Print Friendly and PDF

AYTUNÇ ALTINDAL’IN ESERLERİNDE HRİSTİYANLIK




Hazırlayan: Lale KILINBOZ

 “Bilgi Çağı” veya “Bilgi Toplumu” kavramları, içinde yaşadığımız zaman kesitinin hayatımıza getirdiği yeni kavramlardır. Gerçekten de gelişen teknoloji, insanların yeni dünya görüşlerinin de etkisiyle bizlere bilgi deryasının yeni katmanlarının kapısını açmıştır. İnsanlar bu kapıları çalarken aslında yeni dünyaların, yeni kültürlerin de bekçilerini farkında olmadan saf dışı bırakmışlardır. Sınırlar ortadan kalkarken, kültürler birbirine doğru büyük bir hızla akmaya başlamışlardır. Kültürün başlıca taşıdıklarından biri de “din olgusu” olmuştur.

İlahi olsun, beşeri olsun her din kendine mensup olan toplulukları derinden etkilemiş veya o toplumun mihenk taşlarının zorlamasıyla kendini değiştirmek zorunda kalmıştır.

Dinler tarihi, dinleri yer ve zaman bildirerek inceleyen bilim dalıdır. Ülkemizde bu bilim dalı diğer ülkelere nazaran daha gençtir. Ahmet Mithat Efendi’den günümüze ülkemizde bu alanda birçok çalışma yapılmış, özellikle Hristiyanlık hakkında çeşitli eserler kaleme alınmıştır. Ancak kanaatimizce bu eserler ve yazarları içerisinde Dr. Aytunç Altındal’ı ve eserlerini farklı bir köşeye yerleştirmek gerekir.

Dinler tarihi açısından ilahi dinler olarak tabir edilen üç dinin (Yahudilik, Hıristiyanlık, İslam) ayrıntılı olarak incelenmesi büyük bir önem arz etmektedir.

Dünyada mensuplarının dağıldığı coğrafya açısından en yaygın ve siyasi etkinlik açısından en baskın din olan Hristiyanlık, birçok araştırmaya konu olmuştur. Bu dinin kendine has özelliklerinden ve mensubu olanların kullanmış oldukları bütün gizli ve açık yöntemlerin neredeyse hepsinden haberdar olan Aytunç Altındal’ın eserlerinde Hristiyanlığı bizlere gösterilme şeklini inceleyerek, Hristiyanlık üzerinde yapılacak olan diğer dinler tarihi çalışmalarına daha geniş bir bakış açısıyla başlanılabileceğini düşünerek araştırmamızı sonuçlandırmaya çalışacağız. Bununla beraber değerli bir araştırmacı-yazar olan rahmetli Aytunç Altındal’ın eserlerinin günümüz dünyası açısından önemini ortaya koymaya çalışacağız. Böylece günümüz dini ve siyasi olaylarına daha sağlıklı bir bakış açısıyla yaklaşma, problemlere çözüm bulma, olayları sağlıklı okuma ve değerlendirmemize katkı sağlayacağımızı düşünmekteyiz.

Din, tarih ve politika alanlarında faaliyet gösteren Türk teolog, gazeteci ve araştırmacı olan yazar; felsefe, dinler ve gizli örgütler gibi konularda birçok makale ve kitap yazmıştır. Çalıştığı alanın kendisine sunduğu fırsatları iyi değerlendirerek Hristiyanlığı yakından tanıma imkânı bulmuş ve bu birikimini de çeşitli eserleri vasıtasıyla okurlarıyla paylaşmaktan hiç çekinmemiştir.

Araştırmamızda “Paganlık-Musevilik, Hristiyanlık etkileşimleri, Papalık kurumu ve stratejileri, Vatikan’ın yapısı, ilişkileri ve bağlantılar, Ökümenizm, Vatikan-Fener Rum Patrikhanesi ilişkileri, Katolik-Ortodoks ayrımı, Hristiyanlık mitolojisinde İsa” konuları Aytunç Altındal’ın eserlerinde somut bir şekilde incelenecektir.

Amacımız günümüzde yaşayan bir din olan Hristiyanlık ve onun hakkında önemli güncel bilgiler veren ve farklı açılardan bakan yazarı tanıtmak ve yazarın bu bilgilerini bilimsel, sistematik ve derli toplu bir şekilde ortaya koymaktır. Böylece Hristiyanlığı daha iyi tanıma ve günümüz dini, sosyal ve siyasi etkileri bakımından doğru değerlendirme imkânı oluşturulacaktır.

II. AYTUNÇ ALTINDAL HAKKINDA GENEL BİLGİ

A. Hayatı

Türkiye’miz verimli topraklarından, tarihi ve kültürel köklerinden olsa gerek yüksek beşeri değerlere sahip olma hususunda bilinen âlemin en mahir eli ve aynı zamanda nazarlara gelebilecek ihtişamının verdiği belalardan dolayı olsa gerek en kıymet bilinmez maşuktur. Bu kervana katılan son yolcu ise çağımızın önemli fikir adamlarından biri olan Aytunç Altındal’dır. Batı ile Doğu kültürlerini ileri derecede tanıyan ve kaynaştıran Altındal; din, politika ve tarih alanlarında faaliyet göstermiş önemli bir araştırmacı ve yazar, gazeteci, teolog olarak gizli örgütler, felsefe, dinler hakkında birçok önemli eser vermiştir.

Bilgisine ihtiyaç duyanlar açısından ulaşılması son derece kolay bir insan olan Altındal, 12 Ocak 1945’te İstanbul Bakırköy’de doğmuştur. Çerkes asıllı bir aileye mensuptur. Fatma Hanım ve Cavit Bey’in en küçük çocuğudur. Dört kardeştirler. Annesi ev hanımı olan Altındal’ın, babası ise Haysiyet Divanı başkanlığı yapmış ve Beşiktaş kulübünde futbol oynamıştır.

Aslında gündem yaratan öznenin kendi portresinin de bir öyküsü var. Herkes onu Aytunç Altındal olarak tanısa da asıl adı Aytun’dur. Kendisi isminin öyküsünü şu şekilde aktarıyor:

"Benim adım Aytunç değil Aytun. Yargılandığım duruşmalardan birinde hâkim "Ne biçim ismin var, böyle isim mi olur? Ermeni misin sen? ” dedi. Ben de “Hayır değilim, ispatı da burada!” deyip pantolonumun fermuarını indirdim. Hâkim Bey mahkemeye hakaretten iki buçuk sene daha verdi. Sonra kendime "Hakikaten Aytun'u anlamıyorlar. Aytun'u Aytunç yapayım" dedim. Ama şu var: Yurtdışındaki kitaplarımın çoğu da Aytun Altındal. Aytun’un “kendi kişiliğine dönük” manasına gelmektedir. Ben, Adige kolundan Çerkeş’im. Daha çok ticari amaçla ismimi değiştim. Aytun’u kimse anlamaz diye kitaplarımda değiştirdim.”[1]

Melami[2] bir aileye mensuptur. Altı yaşından itibaren Melami öğretilerine dayalı bir eğitim görmüştür. Bu eğitimi ile ilgili kendisi bir röportajda şunları söylemiştir:

“Ailem Melami Rufa-i geleneğine bağlı. Kafkasya'nın en eski ailelerinden biri. Adapazarı'nda büyük arazilerimiz vardı. O gelenek çerçevesinde erkek çocuklardan birinde bazı özellikler varsa 6 yaşından sonra özel eğitim alır. Ağabeyim yırttı, ben kaldım. Bu eğitimin içeriği ise mesela bir yıl hiç konuşmadım, beş yıl annem ile babamdan ayrı yaşadım, onları hiç görmedim. 11 yaşımdan sonra beni Diyarbakır'a gönderdiler. Tek başıma Diyarbakır'da yaşadım. 16 yaşıma kadar yine bir beş sene hiç İstanbul görmeden adadaki bir köşkte kaldım.”[3]

İlkokul eğitimini İstanbul’da 11 yaşına kadar sürdürmüş, ortaokulu ise Diyarbakır’da tamamlamıştır. Haydarpaşa, Kabataş, Pendik liselerinde eğitimini sürdürmüştür. Lise eğitimi yedi yıl kadar sürmüştür. Bu durumun sebebi ise Menderes’in asılmasına göstermiş olduğu yalın tepkidir. Öğrencisi olduğu Kabataş Lisesi’ni arkadaşları ile birlikte ateşe vermiş, daha sonra tutuklanıp Sirkeci’deki polis merkezinde işkence görmüş, böbreğini kaybetmiş ve bütün bu olayların neticesinde uzun süren bir orta öğretim hayatı olmuştur. Ardından 1969-1971 yılları arasında Gurnsey Write’s School’da, 1977 yılından itibaren ise Fransa Sorbon Üniversitesi Fransızca Eğitim Bölümü’nde öğrenim görmüş, İsviçre'de bulunan Zürih Üniversitesi'nde “Teoloji” konusunda doktora tahsilini tamamlamıştır.

Altındal’ın yazın hayatı da öğrenim hayatına paralel bir şekilde başlamıştır. Özellikle 70’li yıllar dönemin getirdiği şartların da etkisiyle onun için de sancılı olmuştur 1973 yılında “Partizan” adlı şiir kitabı nedeniyle orduya hakaretten 10 yıl süren davada 7,5 yıl hapse mahkûm olmuş ve yurtdışına kaçmıştır. 1975 yılında İsviçre'de "Marksist Yaklaşımla Türkiye'de Kadın" adlı kitabı çıkardı. 1977'de “Havass” ve 1984'de “Süreç” yayınlarını kurdu.

Altındal girişimci ve atılımcı bir karakterdir. Bu özellikleri onu Türkiye’nin Batı’daki kültür aynası olmasına sebebiyet vermiştir. “Havass” ve “Süreç ”ten sonra 1989'da Zürich'te Sanat Galerisi’ni ve “Modus Vivendi ”Yayınevi yönetmiş ve yine aynı yıl Rusya'da “Kültür Danışmanlığı” görevini üstlenmiştir. 1992'de İngiltere Edinburgh’taki “International Academy For European and Christian Studies” kuruluşunda “Project Academic Board (Akademik Proje İdari Heyeti)” üyeliğine seçilmiştir. Aynı yıl İngiltere’de yayınlanan ve dünya basınında geniş yankı bulmuş olan “Three Faces Of Jesus (Üç İsa)” kitabı 1993'te Rusça’ya çevrilmiştir. New York'ta Birleşmiş Milletler bağlantılı “Global Forum of Spiritual and Parliamentary Leaders or Human Survival (İnsan Yaşamından Sorumlu Ruhani ve Siyasi Liderler Global Forumu)”da uluslararası danışman üye olmuştur. “International Society For The Study of European Ideas (Uluslararası Avrupa Düşünce Çalışmaları Topluluğu) Bilimsel Kurulu”na katılmıştır. 1995'te merkezi New York'ta bulunan “Carnagie Council On Ethics And International Affairs” örgütüne davet edilen ilk ve tek Türk konuşmacı olmuştur. Avusturya'nın Graz şehrinde Karl- Franz Üniversitesi tarafından düzenlenen “European Seculer Legacy (Avrupa'nın Laik Vasiyeti)” adlı uluslararası konferansta oturum ve bölüm başkanlığına seçilmiştir. Uğur Mumcu'nun "Sakıncasız" adlı eserinin de yapımcılığını üstlenmiştir. Danyal Peygamber hakkındaki şifrelerin ve İncil'deki diğer şifrelerin çözümlemeleri üzerine yazılmış, aslında alşimist ve okültist bir din uzmanı olduğunu söylediği ünlü fizikçi Isaac Newton'un bugüne kadar hiç bilinmeyen ve kendisinin ölümünden sonra yayınlanmasını vasiyet ettiği, bir kitabını da yayınlamıştır. Günümüzde sadece 50 adet orijinali bulunan, içinde Latince, İbranice ve eski İngilizce bölümler bulunan, 1733’te Isaac Newton’un eski Latince olarak yazmış olduğu “Observations Prophecies Of Daniel and Apocalypse of St. John” isimli kehanetler üzerine yazdığı kitabını Türkçe „ye çevirmiştir.[4]

Deneme ve inceleme türlerinin yanında şiir kitapları da yazdı. 1964'ten itibaren Yenigün, Akşam, Haber, Yeni Halkçı, Cumhuriyet, Ulus, gibi gazetelerde yazılar yazdı. Dokuz adet de çeviri kitabı basılan Altındal’ın, yedi adet kitabı ise kaldırıldı. Bazı yazıları İsviçre'de ve Fransa’da yayımlandı. Şiirleri Süreç, Bilim-Sanat, Varlık, Sanat Edebiyat gibi dergilerde yer aldı. Amerika ve İzlanda dergilerinde ise bazı şiirleri yayımlandı. Bugüne kadar 400'den fazla makalesi, 16’sı telif, 11'i çeviri 27 kitabı, yurtiçi ve yurtdışında yayınlandı.

Araştırmacı, gazeteci, yazar Aytunç Altındal, bir süredir kanser tedavisi görmekteydi. 18 Kasım 2013'te 68 yaşında, İstanbul'da vefat etmiştir. Üsküdar-Karaca Ahmet- Şakirin Camii’nde düzenlenen cenaze törenden sonra Karacaahmet Mezarlığı’nda tekbirlerle birlikte toprağa verilmiştir. [5]

B. Eserleri

Ülkemizde Altındal denilince akla ilk Hristiyanlık gelse de kendisi pek çok alanda çeşitli kitaplar yazmıştır. Biz burada bizim açımızdan en dikkat çekici olanlarını ve tezimde faydalandığım kitaplarını tanıtmaya çalıştım. “Üç İsa”, “Türkiye ve Ortodokslar”, “Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri”, “Gül ve Haç Kardeşliği” ve “Papa 16. Benedikt” isimli kitaplar, çalışmamda bana en çok kaynaklık eden kitaplar olmuşlardır.

1.   Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri

Vatikan’ı anlatan bu kitapta, Vatikan’ın siyasal, ekonomik ve askeri güçler dengesindeki yeri açıklanmaya çalışılmıştır. Vatikan’la, Hristiyanlıkla, misyonerlikle ve ekümenizm hareketiyle ilgili açıklamaları da bu kitapta yer almaktadır. Tapınak Şövalyeleri ve onların günümüzdeki temsilcileri olan Malta Şövalyelerine değinilmiştir. Ayrıca Altındal, Bizans'ın 1453'te tarih sayfalarından silinmesiyle günümüzdeki devletsiz imparatoru Paleolog Hanedanı, Tapınak Şövalyeleri’nin inisiyatifinde bağlı oldukları Şövalye tarikatları ve yürüttükleri gizli faaliyetleri de bu kitapta açıklamıştır.

2.    Türkiye ve Ortodokslar

Sovyetler Birliği’nin çökmesinden sonra oluşturulan Ortodoks ittifakının anlatılmasıyla başlayan Altındal, ittifakın hedefinde de Türkiye’nin olduğunu belirterek, Vatikan ve Fener Patrikhanesi arasındaki ilişkiler ve Patrikhane’nin karıştığı bazı olayları irdelemiştir. Ayrıca Bizans’ı yeniden canlandırma faaliyetleri ve ekümeniklik konusunda fikirlerini içeren bir eserdir. Çağdaş misyonerlik faaliyetlerinin araçlarından olan dinler arası diyalog ve hoşgörü toplantılarının arkasında gizlenmiş olan karanlık emeller de bu kitabında açıklanmıştır.

3.    Papa 16. Benedikt Avrupa Birliği ve Türkiye

Benedikt ismini alan papaların başına gelen ilginç olaylardan ve 16. Benedikt’in çocukluğundan günümüze kadarki özel yaşamından ve Nazilerle işbirliği yapmasından bahsedilmektedir. Ortaçağ engizisyon mahkemelerinde yakılan sözde cadılar ve onlara uygulanan işkencelerden, Benedikten Tarikatı’nın gizli örgütlerle ilişkisi, 15 yaşındaki Benedikt Papası, Papa 16. Benedikt’in gizli misyonuna kadar geçen süreç konusundaki fikirlerini içeren bir kitaptır.

4.    Üç İsa

İlk kez İngiltere’de yayımlanan ve Türkçe çevirisini okurken oldukça zorlanılan bu kitapta Hristiyanlık ve dünyevilik arasındaki kopmaz bağlar irdelenmiştir. Bir tezin anahatlarını içermektedir. Tez tanrıbilim eğitimi ve perspektifiyle hazırlanmıştır. Kitapta yeni bir İsa değerlendirmesi yer alır. İsa’nın misyonuna, Katolik Kilisesi’nin değil, Kutsal Metinler’in betimlediği dünyevi bakış açısı yer alır. Bir bakıma İsa’nın yaşantısının diyalektiğidir. Özellikle yerleşik dinin temsilcisi Katolik Kilisesi tarafından İsa’ya yüklenmiş olan yanlış inançların ayıklanması için bir girişim olarak değerlendirilebilir. Yeryüzüne ait oluşu, bu dünyalılığı, cismaniliği işleyen Üç İsa, seküler değerler sistematiğini aksettirmektedir. Musevi olmasına rağmen kapalı devre işleyen ve bir din olmaktan çok, bir varoluş tarzı sayılabilecek olan yapıya getirdiği seküler yeniliklerle, Üç İsa’da ele alınan İsa tanımlanmıştır. Kitapta, sekülerleşmiş bir Musevi olan İsa, kendi cemaatinin dogmatikleşmiş değerlerinin dışına çıkması anlatılmıştır. Bu kitabın öznesi, Musevi şeriatının öngördüğü değil, Tanrı’nın isteğine uygun birey olabilmek hakkını kendinde toplamış ve bu uğurda canını vermekten kaçınmamış bir İsa’dır. Üç İsa, yardımcı ders kitabı olarak okutulmuş ve dünyadaki çeşitli İlahiyat Fakültelerinin literatürüne girmiştir. İlk kez bir Müslüman araştırmacı tarafından Hıristiyan teolojisini içinden irdeleyen bir kitap olarak literatüre girmiştir.

5.    Gül ve Haç Kardeşliği

Gül ve Haç Kardeşliği kitabında Türkiye'de Avrupa Birliği’nin hiç bilinmeyen "Gnostik-Masonik" özü ve yüzü anlatılmıştır. Bugünkü Avrupa Birliği'ni oluşturan düşünceleri, hangi gizli örgütlerin ne zaman ve nasıl ortaya çıkardıklarını anlatır. Avrupa Birliği'nde kullanılan gerçekte 12 yıldızlı bayrağın neyin sembolü olduğunu açıklamıştır. Avrupa Birliği’ne Vatikan ve Papa bile resmen alınmazken Türkiye’nin girebilmeye çalışması sorgulanmıştır. Kitapta gnostiklerin Hıristiyanlığı ile Kilise Hıristiyanlığı’nın neredeyse taban tabana zıtlığı üzerinde durulmuş, Gül ve Haç Kardeşliği, Tapınak Şövalyeleri ve masonlarla ilgili çeşitli bilgiler verilmiştir.

6.    Yoksul Tanrı Tyanalı Apollonius

Başta Roma İmparatorluğu’nun arşivleri olmak üzere tüm yaşamı belgelenmiş Tyanalı Apollonius hayatı anlatılmaktadır.

7.    Tanrı Neden Fikir Değiştirdi?

^Tanrı/Elohim diye adlandırılan Eski Ahit'in ilk kitabının Yaratılış başlıklı ilk dörtlüğünde geçen mevcudiyetin, Quiddity (Ne-lik) ve Haecceity (Bu-luk) hali hakkındadır. İncil’e ait Tanrı/Elohim, Talmud’a ait Tanrı/Yahve’den farklıdır. Bu kitaptaki mevcudiyet anlayışı, klasik teolojide bahsedilen mevcudiyet anlayışıyla birebir benzeşmez ya da eş anlamlı değildir. Altındal bu kitabı, “ İnsanlar Tanrı’ya inanmadıkları zaman hiçbir şeye inanmıyor değillerdir, karşılarına çıkan herhangi bir şeye inanırlar” basit gerçeğini kendisinin kavrayabilmesi için yazdığını söylemiştir.[6]

8.    Bir Türk Casusunun Mektupları

Ezoterizm ve hermetizmin başta da alşimi (simya) olmak üzere Batı’daki sekülerleşme çabalarına yaptıkları katkılar hakkındaki görüşlerini ve Isaac Newton'un, Baruch Spinoza'nın, Johannes Kepler'in simyayı kimyaya dönüştüren Lavoisier'in ve diğerlerinin gizli ilimlerle olan ilişkilerine dair fikirlerini içermektedir.

9.    Kutsal Kitabın Yorumu Isaac Newton

Sir Isaac Newton’un, Observations Upon the Prophecies Of Daniel adlı kitabının Türkçeye çevrilmiş halidir. Bu eser din bilim ilişkileri açısından büyük önem arz eden bir kitaptır. Çünkü sadece ilahiyatçıların ve özellikle de dinler tarihçilerinin uğraştıkları bir alanda pozitif bilimlerin önde gelen simalarının ortaya koyacakları yaklaşımlar, dini bakımdan bir anlam ifade etmese de, felsefe, bilim ve entelektüel fikirler açısından çok önem ifade eder.


BİRİNCİ BÖLÜM

AYTUNÇ ALTINDAL’DA İSA’DAN ÖNCESİ, İSA, PAVLUS, HRİSTİYANLIK
VE DÜNYEVİLEŞTİRME

1.1.   İSA’DAN ÖNCE

1.1.1.   Romalılar

Pagan olan Romalılar, imparatorluğun hüküm sürdüğü topraklarda kırsal ve kentsel hayatı düzenlerlerdi. Topraklara ve kölelere sahiplik eder, idarecilik, askerlik, subaylık yapar ve her işin buyurucusu olurlardı. Bütün kararları onlar verirler, din dışı ilahileri onlar bestelerdi; spor yarışmalarında şampiyonlar yaratırlardı. Yaşadıkları büyük şehirleri su kemerleriyle, sarnıçlarla, tiyatrolarla, geniş meydanlarla, yüksek sütunlarla ve bahçelerle güzelleştirmişlerdi. Şehirlere kemerli yollar ve geçitler yapmayı, kent merkezlerinde kişiye özel ya da kamuya açık hamamlar inşa etmeyi ilk kez tasarlamış ve gerçekleştirmiş olanlar onlardı diyen Altındal, devamında Romalıları İmparatorluk sınırları içerisinde barbar bir yaşam tarzı sürmeyen ve yerleşik düzeni benimsemiş yurttaşlar olarak tanımlamıştır.[7] [8]

Altındal, Romalıların dini hayatlarını ise, günlük hayatları içerisinde, eğer gerekli görürlerse, bağlı oldukları inanç sistemlerine mahsus ödevleri, İmparatorlukça konulan ve itina ile gözetim ve güvence altında tutulan religO diye tanımlanmış olan bir usule uygun olarak yerine getirdiklerini söylemiştir. Bu yüzden, yurttaşlar gerçekte ‘kült vecibelerine’ bağlıydılar; ancak tam anlamıyla dindar değillerdi. İsteyen istediği kadar külte bağlı olabiliyor ve onların uygun gördüğü ödevleri yerine getiriyordu. Dolayısıyla, vatandaşlar arasında Panteistler, Polyteistler, Henoteistler ve Kathenoteistler[9] çoğunluktaydı. Buna rağmen aşırı uç olarak kabul edilen syncretism’e[10] dayalı inanç ödevleri de uygulanmaktaydı.

Günlük yaşamda insanlar arasındaki yazılı ve sözlü iletişim içerisinde inanç sapkını, Heretik kavramının bir karşılığı yoktu. Çünkü gösterişsiz ve birçok parçadan oluşan tinsel değerleri arasında ortodoks (tek gerçeklilik) teorilerin ancak asgari düzeyde yer aldığını belirten Altındal, anlamlandırılamayan olaylar karşısında duyulan iptidai korku anlamına gelen supertitio kavramının, toplumun alt kesimlerinde etkili bir rol oynamasına rağmen, imparatorluğun religio’sunun toplumsal katmanlar ve sınıflar arasında daha güçlü bir düzenleyici ve birleştirici olduğunu da sözlerine eklemiştir.[11] Yurttaşların inandıkları düzinelerce tanrı, tanrıça ve onlara ilişkin dinsel törenler vardı. Onların tanrıları kendilerine hizmet etmeleri için yurttaşlara hizmet veriyorlardı. Ancak günün birinde bir tanrıyı kifayetsiz bularak oturduğu yerden alaşağı edivermek ya da bereketsiz bir tanrıçayı daha etkili olacağı varsayılan bir başkasıyla değiştirmek, görülmeyen bir olay değildi. Dini olmayan manevi aktörler arasındaki Roma modus vivendi’si[12] mümkün görünen çatışma ve gerilimleri önlemek için kurulmuştu ve üniter tek tanrıdan kaynaklanan hoşgörüsüzlüğü kabul etmemekteydi. Kent merkezlerinde düzenlenen çeşitli şenliklerde, panayırlarda ve eğlencelerde kehanetler dinlemeyi ve yorumlar yapmayı çok severlerdi ama sadakat yeminleri ve münacat duaları onlara uygun değildi. Tanrılarını, tanrıçalarını ve tapınaklarını seviyorlar, onlarla içli dışlı olmaktan mutluluk duyuyor hatta belki de onlara tapıyorlardı, ama Romalıların hiçbiri kaderini ilelebet Tek Tanrı’nın ellerine vermeyi düşünmüyordu. Altındal, tanrı(lar)ın mı insanı yoksa insanın mı tanrıları yarattığı şeklindeki sorunun küçük bir azınlığı oluşturan bazı münevver insanların meselesi olduğunu, İmparatorluğu oluşturan tüm halkın böyle bir problemi olmadığını belirtiyor. Ayrıca bunun gibi kurgusal konular onların ünlü kurallarını da değiştirmiyordu: İnsancıl olan biziz; çünkü biz Romalıyız.[13]

Romalılar, felsefede Gnostikleri, Septikleri (kuşkucular), Epikürcüleri (doyumcular) ve Platoncuları izliyorlardı. Fikirlerini beyan ederken öğreti buyurucu ya da dediğim dedikçi olmamaya itina gösterirler, her zaman akla uygun olan sonuca ulaşmayı tercih ederlerdi. Muhtemelen Kurtuluş/selamet mefhumu, bireysel ve maddi bir anlamı ifade ederdi, ama kesinlikle dinsel değildi. Onların bir “Kurtarıcüya ihtiyaçları yoktu; zaten kurtarıcı(lar) olarak varsayılmış ve kabul edilmişlerdi.

Siyasi anlamda sınıf bilincine sahip insanlardı. Çok güçlü ve bir o kadar da uçsuz bucaksız bir imparatorluğun önde gelenleri ve tescilli bir soya mensup olan mirasçılardı onlar. Kendileri ve tebaaları için yasa yapma vazifesi üstlenmiş olanlar da onlardı. İster maddi olsun ister manevi, her şeyin yönetimine ve hep son sözü söyleme hakkına sahip olanlar onlardı. Sonradan gelenler onlara “pagani” dediler ve günümüze dek kendilerine verilmiş olan bu adla tanındılar. Çağdaş Avrupa uygarlığının temellerini atanlar onlardı.[14]

Paganlar geniş topraklara sahiptiler ve birçok ülkeyi ve ulusu yönetiyorlardı. Kolonileştirdikleri ülke ve milletlere kendi yaşam üsluplarını ve ölçülerini dayatıyorlardı. Yeni alışkanlıkları, âdet ve uygulamaları, yasaları ve yasakları aynı anda ve büyük bir hızla yerleştiriyorlardı. Paganlara has yaşama ve yönetme şeklinin tüm ülkeleri ve milletleri mutlu ettiği söylenemezdi. Hoşnut olmayan topluluklar arasında Kudüs’ün ve Filistin’in Musevileri başı çekiyorlardı.

Romalıların Kudüs’ü işgallerinden sonra Kudüs ve çevresi, Romalılar tarafından atanan valiler tarafından yönetilirdi. Bu atanmış krallardan biri de Filistin’in Büyük Kralı diye tanınan Herod’du. Doğuşu itibariyle Musevi olmasına rağmen Museviler, İsrail’in Tanrı’sının Yasası’na uygun olarak tasdik edilmiş bir kral değil de işbirlikçi bir kral olduğu için, Filistin’in gerçek yöneticileri olan Romalı paganlardan çok Herod’dan nefret ediyorlardı.[15]

1.1.2.   Museviler

Altındal, İsrail Tanrı’sını, Kadir-i Mutlak; her zaman ve her yerde var olan, tüm güçlerin sahibi, eril Tanrı olarak ifade eder. Bütün gökleri ve dünyayı ve mekân içinde bulunan her şeyi Eski Ahit’te anlamlandırılan Altı İncil Günü içinde yaratmıştı. Doğal olarak, Tanrı’nın kendisi, yoktan var ettiği Başlangıç’ta yer almamıştı. Tanrı’yı yaratan yoktu, yani kendine özgü zamanı ve mekânı vardı.

Kutsal Kitap’ın yedinci yaratma gününde Tanrı, tasavvuru uyarınca kendisini Yaratılış’tan sıyırdı ve muhteşem yaratıcı etkinliğini sonlandırdı. Yedinci günü kutlu kılıp dinlenmeye çekildi. İnsan (Âdem) Tanrı’nın suretinden yaratılan ve ilk mübarek kılınan; Sebt’te ilk kutsanmış olandı. Ama Tanrı’nın yeryüzündeki görevi kendi tasavvuruna göre hâlâ devam ediyordu. Çünkü O’nun var ettiği her şey iyiydi ama mükemmel olmaktan uzaktı. O’nun eserleri arasında yaratılış ve insanlığın kusursuzluğa ulaşma çabası vardı ama dini yayma hizmetleri O’nun Ruh’u tarafından yürütülmekteydi. Tanrı’nın planı, insanlığın kötü işlerinin O’nun Ruh’u ve melekleri tarafından arındırılmasıydı. Sonradan Şeytan’a dönüşen Lüsifer bile evveliyle Tanrı’nın bir meleğiydi. Lüsifer, Tanrı’ya isyanından dolayı O’nun inayetinden uzaklaşmıştı.[16]

İsrail’in Rabbi’nin kesin yargıları ve hükümleri olan bir doğası vardı. Elohim/Elaah, el Shaddai, Yahve/Sabaoth, Adonoi ve Kabalistik anlamında Şekina gibi kimi adlarla Tanrı kendini gösteriyordu. Adını oluşturan dört İbranice harfin Tetragrammaton’u dile getirilemez, telaffuz edilemezdi. İbranilere On Emirinde Tanrı Adı’nın kötülenmesini ve gereksiz yere kullanımını kesinlikle yasaklamıştı. İsrailoğulları’nın, isteyerek unutmak şartıyla, O’nun adını sadece okumalarına izin vardı. İsrailoğulları kendilerini bildiği günden beri, Musa’nın söylediği gibi, Tanrı’ya karşı başkaldırıcı olmalarına rağmen, sadece başrahibin Tanrı’nın tasdik edilmiş sözcüsü olarak, ağza alınamaz ve esrarlı adının içrek anlamını öğrenmeye hakkı vardı. Pek çok harikayı ve gizi barındıran bu adın diğer Yahudilere hecelemesi dahi öğretilemezdi.[17]

Altındal, İsrail’in Tanrı’sının İsrailoğullarına ve özel kulları peygamberlerine bildirdiği gibi, son derece kıskanç ve dehşet veren bir Tanrı olduğunu belirtmiştir. İsrail’in Tanrı’sının başka tanrılara ve kendininkilerden başka gelenek ve âdetlere tahammülü yoktu. Bütün milletlerin Bir ve Tek Tanrı’sı olduğunu birçok kez açıkça ifade etmişti. Özellikle paganların tanrı ve tanrıçalarını, sunak ve tapınaklarını hor görüyor ve görmezden geliyordu. İsrailoğullarına diğer ülkelerde soykırımlar yapmalarını emredip, bu kirli işi görmeleri için onları zorladı. Pagan tanrılarını tanrı olmayan tanrılar olarak isimlendiriyordu. Bu durum İsrail Tanrı’sı için bu tanrıların sadece ilahlar olarak var olduğunu göstermekteydi ve onları lanetlemek gerekiyordu: Putları ve simgeleri doğru yoldan sapmışların işaretleriydi. İlahi olana değil, “Kötülükler Ülkesi”ne aittiler.[18]

Tanrıları, İsrailoğullarını kendisi seçmişti. Tanrı’nın kendisinin kutsal olması onları da kutsal hale getiriyordu. Tanrı, kutsal bir kavim olmak için çok küçük ve güçsüz olmalarına rağmen, birçok kavim arasından İbranileri seçmişti.[19] Altındal’a göre İsrail’in Tanrı’sı tümüyle ayrıştırıcı ve farklılaştırıcı bir “Tanrı”dır.[20]

Bir Yahudi’nin günlük yaşantısı Tanrı tarafından kesin olarak ikiye ayrılmıştır: İlahi alan ve haram alan. Musevi yaşamının, tarihinin ve siyasetinin tek yapımcısı ve tasarımcısı İsrail Tanrısının kendisidir. O’na ters düşen her türlü insan yapısı karar ve hüküm, Tanrı’nın Yasası’yla çelişmese dahi, dışsal ve dinden bağımsız görüşler sayılırdı.

Musevi zorunlu olarak tanrısına tapınmaktansa O’na sadık kalmaya alışkındı. Diğer taraftan kültür, yapısı itibariyle insanı güzel olana tapmaya çağırıyordu. Ancak bu çatı altında teolojik ve uygulama anlamıyla kültüre ve başka kavramlara yer yoktu.

İsrailoğullarından O’nun işlerini yorumlamaları değil, her şeyi yapan Allah’ın işini bilmeleri isteniyordu. Tanrı’nın işlerini yorumlamak “Tabir Allah’a mahsus olduğundan” fesat sayılmaktaydı ve böylesi fesatlar Musevilerle Tanrı arasına nifak sokardı.[21]

1.1.3.   Paganlık ve Museviliğin Karşılaştırılması

Pagan yaşam tarzı herkesçe bilindiği gibi, sonsuza dek bağlayıcı kehanetler, sınırları kesin olarak belirlenmiş bölümler, emirler ve semavî düzenlemeler altında devam etmiyordu. Altındal ise, Paganların düşünce sistemine göre her vatandaşın yaşamının Musevilikte olduğu gibi adı anılmayan ve gözle görülmeyen bir Tanrı tarafından yönlendirilmediğini belirtmiştir. Pagan, tanrılarla iç içe ve onların tam ortasında yaşıyordu. Ancak Yahudi sadece tanrısıyla birlikte yaşamak üzere kendi tanrısı tarafından seçilmişti. Devlet seçtiği ve ayrıcalık tanıdığı bir kişiliği olan Paganın aksine, kendi topraklarında sıradan bir insan olmaya mahkûmdu. Vatandaşların tinsel isteklerine ihtimam gösteren Pagan tanrıların aksine, İsrail’in Tek Tanrısı ne zaman isterse kulunun yaşamının en gizli alanlarına bile hükmedebiliyor ve nüfuz 22

edebiliyordu.

Pagan tanrıları insan yapısı imaj ve nesneler, Musevilerin taktığı adla, kötülük timsalleriydiler. İsrailliler için Tanrı, kendini yaratmış yaşayan hükümran Tanrı’ydı, insan yapısı değildi. Musevi kendi ile yaşayan tanrı arasında bağlantı kurarken, Pagan sahip olduğu seküler güçle kendini özdeş duruma getirmekteydi. Pagan, her şeyin üzerinde, imparatorluğun sivil vatandaşıydı. Dini inancıyla değil, devletine ve imparatorluğuna olan bağlılığıyla tarif ediliyordu. Paganın bağlı olduğu tek şey imparatoruydu. Musevi ise ismini ve toplumsal kimliğini Tanrı’yla kurduğu müttefikliğiyle edinebilmekteydi. [22] [23]

Musevi’nin Tanrı Rab tarafından kıskıvrak yakalandığını söyleyen Altındal, bu nedenle kendisinden O’na inanç ya da iman değil, adına bağlılık ve yasasına sadakat beklendiğini anlatmış; ancak Pagan’ın, tanrılarla ilişkilerinde kendini özgür ve serbest hissettiğini; bir tanrı tarafından bağlanmış ya da tutsak kılınmış olmadığının da altını çizmiştir. Musevi, Rabb’ine hizmet ederdi; Pagan ise dünyanın sahibi olmak için doğmuştu. Paganlar milletlerini göklerin ötesinde bir yerlerde tahtında oturan görünmez bir tanrının dizlerinin hizasına değil, medeniyet dünyasına doğru ilerletmekle mükelleftiler.

Paganların büyük toprakları vardı. Oysa İsrail’in Yasası’na göre toprak, Rabb’e aitti. Musevi, atalarının razı olduğu Ahit nedeniyle vaat edilmiş topraklarda Rabb’inin sözleşmeli işçisi gibiydi. Eski Ahit’in on iki kabilesi, İsrail Tanrısının Yasasına göre bizzat Rab tarafından bir araya getirilmişti. Birlikte ama yalnız prensibiyle bir araya getirilmiş olmalarına rağmen, bu birliktelik, paganların birliğinden farklıydı. Pagan birlikteliğinin temelleri iktisadi, siyasal, tarihsel ve toplumsal bağıntılarla kurulmuştu, Tanrı tarafından yapılmış yeryüzündekilerle değil. Paganlar seküler iktidarlarıyla ve buna denk düşen yeryüzündeki servetleri ile birleşmişlerdi. Bu nedenle de önyargısızdılar ve inanç ve geleneklerine bakmaksızın tüm zenginlik ve kudret sahiplerine kucak açıyorlardı.

Paganlar diğer ülkeleri, milletleri ve tanrılarını bazen diplomatik tavizler yoluyla, bazen de savaşarak egemenlikleri altına alıp sömürgeleştirirken, Museviler ancak tanrılarıyla daha ağır hükümler içeren yeni akitler yapmak suretiyle toprak edinebiliyorlardı.[24]

İsrail’in Tanrısının Yasasında Musevi’nin Tanrı’yla bağlantılı olması istenirdi, religio ile değil. O, kendisi inançtı ve bu yüzden Musevi’nin Ruh’a ya da herhangi bir şeye inanması gerekmiyordu. Musevi’nin Rabb’la müttefikliği hiçbir zaman tapınmaya göre düzenlenmiş bir özdeşleşme sorunu olarak görülmüyordu. Musevi’nin Rabb’iyle aynılaştırılmasına izin verilmezdi. Bu durum ona tüm zekâsını ve kabiliyetlerini kendini Rab Tanrı’ya karşı müdafaa etmek üzere harekete geçirme olanağı veriyordu. Altındal, Rab ile sıradan bir Musevi arasındaki ilişkiyi, keskin bir nişancıyla hareket halindeki hedefi arasındaki ilişkiye benzetir. Annesinin bir Musevi olması hasebiyle Musevi, anında yıkıcı olabilen ve çok kolay öfkelenen Rabb’in huzurunda ve tapınağında tüm insanlığın keskin zekâlı avukatı rolünü oynamakla onurlandırılmıştır.[25]

Musevi, ruhani liderlerince hikmetiyle ve itaatiyle, yani Logos’la Rabb’ini hoşnut edip O’ndan affedilme elde etmeye yönlendirilmişti. İsrail’in Yasası ancak Tanrı’nın haksızlık, ihlal ve günahları bağışlayabildiğini söylüyordu. İnsanın bunu yapması mümkün değildi. Bu nedenle Rabb’in potansiyel yüceliğini ve kudret yetisini özümseyebilmesi için Musevi’nin kalbinin korkuyla dolu olması gerekiyordu. Bu korku ve bu kavrayış onu Tanrı’nın makamına yaklaştıracaktı. Musevi kutsal kitabını ibadet amaçlı değil, iyice anlayabilmek ve inceleyebilmek için okuyordu. Oysa Paganlar için zamanın ruhunu ve zekâsını kavrayabilmek, yani Zeitgeist, özel bir önem taşımaktaydı. Ne var ki, İsrailoğulları için her şey Rabb’e aitti, o her yerde mevcuttu ve kendileri yalnızca bilgelik anlamında Logos’la teçhiz edilmişlerdi. Dolayısıyla Musevi’nin felsefi, kültik, sanatsal, ya da kültürel bilgiye ihtiyacı yoktu. Çünkü Tanrı’nın erki insanlığın “bilme”sinin çok ötesinde, onun gücünün çok uzağındaydı. İsrail’in Tanrı’sı aynı zamanda iyiydi ve seçtiği toplulukla ilgilenirdi de. Musevilere göre tüm ulusların babası sayılan İbrahim Peygamber’den bu yana, Tanrı Rab ile insanoğlu arasında bir diyalog sürmekteydi. Paganlar için böylesi bir diyalog anlaşılmazdı. Tek Tanrı tarafından emredilmiş bir ahit emaresi temelinde sürekli bir diyaloğu sürdürmek ya da Tanrılara talimat vermek, kendi yaşam felsefeleri içinde onlar için bildik bir konu değildi.[26]

Musevi, yeryüzünde var olabilmek için “oluş şekli”nin denetimini Tanrı’ya arz ediyor ve karşılığında O’ndan bir anlaşmanın getirilerini, bir toprak ve korunma sözünü alıyordu. İşte o andan itibaren Yüce Efendi’ye ait bir hanenin bir üyesi ya da hizmetçisi gibi Musevi’nin hayat tarzı, Tanrı’ya ait olmaktaydı. Çünkü İsrail evindeki üslup Tanrı/Rabb’in başlangıçta yarattığı aile ilişkileriyle biçimlenmekteydi, devlet ya da büyük meydanlı, her vatandaşın fikrini söyleyebildiği site ya da “polis”lerin seküler kültürlerince değil.[27]

Altındal, Pagan yaşam tarzı ile sahibi oldukları Musevilerin yaşam tarzının ortak paydaları olmadığını söyler. Musevi ve Pagan çatışmalarında, genelde karşıtlıklar iki farklı hüviyetin kesin kuralları arasında saf tutmuştur: “Bizler insancılız; çünkü biz Romalıyız” ve “Bizler kutsalız; çünkü biz Musevi’yiz.” Bu çatışma, kıskançlık ve düşmanlıklar herkesçe bilinmekle birlikte, durumu her iki taraf da diplomatça bir edayla görmezden gelip gizliyordu. Anca, her iki ulus da kendilerine taraftar kazanmak için bütün güçleriyle çalışmaktaydı ve Ortadoğu’da Paganlar ve Gentileler[28] ile Museviler arasındaki bu gizli düşmanlık ve şiddet devam ederken, sonradan '“Bakire Doğumu” olarak anılacak olay gerçekleşti. Bu olay otuz üç yıl hüküm süren Büyük Kral Herod’un sondan ikinci yılında oldu. Pagan dünyaya Hristiyanlık tarafından “Kurtarıcı Tanrı” olarak İsa’nın geldiği düşüncesini yaydığında, bu düşünce daha önceden var olanlara, özellikle de Mitra Dini’ne dayandırıldı. Pagan Hristiyanlar, İsa’nın doğum günü olarak Mitra’nın doğum günü olan 25 Aralığı (kış gündönümü) devralmıştı. [29]

1.2.   İSA

İsa, Altındal’ın üzerinde önemle durduğu bir konudur. Burada Altındal’ın eserlerinde İsa ile ilgili olarak verdiği bilgiler ele alınacaktır.

1.2.1.   Hayatı

Altındal, İsa’nın doğumunu geleneksel bilgi doğrultusunda anlatmıştır. Meryem Hanna ve Yoahim’in kızıdır, Nasıra Kasabası’nda marangozluk yapan Yakub’un oğlu Yusuf’la nişanlıdır. Fakat ikisinin birleşmelerinden önce Meryem’in hamile olduğu anlaşıldı. Yusuf iyi bir insan olduğundan onun milletin diline düşmesini istemeyerek, herkesten habersiz bir şekilde boşanmak niyetinde idi. Rab duruma el koyarak rüyasında Yusuf’a görünmesi üzere meleklerinden birine emir verdi. Melek şöyle dedi: “Sen Davud oğlu Yusuf, Meryem’i kendine karı olarak almaktan korkma; çünkü kendisine doğmuş olan Ruh’ül-Kudüs’tendir. Ve bir oğul doğuracaktır ve onun adını İsa koyacaksın; çünkü kavmini günahlarından kurtaracak olan odur.”[30] Yusuf kendine söyleneni yaptı, çünkü o itaatkâr bir adamdı. Meryem’le evli kalmaya devam etti, ama Meryem vaat edilen şekilde bir oğul doğurana kadar onunla cinsel ilişkiden kaçındı. Çocuk doğduğunda ise kendisine emredildiği üzere çocuğun adını İsa koydu. Artık İşaya Peygamberin kehaneti vücut bulmuş oluyordu. Meryem’in oğlu kendinden sonraki bütün zamanlar boyunca da bu adla tanınacaktı.”[31]

İşaya Peygamber’in Tanrı’sı, bakireden doğacak çocuğa başka bir isim söz vermişti, Immanuel: “Bunun için Rab kendisi size bir alamet verecek; işte kız gebe kalacak ve bir oğul doğuracak ve onun adını Immanuel koyacak”[32] Bu durum kehanetin bütününün gerçekleşmediğini göstermekte. Niçin Tanrı’nın tutum değiştirerek doğacak çocuğa yeni bir ismi, İsa’yı emir verdiği Yeni Ahit’te bulunmamaktadır. Bu şaşılası durum sonucu değiştirmemiş, Meryem’in çocuğunun ismi “Tanrı- Bizimle(yani Immanuel)” değil, “YHVH(YAHVE) Selamet (yani İsa)” olmuştur.”[33]

Altındal, Meryem’in kız kardeşlerinin veya yeğenlerinin olup olmadığının Yeni Ahit’te yazılmadığını söyler. Ayrıca Meryem’in kocası Yusuf’un daha önce evlenip evlenmediği veya altı ya da yedi evlada sahip yaşlı bir adam olup olmadığı da kayıtlı değildir. Bu ihtimaller Yeni Ahit’te yer almaz, ama İsa’nın dört erkek kardeşinin ismi verilir. İhtimal dâhilindedir ki, Meryem’in kardeşi yoktu, ama ismi Elizabeth olan bir kuzeni vardı. Onunla Meryem’in, özellikle Meryem’in gebelik döneminde sürekli birlikte oldukları bildirilmektedir. Ayrıca Elisabeth, Bakire Meryem’in hamileliğini öğrenen ilk aile mensubudur.[34] [35]

Cebrail, İsrail’in Tanrı’sının kullandığı bir aracıydı. Önce kocalara korkmamaları söylenir, ardından her biri ayrıcalıklı anlamlara sahip ad ve bir oğul müjdelenirdi. Altındal Melek Cebrail’in Zekeriya ile rüyasında değil de tapınağın loş ışıkları arasında tütsü yaktığı sırada konuşmasının ilginç olduğunu söyler. Yeni Ahit’te Melek Cebrail’in altı ay sonra Meryem’i de ziyaret ettiği anlatılır. Bir bakireye Cebrail tarafından yapılan ilk ve tek ziyarettir bu. Tanrı’nın mesajını insanlara götürmek Melek Cebrail için doğal bir olaydı. Ayrıca Cebrail, önce sıkıntılı kocalara görünmeye, Rabb’in talimatları üzerine, alışkındı. Ama Melek Cebrail bir bakireye görünüp ayrıca müjde vermeye alışkın değildi. Belki bu sebeple Melek Cebrail Bakire Meryem’e müjdeyi vermeden

35

önce korkmamalarını telkin etmiştir.

İnanışa göre İsa’nın annesi Meryem, ya bakiredir ya da yine bakire olmasına rağmen düzenlenmiş bir evliliğe razı olmayıp kendi eşini seçen bir kadındır. Kötülüğünden veya hafifmeşrepliğinden değil, kendi hakkının ne olduğunun bilincinde olan bir insan olduğu için evlenmeden anne olmuştur.

İlahiyatçı ve tarihçiler, tarihsel İsa’yı bir çeşit incelenecek olaymış gibi görürken iman edenler için Mitolojik İsa, değişmez ve son gerçekliktir.[36] Altındal için, tarafsız bir tetkik için, tanımlarımıza farklı bir bakış açısı kazandırabilecek tek İsa portresi, Yeni Ahit’teki Mesih’tir. İsa’nın bu portresinin tarihi gerçekliği bizleri ilgilendirmektedir. Çünkü Yeni Ahit’te okunan Mesih Hristiyan dünyasının bağlılık duyduğu tek İsa’dır. Tarihsel Mesih değil.[37]

1.2.2.   Benzerlik Yasası

İsa Mesih’in çocukluğu hakkında ayrıntılı bilgiye sahip değiliz. Ancak aktarılan ilginç bir olay vardır: “İsa on iki yaşındayken, ailesiyle birlikte her yıl Yerüşalim’de kutlanan Fısıh Bayramı’ndan eve dönüşte üç gün kaybolmuştu. Yusuf’la Meryem onu her yerde aramışlar ama bulamamışlardı. Üç gün sonra Meryem’le Yusuf onu, tapınağın avlusunda, yaşlılarla konuşurken gördüler. Luka, bu yaşlı Yahudi muallimlerin on iki yaşındaki çocuk İsa’nın sorduğu sorular ve verdiği yanıtlardan çok etkilendiklerini belirtmektedir. [38] Meryem ile İsa arasında şöyle bir konuşma geçmiştir: “Onu gördükleri anda şaştılar ve anası ona dedi: Ey oğul, niçin bize böyle ettin? İşte babanla ben yüreğimiz çok sıkılarak seni aradık. Onlara dedi: Neden beni aradınız? Bilmiyor muydunuz ki, benim için babamın evinde bulunmak gerekti? Onlar ise kendilerine söylediği sözü anlamadılar.”[39]

Altındal’ın yorumuna göre İsa annesiyle konuştuğu gibi bu öğretmenlerle de konuştuysa hazır bulunanlar bu anlatım tarzından çok tedirgin olmuşlardır. Çünkü Museviler Tanrı’nın tekil olarak ‘Babam’ biçiminde tanıtılmasına hiç de alışkın değillerdi; baba biçimi olarak tanrı gelenek içerisinde ‘Babam’ olarak değil, ‘Babamız’ olarak nitelendirilirdi. Ve yine geleneklere göre tapınak Rabb’in evi idi. “Babamın evinde” Rabb’in ikamet yeri değildi. Luka bu olayı kendisi uydurup eklemediyse, olayın taşıdığı anlam önemlidir. Bunun gibi bir tanımla daha çocuk çağında, “Bizi bir Allah yaratmadı mı? Hepimizin babası bir değil mi?” diyerek gelenekten açıkça ayrılmış bir İsa’ya delalettir. Bilindiği üzere sonraları, ileriki zamanlarda İsa otuz yaşlarına geldiğinde de, Tanrı’yı “Tanrım” olarak adlandırarak, Yahudilerin “Tanrımız” nitelemesini inkâr edecektir. Bazı peygamberlerin Habakkuk’ta yapıldığı gibi Tanrı’yı “Yehova, Rab, benim kuvvetimdir” veya “Kurtarıcım” şeklinde tanımlamalarına izin verilse de, “Tanrımızın” “Tanrım” şeklinde tekilleştirilmesi, insan benliğinde Tanrı’nın özelleştirilmesinin işaretiydi ve herkes kesin olarak bundan men edilmişti. Çünkü bütün kavimler, her biri kendi ilahının ismiyle yürürüz, demişti Musevi peygamberi Mika, Ruhların ve tanrılar arasında yaşayan ve bazen onlar tarafından yardıma çağrılan “Pagan”ın aksine, Yargıç Tanrı Musevilerin arasındaydı, hiçbir Musevi’nin özel mülkiyeti ya da evinde değildi.”[40]

İsa’nın görevinin somut doğasını, İsa’nın bütünsel görev karşısındaki yorumlanmış konumu belirlemektedir. İsa’nın bütünsel görevinin ne olduğu, İsa görevini cemaate açıkça ilan ettiği için bilinmektedir. İsa görevi itibariyle yasa ve peygamberleri ilga etmek için değil, tamamlamak için geldiğini söylemiştir.[41] Altındal’a göre, İsa’nın yorumlanmış konumu Musevilerin düşmanca ret ve inkârlarından çıkarılabilir, değişken olarak İncil yazarlarının nihai gerçeklik kabul edip sonraki kuşaklara aktardıklarından değil. İsa’nın çabalarındaki münevver konumu bu yaklaşım aydınlatmaktadır. Entelektüel konumunu saptamanın ilk üç değişkenini, başvurduğu

42 yöntem ve öğretisi verirken dördüncüyü saptamak kuşağının tutumundan mümkündür.

Elbette yönetimini ve yetkesini, Musevi yaşlıları meclisi Sanhedrin reddetmiş ve öğretisini denemek suretiyle de zararlı bulmuştur ve yaptığı çağrı karşısında kendi kuşağının tutumu da olumsuzdur. Doğal olarak kendi halkının dört temel değişmez üzerinden hemen hemen tümüyle reddettiği İsa/Mesih’in ortaya çıkışı kendisini reddedenlerin yasasının icaplarını yerine getirmek iddiasıyla olmuştu. Kendisinin son anlarında İncil yazarlarının sözünü ettiği sözüm ona binlerce izleyici, O’nun yanında değildi. Ve kendisinin Mesih olduğunu ilk söyleyen Şimun Petrus da mahkûmiyetinin arifesinde, onu inkâr etmiştir, yalnızca Yahuda değil. İsa’nın başına gelen, “Peygamberler ne kadar onları çağırdılarsa onlardan o kadar uzağa gittiler”[42] [43] diyen Tanrı’nın da başına gelendir.[44]

Altındal, İsa’nın iddialarını şöyle sıralamıştır:

. za) İsa Tanrı’nın gönderdiği Mesih’tir.

b)     İsa Tanrı’nın bir ve tek Oğlu’dur ve bununla bağlantılı olarak da, Tanrı’dır.

c)     Tanrı Ruh’tur.

Bundan önce hiçbir insan veya peygamber tarafından dile getirilmeyen bu iddialar bir araya getirildiğinde, Mesih İsa aynı anda Tanrı ve Ruh’u vermektedir. Onun gerçekten Tanrı olup olmadığı bu durumdan kaynaklanan yalnızca sorun değildir; asıl sorun İsa’nın insanın şeklinde dünyada var olmasıdır. Bunun anlamı, Tanrı’nın kendini insanın şeklinde yarattığıdır. Oysa Yasa insanın Tanrı suretinde yaratıldığını söyler.[45] İşte bu ikilem İsa’nın sürekli kılınmış konumudur. Tanrı’nın suretinde, insan olarak İsa yaratılmıştır; ama İsa Mesih Tanrı ve Ruh olarak, insanın suretinde yaratılmıştır. Her iki

durumda da İsa’nın yaratılışında Benzerlik Yasası egemen kılınmıştır. Altındal bu durumu bir gizden çok, mantıksal yanılgı olarak nitelendirir.[46]

Musevilere göre sıradan ve ölümlü bir insanın Yaratıcı’yla böylesine bağlantılı hale getirilmesi, Helen-Pagan “İnsan suretinde yaratılmış Ruh” fikrini tamamen yansıtmaktadır. Pagan religio" suna ve tanrıların Modus Operandi sine (işleyiş tarzı) bu değerler dizisi gayet iyi uymakla birlikte, bu iddia sekülerdir ve Musevi şeriatına yabancı bir iddiadır. Paganlar ve Gentileler için İsa’nın konumu, onu bir insan bedeninde yaşayan İlah yapmış ve doğal olarak onlar için çok kabul edilebilir bir hale getirmiştir. Fakat Musevilerin gözünde bu iddialar onu bir Sebt[47] bozguncusu ve bir kâfir durumuna sokmuştur.[48]

İsa, Tanrı şeklinde yaratılmış insan olarak, bireysel anlamda Musevi’yi İsrail Hanesinden uzaklaştırmakta, konumunu seküler hale getirmektedir. Ve yine insan suretindeki Tanrı-İsa, otoriteyi Yasa’dan ayırmış, bütüne ait görevini kutsal kılmıştır.

İsa, Tanrı şeklinde yaratılmış insan olarak, bireysel anlamda Musevi’yi İsrail Hanesinden uzaklaştırmakta, konumunu seküler hale getirmektedir. Ve yine insan suretindeki Tanrı-İsa, otoriteyi Yasa’dan ayırmış, bütüne ait görevini kutsal kılmıştır.

Yorumlanmış konumu İsa’nın bütünsel görevinin sınırlarını çizmektedir. Benzerlik Yasası gereğince İncil’deki konumu onu sekülerleşmiş bir Musevi haline getirmiştir. Musevi İsa, İncil’e göre ilahi ve kutsanmıştır. Sonradan zamanı değiştirilerek görevine İlahilik eklenmiş ve onu idealize ettirmek için insan suretinde yaratılmış Ruh’ul-Kudüs olarak tanımlanmıştır.

Altındal, Tanrı’nın kendi görevi olan yaratıcılık karşısındaki konumu ile İsa’nın görevi karşısındaki konumu arasında fazlasıyla benzerlik bulmuştur. Çünkü insanlar Tanrı’nın farkına ancak yaratılma eylemi sayesinde varmışlardır ve insan, Tanrı’yı dahi reddetmiştir. Tanrı’nın ilk emrine uymayan ve kendisini kutsamasına karşın ona minnet duymayan Âdem unutulmamalıdır. İsrail’in Tanrı’sı da, seçtiği halk tarafından birkaç kez reddedilmiştir.[49]

İsa, kendisini bir “kapı” olarak tarif etmişti. Haklıdır, çünkü Tek Tanrı düşüncesindeki çağdaş pagan düşünceler bütünü dine bir birim olarak bu kapıdan girmiştir. Aynı kapıdan Musevi Tek Tanrı’ya mensup tek sınıflı toplum tasarısı dışarı çıkmış ve diğer çok sınıflı cemiyetlerin suyuna karışarak, felsefi yönü önce olan Hristiyanlık Tanrı’sı kavramının oluşturulmasında bu yeni gelenle bağlantı kurulmuştur. Hahamların yöneticiliğini yaptığı Musevilik, Museviliğe sonradan giren bu düşünsel öge ile vücut bulacaktır. Devletçe temsil edilerek sınıflandırma temelinde içselleştirilen bu ideoloji, yabancı bir öge olmasına rağmen hem peygamberlerin hegemonyasını kesin bir şekilde sona erdirmiş ve hahamlarla politik şahsiyetlere yol açmıştır. Altındal, İsa’nın çarmıha gerilişini izleyen on yıllarda, adlarıyla belgelenen ilk hahamların Yahudilerin gündelik hayatlarına girişlerinin bir rastlantıdan fazla olduğunu ifade eder. Yahveh ne yazık ki İsa’yı ölümsüzleştirmemiştir; ancak “İnsan benzerinde yaratılmış Ruh” olarak sonraki kuşakların belleğinde kendini ölümsüzleştirmiştir. Kendine saygısı olan ve bütünleştirici, dürüst ve titiz bir genç adam olan İsa, takdire şayan bir medeni cesaret simgesi ve bir ferdiyetçilik öncüsüdür. “Musevi Sokrates’i” benzetmesi, onun yaptıkları için bir küçümseme olur. Bütünsel amacını tamamlamak için unutulmaz ıstıraplar çekmesi ve sonunda çarmıha gerilmesi insanları fazlasıyla etkilemiş; onu örnek bir simge olarak her zaman var olan Zeitgeist müessesesinin yüksek mertebelerine yükseltmiştir. Tanrı’dan korkan Pagan ve Gentileler, daha sonra bu örnek insan timsalinde acı çeken insanla eş anlamlı hale gelmiş ve giderek ulusal ve sınıfsal fark ve engelleri aşarak bireysel selamet ve nihai bağışlanmayla aynılaşma zeminini oluşturmuştur.”[50]

İsa, dönemin siyasetini ve ona ilişkin fikirleri bilen, yaratıcı bir insandı. Münevver yanıyla dünyaya yönelmiş bir Musevi olarak tek tanrı anlayışında liberal bakışın öncüsü durumundadır. İsa, Hristiyanlıkta seküler yaşamı bizzat kendisi başlatmıştır. İlk seküler Musevi kendisidir. Altındal: “Simgesel söylemde, eğer İsa’nın sağ elinde kutsal var idiyse, seküleri sol elindeydi, denilebilir.” der.[51]

Son olarak Altındal dünyevileştirme faaliyetlerini kısaca şöyle anlamlandırır: “Seküler unsurların kutsala yardımları olmasaydı, Hristiyanlığın ekümenik bakış açıları ve amaçları çökerdi. Bugün, Katolik Kilisesi’nin çift yönlü görevinin Hristiyan olmayan halkların İncil’e kazanılmasıyla, bir zamanlar Hristiyanlaştırılmış ama günümüzde yeniden Paganlaşmış[52] olan Avrupa’nın bu soysuzlaşmadan kurtarılması için yeniden İncil’e döndürülmesi faaliyetleriyle özdeşleştirilmiş olması rastlantı değildir.”[53]

1.2.3.   İsa’ya Göre Günah

Altındal, seküler konumunda İsa’nın dörtlü bir değişim başlattığını söylemiş ve bu değişimi şöyle aktarmıştır: “Öncelikle tek ulusun tek tanrısının yetkisini adem-i merkezileştirmiş ve bütün millete, köken, ırk ya da statü ayrımı gözetmeden, her ferde ölümden sonra dirilme sözü vererek, bu Yüce Güç’e katılma imkânı vermişti. İkinci olarak, vaadin doğasını değiştirmişti. Ortada kutsal olan bir vaat vardı, akit ya da akitler değil. Bu vaat İbrahim Peygamber’e özgür kadın Sara’dan olacağı müjdelenen bir oğuldu. Yahudilerin Tanrı tarafından seçilip kutsanmalarının sebebi de bu vaat idi. Havari Pavlus’un haklı olarak söylediği gibi, Yahudiler özgür kadının oğlu olan İshak’ın soyundan gelmekteydiler köle kadın Hacer’in oğlu İsmail’in değil. İsa da görevi esnasında İsrail’in Tanrısı gibi kutsal bir söz vermişti. Çünkü Benzerlik Yasası’nın da gereği buydu. İsa bu ulusa yurt yerine, çağrılanlara ferdi bir kıyamın sözünü vermekteydi. İsa’nın yaptığı üçüncü değişiklik, İsrail Tanrısı’nın Ruh olarak bütünleştirilmesiydi. Böylelikle Tanrı’yla Tanrı’nın Ruhu bizzat birleştirilmiş oluyordu ve bu özdeşliği mantıksal sonucuna kadar götürecek dördüncü değişikliği oluşturmuş ve Ruh’taki selameti bireyde tekilleştirmişti.”[54]

Paganlar için ise kahramanlaşmaya göre biçimlendirilmiş “İnsanlık” fikri, merkezdeki fikir idi. Paganlar kahraman- merkezcilik bakımından insancıldılar. Pagan tanrıları, İsrail Tanrısının da söylediği gibi eski kahramanlar, yani insanlardı. Gentileler için Ruhlarının koruduğu kent, merkezdeki fikirdi. Ruhlar, kent/polis yaşamını yönlendirilmekteydi. Museviler içinse toprak vaadinde bulunan Tanrı, ana temaydı; İnsanın ve “polis”inin önemi daha azdı. İsa’nın kehanetine göre Tek Tanrı’nın Krallığı’na ulaşabilmek için her köşesi ruhlarla dolu olan kentin saymaca insanı, ölümden kurtarılacak yeni doğmuş bir birey haline gelmişti. Musevilerden vaat fikri, Paganlardan otoritenin âdem-i merkezileştirilmesi fikri alınmıştı ve Ruh’un Tanrı’yla özdeşleştirilmesi fikri de dışsal biçimiyle Helenistik, içsel/bâtıni olarak Zerdüştçeydi.[55]

Hristiyanlığın haricindeki her doktrini ve dini Tanrı’nın lütfundan dışlayan öğreti, İsa’nın “Tanrı-bizimle” demek olduğunu vaaz eder. Bu teklifin kendisi siyasetin bir tezahürüdür; öğreti olarak “Tanrı- bizimle” teklifi Yahudi kehanetler mirasçılarına, özellikle de İşaya Peygamber’e aittir, Hristiyan geleneğine değil. İsa kendisi de bu telakkiyle mücadele eden bir Yahudi olmasına rağmen hiçbir zaman “Tanrı- bizimle” dememiştir. İsa elbette kendi çevresinde bireyciydi ve bireyci tutumu savunuyordu. “Tanrı’nın selametine bana iman aracılığıyla ulaşacaksınız” söylemi, İsa’nın öğretisinin menzili ve kapsamını teşkil ediyordu. İsa’nın, “Bize ve biz” adıllarını sıkça kullandığı söylenemezdi. ‘Biz’i ‘ben’de tekilleştirmek ve ‘Tanrı-bizimle’ demek birbirine taban tabana zıt iddialardır.[56] Yani, ‘Tanrı- bizimle’, Musevi’ce kullanımıyla ‘İçimdeki/ Bendeki Tanrı’ bütünleşmesini dışarda tutar. ‘Tanrı- bizimle’ teklifi Museviler için kuşkusuz ‘Aramızdaki Tanrı’ manasındadır. ‘Bendeki Ruh’ İsrail’in kıskanç Tanrısı tarafından anlaşılabilir bir duyguydu ama ‘Tek İnsandaki Tanrı’ değil. Ayrıca bu söylem, polislerde ruhlarla birlikte yaşayan Gentilelerin de bildikleri bir söylemdi. Katolik ‘Tanrı- bizimle’ kavramını bir fikir akımı olarak Eski Ahit’ten teslim alarak onu Hristiyan İncillerle karıştırmış, kendi gayelerine uygun bir sav haline getirmiştir. Bunun gibi bir iş, gerçekte bir siyasal- kültürel korozyon ve şaşırtmadır ve yüce amaçlara yönelik kutsallıkla hiçbir alakası yoktur.

İsa, bir aydın ve cemaatinden bigâne düşmüş bir Yahudi önderdi. Siyaseten ise kararlı ve bilinçli bir otonomdu. Bu durumun hiçbir şekilde onu devrimci yapması beklenemez, ama tam bir radikal reformcudur. İsa, yaşadığı dönemdeki hiçbir siyasi örgütle de bağlantılı değildir. Kendi geliştirdiği, demokratik ya da yararcı bir siyasetle alakası olmayan bir çeşit organik siyaseti savunmaktaydı. Fanatiklik şeklindeki siyasetin kesin olarak uzağındaydı.[57]

İsa’nın organik politikasının önemli kavramlarından ikisi günah ve sonsuz hayat kavramlarıdır. Bu dünyadaki günahın kökeni İsa’nın ilkelerinde, sadece kötü davranışlara ikna edici bir biçimde bağlanmıştı. İsa’nın temel eleştirilerinin sebebi, günaha neden olan ve o dönemde yaygın olan cemaat içi sorunlardı. Hiçbir şekilde, rejimin seküler kimliğini değiştirmek niyetinde değildi.[58]

Seküler siyaset, Musevi yaşamına ilk kez İsa’yla birlikte dâhil oldu. İsa’nın organik siyaseti aracılığıyla seküler kültür, seküler siyaset ve seküler iktisat, kanallar bularak tek tanrıcı düşünce sistemine sızdılar. Musevi tek tanrıcılığı, Nasıralı İsa’nın politikaları ile seküler vücut üzerine temelleri atılan ve maneviyatla muhteşem kılınan yeni bir din olma yolunda hareket etmeye başladı. Bu durum siyaseti dinin ayrılmaz bir sabiti haline geldi. Bir başka deyişle, İsa’yla birlikte bu dünyadaki organik günahın siyaseti, öte dünyadaki selamet yolunu belirleyen, onu oluşturan öğe haline geldi.[59]

1.2.4.     Tanrı ile Kutsal Ruh Arasında Aracı İsa

Tanrı doğaüstüdür çünkü yaratıcılık sıfatı vardır. Kutsal Ruh’un özel görevi de inanışa göre işte bunun için başlamıştır. Tanrı’nın emrettiği güzelliğe doğayı ulaştırmak, Kutsal Ruh’un görevidir. Kutsal Ruh’un özel görevi Hristiyanlık kiliselerinin inandığı dogmaya göre, hala işlemektedir ve bitmemiştir. Nasıl ki kâinattaki her nesne için kendi doğasına uygun bir başlangıç oluşturmak Tanrı Baba’nın özel görevi ise, her nesne için, kendi doğasına uygun bir son oluşturmak da o zaman Kutsal Ruh’un özel göreviydi ve bu görev hâlâ devam etmektedir. Çünkü başlangıcı olan her şeyin tabi olarak bir de sonu olmak zorundadır. Kutsal Ruh ile Tanrı arasındaki vasıta ise İsa’dır. İnsan ve insanlık da dâhil, bütün yaratılmış Başlangıç’tan Son’a, mecburen birlikte yaşar. İsa, semavi anlamda Başlangıç ya da Son’dan ziyade, beşeri Hayat’ı başlangıçtan sona doğru yönlendiren bir aracı olarak Yeni olanın temsilcisidir. İsa dünyanın başlangıcı(Alfa) ve sonu(Omega)’ydu. İsa’nın kendisinin evveli ve nihayetini olmamasının sebebi yaratılışın içinde akıl olarak bizzat Baba’yla birlikte olmamasına rağmen kendisinin Tanrı’nın mutlak mekânında yer almasıdır. Bunun için de Tanrı’ya imanı sağlayarak doğru Son ’a götüren doğru yolu öğretmek, İsa’nın görevi haline gelmiştir.[60]

İnanca göre İsa, bağımsız zaman içinde Yaratılış’ın aktif başlangıcı ve Tanrı’nın aracısıdır.

İsa, Hristiyan inancında Tanrı’nın münasip gördüğü Son’a doğru açılan, yine Tanrı’nın uygun görüp görev verdiği geçittir(çıkış). Bu kapıdan birey yalnız başına geçer. Bireyin seçimi kendini bu uygun kapıya, yani uygun Son’a ulaştırır. Kutsal Ruh’ça simgelenen bu uygun son sayesinde insan Tanrı’ya ulaşır; çünkü Kutsal Ruh ’un varlığının sebebi bireyi bu uygun sona hazırlamaktır. Hristiyan Gnosis’indeki Tanrı’nın teslis fonksiyonu temelde Helenistik diyalektiğin bir yansımasıdır. Kesinlikle tek olan Tanrı ve tamamlayıcı olarak Kutsal Ruh vardır. İsa ikili doğasıyla ikisinin ortasında yer alır. Hem özelin simgesi hem de genelin simgesidir İsa. Biçim ve içeriktir ayrıca. Başlangıç ve Son’un kendine has muhtevasıyla mekân ve zaman içinde genel görünüşü temsil eder; Tekil Tanrı’nın tümel görünüşü ise Kutsal Ruh. Tektanrıcı Hristiyanlığın ilahiyatında Tanrı tekil, onun tezahürü olan Kutsal Ruh ise küllidir.[61]

İsa’yı Tanrı’nın insana benzer şekilde yarattığı tek oğlu olarak düşündüğümüz zaman özel içeriğe, ‘Tanrı benzerinde yaratılmış’ insan olarak düşündüğümüzde genel biçime ulaşırız. Hristiyan dogmasında İsa’nın mekân ve zaman birliğini ikili doğasıyla temsil ettiğine inanılır. İsa bu çelişkiyi, mekânın (içerik) ve zamanın (biçim) kişileştirilmesi olarak kavradığımız takdirde, bir anlamsızlık ya da düşünülemez olarak dışlar. İsa’nın hem Tanrılığı hem de insanlığı, mekân ve zaman içinde Tekil Tanrı’nın içerik ve biçimi, ‘Ben’ ve ‘İm’ (olmak) olarak algılandığında bir çelişki olarak görülmemektedir. Antik Mısır’da, Greklerde ve Roma’da insanın Tanrılaştırılması veya Tanrı’nın insanlaştırılması bilinen bir uygulamaydı.[62]

İsa, ezeli ve ebedi hayatın temsilcisi olarak zamana, ezeli ve ebedi hayatın kapısı olarak ise mekâna tekabül eder. Ancak Yahudilik arasında ezeli ve ebedi yaşama sahip insan fikri, yabancı ve dışsal bir tezdir. Oysa Grek ve Romenlere göre ise bu durum tamamen olası bir durumdur. Bu kuram, sonraları Hristiyanlığın bir dogması haline gelmiştir.

İsa düzenlemek için var olmamıştı, kurmak için gelmişti. Ebedi hayatın tüyolarını veriyordu. Kendi sözlerinin sonsuza dek yaşayacağını ve bu dünyada her şeyin geçici olduğunu, söylemişti.

Kutsal Ruh ruhun yok olmasını değil, kıyamı temsil eden Uygun Son’u tesis etmeye çalışmaktadır. İçtenlikle ve içinde hiçbir ukde olmaksızın Doğru Kapı’dan (İsa) geçen insan, öldüğü an, yeniden günahsız bir çocuk gibi doğacaktır. İsa dirilişin, diriliş ezeli ve ebedi yaşamın ön koşuludur. [63]

Altındal, Museviler için sıradan bir insan olan İsa’yı, Tanrı’nın gücünden ve kudretinden korkmamak ve O’nu taklit etmek, O’na, Rabbe meydan okumakla itham ettiklerini belirtiyor. İsa, Musevi yaşam tarzını farklı hale getirmiş ve yarattığı bu fark onun kimliğinin özelleşmesini sağlamıştır.

İsa kendisini dünyaya gönderen Tanrı’nın yolunun insanları esenliğe ulaştıracak tek yol olduğunu kanıtlamak için öldü. Mesih İsa’nın başına gelenler dini söyleyişlere konu olan öbür dünyada değil, yaşadığımız maddi dünyada, İsrail’in şu anda bile sorunlu olan topraklarında gerçekleşti. Tüm İbrani- Musevi tarihi içinde kendi hayatı ve çalışmaları üzerinde bireysel yönetim hakkı iddiasında bulunan ilk insan İsa’dır. Aradaki Sanhedrin’ce yürütülen mutlak otoriteyi usta hamlelerle saf dışı bırakarak Tanrı’nın hâkimiyeti anlayışına uyumlu, insanın kişisel otoritesini gün yüzüne çıkarmıştır.[64]

İsa tarafından oluşturulan hoşgörüye erişkin insanın Kilise içinde yeni özgürlükleriyle çok kısa bir hayatı oldu ve kısa zamanda bu insan tipi unutuluverdi. Kilise tarafından Tanrı’ya yorumlatılmış Nasıralı İsa, kurumsallaştırılmış bir Tanrı’dır ve gerçekte, eskiden güçlü bir kent devleti olan Papalık Devleti’nin Tanrısı olarak bir ve tek sözel hülyayı simgeler.

Altındal, İsa’nın kilisenin kendi menfaatleri doğrultusunda kurgusal plan olarak yeniden meydana getirdiği bir gölge oyununun baş oyuncusu yapılmış olan İsa’dan başkası olmadığını belirtmiş ve ateistlerin şu uğursuz reddiyesiyle konuyu noktalamıştır: “İnsan insanın tanrısıdır.”[65]

1.2.5.   Siraç’ın Oğlu İsa’dan Nasıralı İsa’ya

Museviler için İsa Samarityalılara benziyordu, ama Gentile ya da Pagan gibi değildi. Örneğin Sebt gününe uymamak bir Gentile uygulamasıydı ve Tanrı’nınkilerin yanı sıra Sezar’ın haklarını kabul etmek de kesinlikle seküler ve özde Pagan bir iddiaydı ve Roma’daki yasal ve nizami kavrayışa uygundu.[66]

Altındal, İsa’ya Pagan ya da Gentile damgasının vurulmayışının nedenini ahlaki ve etik yorumlarıyla kendisinden önceki entelektüel İsa arasında oluşturduğu paralellikle ilişkilendirir.

Altındal’ın belirttiğine göre, İsa’nın kilisesini kaya üzerine inşa etmeye karar vermesiyle, I. Makabeler’de sözü edilen hain Yahudilerle İsa’nın münevver konumu arasındaki asıl benzerlik meydana gelir. Öncelikle İsa’nın yapmayı planladığı kilise, bulunduğu mekân itibariyle Yahudi Tapınağı’nın inkârı demekti. İsrail’in Tanrısı, hiç kuşkusuz ilk Hristiyanların ev kiliselerini ikamet etmek açısından kutsal bulmayacaktı. Ayrıca Musevi inancında tapınağı ilk meydana getiren de bizzat Tanrı’ydı. Tanrı’nın gönderdiği Mesih ve insan suretinde yaratılmış Tanrı’nın bir ve tek oğlu olan İsa’ya iman, kilisenin işareti olan kaya ile şekillenmiş oluyordu. İlk Hristiyanların kurdukları bu ev kiliseler Yahudilerin gözünde Gentile stadyumları ya da Pagan gymnasiumları’ndan (okul) daha değerli değildi.[67]

Sonunda İsa’yı hunharca katlettiler. Ancak Rab Tanrı bile Musevi Haggadah’ına (folklor) göre birçok güçlü bir rakip karşısında kendini güçsüz hissetmişti. İnanışa göre Tanrı olarak görülen İsa da kudretli Yaşlılar Meclisi Sanhedrin karşısında kendini bir kez aciz hissetti. Seküler tarafın en güçlü temsilcisi Pilatus dışında hiç kimse ona yardım elini uzatmadı. İncil yazarı Yuhanna’nın Musevilerin ağzına yerleştirdiği sözlerden anlaşıldığı kadarıyla o güne dek hiç kimse İsa kadar cesaretle ve duyulmadık sözlerle konuşmamıştı.[68]

1.2.6.   İsa’ya Ne oldu?

İsa, Musevilerce tutuklandıktan sonra kısa bir sorgulamanın ardından Musevi toplumumun hükümdar ihtiyarlarından oluşan bir kurul olan Sanhedrin tarafından ölüm cezasına çarptırıldı ve hemen ertesi gün dönemin valisi olan Pilatus’a teslim edildi. İsa, küfür suçunu işleyip Tanrı’nın adını lekelemekle suçlanmıştı. İsa’yı Yasa’ya göre dünyevi bir güce teslim etmesi gereksizdi çünkü bu din içi temel bir konuydu. İsa’dan sonra İstepan’a yaptıkları gibi taşlamak suretiyle İsa’nın da yaşamına son verebilirlerdi. Sanhedrin’in bir Musevi’yi cezalandırmak üzere seküler otoriteye başvurma girişiminin dini nedenlerle alakası yoktu ve bu girişim tamamen siyasal bir hamleydi. Kendisinin de belirttiği gibi İsa, devlete ya da Sezar’a karşı bir başkaldırının önderi değildi.[69]

Seküler yetki organının İsa’yı aklamasında şaşılacak bir şey yoktu. Pilatus, İsa’nın tamamen kıskançlık nedeniyle baş kâhinlerce cezalandırılmaya çalışıldığını biliyordu.[70] Hem Pilatus hem de karısı[71], tabiri caizse İsa’yı ipten almak için çok çabaladılar.

İsa’nın iddia ettiği gibi ilahi olduğuna ve hatta Tanrı’nın oğlu olduğuna elbette seküler iktidarın temsilcisi Pilatus inanmıyordu. Ama ona saygı duyduğu ve amacının kutsal olduğunu kabul ettiği aşikârdı. O da işin içinden çıkamayarak İsa’yı, aralarında bir tartışma geçmiş olan Atanmış Kral Herod’a devretti. Herod, İsa’dan şikâyetçi değildi ve hatta hoşnut olduğu da söylenebilirdi. İsa’yı suçlamak için o da bir sebep bulamıyordu; o da İsa’yı Pilatus’a geri gönderdi. Böylece İsa en başta seküler otorite tarafından, sonra da Yahudilerin atanmış kralı tarafından suçsuz bulunmuştu. Paganların seküler iktidarının ya da Musevilerin kararı mahkûmiyet ve ardından ölümdü. Pilatus çaresizlik içinde son sözlerini söyleyip bir çanak suyla kalabalığın önünde ellerini yıkadı: “ Ben bu salih adamın kanından biriyim, bunu siz düşünün.” Bütün kavim cevap verdi: “Onun kanı bizim üzerimize ve çocuklarımızın üzerine olsun!” [72]

Ama Pilatus kendinden beklenmeyen bir hamleyle Musevilere sarsıcı sondan hemen önce bir oldubitti yaptı. Dinsel cürüm Museviler tarafından politik bir problemmiş gibi gösterilerek çarpıtılmıştı. Kendisinin din dışı sivil ve dünyevi fikirleri olan Pagan Vali Pilatus kendisine getirilen alana geri gönderdi. Sözcüğün gerçek anlamıyla onayladığı İsa’nın Musevilerin kralı olma iddiasını, bir duyuru yazıp askerlerine çarmıhın üzerine asmalarını söyledi. ‘Musevilerin Kralı, Nasıralı İsa’ 73

denmekteydi duyuruda.

Pilatus’un bu sorgulama sırasında takınmış olduğu tavır ve sergilemiş olduğu siyasi deha sonraki dönemlerde Museviler açısından büyük sorunlar ortaya çıkardı. Öncelikle Pagan yöneticisi, Musevilerin kararı doğrultusunda çarmıha gerilen Nasıralı İsa’yı, Musevilerin Kralı ilan etmişti.

Pilatus, İsa’nın görevini yasal bir hamle haline getirmişti. İsa’yı, kendisini yapmış olduğu itirafı da dikkate alarak, Herod’un yapacağı hamleyi izledikten sonra, tanımsal olarak Musevilerin Kralı ve Mesih ilan etti. Böylelikle mevcut iktidarın İsa’nın ilahi görevine itirazının olmadığını halka göstermeyi amaçlıyordu. Seküler iktidarın, Musevi olmayan nüfusun, kutsal veya suçsuz olarak kabul ettiği ya da hoş gördüğü bir davranış şekli; Sanhedrin’in ve seçkin Museviler’in gözünde canice ve kabul edilmez bulunmaktaydı. Eğer dünyaya yönelmiş Musevilerin ilki olarak bir ruhban olmayan İsa’yı varsayarsak, o zaman Pilatus besbelli ki bu kutlu misyonun kentsel (Gentile) ve kırsal (Musevi) günlük yaşam tarzına yön veren din eksenli siyaset sisteminde yarı yasal bir yürütüm haline gelmesini sağlayan ilk Pagandır.[73] [74]

Altındal’a göre, belli ki İsa, yaşadığı coğrafyadaki siyasetin bazı baş aktörleri arasındaki siyasal güç gösterilerine kurban gitmiştir. Kendisini ortadan kaldırmak için tasarlanmış bir komploya kurban gitmediği açıktır.[75] Yeni Ahit’e göre İsa her şeyi biliyordu ve kendi sonunu da görmüştü. Yabancı dünyevi kültürün bir elemanı olan komplo teorisi bu hikâyeye sonradan eklenmişti, öğretilerini komplo teorileri üzerine temellendirmek, büyük Musevi peygamberlerinin töresinde yoktu.

Altındal, İsa’nın bilinçli olarak hareket ettiğini belirtiyor. Bulunduğu kehanetlerinin gerçekleşmesinin, gerçekleşecek bir komploya ihtiyacı yoktu. Kehanetleri ve kendi kaçınılmaz sonu iç içeydi. Yani kendi kendinin kararını yine İsa’nın kendi veriyordu. Falcılar veya büyücüler gelecek hakkında öngörülerde bulunarak komploların haberini verebilirler ama Büyük Musevi peygamberlerinin kutsal ön deyişleri komplo üzerine kurulmaz. Komplo teorisi, Yeni Ahit derleyicileri tarafından İsa’yı daha masum göstermek amacıyla eklenmiştir. Bu kuram ile kendilerinin İsa’yı kavrayış tarzlarıyla, Tanrı’nın Bir ve Tek Oğlu’na, dolayısıyla da bizzat Tanrı’nın kendisine karşı insan yapısı bir komplo hazırlamasının düşünülemeyeceği gerekçesiyle çelişmektedir.[76] [77]

Bunun tersi daha da olanaksızdır: Tanrı’nın bir ve tek oğluna karşı bir komplo düzenlemiş olması, Peter’in mektuplarından ikincisinde aktardığı üzere: “Kitabın hiçbir peygamberliği özel bir yorumlamadan olmadığını öncelikle bilmemiz gerekir. Hiçbir peygamberin gelişi insanın iradesiyle olmamıştır, fakat Ruh’ül-Kudüs’ün sevk ettiği insanlar Allah’tan söylediler.” Kendine ya da bizzat kendi oğluna karşı bir komploya ilişkin bir kehaneti açıklayan Tanrı kelamını bir kez olarak kurgusallaştırmak şizofrenik değilse eğer, kesinlikle sciolastik17 bir yakıştırmadır.[78] [79]

Eğer İsa, Mesih değil de Musevilerin iddia ettikleri gibi normal bir insan ise o zaman sıradan bir insan olarak bölgenin en büyük seküler Pagan yönetimince Musevilerin Mesih’i ve onaylanmış kral olarak görülmüş ve kabul edilmiş oluyordu. Fakat İsa, İncil yazarlarının iman ettiği gibi Tanrı’ysa, insanların kurmuş olduğu bir tuzağa düşmüş olması olası değildi. Musevilerin kendisine bir tuzak kurmayacağını vazettiğini açıkça söylemiştir. İsa’nın bildiği şeyleri anlatması ne kadar hakkıysa, Musevilerin İsa öğretilerini reddetmeleri de o kadar yasal haklarıydı. Musevilerin İsa’yı ağzından çıkmayan sözlerle iftiraya kurban etmeye ihtiyaçları yoktu. İsa beklenen Mesih olduğunu, kendisine hiçbir salahiyet verilmediği halde tam yetkili olduğunu ve olmasının hiçbir zaman ihtimal dâhilinde olmayacağı bir söylemde bulunarak Tanrı’nın Bir ve Tek Oğlu olduğunu iddia etmişti. Yapmaması gereken bir şey olan İsrail’in Tanrısını özelleştirme hatasına düşmüştü. Museviler için, İsa da sıradan bir Musevi olarak tıpkı diğer Museviler gibi Tanrı tarafından kutlu kılınmıştı, ama amaçları kâfirce ve dehrice bulunmuştu. Seküler açıdan baktığımızda, İsa’nın kendi değil de bütünsel

79

görevi kutsal bulunmuştu.

Tanımsal anlamıyla, İsa’nın sonunu hazırlayan şey yaşamındaki benzerliklerdir, Altındal’a göre. Doğumu tam da Kehanette sözü edildiği gibi olmuştu. İsrail Yasası’nda sözü edilen diğer ilk doğan Musevi erkekleri gibi tapınağa adanmıştı. Gelenek uyarınca vaftiz edilmişti, vaftizci kuzeni Yahya’ydı. Şimun Petrus tarafından, aklındaki Mesih şartlanmasına benzeyen bir imge uyarınca Mesih ilan edilmişti. Aynı kehanetle anlatıldığı şekilde, tıpkı adi suçlular gibi çarmıha gerilmişti. İlginç olan şudur ki, Yeni Ahit’in yazarları tarafından bir kehanete dayandırılarak tanrısallaştırılmış olan cismani Musevi İsa kendini o kehanete benzettikçe, İsrail hanesine daha fazla yabancılaşmıştır.[80] [81]

İsa Musevilerce tanrısızlıkla, seküler iktidar tarafındansa bir Musevi olarak ateistlikle suçlanmış olsaydı, komplo kuramı geçerli olabilirdi. Çünkü tanrısızlık ve 81

ateizm suçlamaları bölgede en eski ve en geçerli olan suçlamalardı.

Evet, İsa’ya doğduktan on iki bin yıl sonra ne oldu? Bugün inanan her insan, bu sorunun kendi imanını canlı tutabilecek bir yanıtını taşımaktadır. İnancı bütün kimi Hristiyanlar İsa’nın kiliseden uzaklaştırıldığını, kimileriyse günahkârlar tarafından suiistimal edildiğini söylemektedir. Durumun ne olduğundan ziyade açık olan şey şudur: İsa, kendisine adanmış kiliselerden hiçbirine girmiş değildir. Kimi kültler, mezhep, kilise ve tarikat, onun sadece hikâyesini ve adını devralıp kendi menfaatleri doğrultusunda tekelleştirmişlerdir. İsa’nın ismi ve temsil ettiği değerler, asıl imanın savunucusu olduklarını iddia edenler tarafından çok değerli bir sermaye yapılmıştır.[82]

İsa’nın kendisine kurulduğu iddia edilen tuzak, o dönem yaşayan halk tarafından ifade edilmemiş, sonradan onun adını ve görevini kullanacaklar tarafından tasarlanmıştır. İsa’yı dinin en üst düzey yöneticileri, eğer evinde tutuklamadılarsa, mutlaka sonu olmayan bir suskunluğa mahkûm etmişlerdir.

1.3.   PAVLUS

Musevi cemaati eşit haklara sahip bireylerden oluşmaktadır. Bu eşitlik fikrinin temelinde, atalarının Tanrı’yla yaptıkları ahit yatmaktadır. Başka bir deyişle, İsrail Tanrısıyla Patriyarkların yaptıkları antlaşmaya göre eşitlenmişti. Bütün insanlık ise Havari Pavlus’a göre ilk günah yönünden eşittiler. Pavlus, bütün insanların hep o aynı günahı işleyerek dünyaya geldiklerini belirtiyor. İsa’ya göre, özelliklerinden soyutlanmış Yahudi kurulu bir ahdin eşit bir üyesi ya da katılımcısı değil, Tanrı’nın Krallığı’na aday eşit bir imanlıdır.[83]

Havari Pavlus gerçekte Anadolu’lu (Tarsuslu) bir Museviydi. Asıl adı Saul idi. Grekçe biliyordu ve Helenistik kültür tarafından yoğrulmuştu. Havari olmadan önce ilk Hristiyanlara işkence etmişti.[84] Helen hamurunda yoğrulmuş bir Musevi ve önceki zamanların koyu ferisi öğrencisi, Hristiyanların katili Pavlus, herhangi bir eğitim görmemiş alelade insanlar olan Havari Yuhanna ve Mesih yapıcı Simun Petrus’un aksine imtiyaz sahibi bir Yahudi ailesinin iyi eğitim almış bir üyesiydi. Pavlus (Saul) yasal yurttaşlık statüsü itibariyle bir Roma vatandaşı, doğumu sebebiyle de bir Yahudi idi.[85]

İsa’nın bildirisindeki özgün yanı Pavlus iyi özümsemişti. Karanlık ve anlaşılmaz temayülleriyle bu iletiyi sadece Yahudilere bir çağrı olarak değil, Yaratılış olgusunun her şeyi kapsayan bir katalizörü olarak anlamlandırıyordu. Çünkü İsa, Yuhanna’nın söylediği gibi, tam olarak Tanrı’ya imanın simgesiydi. Bu nedenle „inprinciplo’ prensip olarak İsa, kavram olarak tam imandı. Kısa bir tereddütten sonra Pavlus kendini İsa da çarmıha gererek gideceği yolu tayin etmeye karar verdi. İbrahim Peygamber’in Tanrı’nın arkadaşı olması ve Tanrı’yla yola çıkması gibi, Pavlus da, kendisini Baba Tanrı’nın içinde bulmuş ve O’nun Oğlu olmuş olan İsa Mesih ile birlikte yola çıkacaktı. Kehanetin benzerliği yasasını izleyen Pavlus, hiç görmediği, şakirtlik etmediği, çarmıha gerilişine tanık olmadığı İsa’nın içine kendini sokmakta tereddüt etmedi.[86]

Pavlus, Kudüs’teki Musevilerin Tanrı tarafından dayatılmış alanlarından memnuniyet duyduklarını gayet iyi biliyordu. Onların başka bir şeye ihtiyaçları yoktu. Fakat dönme Gentileler ile Tanrı’dan korkan Paganlar, kendi çerçevelerini oluşturan özelliklerden dışlanmış insanlardı. Pavlus’un düşüncesine göre onlar din alanının İncil’ine dünyadaki bütün topluluklardan daha fazla ihtiyaç duyacaklardı. Havari bu düşünceyle yola çıkarak kendini inanç alanının ulvi bir elçisi olarak teçhiz edip yeni bir hayat ve yeni bir görev edinerek tüm Gentile günahkârlarını selamete davet etmek için onların yaşadıkları Polis’e doğru yola çıktı.[87]

Pavlus, kendine güvenli, enerjik, benmerkezci ve kimi zaman da kibirli bir adamdı. Tarih sahnesinde kendine yer bulmuş dinsel dehalardan biriydi. Fakat çok da güvenilir bir insan değildi. Aniden din değiştirmesi önceleri fazla anlaşılamadı; sonraları Musevi mirasından taviz vermesinin sebebinin Gentileleri kazanabilmek için olduğundan kuşkulanıldı. Pavlus’un ellerinde “Rab Mesih, imanla tanınacak Tanrı­msan, şakirtlerinin tanıdığı ve anımsadığı Nasıralı Peygamber’in yerini aldı.”[88]

Pavlus İsa’nın mesajını gerçekten de kendi istediği gibi anlamış ve yorumlamıştır. Pavlus’un kuram ve teamülünde kıyam, çarmıh, acı, iman, günah ve selamet, anahtar kelimeler haline gelmiştir. İsa’yla eş anlamda olan İman Alanı’nı bilme, Bilme (teori) olarak nitelendirildi. İsa’nın bedenini günah işleyenlerin kendilerini bekleyen Kıyamet’ten muhafaza edecek olan kilise biçiminde yeniden var etmek ise yapma (pratik) olarak yorumlamıştı. Pavlus çizdiği yolda ilerlemek amacıyla Ahit’in işareti olan Yahudi sünnetini, Hezekiel Peygamber’in ‘Kanınızda yaşayın’[89] emrini yok saymak ya da Yasa’yı geçerliliğini yitirmiş ve eskimiş olduğu için reddedip yeni Tekvin için yeni bir antlaşma teklif etmekte de hiç tereddüt etmemiştir. Pavlus da İncilci Yahya gibi Tanrı’nın Logos’una çarmıhtaki İsa’yı koymuş ve sonradan her şeyin yaratılışındaki bir ve tek aracı olarak İsa’nın var olduğunu ilan etmişti.[90]

1.3.1.   Pavlus’a Göre İlk Günah

İsa, Yuhanna’nın şahitlik ettiği gibi dünyayı kurtarmak için gönderilen bir kurtarıcı mıydı, Matta’nın söylediği gibi kavmini günahlardan arındırmaya mı, Luka’nın iddia ettiği gibi kaybolmuşları arayıp kurtarmaya mı, yoksa Pavlus’un benimsediği üzere tüm günahkârları kurtarmaya mı? Bu sorular Altındal’a göre, Pavlus’un özelliklerinden soyutlanmış Yahudice düşünüş tavrının nasıl işlediğini anlamaya yardımcı olabilir.[91]

Elbette günah, başlangıçta yoktu. Günah, altı Kutsal Kitap gününde Tanrı’nın yaratıcılığının bir parçası olarak ortaya çıkmamıştı. İlahiyat nazarında o günlerde günah henüz yaratılmamıştı, çünkü Tanrı’nın günah işlemesi söz konusu olamazdı. Ayrıca din olgusu da henüz Tanrı tarafından yaratılmamıştı. Bunun için Tanrı henüz yaratmadığı bir işlevi başka bir şekilde devredemezdi. Âdem ve Havva iyi ile kötüyü öğrendikten sonra, bilge bir tavırla Tanrı gibi olmak isteyerek meyveyi yediler. Tanrı onları günahkâr olarak nitelendirmedi ve hiçbir zaman onlara günahlarını söylemedi. Aksine Rab dedi ki: “İşte adam iyiyi ve kötüyü bilmekle bizden biri gibi oldu.”[92] Âdem ilk buyruğa itaat etmeyerek günah işlememiş, aksine iyi ile kötüyü öğrenmiş oluyordu.[93] [94]

Kabul görmüş ve kurumsallaşmış yorumların aksine, Âdem ve Havva, tenkitçilik açısından Tanrı’nın makamından günahkâr duruma gelmeleri sebebiyle değil, üremeyi öğrenmeleri sebebiyle kovulmuşlardır. Görünen o ki, Tanrı Âdem ile Havva’nın bakire doğumu yoluyla üremesini tasarlıyordu; fiziksel birleşme yoluyla değil, Havva’nın ruhsal bakire gebeliği aracılığıyla üreme. Dolayısıyla Kutsal Kitap’a göre Âdem ile Havva tarafından Tanrı’nın planında olmayan bir iş yapılmıştı. Havva dogmalarda ya da dinsel basmakalıp görüşlerde söylendiği şekliyle günahkâr değil, bir kimlik alıcısı ve kişilik vericiydi. Âdem’in oluşmuş kimliğinden yaratılmıştır Altındal’ın belirttiğine ..  94

göre.

Tekvin’de günahın bir kişilik problemi olarak şekillendiği ve temelde bir kimlik sorunu olmadığı vurgulanmalıdır. Havva’yla birlikte Âdem şahsiyet olarak rol eylemini edindi. Âdem’in Havva’yla birbirini tamamlayıcı olarak oluşturduğu birlik, Âdem’in kişiliğini ve rolünü biçimlendirmişti. Dolayısıyla adamın kişiliği, ayrışma üzerine temellenmişti, kimliğin farkı üzerine değil. Altındal’a göre, Eski Ahit’in yorumu erkeğin kimliğini Tanrı’dan, şahsiyetini de kadından aldığı sonucunu doğurur.[95]

Varoluşun biçimi ve içeriği arasındaki çelişki kişiliği şekillendirirken, kimlik, manevi varlığı görünüşten ayrı kılan başkalaşımın şekil almasıdır. Kimlik, insanın günah işlemesine müsaade eder, yani seçim yapabilme gerçekliği kazandırır. İnsanın Tanrı katında hatalı olarak görülme hakkı vardır, ayrıca yoldan çıkabilir de. Ama günah insanın kişiliği tarafından işlenir. Beden halindeki insan bilmeyle başlar. Kimlik duyar ve algılar ama akıl yürüten ve algılananı bilen kişiliktir. İnsan ne yaptığını bilerek gündelik günahlarını işlemektedir.[96] [97]

Musevi, gündelik hayatında korku ve anlayışla yaşar, günahla değil. Çünkü Musevi ferdiyetine ve kimliğine günah yeteneği eklenmiş değildi. Musevi’nin kendi tanrısı tarafından seçilmiş olması, onun özel statüsünü oluşturmuştur. Aynı Tanrı, onun kimliğini de ilahi kılmıştır. Pavlus Hristiyanlığında olayın şekli bu değildir. Bütünün kurtuluşundan ziyade her Hristiyan’ın bireysel kurtuluşundan söz etmiştir. Günahın bütüne ait olması da bireyselleştirilmiştir. Eğer bireyin günahı olmazsa bireyin selameti de olamaz. Hristiyanlıkta toplumun ve din adamlarının günahın tekil doğası ve manasıyla daha az ilişkilendirilmiştir, asıl ilişki kentsel ve sivildir. Yahudi ananesine göre tüm insanlık bir günahın cezasını çekmez, günah işleyen ruh kendi cezasını kendi çeker. İsa, Hristiyan dogmasına göre kendi bireyselliğinde günahsızdır. Çünkü İsa Tanrı olarak günahı oluşturamazdı; kendisi bütün günahkârların günahlarını toplayarak bu günahlar için acı çekmiş ve bütün insanlığın günahlarının bedelini canıyla ödemişti. Günah, İsa için bir kişilik problemiydi, kimlik problemi değildi. Ancak Pavlus günahı kimliğin bir işareti olarak ilan ederek bu noktayı gözden kaçırdı. Pavlus, Âdem ile Havva’nın işledikleri varsayılan günahtan ötürü doğuştan bütün insanların günahkâr olduklarını ve bu yüzden eşit ve özdeş olduklarını düşünüyordu. Bu ilk günah, Yahudi için de Gentile için de Pagan için de aynıydı. Pavlus günahı insanın kimliğinde, hatta doğmamış çocuklarda dahi başlattığı için Gentileleri günahkâr ilan etme hususunda hiç

97

tereddüt etmemişti.

İsa görevini ifa ederken kentlerdeki hâkim ahlaki yasalar, Gentilelerdeki vicdani yasalardan ibaretti. Ancak Yahudiler bu durumun dışındaydılar. Fayda gözetilerek sivil ve kentsel kıymetlerce şekil almış olan Gentile vicdan yasasına göre kimse günahkâr değildi. Sivil Gentilenin düşünce sistemine Hristiyanlık tarafından, Pavlus eliyle, tüm insanlığın günahından bireye indirgenmiş günah yerleştirildi. Böylece günah insanlığın tüm duygu, düşünce ve hareketlerini yönlendiren ortak sistem haline geldi Pavlus’un oluşturduğu kurallar, Gentilenin kendini doğuştan günahkâr hissetmesine sebep oldu. Temiz bir vicdan Pavlus için yeterli değildi ve insanı masum kılmıyordu.[98] Pavlus kendi hürriyetine başka bir vicdan tarafından hükmedilmesini kabul etmiyordu. Bunun için Gentile ve Paganların selamete ulaşmaları için önce günaha ihtiyaçları vardı. Bu yeni öğretiye göre Gentile, çarmıhtaki İsa gibi acı çekmeli ve başka bir hayata vaftiz olarak başlamalıydı.[99]

Musevi günah işleyince ya Rab tarafından cezalandırılıyor ya da bağışlanıyordu. Bu yolların dışında başka bir yol yoktu. Pavlus ise Musevi inancına yeni bir yolu daha ekledi. Bu yol ıstırap çekmekti. Musevi hayat felsefesindeki varlığı sürdürebilme güdüsü ile hayatta kalma isteği sebebiyle kişinin başka insanların günahları sebebiyle suçlu sayılması ve ıstırap dışlanmaktaydı. Museviler, diğerlerinin günahları için acı çekmeyi istemezlerdi.[100]

Musevilikteki kutsanmışlık ve günahın şekli, Gentile Hristiyanlığının yayılmasıyla hazin bir şekilde değişmeye başladı. Matta’nın da söylediği gibi belli ki İsa, kavmini günahlardan kurtarmak için gelmişti, Ancak Pavlus’n iddia ettiği gibi İsa bütün günahkârları değil, Birinci Ahit’le bağlantılı olanları kurtaracaktı. Ahit’le bağlantısı olmayanlar zaten günah işleyemezlerdi de. Ahit’e bağlılığı olmayan Gentilelerin söz verilen mirası alabilmek için günaha girme hakları yoktu. Çünkü Yakup günahın işlendiği takdirde bağışlanacağını da müjdeliyordu. Yeni Ahit’te günah, yasayı reddetmek, mutlak güce başkaldırmak ve otoriteyi küçümsemek olarak açıklanmıştır. Gentileler ve Paganların otorite ve yasayı oluşturan kendi manevi ve ahlaki yönetmelikleri vardı. Yürekleri sünnet edilmemişti ve Ahit işaretini taşımıyorlardı. Bu dünyadan olan bir vicdan yasasıyla yönetiliyorlardı.[101]

Pavlus, bu sorunla fazlasıyla meşgul olmuştur. Bu sorunu kendisi gibi muhtedilerle ve dostlarıyla birçok kez tartışmıştır. Helen diyalektiğe uygun olan ama Musevi geleneğe uygun olmayan bir tartışma yöntemi kullanmıştır. Sonunda günahı Havva’ya dek taşıyıp, Siraç’ın kitabında olduğu gibi, tüm insanlığa mal etmeye karar vermiştir. İnsanın var olduğu söylenen bu günah karşısında affedilebilir bir yanı yoktu ve ayrıca kimse tam doğrucu değildi. Artık geçmişte yaşamış ve gelecekte var olacak bütün insanların ortak paydası bu günah idi. Tüme paylaştırılan bu günahtan sonra yeni bir adım olarak bu günahın Gentilenin his dünyasının derinliklerine yerleştirilmesi gerekiyordu. Pavlus dehası, bu sorunu çabucak halledebilmeliydi ama bu o kadar da kolay olmadı.[102]

Gentilenin de Paganlar gibi toplumsal sınıf bilinci vardı. Zenginlerin fakirler gibi aynı ilk günaha sahip olacakları düşüncesi onları huzursuz ediyordu. Yazgı, Gentileler için Tanrı’nın bile tabi olduğu, tüm varlıkların ortak paydasıydı. Günahın bu kavramın yerine geçmesi elbette çok zor olacaktı. Pavlus, Yazgı’nın egemenliğini zayıflatmak ve hatta onu yok edebilmek için eski bilgilerini kullandı. Hileli mantık oyunları onun tartışmalarındaki başlıca aracıydı. Pavlus için İsa’nın nasıl doğduğunun ya da nasıl vaftiz edildiğinin hiç bir önemi olmadığı gibi İsa’nın Ferisilerin sahtekârlığını şiddetli bir şekilde eleştirmesinin de hiçbir önemi yoktu. Pavlus, tek tanrıcılık kronolojisindeki ilk kayıtlı çifte standartçılığı hileli mantık yardımıyla yaratan isim oldu.[103] Pavlus vicdani temizliğin insanı masum yapmadığı gibi kendisi gerektiğinde masum olduğunu kanıtlamak için kendini vicdanen gerçekten temiz dindar bir adam olarak tanıtmaktan hiç utanç duymuyordu. Altındal, Bazılarını kurtarayım derken herkesin her şeyi oldum[104] mantığı güden Pavlus’un anakronik bir çağrışımla günümüzün bukalemunvari ilkesiz politikacılarına benzetilebileceğini söyler.[105]

. zPavlus Tanrı’nın önceki kelamını değişmemekle beraber İsa’yı, sözünü ettiği Patriarkların Tanrısı gibi sadece canlıların tanrısı değil[106]; hem dirilerin hem de ölülerin tanrısı yapıvermişti. İsa’nın söylemlerinin aksine insan suretinde yaratılmış Tanrı Oğlu şeması, Pavlus’un kelamı ve kalemiyle bir Aracı Tanrı ve kozmopolit bir insan benzerinde yaratılmış ruha dönüşmüştü. [107]

1.3.2.   Pavlus’un İman Siyaseti

Altındal, Pavlus’un misyonunda pragmatik ve gerçekçi davrandığını söyler. O’na göre Pavlus, işinin rastlantılara kalmasını istemiyordu. Örgütleme işinde mahirdi. Bir Roma vatandaşı olarak diğer yurttaşları gibi o da kendine miras kalan seküler kudretin gayet iyi farkındaydı. Kendini tehlikede hissettiğinde, intikal eden seküler unvan ve standartları öne sürerek korunmaya çalışıyor ve esas düşünce ve inançlarını perdeliyordu. Yaşamındaki böylesi kritik anlarda karşısındakileri ruhsal beyin yıkamalarla huzursuz etmemeye özen gösteriyordu.[108]

Pavlusu’un misyonu ile politika görüşü aynı paralellikte ilerler. Pavlus diğer havarilere göre dinsel yönüyle değil de ideoloji yönüyle ön plana çıkar. Kendini gerçekleştirme isteği ve amaçlarına ulaşma arzusu imanını aşıyordu. Pavlus bir görev ve işlev adamıydı. Ama kimi yazarların iddia ettikleri gibi bir muhbir ya da bir Roma ajanı değildi.[109]

Pavlus’un politik anlamda yapmış olduğu iki hamle, onu döneminin siyasi dehalarının en üstünü haline getirir. Öncelikle Pavlus, Rabb’i Mesih İsa’nın yapmış olduğu gibi, mutlak güç ve kudretin sahipliğini Musa Yasası’ndakinden farklılaştırmıştır. Ancak Mesih’in aksine bu uygulamasına rağmen uzun süre canını korumayı başarabilmiştir.[110]

Pavlus’un Musevilerle dini yönden mücadele etmişti, seküler yönden değil. Bir Ferisiler Ferisisi ve Yahudi ve olarak Sanhedrinlerin Yasa’ya uyan bir çözüm kararında ısrar etmeleri gerekirdi. Kendisi bunun yaratacağı kötü sonuçları bildiği için reddetmiştir. Roma vatandaşı kimliğiyle ve kendini suçlayan herkesi atlatarak adil bir karar için seküler makama, bizzat Sezar’a müracaat etmiştir. Ve seküler iktidarın onun masum olduğuna hükmetmesi şaşırtıcı değildir. Seküler merci, kökeni bakımından tamamen Yahudi dini ile ilgili bir konu için Pavlus’u ölüme mahkûm etmeye gerek duymamıştır.[111]

İkinci olarak otoriteyi kiliseyle birleştirmiş ve Yahudi Yasası’nın elinden almıştır. Gentilelere ilgilendiren bütün mevzularda söz sahibi olmayı ve onları ikna etmeyi 112

başarmıştır. Altındal bu durumu çok ilginç bulduğunu belirtmiştir.[112]

Sünnet ve helal meselesiyle ilgili Musevi- Hristiyanlarla [113] Pavlus arasında çıkan çatışmada, Pavlus, Kudüs Kilisesi’nin haşmetli başı ve İsa’nın kan kardeşi Yakub’a müracaat edip onu kendi tarafına çekmeyi başarmıştı. Pavlus, Gentilelerin sünnet olmasının zoraki olmadığı için Musevi Yasası’nın bazı maddelerine riayet etmelerinin gereksiz olduğunu öne sürüyordu. Kendi iddialarıyla tam zıt olarak duran kiliseye rağmen Pavlus yetkin bir gövde gösterisinde bulunarak, Yakub’u kendi safına çekmiş ve onun onayını alıvermişti. Başlangıçta tamamen yalnız olmasına rağmen mücadeleyi kazanan kendisi olmuştu. Eline geçirdiği bu yetki ile Gentile namına acı ve günah kavramlarını düzenleyip yine Gentile adına karar verme makamı haline gelmişti. Pavlus, İsa’nın canı pahasına yarattığı özgün düşünce, Pavlus’un tarafından mühim bir politik araç haline getirilmişti. Pavlus zorda kalınca, görevini bir bütün olarak kutsallaştırıyor ve kendi konumunu da hemen dünyevi bir hale sokuyordu.[114]

Altındal, Pavlus’un hali hazırdaki Gentile siyasetine göre; hem manevi hem de seküler elemanları olan bir dini temellendirip kuran biri olduğunu ifade eder ve Pavlus’un amacını şöyle özetler: “Bu dünyaya ait siyasi konularda seküler, öte dünyaya ait iş ve çabalarınızda ruhani olun.”[115]

Pavlus’un Romalılara göndermiş olduğu mektubunun kendinin devlet anlayışı hakkında kesin yargılar içerdiğini belirten Altındal, Pavlus’un siyaset alanında uyguladığı manevraların sonraları, özellikle ilk 200 yıl içinde, kilisedeki yöneticilerce taklit edildiğini ve böylece bu yöneticilerin dinsel problemleri seküler iktidarla çelişiyor olsalar dahi seküler mahkemelere götürmekten çekinmediklerini söylemiştir.[116] [117]

Havari Pavlus, Mesih ve Rab olarak İsa’yı bir Tanrı olarak Gentilelere sunmuş ve kendi imanını kendine adeta bir meta haline getirmiştir. Çünkü diğer havari ve şakirtlerin alelade insanlar olması hasebiyle onların elindeki İsa mesajları kendine yeterli ve tutarlı bir politikadan yoksun kalıyordu. Bu durumu dâhiyane bir biçimde keşfeden Pavlus yeni dinin temellerini attı. Bunu ancak bu tutkulu ve Helenistik dalaşma sanatı erbabı gerçekleştirebilirdi ve yeni dinin politik gövdesini anlamlandırma yolundaki muazzam çabalarıyla bunu başardı. Altındal, Galatyalılara hitaben mahkûm edici bir üslupla yazılan meşhur mektubun, Pavlus’un kilise kurma politikalarını tek eline alma uğrundaki kararlılığını ve kendi İncil yorumunu açıkça sergilediğini iddia eder. Tıpkı İbranilerin kanun koyucusu Musa gibi, Pavlus da, “polis”in topluma mal olmuş tarihi, iktisadi ve kültürel kuralları gereğince Yahudiler için bir yasa bozucu ve

117

Gentileler için bir iman yapıcı oldu.

Pavlus, Yazgı hakkındaki var olan fikirleri de değiştirmiştir. Pagan-Helenistik Yazgı anlayışının yerine kesin arınma olarak İsa’ya iman etmeyi yerleştirmeye çalışmıştır. Tanrı’dan korkan, mühtedi bazı toplulukların dışında, Gentileler için Yazgının güç ve yargısı o kadar kesindi ki, yerleşmiş inanca göre tanrılar dahi Yazgının gücünden kaçamazlardı. Gentileler için görünen tek yazgının karşılıksız teslimiyet ve Rab olarak İsa adlı yeni bir Tanrı’yı işaret eden Pavlus tarafından kurtarılmak olması, Altındal’a göre belki de kaderin garip bir cilvesidir.[118]

İsa için kilise iman etmişler topluluğuydu. Diyordu ki: “İki veya üç kişi nerede benim ismimle toplanmış olurlarsa, ben orada, onların ortasındayım.”[119] Yani nerde iki ya da üç kişi varsa orası kilise haline geliyordu. Pavlus’a göre kilise ise, otorite ve mezhep paylaşımı gereğince Hristiyanların hayat koşullarına yön veren ve giderek vaatlerde bulunan en son otorite makamı haline dönüştü. Yeni Ahit’te başrolde Mesih’ten sonra Pavlus yer alır. Yeni Ahit’te ondan fazla bahsedilen yoktur. Düşünce ve eylemleri İncil’dekilerinkinden daha fazla yer kaplamaktadır.[120]

Altındal’a göre Gentile Hristiyanlarından Pavluslaştırılmış Hristiyanlar olarak söz etmek, yanıltıcı olmayacaktır. Çünkü Pavlus’un tohumları, düzgüsel değerlere sahip bir politika ve ıstırap ve günahta tasarruf savıdır. Pavlus kendisinin de belirttiği gibi ancak altı-yedi kişi vaftiz etmiştir. Yine de Gentile cemaatler yeni dindeki kanun ve düzenlemelerini kendi toplumsal-siyasal standart ve anlayışlarına göre şekillendirmiştir. Böylece Pavlus Kilisesi Öğretmen İsa’yı kendi tekeline almış, bundan sonra onu hayret verici tarifler çıkmazlarına sokarak dibi olmayan bir kuyuya göndermiştir. Din tacirlerinin eline düşen İsa, günahtan arınmanın ve imanın tek kaynağı ve güvencesi İsa olmaktan çıktı. Bu görevi artık kilise yüklendi. Altındal’ın deyimiyle ‘Yahveh Selamettir’ anlayışını başarılı bir şekilde, ‘Kilise Selamettir’e çevrildi. Gerçek İsa, zamanla din tacirlerinin istediği İsa’ya dönüştü.

Altındal, Pavlus’un da bu kadarının olmasını beklemediğini belirtmiştir. Pavlus’un dalaşmalarda izlediği politik stratejinin, İsa’nın “Bize karşı olmayan, bizimledir” gibi seküler iddialarının fırsatçı ve bu sebeple de elastiki uygulamaları üzerine zekice oturtulduğunu söylemiştir. Pavlusçu din adamlarının yükselişiyle, Gentile iyimserliği giderek yoğun saldırılara uğramış, yerine Kültürel-Dinsel Karamsallık Çağı yerleşmiştir.[121]

İman edenlerin varsayılan Tanrı’sı, Tanrı tarafından kavmini ve bütün dünyayı günahlardan arındırmak üzere gönderilmiş oğlu İsa Mesih inancı, Pavlus ve takipçileri tarafından çarmıh üzerinde canice öldürülmüş yakışıklı bir genç adama dönüştürülmüştü. Akabinde bir mucize doğrultusunda diriltilip arkasında tarifsiz acılar bırakarak babasının yanında bulunmak üzere göklere yükseltilmişti. Günahkârların arındırılması ve selamete erdirilmesi görevi artık iman bekçilerinin görevi olmuştu.

Altındal son olarak “Petrus’tan korkmuyorum, beni korkutan, sekreteri.” diğer bir deyişle, “Havari’den korkmuyorum, beni korkutan onun vekili olan Papa’dır” sözleriyle Ortaçağ’da din adamlarının İsa adına nasıl bir güç gösterisinde bulunduklarını özetlemiştir.[122]

1.4.   HRİSTİYANLIK VE DÜNYEVİLEŞTİRME

Altındal, dünyevilik ile ilgili iki ayrı eğilimin varlığına inanır. Bunlardan bir tanesi, dünyaya ait olanla dine ait olanı ayıran bilimsel-akademik yaklaşımdır. Dünyevilik fikri asırlardır yalnızca dünyaya ait olanı kutsal olandan sıyırmak için değil, özellikle birincisinin ikincisine göre daha geride bulunduğunu ve ona bağımlı olduğunu anlatmak için kullanılmıştır. Altındal, dünyevilik kipinin kutsalla karşıt olarak kullanıldığı ve müştaklarının inanca az çok açık olduğunu, genellikle kapalı olduğu kilise ile dinsel ve kültürel serbestliği akla getirdiğinin aşikâr olduğunu söyler. İkinci eğilim ise dünyevileştirmeyi öncelikle Hristiyan bir fenomen olarak görür. Bu eğilim, kutsalla dünyevi arasında bir çelişki görmeyen teologların görüşlerini içerir. Bazı din bilimciler sekülerlik ve Hristiyanlık arasındaki belirli bir ahenk üzerinde durarak, dünyevileştirmenin dinin bir gereği olduğu düşüncesini savunmuşlardır. Dünyeviliğin dinin bir gereği olduğu üzerine yapılan çalışmaların yetersiz oluşu, Altındal’ın gözünden kaçmamıştır.[123]

Yaptığı araştırmalar sonucunda Altındal, dünyevi gerçeklerin kilisenin öğretileriyle çelişmediği hakkında çeşitli görüşlere ulaşmıştır. Elde ettiği bulgulara göre gerçekte, kuramsal ve tatbiki dünyevi araştırmalara ilgi duymak sadece doğru değil, aynı zamanda zorunludur. Bu görüşlerden biri dünyevi bilim alanlarındaki rekabetin, gerçek Hristiyanlığın ve Tanrı’nın ülkesinin yayılmasına, var olan düzenin yenilenmesine ve yaratma eyleminin mükemmel bir hal almasına katkıda bulunacağı, o zaman, bunun gibi mükemmel sonuçlara ulaşmak için bulunabilir araçlar kullanmak gerekiyorsa, dünyevi araştırmalara girmenin zorunlu göründüğüdür. II. Vatikan Konseyinin, insanların dünyevi bilim dallarında yer almalarını teşvik etmeyi önemsediğini belirten Altındal, bu konseyin dünyevi bilim dallarındaki rekabet ve çalışmalarla, insanların içinden iyiliğin yükselmesiyle, içten çalışma ve emekle iyilikler oluşturulmasına izin verilerek; bireysel kültür, teknik ustalık, Tanrı’nın planı ve onun buyruğu ışığında, tüm insanların faydasına hizmet edebileceği inancında olduğunu söyler. Altındal, Papaların kutsal pederler ve aynı zamanda Papalığa ait devletlerin dünyevi kralları olduklarını belirterek Papalığın ikili bağlılığına da dikkat çekmiştir. O’na göre Reformasyon sırasında ve sonrasında, Papalık daha fazla dünyevileşmiş, devlet daha dinselleşmiş ve yalnızca iktidar ve fikirleri değil, önceden kilisenin olan birçok fonksiyonu da kendi bünyesine almıştır. Bütün bu görüşlerin dışında Yahudi- Hristiyan geleneğindeki dinle dünyevileştirme arasındaki ilişkide büyük bir tarihsel ironinin bulunduğundan söz eden Altındal, bu görüşün tarihsel olarak Hristiyanlığı kendi kendisinin mezar kazıcısı olarak gördüğünü belirtir.[124]

Altındal, dünyeviliğin günümüzde genellikle devlet ile kilise arasındaki ayrımı gösterdiğinden bahsederek, eğer dünyeviliğin devletin kiliseden ayrılması anlamına geldiği düşünülürse o halde laiklik de dinin politikadan farklılaştırılması sürecidir, der. Öte yandan kutlu olan, kendisini doğru gösteren bütün göstergelerden ve her fikirden daha kapsamlı olan, idealleştirilmiş kanunlara bağlı bir mefhum gibi görünmektedir. Dünyevi, bu dünyaya ait olarak anlaşıldığında, dünyaya ait değişimlerden, kıtaların yer değiştirmesinden, para piyasalarından, teknoloji ve endüstri ilgili bilimsel çalışmalardan veya dünyevi şiirden vb. bahsetmemiz mümkün olur. Ona göre katı bütünsel devlet destekli dünyevilik denilen biçimler ve dünyevi olan insancılık da modern dünyeviliğin çağdaş şekilleridir.

Altındal, dünyeviliğin tarihsel ve sosyal-ahlaki köklerinin, 13. yüzyılda gerçekçilerle adcılar arasındaki tartışmalarda yattığını belirtir. Kilise tarafından bugün Adcı Hristiyanlık olarak adlandırılanın aslında Dünyevi Hristiyanlık olduğunu söyler. Dünyevilik 1920’li yıllarla birlikte, siyaset ve ideolojinin hesaplaşmasına kurban gitmiş ve bazen ateizmle karıştırılmış ve bu sebeple ana kilisenin kudretli bir düşmanı haline gelmiş, sosyalistler gibi bütün yıkıcı grupların apaçık bir fesat çıkarma planı olarak gösterilmiştir. Ancak kilise liderleri güç siyasetlerinde ve bütün suçlamalarında, kilisenin üzerindeki dünyevilik izlerinden söz etmekten dikkatlice kaçınmışlardır.

Krizler sırasında kilise, dünyeviliğin, gerçek dışılığından, gerçeğin ayrılmasını gözleyen yutucu bir boşluk olduğunu söylemekten geri durmamıştır. Kilisede krizin çıktığı her anda, inananların dikkatinin önderler tarafından hızlı bir şekilde dünyevilik tarafından meydana getirilmiş zararlar diye isim verdiklerine çektiklerini belirten Altındal, eğer dünyevi sistem kilise makamları tarafından kararlaştırılmış standartlara göre çalışıyorsa kilisenin onu takdir ettiğini, yoksa dünyeviliği lanetlediğini söyler.

1980’lerde Hristiyanlık yönetimi yaygın dünyevilik biçimlerine karşı Kilise tarafından yeniden kurulmuş ve Birleşik Avrupa’ya tek seçenek olarak önerilmiştir. Nostalji ve tasarı federatif bir birlik anlayışındaki Avrupa uluslarının gündemine yeniden girmiş, Roma’daki Papa 2. Jean Paul tarafından gündeme getirilen Katoliklik amacını 1990’larda Sürgün Kiliseleri olarak adlandırılanlar kuvvetle desteklemişlerdir. Vatikan tarafından yönetilen İncil’i yeniden öğrenme programı, dünyevi Birleşik Avrupa’ya karşı ilerlemektedir. Birleşik Avrupa’yı yeniden Hristiyanlaştırmakta amaçlarına ulaşmak için kilise yönetimi kendisi de dünyevi bir belge olan İnsan Hakları Deklarasyonu’nu sıkça kullanmaktadır.

Altındal’a göre 20. yüzyılın son on yılında ruhani âlemde gerçekleşen bu köktenci değişimler, gerçekte saçmalık ve sıkıcı konuşmaların ötesine geçmekte ve bireyin dünyevi özel yaşamı için tehlike işaretleri vermektedir. Altındal, 19. yüzyılın softacılığının modern maskesi olan bu yeni tutuculuğun, kilise-devlet ayrılığının temel destekleyicisi olan muhafazakâr politikanın yerini almaya aday olduğu kanısına varmıştır.[125]

İKİNCİ BÖLÜM

AYTUNÇ ALTINDAL’DA VATİKAN, PAPALIK VE BAZI SOSYAL
KONULAR

2.1.    VATİKAN

Dünyadaki ekonomik, askeri ve siyasal güçler dengesinde çok önemli bir yere sahip Vatikan, buna rağmen küçük bir devlettir. Altındal’ın verdiği bir örneğe göre, Papa II. Jean Paul, Afganistan’a misilleme saldırısı için harekete geçmek isteyen ABD’yi bile duraksatabiliyordu. Papa Kazakistan ve Ermenistan’a 23- 27 Eylül 2001’de gideceğini ve bu süre içinde bölgede savaş istemediğini ABD’ye iletmiş ve isteği kabul edilmişti. Papa, Asya ve Avrasya’ya yaptığı bu gezilerde Hıristiyan dünyasından, bir süre için silahlı saldırı istemiyordu çünkü üçüncü binyılda sıranın artık Asya’ya geldiğini ve bu yüzyılda Asya’nın Hristiyanlaştırılacağını açıklamıştı.[126]

İnanılması güç, sırları, gizli geçitleri, yeraltı yolları ve şifreleriyle Vatikan, tam manasıyla dünyanın en gizemli devletidir. Öğretisine göre “Vatikan’da öğrenilen sırlar öbür dünyada bile açıklanmaz.” Vatikan’ın sırlarını ifşa edenlerin kuşaklar boyu ailelerinin malları ve canları emniyette olmaz.[127] Çünkü Vatikan bu inanılması güç sırları barındıran, şifreleri, yeraltı yolları ve gizli geçitleriyle, tam anlamıyla gizemli kabul edilen bir yerdir. Bu ününü de yüz yıllarca yalnızca sakladığı sırlarının başkaları tarafından öğrenilebilmesini engelleyerek edinmiştir.

Dünyanın en küçük, ama en güçlü devleti, Vatikan, İtalya’da “devlet içinde devlet” statüsündedir. Yalnızca 80 dönümlük bir alanda yer almaktadır. İstanbul’da Fener Patrikhanesi ise 144 dönümlük bir alanı kapsamaktadır ve Aytunç Altındal’a göre o da Türkiye’de aynı Vatikan gibi “devlet içinde devlet” olmak istemektedir.[128]

Türkiye’de Vatikan’ın adı bilinmekte fakat gerçekte ne olduğu geniş Müslüman kitle tarafından hiç bilinmemektedir. Altındal, Vatikan’ı en iyimser deyişle, papalarıyla birlikte anılan, Papa’nın yaşadığı yer diye bilinen minik bir devlet olarak tanımlamaktadır. Fakat devamında ise şöyle demektedir: “Kuşkusuz bu kısa açıklamada doğruluk payı vardır, ama çok, hem de çok eksik bir tanımlamadır bu.”

Vatikan yeryüzündeki tek “Tanrı-Kenti” statüsünde yer alır. Bu özelliği sebebiyle Vatikan, “Kutsal-Kent’tir. Vatikan yeryüzündeki tek Tanrı- Kenti ve Devletidir. Bu Tanrı-Kenti, aynı anda bir “Devleti” içinde barındırır.

Geleneksel giysileri içinde İsviçreli Katolik askerler Vatikan’ı korurlar. Altındal’a göre, kendilerine daha fazla para veren düşmanlara karşı bu paralı askerler, Papaya karşı ihanet edebilirlerdi. Gerçekten de Papaları birkaç kez İsviçreli askerler ihanete uğratmışlardı. Ancak Altındal bu ihanetlerin mahiyetinden bahsetmemiştir. Yalnızca belirtilmesi gereken husus bu İsviçreli paralı askerler, Vatikan’a hıyanet etseler bile Vatikan’ın hiçbir sırrı hakkında bilgi vermiyorlardı.[129]

Vatikan’ın devlet kuruluşları, bürokratları ve pasaportu vardır. Papa’nın kendisi tarafından Vatikan pasaportu verilir. Bu pasaport kısa ve belli süre için verilir yani geçicidir. İstediği zaman Vatikan tek taraflı olarak bunu kaldırabilir ya da kayıtlardan hiç vermemiş gibi yok edebilir. Hiçbir milliyet ya da ırk gözetilmeden verilebiliyor olması pasaportun özelliğidir. Pasaport alacak kişinin Katolik Kilisesi’ne kayıtlı dindar olarak bilinen bir Katolik olması tek şarttır.[130]

Altındal, altının dikkatle çizilmesi gereken Vatikan’la ilgili bir özellik hakkında da bilgi vermektedir. Bu özellik genellikle Papalık Makamıyla devlet olarak bilinen Vatikan’ın bir ve özdeş zannedilmesiyle alakalıdır. Papa, yalnızca ve yalnızca Vatikan’ın Devlet Başkanı’dır fakat Katoliklerin başı olarak yeryüzündeki tüm Katoliklerin “Kutsal Pederi”dir. Kısaca bütün Katoliklerin “Devlet Başkanı “olamaz. Bu vazifesinde Papa’nın bir başbakanı, bakanları ve bir senatosu bulunur. Sayılanlar da dinsel yaptırımları itibariyle tüm Katolikleri bağlar fakat bunların da siyasi yaptırımları yalnızca Vatikan’la sınırlıdır. Katoliklere siyasi olarak bir yaptırım uygulayamaz ama dinsel bir yaptırım uygulayabilir. Her ikisi birlikte yani siyasi ve dinsel yaptırım yalnızca Vatikan sınırları içinde rastlanabilir. Tüm dünyadaki Katolikleri ise dinsel 131

yaptırımı bağlar.[131]

Altındal’ın Vatikan ile ilgili belirttiği bir diğer özellik de “Curia”dır yani devlet ve siyasi erk olarak Vatikan’ın en önemli ve güçlü kurumudur. Devlet olarak bu kurum Vatikan’ın beynidir. Vatikan’ın Anayasası’nda Curia, şöyle tanımlanmıştır: “Papanın adına ama kiliselerin hayrına ve yararına çalışma yapmakla yükümlü kılınmış bir kurumdur.” Curia, Kilise Kamu İşleri Konseyi, Papalık Sekretaryası, yargı kurumlan, Katolik cemaatleri ve diğer enstitülerden meydana gelmektedir. Curia’nın sinir sistemi Kilise Kamu İşleri Konseyi’dir. Yukarıda sözü edilen Vatikan’ın anayasasına göre Curia, “Dini/ruhani” bir kuruluş olarak değil, tartışma götürmez bir biçimde “Tanrı tarafından değil bizzat insan tarafından oluşturulmuş bir birim, “Dünyevi/Seküler” bir kuruluş olarak kabul edilmiştir. Dolayısıyladır ki, başta diplomatik, siyasi ve ekonomik kararlarla, uluslararası ilişkileri yani Vatikan’ın bu dünyayla ilgili tüm işleri, dünyevi olan bu yapı aracılığıyla ele alınır ve yönetilir.[132] [133]

1605’te ilk kez Curia, diğer ülkelerdeki Kardinal Büyükelçileriyle çalışan Devlet Bakanlığı olarak kurulmuş. 1721’de tüm Papa Devletlerinin Başbakanlığı adı altında kendi içinde bir mevki elde etmiştir. Papalığın Başbakanı aynı anda Dışişleri Bakanı’dır da. Gerekli görüldüğünde Curia, Papa’nın emriyle, Tanrı tarafından öngörülmüş bir yapı 133

olmadığı için ortadan kaldırılabilir.

Bizzat papalar tarafından belirlenmiş üyelerden Kardinaller Meclisi meydana gelir. Bizzat Papa tarafından hangi görevi hangi kardinalin üstleneceği belirlenir. Kendisine “akdesleri” diye hitap edilen, Kardinaller Meclisi tarafından ömür boyu seçilen papa, devlet başkanlığı sıfatını benimser. Yasama, yürütme ve yargı gücü elindedir fakat bununla birlikte din gücünü öne çıkaran her zaman görüşmeler ve seyahatler gerçekleştirir.

Vatikan’ın kendi sosyalizme karşı olsa da ekonomi politiğiyle “Devlet Sosyalizmi”ni uygulayan da bir Kilise Devleti olduğunu Altındal belirtir. Tarihsel, toplumsal bağlamında ise “Dogmatik- Dinci” bir devlettir. Bu niteliğiyle de Vatikan’ın dünyada devlet çapında örgütlenebilmiş ilk Fundamentalist Tanrı-Krallığı olduğunu ifade eder.[134]

2.1.1.    Vatikan’ın Gizli İlişkileri

Bugüne kadar gelmiş geçmiş 264 papadan kaçının cinayete kurban giderek kaçının eceliyle öldüğü belirsizdir. Altındal, Papalığın ve Vatikan’ın tarihinin sayısız skandal, entrika ve cinayetle dolu olduğunu belirtmiştir. En yakın örnek, I. John Paul’dur. Yalnızca otuz üç gün Papalık yapabilmiştir. Altındal’a göre bu Papa, ortak girişimiyle P2 Mason Locası ve Vatikan’ın içindeki bir “Konspirasyon=Fesat Örgütü” tarafından öldürülmüştür. Yine Altındal’ın belirttiğine göre; gece sapasağlam yatıp sabaha ceset olarak kaldırılmak Vatikan’da su içmek kadar tabii bir olaydır. Örneğin Amerikalıların Papa adayı Kardinal Joseph Bernardin, 1995’te ABD’deki Yahudi Merkezi’nde yaptığı konuşmada “Anti-semitizm Incil’den kaynaklanıyor.” deme cesaretini gösterdi ve Katolik Kilisesi’ni eleştirdi. Ne var ki bu konuşmasından bir süre sonra gizemli bir şekilde hastalanarak öldü![135]

Vatikan bürokrasisi bin kişiyi geçmeyen, dünyanın en kalabalık dinsel topluluğunu 2500 işçisiyle yönetmektedir. Dünyada 1,2 milyar civarındaki Katolik’in dinî merkezi olan Vatikan’dır fakat fizikî durumuyla ters orantılı olarak dünya siyasetindeki ağırlığı fazladır. Altındal’a göre, kirli işlerinde daima Vatikan taşeron kullanır ve mafyanın görevi bu kirli işleri temizlemektir.[136] [137]

Altındal’ın belirttiğine göre, özellikle 2. Dünya Savaşı sırasında Vatikan’ın güçlendirdiği bir istihbarat ağı bulunur. Çeşitli ulusların istihbarat örgütleriyle birlikte çalışan Vatikan’ın içinden kardinaller çıkmış daha sonraları bunlardan bazıları papa oluvermiştir. Gizli istihbarat örgütleriyle içli dışlı olmuş bir kardinal olarak tanınan 137

Papa VI. Paul örnek verilebilir.

Yine Altındal’ın verdiği bilgilere göre, siyaset âleminde de Vatikan’ın yarı resmi, yarı gizli destek verdiği siyasetçiler ve partiler bulunur. Örneğin, İsviçre’deki Hristiyan Halk Partisi ve Almanya’daki Hristiyan Demokratlar çizgisidir. Vatikan’ın bu ve diğer birçok siyasi yapıyla, örneğin işçi, öğrenci kuruluşlarıyla güçlü bağları bulunur. Ayrıca, UNESCO’da, AB’de, “gözlemci” statüsüne sahiptir. Birleşmiş Milletler üyesi olmayan Vatikan gözlemci üye statüsüne sahiptir.[138]

Vatikan’ın varlığının toplam ne kadar olduğu hiçbir zaman açıklanmayan bir sırdır. Yıllık gelirleri bazı kalemlerde açıklanan Vatikan’ın maliyesi yılda iki kez incelenir ve biraz abartılarak yaptığı açıklamalar gösterilir fakat asla tam olarak mal varlığı açıklanmaz. Mali komisyonda kardinaller vardır. Altındal Vatikan’ı bir bezirgâna benzeterek Vatikan’ın daima gelirlerinin azlığından yakınmasına rağmen, ilginç bir şekilde her geçen yıl daha da zenginleşmiş ve biraz daha fazla para kazanmış olduğunu söyler.[139] Vatikan dünyanın en zengin devletlerinden biridir.

Altındal’a göre bu devlet hiçbir kapitalistin ya da özel girişimcinin bahşedemeyeceği kadar katı sosyalistçe kurallarla idare edilmektedir. Bu sebeple de Vatikan yeryüzündeki tek ve Sosyalist Tanrı Devleti kabul edilmektedir. Sahiden de hiçbir devletin yapamayacağı bir yönetim ve sistem anlayışı Vatikan’da yürürlüktedir. Dünyada en az ücret ve maaş alan insanlar gördükleri işe göre burada yer alır fakat böyle olmasına rağmen bir aksama yaşanmaz. Bine yakın kişinin yönlendirdiği bir milyar insan Vatikan’ın emirlerine tabidir ve şartsız olarak ona bağlıdır. Dahası Vatikan’ı, geliştirmek, korumak ve daha da zenginleştirmekle mükelleftirler. Her pazar günü Papa’nın onlar adına yaptığı şükran duası, bu çalışma karşılığında Papa’dan alabilecekleri tek gelirdir.[140]

Vatikan’ın doğrudan ya da dolaylı olarak yönlendirdiği veya sahip olduğu günlük, haftalık ve aylık gazete ve dergisi, TV kanalları, radyo istasyonu, kablonu yayını bulunur. Bütün dünyayı bir ağ gibi bu yayınlar 24 saat süreyle sarmaktadır. Vatikan’ın gelirleri başta şunlardır: Her ülkedeki Katoliklerden kesilen Kilise Vergisi; bağışlar; aidatlar; hisse senedi- tahvil bono gelirleri; şirket gelirleri; bankacılık ve faiz gelirleri; hediyelik eşya satışıyla elde edilen gelirlerdir Basın yayından elde edilen reklam gelirleri de epeyce tutmaktadır. Hristiyanlığı temsil eden kişileri, örneğin İsa’yı, Meryem’i, sembolleri (haç gibi), azizleri pazarlayarak kazandığı kazançlar Vatikan’ın diğer bir gelir kaynağıdır. Bu açıdan bakıldığında Altındal’a göre, Vatikan’ın kendi dinini ve Tanrısını (İsa) en iyi pazarlayan şirket olduğu belirgin bir şekilde görülebilir.

Vatikan’ın gelirleri yalnızca bunlar da değildir. Dünyanın önde gelen birçok şirketinde Vatikan’ın hisseleri mevcuttur. Birden fazla bankaya ortak olmuştur ve çeşitli ülkelerde pek çok gayrimenkulü mevcuttur.[141]

Altındal, “300 milyon nüfuslu ABD’yi yönetebilmek için sadece Washington’da 300.000’e yakın devlet memuru bulunduğu düşünülürse daha iyi anlaşılır” demektedir.[142] Dünyanın en kalabalık topluluğunu, ihraç malı olarak yalnızca dua ve emirleriyle yönetip, dünyanın en zengin devletlerinden biri olabilmesi, Vatikan mucizesi olarak tanımlanabilir.

Vatikan bir ilacın kullanımına onay verdiğinde bunu kullanmaya hazır bir buçuk milyara yakın Katolik vardır. Vatikan’ın evet diye bir şeye fetva vermesi o şeyin günde 200 milyon satması demektir. Bu yüzden papalık seçimleri çok önemlidir. ABD, Almanya, Fransa, İtalya gibi pek çok ülke arasında Papalık seçimi için mücadele vardır. Vatikan’ın dış işlerinde kimin papa olması gerektiğine dair büyük entrikalar, çabalar ve paralar döner.

Ayrıca Roma’nın içinde ve dışında yirmi dört yerde Vatikan’ın binaları ve toprakları bulunur. Bunlar İtalya toprağı olarak kabul edilse de yabancı ülke elçiliklerine benzer dokunulmazlık statüleri vardır.[143]

Vatikan’ın içinde devamlı bir mücadele yaşanır çünkü böylesine güçlü ve zengin bir devletin başında kim olmak istemez ki? Altındal’a göre, Vatikan’da güç ve etkileri tartışılamayacak birçok akım mevcuttur. Bunlardan kimi “Dinsel”, kimi ise “Laik”, özelliktedir. Laikler Malta şövalyeleri ile OPUS DEI’dir. Vatikan’ın iç çekişmelerinde ve siyasetinde etkili olan dinsel akımlar ise Dominiken Tarikatı, Fransisken Tarikatı, Cizvitler Tarikatı’dır. Bu akımlara ilerde değinilecektir.[144]

2.1.2.    Vatikan’ın Yöntemleri

Altındal, Vatikan’ın hayatta kalmak için kullandığı yöntemleri ayrıntılı bir şekilde okuyucuya sunmuş, bilginin yanında sıkça yorumlarda da bulunmuştur. 2000 yıldır varlığını aralıksız sürdürebilme başarısı gösteren, ender kurumlardan biri de Roma Kilisesi’dir. Hala etkili, aktif bir kurum olan Vatikan, dile kolay, tam 2000 yaşındadır. Tarihte birçok devletler kurulup yıkılmış, birçok hanedanlar gelip geçmiş, pek çok barış antlaşmaları en fazla 40-50 sene sürmüştür. Bu altüst oluşların hepsinden kendini koruyup Roma Kilisesi ayakta kalmayı başarmıştır. Roma Kilisesi üstelik bu olayları kenarda durup izleyerek değil, tam tersine bütün bu kargaşaların en ortasında yer alarak varlığını sürdürmüştür. Kilise hep ayakta kalmış, fakat kaybeden tarafında devamlı başkaları yer almıştır. Ara sıra sarsılmış, bazen yok olma tehlikesi geçirmiş, fakat 20-30 sene içinde toparlanıp yine “Süper Güç” haline gelebilmiştir. Vatikan günümüzde de aynen bu şekilde yeniden güçlenme dönemi sürdürmektedir. I. ve II. Dünya Savaşlarında yitirdiği aktifliğini özellikle 1962’den itibaren yeniden kazanmak istemektedir. Aydınlar arasında 20. yüzyıla gelindiğinde Roma Katolik Kilisesi’nin bu yüzyılı bitiremeden yok olacağı öngörülüyordu. Vazgeçilmez sanılan görüşleri aydınların yüzyılın sonuna gelindiğinde yel olup giderken, 21. yüzyılda Kilise’nin dünyadaki “Dine Dönüşü” yönlendirmesi bekleniyor. Kısaca yukarıda anlatılanları toparlamak gerekirse, “2000 yıldır Vatikan nasıl ayakta kaldı?” sorusu Altındal’a göre, Vatikan’ı tanımak kadar önemlidir.

Roma Kilisesi’nin kendisini yönlendirmek için kullandığı “Yöntem” Vatikan’ı ayakta tutan direklerin en güçlüsüdür. Vatikan’ı her devirde ayakta tutmuş olan sihirli formül şudur: “Eski için yeni fikirler dene, olmazsa yeni için eski fikirlere dön.”[145] Yenilenen ve eskiyen dünyada Vatikan bu yöntemi aracılığıyla daima dengeyi sağlamayı başarmıştır. Örneğin yeni fikirlerin geliştiği bir ortamda Kilise ilkin eski fikirlerinde ısrarcı olmuş, bunun faydalı olmadığına karar verince bu kez artık eskimeye başlamış olan bu fikirlere karşı yeni fikirleri ortaya koymuştur.[146]

Vatikan’ın “Eski”de direnmesi zorunlu olduğu durumlarda müracaat ettiği kural ve gelenekleri, iç yönetmelikleri mevcuttur. Örneğin, bir papa ölmeden onun yerine kimin geçeceğini konu haline getirmek veya tartışmak, 607 yılında alınmış bir karara göre yasaktır. Ayrıca ölümünün üzerinden üç tam gün geçmesi, bu konudan bahsetmek için gerekli şarttır. Katolikler ancak bundan sonra konuşmaya başlayabilir. 1390 yıllık geçmişi olan bu “eski” kural günümüzde Papa II. John Paul’den sonra ortaya çıkan “yeni” şartlara uygulanmaya başlanacaktır. 265. Papa’nın kim olacağı tartışması, Katolik âleminin yeni lideri, resmi olarak Papa’nın ölümünden sonraki 4. gün başlayabilecektir. Fakat kulaktan kulağa fısıldanan tercihler, adlar ve ittifaklar üç yıldır 147

kapalı kapılar ardında çoktan tartışılmaya başlanmıştır bile.

Papaların ve Vatikan’ın geleneğinde siyasal manevralar için kullandıkları ölçüttür. Papalar toplumsal-tarihsel gelişmelerle ortaya çıkan yeni eleştirilere ve fikirlere karşı ilkin geleneksel fikirlerini savunur görünmeye başlarlar. Bu bir süre devam eder bir sonuç alamazlarsa öne sürülen yeni fikirleri onların gerçek savunucularından daha ateşli bir şekilde savunma taktiğini uygularlar. Böylelikle toplumlarda bir süredir tartışılan ve artık kanıksanmış olan seküler görüşler birdenbire “Dinsel” bir kisveye büründürülmüş olarak sanki başından beri Kilise’nin ve Vatikan’ın görüşüymüş gibi sunulmaya başlanır. Sonuçta daima haklı ve kazançlı çıkartılır.

Altındal’a göre papaların başvurdukları bu yöntem onların yaklaşık iki bin yıldır egemen olmalarını ve en gaddar krallara ya da imparatorlara karşı bile direnebilmiş olmalarını sağlamıştır. Papaların ve Vatikan’ın kendilerine karşı direnebilmiş ya da onları alt etmiş güçlere karşı kullandıkları bir yöntem de şu sözcüklerle betimlenmiştir: “Affet ama asla unutma.” Vatikan kendisine şu ya da bu şekilde karşı çıkmış olan kişi ve/veya kurumlan ya da ulusları affetmiş gibi görünür ama asla unutmaz, fırsatını yakaladığı zaman onları cezalandırır. Buna en iyi örnek Türkiye’dir. Papalar bir zamanlar Türk Sultanlarının neredeyse “Paralı Askerleri” durumundaydılar. Ama zaman değişti, Türkiye “Laik” oldu ve Avrupa Birliği’nin kapılarında yalvarıp yakarırken

148

Papalar da fırsattan istifade edip hemen dişlerini göstermeye başladılar.[147] [148]

2.1.3.    Ateizmin Kaynağı: Vatikan

Altındal’ın Vatikan’la ilgili dikkat çekici tespitlerde bulunduğu bölümlerden birisi de “Ateizm-Vatikan ilişkisi”dir. Son 400 yılın ilk öncü Hristiyan kökenli ateistlerinin hep bu kiliseden çıktıklarını belirtmiş, ateizmin kaynağının bizzat Roma Kilisesi olduğunu özellikle ifade etmiştir. Papaz Vanini ateistliğini açıkça ilan ettiğinde ne

günümüzün modası doğa tapınıcısı yeşiller ve çevreciler, ne Engels, ne Karl Marx, ne de Darvin’in var olduğunu ifade etmiştir.[149]

Altındal, ateizme karşı birlikte mücadele söylemi ile aslında Vatikan’ın İslam âlemine bir yem attığını ifade etmiş, Papa II. John Paul’un “dürüst ateistler de cennete girer” sözü ile hem bu oltanın ne anlama geldiğini hem de ateizmin kaynağının kim olduğunu bir kez daha açıkça ifade etmiştir.[150]

Altındal sözlerinin devamında bu ateistlerden adı yalnızca Vatikan kayıtlarında bulunan, adı gündelik hayatta geçirilmeyen ve 1619’da 34 yaşındayken ateizm suçlamasıyla yakılarak idam edilmiş olan böyle bir papazın kısa bir öyküsünü anlatmaktadır:

“1585’te Giulio Cesare Vanini doğmuştu. Cizvitlerin yönettiği okula, ailesi onu küçük yaşta göndermiş, sonra da tekrar aynı tarikatın yönettiği okullara devam ettirmiş ve Cizvitlerin başında olduğu Napoli Üniversitesi’ne sokmuştu. Vanini, oldukça gizemli ve çok sofu bir tarikat olan Karmelitler’e 1603’te kabul edilmişti. Vanini, Karmelit keşişi olarak 1606’da hukuk doktoru olmuştu. 1608’de Padua’da üstün başarısından dolayı, 1611’de Venedik’e tayin edilmişti. Bundan sonra olanlar olmuştu. Karmelitlerle 1612’de bozuşan bu genç adam, İngiltere’ye gitmek zorunda kalmıştı. Burada Vanini Hristiyanlığın Tanrısını(İsa) kabul etmediğini ilan etmiş, din ve fikir suçlusu sayılmış ve bu görüşlerini yaymak için Lyon’a, Paris’e ve Hollanda’ya gitmişti. 1615-1616’da yayınlanmış olan iki kitap yazmış. Özellikle ikinci kitabı, De Admirandes’de ileri sürdüğü görüşler günümüzde kendisini keskin ateist zanneden pek çok tatlı su entelektüelinin dudaklarını uçuklatacak mahiyetteki görüşler içerir. Vanini, aynen, “Kendisi madde olmayan bir Tanrı nasıl olur da maddi bir dünya yaratmış olabilir ki?” diyerek sözüne başlamış ve eklemiş: “Sonsuz olan Madde’dir, Ruh değildir.” Benzer şekilde “Cin, peri ve şeytanın bizzat Kilise tarafından uydurulmuş gerçekte var olmayan yaratıklar” olduklarını savunmuştur. Vanini, papazların halkı korkutmak amacıyla böyle yalanlar söylediklerini çünkü bedava yaşamak istediklerini söyler. Vanini, Kutsal Kitap’taki doğuş olayıyla alay eder ve “İnsan hayvandan gelmedir, onun ileri bir aşamasıdır, temizidir. Sizler de Doğa’dan başka hiçbir güce sakın tapmayın. En büyük ve tek güç madde ve doğadır.” diyerek kendi görüşünü şöyle özetler. Vanini görüşlerini
aktarmak için sonra var gücüyle Hristiyanları “Dinsizleştirmeye” kendisini adamıştı. Vanini’nin aradan 380 yıl geçmiş olmasına rağmen söz konusu kitapları Vatikan’ın “Yasak Kitaplar” listesindedir.

2.1.4.    Vatikan ve İnsan Hakları Bildirgesi

IHEB (İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi), tanımsal olarak evrensel bir bildirgedir. Hiçbir bağlayıcılığı yoktur çünkü evrenseldir. Batılı ülkeler, Hristiyan uygarlığının ve kültürünün içinde yer alan, dünyevilik esaslarına göre hazırlanan bu seküler standartları Hristiyan olmayan ülkelere de kabul ettirebilmek için çalışmalar yapmışlardır. Altındal, Vatikan’ın İHEB’yi başta halkları Müslüman, yöneticileri batılı ölçülere uygun hale getirilmiş ülkelerin anayasalarına yerleştirmeyi ve bildirgeyi evrenselden uluslararasına çekerek tüm ulusları bağlayıcı olmasını büyük ölçüde muvaffak olduğunun altını çizmiştir.[151] Bu dönemde, Avrupa Konseyi’nde, 3 Kasım 1950’de bağlayıcı olması kaydıyla İnsan Hakları ve Ana Hürriyetleri Sözleşmesi kabul edildi. Devamında imzalanan Avrupa Sosyal Antlaşması izledi. Böylece ilk hedefine uluslararası olan anlaşma ulaştı. Öncelikle Sosyalist ülkelere, SSCB’nin çökmesinden sonra da Müslüman ülkelere İHEB’in öngördüğü dünyevi standartlar İnsan Hakları başlığı altında tepeden inmeci yöntemlerle dayatılmaya çalışıldı.

Dini olmayan Avrupa Birliği’nin kent kültürünün religio’su olmuş durumdadır İHEB. Çok tanrılı ve toleranslı paganistik inanç sistematiğinde religio, bilinmeyen güçlerle insanların gönüllü olarak kurdukları manevi bağı anlatmaya verilen isimdi. Hristiyanlık, ortaya çıktığı bu kelimenin sonuna “n” harfini ekledi. Religio, Religion oldu. Religio, bu yeni haliyle yalnızca Hristiyanların tarzı, Hristiyanlara ait manasıyla kullanılmaya başlandı.

Metin Kutusu: 151İHEB’yi Vatikan ve papalık kabul etmiş ve onun hayata geçirilmesi için yoğun çaba harcamıştır. 2. Vatikan Ekümenik Konsili’nin “Lumen Gentium” senedinde 1964’te İHEB’ye de değinmiştir. İHEB, bu belgeye göre, Vatikan’ın amaçlarına örtüşen, ona aykırı olmayan bir belgedir. Sonuç olarak Vatikan, 1979’da, Papa II. John Paul ile beraber “Yeniden Hristiyanlaştırma”yı başlatmış. Vatikan, bu amaçla İHEB ve diğer ilgili yasalardan sonuna kadar yararlanılmasını kabul etmiştir. Papa, 1 Eylül 1980 tarihinde Helsinki Nihai Senedi’ni imzalayan hükümet ve devlet başkanlarına bir mektup ulaştırmış ve Vatikan’ın IHEB’nin öngördüğü tüm standartların hayata geçirilmesinde doğrudan katkısının olacağını söylemiştir. Tüm Katoliklerden Vatikan, IHEB’de öngörülen ilkelere uymalarını isteyebilmektedir çünkü seküler kavramı kendiliğinden Katolik bir kavramdır. Bu kavramı tanrıtanımazlık olarak yorumlayıp seküler hümanizm haline getirmiş olan felsefi-siyasi akım, Kilisenin karşı çıktığı 152 kavramdır, yoksa seküler kavramı değildir.

Altındal yukarıdaki kısa açıklamalarından sonra IHEB’nin kurgusal yapısına yönelik eleştirilerini belirterek tebliğini noktalar:

IHEB, Batılı seküler güçlerin ve Vatikan’ın elinde bir tetikçi gibi kullanılmaktadır. Çünkü Müslümanların böyle bir üst kurumları yoktur ve coğrafya tanımadan edemezler. Vatikan da Insan Hakları ihlali anlamına gelmese de coğrafya tanımaz ama Müslümanlar coğrafya tanımamazlık yaparlarsa ihlal anlamına gelir. Bu sebeple IHEB’in ne oluşturulmasında ne de uygulanışında Müslümanların hiçbir katkısı yoktur bu sebeple IHEB’in ilgili senetlerinin yeniden okunması ve bir takım değişikliklere gidilmesi mecburidir. Altındal’a göre IHEB’in evrensel ilkelerine Müslümanların bu eksiklikler giderilmeden uyum sağlayabilmeleri zordur.

Altındal’a göre IHEB ve ilgili uluslararası senetler, bugünkü haliyle yalnızca Batılı Hristiyan kulübüne çalışan seküler belgelerdir. Bu belgeler, Vatikan’a dünyada din ve vicdan özgürlüklerini kendi tekeline alabilme şansını vermekte ve misyonerlik alanlarını genişletme ve meşrulaştırma imkânı sağlamaktadır. Bugünkü haliyle IHEB, Hristiyan olmayan varlıklarını tehdit eder mahiyettedir fakat Katolik dünyasının kurtuluş ekonomisine uygundur.[152] [153]

2.1.5.    Avrupa Birliği

Altındal Avrupa Birliğini: “Türkiye, Avrupa Birliği'ne girmek istiyor idi. Halâ da isteyenler var ama bunların oranı 2013'te yüzde beş-onlara düşmüştür.” Şeklinde ifade etmektedir. Bu görüşünü Gül ve Haç Kardeşliği isimli kitabının son cümlesinde: “Türkiye'yi asla Avrupa Birliği'ne almayacaklar ve Türkiye asla Avrupa Birliği'nde olmayacak, vakit kaybetmeyin.” şeklinde dile getirmiştir. Ona göre, Türkiye Avrupa'nın kültüründe yok, tarihinde vardır. Türkler olmadan Avrupa tarihi yazılamaz fakat kültür olarak ikisinin arasında bir doku ve kan uyuşmazlığının var olduğunu, Türkler „in kültürü ile Avrupa’nınkinin uyuşmasının mümkün olmadığını açıklamaya çalışmaktadır. Ayrıca Altındal, Leon Duguit’in Yasama, Yürütme ve Yargı'nın bağımsızlığının bir arda bulunmasının, aslında Hristiyanlığın temel itikadı olan "BabaOğul-Kutsal Ruh" inancından ortaya çıkmış olduğu görüşüne de yer vermektedir. Bu görüşe göre Avrupa'nın demokrasiyi kurarken, burada aynen "Baba-Oğul-Kutsal Ruh" inancında olduğu gibi kendi dinini gördüğünü yani Yargı, Yasama ve İcrâ'nın üçününde bir arada ama birbirinden bağımsız olarak bulunmasını öngörmüş olduğunu açıklamaktadır. Kendi ifadesiyle: “Türklerin dininin monolitik olması ve üçlü bir tanrı inancının bulunmaması nedeniyle, Batı demokrasisindeki bu üçlü mekanizmanın Türkiye'ye bir türlü uymadığını dile getirmektedir. Türklerin doksan yıldır cumhuriyet olarak bunun mücadelesini verdiklerini, yapı olarak da İslâmî gelenek içerisinde yetişmiş olmaları nedeniyle hep monolitik olanı, yani tevhid yolunu aradıklarını ifade etmektedir.” Bu görüşleriyle, Türkler için olayların tevhid ve vahdet yoluyla hep monolitik olması zorunluğu görüşünü ileri sürmektedir. Ona göre, Avrupa Birliği ise: “Kuralları gnostik ve seküler Hristiyanlar tarafından belirlenen masonik bir yapılanmadan başka bir şey değildir. Hattâ o kadar masonik bir teşkilâtlanmadır ki, inşa edilen binalar bile masonik sembollere göre yapılmıştır. Dolayısıyladır ki orada yürüyen bütün yasaların hepsi, seküler ve gnostik Hristiyanlığın getirip koyduğu kurallardan oluşmaktadır.”[154]

2.2.    PAPALIK

Grekçe pappas kelimesinden türetilen papa (baba), “şefkatli baba” anlamındadır. Vatikan Devleti’nin başkanı olan şahsa, Katolik kilisesinin en yüksek ruhanî reisine verilen dini-siyasi unvandır. Katolik Hristiyanları, Aziz Petrus ile onun halefleri olan Hristiyan önderlerini “Papa” olarak adlandırmaktadır. Papa bu özelliği ile tüm Katolik dünyasının başpiskoposudur. Papaların temsil ettikleri kutsal sayılan makam ise Papalık olarak nitelendirilmektedir.[155]

Dünyadaki bütün Katolikler’in başı ve Vatikan Devleti’nin yöneticisi dinî açıdan Papa’dır. Katolik kilisesinin cismanî ve ruhanî liderliğini temsil eden Papa’ya bu vazifesinde kardinaller yardımcı olur. Papayı kardinaller, kardinalleri de papa seçer.[156]

Papaların seçimi çok önemli bir olaydır. Papalığın senatosu sayılan Kardinaller Koleji’nin üyeleri, ölen Papa’nın yerine seçilecek olan kardinali belirler. Fakat kardinallerin bütünü bu seçime katılamaz. Genellikle bu meşakkatli seçime dayanamayacakları gerekçesiyle yaşları 80 ve yukarısı olanlar, oy kullanmaya çağrılmazlar. Bazı değişikliklerle Kardinaller Koleji’nde 110 ila 120 arasında kardinal bulunur. Papaların seçimi. Papa’nın ölümünden sonra çağrılı olan kardinaller tarafından Şistine Chapel denilen küçük kilisede yapılır ve Papa’yı seçinceye kadar bir daha dış dünyayla görüşmezler. Seçim bazen günlerce bazen haftalarca, hatta aylarca sürebilir. Papa’nın seçildiği, dünyaya kilisenin bacasından tüttürülen beyaz dumanla ilan edilir. Kararlar değiştirilemez, dumandan sonra Katolik âleminin kim seçilmişse ona itaat etmesi gereklidir. Sadece 100 kadar yaşlı insanın verecekleri oylarla 900 milyon insana sözünü dinlettirecek olan bir lider seçilmiş olur. Papalar ilk papa kabul edilen Aziz Peter’in vekili ve tesliste yer alan Kutsal Ruh tarafından İsa’nın Havarilerinin en büyüğü olarak seçilir. Papa seçiminde oy birliği değil, oy çokluğu aranır.[157]

Altındal’a göre, papalık seçimlerinde uluslararası siyaset ve Vatikan’ın tüm iç dengeleri çok önemli yer tutar. Yukarıda bahsedildiği gibi görünen yüzüyle papalık seçimini sadece 100 kadar insan yapmaz. İnanca göre gerçi Papa’yı Kutsal Ruh seçer, fakat gerçekte Altındal’ın belirtiğine göre Kutsal Ruh’un seçiminde KGB’sinden CIA’ine ve MOSSAD’a kadar bütün istihbarat örgütleri de parmak oynatıyorlardı. Örneğin Karol Wojtyla yani II. John Paul adını alarak Papa olan Krakov Kardinali, hiç kimsenin gözdesi olmadığı halde papa seçili vermişti. Bu nedenle, kendisinin fevkalade bir gücü olduğu düşünülmüştü. [158]Altındal bu konuda okuyucularına şöyle bir açıklamada da bulunmuştur: “Papa yapıldı dedim, papa seçildi demedim. Bunun nedeni eskiden Papa’yı krallar veya imparatorlar atama yoluyla tahta geçiriyorlardı. Ama kurallara göre Papa’yı Tanrı’nın havarileri aracılığıyla kardinaller seçmiş gibi sunuluyordu. Bu kural günümüzde de geçerlidir. Papaların seçiminde hem devletlerin hem gizli servislerin hem de bankacıların, sanayicilerin ve birtakım masonik kuruluşların parmakları yön gösterici ve ad belirleyici olmaktadır. Ama Papayı yine kardinaller seçmiş gibi gösterilmektedir. Tek farkla ki yaklaşık 1000 yıl önce imparatorlar kimi Papa yapacaklarsa bunu doğrudan doğruya atıyorlardı. Kimse de ağzını açamıyordu. Günümüzde daha demokratik manipülasyon yöntemleri kullanılmaktadır, o kadar.”[159]

Seçilen Papanın görevi Katolik geleneğinde kiliseye hizmettir. Papa seçilen kişi ölünceye kadar bu görevde kalır fakat papalık tarihinde istifa eden bazı papa da olmuştur.

Papa çeşitli unvanlar kullanır. Altındal’ın da belirttiği gibi bütün dünyada kısaca Papa denilen şahsın resmi sıfatı Papa değildir. Üç farklı sıfatı vardır sadece Papa’ya bu sıfatlarıyla hitap edilebilir.[160] İlki bunlardan, “Supreme Pontiff’tir. Roma İmparatorluğu döneminden kalma olan bu sıfat en üst düzeydeki ruhani önder manasına gelir. İmparatorlar o dönemde kendilerine en yüce ruhani ve dünyevi buyurucu anlamına gelen “Pontifus Maksimus” dedirtiyorlardı. İmparatorluk yıkılıp Hristiyanlık egemen din haline gelince geçmişteki imparatorlar gibi papalar kendilerine bu sıfatı verdiler. Resmi evrak ve belgelerde Papaların kullandıkları ilk sıfatlarıdır.

İkincisi papalar, “Roma Başpiskoposudurlar. 1926’ya kadar Kutsal-Kent statüsünde olan Roma’nın başpiskoposudurlar, dikkat edilirse Vatikan’ın değil. Özellikle Doğu ve Ortodoks Kiliseleri tarafından bu sıfatı öne çıkarılır. Ortodokslar, Papa’ya yazılı metin göndermek istediklerinde kendisinin değil, makamının önemli ve kutsal olduğunu vurgulama için “His Holliness Pope” diye yazarlar.

Üçüncü sıfatı ise “Holy Father”dır(Kutsal Peder). Bu sıfat Papaların belki de en anlamlı en eski, sıfatıdır. Hristiyanlığın ilk yüzyılından kalma, sempati toplamak amacıyla verilmiş, siyasi ve ideolojik değil, çok sembolik bir babalık mevkiidir Aytunç Altındal’a göre. Kutsal Peder nitelemesi aynı zamanda Ana(Bakire) sayılan Evrensel Kilise’yle(Katolik demek evrensel demektir.) evli oluş anlamına gelir. Diğer bir deyişle sembolik olarak Ana’dan(Kilise) doğmadan, yani vaftiz olmadan Kutsal Baha’nın evladı olunamaz.[161]

Hristiyan olmayan siyaset ve devlet adamları için de Papaların ayrı bir sıfatı bulunur. Örneğin Papa’ya doğrudan yukarıdaki üç sıfatla Müslüman bir devlet adamı hitap edemez. “Your Holliness” veya “His Holliness” demek mecburiyetindedir. Yani, temsil ettiği makamın itibariyle, Kutsal sayılan kişi olarak tarif edilir. Aynı şekilde “Ekselans” da kardinal büyükelçiler için kullanılır. Kardinallerin diğerlerine de “Monsenyör” denilir. Bu hitaplar çok önemlidir. Vatikan mensuplarıyla, bunların kime, ne zaman, nasıl kullanılacaklarını bilinmeden görüşme yapılamaz.[162]

Vatikan diye bilinen Roma Kilisesi, varlığını 2000 yıldır sürdürebilmiş bir kurumdur. Papalık kurumu Aziz Peter ile başlamış ve günümüze kadar devam etmiştir. Dünyada hiçbir kurum varlığını kesintisiz olarak bu kadar sürdürememiştir. Bir papanın isim tercihi, genellikle onun önceki papalardan hangisine yakın bir politika izleyeceğinin işaretini verdiği olarak yorumlanır. Bu konuyla ilgili Altındal, Benedıkt örneğini vermiştir: Vatikan’ın başına geçmiş 266 Papa’dan on altısı Benedıkt adını taşımıştır. Bunlardan ikisi hem papa hem de aziz yapılmıştır. Bunlar II. Benedıkt(öl. 685) ve XI. Benedıkt(1240-13O4) olarak tanınan papalardır. İlki sadece 11 ay papalık yapmış ve İstanbul’daki İmparator onun seçimini bir yıl beklettikten sonra onaylamıştır. İkincisi ise sadece 13 ay papalık yapabilmiştir. Benedıkt adını taşıyan papaların ilginç bir çizgisi ya da kaderi olmuştur denilebilir. Sonuncusu hariç diğer 15 papa toplam 73 yıl süreyle tahta oturmuşlardır. Bunlardan 5. Benedıkt sadece birkaç ay papalık yapabilmişken 14. Benedıkt bir “Karşı Papa”(Anti Papa) seçilmiş ve çok kısa bir süre rakip Papa olarak saltanat sürebilmiştir. Bu on beş papadan her biri ortalama beş yıl kadar bir süre papalık yapmıştır. Benedict ismini alan papaların geçiş dönemi papaları olduğunu dile getiren Altındal, onların görevinin olayları örtbas etmek olduğunu söylemiştir.[163]

Altındal Papalık’ın modern devlet anlayışına bazı önemli katkılarının da olduğunu söylemektedir. Daha sonraki yüzyıllarda ortaya çıkan Papalık devletleri ve Papalık yüzyıllar boyunca diplomatik, askeri ve ekonomik dengelere ve dünya siyasetine yön vermiştir. Papalığın günümüz dünyasına hediye ettiği en önemli tarihsel, toplumsal gelişmelerden biri, modern veya ulus devleti fikri ve oluşumudur. Altındal’a göre, pek çok toplum bilimci tarafından dahi bilinmez Papaların ve onların devletlerinin günümüzde etkili olan ulus devletini yapan temel taşları hazırlayanlar oldukları. İlk kez Papalar ve onların kilise hükümetleri, ulus devletini ortaya çıkartan ve yaşatan kurumların tamamına yakınını bulmuş ve tarihe aktarmıştır. Batı Avrupa’da ortaya çıkan ulus devletinin öncüsü Roma Kilisesi’dir. Örneğin; Papa, II. Pius, egemenlik kavramını, ulusu devlet yapan en önemli kavramı, , ilk kez formüle edip bunu hükümdarların uhdesine vermiştir. 1453’te bu Papa, bir belge yayınlayarak İstanbul’un Osmanlı’nın eline geçmesi üzerine egemenliğin imparatorlara ait olduğunu tasdik 164

etmiştir.16

Son olarak, Avrupa’ya, günümüz Batı Hristiyan âleminde yer alan modern devletlerin temel esaslarını oluşturan yargı sistemlerini; hiyerarşik yargı kurumlarını; üst mahkemeleri ve pozitif hukuku ilk sokan yine Roma Kilisesi’dir. Daha önce ne halk, ne de krallar bu tip bir hukuktan ve yargıdan haberdar değillerdir. Yine enteresan olan, Kilise’den çıkma papazların ilk avukatlar olduğudur. Bunlar o yüzyıllarda kralların ve prenslerin himayesine girerek çoğunluğu okuma-yazma dahi bilmeyen kralların toprak bütünlüklerini ve haklarını kilise karşısındaki savunmuşlardı. Bu papaz avukatların bilgileri ve gayretleriyle Avrupa’da ilk sınır belirlemeleri oluşmuştu.

İkincisi tüm Avrupa’da ilk kez toplu vergilendirme yöntemini Papalık uygulamaya koymuştu. Ayrıca tarihte ilk kez Roma Kilisesi, elçilik ve konsolosluklar tesis etmiş, dışişleri bakanı kullanmıştır. Matbaa ve yayıncılık alanında yine gelişmeler yaptırmışlardır. Aynı şekilde, ilk yasak kitaplar listesini hazırlatmışlardır. Dağıtım ağları, postacılık da ilk kez onlar tarafından kurulmuştu. İlk kez senet kullanımını yasal faizlere uygulamış, para basımı tekniğini geliştirmişlerdir.[164] [165]

2.2.1.    Papalığın Otoritesi

Papalığın tarih boyunca taşıdığı önemli özelliklerine bakıldığında bunlardan birisinin siyasi otoriteye karşı din ve siyaset boyutunda güç mücadelesine girişebilmesi olduğu söylenebilir. Siyasi otoritenin, Papalığa “egemen” olma çabalarının, Papalık tarafından “aforoz etme” olduğu bilinmektedir. Aforoz, dini bir kınama şekli olarak, dini bir topluluğa mensubiyetten çıkarılma anlamında kullanılır. Tam olarak kelime “herhangi bir kimseyi iletişimin, toplumun dışına çıkarma” manasına gelir.[166]

Altındal’a göre, aforoz, Papaların elindeki en güçlü silahtır. Sanıldığı kadar basit bir olay değildir, aforoz edilmek. Aforoz edilen kişi Hristiyanlıktan doğrudan doğruya atılır. “Atılırsa ne olmuş” demeyin. Aforoz edilen kişi ilk olarak vaftiz hakkını, doğum kayıtlarını ve en önemlisi ona verilmiş olan Hristiyan adını ve evliliğini kaybeder. Bir daha böyle bir insanın yaşamış olduğunu kanıtlayabilmek, adı kilise kayıtlarından silinen için olası değildir. 18. yüzyıla kadar ve günümüzde bile kilisede, evlilik, doğum ve ölüm kayıtlarıyla beraber ayrıca tüm eğitim ve tapu kayıtları tutulmaktaydı. Papa tarafından Protestanlığın kurucusu Martin Luther, aforoz edilmişti. Fakat aradan yaklaşık 430 yıl geçmiş olmasına rağmen hala affedilmemiştir. Vatikan için Martin Luther’in adı 2000 yılında bile resmi literatürde yoktur. Çünkü aforoz edilmiş birinin adını zikretmek papanın dinsel otoritesine karşı çıkmakla eşdeğer tutulmuştur. [167]

Papaya atfedilen bir vasıf olarak kısaca dini konularda temel “hatalardan muafiyet” ve “hatalardan korunmuşluk” şeklinde tanımlanan yanılmazlık doktrini, Hristiyanlığın ana bünyesini oluşturan ve müntesip bakımından da en büyük mezhebi konumunda bulunan Katolik Kilisesi’nin bir karakteristiğini oluşturur. Bununla birlikte bu konu diğer Hristiyan mezhepler tarafından eleştirilen ve yeniden bir araya gelme adına başlatılan ekümenik çalışmaların önünde aşılması en zor engellerden birisi olarak görülmektedir.[168]

Papanın inanç konularında Tanrı tarafından görevlendirilen bir rehber ve otorite olduğuna inanmak bir Katolik doktrinidir. Çünkü Katoliklere göre Tanrı tarafından görevlendirilen bir şahsın İncillere aykırı hüküm ihdas etmesine Tanrı asla müsaade etmeyecektir.

1870 yılından beri Papalar özel bir yasayla korunmaktadırlar. Papa IX. Pius tarafından, 18 Temmuz 1870 yılında tam 533 piskoposun onayıyla alınmış bir karardır. Aynı gün Katolik olmanın ön şartlarından biri olarak ve Katolik Kilisesi’nin Dogmatik adıyla bilinen, hiçbir itirazda bulunmadan koşulsuzca inanılması gereken yasalarından kabul edilmiştir. Nasıl ki İsa Peygamber’in Tanrı’nın oğlu olduğuna inanmak zorunlu ise bu yasaya da inanmak da zorunluydu. Altındal’a göre. Papa IX. Pius bu yasayı topladığı çeşitli synodlardan geçirinceye kadar, o kadar ağır tartışmalar yaşanmıştı ki papalık neredeyse dağılma noktasına gelmiş ve İtalya’da istenmeyen kurum durumuna düşmüştü. Bu konuda halk papaya o denli kızmıştı ki kemikleri başka bir kiliseye nakledilirken cenaze alayına ve yeni papa XIII. Leo’ya taş, sopa ve çamurlar atarak saldırmış ve cenazeyi yuhalamışlardı.[169] [170]

Bu yasaya Infallability Yasası denir. Bu yasaya göre hiçbir papa başkaları tarafından yanıltılamaz kendisi de yanılmaz. Altındal belirttiği üzere Papa, Katolik inancına göre, yeryüzündeki tek hatasız insandır. Papalar hata yapmaz, isteseler de 170 yapamazlardı.

2.2.2.    Üç Çeşit Hristiyanlık ve Haçlı Seferleri

Altındal, Hristiyanlığın üç evreye ayrıldığını ve bu evrelerde kilisenin baskın olma çabaları sonucunda Haçlı Seferlerinin meydana geldiğini belirtmiştir. Haçlı seferlerinin artıklarından bakteri olarak adlandırabileceğimiz birçok gizli örgüt kurulmuştur: “Hristiyanlık 9. yüzyıla kadar Avrupa’da üç ana başlık altında gelişmişti. Bunlardan ilki, papaların Hristiyanlığıydı. Onların anladığı şekilde Katolik inancını temsil ediyordu. İkincisi kralların Hristiyanlığı idi. Bu da 4.yüzyılda İmparator Konstantin tarafından başlatılmış olan Hristiyanlık anlayışıydı ve zamanla İngiltere’de Anglikanizm’in ve Almanya’da Protestanlığın ortaya çıkmasına neden oldu. Özellikle de 800 yılında Frankların Kralı Muhteşem Karl’ın Papa III. Leo tarafından dünyaya yeniden gelmiş olan Davut Peygamber olarak ilan edilmesiyle tırmanışa geçti. Hristiyanlığın Almanlaştırılması, kendi Pagan gelenek ve göreneklerine çok bağlı olan Almanların bu Germanik ve Teutonik gelenekleri Hristiyanlığa aşılamalarıyla mümkün olabilmişti. 16.yüzyılda ortaya çıkan Protestanlık işte bu zor kabullenişten 171 kaynaklanmıştı.[171]

Üçüncü başlık altında toplanmış olan popüler Hristiyanlık, Karl’ın ölümünden sonra yeniden papaların denetimine geçti ve büyük darbe yedi. Papalar yeniden, Hristiyanları boyundurukları altına almaya başladılar. Bunu başarabilmek için de bir dış düşman oluşturdular: Müslümanlık, Papalar Müslümanların Hristiyanlığın baş düşmanı olduğunu ileri sürerek Haçlı seferlerini başlattılar. Böylece Müslümanlık öne çıkarılmış, Hristiyanlığın geleneksel düşmanı sayılan Yahudilik geri plana çekilmiş oldu. Papalar bu savaşlarda ilkin Karl tarafından konulmuş Hristiyanların yaşadıkları topraklar anlamına gelen “Christendome” kavramını ve sınırlarını kullanarak bunun genişletilmesi mecburiyetine tüm prensleri inandırdılar. Ekümene kavramının kral tarafından kullanılabilir hale getirilmiş olan şeklidir.[172] [173]

Haçlı Seferleri, Haç’ın taşındığı, onun egemenliğinin yayılmaya çalışıldığı seferlerdir. İlk kez İstanbul’u kuran Konstantin tarafından, din uğruna savaşa girmek kullanılmıştı. Gerçekte ilk din savaşçıları da 4.yüzyılda İstanbul ve Anadolu’da yaşayan Hristiyanlar olmuşlardır. Hristiyanlar, Haçın kendi başına mucizeler yarattığına, Hristiyanların Haç taşıyarak savaşa gitmelerinin onlara zafer kazandıracağına inandırılmışlardı. Altındal’a göre nitekim bu nedenle son derece gizli, karmaşık 173

bilgilere dayalı örgütler kurulmuştu.

2.2.4.    Engizisyon

Hiç kuşkusuz Roma kilisesinin tarihi Avrupa’nın tarihi sayılmıştır. Roma kilisesinin tarihsel, askeri, toplumsal ve kültürel alanlardaki yüzyıllarca sürmüş üstünlüğünü anlamadan günümüzün Avrupası’nı tanımlayabilmek ve tanımak mümkün değildir. Bu kilisede tarih boyunca hoşgörü de, siyaset de, bilim de, kültür de, zulüm de, işkence de, hukuk da, gaddarlık da beraber bulunmuştur. Bu zulmün kurumsallaşmış örneklerinden sadece biri de ünlü engizisyon mahkemeleridir. Roma kilisesinde saygı ve disiplin temelinde sevgiden çok ne yazık ki korkuyu barındırır hale gelmiştir.[174]

Altındal, Vatikan ve Papaların kuşkusuz en karanlık yüzünün Engizisyon mahkemeleriyle 13.yüzyılda başladığını belirtmiştir. Bu mahkemeler daha sonra Protestanlığın yaygınlaşmasıyla 16.yüzyılın ikinci yarısında yeniden işletilmiştir. Günümüzde de varlığını değişik bir adla sürdürmektedir. Engizisyon mahkemesinin bu günkü adı kulağa ve inananların gönüllerine hoş gelecek kelimelerden oluşmaktadır: İman Doktrini için Kutsal Yetki Topluluğu.[175]

Altındal’a göre Ortaçağ Avrupası’nda şeytan ve şeytan korkusu, toplumsal yaşama damgasını vuran olaydır. Otarşik Avrupa köyünün kutsal dine ve onun sarsılmaz kalesi Katolik kiliseye olan güveni, gerçekte zengin ülkelerini yağmalamak olan Haçlı Seferleri’nin getirdiği yıkıma eklenen salgın hastalıklar ve kıtlık, feodal üretim tarzının içine kapalı ve kuşkulu yeterliliği, amacı görünürde kutsal Hristiyan dinini kâfirlere kabul ettirmek, vaat edilmiş toprakları yeniden ele geçirip İsa’nın yeryüzündeki krallığını kurmak, yüzyıllardır süren barbar akınlarının yarattığı tedirgin ortam, sarsmıştı. Art arda uğradığı felaketler karşısında, ürettiğinin büyük kısmı büyük bir dinsel-seküler yönetici azınlık tarafından zorla elinden alınan köylü, yaşamını sürdürebilmek için eskiden beri bildiği ve güvendiği kurtarıcılara yeniden başvurmak zorunda kalacaktı. Hristiyanlık öncesi dönemin insancıl pagan ilahlarına kurtarıcı yerini bıraktı. Kaldı ki, yüksek teolojik bilgilerle donanmış dini bütün Kilise adamlarının tüm zorlamalarına karşın, cahil köylü yığınları, eski ilahlarından hiçbir zaman tümüyle vazgeçmiş değildi. Yağmur yağdırmak veya bir hastayı iyileştirmek için kilisede Kutsal Bakire’ye mum yakmak yetmiyorsa, o zaman ilkçağların ana tanrıça kültünün doğrudan mirasçısı Diana’ya yakarılacaktı. Bu doğaldı; en azından halk imanı açısından. [176]

Oysa Kilise Hristiyan dininin temel almakla övündüğü hoşgörüyü tebaası altındaki bu insanlara göstereceğe bu durumu hiç de doğal karşılayacağa benzemiyordu. Kaldı ki, serfliğe dayalı bir üretim tarzının ideolojisi olarak ruhu kurtaracak ve arındıracak bu kutsal dinin, tene ilişkin konulardaki başarısızlığı(Haçlı Seferleri’nin bozgunla sonuçlanması, Avrupa’da hüküm süren kıtlık, salgın hastalıklar ve nihayet, Bizans’ın Müslüman-Türkler tarafından fethedilişi) üzerine dikkatin yoğunlaşmasını önlemek, tüm bu felaketlerden sorumlu bir günah-tekesi bulup temize çıkmak, bunun yanı sıra, kutsal dine yitirdiği itibarı iade etmek gerekiyordu. Günah tekesi IX. yüzyılda bulundu. 813’de toplanan Tours Konseyi şu kararnameyi yayınlıyordu: “Papazlar, mümin halkları büyü sanatlarının, büyülü sözlerin hiçbir hastalığı iyileştiremeyeceği, hasta, topal veya ölmek üzere olan hayvanları iyi edemeyeceği, merhem ve bitki tanelerinin insanlara hiçbir şey sağlayamayacağı, tüm bu şeylerin kadim düşmanının tuzaklarından ibaret olduğu ve bu kalleş düşmanın insanlığı daima aldatmak istediği konusunda uyarmalıdır.”[177]

Altındal’a göre bu uyarı, Avrupa’da yüzyıllar boyu kadın-erkek, genç-yaşlı, milyonlarca insanın hayatına mal olacak gerçek bir sürek-avının başlamasının ilk işareti olmuştur. Bundan sonra birbirinin ardı sıra gelen ferman ve kararnamelerle bu uygarlık kalesi baştanbaşa günahkâr ruh ve bedenleri arındıracak alevlerin yükseldiği bir cehenneme dönüştürülmüştür. [178] [179]

Katolik Kilisesi uzun süre hastalığı günahkâr bedene gönderilen bir ceza olarak meşrulaştırmış, dua ve şeytan kovma yöntemlerini tek geçerli tedavi yöntemi kabul etmiştir. Kilise 1139 ve 1215 tarihlerinde toplanan iki Konsey ile din adamlarının tıpla uğraşmalarını yasaklamaktaydı oysa kimi tarikatlar Yunan/Roma ve İslam’dan 179 devralınan tedavi yöntemlerini uygulamaktaydı.

Altındal’ın şöyle devam ediyor: “Yol bir kez açıldıktan sonra, Avrupa’nın bu içe dönük haçlı seferinin bir krallıktan diğerine, büyük bir hızla sirayet ettiğini görüyoruz. XIV.yüzyıl başlarında papazların büyücülerle savaşı hız kazanmış, “Büyücüyü yaşatmayacaksın” Kilise’nin krallara kesin buyruğu olmuştu. Papalar da bu terörü sürdürmek için ellerinden geleni artlarına koymuyorlardı. Papaların çağrıları ruhbanların hemen her kesiminde yankısını buldu.[180]

Büyünün ne demek olduğu, büyücünün nasıl ortaya çıkarılacağı, hangi yöntemlerle sorguya çekileceği, ne şekilde yargılanacağı, ne cezasının verilmesi gerektiği, kısacası, büyücünün hukuki kimliği piskoposluk, krallık, dükalık, bölgesinde mahkemelerce saptanırken, bu konuda standart bir uygulama gereksinimi duyuluyordu. Bir süre sonra iki Dominiken rahip tarafından Ortaçağ yargıcının el kitabı yazıldı.[181]

XIV.yüzyıl sonlarına doğru iktidar üzerindeki payını arttıran krallıklar, Kilise’nin otoritesine karşı savaş açarak ele geçirdikleri hakları büyücülerin takibinde acımasızca kullanmaya devam ettiler.

Altındal’ın verdiği bilgilere göre, 1282’de “Ruhbanlar şeytana ilişkin konularda tek yargıçtır,” kararını alan Paris Parlamentosu, 1390’da ise “Büyücülük sanıklarının sorgu, teşhis ve yargılanması seküler yargıçların yetkisi dâhilindedir,” hükmünü veriyordu. Papaz, yargıçlığını sivil hâkime vermiş fakat durum değişmemişti. Falcılar, halk tabipleri, meczuplar, çobanlar, çingeneler, cellatlar, sakatlar, deliler, düşük yapan kadınlar hatta dans eden genç kızlar artarda bu sandalyedeki yerlerini aldılar. Kimin daha çok büyücü yaktığı Protestan-Katolik rekabetinin bir konusuydu. Köylü isyanları da yükselen alevlere yakıt oluyordu. Kiliselere bu amaçla şikâyet kutuları yerleştiriliyor, köylüler bildikleri büyücüleri ihbara zorlanıyordu. Böylelikle yakılan büyücünün haddi hesabını kimse bilmiyordu. Yüzyıllar boyunca bu kâbus yıllar sürdü. Bir seferde yüzlerce kişinin yakıldığı, tüm bir kasaba halkının sürüldüğü oluyordu.[182]

Batı’nın ve içteki batıcıların barbar, gaddar, zalim olarak nitelediği Osmanlı İmparatorluğu’na büyücü avından kaçan binlerce, on binlerce kişi, sığınmaktaydı. Örneğin, İspanyol Yahudilerle[183]

Altındal’a göre bu dehşetin sona ermesi için Aydınlanma Çağı’nı, XVII.yüzyıl sonlarını beklemek gerekecekti. Yükselen kapitalizm bu hurafeler kör döğüşünde kendi açısından bir rasyonellik, Ortaçağ’ın sömürülen ve baskı altında tutulan altyapı insanına ise bir kimlik kazandıracaktı. Artık bu insanların odun yığınları üstünde itlaf edilmek yerine, maden ocaklarında, dokuma tezgâhlarının başında, atölyelerde Avrupa’da XVII.yüzyıldan itibaren ağırlığını hissettiren yeni üretim ilişkilerinin işlerliğini sağlayabilmek için, Göklerdeki Kutsal Efendi’nin de cehennemdeki Lanetli Efendi’nin de yerini alan yeni Efendi’ye, sermayeye hizmet etmesi gerekliydi. Bunun ‘apology’leri gecikmedi. Aydınlanma rasyonalistleri özgürlükten, insan haklarından, kardeşlikten konu açarak, yürütülen katliamı lanetlemekte gecikmediler. Büyücü suçlamalarıyla idam edilen insanların gerçekte birer deli olduğunu, topluma yeniden kazandırılabileceklerini tıp adamları ileri sürerek engizisyona karşı savaş açtılar. Odun kümeleri Avrupa’da teker teker söndürüldü ve kadınlı erkekli, çocuklu ihtiyarlı büyücüler tezgâhların, atölyelerin yolunu tuttular. Doğal olarak, kendilerini eski

184 kurtarıcıların zulmünden kurtaran yeni efendilerine dualar ederek.[184]

2.2.5.    Evlilik

Altındal, Katolik Kilise’nin, evlilik konusunda da, kadınlar konusunda da çok hassas olduğunu izah eder. Evlilik müessesesiyle kadınların yeri ve rolü Kilise için tamamen bir problemdir. Mizogonizm denen evlilikten nefret ediş, Kilise’nin kadınlara bakış açısını gösterir. Roma Kilisesi’nin iki kurucusundan biri olan, Aziz Paul, bu dinin ilk yüzyılından başlayarak evliliği bir kalıba oturtmuştur. Evlilik, din adamlarının mutlaka yaklaşmamaları gereken bir müessesedir Aziz Paul’a göre. Hatta “Evlenmektense yakılarak can vermek daha iyidir.” şeklinde ifadeler söylenmiştir. Hristiyanlığa giren bu fikirlerini Kilise Babaları Havva’ya istinat ettirmişlerdir. Âdem’le beraber ilk günahı işleyerek ikisi de cennetten atılmıştır. Kilise Babalarına göre Havva, şeytanın sözüne uymuştur Tanrı’nın değil. Bütün insanlığın ilk masumluğuna Havva’dan ötürü leke düşmüştü. Çıkarılan sonuca göre erkeklerin kadınlara yaklaşmamaları icap etmekteydi. Birinci bölümde de değinildiği üzere Hristiyanlık bütün insanları yalnızca ilk günahta eşit tutar. İnsanlar bunun dışında hiçbir 185

şekilde ve asla eşit olamazlar.

İlk günah, Yahudi olmayan Romalılar ve Hristiyanlığa sonradan girenlerce hiç bilinmiyordu. İlk defa Aziz Paul’den, işittikleri, ilk günahtan doğmuş olmalarına gülüp geçmişlerdi. İlk günah Hristiyanlığın büyümesiyle yavaş yavaş bu dine inananların yaşamlarını biçimlendirmeye başladı. Çünkü ilk günah olmazsa vaftiz de olmaz; vaftiz olmazsa İsa’nın Kilisesi’de diğer günahlardan kurtuluş da olmaz; bu olmazsa İsa’nın kurtarıcılığı olmazdı. ll.yüzyılda, Kilisesi’nin baskı ve zorlaması zirveye çıktı ve yüzyıllarca devam etti. Şeytana uymuş ve erkeğin masumluğunu almış dişi olarak hep Havva belirtilmiştir. Sonunda papalar 1209 yılında, Hristiyan cemaatleri heretik ilan ederek kurdukları büyük Haçlı ordusuyla yok etmeye çalışmışlardır. Cathare denilen soykırımda yaklaşık bir milyon insan katledilmiştir. Bununla yetinmeyen Kilise, yaklaşık 2 milyon kadını sihir ve büyü ile uğraştıklarını iddia ederek 15.yüzyılda diri diri yaktırmış ve kocalarından eşlerine kalmış mallara ve arazilere de el koymuştur.[185] [186]

16.               yüzyılda iş olsun diye Bizans’ın zorlamasıyla ilk defa “ Meryem Ana” kültü öne çıkartıldı. Ortodoks Kilisesi’ndeki kadar Meryem Ana, Roma Kilisesi için bundan önce pek ehemmiyet taşımıyordu. Nüfusun azalmakta olduğu fark eden Hristiyanlar

16.    yüzyılda Havva’nın tam karşısına Meryem Ana’yı koyup öne çıkartarak evliliği teşvik etmeye başladılar. Bu yeni dogmaya göre Havva, Tanrı’nın kendisinden istediği işi yapmamış ama Meryem, imanı tam olduğu için Tanrı’nın kendisinden istediğini yerine getirmiş ve bakire olmasına rağmen İsa’nın dünyaya gelmesinde aracılık etmişti. Öyleyse diyordu Kilise, imanlı kadınlarla evlilik yapmak hayırlıdır. Katoliklikte Havva ile Meryem işte böylesine zıt prototipleri oluşturur. Bir de fahişeyken nadim olup İsa’nın havarilerine katılan Mecdelli Meryem vardır. Bu da, Kilise tarafından ilk kez

17.    yüzyılda öne çıkartılmaya başlandı. Bu kadın da hiç değilse yaptığı işten nadim olup, imana gelmiş biriydi ve ilk kez fahişelikten vazgeçen kadınlar için Mecdelli Meryem manastırları açıldı. Meryem Ana ise ilk kez 1870’te resmen lekesiz doğumla dünyaya gelmiş tek masum kadın olarak kabul edildi. Buna göre, sadece Meryem değil annesi kabul edilen St. Anna da Meryem’i bakireyken doğurmuştu. Altındal bu durumu “18.yüzyıla kadar hiçbir Hristiyan böyle bir dogmadan haberdar olmamıştı ama Papa “Ben yaptım oldu” dedi ve bugün de onun dediği geçerlidir.” sözleriyle okuyucuya

187 aktarmıştır.

2.3.    EKÜMENİZM

Altındal, “ekümene” kavramının tarihi temellerine inerken ilk olarak bu kavramın kilise babalarınca kullanıldığını hatırlatıyor. Bu kavrama ilk kez Antakyalı Ignatius’da rastlanır. İ.S 115 yılında öldürülmüş olan bu din adamı, Kilise’yi en çok savunmuş olan ilk üç Apostolik Baba’dan biriydi. Ona göre Meryem’in bakire olarak gebe kalabilmesi, Tanrı’nın Planı’nın “Economy ”si idi. Dolayısıyla Ignatius’a göre bu bir “Dispentation” idi. Diğer bir deyişle, “İlahi iradenin yeryüzünde tecelli edebilmesi için gereken Berat’tı.” Günümüzde bu anlamını hala sürdürmekte olan Dispentation (Economy) kavramı masonlukta da kullanılmaktadır ve en az dört masonun bir araya gelerek yeni bir loca kurabilmek amacıyla ana locadan berat alması olarak anlaşılmaktadır.

İkinci olarak zikredeceğimiz Kilise Babası Irenaeus’tur. Ona göre “Economy” Tanrı’nın insanları kurtuluşa yönlendirişidir. Trenaeus’la birlikte “Economy” Tanrı’nın yeryüzünü ve tüm canlıları yönetmesi anlamını kazanmıştır. [187]

Üçüncü Kilise Babası, Irenaeus’un çağdaşı ünlü Tertullianus’tur. Tertullian, din felsefesine “Bölünmeden Ayrışma” ilkesini getiren şahıstır. Ona göre “Economy”, Tanrı’nın insanları yönetişi ve kendisini onlara açıklaması anlamına(vahiy) geliyordu. Tertullian, Teslis’in Ekonomisi diye bir kavram geliştirmişti. Bu anlamında Economy, Tanrı’nın kendisine ait sırlarından biriydi ve buna kesin iman gerekiyordu. Bu nedenle de ekonomisi iman yönetimi için önkoşuldu.[188]

Ekümene din adamlarına göre ilahi iradenin evrensel bir tecellisi ve beratı; ev halkının yönetilmesi; onların İsa’yla bütünleşerek ölümsüzleşmesi ve İmanın Evrensel Yönetimselliği gibi anlamlara geliyordu. Bu dönemde şekillenen ekümenenin İslamiyet’teki karşılığı “Dar’ül İslam”dır.[189]

Zamanla ekümene “Sürekli Yerleşim Planı” bir tür Hristiyan Habitat’ı anlamında kullanılmaya başlandı. Bu nedenle medeniyet kavramıyla bağlantı oldu. İslami söylemde Medine=Uygar Yerleşim Birimi gibi bir anlam taşıdı. Aynı zamanda bu üstün dinsel-kültürel gelişmişlik, ekümene bölgesinin perifesinde bulunan diğer kültürleri kendisine silah yoluyla olmasa da hayranlık yoluyla, aracılığıyla bağlamıştır.[190]

Yeri gelmişken belirtmekte yarar vardır ki, söz konusu kilise babaları Ekümenik kavramını, bugün kullanılan, ama bambaşka bir anlam ifade eden “Ekonomi” kavramıyla karşılıyorlardı. Günümüzde çok kullanılan “Ekonomi” kavramı gerçekte, örneğin İS 4.yüzyılda Hristiyanlığın en temel kavramıydı. Günümüzde Katolik Kilisesi her türlü resmi belgede Ekonomi kavramını, iktisat anlamında değil, “Ekümene”(Tasarruf Alanı) anlamında kullanmayı sürdürmektedir. Örneğin Katoliklerin İncil’den sonraki en önemli kitabı Kateşizm’de “Economy” kavramı işte bu şekilde kullanılmıştır. Günümüzde bir bilim dalı olan iktisat, işte Hristiyanlığın temel kavramı olan Hristiyanlığa ve Ekümenizm Hareketi’nin yönlendiricilerine göre Yahudiler ve Müslümanlar, “Doğru Yolda Yanlış Adım Atan” iman sahibi insanlardır. Bunları “Ekümeneye-Uygarlık” kazanabilmek için Hristiyanlaştırmak ilk hedeftir.[191]

Ekümenik hareketler, Altındal’ın nazarında bir komplo teorisi değildir. Hatta bu kavramın oluşturacağı sancağın etrafında bütün Hristiyan âleminin toplanarak Müslümanlığa karşı harekete geçeceği öngörüsünde bulunmuştur. 1965 yılında tamamlanan II. Vatikan Konsili’nde alınan kararlar çerçevesinde Vatikan, başta Türkiye olmak üzere Ortadoğu’da ve Türki Cumhuriyetlerdeki Hristiyanlaştırma faaliyetlerine hız verdiğini belirten Altındal, Vatikan 1965’te kabul ettiği “Dışa Açılma” stratejisini iki yönde uyguladığını söyler. Bunlardan birincisi “Ekümenizm”dir. Bu strateji çerçevesinde Vatikan, Hristiyanlığın diğer mezheplerini yönlendirmektedir. İkincisi ise “Ekümenizm”e bağlı olarak ortaya çıkmış olan ve özellikle Müslümanları hedefleyen “Evengelization” adlı Hristiyanlaştırma projesidir.[192] [193]

Günümüzdeki Ekümenik hareketin merkezi İsviçre’dedir. Cenevre’de etkili olan Protestanlığın Kalvinist kanadının yönlendiriciliğindedir. Almanya’da ise yine Protestan kiliselerin yönlendiriciliğindedir. Ekümenik, bu kiliseler tarafından “Tanrısal Strateji” anlamında kullanılmaktadır. Bu stratejinin günümüz dünyasında etkili olan üç uluslararası temsilcisi vardır. Bunlar ECEC(Avrupa İşbirliği İçin Ekümenik Komisyon), WCC(Dünya                        Kiliseler Konseyi) ve CCREC(Avrupa İşbirliği İçin Hristiyan

Sorumluluğu Komitesi)’dir. Ekümenik, bu uluslararası kurumlar tarafından, Katolik Kilisesi’nin “Spiritual Ecumenism’i” gibi değil doğrudan doğruya bir ideoloji ve dünya görüşü olarak, benimsetilmek amacıyla kullanılmaktadır. Katolikler de dâhil tüm Hristiyanlık için bir “İzm” olarak Ekümenik Hareket, ilkin Hristiyanların kendi içlerindeki bütünleşmeyi bu Üst Kavram’ın çatısı altında yapmayı öngörmektedir. Bu boyutuna Ekümenikalizm denilir. Fener Patrikhanesi bu ideolojinin Ortodoks 193 temsilcisidir.

Hristiyan âlemindeki ilk Ekümenikal konsey İ.S. 325 yılında İmparator Konstantin tarafından toplanmıştır. Açıkça görülebileceği üzere, “Ekümenikal” kavramı bu ilk konseyde imparatorun veya bir patriğin özel bir sıfatı olarak değil, doğrudan doğruya bir dinin en üst yaşama kavramı olarak kullanılmıştır. Bu nedenle herhangi bir şahsın, ister imparator ister patrik olsun, “Ekümenikal” kavramını kendi tekeline alması söz konusu olmamıştır. Altındal, Konstantin’in isteseydi bu ilk konseyi topladığı için kendisini “Ekümenikal İmparator” ilan edebileceğini, ama etmediğini ifade etmiştir.[194]

Ekümenik patrik nitelemesini ilk kullanan Patrik, Johan’dır. İstanbul Patriği kendi topladığı bir synodda kendisine “Ekümenik Patrik” denilmesini karara bağlamıştır. İ.S. 587, 588 yılında İstanbul’da toplanan synodda Patrik Johan, o sırada Papa olan II. Pelagius’a karşı kendisine bu sıfatı yakıştırmış ve güç yarışına girmiştir. Papa bunu duyunca derhal harekete geçmiş ve Bizans’taki delegesini görevlendirerek onun şarap ve ekmek törenine katılmasını engellemiştir. Papa, böylelikle kendisine “Ekümenikal” diyen bir patriğin yöneteceği dinsel törenlerin Hristiyanlığa aykırı olacağını açıklamış oluyordu. Pelagius’tan sonra Papa seçilen Gregory, Johan’ın bu sıfatı kullanmasını yasaklamıştır. Gregory bu kadarla da kalmamış, bu sıfatı kullanmakta ısrar eden patriği deccal ilan etmiştir.

Hristiyan âlemindeki en son “Ekümenikal Konsey” ise Türk dostu diye tanınan Papa XXIII. John’un girişimiyle 1962-1965 yılları arasında toplanmıştır. Burada da açıkça görüleceği üzere Ekümenikal takısı sadece bir din konseyinin sıfatı olarak kullanılmıştır; Papa kendisini “Ekümenik Papa” olarak tanımlamamıştır.[195]

Altındal’a göre, bu konseyin belgelerinde ekümenizm, ilkin, Hristiyanların kendi içlerinde bütünleşmelerini öngören bir üst düzey kavram olarak ele alınmıştır. Ayrıca “Evrensel Berat” anlamına geldiği için diğer dinlerle, özellikle de Yahudilik ve İslamiyet’le ilişkilerin kurulması için düşünülen “Strateji” anlamında kullanılmıştır. Vatikan’ın Fener Patrikhanesi’yle ilgili ilişkilerini geliştirme meselesi de yine bu kavrayışın kapsamındadır. Nedir ki Vatikan, Fener Patriği’nin kendisini değil, Ortodokslar tarafından toplanmış olan konseylerini “Ekümenikal” kabul etmektedir. Fener Patriği’ni “Konstantinopolis Ekümenikal Patriği” olarak değil, dikkat çok önemlidir ki, “Ortodoks Ekümenikal Patrik” olarak kabul ve beyan etmektedir.[196]

Altındal, sadece İncil’e veya Vatikan kaynaklarına göre ekümenik kavramı tanımlamamış, II. Ekümenikal Konsey’in 1965’te tamamlanan ve 1992 ve 1995’te yayınlanan Kateşizm kitabına göre İslamiyet’e bakışı da şöyle ifade etmiştir:

“Kilisenin Müslümanlarla ilişkisi, Kurtuluş Planı, Yaratan’ı dile getirenleri de kapsamaktadır. Bunların arasında ilk sırayı Müslümanlar alır. Bunlar Hz. İbrahim’in imanına bağlıdır. Ve bizlerle birlikte onlar da tek ve bağlayıcı bir Tanrı’ya bağlıdır ve Kıyamet Günü’ne ve onun yargısına sığınılacağına inanır.”[197] [198]

Altındal’a göre, burada dikkat edilmesi gereken husus Ekümenizm’ in özellikle 20.yüzyılda   tüm Hristiyan âleminde yaygınlaştırılmış olan devlet destekli

“Sekülerizm”e alternatif bir nefsi müdafaa stratejisi gibi başlayıp hızlı bir gelişme gösterdiğidir. Ekümenizm, 2000 yılı itibariyle tüm kiliselerin yeniden “Bölünmeden Ayrışma” ilkesi çerçevesinde bir araya gelmelerini ve çok güçlü bir Dinsel-Siyasal- İdeolojik akım olarak özellikle Hristiyanlık=Dışı ülkeleri ve halkları ilk elden etkilemeye çalışmayı planlamaktadır. Kendi içinde ise başta Katolik-Anglikan bütünleşmesini sağlamaya, kiliseden istifa etmiş olan “Kilisesiz Hristiyanları” yeniden kazanmaya ve Hristiyanlık içi “Mezhep Değiştirme” faaliyetlerini düzenlemeye çalışacaktır. Örneğin Katolikler yoğun olarak Ukrayna’da Ortodoksları yeniden Katolikliğe döndürmeye uğraşmaktadırlar. Kilise, bu girişimlerinde çok eski bir kural olan ve Athanasius tarafından formüle edilmiş olan “Tanrı Baba’ya evlat olabilmek için Kilise Ana’nın çocuğu olmak gerekir” şeklindeki Tanrı-Baba ile Kilise-Ana dogmasını 198 işlemektedir.

. zSonuç olarak Altındal şunları belirtmiştir: “Hristiyanlığa ve çağımızdaki güçlü Ekümenizm Hareketi’nin yönlendiricilerine göre Yahudiler ve Müslümanlar, “Doğru Yolda Yanlış Adımlar Atan” iman sahibi insanlardır. Bunları “Ekümeneye=Uygarlık” kazanabilmek için Hristiyanlaştırmak ilk hedeftir. Onlara göre Batı’nın istediği ölçülerde ve koyduğu normlar çerçevesinde “Laikleştirilmiş” ve böylelikle de “Nötralize” edilmiş olan Müslüman ülkeler bu “Geçiş Dönemlerini” tamamlamak üzeredir. Bu ülkelere yapılacak yoğun misyonerlik faaliyetleri ve “Evangelization” günümüzde Ekümenik Hareket’in olmazsa olmaz önkoşuludur. Oysa Trinite’nin üstünlüğünü savunan Ekümenistler, Müslüman ülkelerinde bir direnişle karşılaşmakta ve sadece yoksul kırsal alanların teröre maruz kalmış kesimlerinde yaşayan yurttaşların ve büyük kentlerin “kökünden” koparılmış gençliğinin arasında etkili olabilmektedir.[199] Altındal’a göre önümüzdeki yıllar içinde “Gümrük Birliği” içine alınarak ehlileştirilmiş olan Türkiye’nin Müslüman halkı ekümenizmin çeşitli kılıf ve maskelerle ortaya çıkacak olan formlarından çok etkilenmeye adaydır. Türkiye’de yaşayan mütedeyyin Müslümanlar, önümüzdeki on yıl içinde çok yoğun bir Hristiyanlaştırma kampanyasıyla karşı karşıya kalacaklardır. Bu kampanya çok hızlı bir şekilde başlatılmış ve örneğin İstanbul ve İzmir’de onlarca “Ev Kilise” yasalara aykırı olmasına rağmen açılmış ve yaklaşık 12.000 kadar Türk, Hristiyan dininin çeşitli kiliselerine katılmıştır.[200] [201]

Ekümenik kavramının Türkiye’de son iki yıl içinde duyulmasına rağmen aslında 1000 kadar kilise belgesiyle kanıtlanmış çok eski bir kavram olduğunu hatırlatan Altındal, Hristiyan âleminin bu en önemli kavramının Türkiye’de tartışma konusu olması Fener Patriği I. Bartolomeos’nun kendini “Konstantinopolis Ecumenical Patriği” olarak lanse ediyor oluşuyla bağlantılı olduğunu aktarmıştır. Halkın bihaber olma sebebinin konudan habersiz aydınlarımızın cahilliklerini gizlemek maksadıyla ekümenizm kavramını bir komplo teorisi olarak göstermeye çabalamaları olduğunun 201 altını çizmiştir.

2.4.    DİYALOG

Avrupa’nın hazırladığı bir politika var. Dinler, bu siyasete bağlı kılınmak isteniyor. İşte Avrupa Toplulukları Piskoposları Konferans Komisyonu 1980’de bunun için kuruldu. Bu teşkilatın görevi, diyalog yöntemini kullanarak istedikleri yönde bir Avrupa dini oluşturmaktı. 2. Vatikan Konsili’nde 1958-1963 yılları arasında alınan kararlar çerçevesinde bu diyalog faaliyeti başlatılıyor. İslam Çalışma Grubu Birimi, Avrupa Toplulukları Piskoposları Konferans Komisyonu tarafından bu kararlar çerçevesinde kurulmuştur. “Nasıl bir İslam olacak?”, “Hangi İslam’la biz muhatap olacağız?” gibi sorulara bu komisyonda yer alan piskoposlar kendilerince cevaplar verdiler ve cevaplarına göre de tavır sergilemeye başladılar. 1995’te imzalanmış olan Amsterdam Antlaşması’nda yer alan Kutsal Bildirge tüm dünya milletleri için çok önemlidir. Kutsal sayılan bu bildirgede Hristiyanlık kurumunun diğer dinlerle nasıl bir iletişim içine gireceği anlatılmıştır. Mesela dini ayrımcılıktan kaçınmak Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin dokuzuncu maddesi tarafından öngörülmüştür. Birinci fıkrası da ilginçtir. Bu fıkrayı Altındal şöyle yorumluyor: “Ben hürriyet verdim ama bunu gerekli görürsem bunu kısıtlayabilirim. Türkiye’yi AB’ye almadan Gümrük Birliği ile ekonomik yönden kontrolümüze aldık. Ama dini kontrolümüzde değil. İşte bu kontrolü gerçekleştirmek için dinler arası diyalog ortaya çıkarıldı. Yani Türkiye AB’ye girmesin, girmeyecek, zaten almayacaklar. Ama hiç değilse Türkiye’deki İslam’ı biz kontrol altında tutalım, Türkiye İslam ülkeleriyle bir diyaloğa ve birlikteliğe de giremesin. Kısacası dinler arası diyalog Avrupa Birliği’nin belirlenmiş bir politikasıdır. Diyalog olayının bir de Vatikan boyutu var. Aslında AB ve Vatikan ayrılmaz unsurlardır. Hristiyanlık adına asıl dinler arası diyalog çağrısı yapan Vatikan’dır. Bu çağrı önce Ortodokslar için yapıldı. Bu çağrı il bütün Hristiyan teşekküller Dünya Kiliseler Birliği adı altında toplandı. Onlar diyalog şeklinde götürmüyorlar bu çağrıyı. Hoşgörü kavramı

,,202

ile götürüyorlar. Diyalog kavramı daha çok Vatikan tarafından kullanılıyor.

Altındal, Hristiyanlar için bir nevi ilmihal kitabı olan “Kateşizm”de misyonerlik ve diyalog kavramlarının var oluş şekline dikkat çekerek ekliyor: “Misyonerlik karşılıklı saygıya dayalı dinler arası diyaloğu ön görür.” Altındal bu maddeyi şöyle yorumluyor: “Bizim dinimiz en son ve en mütekabil tek dindir. Ötekiler yani Hristiyanlık ve Yahudilik, sadece bir var oluş tarzıdır. Allah’ın bir tek dini vardır o da İslam’dır. Ama Avrupa bunu söyleme diyor. Bunu söylememek de yetmiyor, üstelik ikinci Âdem’in yani İsa’nın birinci Âdem’i yarattığını da kabul edeceksin diyalog için, diyor.”[202] [203]

Dinler arası diyalog çalışmaları; 1962-1965 yılları arasında başta Vatikan olmak üzere tüm Hristiyan âleminde başlatılan bu girişim, özellikle 1993’te Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra hız kazanmıştır. Dinler arası diyalog konusunda 1960­1965 yılları arasında Türkiye, Suriye ve İran ile kısmen Irak’ta istihbarat ve demografik çalışmalar yürütmüş olan ‘Barış Gönüllüleri’ adlı misyonerler tarafından hazırlanmış olan raporlara dayandırılarak yürütülen bu faaliyetler, 1996’dan itibaren İstanbul Fener Rum Patrikhanesi’nin girişimiyle hız kazanmıştır. 1960’ta Türkiye’de 1019 barış gönüllüsü misyoner, özellikle G. Doğu Anadolu’da faaliyet göstermekteydi.[204]

İlahi Dinler toplantıları; Müslümanların Hz. İbrahim’in ‘inancına’ bağlı kişiler oldukları, bu nedenle de İsa Mesih’in kurtarıcılığına ‘kısmen’ mazhar olacakları düşüncesi hâkimdir. İbrahimî Dinler toplantıları Türkiye’de 1955’ten bugüne ‘Dönme’ veya ‘Sabataycı’ diye bilinen gruplar tarafından, Büyük Mason Locaları aracılığıyla yönlendirilmekte olan bir faaliyettir. Nihai hedefin İslâm Dininin ‘tek ve son din’ olduğu gerçeğini Müslümanlara unutturmak ve üç dinin de aynı olduğunu, dolayısıyla Hristiyan olunabileceğini vurgulamaktır denilmektedir. Hristiyanların ‘patriark’ Müslümanların ise ‘peygamber’ kabul ettikleri İbrahim bir ve aynı kişi değildir. Müslümanların Allah’ın dostu kabul ettikleri Hz. İbrahim çok farklı bir kişiliktir.[205]

Altındal’ın İbrahimi dinler hakkında ki görüşü özetle şöyledir: “ İbrahimi din dediğiniz zaman “üç din de eşittir” demek istiyorsunuz. Bir babanın üç oğlu bile eşit değildir. Nasıl oluyor da bu üç din eşit oluyor. Bir de siz buna Müslüman kesimin içinden, Müslümanlar adına konuştuğunu söyleyen, televizyonlara çıkıp ağlayarak, sızlayarak İslamiyet’i anlattığını söyleyenleri ve çevresindeki insanları katarsanız, onlar da “bütün dinler eşittir” derlerse artık bu kaymaklı ekmek kadayıfı durumundadır. Kimler için? Hıristiyanlar için... Yahudiler bile bu tuzağa düşmezler. Nitekim de düşmüyorlar. Yahudilerin düşmediği bu tuzağa Türkiye'de belli bir çevre bağlanmış durumda. Niçin bağlanmış? O beni ilgilendirmiyor. Menfaat meselesi midir, başka bir şey midir? Bilmek de istemiyorum. İlgilenmiyorum da. Zaten bu olayı biraz da patetik buluyorum. Bu olay patetik bir olaydır. “Biz, hepimiz kardeşiz”, “Biz hepimiz İbrahimi dinin elemanlarıyız”; bu bir patetik olaydır. 1943 senesinde Focolare, “yeni din anlayışı getirmeliyiz” diye yazılar hazırlıyordu. Focolare'nin “yeni din anlayışı” dediği işte budur.”[206]

Şunu da belirtmek gerekir ki dinler arası diyalogun sistemli bir faaliyet olarak yürütülmesinde Hıristiyan Katolikler öncülük etmişlerdir. Ortodokslar milli kiliseler halinde var oldukları için diyalog çalışmalarında yer almazlar. Protestanlar ise diğer dinlerin varlığını kabullenmenin İncil’in ruhuna ters düşeceğine inandıklarından dolayı, bazı Protestan grupları dışında, dinler arası diyalog faaliyetlerine katılmazlar. Protestanlar, Mesih'in tekrar yeryüzüne gelip dünyada krallığını kurması için herkesin Hıristiyanlaştırılması gerektiğine inanmaktadır bu nedenle de her türlü imkânı kullanarak dünyanın her köşesinde geleneksel misyonerlik faaliyetlerini sürdürmektedirler.[207]

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

ALTINDAL’DA HRİSTİYANLIĞIN DİĞER DİNLERLE
KARŞILAŞTIRILMASI, MEZHEPLERİ, TARİKATLARI VE GİZLİ
ÖRGÜTLER

3.1.    MUSEVİLİK, HRİSTİYANLIK VE İSLAMİYET

Musevilik, Hristiyanlık ve İslamiyet’i Altındal açısından karşılaştırırsak, sadece Hristiyanlıkta var olan bir durum, bu sistemin diğer iki sistemden özde ayrıldığını kanıtlar. Altındal’a göre bu temel ayrılık noktası şudur: Hristiyanlıkta birey, Tanrı karşısında karar verme aşamasında iken kendi kendinin otoritesidir. Çünkü bu sistemde, İsa’nın Tanrı olup olmadığı ikileminin muhatabı bireyin ta kendisidir. Bu yüzden karar mercii de yine odur. Yani birey, isterse İsa’nın Tanrı olduğuna inanır ve bu inancının gereği olarak İsa’yı Tanrı olarak kabul eder. İstememesi durumunda da değişen bir şey olmaz. Yani bu kez de İsa’nın insan olduğuna karar vermiş olur. Karar ne kadar değişirse değişsin karar verme yetkisi hiçbir zaman değişmez. Çünkü birey neye inanmak ihtiyacı duyuyorsa ona inanır ve bu inanç sonucunda İsa, Tanrı, Tanrının oğlu veya bir insan oluverir. Hristiyanlıkta iman etmeye karar vermek de, imandan şüphe etmek de insana ait bir haktır. Hristiyanlıkta İsa’nın Tanrı mı yoksa O’nun Oğlu mu olduğu, kim olduğu ya da olmadığı, gösterdiği mucizeler ve onunla bağlantılı her söz ve kurum, kendilerini tam inanmış Hristiyanlar olarak tanımlayan çeşitli çevrelerce eleştirilebilmekte, kısmen kabul edilip kısmen reddedilebilmektedir. Bunun ne demek olduğunu açıklayalım: En kısa deyişle eğer birey, İsa’nın insan olduğuna yani Tanrı olmadığına karar vermişse, belki de gerçekten Tanrı olan İsa’yı insanlaştırmış olabilir. Yani birey, Tanrı’yı insanlaştırma hakkını ve yetkisini kendinde toplamıştır. Eğer birey İsa’nın Tanrı olduğunu kabul etmişse, bu kez de belki de gerçekten insan olan İsa’yı Tanrılaştırmış olmaktadır. Yani birey bu kez de insanı Tanrılaştırmak yetkisini kendinde toplamış olur. Kısacası, Hristiyanlıkta İsa’nın, Tanrı mı, İnsan mı, Tanrı’nın oğlu mu ya da tümü mü değil mi olduğu konusunda kararı verme mercii de şüphe etme mercii de bizzat bireydir. Musevilikte ve İslamiyet’te İnsanı Tanrı yapmak ya da Tanrı’yı insan yapmak diye bir olaydan ve şüpheden söz edilmez. Bu iki sistemde insanın böylesi bir kararı alabilme ya da şüphe etme yetkisi yoktur. Çünkü her ikisinde de insanoğlu tüm kâinatı yoktan var ettiğine inandığı yaratıcısını, yani Tanrı’sını bizzat kendi kararıyla kendisi yaratmaz. Özetleyecek olursak; Hristiyanlığa inanmak isteyen birey, kendisi için önce bir Tanrı(İsa) yaratmak zorundadır. Bu tür yaratma faaliyetleri sadece kültler için geçerlidir. Ancak bir kültte birey kendisi için bir inanç ve onu temsilen bir Tanrı oluşturabilir. Musevilikte ve İslamiyet’te bireye böyle bir yetki verilmemiştir. Bu otorite tipi, tek-tanrılılığa İsa’yla girmiştir.[208]

İslamiyet’te müminlerin Allah’ın varlığı ve tanımlarını kabul etmeme ya da reddetme hakkı yoktur. İslam’da Allah’ın varlığı ve sözleri konusunda insanın kuşku duyabilmesi mümkün değildir. İslam’ı Yahudilikten ve Hristiyanlıktan daha gelişmiş bir din ve en uygun inanç sistemi yapan özelliği de budur. İslam’da bireyin kavrama yetisinin Allah’ın gücünü ve niteliklerini kavrayamayacak ve sorgulayamayacak kadar tabiatla sınırlı olduğu gerçeği vardır. Altındal bu durumu şöyle özetler: “Dolayısıyladır ki, Yahudilik bir varoluş tarzı, Hristiyanlık bir dogma ama İslamiyet kelimenin tam anlamıyla bir dindir. ”[209]

3.2.    HRİSTİYAN MEZHEPLERİ VE ORTAYA ÇIKIŞLARI

3.2.1.    Lorenzo Valla Olayı

Altındal, Hristiyanlıktaki bölünmeye sebep olan olaylardan biri olarak ilk “Lorenzo Valla Olayı”ndan bahseder. Bu olayı hem Papalık hem de Bizans açısından çok inanılmaz ve muhteşem olarak görmüş, tarihi seyir içerisinde “Çağ” açıp kapatacak kadar radikal sonuçlar doğurduğu inancında olduğunu belirtmiştir. Yine bu olay ile umutlanan Bizans, aslında kendi cenaze törenine gülerek gittiğinin farkında değildir. Yardım istediği dindaşları ona sırt çevirmiş, yarı dost, yarı düşman komşusu Türkler’in sofrasına şamdan olmaktan kurtulamamışlardır. Papalık ise yine ince hesaplarının meyvelerini afiyetle yemiş, dini sahadaki tek rakibi Bizans’tan Fatih’in kılıcı sayesinde kurtulmuştur. Roma’yla İstanbul arasındaki kiliseler arası üstünlük yarışında yeni bir dönem yine bir skandalla açılmıştır. Bu kez patlayan skandal Altındal’a göre, geçmiştekilere rahmet okutacak kadar önemlidir.

15. yüzyılda yetişmiş en önemli din bilginlerinden biri de Lorenzo Valla, 1407’de İtalya’da doğmuş ve çok iyi bir eğitimden geçmiştir. Valla’nın esas uzmanlık alanı eski metinler, belgeler ve kaynak araştırmalarıydı. Ancak köklü bir aileden gelen Valla, sanat, felsefe ve ilahiyat dallarında da üstün dereceler elde etti. İlk kez bireyciliği ve Hümanizmi savundu. Bu girişimlerinin sebebiyle Kilise’nin tepkisini çekti ve aforoz edilmekle tehdit edildi. Bunun üzerine Aragon Kralı tarafından korunmaya alınmasıyla, himaye altındaki Lorenzo Valla, Hristiyan âlemini derinden sarsacak bir keşfini cesaretle 1440’ta açıkladı. Bizans’ın Konstantin’in Vasiyetine binaen Papa’nın egemenliğini kabul edişinden tam bir yıl sonra, fetihten 13 yıl önce, Kilise’yi şoke edecek olan Lorenzo Valla, “Konstantin’in Vasiyeti Üzerine Tezler” adlı kitabını yayınladı. Konstantin tarafından değil, bizzat bir papa tarafından yazılan, papazların yüzyıllardır en güçlü kutsal belge olarak sundukları Konstantin’in Vasiyeti adlı belge gerçekte sahteydi.[210]

Valla bilimsel, tarihsel ve mantıksal açıklamalarla papaların elindeki bu belgenin gerçekte bir papa tarafından gizlice hazırlanmış geçersiz bir kâğıt parçasından başka bir şey olmayan, sahte bir belge olduğunu kanıtladı. Üstelik bu sahtekârlığı doğrudan doğruya bir papanın yaptığını gösterdi ve açıklaması tüm Hristiyan âlemini derinden sarstı. Skandal Bizans’ı umutlandırdı. Çünkü Valla Konstantin döneminde belgeye işlenmiş olan tacın henüz bilinmediğini açıklar. Kısacası Konstantin döneminde böyle bir taç giymemiştir; çünkü söz konusu yıllarda öyle bir arma yoktur. Ortalık birbirine girdi. 10 yüzyıldır Roma’daki papaların ellerinde tuttukları “Konstantin’in Vasiyeti” diye bilinen belgeye göre Konstantin tüm Batı Roma topraklarını ve mülklerini papalığa armağan etmiştir ama gerçekte Konstantin ne böyle bir belge hazırlamış ne de aklından geçirmiştir. Bu duruma göre Papa IV. Eugenios tüm Hristiyanlık üzerinde hak talep etmiş oluyordu fakat sahte bir belgeyle. Valla, bu sahtekârlığın bizzat Papalık tarafından Batı Roma’nın topraklarına el koyabilmek amacıyla yapılmış olduğunu kanıtlar. Roma elindeki toprakları, mülkleri ve yetkileri yitirmek ve Bizans’a iade etmek tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Daha önemlisi, Papa Silvester’den başlayarak gelmiş geçmiş tüm papalar töhmet altında kalırlar. Katolik inancına göre papalar dini konularda yanıltılamaz kabul edildikleri için bu sahte belgeyle de yanıltılmamış fakat tersine bile bile sahtekârlığa alet olmuşlardır. Artık Papa’yı kutsal saymak gerekmiyordu çünkü belge sahte olduğuna göre Roma’nın İstanbul üzerinde değil, tam tersine demek ki Konstantipol’ün Roma üzerinde hakları vardı.[211]

Valla’nın 1440’da ortaya çıkardığı gerçek, Roma’ya hiçbir zaman inanmamış olan Doğu Kilisesi’nde bayram havası estirir. Artık Hristiyanlığın tek temsilcisinin kendilerinin olacağı inancı yayılır. Nedir ki devreye Türkler girerler. Papalık ile Türkler arasındaki zımmi tarafsızlık siyaseti Bizans’ın sonunu hazırlar. 1453 yılında Bizans, Hristiyan âlemine yaptığı yardım çağrılarına karşılık alamadan Fatih’e yenilir. Papa, İstanbul’un Türklerin eline geçmesinden hiç gocunmaz, tersine tarihteki en büyük ve ezeli rakibinden kurtulmuş olur. Artık Avrupa’da Hristiyanlığın tek temsilcisi Roma ve Papadır.[212]

3.2.2.    Filioque

İznik Konseyi, Hristiyanlık âleminde birliği meydana getirmek amacıyla toplanmıştı. Ancak bu Konsey, hiç ummadığı bir şekilde, Hristiyanlıkta temel anlaşmazlık noktalarından biri olan bir kavramı hemen oracıkta doğuruvermişti. Daha sonra “Filioque” olarak adlandırılacak bu çocuğu Altındal kalemiyle şöyle betimlemiştir:

“Hristiyanlığın oluşum ve gelişim dönemlerinde bazı kavramlar inanılmayacak kadar asli rol oynamışlardır ve Hristiyanlığın uzlaşmaz şekilde bölünmesine neden olmuşlardır. Katolik ve Ortodoks kiliselerinin bölünmesine yol açan bu kavramlardan biri de ‘filioque’ kelimesidir. Hristiyanlıkta bu adla tanınan bir sorunsal vardır ve geçmişte ortaya çıkan bu tartışma aradan yaklaşık 1400 yıl geçmiş olmasına rağmen çözümlememiştir.[213]

İ.S 325 yılında, bugün İznik dediğimiz eski Nicaea’da, Hristiyanlığın ilk önemli Ekümenik Kiliseler Konseyi, toplandı. İznik Konseyi’nin en önemli duyurusu, Hristiyanlıkta ‘Üç Varlık Bir Arada’ bulunacaktı yani ‘ Trinite-Teslis’di. Faktat bu formülde yer alan Baba, Oğul ve Kutsal Ruh Üçlüsü ’nün birbirleriyle olan ilişkilerinin nasıl düzenleneceği tartışmayı başlatmıştı. İznik’te Grekçe olarak yazılan metinde ‘Hupostaseis’ kelimesiyle Baba, Oğul ve Kutsal Ruh karşılanmıştı. Diğer bir anlatımla üç hupostaseis bir ‘Ousia’(Tek Varlık) içindeydi ama Latinceye çeviride bu metinde değişiklik yapılmıştı. Grekçe’de üç hupostaseis tek varlığın içindeyken, Latincede Tanrı, ‘Bir Öz veya Cevher içinde Üç Şahıs’ olarak verilmişti. Bu bağlamda işte Filioque sorunsalı ortaya çıktı Bu iki metin daha sonra ortaya çıkan tartışmalarda çok önemli rol oynamışlardı. „Filioque’ problemini; Baba, Oğul ve Kutsal Ruh arasındaki ”214 bağlantının nasıl olacağı başlattı.

Altındal, böylelikle Hristiyan amentüsünde ortaya iki ayrı yorum çıkmış olduğunu söyler. Birincisine göre Kutsal Ruh, Baba’dan ve Oğul’dan onların devamı, sürdürücü olarak neşroluyordu. Doğu Ortodoks Kilisesi’nin ruhani önderleri olan patriklerin de katıldığı ikincisine göre ise, bu şekilde yapılan amentü Trinite’deki dengeyi bozmuştu. Doğu Ortodoks Kilisesi’ne göre Teslis’te denge ve bir uyum vardı. Buna göre: Baba, ebediyen Oğul’a kaynaklık etmekteydi. Kutsal Ruh ise Oğul’dan neşrolmaktaydı. Dengeyi kuran Baba’ydı. Bu amentülerden birincisini Katolikler, İkincisini ise Doğu Ortodoksları benimsemişlerdi. Böylelikle filique tartışması, 589 yılında başlamış ve günümüze kadar sürmüştür. [214] [215]

Sadece ilahiyat açısından değil, Altındal’a göre filique’un bir de siyasal iktidar açısından yarattığı sorunlar vardır. Bu, Katolik Papalarla Ortodoks Patrikler arasındaki otoritenin doğurduğu bir sorundur. Bizans’a göre, bu eklemenin Bizans’taki patriğe danışmadan doğrudan doğruya Roma’daki Papa tarafından kutsal metne ekletilmiş olması filique’un kabul edilemeyişindeki en önemli husustu. [216]

3.2.3.    Ortodoksluk

Ortodoks kelimesi, birleşik bir addır. Yalnız Türkçede pek kullanılmayan bir yazım tarzı içinde verilir. Ortodoks kelimesi, küçük “o” ile yazıldığında tümel yani evrensel karakterdedir. Bu şekilde yazıldığında tümel yani evrensel karakterdedir. Bu şekilde yazıldığında, sadece belirli bir Hristiyan inanç sisteminin belirleyicisi değil, tüm hayatın hemen her alanında kullanılan bir sıfattır. Örneğin; İslamiyet’te, Sünni Müslümanlara Batılılar Ortodoks İslam derler. Benzer şekilde günümüzde başlıca dört ana kola ayrılmış olan Yahudilikte en güçlü ve etkili olan akım Ortodoks Yahudiliktir.

Yine küçük harfle yazılan ortodoks kelimesi, gündelik hayatta, sanat ve kültürde de sıkça kullanılır. Örneğin ortodoks olmayan astronomi anlayışı denildiğinde; alışılagelmiş, kalıplaşmış astronomi anlayışından farklı olan astronomi anlayışı tanımlanmış olur. Ama ortodoks kelimesi, büyük “O” ile yazıldığında sadece Doğu Ortodoks Kilisesi’ni işaretlendirir, başka hiçbir çağrışım yaptırmaz. Altındal’a göre Türkçe için çok önemli sayılmayan bu ayrım Batı dünyası için kuşkusuz temel bilimin 217 önkoşullarından biridir.

Hristiyanlık tarihi incelendiğinde hep derecelendirmelere, sınıflandırmalara ve örgütlemelere rastlanır. Aslında mezheplerin varoluşlarının sebebi de bu sınıflandırma merakıdır. Ortodokslar hep kendilerini “iman” noktasında diğer Hristiyanlardan ayrı bir yerde görmüşler ve hatta kendi aralarında bile “en”ler oluşturmuşlardır. Altındal da bu duruma dikkat çekerek Ortadoksluğu anlatmaya başlamıştır.

Ortodoksluğun bulunduğu yerde mutlaka heretik olmak da vardır. Diğer bir anlatımla eğer birileri kendilerini Ortodoks olarak ilan ve kabul ettirmişlerse, bilin ki orada başka birilerinin sapkın oldukları gerçeği vardır. Ortodoks olanlar daima sapkın olanlara ihtiyaç duyarlar. Böylelikle kendilerinin ne kadar sağlam din savunucuları olduklarını kanıtlayabilirler. Herkesin Ortodoks olduğu bir ortamda, gerçekte hiç kimse tek başına Ortodoksluğu temsil edemez. İşte bu nedenle de mutlaka birilerinin daha az Ortodoks ya da daha az imanlı gösterilmeleri gerekir. Bu tip suçlamalar, kendilerinin katıksız Ortodoks, eksiksiz iman sahipleri olduklarının tescilidir. Hristiyanlık tarihi bir bakıma Ortodokslarla, onlar tarafından sapkın olarak suçlanmış olan diğer Hristiyan dinsel cemaatlerinin çatışmasının tarihidir. Ortodoksluk işte bu tip tartışmalardan, çatışmalardan, savaşlardan doğmuş bir dinsel akımdır. Kısacası, Ortodoks âlemi bir çatışmalar, karşılıklı suçlamalar, yasaklamalar ve aforozlar akımıdır bir veçhesiyle. Diğer veçhesiyle de Katoliklik karşısındaki en yaygın ve dirençli Hristiyanlık doktrinidir. Ortodoksluğun bulunduğu yerlerde Katolik dini daima bir tehdit olarak görülmüştür.[217] [218]

Altındal, kavramsal planda Ortodoksluğu oynak merkezli bir doktrinerlik olarak görmektedir. Çünkü bu kavram çeşitli zamanlarda çeşitli kişi veya kurumlarca kendilerince yorumlanmış ve kullanılmıştır. Hristiyanlıkta Ortodoksluk, kurumsal


olarak Doğu Ortodoks kiliselerinin tekelindedir ama yerine ve zamanına göre Katolik Kilisesi de “Ortodoksça” davranabilir, Protestan Kiliseleri de gerekli gördükleri zamanlarda diğer ikisinden daha Ortodoksça açıklamalar yapabilirler. Ortodoksluk, bu anlamıyla bir grup insanın ya da bir cemaatin ya da bir dinin mensuplarının kendileri için tayin ettikleri hakikatin bir ve tek hakikat olduğuna, bazen bağnazlığa varan tarzlarda iman edilmesi keyfiyetidir. Burada hakikatin kaynağına konulan otorite, tabidir ki hakikatin tanımlayıcısı olmaktadır. Bu kaynak, Hristiyanlık tarihinde çoğunlukla devlet, kral ya da imparator olmuştur. Krallar, bazen yetkilerini Tanrı’dan aldıklarını öne sürmüşler ve kendilerine atfedilen gücün kaynağı olarak da Tanrı’yı göstermişlerdir. Bazen de tersi olmuş, bu kez de papalar kendi güç kaynaklarını Tanrı’ya havale etmişler, böylelikle krallardan üstün olduklarını öne sürebilmişlerdir. Bu sorunlardan kurtulabilmek için Hristiyanlık tarihinde bazı uzlaşma dönemleri de olmuştur. Tam yetki ne papada, ne kralda olsun denmiş ve bu kez de konsey denilen kurum ortaya çıkmıştır. Bu meclisler tam yetkinin kaynağı durumuna gelmişlerdir. Böylelikle hem papalar, hem imparatorlar, bu meclislerin aldıkları kararlara saygı göstermek zorunda kalmışlardır. İşte bu meclislerde zaman zaman otoritenin kaynağının kendilerinde olduğunu öne sürerek, Ortodoksluk gösterilerinde bulunabilmişlerdir. Kurumsal olarak ise Doğu kiliselerinin tekelinde tuttuğu bir fikir ve inanç sistematiğidir. Öyleyse, toparlarsak Ortodoksluk demek, en yalın ve basit anlamıyla belirli bir dönemde, belirli bir şahsın ya da belirli bir papanın ya da belirli bir kilisenin ya da belirli bir kurumun kendisinin belirli bir alanda en üst ve tek otorite olarak tanımlanması keyfiyetidir diyebiliriz. Örneğin ikonalara bağlılık duyan Doğu kiliseleri karşısında bu renkli resimlere tapınılmayacağım vaaz eden Vatikan, Ortodokstur. Bu konuda Protestanlar en Ortodokstur. Çünkü hem Vatikan’a, hem de Doğu’ya karşıdırlar. Gerek papalar, gerek patrikler yetkiyi Tanrı adına İsa’dan ve havarilerden edindiklerini öne sürebilmişlerdir. 219

Ortodoksluğun üç kuralını ise Altındal şöyle açıklar: otorite, standart ve gelenek sahibi olmak. Ortodoksluğun adına yakışacak tarzda tam ve doğru duasal-bağlılık kurabilme çabası, yetki kaynağını Ortodoksluğun yazılı metinlere dayandırmasıyla biçimlenmiştir. Papaların tersine patrikler bir yandan yazılı metinlerde öngörülen kısıtlamalara, diğer yandan da egemen devletin öngördüğü yasalara bağımlıdırlar.


Patriklerin görevi, yazılı kutsal metinlere, Ortodoks Kilisesi’nin başı olan imparatorun kendisinin ve ülkesinin çıkarlarına uygun olan isteklerini, uyumlu kılmaktan geçmektedir. [220] [221]

Ortodokslukta otoriteden sonra en önemli kavram standarttır. Yani otorite tarafından konulmuş olan ölçütler, kurallar, yasalar, yasaklar, yönetmeliklerdir. Ortodokslukta inananların imanının nasıl olması gerektiğine otorite karar verir ve bu karar devlet aracılığıyla uygulanır. Konulmuş olan standartlara harfiyen uyum zorunludur. Bunlara uymayanlara verilecek cezalar da yine aynı standart kavramının içinde yer almaktadır. Örneğin kiliselerin temel törenlerinden biri olan ekmek ve şarap dağıtımı ayininde komünyon itibariyle Katoliklerin uymaları gereken kuralları Roma Kilisesi belirlemiştir ve bunun dışına çıkılamaz. Katolik ve Ortodoks kiliselerinde komünyon standartlarını uygulayan ve kiliselerin varlıklarını sürdürmelerini sağlayan din adamlarına “ruhban” denir ve bunlar bir sınıf oluştururlar. Hristiyanlıkta kulla Tanrı arasında işte kendilerine Tanrı tarafından verildiğini öne sürdükleri yetkiye dayandırarak standartlar koyan ve bunları uygulatarak kulları Tanrı’ya ulaştırdıklarını 221

iddia eden ruhbanlar sınıfı vardır.

. zOrtodoks olunabilmesi için gereken üçüncü koşul, gelenek sahibi olmaktır. Gelenek varsa Ortodoks da vardır. Katolik kiliseleri gibi aynı Ortodoks kiliseleri de, Hristiyan geleneğinin tam ve tek temsilcisi olduklarını belirtirler. Hristiyanlığın hiçbir bozulmaya uğramadan, özgün haliyle, kendi inanç sistemleri içinde yaşamakta olduğunu ileri sürerler. Tarih boyunca Hristiyanlık ve kilise için savunmalar yazmış olan Apologist denilen din büyüklerinin yolunda ilerlediklerini söyleyerek bunu kanıtlamaya çalışırlar. Apologistler bazı durumlarda bir şahsı aynı anda hem Katolikliğin hem de Ortodoksluğun tek ve değişmez savunucusuymuş gibi gösterilebilmişlerdir.[222]

Hristiyanlıkta gelenek başlı başına önemli rol oynayan bir kavramdır. Şöyle ki; Katolik ve Ortodoks kiliselerinde gelenekçi diye bilinen ve yerleşik düzeni savunan din adamlarıyla çağdaşlaşmacı denilen din adamları daima çatışmışlardır. Katolik Kilisesi bu çatışmalardan doğan bir formülle gelenekçi-çağdaşlaşmacı çatışmalarını bir

uzlaşmaya bağlamıştır. Ortodoks âlemi de benzer bir kavramı bu bağlamda kullanmaktadır. Katolik Kilisesi’nin formülü şudur: “Eski için yeni fikirleri dene, olmazsa yeni için eski fikirlere sarıl.” Ortodokslarsa değişim fikrini Metanoia kavramıyla tanımlarlar yeri ve zamanı gelince Metanoia’nın kaçınılmaz olduğunu vurgulayarak duyuş, düşünüş ve davranışlarında çağın isteklerine uygun metanoiayı 223 yaparlar.

Buraya kadar Altındal tarafından Ortodoks kiliselerinin yapısı ve işleyiş mantığı hakkında teknik ayrıntılara girmeden fikir verebilecek bir resim çizilmiştir diyebilirim. Altındal’da Ortodoks Kilisesi’nin tarihsel kökenini tanıyarak bu resmi renklendirmeye başlayabiliriz.

Ortodoks Kilisesi denildiği zaman, akıllara Bizans İmparatorluğu gelir. Ortodoksluk, Bizans’la, yani Doğu Roma İmparatorluğu’yla özdeşleşmiştir. Bu sebepledir ki Ortodoks Kilisesi’nin tarihi, Bizans’ınkinden ayrı olduğu düşünülemez. Ortodoksluk tarihiyle ilgili her araştırma, Bizans’ın devlet yapısıyla birlikte değerlendirilmek mecburiyetindedir. Çünkü dünyaya Ortodoksluğu hediye eden de, onu koruyup geliştirmiş olan da Bizans ve onu yönetmiş olan hanedanlardır.[223] [224] Bu sebeple Ortodoks Kilisesi’ni tanıtılacaksa öncelikle Bizans’ı tanıtarak başlamak gerekir.

Ortodoks Hristiyanlığın ilk merkezi İstanbul ve onunla birlikte Patriklik düzeyinde olan Kudüs, Antakya ve İskenderiye ile bunlara sonradan katılan Kraliçe Roma adlı Moskova Patrikliği en üst kiliselerdir. İstanbul bunların arasında primus inter pares denilen bir sisteme göre eşitler arasındaki birincidir.[225]

16. ve 17.yüzyıllarda Ruslar ve bugün Ukraynalı denilen Slavlar çok güçlü bir dinsel sorunla karşı karşıya kalmışlardı. Bu bir yüzyıllık dönem içinde sürekli gelişme göstermiş olan Osmanlı Devleti’ne ve onun dini olan İslamiyet’e karşı korunabilmek amacıyla Roma Katolik Kilisesi’nin dinsel geleneği ve ilkeleriyle Rum Ortodoks Kilisesi’nin dogmalarını birleştirebilmek arzusu yaygınlaşmıştı. Daha sonra Uniate Kilisesi denilecek olan bu kilise tipi işte bu yakınlaştırma ve bütünleştirme çabalarından doğmuştu. Günümüzde Ukrayna’da egemen olan Uniate Kilisesi, ne tam Katolik’tir ne de tam Grek veya Rus Ortodoksu’dur.[226] [227]Kendi başına bir kilise olan Uniate, Ukrayna Kilisesi üzerinde hem Papalığın hem de Moskova’daki Rus ve Grek Ortodoks Kiliseleri 227

hak talep etmektedirler.

Geçmişte olduğu gibi günümüzde de Rusya’da Ortodoks âleminin her milletine mensup, milli kilise bulunmaktadır. Bir de 1821’den itibaren güçlendirilmiş fakat 1912’de ezilmiş olan bir de Grek Ortodoks Kilisesi bulunmaktadır. Rus Ortodoks Kilisesi’yle Grek Ortodoks Kilisesi günümüzde beraber Ortodoksluğun en önemli temsilcileri konumundadırlar. Tarihteki tüm iddialarını yeniden gerçekleştirme çabalarına giren bu kilisenin kendisi için koyduğu nihai hedef, İstanbul’un Ortodoks kimliğinin, Rus Ortodoks Kilisesi’nin denetimi altına alınarak bir kez daha tarih sahnesine çıkartılmasıdır.[228] Altındal, Rusya’daki Ortodoksluğu, hiç kuşku duyulmayacak bir şekilde, tüm dünya Ortodoksluğu için önemli görmektedir. Yani Ortodoks âleminde bir girişim yapmak için Rusya’yı dikkate almak gerekir. İstanbul’daki Fener Rum Patrikhanesi, statü itibariyle eşitler arasındaki birinci konumdaysa da, son sözde en büyük pay Rus Ortodoks Kilisesi’ndedir. Altındal, Ortodoks kiliseleri arasındaki ilişkiyi bu şekilde açıklamıştır. Ortodoks âleminin İstanbul üzerindeki emellerinin, hiç kimse kuşku duymasın ki bugün de aynı hız ve hevesle sürdüğünü de sözlerine eklemiştir.[229]

Yunan Doğu Ortodoks Kilisesi, tüm Ortodoks âleminde gerçekte ruhani olmayan bir kurumdur. Nedir ki müthiş politize olmuş bir kurumdur bu. Kıbrıs Ortodoks Kilisesi’yle arasında bazı dinsel farklılıklar da vardır ama siyaset, bu kiliselerde dinin ve inançların önünde yer aldığı için aradaki esas farklılıklar görmezden gelinebilmektedir. Yunanistan Ortodoks kiliselerinin Komünizm nedeniyle içine sürüklendikleri yoksulluk ve bilgisizlik ortamından çok fazla yararlanmıştır. Buradaki manastırlar tüm güçleriyle Ortodoks kiliseleri için papaz yetiştirmektedirler. Rus kiliseleri de yetersiz kaldıklarında, boşluk Ortodoksluktan çok Hellenizme bağlı olan Yunanlı papazlar 230 tarafından doldurulmaktadır.[230]


Dünyada yaklaşık 300 milyon olan Ortodoksların kiliselerini Altındal hiyerarşik bir yapıda olduğunu belirtmiş ve üç kattan oluşan hiyerarşide katmanları şöyle sıralamıştır:

1)   Birinci grupta yer alan Ortodoks kiliseleri patriklik seviyesindedirler. Bunlar İstanbul, İskenderiye, Antakya ve Kudüs’tür. Antakya Ortodoks Kilisesi, Suriye’nin başkenti Şam’da olandır, Türkiye’nin Antakya şehrinde değil. Bu dört patriklik arasında İstanbul Ortodoks kiliseleri arasında Konstantin tarafından kurulduğu için, tarihsel önceliği sebebiyle değil, “Eşitler Arasındaki İlktir.”

2)   İkinci grupta yer alan kiliseler ulusal kiliselerdir. Bunlar başta Moskova olmak üzere Belgrad-Sırp Ortodoks, Bükreş, Sofya’dır. Yunanistan, Sofya’nın ve Makedonya’nın milli kilise statüsünü kabul etmemektedir. Bu grupta yer alan bir kilise de Tiflis’teki Georgiyen Katholikat Kilisesi’dir.

3)   Üçüncü grupta yer alan Ortodoks kiliselerine Autosephalis Kiliseleri denir. Bu grupta yer alan kiliseler şunlardır: Kıbrıs, Yunanistan, Arnavutluk, Polonya, Çekoslovakya. Bu gruba İstanbul Fener Patriği I. Dimitrios tarafından verilen Gürcistan Ortodoks Kilisesi de katılmıştır. Dinsel konularda kendilerini ilgilendiren idari işlerde otonomdurlar ama dinsel konularda kendi başlarına ve Ortodoksluğu bağlayıcı kararlar alamazlar. Bunlar kendi kilise işlerini ulusal düzeyde, patriklerden bağımsızca yönlendirme hakkına sahip olan kiliselerdir.

1'-'11i231

Bu kiliseler, otonom olmalarına rağmen patriklere bağlıdırlar.231

6. yüzyıldan 16. yüzyıla kadar süren bin yıllık dönemde Ortodoks âlemi, gözleri önce Bizans’ta, sonra da Moskova’da olarak yaşamıştı. 1453’te İstanbul Türk-Osmanlı Sultanı Fatih tarafından ele geçirilince Moskova Kilisesi, kendisini 3. Roma ilan etmişti. Ortodoksluğu yeryüzünde kendilerinin temsil etmekte olduğunu vurgulayan Ruslar, günümüzde de, Bizans Devletler Topluluğu’nu andıran yeni bir girişim başlatmak amacıyla çeşitli girişimlerde bulunmaktadır.


Fener Rum Patrikhanesi

“Ekümenik” sıfatını kullanmaya çalışarak Altındal’ın deyimiyle “Küçük Patrikhanene’den Büyük Ağabey Kilise havasına girmeye çalışan”[232] [233] ve bu doğrultuda dini siyasete alet eden Fener Rum Patrikhanesi, Altındal’ca şöyle anlatılıyor:

“Fener Patrikhanesi’nin ruhani önderliğine seçilen patrikler, Ekümenik yani evrensellik iddiasındaki din adamlarıdır. Resmi sıfatları ise tam olarak şöyledir: Yeni Roma ve Ekümenik Patrikliğin Başpiskoposu. Burada sözü edilen Yeni Roma İstanbul 233

şehrinin sadece Ortodoksluktaki değil, tüm Hnstiyanlıkta vaftiz adıdır.

Fener patriklerin Ekümenik sıfatını taşıyıp taşıyamayacakları uzun yıllar sürmüş tartışmalarda kalmıştır. Kilisenin iddia ettiğine göre bu sıfat ruhani bir sıfattır, dünyevi değil, Evrensellik denildiğinde anlaşılması gereken, kilisenin evrenselliğidir. Roma’daki Katolik Kilisesi’nin ve Papalığın itirazı da işte tam bu noktada başlamaktadır. Çünkü Hristiyanlığı kim temsil edecektir sorusunun yanıtını Katolik Kilisesi 1054 yılında vermiştir. Buna göre Katolik Kilisesi ve Papa, İstanbul’daki patriği aforoz etmiş yani Hristiyanlık dışı bırakmıştır. Nitekim bu nedenle de kendilerinin gerçek Hristiyanlığın evrenselliğinin temsilcileri olduklarını vurgulayan Katolik sıfatını güçlendirmiştir. [234]

Fener Patrikhanesi ruhani bir birimdir, siyasal değil denilebilir. Bu görüşte bir noktaya kadar haklılık da gözükmektedir, Altındal’a göre gerçek durum böyle değildir. Fener Patrikhanesi, gerçekte tam bir siyasal birimdir. Fener Patrikhanesi, Hristiyan âleminde özel statüdeki bir kiliseyi temsil etmektedir. Bu özel statüdeki kilise tipine, Batı ilahiyatında etnarşi denilir. Açıklaması ise şöyle yapılmaktadır: Lozan’da azınlıkların varlığı ve hakları kabul edilmiş ama Fener Patrikhanesi, sadece bir azınlığın kilisesi olarak belirtilmiştir. Fener Patrikhanesi, gerçekten de statüsü itibariyle bir azınlık kilisesidir. İşte bu özellik, üzerinde çok dikkatle durulması gereken bir gerçektir. Fener’in öne sürdüğü gibi ekümenik kilise değildir. Evrensellik iddiasındaki Fener Patrikhanesi, Altındal’ın da üzerinde önemle durduğu gibi, gerçekte bir azınlık kilisesi olduğunu bilerek kelimenin tam anlamıyla siyasi ve ideolojik faaliyetler yürütmektedir.[235]

3.2.4.    Protestanlık

Manastır öğretilerinden çok etkilenmiş olan iki ünlü din adamı Martin Luther ile Calvin’dir. 16.yüzyıla damgalarını vuran ve o zamandan bu yana Hristiyanlığın gündeminde kalan bu iki din adamından Luther, 1521 yılında Katolikliği eleştirdiği için Papa X. Leo tarafından aforoz edilmiş, yani Hristiyanlıktan çıkarılmıştır. Luther, Katolik Dini’nin yedi temel akidesinden sadece iki tanesinin Hristiyanca olduğunu, gerisinin kilise tarafından uydurulduğunu öne sürmüştür. Bu iki Sacrament, vaftiz ve komünyondu.[236] [237]

Luther mücadelesini yarım bırakmamış ve sonuna kadar sürdürmüştür. Bu mücadelenin en keskin göstergesi olarak da eski bir rahibe olan Katherine’le evlenmiş ve kendi manastırına yerleşmiştir. Luther’in ilkeleri, Protestanlığın Lutheran kolunu 237

kurmuştur.

Altındal, Luther’i, Katolik dinini yıkan ve bir anlamda Avrupa Hristiyanlığı denilen Protestanlığı kuran şahıs olarak niteler. Bu Hristiyanlıkta temel kavram, çalışmaktır. Luther’in çalışmayı ibadet olarak gördüğünü, ayrıca antisemitizmi de çok yücelttiğini, Yahudileri ve Türkleri yeren, aşağılayan birçok kitabı ve yazısı var olduğunu söylemiştir. Türklerin ve Yahudilerin kılıçtan geçirilmesini öneren Luther, aynı zamanda prenslerden yana ve köylülere karşıdır. Prensler seküler olmalarına rağmen, ilahi yasaları uygularlarsa kendilerine isyan eden Hristiyan köylüleri kılıçtan geçirme hakkına sahip olurlar diyen yine Luther’dir. Altındal Luther’in ölümünden sonra Katolikler tarafından kılıçtan geçirilen Protestanları, o beğenmediği Osmanlı padişahlarının koruduklarını ve Osmanlı topraklarına konuk etmişliklerini ilginç bulduğunu da sözlerine eklemiştir.[238]

Günümüzde Lutheran kiliseleri, özellikle de ABD’dekiler, Luther’in Yahudiliği lanetleyen kitaplarını Index dışı yani okutulmayacak kitaplar olarak kabul etmiş ve Yahudilerle yakın ilişkiler kurmuşlardır. Luther’in aforozunun üzerinden 460 yıl geçmiş olmasına rağmen Vatikan hala onun yaptıklarını affetmemiş ve kaya gibi imanın sadece kendisinde olduğunda ısrarlı davranmıştır. [239]

Avukat olan Calvin ise, Protestanlığın Calvinist kanadını kurmuştur. Merkezi İsviçre’nin Cenevre şehrindedir. Calvinist doktrinde kilise, devletin ta kendisidir. Dolayısıyla yönetim Calvinist Kilise’nin papazları tarafından yapılır. Din devleti en çok Calvinist doktrinde uygulanmıştır. Bu teokrasiyle yönetilen Cenevre, 1908 yılına kadar din devleti statüsündeydi. Calvinistler, özellikle ahlak konusunda çok duyarlıdırlar. Katı aile kuralları vardır. Kadın değil, çalışma ve ibadet önce gelir.[240]

Altındal, Katoliklik ve Protestanlığın işleyişindeki temel farkı şöyle ifade etmiştir: “Hristiyan âleminde Protestanlar kendi inanç sistemlerine daha sıkı bağlıdırlar, daha katı ve hoşgörüsüzdürler. Ama Katolikler için Hristiyanlık, milliyet ve ırktan önce gelir. Bundan dolayı bir Polonyalı veya İtalyan kendisinin adının Hristiyan, soyadının da Katolik olduğunu söyler. Roma’daki Katolik Kilisesi’nin yüzyıllar boyunca ayakta kalmasını sağlamış olan psikolojik faktörlerden biri de budur.”[241]

3.3.    HRİSTİYAN TARİKATLARI

Hristiyanlıktaki en yaygın anlamıyla tarikatlar; bekârlık, fakirlik ve itaat yeminini açıkça yapan erkek ve kadınların oluşturduğu kuramlardır. Gerekli şartları yerine getirerek bu kurumlara kabul edilenler, burada ortak bir hayat tarzı yaşarlar, belli kuralları takip ederler, eğitim, yardım çalışmaları veya misyonerlik hizmetleri gibi özel bir çalışma biçimine bağlanırlar. İster tarikat üyeleri tarafından bir şekilde seçilmiş olsun isterse Kilise yüksek otoritesi tarafından tayin edilmiş olsun, otorite sahibi bir idareciye itaat ederler.[242]

Altındal’a göre, Vatikan’ın iç siyasetinde ve çekişmelerinde dört dinsel akım etkili olmaktadır. Bunlar Dominikenler, Fransiskenler, Cizvitler ve Opus Dei’dir. Bunlardan birincisi Dominiken Tarikatı’dır. Dominikenler, “Önce Kilise” diyen tarikattır. Gaddar ve dogmatiktirler ama aynı zamanda Aristokratik de olmakla tanınırlar. Ortaçağ’ın Engizisyon Mahkemelerini Dominikenler kurmuşlar ve özellikle cadı diye nitelendirdikleri kadınları, milyonlarca insanı yaktırmışlardır.

Dominikenlerin tam karşısında Fransisken Tarikatı vardır. Bunlar için ise önce Roma’daki Kilise değil, “Önce Hristiyanlık” gelir. Fransiskenler din adına karşılıksız çalışan, yoksulluklardan yana olan keşişler topluluğudur. Onlar için önce Papa veya Kilise değil, Hristiyanlığın yeryüzünde hâkim olması önemlidir.

Altındal’ın belirttiği üçüncü topluluk Fransiskenler kadar çalışkan, ama Dominikenler kadar acımasız olabilen Cizvitler Tarikatı’dır. Bunlar Katolik âleminin entelektüelleri konumundadırlar. OPUS DEI ne denli masonik ve gizli ise Cizvitler de o denli deneyimli, bilgili ve entrikacıdırlar. Bunlar için önemli olansa “Papalık Makamı”dır. Kilisenin kendisi veya Papaların kendileri değil, Papalık makamının savunulması ve korunması öncelik taşımaktadır. Altındal’a göre Cizvitler bu anlayışla birçok papaya karşı çıkmışlardır. Papalık Makamı’nı yücelten Cizvitler ile Papaları yücelten OPUS DEI kavgalıdırlar. OPUS DEI, Cizvitlere göre Papa-Tapıcılığı 243 yapmaktadır.

Altındal’a göre Vatikan devletinin uluslararası resmi ideolojisini Ekümenizm Hareketi’dir. Bu dört akımın ortak paydalarıyla oluşturulmuş ve tüm Hristiyan âlemini bir çatı altında toplamayı öngörür.[243] [244] [245]

3.3.1.    Cizvitler

Cizvitler ’in hedefi bütün insanlığı Hristiyanlaştırmak ve Hristiyan olanların da inançlarını hiç taviz vermeden yaşamalarını sağlamaktır. Bu sebepten dolayı kurucusu Loyola, gerek bu teşkilâta girmek için gerekse iyi bir Cizvit olarak yetişmek için 245 oldukça sert ve katı kurallar koymuştur.

En hızlı misyoner örgüt olan Cizvitler, Vatikan’ın iktidar kavgasında önemli yer tutar. Avrupa Parlamentosu’nda çok etkili bir gruba sahiptir. “ Christians For Europe”(Avrupa İçin Hristiyanlar) isimli grubun içinde yer alırlar. Altındal, Cizvitlerin mücadele anlayışları ve örgütlenme itibariyle Templar geleneğini anımsatmakta olduğunu söylemektedir. Şövalyelik ruhuna dayalı olan Templar gibi Cizvitlerin kurucusu da bir askerdir. 1520 yılında, Ignatios Loyola tarafından kurulan Cizvitler, Roma Kilisesi’nde daima askeri konularda ve stratejilerde uzmanlaşmış ve bu konularda kiliseye danışmanlık yapmışlardır. Aynı Templar gibi kısmi bir özerklik taşımışlar, çoğu zaman kendi yasalarını ve kurallarını kendileri koymuş, Papaların emirlerine uymakta fazla istekli davranmamışlardır. Bu sebeple, yine aynı Templar gibi Cizvitler de papaların öfkesine maruz kalmışlardır. Örneğin 1773’te Papa XIV. Clement, Cizvitleri gizli faaliyetlerde bulundukları sebebiyle Kiliseden çıkartmış ve onları ezmiştir. Cizvitler yaklaşık 40 yıl yeraltı kilisesinde kaldıktan sonra 1814’te eskisinden daha güçlü olarak yeniden Roma Kilisesi’ndeki egemen yerlerini geri almışlardır.[246]

Altındal, Cizvitlerin kendilerini Tanrı’nın askerleri olarak gördüklerini söyler. Fakat ellerinde diğer hiçbir Hristiyan tarikatında görülmeyecek kadar acımasız ve sağlam olan “Disiplin” vardır, kılıç değil. Bu disiplin sayesinde Cizvitler, Hristiyanlığı Japonya’ya kadar yaymışlardır. [247]

Altındal’a göre Cizvitler, tüm Avrupa’nın başta da Diaspora Kiliseleri denilen eski sosyalist ülkelerdeki nüfusun yeniden Hristiyanlaştırılması tezini destekler. 1992 yılında İstanbul’da Fener Patrikhanesi’nde toplanan Ortodoks patrik ve metropolitleri, Katoliklerin Ortodoks asıllı Slavları Katolikleştirmekte olduklarını öne sürerek, Katolik Kilisesi’nin bu “Yeniden Hristiyanlaştırma” çabalarını kınamış ve buna son vermeleri çağrısında bulunmuşlardır.[248]

Özellikle Avrupa’da Cizvitlerin girişimleriyle yeniden Hristiyanlaştırma gayretlerinin işlendiği konferanslar ve seminerler toplanmıştır. Altındal’ın üstünde durduğu bu toplantılardan biri de tüm Avrupa’dan gelen 137 Katolik piskoposun katıldıkları, 1991’de Roma’da toplanan ve bir toplantıdır. Altındal’a göre toplantıda aynen “Avrupa’nın yeniden Hristiyanlaştırılması, sadece dindar-Katolik-olanların yeniden Kiliseye kazandırılması değil, aynı zamanda sekülerleşmiş olan Batı Avrupa’nın da yeniden Katolikleştirilmesini öngörür.” şeklinde bir karar alınmıştır. Katolik Kilisesi’nin bu açık meydan okuyuşu özellikle Rus Ortodoks Kilisesi tarafından protesto edilmiş ve Rus Ortodoks Kilisesi, Katolik misyonerlik alanlarının Rusya ve eski sosyalist ülkeler olmadığını, Uzakdoğu ve Müslüman ülkeler olması gerektiğini vurgulamıştır. Katoliklerden ilk olarak bu hedeflere doğru yönelmelerini, aksi durumda Ekümenizm Hareketi’ne sıcak bakmaktan vazgeçeceğini belirtmiştir.[249] [250]

3.3.2.    Opus Dei

OPUS DEI(Tanrı’nın İşleri) adlı gizli örgüt 2 Ekim                1928’de Madrid’de

kurulmuştu. Kurucusu sıradan bir papaz olan, Jose Maria Escriva de Balaguery Albas’tı. Altındal’a göre Escriva’nın amacı din adamlarını değil, ama en az onlar kadar Katolikliğe sadık laik iş ve meslek sahiplerini bir araya getirerek Papa’ya Vatikan dışında destek olacak iyi eğitim görmüş ve varlıklı olan elit bir kadroyu oluşturmaktı, oluşturdu da. Böylelikle ilk laik muhafızlar örgütünü kurmuş oldu. Vatikan’a bağlı, ama onun içinde yer almayan bir örgüt oldu. Doktorlar, gazeteciler, yazarlar, işadamları, mimarlar, avukatlar, vb. bir arada OPUS DEI için çalışmaya başladılar. Aynı meslek sahipleriyle çeşitli ülkelerde ilişkiler kurdular. Bu ilişkileri sağlayabilmek için iki anahtar kavram seçmişlerdi. Birincisi “Diyalog”, ikincisi de “Hoşgörü”. Kendisini, barışsever ve eşitlikçi, uygar, demokrat kabul eden hiçbir aydının bunlardan kaçınması mümkün değildi. OPUS DEI bu kavramları kullanarak birçok ülkede toplantılar, seminerler ve konferanslar düzenledi. Oluşturulan bu “Dayanışma” grupları tek amaca 250 gerçekte hizmet ediyordu: OPUS DEI nin Vatikan içindeki yerini güçlendirmeye.

OPUS DEI, sadece 85 yıllık ve İspanyol asıllı bir örgüttür. Altındal’a göre, gittiği her ülkede ilk olarak mesleğinde çabuk yükselmek isteyen hırslı, kendilerini çok önemseyen fakat nedense adlarını duyuramamış aydınları ve yerleşik, ahlaki değerlere önem vermeyen şahısları avladı. Özellikle TV ve basın da bunları destekledi böylelikle mesleklerinde adlarını duyurmalarını sağladı. Sonra da onlara yaptıklarının karşılığı olarak, ülkede her istediğini yaptırır hale geldi. OPUS DEI’nin tuzağına düşmüş günümüzde “Dialog ve Hoşgörü” savunucusu birçok aydın ve gazeteci vardır. Altındal’ın benzetmesiyle bu şaşkın ördekler kiminle yatağa girmiş oldukları iş işten geçtikten sonra anlamayacak kadar bağımlı hale getirilmişlerdir.[251]

Onlara göre Papa'nın kimliği, Kilise'nin de, Papalık Makamının da üstündedir. Papa, Tanrı-Krallığı’nın kutsal lideridir. Böylesine ulvi bir mertebeye erişebilen kişi de elbette harikulade bir kişidir. Bu sebeple, OPUS DEI Kilise’yi ikinci planda görür ve böylesine olağanüstü bir kişi tarafından temsil edilen Vatikan Devleti’ni yüceltir.

1950’de, Escriva ilk kez Vatikan’ın dikkatini çekebilmişti. Escriva’ya ve OPUS DEI’ye Papa XII. Pius, Katolikliğe hizmet eden “Seküler Enstitü” statüsü verdi. Daha sonra Escriva, 1960 yıllarında Papa XXIII. John’dan ve sonraki Papa VI. Paul’den de yakınlık gördü. Özellikle din adamı olmayan meslek sahibi üyeleri komünizme karşı Polonya’da yürütülen gizli, yeraltı çalışmalarında çok çalıştılar. Bunların sonucunda Escriva, “Preletür”(Bölgesiz Dini Yetkili) sıfatını kazandı. OPUS DEI, bundan sonra daha da büyüdü ve gelişti.[252]

Altındal’a göre OPUS DEI, gerçekte sadece Katolikliğin egemenliğini temin etmeye uğraşıyordu fakat görünüşte tam bir Seküler örgüt gibi çalışıyordu. Bu gerçek Escriva’nın 1970’li yıllarda bölge kumandanlarına gönderdiği ve Non Ignoratis(Gözden Kaçmasın) başlıklı mektubunun basına sızdırılmasıyla ortaya çıktı. Escriva mektubunda kendilerinin seküler sayılmalarının sadece bir taktik olduğunu ve tek hedeflerinin bu maske altında Katolikliği egemen din olarak yerleştirmek olduğunu vurguluyordu ve bu hususun gözden kaçırılmaması gerektiğini söylüyordu.[253]

Escriva 26 Haziran 1975’te ölünce, yerine yıllardır yanında bulunan Dr. Diez Sollano geçti. Artık uluslararası bir güç haline gelen OPUS DEI’nin yaklaşık 80 ülkede 75.000 üyesi olduğu tahmin ediliyordu. Altındal’ın verdiği örneğe göre, Protestanlığın kalesi sayılan Alman-İsviçre’sinde ve Protestanlığı ile övünen İngiltere ve Almanya da bile bu korkutucu Katolik örgütü kendisine yer açmış ve Katolikliği yaygınlaştırmaya başlamıştı. Protestanlığın kalesi olarak tanınan İsviçre’nin Zürih kenti şimdi Katoliklerin egemenliğine girmişti.

Altındal’a göre Escriva, Diktatör Franko’ya çok yakın duran bir din adamıydı. OPUS DEI onu var gücüyle destekledi. Franko Kabinesi’nden karşılığında da 10 bakanlık aldı. Böylece çok büyük bir sermaye edinme şansını yakaladı. Bu servetle uluslararası ve yeni şirketler kurdurarak özellikle İspanya’nın turizm sektöründeki gelirlerinden büyük pay almaya başlamıştır ayrıca inşaat sektörüne girmiştir. Daha sonraları da eğitim alanına açılmıştır. Çeşitli ülkelerde okullar açmaya başlamış olan 254

OPUS DEI nin dünyada sayısız okulu ve 428 üniversitesi vardır.

OPUS DEI lideri Escriva, Papa seçtirdiği II. John Paul tarafından, ölümünden 15 sene sonra aziz yapılmak için sırada bekleyen iki bin kişinin önüne geçirildi. Altındal’a göre Escriva, 15 yılda aziz olma yoluna girdi. Normal olarak 300 sene beklemesi gerekirdi. Halen Vatikan’da en önemli kurumlardan biri olan “İnançsızlar ve Hristiyanlık Dışı Dinler” Bakanlığı’nı elinde tutar. OPUS DEI, bu kurum aracılığıyla özellikle Müslüman ülkelerle ilişki kurmaya çalışmıştır. Altındal, Türkiye’de de OPUS DEI’yle iş ve ticaret ilişkileri içinde olanların hiç kuşkusuz var olduğunu belirtmiş ve OPUS DEI’nin, var gücüyle tüm kiliseleri birleştirmeyi öngören Ekümenizm 255

Hareketi ni desteklemekte olduğunu söylemiştir.

Günümüzdeki en güçlü ve gizli Katolik örgütü olan OPUS DEI’nin üyelerinin tümü Katolik meslek sahiplerinden oluşmakta ama her ülkede örgütten mesul bir kardinal bulunmaktadır. Bu kardinallerin dokunulmazlıkları vardır. Vatikan pasaportu taşırlar ve bir tek Papa’ya karşı sorumludurlar. Altındal’a göre Curia’nın bile bunlara gücü yetmemektedir.

Opus Dei ile ilgili pek çok tartışma yaşanmış ve olumsuz görüşler dile getirilmiş buna rağmen örgüt herhangi bir açıklama yapmamıştır. Altındal’ın yer verdiği bu görüşlerden bazıları şunlardır: Bu olumsuz görüşlerden birinde OPUS DEI’nin kendisiyle Komünizm kadar mücadele edilmesi gereken, gizli çalışan aşırı sağcı bir harekettir olduğu belirtilmiştir.

Diğer bir görüşte, bu örgüte OPUS DEI değil OCTOPUS DEI (Ahtapotun İşleri) denilmeliydi. Polonyalı Kardinal, şair ve aktör Karol Wojytla’yı, Papa II. John Paul olarak Vatikan’daki tahta oturtan bu örgüttür. [254] [255] [256]

Anlaşılacağı üzere kısaca OPUS DEI, hakkında çok fazla konuşulan, yorum yapılan ama günümüz dinsel toplulukları içinde, hakkında en az şey bilinen örgüttür.

3.4.    GİZLİ ÖRGÜTLER

Altındal’a göre bütün gizli örgütlerin ortak bir paydası vardır: olduğundan daha fazla esrarengiz görünmek. Bunu temin edebilmek için de dört yol denemişlerdir. Birincisi göze görünmeyen güçlerle anlaşmalı oldukları ve bunları kullanabildikleri iddiasıdır. Buna göre yeryüzünde ve evrende göze görünmeyen fakat hayatı yönlendiren güçler vardır ve (x) örgütünün kurucuları da bu güçlerin sırlarına ulaşmışlardır ve onların lütfedip aralarına aldıkları üyeler de bu güçlerle tanışıp onların sırlarına vakıf olabilirler. Bu çok çekici bir iddiadır ve kişilerin bu tip gizli örgütlere katılmalarına yol açar. Örneğin masonlar kendilerinden olmayanların bilemeyecekleri çok gizli müthiş sırlara vakıf olduklarını öne sürüp sürekli gündemde kalarak ilgi odağı olmayı başarmışlardır.

İkincisi ortada hiçbir sır bulunmadığı halde varmış gibi davranmaktır. Perdenin arkasında göze görünmeyen güçler bulunduğu bunların bir “Kabal” oluşturdukları ve gizledikleri sırları seçtikleri kişilere verebilecekleri şeklinde propaganda yapmak. Bunlara inananlar ortada gerçekte hiçbir sır bulunmadığı halde “kendine telkin” yöntemiyle müthiş ve muazzam bir sırrın bulunduğunu düşünürler. Bu tip sahte esrarengiz örgütlerde gerçekte gizlenen hiçbir sırrın olmaması en büyük sırdır Altındal’a göre. Birçok Katolik gizli örgüt bu ilkeye göre kurulmuş ve yönetilmiştir. Örneğin Tapınak Şövalyeleri...

Üçüncüsü, seçilmiş/seçkin olmak iddiasıdır. Buna göre bazı kişiler birtakım doğaüstü güçler tarafından belirli özellik ve yetenekleri nedeniyle seçilmiş ve insanları yönetmek için onların arasına gönderilmişlerdir. Bu seçkin vatandaşlarda hiç kimselerde olmayan gizil güçler, seziler, bilgiler vardır.

Dördüncüsü, örgütün sakladığı gizli bilgilerin kaynağının gerçekte doğada ve evrende bulunduğunu ve bunların ilmi, felsefi ve bilimsel olduklarını fakat egemen bir gücün(örn. Kilise) çıkarlarına aykırı olduğu için zorunlu olarak yeraltına itildiğini öne sürerek akademik ve seçkin aydınların ilgisini çekmektir.[257]

Gül ve Haç Alman kökenli, insan hakları savunuculuğu yapan Tapınak Şövalyeleri Fransa, Farmasonluk İngiliz ve İskoç tarafından tarih sahnesine çıkartılmış okültik- gnostik gizli Hristiyan örgütleridir.[258] [259]

Gnostik- Masonik Hristiyan kültürel mirasında, Vatikan ve diğer örgütlü resmi kiliseler yoktur. Gnostiklerle Kilise arasında İsa’nın yaşadığı varsayılan günlerden bu yana kavga vardır. Altındal’ın belirttiğine göre, Gnostiklerin Hristiyanlığı ile Kilise Hristiyanlığı neredeyse taban tabana zıttır. Örneğin Kilise için İsa Mesih ve Bakire Meryem önemliyken, Gnostikler için, Vaftizci Yahya ve eski fahişe-ve onlara göre İsa’nın karısı-Mecdelli Meryem önemlidir. İsa’yla ilgili İncil’de yazılan her mucizeyi gerçekte başkaları yapmış ama Kilise Babaları bunları “İsa Yapıtı” diyerek insanları 259 aldatmıştır.

Gnostik-Hristiyanlar, Ana Kilise tarafından Ekümenikal konsillerde ve Synnodlarda kabul edilen kararlar çerçevesinde oluşturulan canonlara uygun olarak İsa’nın 12 havarisinden Peter(Petrus), James(İsa’nın kardeşi sayılan), John ve Andrew’a öncelik vermezler. Bu havariler, resmi yerleşik Kiliseler için önemlidir. Ama Thomas, Philip, Mathew ve Bartolomew, Gnostikler için çok önemlidir. Gnostikler için Philip’in İncili ve bu Meryem’in İncili çok değerlidir. Bu kitaplar resmi kilise tarafından tanınmazken, Gnostik-Hristiyanlar için neredeyse en kutsal kitaptır.[260]

Altındal’ın bu gizli örgütlerle ilgili üstünde önemle durduğu diğer bir mevzu da, 18. yüzyıldan bu yana Tapınak Şövalyeleri, Gül ve Haç Kardeşliği ve masonların ortak bir strateji izleyerek Avrupa Birliği’ni kurmaya çalışmakta olduklarıdır. Bu üç gizli örgüt, bu gayeyle bir de İnsan Hakları Locası kurmuştu. Alman İmparatoru Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda bu locanın üyeleri tarafından tahtından feragate zorlanarak Hollanda’ya gönderildi. Bu üç gizli örgütün üç locası son asırdır özellikle Avrupa siyasetinin gerisindeki en güçlü temsilcileridirler.

Bu gizli örgütlerin hazırladıkları üst tasarıma göre, masonik evrensellik ilkesine göre inşa edilecek olan, Avrupa Birliği bir Hristiyan Birliği olacaktı. Birleşik Avrupa’da, masonların Tanrı’sı “Kâinatın Yüce Mimarı” egemen olacaktı, Hristiyanlığın Tanrı’sı değil. 17.yüzyıldan beri, bu gizli örgütler bu düşleri kuruyorlardı.

Bu sebeple de bir devlet gibi örgütlenmişlerdi. Kendilerini yönetmek için başbakanlar, bakanlar seçmişler, kendi adalet divanlarını, konseylerini ve kardeş localarını oluşturmuşlardı. Tıpkı “devlet içinde devlet”tiler.[261]

3.4.1.    Gül ve Haç Kardeşliği

“İsa Çarmıh’a gerildiği anda hemen ölmemişti. Büyük bir ıstırap çekiyordu. Bunu gören bir asker dayanamayıp mızrağıyla İsa’nın böğrüne bir darbe vurmuştu. Askerin amacı İsa’nın daha fazla acı çekmeden bir an önce can vermesini sağlamaktı. İsa’nın böğründen akan kan, ayaklarından ve ellerinden çivilenmiş olduğu Haç’ın dibinde birdenbire güller yeşermeye başlamıştı. İşte bu gül ve kan İsa’nın tensel canıydı. İsa bir çiçek olmuş ve açmıştı. Bu olayda kuşkusuz Haç da önemli bir anlama sahipti. Çünkü Haç olmasaydı İsa’nın kanının Gül’e dönüştüğü de bilinmeyecekti.”[262] Gül ve Haç konusundaki pek çok efsaneden yalnızca biri, belki de en çok kabul görmüş olanıdır. Gül ve Haç Örgütü, 2.yüzyılda Kudüs’te, Gül’ün ve Haç’ın bu türden mucizevi yönlerinin bulunduğuna inanmış şövalyeler tarafından kurulmuş ve günümüze kadar çeşitli dünya olaylarına müdahale ederek gelmiştir.[263]

Johann Valentin Andrea, Protestan papazı, Paracelsus’un tilmizi ve okültist ve alşimisttir. Avrupa’da egemen olan çeşitli Hristiyanlık inançlarının bir bütün olarak yeniden cumhuriyet şeklinde kurulmasını istiyordu. Tüm Hristiyanlığın bu cumhuriyette tek tanrının hâkimiyetinde dinleri ve mezhep başkalıklarını yok kabul ederek bir araya gelmeleri gerektiği inancındaydı. Bu birleşme deist bir anlayışla sağlanacak ve bir araya gelmede kimyasal nikâh(alşimist öğretisi) meydana gelecekti. Bu inanca sahip Valentin, işte Gül ve Haç Kardeşliği örgütünün bilinen ilk resmi sözcüsü ve kurucusu kabul edilmiştir.[264]

Altındal’ın belirttiğine göre Valentin’in bu örgüt için seçtiği arma şaşırtıcı şekilde Protestanlığın kurucusu Martin Luther’in kendisi için seçtiği aile armasına benzeşmektedir. Gül ve Haç Kardeşliğinin armasında 5 çeperli bir gül, siyah bir haçın kesişme noktasına, merkezine konulmuştur. Valentin’in haçın merkezine gülü koyması gelişi güzel bir olay değildi. Hristiyan geleneğinde her ‘Yeni Kudüs’ dünyanın merkezini oluşturuyordu. Valentin’e göre haçın merkezine konulmuş olan gül ‘Yeni Kudüs’ü temsil ediyordu. Bu Yeni Kudüs ise ‘Hristiyan Cumhuriyeti’nden başkası değildi. İkinci olarak ise, Haç ‘Geomantic’ coğrafi düzlemdeki Âdem’in başını, yani insanlığın özünü ve temelini temsil ediyordu. Bu sebeple Valentin haçın merkezine sır anlamına gelen gülü yerleştirmişti. Çünkü okültist Valentin’e göre o görkemli sır insanın yüreğinde değil, Haçın merkezinde gizliydi ve doğayı sembolize ediyordu.[265]

Vatikan 1986’da bir belge yayınlamıştır. Belgede zararlı görünen birçok örgüt arasında Gül ve Haç Kardeşliği ve onun iki kolu Altın Gül ve Haç isimli kuruluşlar yer almaktadır. Kilise’ye göre, örgüt her 108 yılda bir etkin dönemine girer ve 108 sene boyunca Christendome’u değiştirmeye, Christendome’a yeni bir düzen vermeye çabalar. Gül ve Haç’ın Christendome’u, 1909 yılında Vatikan’a göre başlamıştır ve 2017 yılında tamamlanacaktır. Gül ve Haç Kardeşliği’nin anlattığı İsa Mesih’le Kilise’nin resmi belgelerinde ve kutsal metinlerde yer alan İsa Mesih’in hiçbir alakası ve benzer yanları bulunmamaktadır. Christendome’da halen en çok saygı gören kuruluş Vatikan belgesine göre budur. Örgüt her biri 36 yıl süren periyotluk zaman dilimlerinde dünyaya şekil vermeye çalışmış tek okült örgütüdür.[266]

Gül ve Haç Kardeşliği örgütünü diğer tüm okült örgütlerinden ayıran başlıca özelliği Altındal’a göre şudur; bu misyonunun başlangıcını tüm gizli örgütler geçmişlerini Greklere, antik Mısır’a, Zerdüşt’e, Hindistan’a veya Mani’ye ve Çin’e kadar indirirlerken Gül ve Haç inilebilecek en son duraktan bile daha öteye daha geçmişe götürmüştür. Bu, Tanrısal Plan’ın yapıldığı zamandı yani Tanrı’nın evreni ve insanı yaratışından öncesi olan zaman. Bu İsa Mesih’in kendisini ispatlamak amacıyla öne sürdüğü, ölümden sonra yaşam şeklindeki verdiği sözden ve misyonundan daha şaşırtıcı ve inanılmaz bir iddiaydı. Çünkü kendi misyonunu Gül ve Haç Kardeşliği örgütü, ölümden bile öncesine götürmüştü. Kısaca, ölüm dâhil olmak üzere evrendeki her şey, bunların tümü bu gizli örgütün misyonundan daha sonra gerçekleşmişti.[267]

3.4.2.    Tapınak Şövalyeleri

Hristiyanlık özgün şekliyle askerlik yapmayı din adamlarına yasaklamıştır. Ama 11.yüzyıla gelindiğinde Kudüs’ü Müslümanlardan kurtarmak için Papalık, Haçlı Ordularının kurulması görevini bazı keşişlere verdi. İlk silahlı din adamı orduları böylelikle kurulmuş oldu. Bu tarikatların ilki, ilk başta para-militer nitelik taşıyan gizli Templar(Tapınak) şövalyeleri tarikatıydı. Bunlar Müslümanlara karşı savaşmak için yemin etmiş, İslami cihat kavramını Hristiyanlığa uyarlayarak, din adamlarının kurdukları gizli bir tarikattı. Adlarını Kudüs’teki Mescid-i Aksa’dan almışlardı. Daha sonra bu tarikattan pek çok gizli örgüt ve okült( gizli büyü, sihir vs. uğraşanlara verilen ad) tarikatları türemiştir. Bunların en bilinenleri Rosyicuricianlar ve masonlardır. Bu gelenek günümüzde de sürmektedir. Yine Templar’dan türemiş ama politik ihtilalciliği gizlice geliştirmiş olan bir tarikat daha vardır bu da Illuminati adıyla bilinir.[268]

Altındal’a göre günümüzde şövalyelik denince aklımıza ilk gelen Malta’daki şövalye tarikatlarıdır. Bunların tamamına yakını 1048’de başlayıp 1240’a kadar sürmüş olan bu Templar geleneğinden geldiklerini ileri sürerler. Kısa adı SMOM olan “Malta, Kudüs ve Rodos St. John şövalyeleri askeri ve egemen tarikatı” dünyada halen kabul edilen ve Malta Devleti bünyesinde bir büyükelçi tarafından temsil edilen tek tarikat devletidir. Kendi elçilik binaları ve pasaportları bulunur. Merkezleri Roma’da bulunur fakat karargâhları ise Malta’da yer alır.[269]

Altındal, şövalyelerin geçmişte yapıldığı gibi günümüzde de sadece Katoliklerden seçildiğini belirtiyor ve bu tarikatın bir de “Sahte Şövalyeleri ve Tarikatları Soruşturma Dairesi” olduğunu söylüyor. 1798’den sonra, SMOM diye bilinen tarikat Rus çarlarınca koruma altına alınıyor. Bu sebeple çarın Ortodoks Kilisesi’nin başı olması üzerine, bazı sofu Katolik şövalyeleri ayrılarak yeni bir tarikat kuruyorlar. Fakat pek çoğu Rus Çarı’nın desteğini istemeden de olsa razı oluyorlar. Çarlar bu tarikatı 1917’ye kadar yönetiyor. 1453’ten sonra Paleolog Hanedanı çarlara sığınıyor. Çar III. İvan’la son Bizans İmparatoru XI. Konstantin’in erkek kardeşi Thomas’ın kızı Zoe-Shopia, evlendiriliyor. Böylelikle çarlar hem Bizans’ın yasal savunuculuğunu hem de tüm Ortodoks dünyasının ruhani liderliğini üstüne almış oluyorlar.[270] [271]

Daha sonraları ortaya çıkan Bolşevik İhtilali bu pozisyonu baştan sona değiştiriyor. Bazı çok güçlü ve zengin Amerikalılar bu dönemde devreye girmeye başlıyor. Böylelikle Ortodoks ve Katolik tarikatlar olarak Malta şövalyeleri ayrılıyorlar. Bir bölümü de dinler arası diyalog fakat Hristiyanlar için geçerli yani ekümenik tarikatlar haline geliyor. Başta Vatikan olmak üzere bunlardan SMOM, 45 ülkede büyükelçi seviyesinde temsilci bulundurabilme hakkını elde ediyor. Bunun manası ise bu örgüt resmen devlet içinde devlet statüsüne ulaşıyor olmasıdır. Altındal, SMOM’un kendi pasaportu, bayrağı, pulu, imtiyazları, özel vergi sistemi olan egemen bir devlet 271

olduğunun altını çiziyor.

Kendisinden başka kimseyi gerçek kabul etmeyen kibirli SMOM başka tarikatlar tarafından Vatikan’ın ve Papa’nın oyuncağı olarak gösteriliyor ve görülüyor. [272] [273]

3.4.3.    Masonluk

Altındal için gizli örgütler içinde “Masonluk”un ayrı bir yeri olduğunu söylenebilir. Çünkü bu konuda yapmış olduğu çalışmalarını yayımlarken türlü türlü zorluklarla karşılaşmış, kendisi maddi ve manevi büyük zararlara uğramıştır. Örneğin Altındal Havass Yayınları’nın ve Süreç Siyasal-Kültür dergisinin yöneticisiyken, 12 Eylül 1980’de gerçekleştirilen askeri darbe sırasında “Devlet ve Masonlar” başlığı altında Fransız ve dünya masonluğunu inceleyen bir yazı dizisi yayımlaması üzerine dergi toplatılmıştır. Masonlar hakkında engin bir birikime sahip olan Altındal’ın 273

gözünden Masonluğu anlatmaya çalışalım.

Altındal, örgütün kuruluş ve işleyişini ayrıntılı bir şekilde anlatmıştır. Masonluğun temel birimi olarak locayı görür. Sayıları 15-20 arasında değişen biraderi toplayan localar, esas olarak çırakları(1. derece), kalfaları(2. derece) ve ustaları(3. derece)bünyesinde barındırır. Ustalar yalnızca masonik hakların tümünden yararlanırlar. Ustalar orta hücrede kendi aralarından loca vazifelilerini ve üstad-ı muhteremi seçerler. Her locada her yıl seçilen vekiller de vardır. Vekiller üç ayda bir Üstad-ı Azamı’nın başkanlığında toplanarak obediyansın durum değerlendirmesini yaparlar. Ayrıca obedyansın Nizam Konseyi veya Federal Konsey süprem yönetim aygıtını seçerler. Bu konseyler üç yıllık bir süre için seçilirler ve üye sayısı 33’tür. Büyük vazifeliler ve Üstad-ı Azam da bu konseyin içinden seçilir.[274]

Masonluğun Adalet Divanı vardır. Bir mason, asla harici mahkemede bir biraderi aleyhine dava açamaz fakat masonik adaletin onayını alırsa bunu yapabilir. Tüm bu işleyiş ilk üç derece için uygulanır fakat 4 ve yukarı dereceleri bulunduran atölyeler de vardır. Bunların örgütlenişleri ilk üç dereceninkinden tamamıyla farklıdır ve bunlar gizlemli ve felsefi araştırma merkezleri gibi fonksiyon gösterirler. Demokratik bir yapı göstermezler, şövalye nizamı egemendir. 4. ve daha yukarı dereceler, ilk üç dereceye üye olanlar için bile bir bilinmediktir. Hangi biraderlerin bu derecelerden oldukları bilinmez ve localarda asla bunların sözü edilmez.[275]

Altındal Masonluğa geçişi ise şöyle anlatır: “ İlk olarak elinizi kolunuzu sallaya sallaya mason olamazsınız. Masonluk reklam ve propagandadan kaçınmaktadır. Tabi ilgilenenler Maşrık-ı Azam veya herhangi bir başka locaya yazıyla başvurup üyelik talebinde bulunabilirler. Ancak bu kişiler aile ve iş çerçevelerinle sıkı bir incelemeye tabi tutulmadan başvuruları kabul edilmez. Geçerlikte olan yordamsa, bir şahısla ilişkisi olan bir masonun o şahsın biraderliğine layık vasıfları haiz olduğunu kanaat getirdikten sonra, konuyu ona açıp üye olmayı isteyip istemediğini sormasıdır. Akrabalık, dostluk, iş, parti, dernek, askerlik, kulüp vb. ilişkilerin tümü masonluk için birer devşirme kaynağıdır.”[276]

Mason olmak için başvuran bir kişi, Hür- masonluğun temel ilkelerini öğrendiğine dair bir beyanat, bir başvuru dilekçesi, iyi hal kâğıdı, bir yaşam öyküsü ve vesikalık bir fotoğrafını iliştirdiği bir dosya takdim eder. Loca başkanına bu dosya sunulur. Başkan da bunları loca üstatlarına gönderir. Üstatlar başvuruyu oya sunarlar. Daha sonra kayıt işlemlerine geçilir. Aradan kimi zaman aylar, yıllar geçtikten sonra adaya Hür- masonluğun 1. derecesinde çırak sıfatıyla birederan arasına kabul edildiği haberi gönderilir.[277]

Hemen tüm siyasi eğilimler, her obedyans içinde bir miktar mevcuttur. Obedyanslar doğrudan siyasal yaşama müdahalede bulunmasalar da üyelerini siyasete karışma yolunda teşvik ederler: 1789 ve 1871’de birçok birader devrimci hareketlerin ön saflarında yer almıştı.

Altındal’ın Masonluğun temeline oturttuğu localar, hür masonun yuvasıdır. Her şey onda başlar, onda sona erer. En yüksek üstatlar dahi birçok obedyansta, üç yıllık görevden sonra tüm sıfatlarından sıyrılıp, yuvaya locaya dönmek zorundadır. Yeni bir locanın kurulabilmesi için, obedyansın, usta derecesinden yedi biradere berat vermesi gereklidir.[278]

Mavi loca diye de bilinen sembolik loca ilk üç dereceyi ( çırak, kalfa, usta) kapsar. Aralarında daha yüksek derecelere mensup biraderler bulunsa dahi, ilke olarak bunların kim olduğu bilinmez. Locaların çoğunda, çıraklar ayda bir veya iki, kalfa ve ustalarsa yılda bir veya iki kez toplanırlar. 3. derece mensubu ustalarsa yalnızca bir karar almak gerektiğinde bir araya gelirler. Mason toplantılarında haricilerin girmesi kesinlikle yasaktır ve nazırlarca titizlikle denetlenir.[279]

Tokalaşma usulü hem masonluğa aidiyet, hem de ait olunan obedyansı belirten özel bir tarzdır, haricilerin taklit etmesi bir hayli zordur. Bir loca üyesinin daha yüksek bir dereceye geçmesi ücret artışı adını alan özel bir ritüelle mümkündür.[280]

Altındal daha sonra milletlere göre locaların özelliklerinden bahseder. Fransız locaların çoğu yılda on sekiz kez toplanırlar. Bu toplantıların bir kısmı zorunlu ve geleneksel ziyafetler, vazifelilerin seçimi, terfi törenleri vb. ile geçer. Masonluk faaliyetleriyse geriye kalan on bir toplantıda gerçekleştirilir. Bunlardan bir kısmında obedyansın saptadığı sorunlar incelenir. İngiliz ve Alman localarında biraderler smokin giyerler; çoğu Alman locasında melon şapka, aksesuarın tamamlayıcı öğesidir. Oysa kimi liberal Fransız localarında kazaklı, kravatsız, açık yakalı biraderlere rastlamak mümkündür.[281]

Ritüelin açılışıyla kapanışı arasında mabette neler olup bittiği, ilkede mason sırrıdır. Her toplantıdan önce biraderler, bu sessizlik yasasına bağlılık andı içerler. Oysa ritüelin sırrı gerçekte iki yüzyıldır bilinmektedir.

Mason törenlerine gelecek olursak; başlangıçta oldukça sade bir görüntü taşıyan törenler, 1750’den itibaren yüksek derecelerin de etkisiyle, kanlı gömlekli, cesetli, hançerli gerçek psikodramlara çevrilmiş. Geçen yüzyıl sonlarında masonlukla Kilise arasındaki şiddetli çatışmalar döneminde masonluk içinde dinsel törenlerin parodisi niteliğinde vaftiz, nikâh ve cenaze törenleri ortaya çıktı. Geleneklere saygılı kimi locaların reddetmesine karşın, bunlar halen varlıklarını sürdürmektedir.[282]

Altındal’ın Masonlar hakkında üzerinde ısrarla durduğu konulardan biri ise Mason skandallarıdır. Belirttiğine göre masonlar tarafından öldürülen şahısların listesi içinde, Sultan Abdülaziz’in de adının bulunması mason skandallarının vardığı boyutları düşündürmektedir.[283]

Altındal, artık mason sırrından geriye hiçbir şey kalmadığı, masonların yüzyıllardır sakladıkları her şeyi, kitaplardan, gazetelerden öğrenmenin mümkün olduğu iddiasını, masonların, masonluğun esas sırrının, bir haricinin kavraması mümkün olmadığından, daima kalacağı şeklinde cevaplamakta olduklarını söyler. Masonluğun sırrı, kendi doğası itibariyle dokunulmazdır. Hiç kimseden öğrenilemez. Bu sırrı öğrenen mason, locaya gitme, gözlem yapma, akıl yürütme ve tümdengelim yoluyla öğrenir. Buraya vardıktan sonra da, bunu en yakın mason arkadaşına dahi açmamak için dikkat gösterir. Çünkü eğer bu kimse, ona nüfuz edecek yeteneğe sahip değilse, onu ağızdan öğrenmekle de bir şey kazanmayacaktır. Dolayısıyla sır daima sır kalacaktır.[284]

Günümüzde, tüm masonluk yaşamı, yitik sözcük teması üzerine kuruludur. Bu tema Süleyman Mabedi’nin mimarı Hiram’ın üç hain kalfa tarafından öldürülüşü efsanesine dayalıdır. Ustalık derecesine yükselmiş hür-mason bir süre sonra bulduğu sözcüğün, sırrını mezara götüren ustanın ardından, yardımcılarının yitik teknikleri yeniden bulana dek kullanacakları, geçici bir hakikat olduğunu öğrenir. Arayışını masonluk yaşamının sonuna dek dereceden dereceye sürdürecektir. Ancak sırrın kapının öbür tarafında, mason sözlüğünde “Ebedi Şark” olarak adlandırılan yerde olduğunu anlayabilmesi için en yüksek inistasyonu ölümü beklemesi gerekecektir.[285] Altındal üst atölyelerde her türlü etkiyi izlemenin mümkün olduğunu söyler. Özellikle Templierlerin, simyacıların, Hristiyan kiliselerinin ve Yahudi Kabbalizminin etkileri. [286]

3.4.4.    Illuminati

Türkçeye serbest çevirisiyle aydınlatıcı anlamına gelen Illuminati örgütünün kimliği ve künyesiyle ilgili tarafsızca yazılmış kitabın az olduğunu belirtmiştir Altındal. Ona göre örgütün niteliğinin tam anlaşılmaması için kaleme aldırılmış, akıl karıştırıcı belge ve araştırmalar da vardır. Ancak tüm bu kargaşaya rağmen söz konusu örgütün faaliyetleriyle ilgili sonuç metinleri denilebilecek kaynaklar ve belgeler de mevcuttur. Örneğin Vatikan açısından Illuminati hiç kuşku bırakmayacak tarzda, fesat örgütü olarak tanımlanmaktadır. “Illuminati, kilisenin ve ona bağlılık duyan çevrelerin tanımladıkları üzere gerçekten bir fesat örgütü müdür, yoksa görüşleri ve faaliyetleri itibariyle daha iyi bir dünya düzeni kurmayı amaçlamış ve bu yüce amaç uğruna bir araya gelmiş gözü pek Hristiyan unsurlardan mı oluşuyor?” diye sorar Altındal. Ona göre önemli olan ise Illuminati’nin gizli amaçları olan bir örgüt oluşudur. Bizzat Illuminati önderleri de gizlilik nitelemesini kabul etmişlerdir.[287]

Ingolstadler’den Prof. Adam Weishaupt, 1 Mayıs 1776’da, Almanya’nın Bavyera’sında gizlilik ilkeleri esas alarak Illuminati ismiyle meşhur olacak örgütü kurdu. Eski Cizvit Prof. Weishaupt, Pitagor’un sisteminden yola çıkarak, Katolikliği temelde eleştiren bir teori hazırlamıştı. Bunu yasal yollardan ve açıkça iletmesi mümkün değildi. Görüşlerine göre başta kralların, sonra kiliselerin ve en sonda da özel mülkiyetin yeni dünya düzeninde kaldırılması öngörülüyordu. Örgüte tam üye olunabilmesi için üç aşamadan geçiliyordu. Öncelikle çıraklık, sonra “Minerval” öğrencilik safhası, daha sonra da “Minerval Illuminatis” diye isimlendirilen üyelik aşamasına geçiliyordu.[288]

Örgütün kuruluşundan hemen sonra Weishaupt, öngörüsünü hayata geçirmek için, Bavyera’da çeşitli resmi kuruluşlara saldırılar başlattı ve son saldırısını da Gotha’da yaptı. Illuminati, Fransız Devrimi’ne aktif olarak katıldı ve bu devrimin öncüleriyle sıkı ilişkiler içine girdi. 1830’da Weishaupt’un ölümü üzerine Illuminati kendi kuramını geliştirici ve seçkinler arasında yaygınlaştırıcı çalışmalar yaptı ve yarım asır boyunca silahlı eylemlerden doğrudan doğruya sorumlu olmadı.

İlginçtir ki bu örgütün Altındal’ı bile şaşırtacak çeşitli özellikleri vardır. Mesela Birinci Dünya Savaşı öncesinde ve 1925’lere kadar gerek Illuminati’nin kendisine ve diğer gizli örgütlere üye olmuş Yahudiler, Protestanlar ve Ortodokslar da vardı. Bu tip örgütlere Türk olarak üye kabul edilmiş, daha sonra Türkiye’de adları çok ünlenmiş gazeteciler, işadamları ve bilim adamları da olduğu gibi.[289]

Bazı örgütlerde din değiştirme şartı aranırken bu örgüte Müslüman olarak katılan üyelerden de bahsetmiştir Altındal. Tıpkı Roncalli’nin Türkiye’de görevli bulunduğu yıllarda bazı Türklerin dinlerini değiştirerek Katolik dinine kabul edildikleri gibi, aynı yıllarda din değiştirmeyi önkoşul olarak koymayan bu tip gizli Alman örgütlerine üye yapılmış başka Müslümanlar da vardı. İlginçtir ki, Katolik dinine geçen ve Giritli, sonra da İzmirli bir Türk ailesinin yakını olan bir şahıs, Vatikan’da neredeyse Kardinalliğe kadar yükselmişti. İşte daha sonra papa seçilen Angelo Roncalli, Illuminati’nin sadece seçkin üyeleri kabul ettiği aristokratik, Ezoterik ve kendini “Yeni Dünya Düzeni”ni kurmaya adamıştık gibi yüce bir amaçta birleşmiş ve bunun uğruna dünyadaki kültürel, siyasal ve askeri hareketleri yönlendirmeye çalışan Thule Gesellshaft’ın üyesiydi.[290]

Altındal’ın bahsettiği Thule Gesellshaft ise Piskopos düzeyinde bir din adamını üye yapabilen gizli Alman örgütüdür. Adı aydınlanma anlamına gelse de gerçekte kendisi çok karanlık olan meşhur Illuminati gizli örgütünün 1903’te kapatılmasının ardından kurulmuş olan yeni koluydu. Altındal, Thule Örgütü’nün, Illuminati’nin soylu seçkinler kolu olarak yaratıldığını ama bu örgütün perde arkasından kuruculuğunu ve yöneticiliğini yaptığı siyasal partinin adının Alman İşçi Partisi olduğunu belirtmiştir.

Metin Kutusu: 291Thule’nin Münih’te tüm Almanya’da çok sayıda üyesi bulunuyordu. Thule, Grönland’la İskandinavya arasında bir yerlerde var olduğu sanılan düşsel bir adaydı. Efsaneye göre bu adada Atlantis’in batmasından sonra kaçırılan gizli ilimler 291 saklanıyordu.

Altındal, Türkiye ve Ortodokslar, 97.

SONUÇ

Altındal, Doğu ve Batı kültürlerini çok iyi analiz etmiş ve kendi akıl dünyasında çok iyi özümsemiştir. Ülkemizde dinler tarihi alanında önemlidir. “Hristiyanlık” konusunda da çok maharetlidir. Altındal Hristiyanlığı tanıtırken önce suyun kaynağına kadar gitmeyi uygun görmüş, İsa’dan önce toplumların dini, sosyolojik ve ekonomik yapılarından bahsetmiştir.

Altındal, tarihsel İsa’yı hiç önemsemiştir. Çünkü İsa, tarih kitaplarından değil, dini kitaplardan öğrenilmiştir. Kendisini “Mesih”, “Tanrının Oğlu”, ve “Tanrı Ruh” olarak niteleyen İsa, “Tanrımız” inancını “Babam” olarak kullanmaya başlayarak Musevi dünyasını tedirgin etmiş, “İnsan-Tanrı” veya “Tanrı-İnsan” yönüyle ve entelektüel düşünceleriyle ve seküler dini yaklaşımıyla Romalıların gönlüne girebilmiştir. Kendisi Musevi-Romalı çekişmesinin tam ortasında kalmış, bir komploya kurban gitmek yerine bu çekişmenin çarkları arasında öğütülmüştür.

İsa’nın getirmiş olduğu din, kendinden sonra bireysel ya da toplu faaliyetler aracılığıyla çıkarlar ve entrikalar doğrultusunda yorumlanarak, yeni bir din yaratılmıştır. Bu yaratıcıların ilki ve en dâhisi eski bir Musevi ve Hristiyan celladı olan Tarsuslu Pavlus’tur. Bukalemunvari manevralarıyla canını uzun süre koruyabilmiş ve Pagan- Gentile dünyasına kendi yorumu olan Hristiyanlığı benimsetmiştir.

Vatikan’ın küçük ama güçlü pek çok gizli ilişkisinin bulunduğunu söylemiş, kilise ve devlet arasındaki ayrımın önemli olduğuna iman etmelerine rağmen dünyevi olan İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ne sarılmaktan vazgeçmemişlerdir. Bu belge ise Altındal’ın gözünde Batılı Hristiyan kulübüne hizmet eden bir belgedir. Çok bariz bir şekilde kültürler arası bir uyuşmazlık olmasına rağmen Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmeye çalışmasının vakit kaybı olduğunu belirtmiştir.

Papalık konusunda ise Papalığı bilinen ve bilinmeyen bütün yönleriyle bizlere tanıtmış, özellikle Papalık seçimi üzerinde durmuştur. Katolik Kilisesi’nin engizisyon ve evlilik konularına nasıl baktığını örneklerle açıklamıştır. Ekümenizm konusunda ise kiliselerin bölünmeden ayrışma ilkesi çerçevesinde bir araya gelmeleri ve Hristiyan olmayan ülkeleri etkisi altına alma çalışmaları olduğunu belirtmiştir.

Türkiye dini yönden kontrol etmek için kullanılan bir araç ve Avrupa Birliği’nin belirlenmiş bir politikası olarak diyaloğu görmektedir. İlahi dinleri de karşılaştıran Altındal, Yahudiliğin bir var oluş tarzı, Hristiyanlığın bir dogma ve İslamiyet’in tam anlamıyla bir din olduğu sonucuna varmıştır.

Hristiyanlığın bölünmesinde etkili olan etkenlerden biri olan Lorenzo Valla olayını Türk tarihi açısından değerlendirmiş, Ortodoksluğun üç önemli kuralını analiz etmiş ve Fener Rum Patrikhanesi’nin ekümeniklik sıfatını kullanma isteğinin sebeplerine değinmiştir.

Vatikan’ın iç siyasetinde ve çekişmelerinde etkili olan dinsel akımlardan Cizvitler ve Opus Dei üzerinde durmuş ve bütün bu akımların ortak paydasını, Hristiyan âlemini bir araya toplama gayreti demek olan ekümenizm olarak görmüştür.

Gizli örgütleri tanıtan Altındal, Gül ve Haç Kardeşliği, Tapınak Şövalyeleri ve Masonların ortak bir strateji izleyerek 18. Yüzyıldan bu tarafa Avrupa Birliği’ni kurmaya çalıştıklarını belirtmiştir. Bunların, birer devlet içinde devlet olduğu üzerinde durmuştur. Altındal, mason yazı dizisini yazarken başına olaylardan yola çıkarak Masonluğun ne kadar tehlikeli olduğunu anlatmaya çalışmıştır.


KAYNAKÇA

Altındal, Aytunç, Bir Türk Casusun Mektupları, Alfa Yayınları, İstanbul 2015.

----------- , Bilinmeyen Hitler, Alfa Yayınları, İstanbul 2014.

----------- , Gül ve Haç Kardeşliği, Alfa Yayıncılık, İstanbul 2003.

----------- , Kutsal Kitabın Yorumu, Mahya Yayınları, İstanbul 2012.

----------- , Laiklik Enigmaya Dönüşen Paradigma, Alfa Yayınları, İstanbul 2013.

-------- , Papa 16. Benedikt Avrupa Birliği ve Türkiye, Bir Harf Yayınları, İstanbul 2005.

----------- , Tanrı Neden Fikir Değiştirdi, Postiga Yayınları, İstanbul 2013.

----------- , Türkiye ve Ortodokslar, Alfa Yayıncılık, İstanbul 2013.

----------- , Üç Isa, Alfa Yayıncılık, İstanbul 2013.

----------- , Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, Alfa Yayınları, İstanbul 2013.

----------- , Yoksul Tanrı Tyanalı Apollonius, Alfa Yayınları, İstanbul 2005.

Aydın, Mehmet, Ansiklopedik Dinler Sözlüğü, Din Bilimleri Yayınları, Konya 2005.

Çoban, Bekir Zakir, Geçmişten Günümüze Papalık, İnsan Yayınları, İstanbul 2014.

Erbaş, Ali, Hristiyanlık, İnsan Yayınları, İstanbul 2004.

-------- , Hristiyanlıkta Reform ve Protestanlık Tarihi, İnsan Yayınları, İstanbul 2004.

Eroğlu, Ahmet Hikmet, “Doğu ve Batı Kiliselerinin Ayrılık Sebepleri”, Dini Araştırmalar, C. 2, 387-413.

-------- , Ökümenik Hareketin Ortaya Çıkışı, Dinler Tarihi Araştırmaları, Dinler Tarihi Derneği Yayınları, Ankara 1998, 223- 236.

Gündüz, Şinasi, Din ve İnanç Sözlüğü, Vadi Yayınları, Ankara 1998.

----------- , Pavlus: Hristiyanlığın Mimarı, Ankara Okulu Yayınları, Ankara 2001.

Güngör, Ali İsra, Cizvitler ve Katolik Kilisesi’ndeki Yeri, ASAM Yayınları, Ankara 2002.

Işık, Halim, îlk Papa Aziz Petrus’tan Son Papa Ratzinger’e Papalık Tarihi, Ozan Yayıncılık, İstanbul, 2006.

Kitabı Mukaddes Eski ve Yeni Ahit(“Tevrat ve încil), İstanbul, Kitab-ı Mukaddes Şirketi, 1991.

Memili, Sedat, Vatikan Para ve Kan İmparatorluğu, Kaynak Yayınları, İstanbul 2006.

Olgun, Hakan, Luther ve Reformu Katolisizmi Protesto, Fecr Yayınları, Ankara 2001.

----------- , Sekülerliğin Teolojik Kurgusu Protestanlık, İz Yayıncılık, İstanbul 2006.

Özkan, Ali Rafet, Fundamentalist Hristiyanlık: Yedinci Gün Adventizmi, Alperen Yayınları, Ankara 2002.

Özcan, Hanifi, Misyonerliğin Felsefî Temelleri, Türkiye ’de Misyonerlik Faaliyetleri Sempozyumu Tebliği, www.dinlertarihi.com/dosyalar/makaleler.htm

Özcan, Mustafa, İslam ’ınPapa’ya Cevabı, Nesil Yayınları, İstanbul 2006.

Polat, Kemal, Vatikan - Roma’da Kiliseler ve Dinî Hayat, (Konferans), Ağrı İbrahim Çeçen Üniversitesi Nezehat Çeçen Konferans Salonu, Ağrı 2015.

Sevimay, Devrim, “Aytunç Altındal ile Röportaj: Sezer Papa'dan Hesap Sorabilir”,

Vatan, 10 Aralık 2007 http://www.gazetevatan.com



[1] Aytunç Altındal Vefat Etti, http://www.ntv.com, Erişim Tarihi: 18.11.2013

[2]  Melamîlik bugünkü modern tarzda tüm dünyada yaşanan dini anlayışı asırlar öncesinde savunan düşünce akımıdır ve aynı zamanda bir duruş, felsefe ve anlayıştır. Melâmîlik, belli bir isimden bağımsız olarak Kur'an merkezli bir islami tasavvuf anlayışını ifade eder.

[3] Aytunç Altındal Son Yolculuğuna Uğurlandı, http://www.ntv.com, Erişim Tarihi: 19.11.2013

[4] Aytunç Altındal Vefat Etti, 18.11.2013, Erişim Tarihi: http://www.ntv.com.

[5] Aytunç Altındal Son Yolculuğuna Uğurlandı, Erişim Tarihi: 19.11.2013, http://www.ntv.com.tr.

[6] Aytunç Altındal, Tanrı Neden Fikir Değiştirdi, Postiga Yayınları, İstanbul 2013, 11.

[7] Aytunç Altındal, Üç İsa, Alfa Yayıncılık, İstanbul 2013, 27.

[8] Religio: Roma İmparatorluğu’nda, bireylerle tanrılar arasında var olan ve resmen kabul edilmiş, yerleşik düşünce sistematiği çerçevesinde rasyonel olan ilişkiler bütünü demektir.

[9] Polyteist: Çok Tanrıcılık; Panteist: Canlılık merkezli Tanrıcılık; Katenoteist: Bir dönem için belirli bir Tanrı’ya, başka dönemde başka Tanrı’ya bağlılık. Heteroteist: Bir grup Tanrı’ya bağlılık;

[10] Eşzamanlı bağlılık.

[11] Altındal, Üç İsa, 28.

[12] Yaşam tarzı. Diplomaside yaşam tarzına müdahale edilmeyeceğini gösteren belge.

[13] Altındal, Üç İsa, 29.

[14] Altındal, Üç İsa, 30.

[15] Altındal, Üç İsa, 30.

[16] Altındal, Üç İsa, 31.

[17] Altındal, Üç İsa, 31.

[18] Altındal, Üç İsa, 33.

[19] Seçilmiştik konusunda geniş bilgi için bkz. Mehmet Katar, “İsrail Kavminin Seçilmişliği Üzerine Bir Araştırma”, İslâmî Araştırmalar, XX(2), 2007, 172-177.

[20] Altındal, Üç İsa, 34.

[21] Altındal, Üç İsa, 35.

[22] Altındal, Üç İsa, 37.

[23] Altındal, Üç İsa, 37.

[24] Altındal, Üç İsa, 38.

[25] Altındal, Üç İsa, 40.

[26] Altındal, Üç İsa, 39.

[27] Altındal, Üç İsa, 40.

[28] Gentile: Romalı veya Anadolu’da yaşayan Helen kökenli kişiler.

[29] Altındal, Üç İsa, 42.

[30] Matta, 1:20- 21.

[31] Altındal, Üç İsa, 43.

[32] İşaya, 7:14.

[33] Altındal, Üç İsa, 43.

[34] Altındal, Üç İsa, 44.

[35] Altındal, Üç İsa, 45.

[36] Şinasi Gündüz, Pavlus: Hristiyanlığın Mimarı, Ankara Okulu Yayınları, Ankara 2001, 87.

[37] Altındal, Üç İsa, 47.

[38] Luka, 2:41- 51.

[39] Luka, 2:48-50.

[40] Altındal, Üç İsa, 50.

[41] Matta, 5:12.

[42] Altındal, Üç İsa, 53.

[43] Hoşea, 11:2.

[44] Altındal, Üç İsa, 53.

[45] Tekvin, 1:26.

[46] Altındal, Üç İsa, 53.

[47] Sebt: Yahudiler için kutsal gün. Yahudi şeriatının en önemli yasaklar günü.

[48] Altındal, Üç İsa, 54.

[49] Altındal, Üç İsa, 54.

[50] Altındal, Üç İsa, 55.

[51] Altındal, Üç İsa, 56.

[52] Altındal, Üç İsa, 57.

[53] Altındal, Üç İsa, 57.

[54] Altındal, Üç İsa, 68.

[55] Altındal, Üç İsa, 70.

[56] Altındal, Üç İsa, 71.

[57] Altındal, Üç İsa, 72.

[58] Altındal, Üç İsa, 72.

[59] Altındal, Üç İsa, 77.

[60] Altındal, Üç İsa, 127.

[61] Altındal, Üç İsa, 128.

[62] Altındal, Üç İsa, 129.

[63] Altındal, Üç İsa, 134.

[64] Altındal, Üç İsa, 137.

[65] Altındal, Üç İsa, 142.

[66] Altındal, Üç İsa, 77.

[67] Altındal, Üç İsa, 80.

[68] Yuhanna, 7:46.

[69] Altındal, Üç İsa, 112.

[70] Markos, 15:10.

[71] Matta, 27.

[72] Matta, 27:24- 25.

[73] Altındal, Üç İsa, 115.

[74] Altındal, Üç İsa, 116.

[75] Altındal, Üç İsa, 116.

[76] Altındal, Üç İsa, 118.

[77] Sciolastic: Kelime ve kavramları kendi istemleri yönünde kullanmacılık.

[78] Altındal, Üç İsa, 118.

[79] Altındal, Üç İsa, 119.

[80] Altındal, Üç İsa, 120.

[81] Altındal, Üç İsa, 120.

[82] Altındal, Üç İsa, 124.

[83] Altındal, Üç İsa, 85.

[84] Gündüz, 12.

[85] Altındal, Üç İsa, 84.

[86] Altındal, Üç İsa, 84.

[87] Altındal, Üç İsa, 85.

[88] Altındal, Üç İsa, 86.

[89] Hezekiel 16:6.

[90] Altındal, Üç İsa, 86.

[91]Altındal, Üç İsa, 91.

[92] Tekvin, 3:22.

[93] Altındal, Üç İsa, 92.

[94] Altındal, Üç İsa, 93.

[95] Altındal, Üç İsa, 94.

[96] Altındal, Üç İsa, 95.

[97] Altındal, Üç İsa, 98.

[98] I. Korintoslulara, 4:4.

[99] Altındal, Üç İsa, 99.

[100] Altındal, Üç İsa, 100.

[101] Altındal, Üç İsa, 101.

[102] Altındal, Üç İsa, 101.

[103] Altındal, Üç İsa, 102.

[104] I. Korintoslulara, 9:20- 22.

[105] Altındal, Üç İsa, 102.

[106] Çıkış 3:6; Matta 22:32.

[107] Altındal, Üç İsa, 103.

[108] Altındal, Üç İsa, 104.

[109] Altındal, Üç İsa, 104.

[110] Altındal, Üç İsa, 105.

[111] Altındal, Üç İsa, 105.

[112] Altındal, Üç İsa, 105.

[113] Musevi Hristiyanlar: l.yüzyılda başlayan ve İsa’nın beklenen Musevi Mesih’i olduğuna iman eden Museviler. Bunlar hala Musevi geleneğine bağlı ancak Hristiyanlaşmış Yahudilerdir.

[114] Altındal, Üç İsa, 106.

[115] Altındal, Üç İsa, 104.

[116] Altındal, Üç İsa, 108.

[117] Altındal, Üç İsa, 108.

[118] Altındal, Üç İsa, 109.

[119] Matta, 18:20.

[120] Altındal, Üç İsa, 109.

[121] Altındal, Üç İsa, 111.

[122]Altındal, Üç İsa, 112.

[123] Altındal, Üç İsa, 118.

[124] Altındal, Üç İsa, 20.

[125] Altındal, Üç İsa, 23.

[126] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, Alfa Yayınları, İstanbul 2013, 7.

[127] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 11.

[128] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 11.

[129] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 13.

[130] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 14.

[131] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 14.

[132] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 14.

[133] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 16.

[134]Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 24.

[135] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 18.

[136] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 18.

[137] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 19.

[138] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 24.

[139] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 21.

[140] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 19.

[141] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 20.

[142] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 21.

[143] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 24.

[144]Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 21.

[145]Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 47.

[146] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 47.

[147] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 49.

[148] Aytunç Altındal, Papa 16. Benedikt Avrupa Birliği ve Türkiye, Bir Harf Yayınları, İstanbul 2005, 72.

[149] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 23.

[150] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 25.

Altındal, Vatikan ve Tapınak Şovalvelen, 202.

[152] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 200

[153] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 203.

[154] Aytunç Altındal, Gül ve Haç Kardeşliği: Avrupa Birliği’nin Gizli Masonik Kimliği, Alfa Yayıncılık İstanbul 2003, 199-205.

[155] Bekir Zakir Çoban, Geçmişten Günümüze Papalık, İnsan Yayınları, İstanbul 2014, 219.

[156] Çoban, Geçmişten Günümüze Papalık, 226.

[157] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 34.

[158] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 35.

[159] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 36.

[160] Altındal, Papa 16. BenediktAvrupa Birliği ve Türkiye, Bir Harf Yayınları, İstanbul 2005, 45.

[161] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 25.

[162] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 26.

[163] Altındal, Papa 16. BenedıktAvrupa Birliği ve Türkiye, 45.

[164] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 27.

[165] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 28.

[166] Süreyya Şahin, “Aforoz”, TDV, 1988, I, 412-413.

[167] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 62- 63.

[168] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 65.

[169] Altındal, Papa 16. Benedıkt Avrupa Birliği ve Türkiye, 78.

[170] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 45.

[171] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 73.

[172] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 74.

[173] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 74.

[174] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 55.

[175] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 55.

[176] Altındal, Papa 16. Benedıkt Avrupa Birliği ve Türkiye, 24.

[177] Altındal, Papa 16.            BenedıktAvrupa Birliği    ve Türkiye,        25.

[178] Altındal, Papa 16.           Benedıkt Avrupa Birliği    ve Türkiye,        26.

[179]Altındal, Papa 16. Benedıkt Avrupa Birliği ve Türkiye, 27.

[180] Altındal, Papa 16.           Benedıkt Avrupa Birliği    ve Türkiye,        29.

[181] Altındal, Papa 16.           Benedıkt Avrupa Birliği    ve Türkiye,        30.

[182] Altındal, Papa 16. BenedıktAvrupa Birliği ve Türkiye, 33.

[183]Altındal, Papa 16. Benedıkt Avrupa Birliği ve Türkiye, 44.

[184] Altındal, Papa 16. Benedıkt Avrupa Birliği ve Türkiye, 44.

[185] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 65.

[186] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 66.

187 Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 66.

[188] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 85.

[189] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 86.

[190] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 85-87.

[191] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 83.

[192] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 85.

[193] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 87.

[194] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 88.

[195] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 89.

[196] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 89.

[197] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 88.

[198] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 90.

[199] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 90.

[200] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 91.

[201] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 100.

[202] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 204.

[203] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 206.

[204] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 209.

[205]  Aytunç Altındal, “Misyoner Faaliyetleri Artışta”, 2003. http://www.ilkadimdergisi.com/181/kapak- röportaj.htm, Erişim Tarihi: 29 Mayıs 2006.

[206]  Aytunç Altındal, “Misyoner Faaliyetleri Artışta”, 2003. http://www.ilkadimdergisi.com/181/kapak- roportaj.htm, Erişim Tarihi: 29 Mayıs 2006.

[207] Altındal, Türkiye ve Ortodokslar, 191.

[208] Altındal, Üç İsa, 15.

[209] Altındal, Gül ve Haç Kardeşliği, 35.

[210]Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 216.

[211]          Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 217.

[212] Altındal, Türkiye ve Ortodokslar, 82.

[213] Altındal, Türkiye ve Ortodokslar, 221.

[214] Altındal, Türkiye ve Ortodokslar, 221.

[215] Altındal, Türkiye ve Ortodokslar, 223.

[216] Altındal, Türkiye ve Ortodokslar, 224.

[217]Altındal, Türkiye ve Ortodokslar, 21.

[218] Altındal, Türkiye ve Ortodokslar, 15.

[220] Altındal, Türkiye ve Ortodokslar, 22.

[221] Altındal, Türkiye ve Ortodokslar, 24.

[222] Altındal, Türkiye ve Ortodokslar, 25.

[223] Altındal, Türkiye ve Ortodokslar, 25.

[224] Altındal, Türkiye ve Ortodokslar, 27.

[225] Altındal, Türkiye ve Ortodokslar, 48.

[226] Altındal, Türkiye ve Ortodokslar, 64.

[227] Bu özel kilise tipine Ortodokslukta “Şizmatik” kilise denilir.

[228] Altındal, Türkiye ve Ortodokslar, 65.

[229] Altındal, Türkiye ve Ortodokslar, 68.

[230] Altındal, Türkiye ve Ortodokslar, 69.

[232] Altındal, Türkiye ve Ortodokslar, 127.

[233] Altındal, Türkiye ve Ortodokslar, 128.

[234] Altındal, Türkiye ve Ortodokslar, 129.

[235] Altındal, Türkiye ve Ortodokslar, 172.

[236] Altındal, Türkiye ve Ortodokslar, 54.

[237] Altındal, Türkiye ve Ortodokslar, 55.

[238] Altındal, Türkiye ve Ortodokslar, 55.

[239] Altındal, Türkiye ve Ortodokslar, 56.

[240] Altındal, Türkiye ve Ortodokslar, 55.

[241] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 54.

[242] Ali İsra Güngör, Cizvitler, Berikan Yayınevi, Ankara 2012, 19.

[243] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 22.

[244] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 23.

[245] TDV, “Cizvitler”, 1993, VIII, 40-42.

[246] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 69.

[247] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 69.

[248] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 70.

[249] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 71.

[250]Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 80.

[251] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 81.

[252] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 81.

[253] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 82.

[254] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 80-81.

[255] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 82.

[256] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 78.

[257] Altındal, Gül ve Haç Kardeşliği, 95- 96.

[258] Altındal, Gül ve Haç Kardeşliği, 11.

[259] Altındal, Gül ve Haç Kardeşliği, 13.

[260] Altındal, Gül ve Haç Kardeşliği, 15.

[261] Altındal, Gül ve Haç Kardeşliği, 11

[262] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 74.

[263] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 75.

[264] Altındal, Gül ve Haç Kardeşliği, 38.

[265] Altındal, Gül ve Haç Kardeşliği, 44.

[266] Altındal, Gül ve Haç Kardeşliği, 51.

[267] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 116.

[268] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 109.

[269] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 112.

[270] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 114.

[271] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 116.

[272] Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 117.

[273] Altındal, Gül ve Haç Kardeşliği, 255.

[274]Altındal, Gül ve Haç Kardeşliği, 252.

[275] Altındal, Gül ve Haç Kardeşliği, 254.

[276] Altındal, Gül ve Haç Kardeşliği, 255.

[277] Altındal, Gül ve Haç Kardeşliği, 255- 256.

[278]Altındal, Gül ve Haç Kardeşliği, 276.

[279] Altındal, Gül ve Haç Kardeşliği, 278.

[280] Altındal, Gül ve Haç Kardeşliği, 279.

[281] Altındal, Gül ve Haç Kardeşliği, 280.

[282] Altındal, Gül ve Haç Kardeşliği, 286.

[283] Altındal, Gül ve Haç Kardeşliği, 292.

[284] Altındal, Gül ve Haç Kardeşliği, 297.

[285] Altındal, Gül ve Haç Kardeşliği, 295.

[286] Altındal, Gül ve Haç Kardeşliği, 313.

[287] Altındal, Türkiye ve Ortodokslar, 94.

[288] Altındal, Türkiye ve Ortodokslar, 94-95.

[289] Altındal, Türkiye ve Ortodokslar, 95.

[290] Altındal, Türkiye ve Ortodokslar, 96.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar