“TÜRKİYE VE ORTADOKSLAR” KİTABINDAN ALINTILAR
Aytunç
ALTINDAL
Anahtar
Kitaplar-Mart 1995
KONSTANTİNOPOLİS
CIA'SI
Bizans İmparatorluğu, özellikle
Jüstinyen döneminde (6. yüzyıl) o günlerin dünyasında Hıristiyanlığın
yeryüzündeki tek ve en güçlü temsilcisi ve savunucusuydu. Bizans'ın askeri gücü,
aynı zamanda Bizans'taki toplumsal ve kültürel yaşamı da belirlemekteydi.
Bizans İmparatorluğu, tarihte
benzeri görülmemiş bir baskı ve sansürü de gündelik siyasetinin bir parçası
haline getirmişti. İstanbul'a ulaşan her yabancı tam bir tarassut altında
tutuluyordu. Yabancıların yaptıkları alışverişler, konuşmalar ve evlilikler çok
sıkı bir denetim altındaydı. Özellikle yabancıları izleyen gizli bir istihbarat
örgütü kurulmuştu. Bizans tarihi konusunda araştırmalarıyla tanınan Merle
Severy'lin yazdığına göre Bizans, Doğu'daki "Polis devleti"
idi. İmparatorluğun başkenti olan İstanbul'a gelen ya da burada yaşayan Rus,
Bulgar, Peçenek, Hazarlar ile İtalya'dan gelen Lombardiyalı, Katolonyalı,
Amalfili tüccarlar çok sıkı bir şekilde izlenmekteydiler.
Barbarları
İzleme Dairesi
Bizanslılar, kendilerinden
olmayan her ulusa ve topluluğa potansiyel düşman gözüyle bakmaya alışmışlardı.
Bizans doğumlu ye Ortodoks kilisesine kayıtlı olmayan herkes Bizans'ın resmi
kayıtlarına "Barbar" sıfatıyla kayıt ediliyordu. Bu
barbarların başında da Latinler ve Franklar gelmekteydi.
Bizans'a gelen yabancılara sadece
üç aylık oturma izni verilmekteydi. Bu oturma izni, "Barbarları İzleme
Dairesi" diye Türkçeleştirebileceğimiz bir devlet dairesi, tarafından
verilmekteydi. Kısaca BID diye anabileceğimiz bu devlet dairesi, tarihçi
Severy'nin tanımıyla bugünkü ünlü komplo örgütü CIA'nın atası
sayılmaktaydı. BID, üç aylık oturma süresini uzatmış olanlara karşı çok
acımasız davranırdı. İznini geçirmiş olanlar zincir kırbaçlarla dövülürler ve
ellerindeki tüm malları müsadere edilirdi.
Bizans'ın CIA'sı BID, bu kadarla
kalmamaktaydı. Aynı zamanda çok usta bir "Karşı casusluk"
örgütü olarak da faaliyet göstermekteydi. Başka devletlerde casusluk
faaliyetlerini yönlendirmek, sabotajlar düzenlemek, cinayetler ve tehditler
yapmak BID'in asli görevleri arasındaydı.
CIA'in bağlı olduğu en üst
imparatorluk kurumu Silentium adlı bir konseydir. Adı "Suskunluk"
anlamına gelen bu kurumun BİD'in haksız uygulamalarını örtbas edebilmek
amacıyla bu adla kurulduğu bellidir.
Bizans ve
Fahişeleri
Bizans İmparatorluğu, tarihe
olumlu ve olumsuz birçok özelliğiyle geçmiştir. Ama Bizans'ın fahişeleri tüm tarih
kitaplarında kendilerine özel bir yer açmayı başarmışlardır.
Bizans'ta
fahişelik toplumsal bir hizmet birimiydi. Ve ilginçtir ki fahişelik sanatı devletin ve
kilisenin koruması altındaydı. Yaşlı fahişeleri barındıracak özel evleri
-şehrin dışında- devlet yapar, işletilmesini kilise yürütürdü. Benzer
yurtlar, paralarını ve servetlerini har vurup harman savurmuş düşkün asilzadeler
için de yapılmıştı. Bunlar da kilise tarafından yönetilirlerdi.
İlginçtir
ki, sanatını yapamaz duruma gelip de, fahişeler yurduna konulmuş olan eski fahişelerin
birçoğu ölümlerinden sonra kutsal kadın statüsüne yükseltilmişler ve azize ilan
edilmişlerdi!
Bizans'ta, aile, kadınları için en önemli dua etme mekânları işte bu fahişeden
dönme azizelerin ikonlarının bulundukları yerler olmaktaydı.
Fahişeler
kuşkusuz BİD'in en önemli elemanlarıydılar. Bizanslı fahişeler aracılığıyla
kentte kimin ne düşündüğü ve ne yaptığı çok dikkatli bir şekilde
izlenebilmekteydi. BİD'in
komşu ülkelerin limanlarına ve önemli merkezlerine yerleştirdiği özel
istihbaratçıları da yardı. Bunlar çoğunlukla din adamı kisvesi altında casusluk
faaliyetlerini yürütmekteydiler. Hangi ülkenin prensinin hasıl bir insan
olduğunu, nelerden hoşlanıp, nelerden hoşlanmadığını, güçlü, yanlarını ve
zaaflarını saptamak. İşte bu din adamlarının ve tüccarların "Askerlik"
görevleri arasındaydı. Özellikle 14. yüzyılda güçlerini hissettirmeye başlamış
olan Türkler de BİD'in sıkı denetimi altında bulunmuşlardı. Bu konuda din adamları
tarafından çoğu şifreli ve sembolik anlatımlarla yüklü kitaplar, raporlar
hazırlanmıştı. Örneğin Oslmanlılar'la ilgili çizimlerde Osmanlı Devleti'nde
yaşayan insanlar tiplendirilmişler ve güçlü oldukları yanlarıyla zaafları
ayrıntılı bir şekilde anlatılmıştı. Türk İmparatorluğunu çökertebilmek amacıyla
kimlerden nasıl yararlanılabileceği kimlerin Bizans'ın emelleri uğruna
kullanılabilecekleri belirlenmişti.
BİD'in elindeki en önemli
silahlardan biri de "Rüşvet'ti. Tarihte papalık, ve Bizans kadar çok
rüşvet alınış ve rüşvet vermiş kurumlar yoktur. İtalya'daki papalarda,
İstanbul'daki Bizans da "Rüşvet " in tüm meziyetlerini ayrıntılarıyla
bilen devletlerdi. Hatta bazen Vatikan Bizans'a, bazen de, Bizans Vatikan'a
rüşvet vermişlerdi.
(Yeni
Günaydın, 11 Nisan 1994-Pazartesi)
DEVLET
İÇİNDE DEVLET
TC. Devleti'nin Anayasası'nda
Ulusal Egemenlik kavramı vardır ve bu egemenliğin sahibi olarak da millet gösterilmiştir.
Anayasa'nın bu değiştirilemez maddesine göre, Türkiye'de "Hakimiyet
Kayıtsız Şartsız Milletindir."
Osmanlı
Devleti'nin 1856'da ilan ettiği Hattı Hümayun‘da böyle bir ibare yer almamıştı. O yıllarda egemenliğin
kaynağının kimde, ya da hangi toplumsal birimde olması gerektiği henüz
tartışılan bir akım veya fikir değildi, 18 Şubat 1856'da ilan edilen Hattı
Hümayun, ulusal egemenlik fikrini değil, fakat daha sonraki yıllarda Ermeni
ayrılıkçı ve bölücü hareketlerine kaynaklık edecek olan bir fikri Osmanlı
siyasal literatürüne armağan etti. Bu fikir, Devlet içinde Devlet olma
fikridir.
Günümüzde yeniden ortaya çıkan bu
ibareyle ilgili bazı bilgileri aktarmak istiyorum.
"Devlet
içinde Devlet" olmak
şeklinde formüle edilen siyasal yapılanına ilk kez 1856-57 yıllarında
tartışılmaya başlanmıştı ve ilk kez 3 Nisan 1857 tarihinde yayınlanan bir
Osmanlı belgesinde, yer. almıştı. İlginçtir ki bu ibare Osmanlı bürokrasisi
tarafından gündeme sokulmuştu. Bu belgede yer alan ifadeye göre, Ermeniler'in
Devlet içinde Devlet olmadıkları vurgulanmaklaydı...
Devlet
içinde Devlet olmaklığı ortaya çıkartan nedenler nelerdi?
Hattı Hümayun'un
cesaretlendirdiği Ermeni aydınları bir Anayasa oluşturmak hazırlığına
başlamışlardı. Bunların arasından Paris'te yaşayan ve öğrenimlerini Kilise-dışı
okullarda yapmış olan Dr. Serov Vişneciyan, Nahapet Rusyan ve Kirkor
Odyan bir taslak metin hazırlamışlardı. Hazırlanan taslakta,
ilginçtir ki, Ermeniler başta kendi Patrikleri'nin keyfi uygulamalarından
yakınarak Patrikler’le birlikte Anadolu'daki Ağa ve Bürokratların (amir) nasıl
davranmaları gerektiğinin bir Anayasa'ya bağlanmasını istemişlerdi. Devlet
içinde Devlet olmak gibi ne bir deyim, ne
de istek belirtilmişti. Bildiride, Ermeniler'in bir Millet oldukları vurgulanmış (Md.1),
Patrik'in en üst otorite olmadığı (Md.2) belirtilmişti, Altı ana
başlıktan oluşan bu metin 1857 yılının Şubat ayında Bâb-ı Ali'ye teslim
edilmişti.
Osmanlı
bürokrasisi bu metnin içeriğini kabul etmedi ve Ermeniler'in Devlet içinde
Devlet olmadıklarını vurgulayarak metnin yeniden düzenlenmesini istedi. Ö günlere, değin kendilerini
sadece Millet statüsünde gören Ermeniler bu Osmanlı belgesinde kendilerinden
olarak söz edildiğini görünce yeni anayasalarını, bu yeni yaklaşımla
hazırlamaya koyuldular. 1860'ta tamamlanan bu yeni Ermeni Anayasası’na göre,
Ermeniler'in cemaatsel yaşamlarını yönlendirmek için 20 kişilik bir Laik-Konsey
(Meclis) kurulacaktı. Ermenice Kaghakaget (Politikadan anlayan şahıs)
denilen bu adamların kilise dışından seçilmeleri gerekiyordu. Bu ve bundan
sonra biraz değiştirilerek Osmanlı'ya iletilen Ermeni Anayasası nihayet 3
Şevval 1279/30 Mart 1863'te Sultan Abdülaziz tarafından onaylandı. Nizamname-i
Millet'i Ermenyan (Ermenicesi: Azgayin Sahmanndruthin) böylelikle; yasallaşmış
oldu. Bu Nizamname 1898 ve 1906'da Abdülhamid'in isteği üzerine bazı
değişikliklere uğradı ve 1923'te Cumhuriyet'in kurulmasıyla birlikte ilga
edildi.
Kendilerini bir millet olarak
değil de, bir devlet olarak görmeye başlayan Ermeniler, ellerindeki bu nizamnameyi
-ve yapılmış olan ilk Osmanlı itirazını kullanarak başta Rusya ve İngiltere
olmak üzere tüm Osmanlı düşmanı güçlerle-müzakerelerde-bulunmaya ve diledikleri
zamanlarda Osmanlı'dan değil, gerçekte var olmayan bir devletin temsilcileri
(!) olarak istekte bulunmaya başladılar. Ermeniler'in, Osmanlı bürokrasisinin
gafletiyle ele geçirdikleri egemenliklerini nasıl kullanmış olduklarını
gösteren bir belge onların 1872’de toplanan Berlin Konferansı'na yaptıkları
resmi başvurudur. Bu başvuru Berlin Kongresi Zabıtları'ndadır. -(Archiv III.
Karton. 115).
Ermeniler'in bu başvuru mektubu
konferansın başkanlarından Karolyi'ye hitaben yazılmıştır. Başlığı Almanca,
içeriği Fransızca'dır. Altında 25 Haziran 1878 tarihi vardır. Mektup İstanbul'daki
Beşiktaş Arşövek'i Horen Nar Bey tarafından hazırlanmış ve Ermeniler'in
eski Panik'i ve Daron Arşövek'i Mıgırdıç Kerimyan tarafından imzalanmıştır.
Bu başvurularıyla Ermeniler
Osmanlı hükümetinden ayrılmak istemediklerini fakat sayıca Türklerden çok
olduklarını öne sürdükleri Van, Erzurum ve Diyarbakır'a bir Ermeni vali atanması'
için Osmanlı'ya baskı yapılmasını istemekteydiler. Başvuruda, çok ustalıkla
belirtilmiş iki husus yer almaktaydı. Birincisi, Ermeniler'in kendilerini tüm
Hıristiyan âleminin bir parçası olarak göstermeli ve bu Hıristiyan
Irkının/Soyunun (Race) söz konusu bölgelerde Türkler'den çok nüfusa sahip
olduğunu göstermeliydi. İkinci husus ise, gerçekte Osmanlı vatandaşlık
statüsünü tanımadıklarını göstermişlerdi. Ustalıkla saklanmış bir anlatımla
Ermeniler'in Türkler'den (ki böyle bir yurttaşlık hakkı Osmanlı'da resmen
yoktu) sayıca çok oldukları hissettirilmiş, diğer Osmanlı yurttaşı
Müslümanlar başta da Kürtler, Fellahlar ve Araplar sanki bölgede hiç yokmuşlar
gibi bir hava verilmişti.
İşte, bu
ve benzeri başvurulardan sonra dış güçlerin Osmanlı devleti üzerindeki
baskıları yoğunlaşmaya başladı. Buna karşılık kendi gafletinin kurbanı olan
Osmanlı Bürokrasisi, Ermenileri "Sadık Millet" statüsünden
çıkartıp, Düşman Millet statüsüne sokmak zorunda kaldı.
Günümüzde
gerek PKK, gerekse Fener Panikhanesi, bu eski oyunun yeni versiyonlarını Türkiye'nin
sahnesine sürüyorlar. Kişisel endişem PKK'nın ya da Patrikhane'nin
girişimlerinin başarıya ulaşacağından değil, T.C. Devletinin son iki yıldır
içinde bulunduğu aymazlıktan kaynaklanıyor. 1870'lerin Osmanlısı'nda içerden
Ermeni sarrafların, dışardan da şirketlerin verdikleri rüşvetlerle Osmanlı bürokrasisi
çürütülmüş durumdaydı. Ne yazık ki 1990'ların Türkiyesi'nde ise "Verdimse
verdim. Ne olmuş" zihniyeti "Köşe dönmenin"'- yeni
ahlaki temelini oluşturuyor.
(Yeni Günaydın. 24 Eylül 1993, Cuma)
RÜŞVET VE
BEŞİNCİ KOL
Neredeyse
1. Dünya Savaşı'ndan kalma bir deyimi Prof. Toktamış Ateş yeniden gündeme
soktu: Beşinci
Kol Faaliyeti... Ateş'e göre Türkiye'de bilileri bilerek ya da bilmeyerek
Beşinci Kol faaliyetlerine katılmaktaydılar.
Beşinci
Kol deyimini gençler duymamışlardır. Bu nedenle biraz açıklanması gerekir. Beşinci Kol
faaliyeti demek en kısa tanımıyla, bir ülkenin içinde o ülkenin bazı seçilmiş
ve özel amaçlarla yetiştirilmiş yurttaşları tarafından yönlendirilen BOZGUNCULUK
faaliyetleridir. Buna göre, ilk hedef ülkenin dış ve düşman ülke ya da
ülkelerin çıkarları doğrultusunda istikrarsızlığa sürüklenmesidir. BEŞİNCİ KOL FAALİYETLERİNE
KATILANLAR BU AMACIN GERÇEKLEŞMESİ UĞRUNA, HER TÜRLÜ KALIBA GİRERLER. Solcu
ile solcu, sağcı ile sağcı, şeriatçı ile şeriatçı görünürler. Halkın
şaşırtılabilmesi ve bağlılık duyulan tüm değerlerden yoksun bırakılması için
Beşinci Kol'un elindeki en güçlü silah RÜŞVET'tir.
Rüşvet aracılığıyla Beşinci Kol
her türlü yalan haberi yayar, mevcut sistemin aksayan ye kullanılamaz hale
gelmiş yanlarını daha sağlam, değerlerle DEĞİŞTİRMEK amacıyla değil, tam
tersine tüm toplumsal ilişkilere yön veren kanalları tıkamak ye toplumu
munipule (şaşırtarak kullanmak) etmek için uğraşır. Yeni değerler üretemez
hale getirilen ve kendine güven duygusunu yitirerek şaşkınlığa sürüklenen
kitleler kolayca dış güçlerin yıkıcı ve bozguncu emellerine alet olurlar. Yakın
dönemlerde Beşinci Kol'un etkili olduğu ülkelerden biri, Afganistan'dır. Burada
eski Sovyet politikası uyarınca başlatılan Beşinci Kol çalışmaları kısa bir
süre sonra, ülkenin işgal edilmesiyle noktalandı. Türkiye'den bir örnek
vermek gerekirse 2. Dünya Savaşı sırasında İstanbul ye Ankara'da yürütülen Nazi
propagandalarıdır.
Rüşvetin
tarihi çok eskidir. Tevrat'ta ve İncil'in-Yeni Ahit bölümünde rüşvetten söz edilmiştir.
Tarih boyunca rüşvetin yıkıcı niteliği ile mücadele edilmiştir. Bir ya da
birkaç kişinin aldıkları rüşvetlerle yıkılmış krallıklarve mağlup ve mağdur
edilmiş halklar vardır. Ne hazindir ki rüşvetçilik, önlenememiştir.-Rüşvetin
yıkıcı sonuçlarıyla mücadele edebilmek içinilginç yollar denenmiştir. Bunlardan
iki örnek aktarayım.
1.Haçlı-Seferi- Türklerce ve tüm
İslam alemine karşı Kudüs'ü kurtarmak, amacıyla başlatılmıştı. Beş bin atlı
otuzbeş bin piyade, elli bin kadar başıbozuk silahIı köylü 1096 yılında
Bizans'ın, Papa 2. Urban'a yaptığı çağrıyla bugünkü Belçika'nın Buyon şehrinden
yola çıkarak Bizansa gelmişlerdi. Ne. var ki Bizans kendi çağırdığı Hıristiyan
ordusunun, gerçekte din uğruna değil, çapulculuk amacıyla geliğini anlayınca
ordunun başındakilere yüklü rüşvetler verip bu çapulcuların İstanbul'da ve
İznik'te konaklamalarını engelledi. Bizans sadece rüşvet vermekle yetinmedi.
Haçlı ordularının komutanlarının kendilerinden rüşvet aldıklarını da el
altından yaydı. Haçlıların arasında bir moral bozgun başladı. Komutanlar
ordudaki denetimlerini yitirdiler. Bu düzensizlik içinde Antakya Kalesi'nin
önüne gelen Haçlıları burada tamamen yok olmaktan bir rüşvetçi kurtardı!
Haçlılar yaklaşan büyük Selçuklu ordusundan kurtulabilmek için ne yapıp edip
kaleyi ele geçirmek zorundaydılar. Rüşvet almış olmakla suçlanan komutanlar bu
kez kalede görevli bir Müslümana rüşvet verdiler. Gece yarısı kalenin gizli
çıkış kapılarını açan bu adam sayesinde Haçlılar, Antakya Kalesini ele
geçirdiler. Burada hazırlıklarını hızla tamamlayan Haçlılar Kudüs'e saldırdılar
ve Hıristiyan tarihçilerinin de belirttikleri gibi tarihte eşi görülmedik bir
katliam yaptılar. Kudüs'teki tüm Müslümanlar ve Yahudiler kılıçtan
geçirildiler.
Rüşvete karşı rüşvetle mücadele
etmek fikri bu olaydan sonra çeşitli devletler tarafından denenmiştir. Osmanlı
devleti de bu yola başvurmuştu.
1. Dünya
Savaşı'nın çıkmasından bir süre önce Osmanlı bürokratları, o sıralarda yaygınlaşmış
olan Yunan ve Bulgar Beşinci Kol faaliyetlerine karşı çıkabilmek için Fransız
basınında etkili yazılar yayınlayan gazetelere ve dergilere rüşvet vermişlerdi. Yunan ve Bulgar Beşinci Kol'u
Osmanlının silahlanmasını engelleyebilmek için İstanbul'da yoğun bir gizli
propaganda yürütmekteydi. Bu propagandaya göre Osmanlı boşuna silahlanıyordu.
Düveli Muazzama/Batılılar, Osmanlıyı yıkmak değil "Uygarlaştırmak"
istiyorlardı!!! Bu
propagandaya karşı mücadele etmek gerektiğini düşünen Osmanlı bürokratları
çareyi Fransız basınına rüşvet vermekte buldular. 1913'te Leon Renier
adlı bir aracılığıyla anlaşma yaptılar ve basına dağıtılmak üzere, kendisine
tam 3 milyon lira verdiler, Renier bu paranın 2.595.000'lik kısmını 40'tan
fazla irili ufaklı yayın organına dağıttı. Bunların, arasında ünlü Figaro,
Matin, Peti't Journal gibi etkili gazetelerle London Paris ve
Fournier gibi büyük haber ajansları da vardı. Bu kampanya sonunda söz konusu
dergi ve gazetelerde Türklerin "Ortak düşman Rusya"ya karşı
silahlandırılmaları gerektiği yollu yazılar ve yorumlar yayınlanmaya başladı.
Sonuç malum.
Günümüzde
Türkiye'de rüşvet en çok konuşulan konuların başında gelmektedir. Rüşvetin
toplumda meydana getirdiği yıkıcı sonuçlar ve rüşvetin Beşinci Kol’la olası
bağlantılarının ortaya çıkartılması bir zorunluluktur. Türkiye'ye ihaneti
meslek edinmiş olanların rüşvet alacak kadar açgözlü ve zayıf karakterli
insanları kullandıkları bir gerçektir. Son rüşvet olaylarında bu hususun da
dikkate alınması gerekir.
(Yeni Günaydın, 28 Eylül,1993,
Salı)
ERMENİLER
ve DIYARBAKIR
Sınırları Misak-ı Milli ile
belirlenmiş olan Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Doğu ve Güneydoğu Anadolu
bölgelerinde Ayrılıkçı amaçlara yönelik yoğun terör eylemleri gerçekleşmektedir.
Kısaca PKK adıyla tanınan bir örgüt, Kürdistan'a bağımsızlık getireceğini öne
sürerek kendisi ne taraflar toplamaya çalışmakta ve bu genç insanları tedhişe
ve ölüme göndermektedir.
Bir zamanlar sosyalistlik
iddiasında olan bu örgütün günümüzde Ermeni kadroları tarafından desteklenmekte
olduğu da gündelik basında sıkça vurgulanmaktadır. Ermeni-PKK ittifakını
doğrulayan belgeler her gün yayınlanmakta ve kamuoyuna mal olmaktadır.
Ermeniler'in PKK tipi bir örgütü
desteklemeleri ne rastlantıdır, ne de karşılıksızdır. PKK'nın T.C. Devletini
Kürt ve Ermeni halklarının ortak düşmanı ilan etmesi de öyledir. Örneğin tarihte
Kürt-Ermeni ilişkilerinin en yoğun yaşanmış olduğu şehirlerin başında gelen
Diyarbakır'ı kendi Kürdistan anlayışı çerçevesinde başkent olarak görmesi bu
ittifakın en belirgin göstergesidir.
Diyarbakır PKK için olduğu kadar,
Ermeniler için de büyük önem taşımaktadır. Hatta Ermeniler'e göre Diyarbakır
tarihte Ermeniler tarafından, kurulmuş en büyük şehirlerden biridir ve
Apostolik (Ermeni Kilisesi) Hıristiyanlığın doğudaki bekçi-şehri olarak
anılmaktadır. Gerçekten de 1860-1908 yıllarının Diyarbakır'ında nüfusa, idari
ve toplumsal, yapıya, bakıldığında söz konusu "Vilayet'in Ermeniler için
neden önem taşıdığı anlaşılır. Söze Diyarbakır'ın tarihiyle ilgili kısa
bilgiler aktararak başlayalım. Aşağıda okuyacağınız bilgi ve istatistikleri
özellikle Ermeni tarihçilerin kaynaklarından seçtim. Tamamı belgeseldir ve
başta ABD olmak üzere Fransa ve İngiltere'de yayınlanmışlardır'.
Ermeni tarihçilere göre
Diyarbakır şehri Büyük Ermeni Krallığı'na ait Arzamena eyaletinin
sınırları içindeki bir yerleşim alanıydı. İ.Ö. 94 yılında Ermeni Kralı
Tigran tarafından Ermenistan'a bağlanmıştı. Eski adı, Amida'ydı.
Şehir daha sonra Romalılar ve Bizanslılar tarafından işgal edilmiş ve İ.S. 536
yılında İmparator Jüstinyen tarafından "Dördüncü Ermenistan"adı
verilerek eyalet statüsüne yükseltilmiştir. 640 yılında şehir Araplar'ın eline
geçmiş ve 958 yılında yeniden Bizans tarafından zaptedilmiştir. 1070'te Alp
Arslan’ın egemenliğine giren Diyarbakır daha sonra 1093'te Suriyeli Melik Taceddin
Devle'nin eline geçmiştir. 1183'te Selahaddin Eyyubi tarafından zapt edilen
Diyarbakır 13. yüzyılda Moğollar'ın istilasına uğramış ve 1335'ten sonra da
Türkmen Beyleri tarafından yönetilmiştir.
Osmanlı'nın Diyarbakır'ı alışı
ise 'Yavuz Sultan Selim (1512-1520) dönemine rastlamıştır.
Diyarbakır'ın Vilayet yapılması
1867'dedir. Bu vilayete bağlı Ergani, Mardin ve Malatya'nın statülerinde daha
sonra değişiklikler yapılmıştır. Siverek, Derik, Lice, Beşiri ve Silvan bu eyaletlere
baglı sancaklar; Ergani, Palu, Çermik, Nusaybin, Cizre, Midyat ise
kazalar haline getirilmişlerdir.
1860-1908
yılları arasında Diyarbakır'daki nüfus dağılımı Ermeni kaynaklarına göre şöyledir:
Ermeni; 105.000;
Nasturi, Yakubi ve'Keldani,
60.000;
Kürt, 50.000;
Türk, 45.000;
Kızılbaş, 27.000;
Yezidi, ,4.000;
Çeçen-Kafkas, 10.000;
Yahudi, 1.500;
Rum, 1,000.
Aynı dönemde Diyarbakır'ın şehir
içi nüfusu, 35.000 olarak tahmin edilmekteydi. Diğer gayri-müslim topluluklarla
birlikte Diyarbakır şehrinin iç nüfusunda Ermenilerin önderliğindeki Hıristiyan
ve gayrimüslimler çoğunlukta, Müslüman Türk ve Kürtler ise azınlık statüsünde
yer alıyorlardı.
Diyarbakır'ın idari yapısında
Ermeniler çok etkili makamlarda görev, yapmaktaydılar, Tedkik-i Senadad Komisyonu,
Tahrirat Komisyonu. Evrak Komisyonu gibi devlet dairelerinde çoğunlukla
Ermeniler görev almışlardı.
Eğitim ve
Terbiye dairelerinde de çok sayıda Ermeni öğretmen vardı. Tarım'da ve tarımla ilgili
kredi-borç işlerini yönlendiren bankalar da da Ermeni müdürler, yöneticiler
bulunmaktaydılar. Ermeniler'in sayıca az oldukları alanlar Polis, Nüfus
Dairesi ve Vakıflar idi.
Diyarbakır'da 1900'lü yılların
başında öğrenimlerini yurtdışında -örneğin Fransa'da, ABD'de- yapmış doktor,
avukat ve Posta Telgraf teknisyeni Ermeniler bulunmaktaydı:
CUMHURİYET
TARİHİ İÇİNDE DOĞU VE GÜNEYDOĞU ANADOLU'DA KÜRTLER ZAMAN ZAMAN AYAKLANMALARA
AMERİKALI VE FRANSIZ ERMENİLER DERHAL KARŞI ÇIKMIŞLAR VE CUMHURİYET
HÜKÜMETLERİ'NİN BU İSYANLARI BASTIRMALARI KONUSUNDA DESTEK VERMİŞLERDİR.
PKK
terörü konusunda ise durum tersine dönmüştür. Bunun nedeni PKK'nın kendisini Ateist ve İslam'a
karşı bir örgüt olarak lanse etmiş olmasındadır. Ermeniler ise Hıristiyanlık aleminde
kendilerinin Hıristiyanlığın en dogmatik ve sofu koruyucuları olarak kabul
görmesinden gurur duyarlar. Kendi belgelerine ve beyanlarına göre tam bir Ermeni
şehri olan Diyarbakır'da, bölgedeki yoğun Müslüman nüfusa rağmen gözlerini
Ateizm'e çevirmiş bir Kürt örgütünün kurulmasına özellikle Amerikalı ve Fransız
Ermenilerin niçin ses çıkarmamış oldukları yukarda aktardığım sayısal verilerde
ve tarihsel yapılanmada gizlidir.
(Yeni Günaydın. 21 Eylül 1993, Salı)
SURİYE VE LÜBNAN ERMENİLERİ
Halen dünyanın birçok ülkesinde, Ermeniler
yaşamaktadır. Arjantin'den Amerika'ya, Fransa'dan Kanada'ya kadar yayılmış olan
Ermeniler. "Diaspora"(sürgün) adını verdikleri yeni coğrafi
alanlarda yaşamlarını sürdürmektedirler. Çok geniş bir yayılma alanında yaşayan
Ermeniler'in, tıpkı Yahudiler'in İsrail'e olan bağlılıkları gibi, Ermenistan'a
bağlılık yeminleri vardır. Söz konusu ülkelerde yaşayan Ermeniler'in bir-kısmı
eski Osmanlı yurttaşı olan Ermeni ailelerinin çocuklarıdır.
Sadece Ermeniler değil, diğer 12 ülkenin
bugünkü-yöneticilerinin. Ataları da "Osmanlı yurttaşlarıydılar..
Hatta, ilginç olduğu için yazıyorum, ünlü Terasa Ana da Osmanlı yurttaşıydı.
Nobel Barış Ödülü'nün sahibi olan Rahibe Terasa Anâ'nın babası, Kole
Bojaxhih, Üsküplü bir Arnavut'tu. Üsküp'teki ilk tiyatroyu açan iki
kişiden -diğeri İtalyan- biriydi. Başından eksik etmediği fesiyle tam bir
Osmanlı Hıristiyan'ı olan Kole Bojaxhsin, Sırp asıllı bir kadınla evlenmişti.
İşte bu evlilikten 1909'a doğan ve gerçek adı Gaxhe Agnes Bojaxhsin olan
kız, kayıtlara Osmanlı yurttaşı olarak geçmişti. Daha sonra rahibe olan bu genç
kız, günümüzde tüm dünyada Terasa Ana olarak tanınmaktadır.'
Benzer
şekilde, Yunanistan Devlet Başkanı Konstantin Karamanlis de, ünlü ''Patrik
Athenagoras da, doğumları itibariyle Osmanlı yurttaşıydılar. .Yine Osmanlı kökenli bir diğer
ünlü de Amerikan yurttaşlığına geçmiş olan yazar William Saroyan'dır.
Suriye, ve Lübnan'da yaşayan
Ermeniler ise, geçmişte tüm haklara sahip Osmanlı yurttaşlarıydılar. 1860-1908
yılları arasındaki Suriye ve Lübnan Ermenileri'yle ilgili belgelere göre üç
"vilayet'e bölünmüş olan Suriye'de Halep, Şam ve Dayr-el Zor'da
yaklaşık 133.560 Ermeni yaşamaktaydı. Bunlar Apostolik, Katolik ve Protestan
Ermenileri'ydi. Aynı kaynaklara, göre, örneğin; Halep'te Ortodoks ve
Katolik olarak 19.923 Rum, 11.748 Yahudi, 15.940' kadar "Dini
belirsiz'' şahıs yaşamaktaydı, Ermeniler tarafından tutulmuş ve bazı
abartmalara da açık olan bu sayısal verilere göre, Halep'te yaklaşık 150.000
gayrimüslime karşılık 760.000 Müslüman yaşamaktaydı. Buna rağmen Halep ye
çevresindeki devletin yönetiminden ticarete kadar birçok alanda Ermeniler çok
etkiliydiler. Halep'te önde gelen 70 kadar Ermeni ailesi vardı. Bunlardan
en ilginci, bugünkü Ermenistan'ın devlet adamlarından Ter-Petrosyan’ın
ailesidir.
Halep'te “Ağacan” ailesi olarak tanınan bu aile
(gerçek yazılışı; Der- Bedrosyan) özellikle Urfa'da büyük bir ithalat ve
ihracat şirketini yönetmekteydi.
Ter-Petrosyan'ın erkek kardeşi Nişan Petrosyan, 1902'de "Ticaret ve
Ceza Mahkemesi"nde üyelik yapmıştı. Bir başka ünlü Ermeni de Yakup
Taşcıyan'dı (ölm. 1915). Taşcıyan, Kürt-Arap çatışmalarında ara- buluculuk
yapmıştı.
Lübnan'da ise, Osmanlı kaynaklarına
göre 1.800, Ermeni kaynaklarına göre 3.150 ile. 4.500 arasında Ermeni
yaşamaktaydı! O zamanki adı "Dağlık Lübnan" olan Lübnan'da
Beyrut ve çevresinde yapılan ticaretin tamamına yakını Ermeniler'in
denetimindeydi. Ayrıca en iyi eğitim görmüş olan Ermeniler de
Lübnan'daydılar. Lübnan Ermeniler'i, tıpkı Suriye Ermenileri gibi Fransa'yla
çok sıkı ilişkiler içindeydiler. Buna ek; olarak 1880'lerden itibaren
bölgedeki ABD'li misyonerlerin etkisiyle birçok Protestan Ermeni,
Ermeni-Amerikan' kolejlerinde eğitilmişlerdi. Gregoryen Ermeniler'in önemli bir
bölümü de ABD'deki Protestan Kilisesi'ne bağlanmışlardı.
Bu bölgedeki en önemli Ermeni
aileleri arasında başta Davud Karabet Paşa (1816-1873) ailesi gelmekteydi. Son
derece bilgili bir paşa olan Davud Karabet, Osmanlı'nın Berlin Büyükelçiliği'nde
bulunmuştu. Karabet Paşa'nın, Fransızca yazdığı "Antik Alman
Yasaları" başlıklı kitabı, Avrupa'da ilgi uyandırmıştı.
Günümüzde Suriye ve Lübnan'da
yaşayan Ermeniler'in tamamı, hiç kuşkusuz Türkiye'nin düşmanı değildirler.
Ancak eski Taşnak ve Hınçak, komitelerinin görüşlerinin günümüzdeki uzantıları
da sayıca hiç az değildir. PKK'yla, doğrudan bağlantı içinde olanlar işte bu
eski, "Komitacı grupları' ve onlara bağlı olan "Yeminli Türk
Düşmanları" dır.
(Yeni
Günaydın, 6 Kasım 1993. Cumartesi)Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar