajanı değildi.[109]
Pavlus’un politik anlamda yapmış olduğu iki hamle,
onu döneminin siyasi dehalarının en üstünü haline getirir. Öncelikle Pavlus,
Rabb’i Mesih İsa’nın yapmış olduğu gibi, mutlak güç ve kudretin sahipliğini
Musa Yasası’ndakinden farklılaştırmıştır. Ancak Mesih’in aksine bu uygulamasına
rağmen uzun süre canını korumayı başarabilmiştir.[110]
Pavlus’un Musevilerle dini yönden mücadele
etmişti, seküler yönden değil. Bir Ferisiler Ferisisi ve Yahudi ve olarak
Sanhedrinlerin Yasa’ya uyan bir çözüm kararında ısrar etmeleri gerekirdi.
Kendisi bunun yaratacağı kötü sonuçları bildiği için reddetmiştir. Roma
vatandaşı kimliğiyle ve kendini suçlayan herkesi atlatarak adil bir karar için
seküler makama, bizzat Sezar’a müracaat etmiştir. Ve seküler iktidarın onun
masum olduğuna hükmetmesi şaşırtıcı değildir. Seküler merci, kökeni bakımından
tamamen Yahudi dini ile ilgili bir konu için Pavlus’u ölüme mahkûm etmeye gerek
duymamıştır.[111]
İkinci
olarak otoriteyi kiliseyle birleştirmiş ve Yahudi Yasası’nın elinden almıştır.
Gentilelere ilgilendiren bütün mevzularda söz sahibi olmayı ve onları ikna
etmeyi 112
başarmıştır. Altındal bu durumu
çok ilginç bulduğunu belirtmiştir.[112]
Sünnet ve helal
meselesiyle ilgili Musevi- Hristiyanlarla [113] Pavlus arasında çıkan
çatışmada, Pavlus, Kudüs Kilisesi’nin haşmetli başı ve İsa’nın kan kardeşi Yakub’a
müracaat edip onu kendi tarafına çekmeyi başarmıştı. Pavlus, Gentilelerin
sünnet olmasının zoraki olmadığı için Musevi Yasası’nın bazı maddelerine riayet
etmelerinin gereksiz olduğunu öne sürüyordu. Kendi iddialarıyla tam zıt olarak
duran kiliseye rağmen Pavlus yetkin bir gövde gösterisinde bulunarak, Yakub’u
kendi safına çekmiş ve onun onayını alıvermişti. Başlangıçta tamamen yalnız
olmasına rağmen mücadeleyi kazanan kendisi olmuştu. Eline geçirdiği bu yetki
ile Gentile namına acı ve günah kavramlarını düzenleyip yine Gentile adına
karar verme makamı haline gelmişti. Pavlus, İsa’nın canı pahasına yarattığı
özgün düşünce, Pavlus’un tarafından mühim bir politik araç haline getirilmişti.
Pavlus zorda kalınca, görevini bir bütün olarak kutsallaştırıyor ve kendi
konumunu da hemen dünyevi bir hale sokuyordu.[114]
Altındal, Pavlus’un hali
hazırdaki Gentile siyasetine göre; hem manevi hem de seküler elemanları olan
bir dini temellendirip kuran biri olduğunu ifade eder ve Pavlus’un amacını
şöyle özetler: “Bu dünyaya ait siyasi konularda seküler, öte dünyaya ait iş ve
çabalarınızda ruhani olun.”[115]
Pavlus’un Romalılara
göndermiş olduğu mektubunun kendinin devlet anlayışı hakkında kesin yargılar
içerdiğini belirten Altındal, Pavlus’un siyaset alanında uyguladığı manevraların
sonraları, özellikle ilk 200 yıl içinde, kilisedeki yöneticilerce taklit
edildiğini ve böylece bu yöneticilerin dinsel problemleri seküler iktidarla
çelişiyor olsalar dahi seküler mahkemelere götürmekten çekinmediklerini
söylemiştir.[116] [117]
Havari Pavlus, Mesih ve
Rab olarak İsa’yı bir Tanrı olarak Gentilelere sunmuş ve kendi imanını kendine
adeta bir meta haline getirmiştir. Çünkü diğer havari ve şakirtlerin alelade
insanlar olması hasebiyle onların elindeki İsa mesajları kendine yeterli ve
tutarlı bir politikadan yoksun kalıyordu. Bu durumu dâhiyane bir biçimde
keşfeden Pavlus yeni dinin temellerini attı. Bunu ancak bu tutkulu ve
Helenistik dalaşma sanatı erbabı gerçekleştirebilirdi ve yeni dinin politik
gövdesini anlamlandırma yolundaki muazzam çabalarıyla bunu başardı. Altındal,
Galatyalılara hitaben mahkûm edici bir üslupla yazılan meşhur mektubun,
Pavlus’un kilise kurma politikalarını tek eline alma uğrundaki kararlılığını ve
kendi İncil yorumunu açıkça sergilediğini iddia eder. Tıpkı İbranilerin kanun
koyucusu Musa gibi, Pavlus da, “polis”in topluma mal olmuş tarihi, iktisadi ve
kültürel kuralları gereğince Yahudiler için bir yasa bozucu ve
117
Gentileler
için bir iman yapıcı oldu.
Pavlus, Yazgı hakkındaki var olan fikirleri de
değiştirmiştir. Pagan-Helenistik Yazgı anlayışının yerine kesin arınma olarak
İsa’ya iman etmeyi yerleştirmeye çalışmıştır. Tanrı’dan korkan, mühtedi bazı
toplulukların dışında, Gentileler için Yazgının güç ve yargısı o kadar
kesindi ki, yerleşmiş inanca göre tanrılar dahi Yazgının gücünden
kaçamazlardı. Gentileler için görünen tek yazgının karşılıksız teslimiyet ve
Rab olarak İsa adlı yeni bir Tanrı’yı işaret eden Pavlus tarafından kurtarılmak
olması, Altındal’a göre belki de kaderin garip bir cilvesidir.[118]
İsa için kilise iman etmişler topluluğuydu. Diyordu ki:
“İki veya üç kişi nerede benim ismimle toplanmış olurlarsa, ben orada, onların
ortasındayım.”[119] Yani nerde
iki ya da üç kişi varsa orası kilise haline geliyordu. Pavlus’a göre kilise
ise, otorite ve mezhep paylaşımı gereğince Hristiyanların hayat koşullarına yön
veren ve giderek vaatlerde bulunan en son otorite makamı haline dönüştü. Yeni
Ahit’te başrolde Mesih’ten sonra Pavlus yer alır. Yeni Ahit’te ondan fazla bahsedilen
yoktur. Düşünce ve eylemleri İncil’dekilerinkinden daha fazla yer
kaplamaktadır.[120]
Altındal’a göre Gentile Hristiyanlarından Pavluslaştırılmış
Hristiyanlar olarak söz etmek, yanıltıcı olmayacaktır. Çünkü Pavlus’un
tohumları, düzgüsel değerlere sahip bir politika ve ıstırap ve günahta tasarruf
savıdır. Pavlus kendisinin de belirttiği gibi ancak altı-yedi kişi vaftiz
etmiştir. Yine de Gentile cemaatler yeni dindeki kanun ve düzenlemelerini kendi
toplumsal-siyasal standart ve anlayışlarına göre şekillendirmiştir. Böylece
Pavlus Kilisesi Öğretmen İsa’yı kendi tekeline almış, bundan sonra onu hayret
verici tarifler çıkmazlarına sokarak dibi olmayan bir kuyuya göndermiştir. Din
tacirlerinin eline düşen İsa, günahtan arınmanın ve imanın tek kaynağı ve
güvencesi İsa olmaktan çıktı. Bu görevi artık kilise yüklendi. Altındal’ın
deyimiyle ‘Yahveh Selamettir’ anlayışını başarılı bir şekilde, ‘Kilise
Selamettir’e çevrildi. Gerçek İsa, zamanla din tacirlerinin istediği İsa’ya
dönüştü.
Altındal, Pavlus’un da bu kadarının olmasını beklemediğini
belirtmiştir. Pavlus’un dalaşmalarda izlediği politik stratejinin, İsa’nın
“Bize karşı olmayan, bizimledir” gibi seküler iddialarının fırsatçı ve bu
sebeple de elastiki uygulamaları üzerine zekice oturtulduğunu söylemiştir.
Pavlusçu din adamlarının yükselişiyle, Gentile iyimserliği giderek yoğun
saldırılara uğramış, yerine Kültürel-Dinsel Karamsallık Çağı yerleşmiştir.[121]
İman edenlerin varsayılan Tanrı’sı, Tanrı tarafından
kavmini ve bütün dünyayı günahlardan arındırmak üzere gönderilmiş oğlu İsa
Mesih inancı, Pavlus ve takipçileri tarafından çarmıh üzerinde canice
öldürülmüş yakışıklı bir genç adama dönüştürülmüştü. Akabinde bir mucize
doğrultusunda diriltilip arkasında tarifsiz acılar bırakarak babasının yanında
bulunmak üzere göklere yükseltilmişti. Günahkârların arındırılması ve selamete
erdirilmesi görevi artık iman bekçilerinin görevi olmuştu.
Altındal son olarak “Petrus’tan korkmuyorum,
beni korkutan, sekreteri.” diğer bir deyişle, “Havari’den korkmuyorum, beni
korkutan onun vekili olan Papa’dır” sözleriyle Ortaçağ’da din adamlarının İsa
adına nasıl bir güç gösterisinde bulunduklarını özetlemiştir.[122]
1.4.
HRİSTİYANLIK VE
DÜNYEVİLEŞTİRME
Altındal, dünyevilik ile ilgili iki ayrı eğilimin varlığına
inanır. Bunlardan bir tanesi, dünyaya ait olanla dine ait olanı ayıran
bilimsel-akademik yaklaşımdır. Dünyevilik fikri asırlardır yalnızca dünyaya ait
olanı kutsal olandan sıyırmak için değil, özellikle birincisinin ikincisine
göre daha geride bulunduğunu ve ona bağımlı olduğunu anlatmak için kullanılmıştır.
Altındal, dünyevilik kipinin kutsalla karşıt olarak kullanıldığı ve
müştaklarının inanca az çok açık olduğunu, genellikle kapalı olduğu kilise ile
dinsel ve kültürel serbestliği akla getirdiğinin aşikâr olduğunu söyler. İkinci
eğilim ise dünyevileştirmeyi öncelikle Hristiyan bir fenomen olarak görür. Bu
eğilim, kutsalla dünyevi arasında bir çelişki görmeyen teologların görüşlerini
içerir. Bazı din bilimciler sekülerlik ve Hristiyanlık arasındaki belirli bir
ahenk üzerinde durarak, dünyevileştirmenin dinin bir gereği olduğu düşüncesini
savunmuşlardır. Dünyeviliğin dinin bir gereği olduğu üzerine yapılan
çalışmaların yetersiz oluşu, Altındal’ın gözünden kaçmamıştır.[123]
Yaptığı araştırmalar sonucunda Altındal, dünyevi
gerçeklerin kilisenin öğretileriyle çelişmediği hakkında çeşitli görüşlere
ulaşmıştır. Elde ettiği bulgulara göre gerçekte, kuramsal ve tatbiki dünyevi
araştırmalara ilgi duymak sadece doğru değil, aynı zamanda zorunludur. Bu
görüşlerden biri dünyevi bilim alanlarındaki rekabetin, gerçek Hristiyanlığın
ve Tanrı’nın ülkesinin yayılmasına, var olan düzenin yenilenmesine ve yaratma
eyleminin mükemmel bir hal almasına katkıda bulunacağı, o zaman, bunun gibi
mükemmel sonuçlara ulaşmak için bulunabilir araçlar kullanmak gerekiyorsa,
dünyevi araştırmalara girmenin zorunlu göründüğüdür. II. Vatikan Konseyinin,
insanların dünyevi bilim dallarında yer almalarını teşvik etmeyi önemsediğini
belirten Altındal, bu konseyin dünyevi bilim dallarındaki rekabet ve
çalışmalarla, insanların içinden iyiliğin yükselmesiyle, içten çalışma ve
emekle iyilikler oluşturulmasına izin verilerek; bireysel kültür, teknik
ustalık, Tanrı’nın planı ve onun buyruğu ışığında, tüm insanların faydasına
hizmet edebileceği inancında olduğunu söyler. Altındal, Papaların kutsal pederler
ve aynı zamanda Papalığa ait devletlerin dünyevi kralları olduklarını
belirterek Papalığın ikili bağlılığına da dikkat çekmiştir. O’na göre
Reformasyon sırasında ve sonrasında, Papalık daha fazla dünyevileşmiş, devlet
daha dinselleşmiş ve yalnızca iktidar ve fikirleri değil, önceden kilisenin
olan birçok fonksiyonu da kendi bünyesine almıştır. Bütün bu görüşlerin dışında
Yahudi- Hristiyan geleneğindeki dinle dünyevileştirme arasındaki ilişkide büyük
bir tarihsel ironinin bulunduğundan söz eden Altındal, bu görüşün tarihsel
olarak Hristiyanlığı kendi kendisinin mezar kazıcısı olarak gördüğünü belirtir.[124]
Altındal, dünyeviliğin günümüzde genellikle devlet ile
kilise arasındaki ayrımı gösterdiğinden bahsederek, eğer dünyeviliğin devletin
kiliseden ayrılması anlamına geldiği düşünülürse o halde laiklik de dinin
politikadan farklılaştırılması sürecidir, der. Öte yandan kutlu olan, kendisini
doğru gösteren bütün göstergelerden ve her fikirden daha kapsamlı olan,
idealleştirilmiş kanunlara bağlı bir mefhum gibi görünmektedir. Dünyevi, bu
dünyaya ait olarak anlaşıldığında, dünyaya ait değişimlerden, kıtaların yer
değiştirmesinden, para piyasalarından, teknoloji ve endüstri ilgili bilimsel
çalışmalardan veya dünyevi şiirden vb. bahsetmemiz mümkün olur. Ona göre katı
bütünsel devlet destekli dünyevilik denilen biçimler ve dünyevi olan insancılık
da modern dünyeviliğin çağdaş şekilleridir.
Altındal, dünyeviliğin
tarihsel ve sosyal-ahlaki köklerinin, 13. yüzyılda gerçekçilerle adcılar
arasındaki tartışmalarda yattığını belirtir. Kilise tarafından bugün Adcı Hristiyanlık olarak adlandırılanın aslında Dünyevi
Hristiyanlık olduğunu söyler. Dünyevilik 1920’li yıllarla birlikte, siyaset ve
ideolojinin hesaplaşmasına kurban gitmiş ve bazen ateizmle karıştırılmış ve bu
sebeple ana kilisenin kudretli bir düşmanı haline gelmiş, sosyalistler gibi
bütün yıkıcı grupların apaçık bir fesat çıkarma planı olarak gösterilmiştir.
Ancak kilise liderleri güç siyasetlerinde ve bütün suçlamalarında, kilisenin
üzerindeki dünyevilik izlerinden söz etmekten dikkatlice kaçınmışlardır.
Krizler sırasında kilise, dünyeviliğin, gerçek
dışılığından, gerçeğin ayrılmasını gözleyen yutucu bir boşluk olduğunu
söylemekten geri durmamıştır. Kilisede krizin çıktığı her anda, inananların
dikkatinin önderler tarafından hızlı bir şekilde dünyevilik tarafından meydana
getirilmiş zararlar diye isim verdiklerine çektiklerini belirten Altındal, eğer
dünyevi sistem kilise makamları tarafından kararlaştırılmış standartlara göre
çalışıyorsa kilisenin onu takdir ettiğini, yoksa dünyeviliği lanetlediğini
söyler.
1980’lerde Hristiyanlık yönetimi yaygın dünyevilik
biçimlerine karşı Kilise tarafından yeniden kurulmuş ve Birleşik Avrupa’ya tek
seçenek olarak önerilmiştir. Nostalji ve tasarı federatif bir birlik
anlayışındaki Avrupa uluslarının gündemine yeniden girmiş, Roma’daki Papa 2.
Jean Paul tarafından gündeme getirilen Katoliklik amacını 1990’larda Sürgün
Kiliseleri olarak adlandırılanlar kuvvetle desteklemişlerdir. Vatikan
tarafından yönetilen İncil’i yeniden öğrenme programı, dünyevi Birleşik
Avrupa’ya karşı ilerlemektedir. Birleşik Avrupa’yı yeniden Hristiyanlaştırmakta
amaçlarına ulaşmak için kilise yönetimi kendisi de dünyevi bir belge olan İnsan
Hakları Deklarasyonu’nu sıkça kullanmaktadır.
Altındal’a göre 20. yüzyılın son on yılında ruhani âlemde
gerçekleşen bu köktenci değişimler, gerçekte saçmalık ve sıkıcı konuşmaların
ötesine geçmekte ve bireyin dünyevi özel yaşamı için tehlike işaretleri
vermektedir. Altındal, 19. yüzyılın softacılığının modern maskesi olan bu yeni
tutuculuğun, kilise-devlet ayrılığının temel destekleyicisi olan muhafazakâr
politikanın yerini almaya aday olduğu kanısına varmıştır.[125]
İKİNCİ BÖLÜM
AYTUNÇ ALTINDAL’DA VATİKAN,
PAPALIK VE BAZI SOSYAL
KONULAR
Dünyadaki ekonomik, askeri ve siyasal güçler dengesinde çok
önemli bir yere sahip Vatikan, buna rağmen küçük bir devlettir. Altındal’ın
verdiği bir örneğe göre, Papa II. Jean Paul, Afganistan’a misilleme saldırısı
için harekete geçmek isteyen ABD’yi bile duraksatabiliyordu. Papa Kazakistan ve
Ermenistan’a 23- 27 Eylül 2001’de gideceğini ve bu süre içinde bölgede savaş
istemediğini ABD’ye iletmiş ve isteği kabul edilmişti. Papa, Asya ve Avrasya’ya
yaptığı bu gezilerde Hıristiyan dünyasından, bir süre için silahlı saldırı
istemiyordu çünkü üçüncü binyılda sıranın artık Asya’ya geldiğini ve bu
yüzyılda Asya’nın Hristiyanlaştırılacağını açıklamıştı.[126]
İnanılması güç, sırları, gizli geçitleri, yeraltı yolları
ve şifreleriyle Vatikan, tam manasıyla dünyanın en gizemli devletidir.
Öğretisine göre “Vatikan’da öğrenilen sırlar öbür dünyada bile açıklanmaz.”
Vatikan’ın sırlarını ifşa edenlerin kuşaklar boyu ailelerinin malları ve
canları emniyette olmaz.[127] Çünkü
Vatikan bu inanılması güç sırları barındıran, şifreleri, yeraltı yolları ve
gizli geçitleriyle, tam anlamıyla gizemli kabul edilen bir yerdir. Bu ününü de
yüz yıllarca yalnızca sakladığı sırlarının başkaları tarafından
öğrenilebilmesini engelleyerek edinmiştir.
Dünyanın en küçük, ama en güçlü devleti, Vatikan, İtalya’da
“devlet içinde devlet” statüsündedir. Yalnızca 80 dönümlük bir alanda yer
almaktadır. İstanbul’da Fener Patrikhanesi ise 144 dönümlük bir alanı
kapsamaktadır ve Aytunç Altındal’a göre o da Türkiye’de aynı Vatikan gibi
“devlet içinde devlet” olmak istemektedir.[128]
Türkiye’de Vatikan’ın adı bilinmekte fakat gerçekte ne
olduğu geniş Müslüman kitle tarafından hiç bilinmemektedir. Altındal, Vatikan’ı
en iyimser deyişle, papalarıyla birlikte anılan, Papa’nın yaşadığı yer diye
bilinen minik bir devlet olarak tanımlamaktadır. Fakat devamında ise şöyle
demektedir: “Kuşkusuz bu kısa açıklamada doğruluk payı vardır, ama çok, hem de
çok eksik bir tanımlamadır bu.”
Vatikan yeryüzündeki tek “Tanrı-Kenti” statüsünde yer alır.
Bu özelliği sebebiyle Vatikan, “Kutsal-Kent’tir. Vatikan yeryüzündeki tek
Tanrı- Kenti ve Devletidir. Bu Tanrı-Kenti, aynı anda bir “Devleti” içinde
barındırır.
Geleneksel giysileri içinde İsviçreli Katolik askerler
Vatikan’ı korurlar. Altındal’a göre, kendilerine daha fazla para veren
düşmanlara karşı bu paralı askerler, Papaya karşı ihanet edebilirlerdi.
Gerçekten de Papaları birkaç kez İsviçreli askerler ihanete uğratmışlardı.
Ancak Altındal bu ihanetlerin mahiyetinden bahsetmemiştir. Yalnızca
belirtilmesi gereken husus bu İsviçreli paralı askerler, Vatikan’a hıyanet
etseler bile Vatikan’ın hiçbir sırrı hakkında bilgi vermiyorlardı.[129]
Vatikan’ın devlet kuruluşları, bürokratları ve pasaportu
vardır. Papa’nın kendisi tarafından Vatikan pasaportu verilir. Bu pasaport kısa
ve belli süre için verilir yani geçicidir. İstediği zaman Vatikan tek taraflı
olarak bunu kaldırabilir ya da kayıtlardan hiç vermemiş gibi yok edebilir.
Hiçbir milliyet ya da ırk gözetilmeden verilebiliyor olması pasaportun
özelliğidir. Pasaport alacak kişinin Katolik Kilisesi’ne kayıtlı dindar olarak
bilinen bir Katolik olması tek şarttır.[130]
Altındal, altının
dikkatle çizilmesi gereken Vatikan’la ilgili bir özellik hakkında da bilgi
vermektedir. Bu özellik genellikle Papalık Makamıyla devlet olarak bilinen
Vatikan’ın bir ve özdeş zannedilmesiyle alakalıdır. Papa, yalnızca ve yalnızca
Vatikan’ın Devlet Başkanı’dır fakat Katoliklerin başı olarak yeryüzündeki tüm
Katoliklerin “Kutsal Pederi”dir. Kısaca bütün Katoliklerin “Devlet Başkanı
“olamaz. Bu vazifesinde Papa’nın bir başbakanı, bakanları ve bir senatosu
bulunur. Sayılanlar da dinsel yaptırımları itibariyle tüm Katolikleri bağlar
fakat bunların da siyasi yaptırımları yalnızca Vatikan’la sınırlıdır.
Katoliklere siyasi olarak bir yaptırım uygulayamaz ama dinsel bir yaptırım
uygulayabilir. Her ikisi birlikte yani siyasi ve dinsel yaptırım yalnızca
Vatikan sınırları içinde rastlanabilir. Tüm dünyadaki Katolikleri ise dinsel 131
yaptırımı bağlar.[131]
Altındal’ın Vatikan ile ilgili belirttiği bir diğer özellik
de “Curia”dır yani devlet ve siyasi erk olarak Vatikan’ın en önemli ve güçlü
kurumudur. Devlet olarak bu kurum Vatikan’ın beynidir. Vatikan’ın Anayasası’nda
Curia, şöyle tanımlanmıştır: “Papanın adına ama kiliselerin hayrına ve yararına
çalışma yapmakla yükümlü kılınmış bir kurumdur.” Curia, Kilise Kamu İşleri
Konseyi, Papalık Sekretaryası, yargı kurumlan, Katolik cemaatleri ve diğer
enstitülerden meydana gelmektedir. Curia’nın sinir sistemi Kilise Kamu İşleri
Konseyi’dir. Yukarıda sözü edilen Vatikan’ın anayasasına göre Curia,
“Dini/ruhani” bir kuruluş olarak değil, tartışma götürmez bir biçimde “Tanrı
tarafından değil bizzat insan tarafından oluşturulmuş bir birim,
“Dünyevi/Seküler” bir kuruluş olarak kabul edilmiştir. Dolayısıyladır ki, başta
diplomatik, siyasi ve ekonomik kararlarla, uluslararası ilişkileri yani Vatikan’ın
bu dünyayla ilgili tüm işleri, dünyevi olan bu yapı aracılığıyla ele alınır ve
yönetilir.[132] [133]
1605’te ilk kez Curia,
diğer ülkelerdeki Kardinal Büyükelçileriyle çalışan Devlet Bakanlığı olarak
kurulmuş. 1721’de tüm Papa Devletlerinin Başbakanlığı adı altında kendi içinde
bir mevki elde etmiştir. Papalığın Başbakanı aynı anda Dışişleri Bakanı’dır da.
Gerekli görüldüğünde Curia, Papa’nın emriyle, Tanrı tarafından öngörülmüş bir
yapı 133
olmadığı için ortadan
kaldırılabilir.
Bizzat papalar tarafından belirlenmiş üyelerden Kardinaller
Meclisi meydana gelir. Bizzat Papa tarafından hangi görevi hangi kardinalin
üstleneceği belirlenir. Kendisine “akdesleri” diye hitap edilen, Kardinaller
Meclisi tarafından ömür boyu seçilen papa, devlet başkanlığı sıfatını benimser.
Yasama, yürütme ve yargı gücü elindedir fakat bununla birlikte din gücünü öne
çıkaran her zaman görüşmeler ve seyahatler gerçekleştirir.
Vatikan’ın kendi sosyalizme karşı olsa da
ekonomi politiğiyle “Devlet Sosyalizmi”ni uygulayan da bir Kilise Devleti
olduğunu Altındal belirtir. Tarihsel, toplumsal bağlamında ise “Dogmatik-
Dinci” bir devlettir. Bu niteliğiyle de Vatikan’ın dünyada devlet çapında
örgütlenebilmiş ilk Fundamentalist Tanrı-Krallığı olduğunu ifade eder.[134]
2.1.1.
Vatikan’ın Gizli
İlişkileri
Bugüne kadar gelmiş geçmiş 264 papadan kaçının cinayete
kurban giderek kaçının eceliyle öldüğü belirsizdir. Altındal, Papalığın ve
Vatikan’ın tarihinin sayısız skandal, entrika ve cinayetle dolu olduğunu
belirtmiştir. En yakın örnek, I. John Paul’dur. Yalnızca otuz üç gün Papalık
yapabilmiştir. Altındal’a göre bu Papa, ortak girişimiyle P2 Mason Locası ve
Vatikan’ın içindeki bir “Konspirasyon=Fesat Örgütü” tarafından öldürülmüştür.
Yine Altındal’ın belirttiğine göre; gece sapasağlam yatıp sabaha ceset olarak kaldırılmak
Vatikan’da su içmek kadar tabii bir olaydır. Örneğin Amerikalıların Papa adayı
Kardinal Joseph Bernardin, 1995’te ABD’deki Yahudi Merkezi’nde yaptığı
konuşmada “Anti-semitizm Incil’den kaynaklanıyor.” deme cesaretini gösterdi ve
Katolik Kilisesi’ni eleştirdi. Ne var ki bu konuşmasından bir süre sonra
gizemli bir şekilde hastalanarak öldü![135]
Vatikan bürokrasisi bin kişiyi geçmeyen, dünyanın en
kalabalık dinsel topluluğunu 2500 işçisiyle yönetmektedir. Dünyada 1,2 milyar
civarındaki Katolik’in dinî merkezi olan Vatikan’dır fakat fizikî durumuyla
ters orantılı olarak dünya siyasetindeki ağırlığı fazladır. Altındal’a göre,
kirli işlerinde daima Vatikan taşeron kullanır ve mafyanın görevi bu kirli
işleri temizlemektir.[136] [137]
Altındal’ın belirttiğine
göre, özellikle 2. Dünya Savaşı sırasında Vatikan’ın güçlendirdiği bir
istihbarat ağı bulunur. Çeşitli ulusların istihbarat örgütleriyle birlikte
çalışan Vatikan’ın içinden kardinaller çıkmış daha sonraları bunlardan bazıları
papa oluvermiştir. Gizli istihbarat örgütleriyle içli dışlı olmuş bir kardinal
olarak tanınan 137
Papa VI. Paul örnek verilebilir.
Yine Altındal’ın verdiği bilgilere göre, siyaset âleminde
de Vatikan’ın yarı resmi, yarı gizli destek verdiği siyasetçiler ve partiler
bulunur. Örneğin, İsviçre’deki Hristiyan Halk Partisi ve Almanya’daki Hristiyan
Demokratlar çizgisidir. Vatikan’ın bu ve diğer birçok siyasi yapıyla, örneğin
işçi, öğrenci kuruluşlarıyla güçlü bağları bulunur. Ayrıca, UNESCO’da, AB’de,
“gözlemci” statüsüne sahiptir. Birleşmiş Milletler üyesi olmayan Vatikan
gözlemci üye statüsüne sahiptir.[138]
Vatikan’ın varlığının toplam ne kadar olduğu hiçbir zaman
açıklanmayan bir sırdır. Yıllık gelirleri bazı kalemlerde açıklanan Vatikan’ın
maliyesi yılda iki kez incelenir ve biraz abartılarak yaptığı açıklamalar
gösterilir fakat asla tam olarak mal varlığı açıklanmaz. Mali komisyonda
kardinaller vardır. Altındal Vatikan’ı bir bezirgâna benzeterek Vatikan’ın
daima gelirlerinin azlığından yakınmasına rağmen, ilginç bir şekilde her geçen
yıl daha da zenginleşmiş ve biraz daha fazla para kazanmış olduğunu söyler.[139] Vatikan
dünyanın en zengin devletlerinden biridir.
Altındal’a göre bu devlet hiçbir kapitalistin ya da özel
girişimcinin bahşedemeyeceği kadar katı sosyalistçe kurallarla idare
edilmektedir. Bu sebeple de Vatikan yeryüzündeki tek ve Sosyalist Tanrı Devleti
kabul edilmektedir. Sahiden de hiçbir devletin yapamayacağı bir yönetim ve
sistem anlayışı Vatikan’da yürürlüktedir. Dünyada en az ücret ve maaş alan
insanlar gördükleri işe göre burada yer alır fakat böyle olmasına rağmen bir
aksama yaşanmaz. Bine yakın kişinin yönlendirdiği bir milyar insan Vatikan’ın
emirlerine tabidir ve şartsız olarak ona bağlıdır. Dahası Vatikan’ı,
geliştirmek, korumak ve daha da zenginleştirmekle mükelleftirler. Her pazar
günü Papa’nın onlar adına yaptığı şükran duası, bu çalışma karşılığında
Papa’dan alabilecekleri tek gelirdir.[140]
Vatikan’ın doğrudan ya da dolaylı olarak yönlendirdiği veya
sahip olduğu günlük, haftalık ve aylık gazete ve dergisi, TV kanalları, radyo
istasyonu, kablonu yayını bulunur. Bütün dünyayı bir ağ gibi bu yayınlar 24
saat süreyle sarmaktadır. Vatikan’ın gelirleri başta şunlardır: Her ülkedeki
Katoliklerden kesilen Kilise Vergisi; bağışlar; aidatlar; hisse senedi- tahvil
bono gelirleri; şirket gelirleri; bankacılık ve faiz gelirleri; hediyelik eşya
satışıyla elde edilen gelirlerdir Basın yayından elde edilen reklam gelirleri
de epeyce tutmaktadır. Hristiyanlığı temsil eden kişileri, örneğin İsa’yı,
Meryem’i, sembolleri (haç gibi), azizleri pazarlayarak kazandığı kazançlar
Vatikan’ın diğer bir gelir kaynağıdır. Bu açıdan bakıldığında Altındal’a göre,
Vatikan’ın kendi dinini ve Tanrısını (İsa) en iyi pazarlayan şirket olduğu
belirgin bir şekilde görülebilir.
Vatikan’ın gelirleri yalnızca bunlar da değildir. Dünyanın
önde gelen birçok şirketinde Vatikan’ın hisseleri mevcuttur. Birden fazla
bankaya ortak olmuştur ve çeşitli ülkelerde pek çok gayrimenkulü mevcuttur.[141]
Altındal, “300 milyon nüfuslu ABD’yi yönetebilmek için
sadece Washington’da 300.000’e yakın devlet memuru bulunduğu düşünülürse daha
iyi anlaşılır” demektedir.[142] Dünyanın en
kalabalık topluluğunu, ihraç malı olarak yalnızca dua ve emirleriyle yönetip,
dünyanın en zengin devletlerinden biri olabilmesi, Vatikan mucizesi olarak
tanımlanabilir.
Vatikan bir ilacın kullanımına onay verdiğinde bunu
kullanmaya hazır bir buçuk milyara yakın Katolik vardır. Vatikan’ın evet diye
bir şeye fetva vermesi o şeyin günde 200 milyon satması demektir. Bu yüzden
papalık seçimleri çok önemlidir. ABD, Almanya, Fransa, İtalya gibi pek çok ülke
arasında Papalık seçimi için mücadele vardır. Vatikan’ın dış işlerinde kimin
papa olması gerektiğine dair büyük entrikalar, çabalar ve paralar döner.
Ayrıca Roma’nın içinde ve dışında yirmi dört yerde
Vatikan’ın binaları ve toprakları bulunur. Bunlar İtalya toprağı olarak kabul
edilse de yabancı ülke elçiliklerine benzer dokunulmazlık statüleri vardır.[143]
Vatikan’ın içinde devamlı bir mücadele
yaşanır çünkü böylesine güçlü ve zengin bir devletin başında kim olmak istemez
ki? Altındal’a göre, Vatikan’da güç ve etkileri tartışılamayacak birçok akım
mevcuttur. Bunlardan kimi “Dinsel”, kimi ise “Laik”, özelliktedir. Laikler
Malta şövalyeleri ile OPUS DEI’dir. Vatikan’ın iç çekişmelerinde ve siyasetinde
etkili olan dinsel akımlar ise Dominiken Tarikatı, Fransisken Tarikatı,
Cizvitler Tarikatı’dır. Bu akımlara ilerde değinilecektir.[144]
Altındal, Vatikan’ın hayatta kalmak için kullandığı
yöntemleri ayrıntılı bir şekilde okuyucuya sunmuş, bilginin yanında sıkça
yorumlarda da bulunmuştur. 2000 yıldır varlığını aralıksız sürdürebilme
başarısı gösteren, ender kurumlardan biri de Roma Kilisesi’dir. Hala etkili,
aktif bir kurum olan Vatikan, dile kolay, tam 2000 yaşındadır. Tarihte birçok
devletler kurulup yıkılmış, birçok hanedanlar gelip geçmiş, pek çok barış
antlaşmaları en fazla 40-50 sene sürmüştür. Bu altüst oluşların hepsinden
kendini koruyup Roma Kilisesi ayakta kalmayı başarmıştır. Roma Kilisesi üstelik
bu olayları kenarda durup izleyerek değil, tam tersine bütün bu kargaşaların en
ortasında yer alarak varlığını sürdürmüştür. Kilise hep ayakta kalmış, fakat
kaybeden tarafında devamlı başkaları yer almıştır. Ara sıra sarsılmış, bazen
yok olma tehlikesi geçirmiş, fakat 20-30 sene içinde toparlanıp yine “Süper
Güç” haline gelebilmiştir. Vatikan günümüzde de aynen bu şekilde yeniden
güçlenme dönemi sürdürmektedir. I. ve II. Dünya Savaşlarında yitirdiği
aktifliğini özellikle 1962’den itibaren yeniden kazanmak istemektedir. Aydınlar
arasında 20. yüzyıla gelindiğinde Roma Katolik Kilisesi’nin bu yüzyılı
bitiremeden yok olacağı öngörülüyordu. Vazgeçilmez sanılan görüşleri aydınların
yüzyılın sonuna gelindiğinde yel olup giderken, 21. yüzyılda Kilise’nin
dünyadaki “Dine Dönüşü” yönlendirmesi bekleniyor. Kısaca yukarıda anlatılanları
toparlamak gerekirse, “2000 yıldır Vatikan nasıl ayakta kaldı?” sorusu
Altındal’a göre, Vatikan’ı tanımak kadar önemlidir.
Roma Kilisesi’nin kendisini yönlendirmek için kullandığı
“Yöntem” Vatikan’ı ayakta tutan direklerin en güçlüsüdür. Vatikan’ı her devirde
ayakta tutmuş olan sihirli formül şudur: “Eski için yeni fikirler dene, olmazsa
yeni için eski fikirlere dön.”[145] Yenilenen
ve eskiyen dünyada Vatikan bu yöntemi aracılığıyla daima dengeyi sağlamayı
başarmıştır. Örneğin yeni fikirlerin geliştiği bir ortamda Kilise ilkin eski
fikirlerinde ısrarcı olmuş, bunun faydalı olmadığına karar verince bu kez artık
eskimeye başlamış olan bu fikirlere karşı yeni fikirleri ortaya koymuştur.[146]
Vatikan’ın “Eski”de
direnmesi zorunlu olduğu durumlarda müracaat ettiği kural ve gelenekleri, iç
yönetmelikleri mevcuttur. Örneğin, bir papa ölmeden onun yerine kimin
geçeceğini konu haline getirmek veya tartışmak, 607 yılında alınmış bir karara
göre yasaktır. Ayrıca ölümünün üzerinden üç tam gün geçmesi, bu konudan
bahsetmek için gerekli şarttır. Katolikler ancak bundan sonra konuşmaya
başlayabilir. 1390 yıllık geçmişi olan bu “eski” kural günümüzde Papa II. John
Paul’den sonra ortaya çıkan “yeni” şartlara uygulanmaya başlanacaktır. 265.
Papa’nın kim olacağı tartışması, Katolik âleminin yeni lideri, resmi olarak
Papa’nın ölümünden sonraki 4. gün başlayabilecektir. Fakat kulaktan kulağa
fısıldanan tercihler, adlar ve ittifaklar üç yıldır 147
kapalı kapılar ardında çoktan
tartışılmaya başlanmıştır bile.
Papaların ve Vatikan’ın geleneğinde siyasal manevralar için
kullandıkları ölçüttür. Papalar toplumsal-tarihsel gelişmelerle ortaya çıkan
yeni eleştirilere ve fikirlere karşı ilkin geleneksel fikirlerini savunur
görünmeye başlarlar. Bu bir süre devam eder bir sonuç alamazlarsa öne sürülen
yeni fikirleri onların gerçek savunucularından daha ateşli bir şekilde savunma
taktiğini uygularlar. Böylelikle toplumlarda bir süredir tartışılan ve artık
kanıksanmış olan seküler görüşler birdenbire “Dinsel” bir kisveye büründürülmüş
olarak sanki başından beri Kilise’nin ve Vatikan’ın görüşüymüş gibi sunulmaya
başlanır. Sonuçta daima haklı ve kazançlı çıkartılır.
Altındal’a göre papaların
başvurdukları bu yöntem onların yaklaşık iki bin yıldır egemen olmalarını ve en
gaddar krallara ya da imparatorlara karşı bile direnebilmiş olmalarını
sağlamıştır. Papaların ve Vatikan’ın kendilerine karşı direnebilmiş ya da
onları alt etmiş güçlere karşı kullandıkları bir yöntem de şu sözcüklerle
betimlenmiştir: “Affet ama asla unutma.” Vatikan kendisine şu ya da bu şekilde
karşı çıkmış olan kişi ve/veya kurumlan ya da ulusları affetmiş gibi görünür
ama asla unutmaz, fırsatını yakaladığı zaman onları cezalandırır. Buna en iyi
örnek Türkiye’dir. Papalar bir zamanlar Türk Sultanlarının neredeyse “Paralı
Askerleri” durumundaydılar. Ama zaman değişti, Türkiye “Laik” oldu ve Avrupa
Birliği’nin kapılarında yalvarıp yakarırken
148
Papalar da fırsattan istifade edip hemen
dişlerini göstermeye başladılar.[147] [148]
2.1.3.
Ateizmin Kaynağı:
Vatikan
Altındal’ın Vatikan’la ilgili dikkat çekici
tespitlerde bulunduğu bölümlerden birisi de “Ateizm-Vatikan ilişkisi”dir. Son
400 yılın ilk öncü Hristiyan kökenli ateistlerinin hep bu kiliseden
çıktıklarını belirtmiş, ateizmin kaynağının bizzat Roma Kilisesi olduğunu
özellikle ifade etmiştir. Papaz Vanini ateistliğini açıkça ilan ettiğinde ne
günümüzün modası doğa tapınıcısı yeşiller ve
çevreciler, ne Engels, ne Karl Marx, ne de Darvin’in var olduğunu ifade
etmiştir.[149]
Altındal, ateizme karşı birlikte mücadele
söylemi ile aslında Vatikan’ın İslam âlemine bir yem attığını ifade etmiş, Papa
II. John Paul’un “dürüst ateistler de cennete girer” sözü ile hem bu oltanın ne
anlama geldiğini hem de ateizmin kaynağının kim olduğunu bir kez daha açıkça
ifade etmiştir.[150]
Altındal sözlerinin devamında bu ateistlerden
adı yalnızca Vatikan kayıtlarında bulunan, adı gündelik hayatta geçirilmeyen ve
1619’da 34 yaşındayken ateizm suçlamasıyla yakılarak idam edilmiş olan böyle
bir papazın kısa bir öyküsünü anlatmaktadır:
“1585’te Giulio Cesare Vanini doğmuştu.
Cizvitlerin yönettiği okula, ailesi onu küçük yaşta göndermiş, sonra da tekrar
aynı tarikatın yönettiği okullara devam ettirmiş ve Cizvitlerin başında olduğu
Napoli Üniversitesi’ne sokmuştu. Vanini, oldukça gizemli ve çok sofu bir
tarikat olan Karmelitler’e 1603’te kabul edilmişti. Vanini, Karmelit keşişi
olarak 1606’da hukuk doktoru olmuştu. 1608’de Padua’da üstün başarısından dolayı,
1611’de Venedik’e tayin edilmişti. Bundan sonra olanlar olmuştu. Karmelitlerle
1612’de bozuşan bu genç adam, İngiltere’ye gitmek zorunda kalmıştı. Burada
Vanini Hristiyanlığın Tanrısını(İsa) kabul etmediğini ilan etmiş, din ve fikir
suçlusu sayılmış ve bu görüşlerini yaymak için Lyon’a, Paris’e ve Hollanda’ya
gitmişti. 1615-1616’da yayınlanmış olan iki kitap yazmış. Özellikle ikinci
kitabı, De Admirandes’de ileri sürdüğü görüşler günümüzde kendisini
keskin ateist zanneden pek çok tatlı su entelektüelinin dudaklarını uçuklatacak
mahiyetteki görüşler içerir. Vanini, aynen, “Kendisi madde olmayan bir Tanrı
nasıl olur da maddi bir dünya yaratmış olabilir ki?” diyerek sözüne başlamış ve
eklemiş: “Sonsuz olan Madde’dir, Ruh değildir.” Benzer şekilde “Cin, peri ve
şeytanın bizzat Kilise tarafından uydurulmuş gerçekte var olmayan yaratıklar”
olduklarını savunmuştur. Vanini, papazların halkı korkutmak amacıyla böyle
yalanlar söylediklerini çünkü bedava yaşamak istediklerini söyler. Vanini,
Kutsal Kitap’taki doğuş olayıyla alay eder ve “İnsan hayvandan gelmedir, onun
ileri bir aşamasıdır, temizidir. Sizler de Doğa’dan başka hiçbir güce sakın
tapmayın. En büyük ve tek güç madde ve doğadır.” diyerek kendi görüşünü şöyle
özetler. Vanini görüşlerini
aktarmak için sonra var gücüyle Hristiyanları “Dinsizleştirmeye” kendisini
adamıştı. Vanini’nin aradan 380 yıl geçmiş olmasına rağmen söz konusu kitapları
Vatikan’ın “Yasak Kitaplar” listesindedir.
2.1.4.
Vatikan ve İnsan
Hakları Bildirgesi
IHEB (İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi), tanımsal olarak
evrensel bir bildirgedir. Hiçbir bağlayıcılığı yoktur çünkü evrenseldir. Batılı
ülkeler, Hristiyan uygarlığının ve kültürünün içinde yer alan, dünyevilik
esaslarına göre hazırlanan bu seküler standartları Hristiyan olmayan ülkelere
de kabul ettirebilmek için çalışmalar yapmışlardır. Altındal, Vatikan’ın
İHEB’yi başta halkları Müslüman, yöneticileri batılı ölçülere uygun hale
getirilmiş ülkelerin anayasalarına yerleştirmeyi ve bildirgeyi evrenselden
uluslararasına çekerek tüm ulusları bağlayıcı olmasını büyük ölçüde muvaffak
olduğunun altını çizmiştir.[151] Bu dönemde,
Avrupa Konseyi’nde, 3 Kasım 1950’de bağlayıcı olması kaydıyla İnsan Hakları ve
Ana Hürriyetleri Sözleşmesi kabul edildi. Devamında imzalanan Avrupa Sosyal
Antlaşması izledi. Böylece ilk hedefine uluslararası olan anlaşma ulaştı.
Öncelikle Sosyalist ülkelere, SSCB’nin çökmesinden sonra da Müslüman ülkelere
İHEB’in öngördüğü dünyevi standartlar İnsan Hakları başlığı altında tepeden
inmeci yöntemlerle dayatılmaya çalışıldı.
Dini olmayan Avrupa Birliği’nin kent kültürünün religio’su
olmuş durumdadır İHEB. Çok tanrılı ve toleranslı paganistik inanç
sistematiğinde religio, bilinmeyen güçlerle insanların gönüllü olarak
kurdukları manevi bağı anlatmaya verilen isimdi. Hristiyanlık, ortaya çıktığı
bu kelimenin sonuna “n” harfini ekledi. Religio, Religion oldu. Religio, bu
yeni haliyle yalnızca Hristiyanların tarzı, Hristiyanlara ait manasıyla
kullanılmaya başlandı.
İHEB’yi Vatikan ve papalık kabul etmiş ve onun hayata
geçirilmesi için yoğun çaba harcamıştır. 2. Vatikan Ekümenik Konsili’nin “Lumen
Gentium” senedinde 1964’te İHEB’ye de değinmiştir. İHEB, bu belgeye göre,
Vatikan’ın amaçlarına örtüşen, ona aykırı olmayan bir belgedir. Sonuç olarak
Vatikan, 1979’da, Papa II. John Paul ile beraber “Yeniden Hristiyanlaştırma”yı
başlatmış. Vatikan, bu amaçla İHEB ve diğer ilgili yasalardan sonuna kadar
yararlanılmasını kabul etmiştir. Papa, 1 Eylül 1980 tarihinde Helsinki Nihai
Senedi’ni imzalayan hükümet ve devlet başkanlarına bir mektup ulaştırmış ve
Vatikan’ın IHEB’nin öngördüğü tüm standartların hayata geçirilmesinde doğrudan
katkısının olacağını söylemiştir. Tüm Katoliklerden Vatikan, IHEB’de öngörülen
ilkelere uymalarını isteyebilmektedir çünkü seküler kavramı kendiliğinden
Katolik bir kavramdır. Bu kavramı tanrıtanımazlık olarak yorumlayıp seküler
hümanizm haline getirmiş olan felsefi-siyasi akım, Kilisenin karşı çıktığı 152 kavramdır, yoksa seküler kavramı değildir.
Altındal yukarıdaki kısa açıklamalarından sonra IHEB’nin
kurgusal yapısına yönelik eleştirilerini belirterek tebliğini noktalar:
IHEB, Batılı seküler güçlerin ve Vatikan’ın elinde bir
tetikçi gibi kullanılmaktadır. Çünkü Müslümanların böyle bir üst kurumları
yoktur ve coğrafya tanımadan edemezler. Vatikan da Insan Hakları ihlali anlamına
gelmese de coğrafya tanımaz ama Müslümanlar coğrafya tanımamazlık yaparlarsa
ihlal anlamına gelir. Bu sebeple IHEB’in ne oluşturulmasında ne de
uygulanışında Müslümanların hiçbir katkısı yoktur bu sebeple IHEB’in ilgili
senetlerinin yeniden okunması ve bir takım değişikliklere gidilmesi mecburidir.
Altındal’a göre IHEB’in evrensel ilkelerine Müslümanların bu eksiklikler
giderilmeden uyum sağlayabilmeleri zordur.
Altındal’a göre IHEB ve ilgili uluslararası
senetler, bugünkü haliyle yalnızca Batılı Hristiyan kulübüne çalışan seküler
belgelerdir. Bu belgeler, Vatikan’a dünyada din ve vicdan özgürlüklerini kendi
tekeline alabilme şansını vermekte ve misyonerlik alanlarını genişletme ve
meşrulaştırma imkânı sağlamaktadır. Bugünkü haliyle IHEB, Hristiyan olmayan
varlıklarını tehdit eder mahiyettedir fakat Katolik dünyasının kurtuluş
ekonomisine uygundur.[152] [153]
Altındal Avrupa Birliğini: “Türkiye, Avrupa
Birliği'ne girmek istiyor idi. Halâ da isteyenler var ama bunların oranı
2013'te yüzde beş-onlara düşmüştür.” Şeklinde ifade etmektedir. Bu görüşünü Gül
ve Haç Kardeşliği isimli kitabının son cümlesinde: “Türkiye'yi asla Avrupa
Birliği'ne almayacaklar ve Türkiye asla Avrupa Birliği'nde olmayacak, vakit
kaybetmeyin.” şeklinde dile getirmiştir. Ona göre, Türkiye Avrupa'nın
kültüründe yok, tarihinde vardır. Türkler olmadan Avrupa tarihi yazılamaz fakat
kültür olarak ikisinin arasında bir doku ve kan uyuşmazlığının var olduğunu,
Türkler „in kültürü ile Avrupa’nınkinin uyuşmasının mümkün olmadığını açıklamaya
çalışmaktadır. Ayrıca Altındal, Leon Duguit’in Yasama, Yürütme ve Yargı'nın
bağımsızlığının bir arda bulunmasının, aslında Hristiyanlığın temel itikadı
olan "BabaOğul-Kutsal Ruh" inancından ortaya çıkmış olduğu görüşüne
de yer vermektedir. Bu görüşe göre Avrupa'nın demokrasiyi kurarken, burada
aynen "Baba-Oğul-Kutsal Ruh" inancında olduğu gibi kendi dinini
gördüğünü yani Yargı, Yasama ve İcrâ'nın üçününde bir arada ama birbirinden
bağımsız olarak bulunmasını öngörmüş olduğunu açıklamaktadır. Kendi ifadesiyle:
“Türklerin dininin monolitik olması ve üçlü bir tanrı inancının bulunmaması
nedeniyle, Batı demokrasisindeki bu üçlü mekanizmanın Türkiye'ye bir türlü
uymadığını dile getirmektedir. Türklerin doksan yıldır cumhuriyet olarak bunun
mücadelesini verdiklerini, yapı olarak da İslâmî gelenek içerisinde yetişmiş
olmaları nedeniyle hep monolitik olanı, yani tevhid yolunu aradıklarını ifade
etmektedir.” Bu görüşleriyle, Türkler için olayların tevhid ve vahdet yoluyla
hep monolitik olması zorunluğu görüşünü ileri sürmektedir. Ona göre, Avrupa
Birliği ise: “Kuralları gnostik ve seküler Hristiyanlar tarafından belirlenen
masonik bir yapılanmadan başka bir şey değildir. Hattâ o kadar masonik bir
teşkilâtlanmadır ki, inşa edilen binalar bile masonik sembollere göre
yapılmıştır. Dolayısıyladır ki orada yürüyen bütün yasaların hepsi, seküler ve
gnostik Hristiyanlığın getirip koyduğu kurallardan oluşmaktadır.”[154]
Grekçe pappas kelimesinden türetilen papa (baba), “şefkatli
baba” anlamındadır. Vatikan Devleti’nin başkanı olan şahsa, Katolik kilisesinin
en yüksek ruhanî reisine verilen dini-siyasi unvandır. Katolik Hristiyanları,
Aziz Petrus ile onun halefleri olan Hristiyan önderlerini “Papa” olarak
adlandırmaktadır. Papa bu özelliği ile tüm Katolik dünyasının başpiskoposudur.
Papaların temsil ettikleri kutsal sayılan makam ise Papalık olarak
nitelendirilmektedir.[155]
Dünyadaki bütün Katolikler’in başı ve Vatikan Devleti’nin
yöneticisi dinî açıdan Papa’dır. Katolik kilisesinin cismanî ve ruhanî
liderliğini temsil eden Papa’ya bu vazifesinde kardinaller yardımcı olur.
Papayı kardinaller, kardinalleri de papa seçer.[156]
Papaların seçimi çok önemli bir olaydır. Papalığın senatosu
sayılan Kardinaller Koleji’nin üyeleri, ölen Papa’nın yerine seçilecek olan
kardinali belirler. Fakat kardinallerin bütünü bu seçime katılamaz. Genellikle
bu meşakkatli seçime dayanamayacakları gerekçesiyle yaşları 80 ve yukarısı
olanlar, oy kullanmaya çağrılmazlar. Bazı değişikliklerle Kardinaller
Koleji’nde 110 ila 120 arasında kardinal bulunur. Papaların seçimi. Papa’nın
ölümünden sonra çağrılı olan kardinaller tarafından Şistine Chapel denilen
küçük kilisede yapılır ve Papa’yı seçinceye kadar bir daha dış dünyayla
görüşmezler. Seçim bazen günlerce bazen haftalarca, hatta aylarca sürebilir.
Papa’nın seçildiği, dünyaya kilisenin bacasından tüttürülen beyaz dumanla ilan
edilir. Kararlar değiştirilemez, dumandan sonra Katolik âleminin kim seçilmişse
ona itaat etmesi gereklidir. Sadece 100 kadar yaşlı insanın verecekleri oylarla
900 milyon insana sözünü dinlettirecek olan bir lider seçilmiş olur. Papalar
ilk papa kabul edilen Aziz Peter’in vekili ve tesliste yer alan Kutsal Ruh
tarafından İsa’nın Havarilerinin en büyüğü olarak seçilir. Papa seçiminde oy
birliği değil, oy çokluğu aranır.[157]
Altındal’a göre, papalık seçimlerinde uluslararası siyaset
ve Vatikan’ın tüm iç dengeleri çok önemli yer tutar. Yukarıda bahsedildiği gibi
görünen yüzüyle papalık seçimini sadece 100 kadar insan yapmaz. İnanca göre
gerçi Papa’yı Kutsal Ruh seçer, fakat gerçekte Altındal’ın belirtiğine göre
Kutsal Ruh’un seçiminde KGB’sinden CIA’ine ve MOSSAD’a kadar bütün istihbarat
örgütleri de parmak oynatıyorlardı. Örneğin Karol Wojtyla yani II. John Paul
adını alarak Papa olan Krakov Kardinali, hiç kimsenin gözdesi olmadığı halde
papa seçili vermişti. Bu nedenle, kendisinin fevkalade bir gücü olduğu
düşünülmüştü. [158]Altındal bu
konuda okuyucularına şöyle bir açıklamada da bulunmuştur: “Papa yapıldı dedim,
papa seçildi demedim. Bunun nedeni eskiden Papa’yı krallar veya imparatorlar
atama yoluyla tahta geçiriyorlardı. Ama kurallara göre Papa’yı Tanrı’nın
havarileri aracılığıyla kardinaller seçmiş gibi sunuluyordu. Bu kural günümüzde
de geçerlidir. Papaların seçiminde hem devletlerin hem gizli servislerin hem de
bankacıların, sanayicilerin ve birtakım masonik kuruluşların parmakları yön
gösterici ve ad belirleyici olmaktadır. Ama Papayı yine kardinaller seçmiş gibi
gösterilmektedir. Tek farkla ki yaklaşık 1000 yıl önce imparatorlar kimi Papa
yapacaklarsa bunu doğrudan doğruya atıyorlardı. Kimse de ağzını açamıyordu.
Günümüzde daha demokratik manipülasyon yöntemleri kullanılmaktadır, o kadar.”[159]
Seçilen Papanın görevi Katolik geleneğinde kiliseye hizmettir.
Papa seçilen kişi ölünceye kadar bu görevde kalır fakat papalık tarihinde
istifa eden bazı papa da olmuştur.
Papa çeşitli unvanlar kullanır. Altındal’ın da belirttiği
gibi bütün dünyada kısaca Papa denilen şahsın resmi sıfatı Papa değildir. Üç
farklı sıfatı vardır sadece Papa’ya bu sıfatlarıyla hitap edilebilir.[160] İlki
bunlardan, “Supreme Pontiff’tir. Roma İmparatorluğu döneminden kalma olan bu
sıfat en üst düzeydeki ruhani önder manasına gelir. İmparatorlar o dönemde
kendilerine en yüce ruhani ve dünyevi buyurucu anlamına gelen “Pontifus
Maksimus” dedirtiyorlardı. İmparatorluk yıkılıp Hristiyanlık egemen din haline
gelince geçmişteki imparatorlar gibi papalar kendilerine bu sıfatı verdiler.
Resmi evrak ve belgelerde Papaların kullandıkları ilk sıfatlarıdır.
İkincisi papalar, “Roma Başpiskoposudurlar. 1926’ya kadar
Kutsal-Kent statüsünde olan Roma’nın başpiskoposudurlar, dikkat edilirse
Vatikan’ın değil. Özellikle Doğu ve Ortodoks Kiliseleri tarafından bu sıfatı
öne çıkarılır. Ortodokslar, Papa’ya yazılı metin göndermek istediklerinde
kendisinin değil, makamının önemli ve kutsal olduğunu vurgulama için “His
Holliness Pope” diye yazarlar.
Üçüncü sıfatı ise “Holy Father”dır(Kutsal Peder). Bu sıfat
Papaların belki de en anlamlı en eski, sıfatıdır. Hristiyanlığın ilk
yüzyılından kalma, sempati toplamak amacıyla verilmiş, siyasi ve ideolojik
değil, çok sembolik bir babalık mevkiidir Aytunç Altındal’a göre. Kutsal Peder
nitelemesi aynı zamanda Ana(Bakire) sayılan Evrensel Kilise’yle(Katolik demek
evrensel demektir.) evli oluş anlamına gelir. Diğer bir deyişle sembolik olarak
Ana’dan(Kilise) doğmadan, yani vaftiz olmadan Kutsal Baha’nın evladı olunamaz.[161]
Hristiyan olmayan siyaset ve devlet adamları için de
Papaların ayrı bir sıfatı bulunur. Örneğin Papa’ya doğrudan yukarıdaki üç
sıfatla Müslüman bir devlet adamı hitap edemez. “Your Holliness” veya “His
Holliness” demek mecburiyetindedir. Yani, temsil ettiği makamın itibariyle,
Kutsal sayılan kişi olarak tarif edilir. Aynı şekilde “Ekselans” da kardinal
büyükelçiler için kullanılır. Kardinallerin diğerlerine de “Monsenyör” denilir.
Bu hitaplar çok önemlidir. Vatikan mensuplarıyla, bunların kime, ne zaman,
nasıl kullanılacaklarını bilinmeden görüşme yapılamaz.[162]
Vatikan diye bilinen Roma Kilisesi, varlığını 2000 yıldır
sürdürebilmiş bir kurumdur. Papalık kurumu Aziz Peter ile başlamış ve günümüze
kadar devam etmiştir. Dünyada hiçbir kurum varlığını kesintisiz olarak bu kadar
sürdürememiştir. Bir papanın isim tercihi, genellikle onun önceki papalardan
hangisine yakın bir politika izleyeceğinin işaretini verdiği olarak yorumlanır.
Bu konuyla ilgili Altındal, Benedıkt örneğini vermiştir: Vatikan’ın başına
geçmiş 266 Papa’dan on altısı Benedıkt adını taşımıştır. Bunlardan ikisi hem
papa hem de aziz yapılmıştır. Bunlar II. Benedıkt(öl. 685) ve XI.
Benedıkt(1240-13O4) olarak tanınan papalardır. İlki sadece 11 ay papalık yapmış
ve İstanbul’daki İmparator onun seçimini bir yıl beklettikten sonra
onaylamıştır. İkincisi ise sadece 13 ay papalık yapabilmiştir. Benedıkt adını
taşıyan papaların ilginç bir çizgisi ya da kaderi olmuştur denilebilir.
Sonuncusu hariç diğer 15 papa toplam 73 yıl süreyle tahta oturmuşlardır.
Bunlardan 5. Benedıkt sadece birkaç ay papalık yapabilmişken 14. Benedıkt bir
“Karşı Papa”(Anti Papa) seçilmiş ve çok kısa bir süre rakip Papa olarak
saltanat sürebilmiştir. Bu on beş papadan her biri ortalama beş yıl kadar bir
süre papalık yapmıştır. Benedict ismini alan papaların geçiş dönemi papaları
olduğunu dile getiren Altındal, onların görevinin olayları örtbas etmek
olduğunu söylemiştir.[163]
Altındal Papalık’ın
modern devlet anlayışına bazı önemli katkılarının da olduğunu söylemektedir.
Daha sonraki yüzyıllarda ortaya çıkan Papalık devletleri ve Papalık yüzyıllar
boyunca diplomatik, askeri ve ekonomik dengelere ve dünya siyasetine yön
vermiştir. Papalığın günümüz dünyasına hediye ettiği en önemli tarihsel,
toplumsal gelişmelerden biri, modern veya ulus devleti fikri ve oluşumudur.
Altındal’a göre, pek çok toplum bilimci tarafından dahi bilinmez Papaların ve
onların devletlerinin günümüzde etkili olan ulus devletini yapan temel taşları
hazırlayanlar oldukları. İlk kez Papalar ve onların kilise hükümetleri, ulus
devletini ortaya çıkartan ve yaşatan kurumların tamamına yakınını bulmuş ve
tarihe aktarmıştır. Batı Avrupa’da ortaya çıkan ulus devletinin öncüsü Roma
Kilisesi’dir. Örneğin; Papa, II. Pius, egemenlik kavramını, ulusu devlet yapan
en önemli kavramı, , ilk kez formüle edip bunu hükümdarların uhdesine
vermiştir. 1453’te bu Papa, bir belge yayınlayarak İstanbul’un Osmanlı’nın
eline geçmesi üzerine egemenliğin imparatorlara ait olduğunu tasdik 164
etmiştir.16
Son olarak, Avrupa’ya, günümüz Batı Hristiyan
âleminde yer alan modern devletlerin temel esaslarını oluşturan yargı
sistemlerini; hiyerarşik yargı kurumlarını; üst mahkemeleri ve pozitif hukuku
ilk sokan yine Roma Kilisesi’dir. Daha önce ne halk, ne de krallar bu tip bir
hukuktan ve yargıdan haberdar değillerdir. Yine enteresan olan, Kilise’den
çıkma papazların ilk avukatlar olduğudur. Bunlar o yüzyıllarda kralların ve
prenslerin himayesine girerek çoğunluğu okuma-yazma dahi bilmeyen kralların
toprak bütünlüklerini ve haklarını kilise karşısındaki savunmuşlardı. Bu papaz
avukatların bilgileri ve gayretleriyle Avrupa’da ilk sınır belirlemeleri
oluşmuştu.
İkincisi tüm Avrupa’da ilk kez toplu
vergilendirme yöntemini Papalık uygulamaya koymuştu. Ayrıca tarihte ilk kez
Roma Kilisesi, elçilik ve konsolosluklar tesis etmiş, dışişleri bakanı
kullanmıştır. Matbaa ve yayıncılık alanında yine gelişmeler yaptırmışlardır.
Aynı şekilde, ilk yasak kitaplar listesini hazırlatmışlardır. Dağıtım ağları,
postacılık da ilk kez onlar tarafından kurulmuştu. İlk kez senet kullanımını
yasal faizlere uygulamış, para basımı tekniğini geliştirmişlerdir.[164] [165]
Papalığın tarih boyunca taşıdığı önemli özelliklerine
bakıldığında bunlardan birisinin siyasi otoriteye karşı din ve siyaset
boyutunda güç mücadelesine girişebilmesi olduğu söylenebilir. Siyasi
otoritenin, Papalığa “egemen” olma çabalarının, Papalık tarafından “aforoz etme”
olduğu bilinmektedir. Aforoz, dini bir kınama şekli olarak, dini bir topluluğa
mensubiyetten çıkarılma anlamında kullanılır. Tam olarak kelime “herhangi bir
kimseyi iletişimin, toplumun dışına çıkarma” manasına gelir.[166]
Altındal’a göre, aforoz, Papaların elindeki en güçlü
silahtır. Sanıldığı kadar basit bir olay değildir, aforoz edilmek. Aforoz
edilen kişi Hristiyanlıktan doğrudan doğruya atılır. “Atılırsa ne olmuş”
demeyin. Aforoz edilen kişi ilk olarak vaftiz hakkını, doğum kayıtlarını ve en
önemlisi ona verilmiş olan Hristiyan adını ve evliliğini kaybeder. Bir daha
böyle bir insanın yaşamış olduğunu kanıtlayabilmek, adı kilise kayıtlarından
silinen için olası değildir. 18. yüzyıla kadar ve günümüzde bile kilisede,
evlilik, doğum ve ölüm kayıtlarıyla beraber ayrıca tüm eğitim ve tapu kayıtları
tutulmaktaydı. Papa tarafından Protestanlığın kurucusu Martin Luther, aforoz
edilmişti. Fakat aradan yaklaşık 430 yıl geçmiş olmasına rağmen hala
affedilmemiştir. Vatikan için Martin Luther’in adı 2000 yılında bile resmi
literatürde yoktur. Çünkü aforoz edilmiş birinin adını zikretmek papanın dinsel
otoritesine karşı çıkmakla eşdeğer tutulmuştur. [167]
Papaya atfedilen bir vasıf olarak kısaca dini konularda
temel “hatalardan muafiyet” ve “hatalardan korunmuşluk” şeklinde tanımlanan
yanılmazlık doktrini, Hristiyanlığın ana bünyesini oluşturan ve müntesip
bakımından da en büyük mezhebi konumunda bulunan Katolik Kilisesi’nin bir
karakteristiğini oluşturur. Bununla birlikte bu konu diğer Hristiyan mezhepler
tarafından eleştirilen ve yeniden bir araya gelme adına başlatılan ekümenik
çalışmaların önünde aşılması en zor engellerden birisi olarak görülmektedir.[168]
Papanın inanç konularında Tanrı tarafından görevlendirilen
bir rehber ve otorite olduğuna inanmak bir Katolik doktrinidir. Çünkü
Katoliklere göre Tanrı tarafından görevlendirilen bir şahsın İncillere aykırı
hüküm ihdas etmesine Tanrı asla müsaade etmeyecektir.
1870 yılından beri Papalar özel bir yasayla
korunmaktadırlar. Papa IX. Pius tarafından, 18 Temmuz 1870 yılında tam 533
piskoposun onayıyla alınmış bir karardır. Aynı gün Katolik olmanın ön
şartlarından biri olarak ve Katolik Kilisesi’nin Dogmatik adıyla bilinen,
hiçbir itirazda bulunmadan koşulsuzca inanılması gereken yasalarından kabul
edilmiştir. Nasıl ki İsa Peygamber’in Tanrı’nın oğlu olduğuna inanmak zorunlu
ise bu yasaya da inanmak da zorunluydu. Altındal’a göre. Papa IX. Pius bu
yasayı topladığı çeşitli synodlardan geçirinceye kadar, o kadar ağır
tartışmalar yaşanmıştı ki papalık neredeyse dağılma noktasına gelmiş ve
İtalya’da istenmeyen kurum durumuna düşmüştü. Bu konuda halk papaya o denli
kızmıştı ki kemikleri başka bir kiliseye nakledilirken cenaze alayına ve yeni
papa XIII. Leo’ya taş, sopa ve çamurlar atarak saldırmış ve cenazeyi
yuhalamışlardı.[169] [170]
Bu yasaya Infallability
Yasası denir. Bu yasaya göre hiçbir papa başkaları tarafından yanıltılamaz
kendisi de yanılmaz. Altındal belirttiği üzere Papa, Katolik inancına göre,
yeryüzündeki tek hatasız insandır. Papalar hata yapmaz, isteseler de 170 yapamazlardı.
2.2.2.
Üç Çeşit
Hristiyanlık ve Haçlı Seferleri
Altındal, Hristiyanlığın üç
evreye ayrıldığını ve bu evrelerde kilisenin baskın olma çabaları sonucunda
Haçlı Seferlerinin meydana geldiğini belirtmiştir. Haçlı seferlerinin
artıklarından bakteri olarak adlandırabileceğimiz birçok gizli örgüt
kurulmuştur: “Hristiyanlık 9. yüzyıla kadar Avrupa’da üç ana başlık altında
gelişmişti. Bunlardan ilki, papaların Hristiyanlığıydı. Onların anladığı
şekilde Katolik inancını temsil ediyordu. İkincisi kralların Hristiyanlığı idi.
Bu da 4.yüzyılda İmparator Konstantin tarafından başlatılmış olan Hristiyanlık
anlayışıydı ve zamanla İngiltere’de Anglikanizm’in ve Almanya’da Protestanlığın
ortaya çıkmasına neden oldu. Özellikle de 800 yılında Frankların Kralı Muhteşem
Karl’ın Papa III. Leo tarafından dünyaya yeniden gelmiş olan Davut Peygamber
olarak ilan edilmesiyle tırmanışa geçti. Hristiyanlığın Almanlaştırılması,
kendi Pagan gelenek ve göreneklerine çok bağlı olan Almanların bu Germanik ve
Teutonik gelenekleri Hristiyanlığa aşılamalarıyla mümkün olabilmişti.
16.yüzyılda ortaya çıkan Protestanlık işte bu zor kabullenişten 171 kaynaklanmıştı.[171]
Üçüncü başlık altında toplanmış olan popüler Hristiyanlık,
Karl’ın ölümünden sonra yeniden papaların denetimine geçti ve büyük darbe yedi.
Papalar yeniden, Hristiyanları boyundurukları altına almaya başladılar. Bunu
başarabilmek için de bir dış düşman oluşturdular: Müslümanlık, Papalar Müslümanların
Hristiyanlığın baş düşmanı olduğunu ileri sürerek Haçlı seferlerini
başlattılar. Böylece Müslümanlık öne çıkarılmış, Hristiyanlığın geleneksel
düşmanı sayılan Yahudilik geri plana çekilmiş oldu. Papalar bu savaşlarda ilkin
Karl tarafından konulmuş Hristiyanların yaşadıkları topraklar anlamına gelen
“Christendome” kavramını ve sınırlarını kullanarak bunun genişletilmesi
mecburiyetine tüm prensleri inandırdılar. Ekümene kavramının kral tarafından
kullanılabilir hale getirilmiş olan şeklidir.[172] [173]
Haçlı Seferleri, Haç’ın
taşındığı, onun egemenliğinin yayılmaya çalışıldığı seferlerdir. İlk kez
İstanbul’u kuran Konstantin tarafından, din uğruna savaşa girmek kullanılmıştı.
Gerçekte ilk din savaşçıları da 4.yüzyılda İstanbul ve Anadolu’da yaşayan Hristiyanlar
olmuşlardır. Hristiyanlar, Haçın kendi başına mucizeler yarattığına,
Hristiyanların Haç taşıyarak savaşa gitmelerinin onlara zafer kazandıracağına
inandırılmışlardı. Altındal’a göre nitekim bu nedenle son derece gizli,
karmaşık 173
bilgilere dayalı örgütler kurulmuştu.
Hiç kuşkusuz Roma kilisesinin tarihi Avrupa’nın tarihi
sayılmıştır. Roma kilisesinin tarihsel, askeri, toplumsal ve kültürel
alanlardaki yüzyıllarca sürmüş üstünlüğünü anlamadan günümüzün Avrupası’nı
tanımlayabilmek ve tanımak mümkün değildir. Bu kilisede tarih boyunca hoşgörü
de, siyaset de, bilim de, kültür de, zulüm de, işkence de, hukuk da, gaddarlık
da beraber bulunmuştur. Bu zulmün kurumsallaşmış örneklerinden sadece biri de
ünlü engizisyon mahkemeleridir. Roma kilisesinde saygı ve disiplin temelinde
sevgiden çok ne yazık ki korkuyu barındırır hale gelmiştir.[174]
Altındal, Vatikan ve Papaların kuşkusuz en karanlık yüzünün
Engizisyon mahkemeleriyle 13.yüzyılda başladığını belirtmiştir. Bu mahkemeler
daha sonra Protestanlığın yaygınlaşmasıyla 16.yüzyılın ikinci yarısında yeniden
işletilmiştir. Günümüzde de varlığını değişik bir adla sürdürmektedir.
Engizisyon mahkemesinin bu günkü adı kulağa ve inananların gönüllerine hoş
gelecek kelimelerden oluşmaktadır: İman Doktrini için Kutsal Yetki Topluluğu.[175]
Altındal’a göre Ortaçağ Avrupası’nda şeytan ve şeytan
korkusu, toplumsal yaşama damgasını vuran olaydır. Otarşik Avrupa köyünün
kutsal dine ve onun sarsılmaz kalesi Katolik kiliseye olan güveni, gerçekte
zengin ülkelerini yağmalamak olan Haçlı Seferleri’nin getirdiği yıkıma eklenen
salgın hastalıklar ve kıtlık, feodal üretim tarzının içine kapalı ve kuşkulu
yeterliliği, amacı görünürde kutsal Hristiyan dinini kâfirlere kabul ettirmek,
vaat edilmiş toprakları yeniden ele geçirip İsa’nın yeryüzündeki krallığını
kurmak, yüzyıllardır süren barbar akınlarının yarattığı tedirgin ortam,
sarsmıştı. Art arda uğradığı felaketler karşısında, ürettiğinin büyük kısmı
büyük bir dinsel-seküler yönetici azınlık tarafından zorla elinden alınan köylü,
yaşamını sürdürebilmek için eskiden beri bildiği ve güvendiği kurtarıcılara
yeniden başvurmak zorunda kalacaktı. Hristiyanlık öncesi dönemin insancıl pagan
ilahlarına kurtarıcı yerini bıraktı. Kaldı ki, yüksek teolojik bilgilerle
donanmış dini bütün Kilise adamlarının tüm zorlamalarına karşın, cahil köylü
yığınları, eski ilahlarından hiçbir zaman tümüyle vazgeçmiş değildi. Yağmur
yağdırmak veya bir hastayı iyileştirmek için kilisede Kutsal Bakire’ye mum
yakmak yetmiyorsa, o zaman ilkçağların ana tanrıça kültünün doğrudan mirasçısı
Diana’ya yakarılacaktı. Bu doğaldı; en azından halk imanı açısından. [176]
Oysa Kilise Hristiyan dininin temel almakla övündüğü
hoşgörüyü tebaası altındaki bu insanlara göstereceğe bu durumu hiç de doğal
karşılayacağa benzemiyordu. Kaldı ki, serfliğe dayalı bir üretim tarzının
ideolojisi olarak ruhu kurtaracak ve arındıracak bu kutsal dinin, tene ilişkin
konulardaki başarısızlığı(Haçlı Seferleri’nin bozgunla sonuçlanması, Avrupa’da
hüküm süren kıtlık, salgın hastalıklar ve nihayet, Bizans’ın Müslüman-Türkler
tarafından fethedilişi) üzerine dikkatin yoğunlaşmasını önlemek, tüm bu
felaketlerden sorumlu bir günah-tekesi bulup temize çıkmak, bunun yanı sıra,
kutsal dine yitirdiği itibarı iade etmek gerekiyordu. Günah tekesi IX. yüzyılda
bulundu. 813’de toplanan Tours Konseyi şu kararnameyi yayınlıyordu: “Papazlar,
mümin halkları büyü sanatlarının, büyülü sözlerin hiçbir hastalığı
iyileştiremeyeceği, hasta, topal veya ölmek üzere olan hayvanları iyi
edemeyeceği, merhem ve bitki tanelerinin insanlara hiçbir şey sağlayamayacağı,
tüm bu şeylerin kadim düşmanının tuzaklarından ibaret olduğu ve bu kalleş
düşmanın insanlığı daima aldatmak istediği konusunda uyarmalıdır.”[177]
Altındal’a göre bu uyarı, Avrupa’da yüzyıllar boyu
kadın-erkek, genç-yaşlı, milyonlarca insanın hayatına mal olacak gerçek bir
sürek-avının başlamasının ilk işareti olmuştur. Bundan sonra birbirinin ardı
sıra gelen ferman ve kararnamelerle bu uygarlık kalesi baştanbaşa günahkâr ruh
ve bedenleri arındıracak alevlerin yükseldiği bir cehenneme dönüştürülmüştür. [178] [179]
Katolik Kilisesi uzun süre
hastalığı günahkâr bedene gönderilen bir ceza olarak meşrulaştırmış, dua ve
şeytan kovma yöntemlerini tek geçerli tedavi yöntemi kabul etmiştir. Kilise
1139 ve 1215 tarihlerinde toplanan iki Konsey ile din adamlarının tıpla
uğraşmalarını yasaklamaktaydı oysa kimi tarikatlar Yunan/Roma ve İslam’dan 179 devralınan tedavi yöntemlerini uygulamaktaydı.
Altındal’ın şöyle devam ediyor: “Yol bir kez açıldıktan
sonra, Avrupa’nın bu içe dönük haçlı seferinin bir krallıktan diğerine, büyük
bir hızla sirayet ettiğini görüyoruz. XIV.yüzyıl başlarında papazların
büyücülerle savaşı hız kazanmış, “Büyücüyü yaşatmayacaksın” Kilise’nin krallara
kesin buyruğu olmuştu. Papalar da bu terörü sürdürmek için ellerinden geleni
artlarına koymuyorlardı. Papaların çağrıları ruhbanların hemen her kesiminde
yankısını buldu.[180]
Büyünün ne demek olduğu, büyücünün nasıl ortaya
çıkarılacağı, hangi yöntemlerle sorguya çekileceği, ne şekilde yargılanacağı,
ne cezasının verilmesi gerektiği, kısacası, büyücünün hukuki kimliği
piskoposluk, krallık, dükalık, bölgesinde mahkemelerce saptanırken, bu konuda
standart bir uygulama gereksinimi duyuluyordu. Bir süre sonra iki Dominiken
rahip tarafından Ortaçağ yargıcının el kitabı yazıldı.[181]
XIV.yüzyıl sonlarına doğru iktidar üzerindeki payını
arttıran krallıklar, Kilise’nin otoritesine karşı savaş açarak ele geçirdikleri
hakları büyücülerin takibinde acımasızca kullanmaya devam ettiler.
Altındal’ın verdiği bilgilere göre, 1282’de
“Ruhbanlar şeytana ilişkin konularda tek yargıçtır,” kararını alan Paris
Parlamentosu, 1390’da ise “Büyücülük sanıklarının sorgu, teşhis ve yargılanması
seküler yargıçların yetkisi dâhilindedir,” hükmünü veriyordu. Papaz,
yargıçlığını sivil hâkime vermiş fakat durum değişmemişti. Falcılar, halk
tabipleri, meczuplar, çobanlar, çingeneler, cellatlar, sakatlar, deliler, düşük
yapan kadınlar hatta dans eden genç kızlar artarda bu sandalyedeki yerlerini
aldılar. Kimin daha çok büyücü yaktığı Protestan-Katolik rekabetinin bir konusuydu.
Köylü isyanları da yükselen alevlere yakıt oluyordu. Kiliselere bu amaçla
şikâyet kutuları yerleştiriliyor, köylüler bildikleri büyücüleri ihbara
zorlanıyordu. Böylelikle yakılan büyücünün haddi hesabını kimse bilmiyordu.
Yüzyıllar boyunca bu kâbus yıllar sürdü. Bir seferde yüzlerce kişinin
yakıldığı, tüm bir kasaba halkının sürüldüğü oluyordu.[182]
Batı’nın ve içteki batıcıların barbar,
gaddar, zalim olarak nitelediği Osmanlı İmparatorluğu’na büyücü avından kaçan
binlerce, on binlerce kişi, sığınmaktaydı. Örneğin, İspanyol Yahudilerle[183]
Altındal’a göre bu
dehşetin sona ermesi için Aydınlanma Çağı’nı, XVII.yüzyıl sonlarını beklemek
gerekecekti. Yükselen kapitalizm bu hurafeler kör döğüşünde kendi açısından bir
rasyonellik, Ortaçağ’ın sömürülen ve baskı altında tutulan altyapı insanına ise
bir kimlik kazandıracaktı. Artık bu insanların odun yığınları üstünde itlaf
edilmek yerine, maden ocaklarında, dokuma tezgâhlarının başında, atölyelerde
Avrupa’da XVII.yüzyıldan itibaren ağırlığını hissettiren yeni üretim ilişkilerinin
işlerliğini sağlayabilmek için, Göklerdeki Kutsal Efendi’nin de cehennemdeki
Lanetli Efendi’nin de yerini alan yeni Efendi’ye, sermayeye hizmet etmesi
gerekliydi. Bunun ‘apology’leri gecikmedi. Aydınlanma rasyonalistleri
özgürlükten, insan haklarından, kardeşlikten konu açarak, yürütülen katliamı
lanetlemekte gecikmediler. Büyücü suçlamalarıyla idam edilen insanların
gerçekte birer deli olduğunu, topluma yeniden kazandırılabileceklerini tıp
adamları ileri sürerek engizisyona karşı savaş açtılar. Odun kümeleri Avrupa’da
teker teker söndürüldü ve kadınlı erkekli, çocuklu ihtiyarlı büyücüler
tezgâhların, atölyelerin yolunu tuttular. Doğal olarak, kendilerini eski
184 kurtarıcıların zulmünden kurtaran yeni efendilerine dualar
ederek.[184]
Altındal, Katolik
Kilise’nin, evlilik konusunda da, kadınlar konusunda da çok hassas olduğunu
izah eder. Evlilik müessesesiyle kadınların yeri ve rolü Kilise için tamamen
bir problemdir. Mizogonizm denen evlilikten nefret ediş, Kilise’nin kadınlara
bakış açısını gösterir. Roma Kilisesi’nin iki kurucusundan biri olan, Aziz
Paul, bu dinin ilk yüzyılından başlayarak evliliği bir kalıba oturtmuştur.
Evlilik, din adamlarının mutlaka yaklaşmamaları gereken bir müessesedir Aziz
Paul’a göre. Hatta “Evlenmektense yakılarak can vermek daha iyidir.” şeklinde
ifadeler söylenmiştir. Hristiyanlığa giren bu fikirlerini Kilise Babaları
Havva’ya istinat ettirmişlerdir. Âdem’le beraber ilk günahı işleyerek ikisi de
cennetten atılmıştır. Kilise Babalarına göre Havva, şeytanın sözüne uymuştur
Tanrı’nın değil. Bütün insanlığın ilk masumluğuna Havva’dan ötürü leke
düşmüştü. Çıkarılan sonuca göre erkeklerin kadınlara yaklaşmamaları icap
etmekteydi. Birinci bölümde de değinildiği üzere Hristiyanlık bütün insanları
yalnızca ilk günahta eşit tutar. İnsanlar bunun dışında hiçbir 185
şekilde ve asla eşit olamazlar.
İlk günah, Yahudi olmayan Romalılar ve
Hristiyanlığa sonradan girenlerce hiç bilinmiyordu. İlk defa Aziz Paul’den,
işittikleri, ilk günahtan doğmuş olmalarına gülüp geçmişlerdi. İlk günah
Hristiyanlığın büyümesiyle yavaş yavaş bu dine inananların yaşamlarını
biçimlendirmeye başladı. Çünkü ilk günah olmazsa vaftiz de olmaz; vaftiz
olmazsa İsa’nın Kilisesi’de diğer günahlardan kurtuluş da olmaz; bu olmazsa
İsa’nın kurtarıcılığı olmazdı. ll.yüzyılda, Kilisesi’nin baskı ve zorlaması
zirveye çıktı ve yüzyıllarca devam etti. Şeytana uymuş ve erkeğin masumluğunu
almış dişi olarak hep Havva belirtilmiştir. Sonunda papalar 1209 yılında,
Hristiyan cemaatleri heretik ilan ederek kurdukları büyük Haçlı ordusuyla yok
etmeye çalışmışlardır. Cathare denilen soykırımda yaklaşık bir milyon insan
katledilmiştir. Bununla yetinmeyen Kilise, yaklaşık 2 milyon kadını sihir ve
büyü ile uğraştıklarını iddia ederek 15.yüzyılda diri diri yaktırmış ve kocalarından
eşlerine kalmış mallara ve arazilere de el koymuştur.[185] [186]
16.
yüzyılda
iş olsun diye Bizans’ın zorlamasıyla ilk defa “ Meryem Ana” kültü öne
çıkartıldı. Ortodoks Kilisesi’ndeki kadar Meryem Ana, Roma Kilisesi için bundan
önce pek ehemmiyet taşımıyordu. Nüfusun azalmakta olduğu fark eden Hristiyanlar
16.
yüzyılda
Havva’nın tam karşısına Meryem Ana’yı koyup öne çıkartarak evliliği teşvik
etmeye başladılar. Bu yeni dogmaya göre Havva, Tanrı’nın kendisinden istediği
işi yapmamış ama Meryem, imanı tam olduğu için Tanrı’nın kendisinden istediğini
yerine getirmiş ve bakire olmasına rağmen İsa’nın dünyaya gelmesinde aracılık
etmişti. Öyleyse diyordu Kilise, imanlı kadınlarla evlilik yapmak hayırlıdır.
Katoliklikte Havva ile Meryem işte böylesine zıt prototipleri oluşturur. Bir de
fahişeyken nadim olup İsa’nın havarilerine katılan Mecdelli Meryem vardır. Bu
da, Kilise tarafından ilk kez
17.
yüzyılda
öne çıkartılmaya başlandı. Bu kadın da hiç değilse yaptığı işten nadim olup,
imana gelmiş biriydi ve ilk kez fahişelikten vazgeçen kadınlar için Mecdelli
Meryem manastırları açıldı. Meryem Ana ise ilk kez 1870’te resmen lekesiz
doğumla dünyaya gelmiş tek masum kadın olarak kabul edildi. Buna göre, sadece
Meryem değil annesi kabul edilen St. Anna da Meryem’i bakireyken doğurmuştu.
Altındal bu durumu “18.yüzyıla kadar hiçbir Hristiyan böyle bir dogmadan
haberdar olmamıştı ama Papa “Ben yaptım oldu” dedi ve bugün de onun dediği
geçerlidir.” sözleriyle okuyucuya
187 aktarmıştır.
Altındal, “ekümene” kavramının tarihi temellerine inerken
ilk olarak bu kavramın kilise babalarınca kullanıldığını hatırlatıyor. Bu
kavrama ilk kez Antakyalı Ignatius’da rastlanır. İ.S 115 yılında öldürülmüş
olan bu din adamı, Kilise’yi en çok savunmuş olan ilk üç Apostolik Baba’dan
biriydi. Ona göre Meryem’in bakire olarak gebe kalabilmesi, Tanrı’nın Planı’nın
“Economy ”si idi. Dolayısıyla Ignatius’a göre bu bir “Dispentation” idi. Diğer
bir deyişle, “İlahi iradenin yeryüzünde tecelli edebilmesi için gereken
Berat’tı.” Günümüzde bu anlamını hala sürdürmekte olan Dispentation (Economy)
kavramı masonlukta da kullanılmaktadır ve en az dört masonun bir araya gelerek
yeni bir loca kurabilmek amacıyla ana locadan berat alması olarak
anlaşılmaktadır.
İkinci olarak zikredeceğimiz Kilise Babası
Irenaeus’tur. Ona göre “Economy” Tanrı’nın insanları kurtuluşa yönlendirişidir.
Trenaeus’la birlikte “Economy” Tanrı’nın yeryüzünü ve tüm canlıları yönetmesi
anlamını kazanmıştır. [187]
Üçüncü Kilise Babası, Irenaeus’un çağdaşı ünlü
Tertullianus’tur. Tertullian, din felsefesine “Bölünmeden Ayrışma” ilkesini
getiren şahıstır. Ona göre “Economy”, Tanrı’nın insanları yönetişi ve kendisini
onlara açıklaması anlamına(vahiy) geliyordu. Tertullian, Teslis’in Ekonomisi
diye bir kavram geliştirmişti. Bu anlamında Economy, Tanrı’nın kendisine ait
sırlarından biriydi ve buna kesin iman gerekiyordu. Bu nedenle de ekonomisi
iman yönetimi için önkoşuldu.[188]
Ekümene din adamlarına göre ilahi iradenin evrensel bir
tecellisi ve beratı; ev halkının yönetilmesi; onların İsa’yla bütünleşerek
ölümsüzleşmesi ve İmanın Evrensel Yönetimselliği gibi anlamlara geliyordu. Bu
dönemde şekillenen ekümenenin İslamiyet’teki karşılığı “Dar’ül İslam”dır.[189]
Zamanla ekümene “Sürekli Yerleşim Planı” bir tür Hristiyan
Habitat’ı anlamında kullanılmaya başlandı. Bu nedenle medeniyet kavramıyla
bağlantı oldu. İslami söylemde Medine=Uygar Yerleşim Birimi gibi bir anlam
taşıdı. Aynı zamanda bu üstün dinsel-kültürel gelişmişlik, ekümene bölgesinin
perifesinde bulunan diğer kültürleri kendisine silah yoluyla olmasa da hayranlık
yoluyla, aracılığıyla bağlamıştır.[190]
Yeri gelmişken belirtmekte yarar vardır ki, söz konusu
kilise babaları Ekümenik kavramını, bugün kullanılan, ama bambaşka bir anlam
ifade eden “Ekonomi” kavramıyla karşılıyorlardı. Günümüzde çok kullanılan “Ekonomi”
kavramı gerçekte, örneğin İS 4.yüzyılda Hristiyanlığın en temel kavramıydı.
Günümüzde Katolik Kilisesi her türlü resmi belgede Ekonomi kavramını, iktisat
anlamında değil, “Ekümene”(Tasarruf Alanı) anlamında kullanmayı sürdürmektedir.
Örneğin Katoliklerin İncil’den sonraki en önemli kitabı Kateşizm’de “Economy”
kavramı işte bu şekilde kullanılmıştır. Günümüzde bir bilim dalı olan iktisat,
işte Hristiyanlığın temel kavramı olan Hristiyanlığa ve Ekümenizm Hareketi’nin
yönlendiricilerine göre Yahudiler ve Müslümanlar, “Doğru Yolda Yanlış Adım
Atan” iman sahibi insanlardır. Bunları “Ekümeneye-Uygarlık” kazanabilmek için
Hristiyanlaştırmak ilk hedeftir.[191]
Ekümenik hareketler, Altındal’ın nazarında bir komplo
teorisi değildir. Hatta bu kavramın oluşturacağı sancağın etrafında bütün
Hristiyan âleminin toplanarak Müslümanlığa karşı harekete geçeceği öngörüsünde
bulunmuştur. 1965 yılında tamamlanan II. Vatikan Konsili’nde alınan kararlar
çerçevesinde Vatikan, başta Türkiye olmak üzere Ortadoğu’da ve Türki Cumhuriyetlerdeki
Hristiyanlaştırma faaliyetlerine hız verdiğini belirten Altındal, Vatikan
1965’te kabul ettiği “Dışa Açılma” stratejisini iki yönde uyguladığını söyler.
Bunlardan birincisi “Ekümenizm”dir. Bu strateji çerçevesinde Vatikan,
Hristiyanlığın diğer mezheplerini yönlendirmektedir. İkincisi ise “Ekümenizm”e
bağlı olarak ortaya çıkmış olan ve özellikle Müslümanları hedefleyen
“Evengelization” adlı Hristiyanlaştırma projesidir.[192] [193]
Günümüzdeki
Ekümenik hareketin merkezi İsviçre’dedir. Cenevre’de etkili olan Protestanlığın
Kalvinist kanadının yönlendiriciliğindedir. Almanya’da ise yine Protestan
kiliselerin yönlendiriciliğindedir. Ekümenik, bu kiliseler tarafından “Tanrısal
Strateji” anlamında kullanılmaktadır. Bu stratejinin günümüz dünyasında etkili
olan üç uluslararası temsilcisi vardır. Bunlar ECEC(Avrupa İşbirliği İçin
Ekümenik Komisyon), WCC(Dünya Kiliseler
Konseyi) ve CCREC(Avrupa İşbirliği İçin Hristiyan
Sorumluluğu Komitesi)’dir.
Ekümenik, bu uluslararası kurumlar tarafından, Katolik Kilisesi’nin “Spiritual
Ecumenism’i” gibi değil doğrudan doğruya bir ideoloji ve dünya görüşü olarak,
benimsetilmek amacıyla kullanılmaktadır. Katolikler de dâhil tüm Hristiyanlık
için bir “İzm” olarak Ekümenik Hareket, ilkin Hristiyanların kendi içlerindeki
bütünleşmeyi bu Üst Kavram’ın çatısı altında yapmayı öngörmektedir. Bu boyutuna
Ekümenikalizm denilir. Fener Patrikhanesi bu ideolojinin Ortodoks 193 temsilcisidir.
Hristiyan âlemindeki ilk Ekümenikal konsey
İ.S. 325 yılında İmparator Konstantin tarafından toplanmıştır. Açıkça
görülebileceği üzere, “Ekümenikal” kavramı bu ilk konseyde imparatorun veya bir
patriğin özel bir sıfatı olarak değil, doğrudan doğruya bir dinin en üst yaşama
kavramı olarak kullanılmıştır. Bu nedenle herhangi bir şahsın, ister imparator
ister patrik olsun, “Ekümenikal” kavramını kendi tekeline alması söz konusu
olmamıştır. Altındal, Konstantin’in isteseydi bu ilk konseyi topladığı için
kendisini “Ekümenikal İmparator” ilan edebileceğini, ama etmediğini ifade
etmiştir.[194]
Ekümenik patrik nitelemesini ilk kullanan Patrik,
Johan’dır. İstanbul Patriği kendi topladığı bir synodda kendisine “Ekümenik
Patrik” denilmesini karara bağlamıştır. İ.S. 587, 588 yılında İstanbul’da
toplanan synodda Patrik Johan, o sırada Papa olan II. Pelagius’a karşı
kendisine bu sıfatı yakıştırmış ve güç yarışına girmiştir. Papa bunu duyunca
derhal harekete geçmiş ve Bizans’taki delegesini görevlendirerek onun şarap ve
ekmek törenine katılmasını engellemiştir. Papa, böylelikle kendisine
“Ekümenikal” diyen bir patriğin yöneteceği dinsel törenlerin Hristiyanlığa
aykırı olacağını açıklamış oluyordu. Pelagius’tan sonra Papa seçilen Gregory,
Johan’ın bu sıfatı kullanmasını yasaklamıştır. Gregory bu kadarla da kalmamış,
bu sıfatı kullanmakta ısrar eden patriği deccal ilan etmiştir.
Hristiyan âlemindeki en son “Ekümenikal Konsey” ise Türk
dostu diye tanınan Papa XXIII. John’un girişimiyle 1962-1965 yılları arasında
toplanmıştır. Burada da açıkça görüleceği üzere Ekümenikal takısı sadece bir
din konseyinin sıfatı olarak kullanılmıştır; Papa kendisini “Ekümenik Papa”
olarak tanımlamamıştır.[195]
Altındal’a göre, bu konseyin belgelerinde ekümenizm, ilkin,
Hristiyanların kendi içlerinde bütünleşmelerini öngören bir üst düzey kavram
olarak ele alınmıştır. Ayrıca “Evrensel Berat” anlamına geldiği için diğer
dinlerle, özellikle de Yahudilik ve İslamiyet’le ilişkilerin kurulması için
düşünülen “Strateji” anlamında kullanılmıştır. Vatikan’ın Fener
Patrikhanesi’yle ilgili ilişkilerini geliştirme meselesi de yine bu kavrayışın
kapsamındadır. Nedir ki Vatikan, Fener Patriği’nin kendisini değil, Ortodokslar
tarafından toplanmış olan konseylerini “Ekümenikal” kabul etmektedir. Fener
Patriği’ni “Konstantinopolis Ekümenikal Patriği” olarak değil, dikkat çok
önemlidir ki, “Ortodoks Ekümenikal Patrik” olarak kabul ve beyan etmektedir.[196]
Altındal, sadece İncil’e veya Vatikan kaynaklarına göre
ekümenik kavramı tanımlamamış, II. Ekümenikal Konsey’in 1965’te tamamlanan ve
1992 ve 1995’te yayınlanan Kateşizm kitabına göre İslamiyet’e bakışı da
şöyle ifade etmiştir:
“Kilisenin Müslümanlarla ilişkisi, Kurtuluş
Planı, Yaratan’ı dile getirenleri de kapsamaktadır. Bunların arasında ilk
sırayı Müslümanlar alır. Bunlar Hz. İbrahim’in imanına bağlıdır. Ve bizlerle
birlikte onlar da tek ve bağlayıcı bir Tanrı’ya bağlıdır ve Kıyamet Günü’ne ve
onun yargısına sığınılacağına inanır.”[197] [198]
Altındal’a
göre, burada dikkat edilmesi gereken husus Ekümenizm’ in özellikle 20.yüzyılda tüm Hristiyan âleminde yaygınlaştırılmış olan
devlet destekli
“Sekülerizm”e alternatif bir
nefsi müdafaa stratejisi gibi başlayıp hızlı bir gelişme gösterdiğidir.
Ekümenizm, 2000 yılı itibariyle tüm kiliselerin yeniden “Bölünmeden Ayrışma”
ilkesi çerçevesinde bir araya gelmelerini ve çok güçlü bir Dinsel-Siyasal- İdeolojik
akım olarak özellikle Hristiyanlık=Dışı ülkeleri ve halkları ilk elden
etkilemeye çalışmayı planlamaktadır. Kendi içinde ise başta Katolik-Anglikan
bütünleşmesini sağlamaya, kiliseden istifa etmiş olan “Kilisesiz Hristiyanları”
yeniden kazanmaya ve Hristiyanlık içi “Mezhep Değiştirme” faaliyetlerini
düzenlemeye çalışacaktır. Örneğin Katolikler yoğun olarak Ukrayna’da
Ortodoksları yeniden Katolikliğe döndürmeye uğraşmaktadırlar. Kilise, bu
girişimlerinde çok eski bir kural olan ve Athanasius tarafından formüle edilmiş
olan “Tanrı Baba’ya evlat olabilmek için Kilise Ana’nın çocuğu olmak gerekir”
şeklindeki Tanrı-Baba ile Kilise-Ana dogmasını 198 işlemektedir.
. zSonuç olarak Altındal şunları belirtmiştir: “Hristiyanlığa
ve çağımızdaki güçlü Ekümenizm Hareketi’nin yönlendiricilerine göre Yahudiler
ve Müslümanlar, “Doğru Yolda Yanlış Adımlar Atan” iman sahibi insanlardır.
Bunları “Ekümeneye=Uygarlık” kazanabilmek için Hristiyanlaştırmak ilk hedeftir.
Onlara göre Batı’nın istediği ölçülerde ve koyduğu normlar çerçevesinde
“Laikleştirilmiş” ve böylelikle de “Nötralize” edilmiş olan Müslüman ülkeler bu
“Geçiş Dönemlerini” tamamlamak üzeredir. Bu ülkelere yapılacak yoğun
misyonerlik faaliyetleri ve “Evangelization” günümüzde Ekümenik Hareket’in
olmazsa olmaz önkoşuludur. Oysa Trinite’nin üstünlüğünü savunan Ekümenistler,
Müslüman ülkelerinde bir direnişle karşılaşmakta ve sadece yoksul kırsal
alanların teröre maruz kalmış kesimlerinde yaşayan yurttaşların ve büyük
kentlerin “kökünden” koparılmış gençliğinin arasında etkili olabilmektedir.[199] Altındal’a
göre önümüzdeki yıllar içinde “Gümrük Birliği” içine alınarak ehlileştirilmiş
olan Türkiye’nin Müslüman halkı ekümenizmin çeşitli kılıf ve maskelerle ortaya
çıkacak olan formlarından çok etkilenmeye adaydır. Türkiye’de yaşayan
mütedeyyin Müslümanlar, önümüzdeki on yıl içinde çok yoğun bir
Hristiyanlaştırma kampanyasıyla karşı karşıya kalacaklardır. Bu kampanya çok
hızlı bir şekilde başlatılmış ve örneğin İstanbul ve İzmir’de onlarca “Ev
Kilise” yasalara aykırı olmasına rağmen açılmış ve yaklaşık 12.000 kadar Türk,
Hristiyan dininin çeşitli kiliselerine katılmıştır.[200] [201]
Ekümenik kavramının
Türkiye’de son iki yıl içinde duyulmasına rağmen aslında 1000 kadar kilise
belgesiyle kanıtlanmış çok eski bir kavram olduğunu hatırlatan Altındal,
Hristiyan âleminin bu en önemli kavramının Türkiye’de tartışma konusu olması
Fener Patriği I. Bartolomeos’nun kendini “Konstantinopolis Ecumenical Patriği”
olarak lanse ediyor oluşuyla bağlantılı olduğunu aktarmıştır. Halkın bihaber
olma sebebinin konudan habersiz aydınlarımızın cahilliklerini gizlemek
maksadıyla ekümenizm kavramını bir komplo teorisi olarak göstermeye
çabalamaları olduğunun 201 altını çizmiştir.
Avrupa’nın hazırladığı
bir politika var. Dinler, bu siyasete bağlı kılınmak isteniyor. İşte Avrupa
Toplulukları Piskoposları Konferans Komisyonu 1980’de bunun için kuruldu. Bu
teşkilatın görevi, diyalog yöntemini kullanarak istedikleri yönde bir Avrupa
dini oluşturmaktı. 2. Vatikan Konsili’nde 1958-1963 yılları arasında alınan
kararlar çerçevesinde bu diyalog faaliyeti başlatılıyor. İslam Çalışma Grubu
Birimi, Avrupa Toplulukları Piskoposları Konferans Komisyonu tarafından bu
kararlar çerçevesinde kurulmuştur. “Nasıl bir İslam olacak?”, “Hangi İslam’la
biz muhatap olacağız?” gibi sorulara bu komisyonda yer alan piskoposlar
kendilerince cevaplar verdiler ve cevaplarına göre de tavır sergilemeye
başladılar. 1995’te imzalanmış olan Amsterdam Antlaşması’nda yer alan Kutsal
Bildirge tüm dünya milletleri için çok önemlidir. Kutsal sayılan bu bildirgede
Hristiyanlık kurumunun diğer dinlerle nasıl bir iletişim içine gireceği
anlatılmıştır. Mesela dini ayrımcılıktan kaçınmak Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi’nin dokuzuncu maddesi tarafından öngörülmüştür. Birinci fıkrası da
ilginçtir. Bu fıkrayı Altındal şöyle yorumluyor: “Ben hürriyet verdim ama bunu
gerekli görürsem bunu kısıtlayabilirim. Türkiye’yi AB’ye almadan Gümrük Birliği
ile ekonomik yönden kontrolümüze aldık. Ama dini kontrolümüzde değil. İşte bu
kontrolü gerçekleştirmek için dinler arası diyalog ortaya çıkarıldı. Yani
Türkiye AB’ye girmesin, girmeyecek, zaten almayacaklar. Ama hiç değilse
Türkiye’deki İslam’ı biz kontrol altında tutalım, Türkiye İslam ülkeleriyle bir
diyaloğa ve birlikteliğe de giremesin. Kısacası dinler arası diyalog Avrupa
Birliği’nin belirlenmiş bir politikasıdır. Diyalog olayının bir de Vatikan
boyutu var. Aslında AB ve Vatikan ayrılmaz unsurlardır. Hristiyanlık adına asıl
dinler arası diyalog çağrısı yapan Vatikan’dır. Bu çağrı önce Ortodokslar için
yapıldı. Bu çağrı il bütün Hristiyan teşekküller Dünya Kiliseler Birliği adı
altında toplandı. Onlar diyalog şeklinde götürmüyorlar bu çağrıyı. Hoşgörü
kavramı
,,202
ile götürüyorlar. Diyalog
kavramı daha çok Vatikan tarafından kullanılıyor.
Altındal, Hristiyanlar için bir nevi ilmihal kitabı olan
“Kateşizm”de misyonerlik ve diyalog kavramlarının var oluş şekline dikkat
çekerek ekliyor: “Misyonerlik karşılıklı saygıya dayalı dinler arası diyaloğu
ön görür.” Altındal bu maddeyi şöyle yorumluyor: “Bizim dinimiz en son ve en
mütekabil tek dindir. Ötekiler yani Hristiyanlık ve Yahudilik, sadece bir var
oluş tarzıdır. Allah’ın bir tek dini vardır o da İslam’dır. Ama Avrupa bunu
söyleme diyor. Bunu söylememek de yetmiyor, üstelik ikinci Âdem’in yani İsa’nın
birinci Âdem’i yarattığını da kabul edeceksin diyalog için, diyor.”[202] [203]
Dinler arası diyalog çalışmaları; 1962-1965 yılları
arasında başta Vatikan olmak üzere tüm Hristiyan âleminde başlatılan bu
girişim, özellikle 1993’te Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra hız kazanmıştır.
Dinler arası diyalog konusunda 19601965 yılları arasında Türkiye, Suriye ve
İran ile kısmen Irak’ta istihbarat ve demografik çalışmalar yürütmüş olan
‘Barış Gönüllüleri’ adlı misyonerler tarafından hazırlanmış olan raporlara
dayandırılarak yürütülen bu faaliyetler, 1996’dan itibaren İstanbul Fener Rum
Patrikhanesi’nin girişimiyle hız kazanmıştır. 1960’ta Türkiye’de 1019 barış
gönüllüsü misyoner, özellikle G. Doğu Anadolu’da faaliyet göstermekteydi.[204]
İlahi Dinler toplantıları; Müslümanların Hz. İbrahim’in
‘inancına’ bağlı kişiler oldukları, bu nedenle de İsa Mesih’in kurtarıcılığına
‘kısmen’ mazhar olacakları düşüncesi hâkimdir. İbrahimî Dinler toplantıları
Türkiye’de 1955’ten bugüne ‘Dönme’ veya ‘Sabataycı’ diye bilinen gruplar
tarafından, Büyük Mason Locaları aracılığıyla yönlendirilmekte olan bir
faaliyettir. Nihai hedefin İslâm Dininin ‘tek ve son din’ olduğu gerçeğini
Müslümanlara unutturmak ve üç dinin de aynı olduğunu, dolayısıyla Hristiyan
olunabileceğini vurgulamaktır denilmektedir. Hristiyanların ‘patriark’
Müslümanların ise ‘peygamber’ kabul ettikleri İbrahim bir ve aynı kişi
değildir. Müslümanların Allah’ın dostu kabul ettikleri Hz. İbrahim çok farklı
bir kişiliktir.[205]
Altındal’ın İbrahimi dinler hakkında ki görüşü özetle
şöyledir: “ İbrahimi din dediğiniz zaman “üç din de eşittir” demek
istiyorsunuz. Bir babanın üç oğlu bile eşit değildir. Nasıl oluyor da bu üç din
eşit oluyor. Bir de siz buna Müslüman kesimin içinden, Müslümanlar adına
konuştuğunu söyleyen, televizyonlara çıkıp ağlayarak, sızlayarak İslamiyet’i
anlattığını söyleyenleri ve çevresindeki insanları katarsanız, onlar da “bütün
dinler eşittir” derlerse artık bu kaymaklı ekmek kadayıfı durumundadır. Kimler
için? Hıristiyanlar için... Yahudiler bile bu tuzağa düşmezler. Nitekim de düşmüyorlar.
Yahudilerin düşmediği bu tuzağa Türkiye'de belli bir çevre bağlanmış durumda.
Niçin bağlanmış? O beni ilgilendirmiyor. Menfaat meselesi midir, başka bir şey
midir? Bilmek de istemiyorum. İlgilenmiyorum da. Zaten bu olayı biraz da
patetik buluyorum. Bu olay patetik bir olaydır. “Biz, hepimiz kardeşiz”, “Biz
hepimiz İbrahimi dinin elemanlarıyız”; bu bir patetik olaydır. 1943 senesinde
Focolare, “yeni din anlayışı getirmeliyiz” diye yazılar hazırlıyordu.
Focolare'nin “yeni din anlayışı” dediği işte budur.”[206]
Şunu da belirtmek gerekir
ki dinler arası diyalogun sistemli bir faaliyet olarak yürütülmesinde
Hıristiyan Katolikler öncülük etmişlerdir. Ortodokslar milli kiliseler halinde
var oldukları için diyalog çalışmalarında yer almazlar. Protestanlar ise diğer dinlerin
varlığını kabullenmenin İncil’in ruhuna ters düşeceğine inandıklarından dolayı,
bazı Protestan grupları dışında, dinler arası diyalog faaliyetlerine
katılmazlar. Protestanlar, Mesih'in tekrar yeryüzüne gelip dünyada krallığını
kurması için herkesin Hıristiyanlaştırılması gerektiğine inanmaktadır bu
nedenle de her türlü imkânı kullanarak dünyanın her köşesinde geleneksel
misyonerlik faaliyetlerini sürdürmektedirler.[207]
ALTINDAL’DA HRİSTİYANLIĞIN DİĞER
DİNLERLE
KARŞILAŞTIRILMASI, MEZHEPLERİ, TARİKATLARI VE GİZLİ
ÖRGÜTLER
3.1.
MUSEVİLİK,
HRİSTİYANLIK VE İSLAMİYET
Musevilik, Hristiyanlık ve İslamiyet’i
Altındal açısından karşılaştırırsak, sadece Hristiyanlıkta var olan bir durum,
bu sistemin diğer iki sistemden özde ayrıldığını kanıtlar. Altındal’a göre bu
temel ayrılık noktası şudur: Hristiyanlıkta birey, Tanrı karşısında karar verme
aşamasında iken kendi kendinin otoritesidir. Çünkü bu sistemde, İsa’nın Tanrı
olup olmadığı ikileminin muhatabı bireyin ta kendisidir. Bu yüzden karar mercii
de yine odur. Yani birey, isterse İsa’nın Tanrı olduğuna inanır ve bu inancının
gereği olarak İsa’yı Tanrı olarak kabul eder. İstememesi durumunda da değişen
bir şey olmaz. Yani bu kez de İsa’nın insan olduğuna karar vermiş olur. Karar
ne kadar değişirse değişsin karar verme yetkisi hiçbir zaman değişmez. Çünkü
birey neye inanmak ihtiyacı duyuyorsa ona inanır ve bu inanç sonucunda İsa,
Tanrı, Tanrının oğlu veya bir insan oluverir. Hristiyanlıkta iman etmeye karar
vermek de, imandan şüphe etmek de insana ait bir haktır. Hristiyanlıkta İsa’nın
Tanrı mı yoksa O’nun Oğlu mu olduğu, kim olduğu ya da olmadığı, gösterdiği
mucizeler ve onunla bağlantılı her söz ve kurum, kendilerini tam inanmış
Hristiyanlar olarak tanımlayan çeşitli çevrelerce eleştirilebilmekte, kısmen
kabul edilip kısmen reddedilebilmektedir. Bunun ne demek olduğunu açıklayalım:
En kısa deyişle eğer birey, İsa’nın insan olduğuna yani Tanrı olmadığına karar
vermişse, belki de gerçekten Tanrı olan İsa’yı insanlaştırmış olabilir. Yani
birey, Tanrı’yı insanlaştırma hakkını ve yetkisini kendinde toplamıştır. Eğer
birey İsa’nın Tanrı olduğunu kabul etmişse, bu kez de belki de gerçekten insan
olan İsa’yı Tanrılaştırmış olmaktadır. Yani birey bu kez de insanı
Tanrılaştırmak yetkisini kendinde toplamış olur. Kısacası, Hristiyanlıkta
İsa’nın, Tanrı mı, İnsan mı, Tanrı’nın oğlu mu ya da tümü mü değil mi olduğu
konusunda kararı verme mercii de şüphe etme mercii de bizzat bireydir.
Musevilikte ve İslamiyet’te İnsanı Tanrı yapmak ya da Tanrı’yı insan yapmak
diye bir olaydan ve şüpheden söz edilmez. Bu iki sistemde insanın böylesi bir
kararı alabilme ya da şüphe etme yetkisi yoktur. Çünkü her ikisinde de
insanoğlu tüm kâinatı yoktan var ettiğine inandığı yaratıcısını, yani
Tanrı’sını bizzat kendi kararıyla kendisi yaratmaz. Özetleyecek olursak;
Hristiyanlığa inanmak isteyen birey, kendisi için önce bir Tanrı(İsa) yaratmak
zorundadır. Bu tür yaratma faaliyetleri sadece kültler için geçerlidir. Ancak
bir kültte birey kendisi için bir inanç ve onu temsilen bir Tanrı
oluşturabilir. Musevilikte ve İslamiyet’te bireye böyle bir yetki verilmemiştir.
Bu otorite tipi, tek-tanrılılığa İsa’yla girmiştir.[208]
İslamiyet’te müminlerin Allah’ın varlığı ve
tanımlarını kabul etmeme ya da reddetme hakkı yoktur. İslam’da Allah’ın varlığı
ve sözleri konusunda insanın kuşku duyabilmesi mümkün değildir. İslam’ı Yahudilikten
ve Hristiyanlıktan daha gelişmiş bir din ve en uygun inanç sistemi yapan
özelliği de budur. İslam’da bireyin kavrama yetisinin Allah’ın gücünü ve
niteliklerini kavrayamayacak ve sorgulayamayacak kadar tabiatla sınırlı olduğu
gerçeği vardır. Altındal bu durumu şöyle özetler: “Dolayısıyladır ki,
Yahudilik bir varoluş tarzı, Hristiyanlık bir dogma ama İslamiyet kelimenin tam
anlamıyla bir dindir. ”[209]
3.2.
HRİSTİYAN MEZHEPLERİ VE ORTAYA ÇIKIŞLARI
Altındal, Hristiyanlıktaki bölünmeye sebep olan
olaylardan biri olarak ilk “Lorenzo Valla Olayı”ndan bahseder. Bu olayı hem
Papalık hem de Bizans açısından çok inanılmaz ve muhteşem olarak görmüş, tarihi
seyir içerisinde “Çağ” açıp kapatacak kadar radikal sonuçlar doğurduğu
inancında olduğunu belirtmiştir. Yine bu olay ile umutlanan Bizans, aslında
kendi cenaze törenine gülerek gittiğinin farkında değildir. Yardım istediği
dindaşları ona sırt çevirmiş, yarı dost, yarı düşman komşusu Türkler’in
sofrasına şamdan olmaktan kurtulamamışlardır. Papalık ise yine ince
hesaplarının meyvelerini afiyetle yemiş, dini sahadaki tek rakibi Bizans’tan
Fatih’in kılıcı sayesinde kurtulmuştur. Roma’yla İstanbul arasındaki kiliseler
arası üstünlük yarışında yeni bir dönem yine bir skandalla açılmıştır. Bu kez
patlayan skandal Altındal’a göre, geçmiştekilere rahmet okutacak kadar
önemlidir.
15. yüzyılda yetişmiş en önemli din bilginlerinden biri de
Lorenzo Valla, 1407’de İtalya’da doğmuş ve çok iyi bir eğitimden geçmiştir.
Valla’nın esas uzmanlık alanı eski metinler, belgeler ve kaynak
araştırmalarıydı. Ancak köklü bir aileden gelen Valla, sanat, felsefe ve
ilahiyat dallarında da üstün dereceler elde etti. İlk kez bireyciliği ve
Hümanizmi savundu. Bu girişimlerinin sebebiyle Kilise’nin tepkisini çekti ve
aforoz edilmekle tehdit edildi. Bunun üzerine Aragon Kralı tarafından korunmaya
alınmasıyla, himaye altındaki Lorenzo Valla, Hristiyan âlemini derinden
sarsacak bir keşfini cesaretle 1440’ta açıkladı. Bizans’ın Konstantin’in
Vasiyetine binaen Papa’nın egemenliğini kabul edişinden tam bir yıl sonra,
fetihten 13 yıl önce, Kilise’yi şoke edecek olan Lorenzo Valla, “Konstantin’in
Vasiyeti Üzerine Tezler” adlı kitabını yayınladı. Konstantin tarafından değil,
bizzat bir papa tarafından yazılan, papazların yüzyıllardır en güçlü kutsal
belge olarak sundukları Konstantin’in Vasiyeti adlı belge gerçekte sahteydi.[210]
Valla bilimsel, tarihsel ve mantıksal açıklamalarla
papaların elindeki bu belgenin gerçekte bir papa tarafından gizlice hazırlanmış
geçersiz bir kâğıt parçasından başka bir şey olmayan, sahte bir belge olduğunu
kanıtladı. Üstelik bu sahtekârlığı doğrudan doğruya bir papanın yaptığını
gösterdi ve açıklaması tüm Hristiyan âlemini derinden sarstı. Skandal Bizans’ı
umutlandırdı. Çünkü Valla Konstantin döneminde belgeye işlenmiş olan tacın
henüz bilinmediğini açıklar. Kısacası Konstantin döneminde böyle bir taç
giymemiştir; çünkü söz konusu yıllarda öyle bir arma yoktur. Ortalık birbirine
girdi. 10 yüzyıldır Roma’daki papaların ellerinde tuttukları “Konstantin’in
Vasiyeti” diye bilinen belgeye göre Konstantin tüm Batı Roma topraklarını ve
mülklerini papalığa armağan etmiştir ama gerçekte Konstantin ne böyle bir belge
hazırlamış ne de aklından geçirmiştir. Bu duruma göre Papa IV. Eugenios tüm
Hristiyanlık üzerinde hak talep etmiş oluyordu fakat sahte bir belgeyle. Valla,
bu sahtekârlığın bizzat Papalık tarafından Batı Roma’nın topraklarına el
koyabilmek amacıyla yapılmış olduğunu kanıtlar. Roma elindeki toprakları,
mülkleri ve yetkileri yitirmek ve Bizans’a iade etmek tehlikesiyle karşı karşıya
kalır. Daha önemlisi, Papa Silvester’den başlayarak gelmiş geçmiş tüm papalar
töhmet altında kalırlar. Katolik inancına göre papalar dini konularda
yanıltılamaz kabul edildikleri için bu sahte belgeyle de yanıltılmamış fakat
tersine bile bile sahtekârlığa alet olmuşlardır. Artık Papa’yı kutsal saymak
gerekmiyordu çünkü belge sahte olduğuna göre Roma’nın İstanbul üzerinde değil,
tam tersine demek ki Konstantipol’ün Roma üzerinde hakları vardı.[211]
Valla’nın 1440’da ortaya çıkardığı gerçek,
Roma’ya hiçbir zaman inanmamış olan Doğu Kilisesi’nde bayram havası estirir.
Artık Hristiyanlığın tek temsilcisinin kendilerinin olacağı inancı yayılır.
Nedir ki devreye Türkler girerler. Papalık ile Türkler arasındaki zımmi
tarafsızlık siyaseti Bizans’ın sonunu hazırlar. 1453 yılında Bizans, Hristiyan
âlemine yaptığı yardım çağrılarına karşılık alamadan Fatih’e yenilir. Papa,
İstanbul’un Türklerin eline geçmesinden hiç gocunmaz, tersine tarihteki en
büyük ve ezeli rakibinden kurtulmuş olur. Artık Avrupa’da Hristiyanlığın tek
temsilcisi Roma ve Papadır.[212]
İznik Konseyi, Hristiyanlık âleminde birliği meydana
getirmek amacıyla toplanmıştı. Ancak bu Konsey, hiç ummadığı bir şekilde,
Hristiyanlıkta temel anlaşmazlık noktalarından biri olan bir kavramı hemen
oracıkta doğuruvermişti. Daha sonra “Filioque” olarak adlandırılacak bu çocuğu
Altındal kalemiyle şöyle betimlemiştir:
“Hristiyanlığın oluşum ve gelişim dönemlerinde bazı
kavramlar inanılmayacak kadar asli rol oynamışlardır ve Hristiyanlığın uzlaşmaz
şekilde bölünmesine neden olmuşlardır. Katolik ve Ortodoks kiliselerinin
bölünmesine yol açan bu kavramlardan biri de ‘filioque’ kelimesidir.
Hristiyanlıkta bu adla tanınan bir sorunsal vardır ve geçmişte ortaya çıkan bu
tartışma aradan yaklaşık 1400 yıl geçmiş olmasına rağmen çözümlememiştir.[213]
İ.S 325 yılında, bugün İznik dediğimiz eski
Nicaea’da, Hristiyanlığın ilk önemli Ekümenik Kiliseler Konseyi, toplandı.
İznik Konseyi’nin en önemli duyurusu, Hristiyanlıkta ‘Üç Varlık Bir Arada’
bulunacaktı yani ‘ Trinite-Teslis’di. Faktat bu formülde yer alan Baba,
Oğul ve Kutsal Ruh Üçlüsü ’nün birbirleriyle olan ilişkilerinin nasıl
düzenleneceği tartışmayı başlatmıştı. İznik’te Grekçe olarak yazılan metinde ‘Hupostaseis’
kelimesiyle Baba, Oğul ve Kutsal Ruh karşılanmıştı. Diğer bir anlatımla üç
hupostaseis bir ‘Ousia’(Tek Varlık) içindeydi ama Latinceye çeviride bu
metinde değişiklik yapılmıştı. Grekçe’de üç hupostaseis tek varlığın
içindeyken, Latincede Tanrı, ‘Bir Öz veya Cevher içinde Üç Şahıs’ olarak
verilmişti. Bu bağlamda işte Filioque sorunsalı ortaya çıktı Bu iki metin daha
sonra ortaya çıkan tartışmalarda çok önemli rol oynamışlardı. „Filioque’
problemini; Baba, Oğul ve Kutsal Ruh arasındaki ”214 bağlantının
nasıl olacağı başlattı.
Altındal, böylelikle Hristiyan amentüsünde ortaya iki ayrı
yorum çıkmış olduğunu söyler. Birincisine göre Kutsal Ruh, Baba’dan ve Oğul’dan
onların devamı, sürdürücü olarak neşroluyordu. Doğu Ortodoks Kilisesi’nin
ruhani önderleri olan patriklerin de katıldığı ikincisine göre ise, bu şekilde
yapılan amentü Trinite’deki dengeyi bozmuştu. Doğu Ortodoks Kilisesi’ne göre
Teslis’te denge ve bir uyum vardı. Buna göre: Baba, ebediyen Oğul’a kaynaklık
etmekteydi. Kutsal Ruh ise Oğul’dan neşrolmaktaydı. Dengeyi kuran Baba’ydı. Bu
amentülerden birincisini Katolikler, İkincisini ise Doğu Ortodoksları
benimsemişlerdi. Böylelikle filique tartışması, 589 yılında başlamış ve
günümüze kadar sürmüştür. [214] [215]
Sadece ilahiyat açısından değil, Altındal’a
göre filique’un bir de siyasal iktidar açısından yarattığı sorunlar vardır. Bu,
Katolik Papalarla Ortodoks Patrikler arasındaki otoritenin doğurduğu bir
sorundur. Bizans’a göre, bu eklemenin Bizans’taki patriğe danışmadan doğrudan
doğruya Roma’daki Papa tarafından kutsal metne ekletilmiş olması filique’un
kabul edilemeyişindeki en önemli husustu. [216]
Ortodoks kelimesi, birleşik bir addır. Yalnız
Türkçede pek kullanılmayan bir yazım tarzı içinde verilir. Ortodoks kelimesi,
küçük “o” ile yazıldığında tümel yani evrensel karakterdedir. Bu şekilde
yazıldığında tümel yani evrensel karakterdedir. Bu şekilde yazıldığında, sadece
belirli bir Hristiyan inanç sisteminin belirleyicisi değil, tüm hayatın hemen
her alanında kullanılan bir sıfattır. Örneğin; İslamiyet’te, Sünni Müslümanlara
Batılılar Ortodoks İslam derler. Benzer şekilde günümüzde başlıca dört ana kola
ayrılmış olan Yahudilikte en güçlü ve etkili olan akım Ortodoks Yahudiliktir.
Yine küçük harfle yazılan
ortodoks kelimesi, gündelik hayatta, sanat ve kültürde de sıkça kullanılır.
Örneğin ortodoks olmayan astronomi anlayışı denildiğinde; alışılagelmiş,
kalıplaşmış astronomi anlayışından farklı olan astronomi anlayışı tanımlanmış olur.
Ama ortodoks kelimesi, büyük “O” ile yazıldığında sadece Doğu Ortodoks
Kilisesi’ni işaretlendirir, başka hiçbir çağrışım yaptırmaz. Altındal’a göre
Türkçe için çok önemli sayılmayan bu ayrım Batı dünyası için kuşkusuz temel
bilimin 217 önkoşullarından biridir.
Hristiyanlık tarihi incelendiğinde hep derecelendirmelere,
sınıflandırmalara ve örgütlemelere rastlanır. Aslında mezheplerin
varoluşlarının sebebi de bu sınıflandırma merakıdır. Ortodokslar hep
kendilerini “iman” noktasında diğer Hristiyanlardan ayrı bir yerde görmüşler ve
hatta kendi aralarında bile “en”ler oluşturmuşlardır. Altındal da bu duruma
dikkat çekerek Ortadoksluğu anlatmaya başlamıştır.
Ortodoksluğun bulunduğu yerde mutlaka heretik olmak da
vardır. Diğer bir anlatımla eğer birileri kendilerini Ortodoks olarak ilan ve
kabul ettirmişlerse, bilin ki orada başka birilerinin sapkın oldukları gerçeği
vardır. Ortodoks olanlar daima sapkın olanlara ihtiyaç duyarlar. Böylelikle
kendilerinin ne kadar sağlam din savunucuları olduklarını kanıtlayabilirler.
Herkesin Ortodoks olduğu bir ortamda, gerçekte hiç kimse tek başına
Ortodoksluğu temsil edemez. İşte bu nedenle de mutlaka birilerinin daha az
Ortodoks ya da daha az imanlı gösterilmeleri gerekir. Bu tip suçlamalar,
kendilerinin katıksız Ortodoks, eksiksiz iman sahipleri olduklarının
tescilidir. Hristiyanlık tarihi bir bakıma Ortodokslarla, onlar tarafından
sapkın olarak suçlanmış olan diğer Hristiyan dinsel cemaatlerinin çatışmasının
tarihidir. Ortodoksluk işte bu tip tartışmalardan, çatışmalardan, savaşlardan
doğmuş bir dinsel akımdır. Kısacası, Ortodoks âlemi bir çatışmalar, karşılıklı
suçlamalar, yasaklamalar ve aforozlar akımıdır bir veçhesiyle. Diğer veçhesiyle
de Katoliklik karşısındaki en yaygın ve dirençli Hristiyanlık doktrinidir.
Ortodoksluğun bulunduğu yerlerde Katolik dini daima bir tehdit olarak
görülmüştür.[217] [218]
Altındal, kavramsal planda Ortodoksluğu oynak
merkezli bir doktrinerlik olarak görmektedir. Çünkü bu kavram çeşitli
zamanlarda çeşitli kişi veya kurumlarca kendilerince yorumlanmış ve
kullanılmıştır. Hristiyanlıkta Ortodoksluk, kurumsal
olarak Doğu Ortodoks kiliselerinin tekelindedir ama yerine
ve zamanına göre Katolik Kilisesi de “Ortodoksça” davranabilir, Protestan
Kiliseleri de gerekli gördükleri zamanlarda diğer ikisinden daha Ortodoksça
açıklamalar yapabilirler. Ortodoksluk, bu anlamıyla bir grup insanın ya da bir
cemaatin ya da bir dinin mensuplarının kendileri için tayin ettikleri hakikatin
bir ve tek hakikat olduğuna, bazen bağnazlığa varan tarzlarda iman edilmesi
keyfiyetidir. Burada hakikatin kaynağına konulan otorite, tabidir ki hakikatin
tanımlayıcısı olmaktadır. Bu kaynak, Hristiyanlık tarihinde çoğunlukla devlet,
kral ya da imparator olmuştur. Krallar, bazen yetkilerini Tanrı’dan aldıklarını
öne sürmüşler ve kendilerine atfedilen gücün kaynağı olarak da Tanrı’yı
göstermişlerdir. Bazen de tersi olmuş, bu kez de papalar kendi güç kaynaklarını
Tanrı’ya havale etmişler, böylelikle krallardan üstün olduklarını öne
sürebilmişlerdir. Bu sorunlardan kurtulabilmek için Hristiyanlık tarihinde bazı
uzlaşma dönemleri de olmuştur. Tam yetki ne papada, ne kralda olsun denmiş ve
bu kez de konsey denilen kurum ortaya çıkmıştır. Bu meclisler tam yetkinin
kaynağı durumuna gelmişlerdir. Böylelikle hem papalar, hem imparatorlar, bu
meclislerin aldıkları kararlara saygı göstermek zorunda kalmışlardır. İşte bu
meclislerde zaman zaman otoritenin kaynağının kendilerinde olduğunu öne
sürerek, Ortodoksluk gösterilerinde bulunabilmişlerdir. Kurumsal olarak ise
Doğu kiliselerinin tekelinde tuttuğu bir fikir ve inanç sistematiğidir.
Öyleyse, toparlarsak Ortodoksluk demek, en yalın ve basit anlamıyla belirli bir
dönemde, belirli bir şahsın ya da belirli bir papanın ya da belirli bir
kilisenin ya da belirli bir kurumun kendisinin belirli bir alanda en üst ve tek
otorite olarak tanımlanması keyfiyetidir diyebiliriz. Örneğin ikonalara
bağlılık duyan Doğu kiliseleri karşısında bu renkli resimlere tapınılmayacağım
vaaz eden Vatikan, Ortodokstur. Bu konuda Protestanlar en Ortodokstur. Çünkü
hem Vatikan’a, hem de Doğu’ya karşıdırlar. Gerek papalar, gerek patrikler
yetkiyi Tanrı adına İsa’dan ve havarilerden edindiklerini öne sürebilmişlerdir.
219
Ortodoksluğun üç kuralını
ise Altındal şöyle açıklar: otorite, standart ve gelenek sahibi olmak.
Ortodoksluğun adına yakışacak tarzda tam ve doğru duasal-bağlılık kurabilme
çabası, yetki kaynağını Ortodoksluğun yazılı metinlere dayandırmasıyla
biçimlenmiştir. Papaların tersine patrikler bir yandan yazılı metinlerde
öngörülen kısıtlamalara, diğer yandan da egemen devletin öngördüğü yasalara
bağımlıdırlar.
Patriklerin görevi, yazılı kutsal metinlere, Ortodoks
Kilisesi’nin başı olan imparatorun kendisinin ve ülkesinin çıkarlarına uygun
olan isteklerini, uyumlu kılmaktan geçmektedir. [220] [221]
Ortodokslukta otoriteden
sonra en önemli kavram standarttır. Yani otorite tarafından konulmuş olan
ölçütler, kurallar, yasalar, yasaklar, yönetmeliklerdir. Ortodokslukta
inananların imanının nasıl olması gerektiğine otorite karar verir ve bu karar
devlet aracılığıyla uygulanır. Konulmuş olan standartlara harfiyen uyum
zorunludur. Bunlara uymayanlara verilecek cezalar da yine aynı standart
kavramının içinde yer almaktadır. Örneğin kiliselerin temel törenlerinden biri
olan ekmek ve şarap dağıtımı ayininde komünyon itibariyle Katoliklerin uymaları
gereken kuralları Roma Kilisesi belirlemiştir ve bunun dışına çıkılamaz.
Katolik ve Ortodoks kiliselerinde komünyon standartlarını uygulayan ve
kiliselerin varlıklarını sürdürmelerini sağlayan din adamlarına “ruhban” denir
ve bunlar bir sınıf oluştururlar. Hristiyanlıkta kulla Tanrı arasında işte
kendilerine Tanrı tarafından verildiğini öne sürdükleri yetkiye dayandırarak
standartlar koyan ve bunları uygulatarak kulları Tanrı’ya ulaştırdıklarını 221
iddia eden ruhbanlar sınıfı
vardır.
. zOrtodoks olunabilmesi için gereken üçüncü koşul, gelenek
sahibi olmaktır. Gelenek varsa Ortodoks da vardır. Katolik kiliseleri gibi aynı
Ortodoks kiliseleri de, Hristiyan geleneğinin tam ve tek temsilcisi olduklarını
belirtirler. Hristiyanlığın hiçbir bozulmaya uğramadan, özgün haliyle, kendi
inanç sistemleri içinde yaşamakta olduğunu ileri sürerler. Tarih boyunca
Hristiyanlık ve kilise için savunmalar yazmış olan Apologist denilen din
büyüklerinin yolunda ilerlediklerini söyleyerek bunu kanıtlamaya çalışırlar.
Apologistler bazı durumlarda bir şahsı aynı anda hem Katolikliğin hem de
Ortodoksluğun tek ve değişmez savunucusuymuş gibi gösterilebilmişlerdir.[222]
Hristiyanlıkta gelenek başlı başına önemli
rol oynayan bir kavramdır. Şöyle ki; Katolik ve Ortodoks kiliselerinde
gelenekçi diye bilinen ve yerleşik düzeni savunan din adamlarıyla çağdaşlaşmacı
denilen din adamları daima çatışmışlardır. Katolik Kilisesi bu çatışmalardan
doğan bir formülle gelenekçi-çağdaşlaşmacı çatışmalarını bir
uzlaşmaya bağlamıştır. Ortodoks
âlemi de benzer bir kavramı bu bağlamda kullanmaktadır. Katolik Kilisesi’nin
formülü şudur: “Eski için yeni fikirleri dene, olmazsa yeni için eski fikirlere
sarıl.” Ortodokslarsa değişim fikrini Metanoia kavramıyla tanımlarlar yeri ve
zamanı gelince Metanoia’nın kaçınılmaz olduğunu vurgulayarak duyuş, düşünüş ve
davranışlarında çağın isteklerine uygun metanoiayı 223 yaparlar.
Buraya kadar Altındal tarafından Ortodoks kiliselerinin
yapısı ve işleyiş mantığı hakkında teknik ayrıntılara girmeden fikir
verebilecek bir resim çizilmiştir diyebilirim. Altındal’da Ortodoks
Kilisesi’nin tarihsel kökenini tanıyarak bu resmi renklendirmeye
başlayabiliriz.
Ortodoks Kilisesi denildiği zaman, akıllara Bizans
İmparatorluğu gelir. Ortodoksluk, Bizans’la, yani Doğu Roma İmparatorluğu’yla
özdeşleşmiştir. Bu sebepledir ki Ortodoks Kilisesi’nin tarihi, Bizans’ınkinden
ayrı olduğu düşünülemez. Ortodoksluk tarihiyle ilgili her araştırma, Bizans’ın
devlet yapısıyla birlikte değerlendirilmek mecburiyetindedir. Çünkü dünyaya
Ortodoksluğu hediye eden de, onu koruyup geliştirmiş olan da Bizans ve onu
yönetmiş olan hanedanlardır.[223] [224] Bu sebeple
Ortodoks Kilisesi’ni tanıtılacaksa öncelikle Bizans’ı tanıtarak başlamak
gerekir.
Ortodoks Hristiyanlığın ilk merkezi İstanbul ve onunla
birlikte Patriklik düzeyinde olan Kudüs, Antakya ve İskenderiye ile bunlara
sonradan katılan Kraliçe Roma adlı Moskova Patrikliği en üst kiliselerdir.
İstanbul bunların arasında primus inter pares denilen bir sisteme göre eşitler
arasındaki birincidir.[225]
16. ve 17.yüzyıllarda
Ruslar ve bugün Ukraynalı denilen Slavlar çok güçlü bir dinsel sorunla karşı
karşıya kalmışlardı. Bu bir yüzyıllık dönem içinde sürekli gelişme göstermiş
olan Osmanlı Devleti’ne ve onun dini olan İslamiyet’e karşı korunabilmek amacıyla
Roma Katolik Kilisesi’nin dinsel geleneği ve ilkeleriyle Rum Ortodoks
Kilisesi’nin dogmalarını birleştirebilmek arzusu yaygınlaşmıştı. Daha sonra
Uniate Kilisesi denilecek olan bu kilise tipi işte bu yakınlaştırma ve
bütünleştirme çabalarından doğmuştu. Günümüzde Ukrayna’da egemen olan Uniate
Kilisesi, ne tam Katolik’tir ne de tam Grek veya Rus Ortodoksu’dur.[226] [227]Kendi başına
bir kilise olan Uniate, Ukrayna Kilisesi üzerinde hem Papalığın hem de
Moskova’daki Rus ve Grek Ortodoks Kiliseleri 227
hak talep etmektedirler.
Geçmişte olduğu gibi günümüzde de Rusya’da Ortodoks
âleminin her milletine mensup, milli kilise bulunmaktadır. Bir de 1821’den
itibaren güçlendirilmiş fakat 1912’de ezilmiş olan bir de Grek Ortodoks
Kilisesi bulunmaktadır. Rus Ortodoks Kilisesi’yle Grek Ortodoks Kilisesi
günümüzde beraber Ortodoksluğun en önemli temsilcileri konumundadırlar.
Tarihteki tüm iddialarını yeniden gerçekleştirme çabalarına giren bu kilisenin
kendisi için koyduğu nihai hedef, İstanbul’un Ortodoks kimliğinin, Rus Ortodoks
Kilisesi’nin denetimi altına alınarak bir kez daha tarih sahnesine
çıkartılmasıdır.[228] Altındal,
Rusya’daki Ortodoksluğu, hiç kuşku duyulmayacak bir şekilde, tüm dünya
Ortodoksluğu için önemli görmektedir. Yani Ortodoks âleminde bir girişim yapmak
için Rusya’yı dikkate almak gerekir. İstanbul’daki Fener Rum Patrikhanesi,
statü itibariyle eşitler arasındaki birinci konumdaysa da, son sözde en büyük
pay Rus Ortodoks Kilisesi’ndedir. Altındal, Ortodoks kiliseleri arasındaki
ilişkiyi bu şekilde açıklamıştır. Ortodoks âleminin İstanbul üzerindeki
emellerinin, hiç kimse kuşku duymasın ki bugün de aynı hız ve hevesle sürdüğünü
de sözlerine eklemiştir.[229]
Yunan Doğu Ortodoks
Kilisesi, tüm Ortodoks âleminde gerçekte ruhani olmayan bir kurumdur. Nedir ki
müthiş politize olmuş bir kurumdur bu. Kıbrıs Ortodoks Kilisesi’yle arasında
bazı dinsel farklılıklar da vardır ama siyaset, bu kiliselerde dinin ve
inançların önünde yer aldığı için aradaki esas farklılıklar görmezden
gelinebilmektedir. Yunanistan Ortodoks kiliselerinin Komünizm nedeniyle içine
sürüklendikleri yoksulluk ve bilgisizlik ortamından çok fazla yararlanmıştır.
Buradaki manastırlar tüm güçleriyle Ortodoks kiliseleri için papaz
yetiştirmektedirler. Rus kiliseleri de yetersiz kaldıklarında, boşluk
Ortodoksluktan çok Hellenizme bağlı olan Yunanlı papazlar 230 tarafından doldurulmaktadır.[230]
Dünyada yaklaşık 300 milyon olan Ortodoksların kiliselerini
Altındal hiyerarşik bir yapıda olduğunu belirtmiş ve üç kattan oluşan
hiyerarşide katmanları şöyle sıralamıştır:
1)
Birinci
grupta yer alan Ortodoks kiliseleri patriklik seviyesindedirler. Bunlar
İstanbul, İskenderiye, Antakya ve Kudüs’tür. Antakya Ortodoks Kilisesi,
Suriye’nin başkenti Şam’da olandır, Türkiye’nin Antakya şehrinde değil. Bu dört
patriklik arasında İstanbul Ortodoks kiliseleri arasında Konstantin tarafından
kurulduğu için, tarihsel önceliği sebebiyle değil, “Eşitler Arasındaki İlktir.”
2)
İkinci
grupta yer alan kiliseler ulusal kiliselerdir. Bunlar başta Moskova olmak üzere
Belgrad-Sırp Ortodoks, Bükreş, Sofya’dır. Yunanistan, Sofya’nın ve
Makedonya’nın milli kilise statüsünü kabul etmemektedir. Bu grupta yer alan bir
kilise de Tiflis’teki Georgiyen Katholikat Kilisesi’dir.
3)
Üçüncü
grupta yer alan Ortodoks kiliselerine Autosephalis Kiliseleri denir. Bu grupta
yer alan kiliseler şunlardır: Kıbrıs, Yunanistan, Arnavutluk, Polonya,
Çekoslovakya. Bu gruba İstanbul Fener Patriği I. Dimitrios tarafından verilen
Gürcistan Ortodoks Kilisesi de katılmıştır. Dinsel konularda kendilerini
ilgilendiren idari işlerde otonomdurlar ama dinsel konularda kendi başlarına ve
Ortodoksluğu bağlayıcı kararlar alamazlar. Bunlar kendi kilise işlerini ulusal
düzeyde, patriklerden bağımsızca yönlendirme hakkına sahip olan kiliselerdir.
1'-'11i231
Bu kiliseler, otonom
olmalarına rağmen patriklere bağlıdırlar.231
6. yüzyıldan 16. yüzyıla kadar süren bin
yıllık dönemde Ortodoks âlemi, gözleri önce Bizans’ta, sonra da Moskova’da
olarak yaşamıştı. 1453’te İstanbul Türk-Osmanlı Sultanı Fatih tarafından ele
geçirilince Moskova Kilisesi, kendisini 3. Roma ilan etmişti. Ortodoksluğu
yeryüzünde kendilerinin temsil etmekte olduğunu vurgulayan Ruslar, günümüzde
de, Bizans Devletler Topluluğu’nu andıran yeni bir girişim başlatmak amacıyla
çeşitli girişimlerde bulunmaktadır.
“Ekümenik” sıfatını kullanmaya çalışarak Altındal’ın
deyimiyle “Küçük Patrikhanene’den Büyük Ağabey Kilise havasına girmeye çalışan”[232] [233] ve bu
doğrultuda dini siyasete alet eden Fener Rum Patrikhanesi, Altındal’ca şöyle
anlatılıyor:
“Fener Patrikhanesi’nin
ruhani önderliğine seçilen patrikler, Ekümenik yani evrensellik iddiasındaki
din adamlarıdır. Resmi sıfatları ise tam olarak şöyledir: Yeni Roma ve Ekümenik
Patrikliğin Başpiskoposu. Burada sözü edilen Yeni Roma İstanbul 233
şehrinin sadece Ortodoksluktaki
değil, tüm Hnstiyanlıkta vaftiz adıdır.
Fener patriklerin Ekümenik sıfatını taşıyıp
taşıyamayacakları uzun yıllar sürmüş tartışmalarda kalmıştır. Kilisenin iddia
ettiğine göre bu sıfat ruhani bir sıfattır, dünyevi değil, Evrensellik
denildiğinde anlaşılması gereken, kilisenin evrenselliğidir. Roma’daki Katolik
Kilisesi’nin ve Papalığın itirazı da işte tam bu noktada başlamaktadır. Çünkü
Hristiyanlığı kim temsil edecektir sorusunun yanıtını Katolik Kilisesi 1054
yılında vermiştir. Buna göre Katolik Kilisesi ve Papa, İstanbul’daki patriği
aforoz etmiş yani Hristiyanlık dışı bırakmıştır. Nitekim bu nedenle de
kendilerinin gerçek Hristiyanlığın evrenselliğinin temsilcileri olduklarını
vurgulayan Katolik sıfatını güçlendirmiştir. [234]
Fener Patrikhanesi ruhani bir birimdir, siyasal değil
denilebilir. Bu görüşte bir noktaya kadar haklılık da gözükmektedir, Altındal’a
göre gerçek durum böyle değildir. Fener Patrikhanesi, gerçekte tam bir siyasal
birimdir. Fener Patrikhanesi, Hristiyan âleminde özel statüdeki bir kiliseyi
temsil etmektedir. Bu özel statüdeki kilise tipine, Batı ilahiyatında etnarşi
denilir. Açıklaması ise şöyle yapılmaktadır: Lozan’da azınlıkların varlığı ve
hakları kabul edilmiş ama Fener Patrikhanesi, sadece bir azınlığın kilisesi
olarak belirtilmiştir. Fener Patrikhanesi, gerçekten de statüsü itibariyle bir
azınlık kilisesidir. İşte bu özellik, üzerinde çok dikkatle durulması gereken
bir gerçektir. Fener’in öne sürdüğü gibi ekümenik kilise değildir. Evrensellik
iddiasındaki Fener Patrikhanesi, Altındal’ın da üzerinde önemle durduğu gibi, gerçekte
bir azınlık kilisesi olduğunu bilerek kelimenin tam anlamıyla siyasi ve
ideolojik faaliyetler yürütmektedir.[235]
Manastır öğretilerinden çok etkilenmiş olan iki ünlü din
adamı Martin Luther ile Calvin’dir. 16.yüzyıla damgalarını vuran ve o zamandan
bu yana Hristiyanlığın gündeminde kalan bu iki din adamından Luther, 1521
yılında Katolikliği eleştirdiği için Papa X. Leo tarafından aforoz edilmiş,
yani Hristiyanlıktan çıkarılmıştır. Luther, Katolik Dini’nin yedi temel
akidesinden sadece iki tanesinin Hristiyanca olduğunu, gerisinin kilise
tarafından uydurulduğunu öne sürmüştür. Bu iki Sacrament, vaftiz ve komünyondu.[236] [237]
Luther mücadelesini yarım
bırakmamış ve sonuna kadar sürdürmüştür. Bu mücadelenin en keskin göstergesi
olarak da eski bir rahibe olan Katherine’le evlenmiş ve kendi manastırına
yerleşmiştir. Luther’in ilkeleri, Protestanlığın Lutheran kolunu 237
kurmuştur.
Altındal, Luther’i, Katolik dinini yıkan ve bir anlamda
Avrupa Hristiyanlığı denilen Protestanlığı kuran şahıs olarak niteler. Bu
Hristiyanlıkta temel kavram, çalışmaktır. Luther’in çalışmayı ibadet olarak
gördüğünü, ayrıca antisemitizmi de çok yücelttiğini, Yahudileri ve Türkleri
yeren, aşağılayan birçok kitabı ve yazısı var olduğunu söylemiştir. Türklerin
ve Yahudilerin kılıçtan geçirilmesini öneren Luther, aynı zamanda prenslerden
yana ve köylülere karşıdır. Prensler seküler olmalarına rağmen, ilahi yasaları
uygularlarsa kendilerine isyan eden Hristiyan köylüleri kılıçtan geçirme
hakkına sahip olurlar diyen yine Luther’dir. Altındal Luther’in ölümünden sonra
Katolikler tarafından kılıçtan geçirilen Protestanları, o beğenmediği Osmanlı
padişahlarının koruduklarını ve Osmanlı topraklarına konuk etmişliklerini
ilginç bulduğunu da sözlerine eklemiştir.[238]
Günümüzde Lutheran kiliseleri, özellikle de ABD’dekiler,
Luther’in Yahudiliği lanetleyen kitaplarını Index dışı yani okutulmayacak
kitaplar olarak kabul etmiş ve Yahudilerle yakın ilişkiler kurmuşlardır.
Luther’in aforozunun üzerinden 460 yıl geçmiş olmasına rağmen Vatikan hala onun
yaptıklarını affetmemiş ve kaya gibi imanın sadece kendisinde olduğunda ısrarlı
davranmıştır. [239]
Avukat olan Calvin ise, Protestanlığın Calvinist kanadını
kurmuştur. Merkezi İsviçre’nin Cenevre şehrindedir. Calvinist doktrinde kilise,
devletin ta kendisidir. Dolayısıyla yönetim Calvinist Kilise’nin papazları
tarafından yapılır. Din devleti en çok Calvinist doktrinde uygulanmıştır. Bu
teokrasiyle yönetilen Cenevre, 1908 yılına kadar din devleti statüsündeydi.
Calvinistler, özellikle ahlak konusunda çok duyarlıdırlar. Katı aile kuralları
vardır. Kadın değil, çalışma ve ibadet önce gelir.[240]
Altındal, Katoliklik ve Protestanlığın
işleyişindeki temel farkı şöyle ifade etmiştir: “Hristiyan âleminde
Protestanlar kendi inanç sistemlerine daha sıkı bağlıdırlar, daha katı ve
hoşgörüsüzdürler. Ama Katolikler için Hristiyanlık, milliyet ve ırktan önce
gelir. Bundan dolayı bir Polonyalı veya İtalyan kendisinin adının Hristiyan,
soyadının da Katolik olduğunu söyler. Roma’daki Katolik Kilisesi’nin yüzyıllar
boyunca ayakta kalmasını sağlamış olan psikolojik faktörlerden biri de budur.”[241]
Hristiyanlıktaki en yaygın anlamıyla tarikatlar; bekârlık,
fakirlik ve itaat yeminini açıkça yapan erkek ve kadınların oluşturduğu
kuramlardır. Gerekli şartları yerine getirerek bu kurumlara kabul edilenler,
burada ortak bir hayat tarzı yaşarlar, belli kuralları takip ederler, eğitim,
yardım çalışmaları veya misyonerlik hizmetleri gibi özel bir çalışma biçimine
bağlanırlar. İster tarikat üyeleri tarafından bir şekilde seçilmiş olsun
isterse Kilise yüksek otoritesi tarafından tayin edilmiş olsun, otorite sahibi
bir idareciye itaat ederler.[242]
Altındal’a göre, Vatikan’ın iç siyasetinde ve
çekişmelerinde dört dinsel akım etkili olmaktadır. Bunlar Dominikenler,
Fransiskenler, Cizvitler ve Opus Dei’dir. Bunlardan birincisi Dominiken
Tarikatı’dır. Dominikenler, “Önce Kilise” diyen tarikattır. Gaddar ve
dogmatiktirler ama aynı zamanda Aristokratik de olmakla tanınırlar. Ortaçağ’ın
Engizisyon Mahkemelerini Dominikenler kurmuşlar ve özellikle cadı diye
nitelendirdikleri kadınları, milyonlarca insanı yaktırmışlardır.
Dominikenlerin tam karşısında Fransisken
Tarikatı vardır. Bunlar için ise önce Roma’daki Kilise değil, “Önce
Hristiyanlık” gelir. Fransiskenler din adına karşılıksız çalışan,
yoksulluklardan yana olan keşişler topluluğudur. Onlar için önce Papa veya
Kilise değil, Hristiyanlığın yeryüzünde hâkim olması önemlidir.
Altındal’ın belirttiği
üçüncü topluluk Fransiskenler kadar çalışkan, ama Dominikenler kadar acımasız
olabilen Cizvitler Tarikatı’dır. Bunlar Katolik âleminin entelektüelleri
konumundadırlar. OPUS DEI ne denli masonik ve gizli ise Cizvitler de o denli
deneyimli, bilgili ve entrikacıdırlar. Bunlar için önemli olansa “Papalık
Makamı”dır. Kilisenin kendisi veya Papaların kendileri değil, Papalık makamının
savunulması ve korunması öncelik taşımaktadır. Altındal’a göre Cizvitler bu
anlayışla birçok papaya karşı çıkmışlardır. Papalık Makamı’nı yücelten
Cizvitler ile Papaları yücelten OPUS DEI kavgalıdırlar. OPUS DEI, Cizvitlere
göre Papa-Tapıcılığı 243 yapmaktadır.
Altındal’a göre Vatikan devletinin
uluslararası resmi ideolojisini Ekümenizm Hareketi’dir. Bu dört akımın ortak
paydalarıyla oluşturulmuş ve tüm Hristiyan âlemini bir çatı altında toplamayı
öngörür.[243] [244] [245]
Cizvitler ’in hedefi bütün
insanlığı Hristiyanlaştırmak ve Hristiyan olanların da inançlarını hiç taviz
vermeden yaşamalarını sağlamaktır. Bu sebepten dolayı kurucusu Loyola, gerek bu
teşkilâta girmek için gerekse iyi bir Cizvit olarak yetişmek için 245 oldukça sert ve katı kurallar koymuştur.
En hızlı misyoner örgüt olan Cizvitler, Vatikan’ın iktidar
kavgasında önemli yer tutar. Avrupa Parlamentosu’nda çok etkili bir gruba
sahiptir. “ Christians For Europe”(Avrupa İçin Hristiyanlar) isimli grubun
içinde yer alırlar. Altındal, Cizvitlerin mücadele anlayışları ve örgütlenme
itibariyle Templar geleneğini anımsatmakta olduğunu söylemektedir. Şövalyelik
ruhuna dayalı olan Templar gibi Cizvitlerin kurucusu da bir askerdir. 1520
yılında, Ignatios Loyola tarafından kurulan Cizvitler, Roma Kilisesi’nde daima
askeri konularda ve stratejilerde uzmanlaşmış ve bu konularda kiliseye
danışmanlık yapmışlardır. Aynı Templar gibi kısmi bir özerklik taşımışlar, çoğu
zaman kendi yasalarını ve kurallarını kendileri koymuş, Papaların emirlerine
uymakta fazla istekli davranmamışlardır. Bu sebeple, yine aynı Templar gibi
Cizvitler de papaların öfkesine maruz kalmışlardır. Örneğin 1773’te Papa XIV.
Clement, Cizvitleri gizli faaliyetlerde bulundukları sebebiyle Kiliseden çıkartmış
ve onları ezmiştir. Cizvitler yaklaşık 40 yıl yeraltı kilisesinde kaldıktan
sonra 1814’te eskisinden daha güçlü olarak yeniden Roma Kilisesi’ndeki egemen
yerlerini geri almışlardır.[246]
Altındal, Cizvitlerin kendilerini Tanrı’nın askerleri
olarak gördüklerini söyler. Fakat ellerinde diğer hiçbir Hristiyan tarikatında
görülmeyecek kadar acımasız ve sağlam olan “Disiplin” vardır, kılıç değil. Bu
disiplin sayesinde Cizvitler, Hristiyanlığı Japonya’ya kadar yaymışlardır. [247]
Altındal’a göre Cizvitler, tüm Avrupa’nın başta da Diaspora
Kiliseleri denilen eski sosyalist ülkelerdeki nüfusun yeniden
Hristiyanlaştırılması tezini destekler. 1992 yılında İstanbul’da Fener
Patrikhanesi’nde toplanan Ortodoks patrik ve metropolitleri, Katoliklerin
Ortodoks asıllı Slavları Katolikleştirmekte olduklarını öne sürerek, Katolik
Kilisesi’nin bu “Yeniden Hristiyanlaştırma” çabalarını kınamış ve buna son
vermeleri çağrısında bulunmuşlardır.[248]
Özellikle Avrupa’da Cizvitlerin
girişimleriyle yeniden Hristiyanlaştırma gayretlerinin işlendiği konferanslar
ve seminerler toplanmıştır. Altındal’ın üstünde durduğu bu toplantılardan biri
de tüm Avrupa’dan gelen 137 Katolik piskoposun katıldıkları, 1991’de Roma’da
toplanan ve bir toplantıdır. Altındal’a göre toplantıda aynen “Avrupa’nın yeniden
Hristiyanlaştırılması, sadece dindar-Katolik-olanların yeniden Kiliseye
kazandırılması değil, aynı zamanda sekülerleşmiş olan Batı Avrupa’nın da
yeniden Katolikleştirilmesini öngörür.” şeklinde bir karar alınmıştır. Katolik
Kilisesi’nin bu açık meydan okuyuşu özellikle Rus Ortodoks Kilisesi tarafından
protesto edilmiş ve Rus Ortodoks Kilisesi, Katolik misyonerlik alanlarının
Rusya ve eski sosyalist ülkeler olmadığını, Uzakdoğu ve Müslüman ülkeler olması
gerektiğini vurgulamıştır. Katoliklerden ilk olarak bu hedeflere doğru
yönelmelerini, aksi durumda Ekümenizm Hareketi’ne sıcak bakmaktan vazgeçeceğini
belirtmiştir.[249] [250]
OPUS DEI(Tanrı’nın İşleri) adlı gizli örgüt 2 Ekim 1928’de Madrid’de
kurulmuştu. Kurucusu sıradan
bir papaz olan, Jose Maria Escriva de Balaguery Albas’tı. Altındal’a göre
Escriva’nın amacı din adamlarını değil, ama en az onlar kadar Katolikliğe sadık
laik iş ve meslek sahiplerini bir araya getirerek Papa’ya Vatikan dışında
destek olacak iyi eğitim görmüş ve varlıklı olan elit bir kadroyu oluşturmaktı,
oluşturdu da. Böylelikle ilk laik muhafızlar örgütünü kurmuş oldu. Vatikan’a
bağlı, ama onun içinde yer almayan bir örgüt oldu. Doktorlar, gazeteciler,
yazarlar, işadamları, mimarlar, avukatlar, vb. bir arada OPUS DEI için
çalışmaya başladılar. Aynı meslek sahipleriyle çeşitli ülkelerde ilişkiler
kurdular. Bu ilişkileri sağlayabilmek için iki anahtar kavram seçmişlerdi.
Birincisi “Diyalog”, ikincisi de “Hoşgörü”. Kendisini, barışsever ve eşitlikçi,
uygar, demokrat kabul eden hiçbir aydının bunlardan kaçınması mümkün değildi.
OPUS DEI bu kavramları kullanarak birçok ülkede toplantılar, seminerler ve
konferanslar düzenledi. Oluşturulan bu “Dayanışma” grupları tek amaca 250 gerçekte hizmet ediyordu: OPUS DEI nin Vatikan içindeki
yerini güçlendirmeye.
OPUS DEI, sadece 85 yıllık ve İspanyol asıllı
bir örgüttür. Altındal’a göre, gittiği her ülkede ilk olarak mesleğinde çabuk
yükselmek isteyen hırslı, kendilerini çok önemseyen fakat nedense adlarını
duyuramamış aydınları ve yerleşik, ahlaki değerlere önem vermeyen şahısları
avladı. Özellikle TV ve basın da bunları destekledi böylelikle mesleklerinde
adlarını duyurmalarını sağladı. Sonra da onlara yaptıklarının karşılığı olarak,
ülkede her istediğini yaptırır hale geldi. OPUS DEI’nin tuzağına düşmüş
günümüzde “Dialog ve Hoşgörü” savunucusu birçok aydın ve gazeteci vardır.
Altındal’ın benzetmesiyle bu şaşkın ördekler kiminle yatağa girmiş oldukları iş
işten geçtikten sonra anlamayacak kadar bağımlı hale getirilmişlerdir.[251]
Onlara göre Papa'nın kimliği, Kilise'nin de, Papalık
Makamının da üstündedir. Papa, Tanrı-Krallığı’nın kutsal lideridir. Böylesine
ulvi bir mertebeye erişebilen kişi de elbette harikulade bir kişidir. Bu
sebeple, OPUS DEI Kilise’yi ikinci planda görür ve böylesine olağanüstü bir kişi
tarafından temsil edilen Vatikan Devleti’ni yüceltir.
1950’de, Escriva ilk kez Vatikan’ın dikkatini çekebilmişti.
Escriva’ya ve OPUS DEI’ye Papa XII. Pius, Katolikliğe hizmet eden “Seküler
Enstitü” statüsü verdi. Daha sonra Escriva, 1960 yıllarında Papa XXIII.
John’dan ve sonraki Papa VI. Paul’den de yakınlık gördü. Özellikle din adamı
olmayan meslek sahibi üyeleri komünizme karşı Polonya’da yürütülen gizli,
yeraltı çalışmalarında çok çalıştılar. Bunların sonucunda Escriva,
“Preletür”(Bölgesiz Dini Yetkili) sıfatını kazandı. OPUS DEI, bundan sonra daha
da büyüdü ve gelişti.[252]
Altındal’a göre OPUS DEI, gerçekte sadece Katolikliğin
egemenliğini temin etmeye uğraşıyordu fakat görünüşte tam bir Seküler örgüt
gibi çalışıyordu. Bu gerçek Escriva’nın 1970’li yıllarda bölge kumandanlarına
gönderdiği ve Non Ignoratis(Gözden Kaçmasın) başlıklı mektubunun basına
sızdırılmasıyla ortaya çıktı. Escriva mektubunda kendilerinin seküler
sayılmalarının sadece bir taktik olduğunu ve tek hedeflerinin bu maske altında
Katolikliği egemen din olarak yerleştirmek olduğunu vurguluyordu ve bu hususun
gözden kaçırılmaması gerektiğini söylüyordu.[253]
Escriva 26 Haziran 1975’te ölünce, yerine yıllardır yanında
bulunan Dr. Diez Sollano geçti. Artık uluslararası bir güç haline gelen OPUS
DEI’nin yaklaşık 80 ülkede 75.000 üyesi olduğu tahmin ediliyordu. Altındal’ın
verdiği örneğe göre, Protestanlığın kalesi sayılan Alman-İsviçre’sinde ve
Protestanlığı ile övünen İngiltere ve Almanya da bile bu korkutucu Katolik
örgütü kendisine yer açmış ve Katolikliği yaygınlaştırmaya başlamıştı.
Protestanlığın kalesi olarak tanınan İsviçre’nin Zürih kenti şimdi Katoliklerin
egemenliğine girmişti.
Altındal’a göre Escriva,
Diktatör Franko’ya çok yakın duran bir din adamıydı. OPUS DEI onu var gücüyle
destekledi. Franko Kabinesi’nden karşılığında da 10 bakanlık aldı. Böylece çok
büyük bir sermaye edinme şansını yakaladı. Bu servetle uluslararası ve yeni
şirketler kurdurarak özellikle İspanya’nın turizm sektöründeki gelirlerinden
büyük pay almaya başlamıştır ayrıca inşaat sektörüne girmiştir. Daha sonraları
da eğitim alanına açılmıştır. Çeşitli ülkelerde okullar açmaya başlamış olan 254
OPUS DEI nin dünyada sayısız
okulu ve 428 üniversitesi vardır.
OPUS DEI lideri Escriva,
Papa seçtirdiği II. John Paul tarafından, ölümünden 15 sene sonra aziz yapılmak
için sırada bekleyen iki bin kişinin önüne geçirildi. Altındal’a göre Escriva,
15 yılda aziz olma yoluna girdi. Normal olarak 300 sene beklemesi gerekirdi.
Halen Vatikan’da en önemli kurumlardan biri olan “İnançsızlar ve Hristiyanlık
Dışı Dinler” Bakanlığı’nı elinde tutar. OPUS DEI, bu kurum aracılığıyla
özellikle Müslüman ülkelerle ilişki kurmaya çalışmıştır. Altındal, Türkiye’de
de OPUS DEI’yle iş ve ticaret ilişkileri içinde olanların hiç kuşkusuz var
olduğunu belirtmiş ve OPUS DEI’nin, var gücüyle tüm kiliseleri birleştirmeyi
öngören Ekümenizm 255
Hareketi ni desteklemekte
olduğunu söylemiştir.
Günümüzdeki en güçlü ve gizli Katolik örgütü olan OPUS
DEI’nin üyelerinin tümü Katolik meslek sahiplerinden oluşmakta ama her ülkede
örgütten mesul bir kardinal bulunmaktadır. Bu kardinallerin dokunulmazlıkları
vardır. Vatikan pasaportu taşırlar ve bir tek Papa’ya karşı sorumludurlar.
Altındal’a göre Curia’nın bile bunlara gücü yetmemektedir.
Opus Dei ile ilgili pek çok tartışma yaşanmış ve olumsuz
görüşler dile getirilmiş buna rağmen örgüt herhangi bir açıklama yapmamıştır.
Altındal’ın yer verdiği bu görüşlerden bazıları şunlardır: Bu olumsuz
görüşlerden birinde OPUS DEI’nin kendisiyle Komünizm kadar mücadele edilmesi
gereken, gizli çalışan aşırı sağcı bir harekettir olduğu belirtilmiştir.
Diğer bir görüşte, bu örgüte OPUS DEI değil OCTOPUS DEI
(Ahtapotun İşleri) denilmeliydi. Polonyalı Kardinal, şair ve aktör Karol
Wojytla’yı, Papa II. John Paul olarak Vatikan’daki tahta oturtan bu örgüttür. [254] [255] [256]
Anlaşılacağı üzere kısaca OPUS DEI, hakkında
çok fazla konuşulan, yorum yapılan ama günümüz dinsel toplulukları içinde,
hakkında en az şey bilinen örgüttür.
Altındal’a göre bütün gizli örgütlerin ortak bir paydası
vardır: olduğundan daha fazla esrarengiz görünmek. Bunu temin edebilmek için de
dört yol denemişlerdir. Birincisi göze görünmeyen güçlerle anlaşmalı oldukları
ve bunları kullanabildikleri iddiasıdır. Buna göre yeryüzünde ve evrende göze
görünmeyen fakat hayatı yönlendiren güçler vardır ve (x) örgütünün kurucuları
da bu güçlerin sırlarına ulaşmışlardır ve onların lütfedip aralarına aldıkları
üyeler de bu güçlerle tanışıp onların sırlarına vakıf olabilirler. Bu çok
çekici bir iddiadır ve kişilerin bu tip gizli örgütlere katılmalarına yol açar.
Örneğin masonlar kendilerinden olmayanların bilemeyecekleri çok gizli müthiş
sırlara vakıf olduklarını öne sürüp sürekli gündemde kalarak ilgi odağı olmayı
başarmışlardır.
İkincisi ortada hiçbir sır bulunmadığı halde varmış gibi
davranmaktır. Perdenin arkasında göze görünmeyen güçler bulunduğu bunların bir
“Kabal” oluşturdukları ve gizledikleri sırları seçtikleri kişilere
verebilecekleri şeklinde propaganda yapmak. Bunlara inananlar ortada gerçekte
hiçbir sır bulunmadığı halde “kendine telkin” yöntemiyle müthiş ve muazzam bir
sırrın bulunduğunu düşünürler. Bu tip sahte esrarengiz örgütlerde gerçekte
gizlenen hiçbir sırrın olmaması en büyük sırdır Altındal’a göre. Birçok Katolik
gizli örgüt bu ilkeye göre kurulmuş ve yönetilmiştir. Örneğin Tapınak
Şövalyeleri...
Üçüncüsü, seçilmiş/seçkin olmak iddiasıdır. Buna göre bazı
kişiler birtakım doğaüstü güçler tarafından belirli özellik ve yetenekleri
nedeniyle seçilmiş ve insanları yönetmek için onların arasına
gönderilmişlerdir. Bu seçkin vatandaşlarda hiç kimselerde olmayan gizil güçler,
seziler, bilgiler vardır.
Dördüncüsü, örgütün sakladığı gizli bilgilerin kaynağının gerçekte
doğada ve evrende bulunduğunu ve bunların ilmi, felsefi ve bilimsel olduklarını
fakat egemen bir gücün(örn. Kilise) çıkarlarına aykırı olduğu için zorunlu
olarak yeraltına itildiğini öne sürerek akademik ve seçkin aydınların ilgisini
çekmektir.[257]
Gül ve Haç Alman kökenli, insan hakları
savunuculuğu yapan Tapınak Şövalyeleri Fransa, Farmasonluk İngiliz ve İskoç
tarafından tarih sahnesine çıkartılmış okültik- gnostik gizli Hristiyan
örgütleridir.[258] [259]
Gnostik- Masonik Hristiyan
kültürel mirasında, Vatikan ve diğer örgütlü resmi kiliseler yoktur.
Gnostiklerle Kilise arasında İsa’nın yaşadığı varsayılan günlerden bu yana
kavga vardır. Altındal’ın belirttiğine göre, Gnostiklerin Hristiyanlığı ile
Kilise Hristiyanlığı neredeyse taban tabana zıttır. Örneğin Kilise için İsa
Mesih ve Bakire Meryem önemliyken, Gnostikler için, Vaftizci Yahya ve eski
fahişe-ve onlara göre İsa’nın karısı-Mecdelli Meryem önemlidir. İsa’yla ilgili
İncil’de yazılan her mucizeyi gerçekte başkaları yapmış ama Kilise Babaları
bunları “İsa Yapıtı” diyerek insanları 259 aldatmıştır.
Gnostik-Hristiyanlar, Ana Kilise tarafından
Ekümenikal konsillerde ve Synnodlarda kabul edilen kararlar çerçevesinde
oluşturulan canonlara uygun olarak İsa’nın 12 havarisinden Peter(Petrus),
James(İsa’nın kardeşi sayılan), John ve Andrew’a öncelik vermezler. Bu
havariler, resmi yerleşik Kiliseler için önemlidir. Ama Thomas, Philip, Mathew
ve Bartolomew, Gnostikler için çok önemlidir. Gnostikler için Philip’in İncili
ve bu Meryem’in İncili çok değerlidir. Bu kitaplar resmi kilise tarafından
tanınmazken, Gnostik-Hristiyanlar için neredeyse en kutsal kitaptır.[260]
Altındal’ın bu gizli örgütlerle ilgili
üstünde önemle durduğu diğer bir mevzu da, 18. yüzyıldan bu yana Tapınak
Şövalyeleri, Gül ve Haç Kardeşliği ve masonların ortak bir strateji izleyerek
Avrupa Birliği’ni kurmaya çalışmakta olduklarıdır. Bu üç gizli örgüt, bu
gayeyle bir de İnsan Hakları Locası kurmuştu. Alman İmparatoru Birinci Dünya
Savaşı’nın sonunda bu locanın üyeleri tarafından tahtından feragate zorlanarak
Hollanda’ya gönderildi. Bu üç gizli örgütün üç locası son asırdır özellikle
Avrupa siyasetinin gerisindeki en güçlü temsilcileridirler.
Bu gizli örgütlerin hazırladıkları üst
tasarıma göre, masonik evrensellik ilkesine göre inşa edilecek olan, Avrupa Birliği
bir Hristiyan Birliği olacaktı. Birleşik Avrupa’da, masonların Tanrı’sı
“Kâinatın Yüce Mimarı” egemen olacaktı, Hristiyanlığın Tanrı’sı değil.
17.yüzyıldan beri, bu gizli örgütler bu düşleri kuruyorlardı.
Bu sebeple de bir devlet gibi örgütlenmişlerdi.
Kendilerini yönetmek için başbakanlar, bakanlar seçmişler, kendi adalet
divanlarını, konseylerini ve kardeş localarını oluşturmuşlardı. Tıpkı “devlet
içinde devlet”tiler.[261]
“İsa Çarmıh’a gerildiği anda hemen ölmemişti. Büyük bir ıstırap
çekiyordu. Bunu gören bir asker dayanamayıp mızrağıyla İsa’nın böğrüne bir
darbe vurmuştu. Askerin amacı İsa’nın daha fazla acı çekmeden bir an önce can
vermesini sağlamaktı. İsa’nın böğründen akan kan, ayaklarından ve ellerinden
çivilenmiş olduğu Haç’ın dibinde birdenbire güller yeşermeye başlamıştı. İşte
bu gül ve kan İsa’nın tensel canıydı. İsa bir çiçek olmuş ve açmıştı. Bu olayda
kuşkusuz Haç da önemli bir anlama sahipti. Çünkü Haç olmasaydı İsa’nın kanının
Gül’e dönüştüğü de bilinmeyecekti.”[262] Gül ve Haç konusundaki pek
çok efsaneden yalnızca biri, belki de en çok kabul görmüş olanıdır. Gül ve Haç
Örgütü, 2.yüzyılda Kudüs’te, Gül’ün ve Haç’ın bu türden mucizevi yönlerinin
bulunduğuna inanmış şövalyeler tarafından kurulmuş ve günümüze kadar çeşitli
dünya olaylarına müdahale ederek gelmiştir.[263]
Johann Valentin Andrea, Protestan papazı, Paracelsus’un
tilmizi ve okültist ve alşimisttir. Avrupa’da egemen olan çeşitli Hristiyanlık
inançlarının bir bütün olarak yeniden cumhuriyet şeklinde kurulmasını istiyordu.
Tüm Hristiyanlığın bu cumhuriyette tek tanrının hâkimiyetinde dinleri ve mezhep
başkalıklarını yok kabul ederek bir araya gelmeleri gerektiği inancındaydı. Bu
birleşme deist bir anlayışla sağlanacak ve bir araya gelmede kimyasal
nikâh(alşimist öğretisi) meydana gelecekti. Bu inanca sahip Valentin, işte Gül
ve Haç Kardeşliği örgütünün bilinen ilk resmi sözcüsü ve kurucusu kabul
edilmiştir.[264]
Altındal’ın belirttiğine göre Valentin’in bu örgüt için
seçtiği arma şaşırtıcı şekilde Protestanlığın kurucusu Martin Luther’in kendisi
için seçtiği aile armasına benzeşmektedir. Gül ve Haç Kardeşliğinin armasında 5
çeperli bir gül, siyah bir haçın kesişme noktasına, merkezine konulmuştur.
Valentin’in haçın merkezine gülü koyması gelişi güzel bir olay değildi. Hristiyan
geleneğinde her ‘Yeni Kudüs’ dünyanın merkezini oluşturuyordu. Valentin’e göre
haçın merkezine konulmuş olan gül ‘Yeni Kudüs’ü temsil ediyordu. Bu Yeni Kudüs
ise ‘Hristiyan Cumhuriyeti’nden başkası değildi. İkinci olarak ise, Haç
‘Geomantic’ coğrafi düzlemdeki Âdem’in başını, yani insanlığın özünü ve
temelini temsil ediyordu. Bu sebeple Valentin haçın merkezine sır anlamına
gelen gülü yerleştirmişti. Çünkü okültist Valentin’e göre o görkemli sır
insanın yüreğinde değil, Haçın merkezinde gizliydi ve doğayı sembolize
ediyordu.[265]
Vatikan 1986’da bir belge yayınlamıştır. Belgede zararlı
görünen birçok örgüt arasında Gül ve Haç Kardeşliği ve onun iki kolu Altın Gül
ve Haç isimli kuruluşlar yer almaktadır. Kilise’ye göre, örgüt her 108 yılda
bir etkin dönemine girer ve 108 sene boyunca Christendome’u değiştirmeye,
Christendome’a yeni bir düzen vermeye çabalar. Gül ve Haç’ın Christendome’u,
1909 yılında Vatikan’a göre başlamıştır ve 2017 yılında tamamlanacaktır. Gül ve
Haç Kardeşliği’nin anlattığı İsa Mesih’le Kilise’nin resmi belgelerinde ve
kutsal metinlerde yer alan İsa Mesih’in hiçbir alakası ve benzer yanları
bulunmamaktadır. Christendome’da halen en çok saygı gören kuruluş Vatikan
belgesine göre budur. Örgüt her biri 36 yıl süren periyotluk zaman dilimlerinde
dünyaya şekil vermeye çalışmış tek okült örgütüdür.[266]
Gül ve Haç Kardeşliği örgütünü diğer tüm okült
örgütlerinden ayıran başlıca özelliği Altındal’a göre şudur; bu misyonunun
başlangıcını tüm gizli örgütler geçmişlerini Greklere, antik Mısır’a, Zerdüşt’e,
Hindistan’a veya Mani’ye ve Çin’e kadar indirirlerken Gül ve Haç inilebilecek
en son duraktan bile daha öteye daha geçmişe götürmüştür. Bu, Tanrısal Plan’ın
yapıldığı zamandı yani Tanrı’nın evreni ve insanı yaratışından öncesi olan
zaman. Bu İsa Mesih’in kendisini ispatlamak amacıyla öne sürdüğü, ölümden sonra
yaşam şeklindeki verdiği sözden ve misyonundan daha şaşırtıcı ve inanılmaz bir
iddiaydı. Çünkü kendi misyonunu Gül ve Haç Kardeşliği örgütü, ölümden bile
öncesine götürmüştü. Kısaca, ölüm dâhil olmak üzere evrendeki her şey, bunların
tümü bu gizli örgütün misyonundan daha sonra gerçekleşmişti.[267]
Hristiyanlık özgün şekliyle askerlik yapmayı din adamlarına
yasaklamıştır. Ama 11.yüzyıla gelindiğinde Kudüs’ü Müslümanlardan kurtarmak
için Papalık, Haçlı Ordularının kurulması görevini bazı keşişlere verdi. İlk
silahlı din adamı orduları böylelikle kurulmuş oldu. Bu tarikatların ilki, ilk
başta para-militer nitelik taşıyan gizli Templar(Tapınak) şövalyeleri
tarikatıydı. Bunlar Müslümanlara karşı savaşmak için yemin etmiş, İslami cihat
kavramını Hristiyanlığa uyarlayarak, din adamlarının kurdukları gizli bir
tarikattı. Adlarını Kudüs’teki Mescid-i Aksa’dan almışlardı. Daha sonra bu
tarikattan pek çok gizli örgüt ve okült( gizli büyü, sihir vs. uğraşanlara
verilen ad) tarikatları türemiştir. Bunların en bilinenleri Rosyicuricianlar ve
masonlardır. Bu gelenek günümüzde de sürmektedir. Yine Templar’dan türemiş ama
politik ihtilalciliği gizlice geliştirmiş olan bir tarikat daha vardır bu da
Illuminati adıyla bilinir.[268]
Altındal’a göre günümüzde şövalyelik denince aklımıza ilk
gelen Malta’daki şövalye tarikatlarıdır. Bunların tamamına yakını 1048’de
başlayıp 1240’a kadar sürmüş olan bu Templar geleneğinden geldiklerini ileri
sürerler. Kısa adı SMOM olan “Malta, Kudüs ve Rodos St. John şövalyeleri askeri
ve egemen tarikatı” dünyada halen kabul edilen ve Malta Devleti bünyesinde bir
büyükelçi tarafından temsil edilen tek tarikat devletidir. Kendi elçilik
binaları ve pasaportları bulunur. Merkezleri Roma’da bulunur fakat karargâhları
ise Malta’da yer alır.[269]
Altındal, şövalyelerin geçmişte yapıldığı
gibi günümüzde de sadece Katoliklerden seçildiğini belirtiyor ve bu tarikatın
bir de “Sahte Şövalyeleri ve Tarikatları Soruşturma Dairesi” olduğunu söylüyor.
1798’den sonra, SMOM diye bilinen tarikat Rus çarlarınca koruma altına
alınıyor. Bu sebeple çarın Ortodoks Kilisesi’nin başı olması üzerine, bazı sofu
Katolik şövalyeleri ayrılarak yeni bir tarikat kuruyorlar. Fakat pek çoğu Rus
Çarı’nın desteğini istemeden de olsa razı oluyorlar. Çarlar bu tarikatı 1917’ye
kadar yönetiyor. 1453’ten sonra Paleolog Hanedanı çarlara sığınıyor. Çar III.
İvan’la son Bizans İmparatoru XI. Konstantin’in erkek kardeşi Thomas’ın kızı
Zoe-Shopia, evlendiriliyor. Böylelikle çarlar hem Bizans’ın yasal
savunuculuğunu hem de tüm Ortodoks dünyasının ruhani liderliğini üstüne almış
oluyorlar.[270] [271]
Daha sonraları ortaya
çıkan Bolşevik İhtilali bu pozisyonu baştan sona değiştiriyor. Bazı çok güçlü
ve zengin Amerikalılar bu dönemde devreye girmeye başlıyor. Böylelikle Ortodoks
ve Katolik tarikatlar olarak Malta şövalyeleri ayrılıyorlar. Bir bölümü de
dinler arası diyalog fakat Hristiyanlar için geçerli yani ekümenik tarikatlar
haline geliyor. Başta Vatikan olmak üzere bunlardan SMOM, 45 ülkede büyükelçi
seviyesinde temsilci bulundurabilme hakkını elde ediyor. Bunun manası ise bu
örgüt resmen devlet içinde devlet statüsüne ulaşıyor olmasıdır. Altındal,
SMOM’un kendi pasaportu, bayrağı, pulu, imtiyazları, özel vergi sistemi olan
egemen bir devlet 271
olduğunun altını çiziyor.
Kendisinden başka kimseyi gerçek kabul
etmeyen kibirli SMOM başka tarikatlar tarafından Vatikan’ın ve Papa’nın
oyuncağı olarak gösteriliyor ve görülüyor. [272] [273]
Altındal için gizli
örgütler içinde “Masonluk”un ayrı bir yeri olduğunu söylenebilir. Çünkü bu
konuda yapmış olduğu çalışmalarını yayımlarken türlü türlü zorluklarla
karşılaşmış, kendisi maddi ve manevi büyük zararlara uğramıştır. Örneğin
Altındal Havass Yayınları’nın ve Süreç Siyasal-Kültür dergisinin yöneticisiyken,
12 Eylül 1980’de gerçekleştirilen askeri darbe sırasında “Devlet ve Masonlar”
başlığı altında Fransız ve dünya masonluğunu inceleyen bir yazı dizisi
yayımlaması üzerine dergi toplatılmıştır. Masonlar hakkında engin bir birikime
sahip olan Altındal’ın 273
gözünden Masonluğu anlatmaya
çalışalım.
Altındal, örgütün kuruluş ve işleyişini ayrıntılı bir
şekilde anlatmıştır. Masonluğun temel birimi olarak locayı görür. Sayıları
15-20 arasında değişen biraderi toplayan localar, esas olarak çırakları(1. derece),
kalfaları(2. derece) ve ustaları(3. derece)bünyesinde barındırır. Ustalar
yalnızca masonik hakların tümünden yararlanırlar. Ustalar orta hücrede kendi
aralarından loca vazifelilerini ve üstad-ı muhteremi seçerler. Her locada her
yıl seçilen vekiller de vardır. Vekiller üç ayda bir Üstad-ı Azamı’nın
başkanlığında toplanarak obediyansın durum değerlendirmesini yaparlar. Ayrıca
obedyansın Nizam Konseyi veya Federal Konsey süprem yönetim aygıtını seçerler.
Bu konseyler üç yıllık bir süre için seçilirler ve üye sayısı 33’tür. Büyük
vazifeliler ve Üstad-ı Azam da bu konseyin içinden seçilir.[274]
Masonluğun Adalet Divanı vardır. Bir mason, asla harici
mahkemede bir biraderi aleyhine dava açamaz fakat masonik adaletin onayını
alırsa bunu yapabilir. Tüm bu işleyiş ilk üç derece için uygulanır fakat 4 ve
yukarı dereceleri bulunduran atölyeler de vardır. Bunların örgütlenişleri ilk
üç dereceninkinden tamamıyla farklıdır ve bunlar gizlemli ve felsefi araştırma
merkezleri gibi fonksiyon gösterirler. Demokratik bir yapı göstermezler,
şövalye nizamı egemendir. 4. ve daha yukarı dereceler, ilk üç dereceye üye
olanlar için bile bir bilinmediktir. Hangi biraderlerin bu derecelerden
oldukları bilinmez ve localarda asla bunların sözü edilmez.[275]
Altındal Masonluğa geçişi ise şöyle anlatır: “ İlk olarak
elinizi kolunuzu sallaya sallaya mason olamazsınız. Masonluk reklam ve
propagandadan kaçınmaktadır. Tabi ilgilenenler Maşrık-ı Azam veya herhangi bir
başka locaya yazıyla başvurup üyelik talebinde bulunabilirler. Ancak bu kişiler
aile ve iş çerçevelerinle sıkı bir incelemeye tabi tutulmadan başvuruları kabul
edilmez. Geçerlikte olan yordamsa, bir şahısla ilişkisi olan bir masonun o
şahsın biraderliğine layık vasıfları haiz olduğunu kanaat getirdikten sonra,
konuyu ona açıp üye olmayı isteyip istemediğini sormasıdır. Akrabalık, dostluk,
iş, parti, dernek, askerlik, kulüp vb. ilişkilerin tümü masonluk için birer
devşirme kaynağıdır.”[276]
Mason olmak için başvuran bir kişi, Hür- masonluğun temel
ilkelerini öğrendiğine dair bir beyanat, bir başvuru dilekçesi, iyi hal kâğıdı,
bir yaşam öyküsü ve vesikalık bir fotoğrafını iliştirdiği bir dosya takdim
eder. Loca başkanına bu dosya sunulur. Başkan da bunları loca üstatlarına
gönderir. Üstatlar başvuruyu oya sunarlar. Daha sonra kayıt işlemlerine
geçilir. Aradan kimi zaman aylar, yıllar geçtikten sonra adaya Hür- masonluğun
1. derecesinde çırak sıfatıyla birederan arasına kabul edildiği haberi gönderilir.[277]
Hemen tüm siyasi eğilimler, her obedyans içinde bir miktar
mevcuttur. Obedyanslar doğrudan siyasal yaşama müdahalede bulunmasalar da
üyelerini siyasete karışma yolunda teşvik ederler: 1789 ve 1871’de birçok
birader devrimci hareketlerin ön saflarında yer almıştı.
Altındal’ın Masonluğun temeline oturttuğu localar, hür
masonun yuvasıdır. Her şey onda başlar, onda sona erer. En yüksek üstatlar dahi
birçok obedyansta, üç yıllık görevden sonra tüm sıfatlarından sıyrılıp, yuvaya
locaya dönmek zorundadır. Yeni bir locanın kurulabilmesi için, obedyansın, usta
derecesinden yedi biradere berat vermesi gereklidir.[278]
Mavi loca diye de bilinen sembolik loca ilk üç dereceyi (
çırak, kalfa, usta) kapsar. Aralarında daha yüksek derecelere mensup biraderler
bulunsa dahi, ilke olarak bunların kim olduğu bilinmez. Locaların çoğunda,
çıraklar ayda bir veya iki, kalfa ve ustalarsa yılda bir veya iki kez
toplanırlar. 3. derece mensubu ustalarsa yalnızca bir karar almak gerektiğinde
bir araya gelirler. Mason toplantılarında haricilerin girmesi kesinlikle
yasaktır ve nazırlarca titizlikle denetlenir.[279]
Tokalaşma usulü hem masonluğa aidiyet, hem de ait olunan
obedyansı belirten özel bir tarzdır, haricilerin taklit etmesi bir hayli
zordur. Bir loca üyesinin daha yüksek bir dereceye geçmesi ücret artışı adını
alan özel bir ritüelle mümkündür.[280]
Altındal daha sonra milletlere göre locaların
özelliklerinden bahseder. Fransız locaların çoğu yılda on sekiz kez
toplanırlar. Bu toplantıların bir kısmı zorunlu ve geleneksel ziyafetler, vazifelilerin
seçimi, terfi törenleri vb. ile geçer. Masonluk faaliyetleriyse geriye kalan on
bir toplantıda gerçekleştirilir. Bunlardan bir kısmında obedyansın saptadığı
sorunlar incelenir. İngiliz ve Alman localarında biraderler smokin giyerler;
çoğu Alman locasında melon şapka, aksesuarın tamamlayıcı öğesidir. Oysa kimi
liberal Fransız localarında kazaklı, kravatsız, açık yakalı biraderlere
rastlamak mümkündür.[281]
Ritüelin açılışıyla kapanışı arasında mabette neler olup
bittiği, ilkede mason sırrıdır. Her toplantıdan önce biraderler, bu sessizlik
yasasına bağlılık andı içerler. Oysa ritüelin sırrı gerçekte iki yüzyıldır
bilinmektedir.
Mason törenlerine gelecek olursak; başlangıçta oldukça sade
bir görüntü taşıyan törenler, 1750’den itibaren yüksek derecelerin de
etkisiyle, kanlı gömlekli, cesetli, hançerli gerçek psikodramlara çevrilmiş.
Geçen yüzyıl sonlarında masonlukla Kilise arasındaki şiddetli çatışmalar
döneminde masonluk içinde dinsel törenlerin parodisi niteliğinde vaftiz, nikâh
ve cenaze törenleri ortaya çıktı. Geleneklere saygılı kimi locaların
reddetmesine karşın, bunlar halen varlıklarını sürdürmektedir.[282]
Altındal’ın Masonlar hakkında üzerinde ısrarla durduğu
konulardan biri ise Mason skandallarıdır. Belirttiğine göre masonlar tarafından
öldürülen şahısların listesi içinde, Sultan Abdülaziz’in de adının bulunması
mason skandallarının vardığı boyutları düşündürmektedir.[283]
Altındal, artık mason sırrından geriye hiçbir şey
kalmadığı, masonların yüzyıllardır sakladıkları her şeyi, kitaplardan,
gazetelerden öğrenmenin mümkün olduğu iddiasını, masonların, masonluğun esas
sırrının, bir haricinin kavraması mümkün olmadığından, daima kalacağı şeklinde
cevaplamakta olduklarını söyler. Masonluğun sırrı, kendi doğası itibariyle
dokunulmazdır. Hiç kimseden öğrenilemez. Bu sırrı öğrenen mason, locaya gitme,
gözlem yapma, akıl yürütme ve tümdengelim yoluyla öğrenir. Buraya vardıktan
sonra da, bunu en yakın mason arkadaşına dahi açmamak için dikkat gösterir.
Çünkü eğer bu kimse, ona nüfuz edecek yeteneğe sahip değilse, onu ağızdan
öğrenmekle de bir şey kazanmayacaktır. Dolayısıyla sır daima sır kalacaktır.[284]
Günümüzde, tüm masonluk yaşamı, yitik sözcük
teması üzerine kuruludur. Bu tema Süleyman Mabedi’nin mimarı Hiram’ın üç hain
kalfa tarafından öldürülüşü efsanesine dayalıdır. Ustalık derecesine yükselmiş
hür-mason bir süre sonra bulduğu sözcüğün, sırrını mezara götüren ustanın
ardından, yardımcılarının yitik teknikleri yeniden bulana dek kullanacakları,
geçici bir hakikat olduğunu öğrenir. Arayışını masonluk yaşamının sonuna dek
dereceden dereceye sürdürecektir. Ancak sırrın kapının öbür tarafında, mason sözlüğünde
“Ebedi Şark” olarak adlandırılan yerde olduğunu anlayabilmesi için en yüksek
inistasyonu ölümü beklemesi gerekecektir.[285] Altındal üst atölyelerde her
türlü etkiyi izlemenin mümkün olduğunu söyler. Özellikle Templierlerin,
simyacıların, Hristiyan kiliselerinin ve Yahudi Kabbalizminin etkileri. [286]
Türkçeye serbest çevirisiyle aydınlatıcı
anlamına gelen Illuminati örgütünün kimliği ve künyesiyle ilgili tarafsızca
yazılmış kitabın az olduğunu belirtmiştir Altındal. Ona göre örgütün
niteliğinin tam anlaşılmaması için kaleme aldırılmış, akıl karıştırıcı belge ve
araştırmalar da vardır. Ancak tüm bu kargaşaya rağmen söz konusu örgütün
faaliyetleriyle ilgili sonuç metinleri denilebilecek kaynaklar ve belgeler de
mevcuttur. Örneğin Vatikan açısından Illuminati hiç kuşku bırakmayacak tarzda,
fesat örgütü olarak tanımlanmaktadır. “Illuminati, kilisenin ve ona bağlılık
duyan çevrelerin tanımladıkları üzere gerçekten bir fesat örgütü müdür, yoksa
görüşleri ve faaliyetleri itibariyle daha iyi bir dünya düzeni kurmayı
amaçlamış ve bu yüce amaç uğruna bir araya gelmiş gözü pek Hristiyan
unsurlardan mı oluşuyor?” diye sorar Altındal. Ona göre önemli olan ise
Illuminati’nin gizli amaçları olan bir örgüt oluşudur. Bizzat Illuminati
önderleri de gizlilik nitelemesini kabul etmişlerdir.[287]
Ingolstadler’den Prof. Adam Weishaupt, 1 Mayıs 1776’da,
Almanya’nın Bavyera’sında gizlilik ilkeleri esas alarak Illuminati ismiyle
meşhur olacak örgütü kurdu. Eski Cizvit Prof. Weishaupt, Pitagor’un sisteminden
yola çıkarak, Katolikliği temelde eleştiren bir teori hazırlamıştı. Bunu yasal
yollardan ve açıkça iletmesi mümkün değildi. Görüşlerine göre başta kralların,
sonra kiliselerin ve en sonda da özel mülkiyetin yeni dünya düzeninde
kaldırılması öngörülüyordu. Örgüte tam üye olunabilmesi için üç aşamadan
geçiliyordu. Öncelikle çıraklık, sonra “Minerval” öğrencilik safhası,
daha sonra da “Minerval Illuminatis” diye isimlendirilen üyelik
aşamasına geçiliyordu.[288]
Örgütün kuruluşundan hemen sonra Weishaupt, öngörüsünü
hayata geçirmek için, Bavyera’da çeşitli resmi kuruluşlara saldırılar başlattı
ve son saldırısını da Gotha’da yaptı. Illuminati, Fransız Devrimi’ne aktif
olarak katıldı ve bu devrimin öncüleriyle sıkı ilişkiler içine girdi. 1830’da
Weishaupt’un ölümü üzerine Illuminati kendi kuramını geliştirici ve seçkinler
arasında yaygınlaştırıcı çalışmalar yaptı ve yarım asır boyunca silahlı
eylemlerden doğrudan doğruya sorumlu olmadı.
İlginçtir ki bu örgütün Altındal’ı bile şaşırtacak çeşitli
özellikleri vardır. Mesela Birinci Dünya Savaşı öncesinde ve 1925’lere kadar
gerek Illuminati’nin kendisine ve diğer gizli örgütlere üye olmuş Yahudiler,
Protestanlar ve Ortodokslar da vardı. Bu tip örgütlere Türk olarak üye kabul
edilmiş, daha sonra Türkiye’de adları çok ünlenmiş gazeteciler, işadamları ve
bilim adamları da olduğu gibi.[289]
Bazı örgütlerde din değiştirme şartı aranırken bu örgüte
Müslüman olarak katılan üyelerden de bahsetmiştir Altındal. Tıpkı Roncalli’nin
Türkiye’de görevli bulunduğu yıllarda bazı Türklerin dinlerini değiştirerek
Katolik dinine kabul edildikleri gibi, aynı yıllarda din değiştirmeyi önkoşul
olarak koymayan bu tip gizli Alman örgütlerine üye yapılmış başka Müslümanlar
da vardı. İlginçtir ki, Katolik dinine geçen ve Giritli, sonra da İzmirli bir
Türk ailesinin yakını olan bir şahıs, Vatikan’da neredeyse Kardinalliğe kadar
yükselmişti. İşte daha sonra papa seçilen Angelo Roncalli, Illuminati’nin
sadece seçkin üyeleri kabul ettiği aristokratik, Ezoterik ve kendini “Yeni
Dünya Düzeni”ni kurmaya adamıştık gibi yüce bir amaçta birleşmiş ve bunun
uğruna dünyadaki kültürel, siyasal ve askeri hareketleri yönlendirmeye çalışan
Thule Gesellshaft’ın üyesiydi.[290]
Altındal’ın bahsettiği Thule Gesellshaft ise Piskopos
düzeyinde bir din adamını üye yapabilen gizli Alman örgütüdür. Adı aydınlanma
anlamına gelse de gerçekte kendisi çok karanlık olan meşhur Illuminati gizli
örgütünün 1903’te kapatılmasının ardından kurulmuş olan yeni koluydu. Altındal,
Thule Örgütü’nün, Illuminati’nin soylu seçkinler kolu olarak yaratıldığını ama
bu örgütün perde arkasından kuruculuğunu ve yöneticiliğini yaptığı siyasal
partinin adının Alman İşçi Partisi olduğunu belirtmiştir.
Thule’nin Münih’te tüm Almanya’da çok sayıda üyesi
bulunuyordu. Thule, Grönland’la İskandinavya arasında bir yerlerde var olduğu sanılan
düşsel bir adaydı. Efsaneye göre bu adada Atlantis’in batmasından sonra
kaçırılan gizli ilimler 291 saklanıyordu.
Altındal, Türkiye ve Ortodokslar, 97.
Altındal, Doğu ve Batı kültürlerini çok iyi analiz etmiş ve
kendi akıl dünyasında çok iyi özümsemiştir. Ülkemizde dinler tarihi alanında
önemlidir. “Hristiyanlık” konusunda da çok maharetlidir. Altındal Hristiyanlığı
tanıtırken önce suyun kaynağına kadar gitmeyi uygun görmüş, İsa’dan önce
toplumların dini, sosyolojik ve ekonomik yapılarından bahsetmiştir.
Altındal, tarihsel İsa’yı hiç önemsemiştir. Çünkü İsa,
tarih kitaplarından değil, dini kitaplardan öğrenilmiştir. Kendisini “Mesih”,
“Tanrının Oğlu”, ve “Tanrı Ruh” olarak niteleyen İsa, “Tanrımız” inancını
“Babam” olarak kullanmaya başlayarak Musevi dünyasını tedirgin etmiş,
“İnsan-Tanrı” veya “Tanrı-İnsan” yönüyle ve entelektüel düşünceleriyle ve
seküler dini yaklaşımıyla Romalıların gönlüne girebilmiştir. Kendisi
Musevi-Romalı çekişmesinin tam ortasında kalmış, bir komploya kurban gitmek yerine
bu çekişmenin çarkları arasında öğütülmüştür.
İsa’nın getirmiş olduğu din, kendinden sonra bireysel ya da
toplu faaliyetler aracılığıyla çıkarlar ve entrikalar doğrultusunda
yorumlanarak, yeni bir din yaratılmıştır. Bu yaratıcıların ilki ve en dâhisi eski
bir Musevi ve Hristiyan celladı olan Tarsuslu Pavlus’tur. Bukalemunvari
manevralarıyla canını uzun süre koruyabilmiş ve Pagan- Gentile dünyasına kendi
yorumu olan Hristiyanlığı benimsetmiştir.
Vatikan’ın küçük ama güçlü pek çok gizli ilişkisinin
bulunduğunu söylemiş, kilise ve devlet arasındaki ayrımın önemli olduğuna iman
etmelerine rağmen dünyevi olan İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ne sarılmaktan
vazgeçmemişlerdir. Bu belge ise Altındal’ın gözünde Batılı Hristiyan kulübüne
hizmet eden bir belgedir. Çok bariz bir şekilde kültürler arası bir uyuşmazlık
olmasına rağmen Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmeye çalışmasının vakit kaybı
olduğunu belirtmiştir.
Papalık konusunda ise Papalığı bilinen ve bilinmeyen bütün
yönleriyle bizlere tanıtmış, özellikle Papalık seçimi üzerinde durmuştur.
Katolik Kilisesi’nin engizisyon ve evlilik konularına nasıl baktığını
örneklerle açıklamıştır. Ekümenizm konusunda ise kiliselerin bölünmeden ayrışma
ilkesi çerçevesinde bir araya gelmeleri ve Hristiyan olmayan ülkeleri etkisi
altına alma çalışmaları olduğunu belirtmiştir.
Türkiye dini yönden kontrol etmek için kullanılan bir araç
ve Avrupa Birliği’nin belirlenmiş bir politikası olarak diyaloğu görmektedir.
İlahi dinleri de karşılaştıran Altındal, Yahudiliğin bir var oluş tarzı,
Hristiyanlığın bir dogma ve İslamiyet’in tam anlamıyla bir din olduğu sonucuna
varmıştır.
Hristiyanlığın bölünmesinde etkili olan etkenlerden biri
olan Lorenzo Valla olayını Türk tarihi açısından değerlendirmiş, Ortodoksluğun
üç önemli kuralını analiz etmiş ve Fener Rum Patrikhanesi’nin ekümeniklik
sıfatını kullanma isteğinin sebeplerine değinmiştir.
Vatikan’ın iç siyasetinde ve çekişmelerinde etkili olan
dinsel akımlardan Cizvitler ve Opus Dei üzerinde durmuş ve bütün bu akımların
ortak paydasını, Hristiyan âlemini bir araya toplama gayreti demek olan
ekümenizm olarak görmüştür.
Gizli örgütleri tanıtan Altındal, Gül ve Haç Kardeşliği,
Tapınak Şövalyeleri ve Masonların ortak bir strateji izleyerek 18. Yüzyıldan bu
tarafa Avrupa Birliği’ni kurmaya çalıştıklarını belirtmiştir. Bunların, birer
devlet içinde devlet olduğu üzerinde durmuştur. Altındal, mason yazı dizisini
yazarken başına olaylardan yola çıkarak Masonluğun ne kadar tehlikeli olduğunu
anlatmaya çalışmıştır.
Altındal,
Aytunç, Bir Türk Casusun Mektupları, Alfa Yayınları, İstanbul 2015.
----------- , Bilinmeyen
Hitler, Alfa Yayınları, İstanbul 2014.
----------- , Gül
ve Haç Kardeşliği, Alfa Yayıncılık, İstanbul 2003.
----------- , Kutsal
Kitabın Yorumu, Mahya Yayınları, İstanbul 2012.
----------- , Laiklik
Enigmaya Dönüşen Paradigma, Alfa Yayınları, İstanbul 2013.
-------- ,
Papa 16. Benedikt Avrupa Birliği ve Türkiye, Bir Harf Yayınları,
İstanbul 2005.
----------- , Tanrı
Neden Fikir Değiştirdi, Postiga Yayınları, İstanbul 2013.
----------- , Türkiye
ve Ortodokslar, Alfa Yayıncılık, İstanbul 2013.
----------- , Üç
Isa, Alfa Yayıncılık, İstanbul 2013.
----------- , Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, Alfa Yayınları, İstanbul 2013.
----------- , Yoksul
Tanrı Tyanalı Apollonius, Alfa Yayınları, İstanbul 2005.
Aydın,
Mehmet, Ansiklopedik Dinler Sözlüğü, Din Bilimleri Yayınları, Konya
2005.
Çoban,
Bekir Zakir, Geçmişten Günümüze Papalık, İnsan Yayınları, İstanbul 2014.
Erbaş,
Ali, Hristiyanlık, İnsan Yayınları, İstanbul 2004.
-------- ,
Hristiyanlıkta Reform ve Protestanlık Tarihi, İnsan Yayınları, İstanbul
2004.
Eroğlu, Ahmet Hikmet, “Doğu ve Batı Kiliselerinin
Ayrılık Sebepleri”, Dini Araştırmalar, C. 2, 387-413.
-------- ,
Ökümenik Hareketin Ortaya Çıkışı, Dinler Tarihi Araştırmaları, Dinler
Tarihi Derneği Yayınları, Ankara 1998, 223- 236.
Gündüz,
Şinasi, Din ve İnanç Sözlüğü, Vadi Yayınları, Ankara 1998.
----------- , Pavlus:
Hristiyanlığın Mimarı, Ankara Okulu Yayınları, Ankara 2001.
Güngör, Ali İsra, Cizvitler ve Katolik Kilisesi’ndeki
Yeri, ASAM Yayınları, Ankara 2002.
Işık, Halim, îlk Papa Aziz Petrus’tan Son Papa
Ratzinger’e Papalık Tarihi, Ozan Yayıncılık, İstanbul, 2006.
Kitabı Mukaddes Eski ve Yeni Ahit(“Tevrat ve încil), İstanbul, Kitab-ı Mukaddes Şirketi, 1991.
Memili,
Sedat, Vatikan Para ve Kan İmparatorluğu, Kaynak Yayınları, İstanbul
2006.
Olgun,
Hakan, Luther ve Reformu Katolisizmi Protesto, Fecr Yayınları, Ankara
2001.
----------- , Sekülerliğin
Teolojik Kurgusu Protestanlık, İz Yayıncılık, İstanbul 2006.
Özkan, Ali Rafet, Fundamentalist Hristiyanlık: Yedinci
Gün Adventizmi, Alperen Yayınları, Ankara 2002.
Özcan, Hanifi, Misyonerliğin Felsefî Temelleri, Türkiye
’de Misyonerlik Faaliyetleri Sempozyumu Tebliği, www.dinlertarihi.com/dosyalar/makaleler.htm
Özcan,
Mustafa, İslam ’ınPapa’ya Cevabı, Nesil Yayınları, İstanbul 2006.
Polat, Kemal, Vatikan - Roma’da Kiliseler ve Dinî Hayat,
(Konferans), Ağrı İbrahim Çeçen Üniversitesi Nezehat Çeçen Konferans Salonu,
Ağrı 2015.
Sevimay,
Devrim, “Aytunç Altındal ile Röportaj: Sezer Papa'dan Hesap Sorabilir”,
Vatan, 10
Aralık 2007 http://www.gazetevatan.com
[1] Aytunç Altındal Vefat
Etti, http://www.ntv.com, Erişim Tarihi: 18.11.2013
[2] Melamîlik bugünkü
modern tarzda tüm dünyada yaşanan dini anlayışı asırlar öncesinde savunan
düşünce akımıdır ve aynı zamanda bir duruş, felsefe ve anlayıştır. Melâmîlik, belli bir isimden bağımsız olarak Kur'an merkezli bir islami tasavvuf anlayışını ifade eder.
[3] Aytunç Altındal Son
Yolculuğuna Uğurlandı, http://www.ntv.com, Erişim Tarihi: 19.11.2013
[4] Aytunç Altındal Vefat Etti, 18.11.2013, Erişim Tarihi: http://www.ntv.com.
[5] Aytunç Altındal Son
Yolculuğuna Uğurlandı, Erişim Tarihi: 19.11.2013, http://www.ntv.com.tr.
[6] Aytunç Altındal, Tanrı
Neden Fikir Değiştirdi, Postiga Yayınları, İstanbul 2013, 11.
[7] Aytunç Altındal, Üç
İsa, Alfa Yayıncılık, İstanbul 2013, 27.
[8] Religio: Roma
İmparatorluğu’nda, bireylerle tanrılar arasında var olan ve resmen kabul
edilmiş, yerleşik düşünce sistematiği çerçevesinde rasyonel olan ilişkiler
bütünü demektir.
[9] Polyteist: Çok
Tanrıcılık; Panteist: Canlılık merkezli Tanrıcılık; Katenoteist: Bir dönem için
belirli bir Tanrı’ya, başka dönemde başka Tanrı’ya bağlılık. Heteroteist: Bir
grup Tanrı’ya bağlılık;
[10] Eşzamanlı bağlılık.
[11] Altındal, Üç İsa,
28.
[12] Yaşam tarzı.
Diplomaside yaşam tarzına müdahale edilmeyeceğini gösteren belge.
[13] Altındal, Üç İsa,
29.
[14] Altındal, Üç İsa,
30.
[15] Altındal, Üç İsa,
30.
[16] Altındal, Üç İsa,
31.
[17] Altındal, Üç İsa,
31.
[18] Altındal, Üç İsa,
33.
[19] Seçilmiştik konusunda
geniş bilgi için bkz. Mehmet Katar, “İsrail Kavminin Seçilmişliği Üzerine Bir
Araştırma”, İslâmî Araştırmalar, XX(2), 2007, 172-177.
[20] Altındal, Üç İsa,
34.
[21] Altındal, Üç İsa,
35.
[22] Altındal, Üç İsa,
37.
[23] Altındal, Üç İsa,
37.
[24] Altındal, Üç İsa,
38.
[25] Altındal, Üç İsa,
40.
[26] Altındal, Üç İsa,
39.
[27] Altındal, Üç İsa,
40.
[28] Gentile: Romalı veya
Anadolu’da yaşayan Helen kökenli kişiler.
[29] Altındal, Üç İsa,
42.
[30] Matta, 1:20- 21.
[31] Altındal, Üç İsa,
43.
[32] İşaya, 7:14.
[33] Altındal, Üç İsa,
43.
[34] Altındal, Üç İsa,
44.
[35] Altındal, Üç İsa,
45.
[36] Şinasi Gündüz, Pavlus:
Hristiyanlığın Mimarı, Ankara Okulu Yayınları, Ankara 2001, 87.
[37] Altındal, Üç İsa,
47.
[38] Luka, 2:41- 51.
[39] Luka, 2:48-50.
[40] Altındal, Üç İsa,
50.
[41] Matta, 5:12.
[42] Altındal, Üç İsa,
53.
[43] Hoşea, 11:2.
[44] Altındal, Üç İsa,
53.
[45] Tekvin, 1:26.
[46] Altındal, Üç İsa,
53.
[47] Sebt: Yahudiler için
kutsal gün. Yahudi şeriatının en önemli yasaklar günü.
[48] Altındal, Üç İsa,
54.
[49] Altındal, Üç İsa,
54.
[50] Altındal, Üç İsa,
55.
[51] Altındal, Üç İsa,
56.
[52] Altındal, Üç İsa,
57.
[53] Altındal, Üç İsa,
57.
[54] Altındal, Üç İsa,
68.
[55] Altındal, Üç İsa,
70.
[56] Altındal, Üç İsa,
71.
[57] Altındal, Üç İsa,
72.
[58] Altındal, Üç İsa,
72.
[59] Altındal, Üç İsa,
77.
[60] Altındal, Üç İsa,
127.
[61] Altındal, Üç İsa,
128.
[62] Altındal, Üç İsa,
129.
[63] Altındal, Üç İsa,
134.
[64] Altındal, Üç İsa,
137.
[65] Altındal, Üç İsa,
142.
[66] Altındal, Üç İsa,
77.
[67] Altındal, Üç İsa,
80.
[68] Yuhanna, 7:46.
[69] Altındal, Üç İsa,
112.
[70] Markos, 15:10.
[71] Matta, 27.
[72] Matta, 27:24- 25.
[73] Altındal, Üç İsa,
115.
[74] Altındal, Üç İsa,
116.
[75] Altındal, Üç İsa,
116.
[76] Altındal, Üç İsa,
118.
[77] Sciolastic: Kelime ve
kavramları kendi istemleri yönünde kullanmacılık.
[78] Altındal, Üç İsa,
118.
[79] Altındal, Üç İsa,
119.
[80] Altındal, Üç İsa,
120.
[81] Altındal, Üç İsa,
120.
[82] Altındal, Üç İsa,
124.
[83] Altındal, Üç İsa,
85.
[84] Gündüz, 12.
[85] Altındal, Üç İsa,
84.
[86] Altındal, Üç İsa,
84.
[87] Altındal, Üç İsa,
85.
[88] Altındal, Üç İsa,
86.
[89] Hezekiel 16:6.
[90] Altındal, Üç İsa,
86.
[91]Altındal,
Üç İsa, 91.
[92] Tekvin, 3:22.
[93] Altındal, Üç İsa,
92.
[94] Altındal, Üç İsa,
93.
[95] Altındal, Üç İsa,
94.
[96] Altındal, Üç İsa,
95.
[97] Altındal, Üç İsa,
98.
[98] I. Korintoslulara,
4:4.
[99] Altındal, Üç İsa,
99.
[100] Altındal, Üç İsa,
100.
[101] Altındal, Üç İsa,
101.
[102] Altındal, Üç İsa,
101.
[103] Altındal, Üç İsa,
102.
[104] I. Korintoslulara,
9:20- 22.
[105] Altındal, Üç İsa,
102.
[106] Çıkış 3:6; Matta
22:32.
[107] Altındal, Üç İsa,
103.
[108] Altındal, Üç İsa,
104.
[109] Altındal, Üç İsa,
104.
[110] Altındal, Üç İsa,
105.
[111] Altındal, Üç İsa,
105.
[112] Altındal, Üç İsa,
105.
[113] Musevi Hristiyanlar: l.yüzyılda
başlayan ve İsa’nın beklenen Musevi Mesih’i olduğuna iman eden Museviler.
Bunlar hala Musevi geleneğine bağlı ancak Hristiyanlaşmış Yahudilerdir.
[114] Altındal, Üç İsa,
106.
[115] Altındal, Üç İsa,
104.
[116] Altındal, Üç İsa,
108.
[117] Altındal, Üç İsa,
108.
[118] Altındal, Üç İsa,
109.
[119] Matta, 18:20.
[120] Altındal, Üç İsa,
109.
[121] Altındal, Üç İsa,
111.
[122]Altındal, Üç İsa, 112.
[123] Altındal, Üç İsa, 118.
[124] Altındal, Üç İsa, 20.
[125] Altındal, Üç İsa,
23.
[126] Altındal, Vatikan ve
Tapınak Şövalyeleri, Alfa Yayınları, İstanbul 2013, 7.
[127] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 11.
[128] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 11.
[129] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 13.
[130] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 14.
[131] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 14.
[132] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 14.
[133] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 16.
[134]Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 24.
[135] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 18.
[136] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 18.
[137] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 19.
[138] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 24.
[139] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 21.
[140] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 19.
[141] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 20.
[142] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 21.
[143] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 24.
[144]Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 21.
[145]Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 47.
[146] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 47.
[147] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 49.
[148] Aytunç Altındal, Papa
16. Benedikt Avrupa Birliği ve Türkiye, Bir Harf Yayınları, İstanbul 2005, 72.
[149] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 23.
[150] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 25.
[152] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 200
[153] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 203.
[154] Aytunç Altındal, Gül
ve Haç Kardeşliği: Avrupa Birliği’nin Gizli Masonik Kimliği, Alfa
Yayıncılık İstanbul 2003, 199-205.
[155] Bekir Zakir Çoban, Geçmişten
Günümüze Papalık, İnsan Yayınları, İstanbul 2014, 219.
[156] Çoban, Geçmişten
Günümüze Papalık, 226.
[157] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 34.
[158] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 35.
[159] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 36.
[160] Altındal, Papa 16.
BenediktAvrupa Birliği ve Türkiye, Bir Harf Yayınları, İstanbul 2005, 45.
[161] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 25.
[162] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 26.
[163] Altındal, Papa 16.
BenedıktAvrupa Birliği ve Türkiye, 45.
[164] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 27.
[165] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 28.
[166] Süreyya Şahin,
“Aforoz”, TDV, 1988, I, 412-413.
[167] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 62- 63.
[168] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 65.
[169] Altındal, Papa 16.
Benedıkt Avrupa Birliği ve Türkiye, 78.
[170] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 45.
[171] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 73.
[172] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 74.
[173] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 74.
[174] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 55.
[175] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 55.
[176] Altındal, Papa 16.
Benedıkt Avrupa Birliği ve Türkiye, 24.
[177] Altındal, Papa 16. BenedıktAvrupa Birliği ve Türkiye, 25.
[178] Altındal, Papa 16. Benedıkt Avrupa Birliği ve Türkiye, 26.
[179]Altındal, Papa 16. Benedıkt Avrupa Birliği ve Türkiye, 27.
[180] Altındal, Papa 16. Benedıkt Avrupa Birliği ve Türkiye, 29.
[181] Altındal, Papa 16. Benedıkt Avrupa Birliği ve Türkiye, 30.
[182] Altındal, Papa 16. BenedıktAvrupa Birliği ve
Türkiye, 33.
[183]Altındal, Papa 16. Benedıkt Avrupa Birliği ve Türkiye, 44.
[184] Altındal, Papa 16.
Benedıkt Avrupa Birliği ve Türkiye, 44.
[185] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 65.
[186] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 66.
[188] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 85.
[189] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 86.
[190] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 85-87.
[191] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 83.
[192] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 85.
[193] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 87.
[194] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 88.
[195] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 89.
[196] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 89.
[197] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 88.
[198] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 90.
[199] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 90.
[200] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 91.
[201] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 100.
[202] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 204.
[203] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 206.
[204] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 209.
[205] Aytunç Altındal,
“Misyoner Faaliyetleri Artışta”, 2003.
http://www.ilkadimdergisi.com/181/kapak- röportaj.htm, Erişim Tarihi: 29 Mayıs 2006.
[206] Aytunç Altındal,
“Misyoner Faaliyetleri Artışta”, 2003.
http://www.ilkadimdergisi.com/181/kapak- roportaj.htm, Erişim Tarihi: 29 Mayıs 2006.
[207] Altındal, Türkiye
ve Ortodokslar, 191.
[208] Altındal, Üç İsa,
15.
[209] Altındal, Gül ve
Haç Kardeşliği, 35.
[210]Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 216.
[211] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 217.
[212] Altındal, Türkiye
ve Ortodokslar, 82.
[213] Altındal, Türkiye
ve Ortodokslar, 221.
[214] Altındal, Türkiye
ve Ortodokslar, 221.
[215] Altındal, Türkiye
ve Ortodokslar, 223.
[216] Altındal, Türkiye
ve Ortodokslar, 224.
[217]Altındal, Türkiye ve Ortodokslar, 21.
[218] Altındal, Türkiye ve Ortodokslar, 15.
[220] Altındal, Türkiye
ve Ortodokslar, 22.
[221] Altındal, Türkiye
ve Ortodokslar, 24.
[222] Altındal, Türkiye
ve Ortodokslar, 25.
[223] Altındal, Türkiye
ve Ortodokslar, 25.
[224] Altındal, Türkiye
ve Ortodokslar, 27.
[225] Altındal, Türkiye
ve Ortodokslar, 48.
[226] Altındal, Türkiye
ve Ortodokslar, 64.
[227] Bu özel kilise tipine
Ortodokslukta “Şizmatik” kilise denilir.
[228] Altındal, Türkiye
ve Ortodokslar, 65.
[229] Altındal, Türkiye
ve Ortodokslar, 68.
[230] Altındal, Türkiye
ve Ortodokslar, 69.
[232] Altındal, Türkiye
ve Ortodokslar, 127.
[233] Altındal, Türkiye
ve Ortodokslar, 128.
[234] Altındal, Türkiye
ve Ortodokslar, 129.
[235] Altındal, Türkiye
ve Ortodokslar, 172.
[236] Altındal, Türkiye
ve Ortodokslar, 54.
[237] Altındal, Türkiye
ve Ortodokslar, 55.
[238] Altındal, Türkiye
ve Ortodokslar, 55.
[239] Altındal, Türkiye
ve Ortodokslar, 56.
[240] Altındal, Türkiye
ve Ortodokslar, 55.
[241] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 54.
[242] Ali İsra Güngör, Cizvitler,
Berikan Yayınevi, Ankara 2012, 19.
[243] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 22.
[244] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 23.
[245] TDV, “Cizvitler”,
1993, VIII, 40-42.
[246] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 69.
[247] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 69.
[248] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 70.
[249] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 71.
[250]Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 80.
[251] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 81.
[252] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 81.
[253] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 82.
[254] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 80-81.
[255] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 82.
[256] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 78.
[257] Altındal, Gül ve
Haç Kardeşliği, 95- 96.
[258] Altındal, Gül ve
Haç Kardeşliği, 11.
[259] Altındal, Gül ve
Haç Kardeşliği, 13.
[260] Altındal, Gül ve
Haç Kardeşliği, 15.
[261] Altındal, Gül ve
Haç Kardeşliği, 11
[262] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 74.
[263] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 75.
[264] Altındal, Gül ve
Haç Kardeşliği, 38.
[265] Altındal, Gül ve
Haç Kardeşliği, 44.
[266] Altındal, Gül ve
Haç Kardeşliği, 51.
[267] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 116.
[268] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 109.
[269] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 112.
[270] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 114.
[271] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 116.
[272] Altındal, Vatikan
ve Tapınak Şövalyeleri, 117.
[273] Altındal, Gül ve
Haç Kardeşliği, 255.
[274]Altındal, Gül ve Haç Kardeşliği, 252.
[275] Altındal, Gül ve
Haç Kardeşliği, 254.
[276] Altındal, Gül ve
Haç Kardeşliği, 255.
[277] Altındal, Gül ve
Haç Kardeşliği, 255- 256.
[278]Altındal, Gül ve Haç Kardeşliği, 276.
[279] Altındal, Gül ve
Haç Kardeşliği, 278.
[280] Altındal, Gül ve
Haç Kardeşliği, 279.
[281] Altındal, Gül ve
Haç Kardeşliği, 280.
[282] Altındal, Gül ve
Haç Kardeşliği, 286.
[283] Altındal, Gül ve
Haç Kardeşliği, 292.
[284] Altındal, Gül ve
Haç Kardeşliği, 297.
[285] Altındal, Gül ve
Haç Kardeşliği, 295.
[286] Altındal, Gül ve
Haç Kardeşliği, 313.
[287] Altındal, Türkiye
ve Ortodokslar, 94.
[288] Altındal, Türkiye
ve Ortodokslar, 94-95.
[289] Altındal, Türkiye
ve Ortodokslar, 95.
[290] Altındal, Türkiye
ve Ortodokslar, 96.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar