Print Friendly and PDF

“TÜRKİYE VE ORTADOKSLAR” KİTABINDAN ALINTILAR






Aytunç ALTINDAL
Anahtar Kitaplar-Mart 1995

KONSTANTİNOPOLİS CIA'SI
Bizans İmparatorluğu, özellikle Jüstinyen döneminde (6. yüzyıl) o günlerin dünyasında Hıristiyanlığın yeryüzündeki tek ve en güçlü temsilcisi ve savunucusuydu. Bizans'ın askeri gücü, aynı zamanda Bizans'taki toplumsal ve kültürel yaşamı da belirlemekteydi.
Bizans İmparatorluğu, tarihte benzeri görülmemiş bir baskı ve sansürü de gündelik siyasetinin bir parçası haline getirmişti. İstanbul'a ulaşan her yabancı tam bir tarassut altında tutuluyordu. Yabancıların yaptıkları alışverişler, konuşmalar ve evlilikler çok sıkı bir denetim altındaydı. Özellikle yabancıları izleyen gizli bir istihbarat örgütü kurulmuştu. Bizans tarihi konusunda araştırmalarıyla tanınan Merle Severy'lin yazdığına göre Bizans, Doğu'daki "Polis devleti" idi. İmparatorluğun başkenti olan İstanbul'a gelen ya da burada yaşayan Rus, Bulgar, Peçenek, Hazarlar ile İtalya'dan gelen Lombardiyalı, Katolonyalı, Amalfili tüccarlar çok sıkı bir şekilde izlenmekteydiler.

Barbarları İzleme Dairesi
Bizanslılar, kendilerinden olmayan her ulusa ve topluluğa potansiyel düşman gözüyle bakmaya alışmışlardı. Bizans doğumlu ye Ortodoks kilisesine kayıtlı olmayan herkes Bizans'ın resmi kayıtlarına "Barbar" sıfatıyla kayıt ediliyordu. Bu barbarların başında da Latinler ve Franklar gelmekteydi.
Bizans'a gelen yabancılara sadece üç aylık oturma izni verilmekteydi. Bu oturma izni, "Barbarları İzleme Dairesi" diye Türkçeleştirebileceğimiz bir devlet dairesi, tarafından verilmekteydi. Kısaca BID diye anabileceğimiz bu devlet dairesi, tarihçi Severy'nin tanımıyla bugünkü ünlü komplo örgütü CIA'nın atası sayılmaktaydı. BID, üç aylık oturma süresini uzatmış olanlara karşı çok acımasız davranırdı. İznini geçirmiş olanlar zincir kırbaçlarla dövülürler ve ellerindeki tüm malları müsadere edilirdi.
Bizans'ın CIA'sı BID, bu kadarla kalmamaktaydı. Aynı zamanda çok usta bir "Karşı casusluk" örgütü olarak da faaliyet göstermekteydi. Başka devletlerde casusluk faaliyetlerini yönlendirmek, sabotajlar düzenlemek, cinayetler ve tehditler yapmak BID'in asli görevleri arasındaydı.
CIA'in bağlı olduğu en üst imparatorluk kurumu Silentium adlı bir konseydir. Adı "Suskunluk" anlamına gelen bu kurumun BİD'in haksız uygulamalarını örtbas edebilmek amacıyla bu adla kurulduğu bellidir.

Bizans ve Fahişeleri

Bizans İmparatorluğu, tarihe olumlu ve olumsuz birçok özelliğiyle geçmiştir. Ama Bizans'ın fahişeleri tüm tarih kitaplarında kendilerine özel bir yer açmayı başarmışlardır.
Bizans'ta fahişelik toplumsal bir hizmet birimiydi. Ve ilginçtir ki fahişelik sanatı devletin ve kilisenin koruması altındaydı. Yaşlı fahişeleri barındıracak özel evleri -şehrin dışında- devlet yapar, işletilmesini kilise yürütürdü. Benzer yurtlar, paralarını ve servetlerini har vurup harman savurmuş düşkün asilzadeler için de yapılmıştı. Bunlar da kilise tarafından yönetilirlerdi.
İlginçtir ki, sanatını yapamaz duruma gelip de, fahişeler yurduna konulmuş olan eski fahişelerin birçoğu ölümlerinden sonra kutsal kadın statüsüne yükseltilmişler ve azize ilan edilmişlerdi! Bizans'ta, aile, kadınları için en önemli dua etme mekânları işte bu fahişeden dönme azizelerin ikonlarının bulundukları yerler olmaktaydı. 
Fahişeler kuşkusuz BİD'in en önemli elemanlarıydılar. Bizanslı fahişeler aracılığıyla kentte kimin ne düşündüğü ve ne yaptığı çok dikkatli bir şekilde izlenebilmekteydi. BİD'in komşu ülkelerin limanlarına ve önemli merkezlerine yerleştirdiği özel istihbaratçıları da yardı. Bunlar çoğunlukla din adamı kisvesi altında casusluk faaliyetlerini yürütmekteydiler. Hangi ülkenin prensinin hasıl bir insan olduğunu, nelerden hoşlanıp, nelerden hoşlanmadığını, güçlü, yanlarını ve zaaflarını saptamak. İşte bu din adamlarının ve tüccarların "Askerlik" görevleri arasındaydı. Özellikle 14. yüzyılda güçlerini hissettirmeye başlamış olan Türkler de BİD'in sıkı denetimi altında bulunmuşlardı. Bu konuda din adamları tarafından çoğu şifreli ve sembolik anlatımlarla yüklü kitaplar, raporlar hazırlanmıştı. Örneğin Oslmanlılar'la ilgili çizimlerde Osmanlı Devleti'nde yaşayan insanlar tiplendirilmişler ve güçlü oldukları yanlarıyla zaafları ayrıntılı bir şekilde anlatılmıştı. Türk İmparatorluğunu çökertebilmek amacıyla kimlerden nasıl yararlanılabileceği kimlerin Bizans'ın emelleri uğruna kullanılabilecekleri belirlenmişti.
BİD'in elindeki en önemli silahlardan biri de "Rüşvet'ti. Tarihte papalık, ve Bizans kadar çok rüşvet alınış ve rüşvet vermiş kurumlar yoktur. İtalya'daki papalarda, İstanbul'daki Bizans da "Rüşvet " in tüm meziyetlerini ayrıntılarıyla bilen devletlerdi. Hatta bazen Vatikan Bizans'a, bazen de, Bizans Vatikan'a rüşvet vermişlerdi.
(Yeni Günaydın, 11 Nisan 1994-Pazartesi)

DEVLET İÇİNDE DEVLET
TC. Devleti'nin Anayasası'nda Ulusal Egemenlik kavramı vardır ve bu egemenliğin sahibi olarak da millet gösterilmiştir. Anayasa'nın bu değiştirilemez maddesine göre, Türkiye'de "Hakimiyet Kayıtsız Şartsız Milletindir."
Osmanlı Devleti'nin 1856'da ilan ettiği Hattı Hümayun‘da böyle bir ibare yer almamıştı. O yıllarda egemenliğin kaynağının kimde, ya da hangi toplumsal birimde olması gerektiği henüz tartışılan bir akım veya fikir değildi, 18 Şubat 1856'da ilan edilen Hattı Hümayun, ulusal egemenlik fikrini değil, fakat daha sonraki yıllarda Ermeni ayrılıkçı ve bölücü hareketlerine kaynaklık edecek olan bir fikri Osmanlı siyasal literatürüne armağan etti. Bu fikir, Devlet içinde Devlet olma fikridir.
Günümüzde yeniden ortaya çıkan bu ibareyle ilgili bazı bilgileri aktarmak istiyorum.           
"Devlet içinde Devlet" olmak şeklinde formüle edilen siyasal yapılanına ilk kez 1856-57 yıllarında tartışılmaya başlanmıştı ve ilk kez 3 Nisan 1857 tarihinde yayınlanan bir Osmanlı belgesinde, yer. almıştı. İlginçtir ki bu ibare Osmanlı bürokrasisi tarafından gündeme sokulmuştu. Bu belgede yer alan ifadeye göre, Ermeniler'in Devlet içinde Devlet olmadıkları vurgulanmaklaydı...
Devlet içinde Devlet olmaklığı ortaya çıkartan nedenler nelerdi?
Hattı Hümayun'un cesaretlendirdiği Ermeni aydınları bir Anayasa oluşturmak hazırlığına başlamışlardı. Bunların arasından Paris'te yaşayan ve öğrenimlerini Kilise-dışı okullarda yapmış olan Dr. Serov Vişneciyan, Nahapet Rusyan ve Kirkor Odyan bir taslak metin hazırlamışlardı. Hazırlanan taslakta, ilginçtir ki, Ermeniler başta kendi Patrikleri'nin keyfi uygulamalarından yakınarak Patrikler’le birlikte Anadolu'daki Ağa ve Bürokratların (amir) nasıl davranmaları gerektiğinin bir Anayasa'ya bağlanmasını istemişlerdi. Devlet içinde Devlet olmak gibi ne bir deyim, ne de istek belirtilmişti. Bildiride, Ermeniler'in bir Millet oldukları vurgulanmış  (Md.1),  Patrik'in en üst otorite olmadığı (Md.2) belirtilmişti, Altı ana başlıktan oluşan bu metin 1857 yılının Şubat ayında Bâb-ı Ali'ye teslim edilmişti.
Osmanlı bürokrasisi bu metnin içeriğini kabul etmedi ve Ermeniler'in Devlet içinde Devlet olmadıklarını vurgulayarak metnin yeniden düzenlenmesini istedi. Ö günlere, değin kendilerini sadece Millet statüsünde gören Ermeniler bu Osmanlı belgesinde kendilerinden olarak söz edildiğini görünce yeni anayasalarını, bu yeni yaklaşımla hazırlamaya koyuldular. 1860'ta tamamlanan bu yeni Ermeni Anayasası’na göre, Ermeniler'in cemaatsel yaşamlarını yönlendirmek için 20 kişilik bir Laik-Konsey (Meclis) kurulacaktı. Ermenice Kaghakaget (Politikadan anlayan şahıs) denilen bu adamların kilise dışından seçilmeleri gerekiyordu. Bu ve bundan sonra biraz değiştirilerek Osmanlı'ya iletilen Ermeni Anayasası nihayet 3 Şevval 1279/30 Mart 1863'te Sultan Abdülaziz tarafından onaylandı. Nizamname-i Millet'i Ermenyan (Ermenicesi: Azgayin Sahmanndruthin) böylelikle; yasallaşmış oldu. Bu Nizamname 1898 ve 1906'da Abdülhamid'in isteği üzerine bazı değişikliklere uğradı ve 1923'te Cumhuriyet'in kurulmasıyla birlikte ilga edildi.
Kendilerini bir millet olarak değil de, bir devlet olarak görmeye başlayan Ermeniler, ellerindeki bu nizamnameyi -ve yapılmış olan ilk Osmanlı itirazını kullanarak başta Rusya ve İngiltere olmak üzere tüm Osmanlı düşmanı güçlerle-müzakerelerde-bulunmaya ve diledikleri zamanlarda Osmanlı'dan değil, gerçekte var olmayan bir devletin temsilcileri (!) olarak istekte bulunmaya başladılar. Ermeniler'in, Osmanlı bürokrasisinin gafletiyle ele geçirdikleri egemenliklerini nasıl kullanmış olduklarını gösteren bir belge onların 1872’de toplanan Berlin Konferansı'na yaptıkları resmi başvurudur. Bu başvuru Berlin Kongresi Zabıtları'ndadır. -(Archiv III. Karton. 115).
Ermeniler'in bu başvuru mektubu konferansın başkanlarından Karolyi'ye hitaben yazılmıştır. Başlığı Almanca, içeriği Fransızca'dır. Altında 25 Haziran 1878 tarihi vardır. Mektup İstanbul'daki Beşiktaş Arşövek'i Horen Nar Bey tarafından hazırlanmış ve Ermeniler'in eski Panik'i ve Daron Arşövek'i Mıgırdıç Kerimyan tarafından imzalanmıştır.
Bu başvurularıyla Ermeniler Osmanlı hükümetinden ayrılmak istemediklerini fakat sayıca Türklerden çok olduklarını öne sürdükleri Van, Erzurum ve Diyarbakır'a bir Ermeni vali atanması' için Osmanlı'ya baskı yapılmasını istemekteydiler. Başvuruda, çok ustalıkla belirtilmiş iki husus yer almaktaydı. Birincisi, Ermeniler'in kendilerini tüm Hıristiyan âleminin bir parçası olarak göstermeli ve bu Hıristiyan Irkının/Soyunun (Race) söz konusu bölgelerde Türkler'den çok nüfusa sahip olduğunu göstermeliydi. İkinci husus ise, gerçekte Osmanlı vatandaşlık statüsünü tanımadıklarını göstermişlerdi. Ustalıkla saklanmış bir anlatımla Ermeniler'in Türkler'den (ki böyle bir yurttaşlık hakkı Osmanlı'da resmen yoktu) sayıca çok oldukları hissettirilmiş, diğer Osmanlı yurttaşı Müslümanlar başta da Kürtler, Fellahlar ve Araplar sanki bölgede hiç yokmuşlar gibi bir hava verilmişti.   
İşte, bu ve benzeri başvurulardan sonra dış güçlerin Osmanlı devleti üzerindeki baskıları yoğunlaşmaya başladı. Buna karşılık kendi gafletinin kurbanı olan Osmanlı Bürokrasisi, Ermenileri "Sadık Millet" statüsünden çıkartıp, Düşman Millet statüsüne sokmak zorunda kaldı.
Günümüzde gerek PKK, gerekse Fener Panikhanesi, bu eski oyunun yeni versiyonlarını Türkiye'nin sahnesine sürüyorlar. Kişisel endişem PKK'nın ya da Patrikhane'nin girişimlerinin başarıya ulaşacağından değil, T.C. Devletinin son iki yıldır içinde bulunduğu aymazlıktan kaynaklanıyor. 1870'lerin Osmanlısı'nda içerden Ermeni sarrafların, dışardan da şirketlerin verdikleri rüşvetlerle Osmanlı bürokrasisi çürütülmüş durumdaydı. Ne yazık ki 1990'ların Türkiyesi'nde ise "Verdimse verdim. Ne olmuş" zihniyeti "Köşe dönmenin"'- yeni ahlaki temelini oluşturuyor.
 (Yeni Günaydın. 24 Eylül 1993, Cuma)

RÜŞVET VE BEŞİNCİ KOL
Neredeyse 1. Dünya Savaşı'ndan kalma bir deyimi Prof. Toktamış Ateş yeniden gündeme soktu: Beşinci Kol Faaliyeti... Ateş'e göre Türkiye'de bilileri bilerek ya da bilmeyerek Beşinci Kol faaliyetlerine katılmaktaydılar.
Beşinci Kol deyimini gençler duymamışlardır. Bu nedenle biraz açıklanması gerekir. Beşinci Kol faaliyeti demek en kısa tanımıyla, bir ülkenin içinde o ülkenin bazı seçilmiş ve özel amaçlarla yetiştirilmiş yurttaşları tarafından yönlendirilen BOZGUNCULUK faaliyetleridir. Buna göre, ilk hedef ülkenin dış ve düşman ülke ya da ülkelerin çıkarları doğrultusunda istikrarsızlığa sürüklenmesidir. BEŞİNCİ KOL FAALİYETLERİNE KATILANLAR BU AMACIN GERÇEKLEŞMESİ UĞRUNA, HER TÜRLÜ KALIBA GİRERLER. Solcu ile solcu, sağcı ile sağcı, şeriatçı ile şeriatçı görünürler. Halkın şaşırtılabilmesi ve bağlılık duyulan tüm değerlerden yoksun bırakılması için Beşinci Kol'un elindeki en güçlü silah RÜŞVET'tir.
Rüşvet aracılığıyla Beşinci Kol her türlü yalan haberi yayar, mevcut sistemin aksayan ye kullanılamaz hale gelmiş yanlarını daha sağlam, değerlerle DEĞİŞTİRMEK amacıyla değil, tam tersine tüm toplumsal ilişkilere yön veren kanalları tıkamak ye toplumu munipule (şaşırtarak kullanmak) etmek için uğraşır. Yeni değerler üretemez hale getirilen ve kendine güven duygusunu yitirerek şaşkınlığa sürüklenen kitleler kolayca dış güçlerin yıkıcı ve bozguncu emellerine alet olurlar. Yakın dönemlerde Beşinci Kol'un etkili olduğu ülkelerden biri, Afganistan'dır. Burada eski Sovyet politikası uyarınca başlatılan Beşinci Kol çalışmaları kısa bir süre sonra, ülkenin işgal edilmesiyle noktalandı. Türkiye'den bir örnek vermek gerekirse 2. Dünya Savaşı sırasında İstanbul ye Ankara'da yürütülen Nazi propagandalarıdır.
Rüşvetin tarihi çok eskidir. Tevrat'ta ve İncil'in-Yeni Ahit bölümünde rüşvetten söz edilmiştir. Tarih boyunca rüşvetin yıkıcı niteliği ile mücadele edilmiştir. Bir ya da birkaç kişinin aldıkları rüşvetlerle yıkılmış krallıklarve mağlup ve mağdur edilmiş halklar vardır. Ne hazindir ki rüşvetçilik, önlenememiştir.-Rüşvetin yıkıcı sonuçlarıyla mücadele edebilmek içinilginç yollar denenmiştir. Bunlardan iki örnek aktarayım.
1.Haçlı-Seferi- Türklerce ve tüm İslam alemine karşı Kudüs'ü kurtarmak, amacıyla başlatılmıştı. Beş bin atlı otuzbeş bin piyade, elli bin kadar başıbozuk silahIı köylü 1096 yılında Bizans'ın, Papa 2. Urban'a yaptığı çağrıyla bugünkü Belçika'nın Buyon şehrinden yola çıkarak Bizansa gelmişlerdi. Ne. var ki Bizans kendi çağırdığı Hıristiyan ordusunun, gerçekte din uğruna değil, çapulculuk amacıyla geliğini anlayınca ordunun başındakilere yüklü rüşvetler verip bu çapulcuların İstanbul'da ve İznik'te konaklamalarını engelledi. Bizans sadece rüşvet vermekle yetinmedi. Haçlı ordularının komutanlarının kendilerinden rüşvet aldıklarını da el altından yaydı. Haçlıların arasında bir moral bozgun başladı. Komutanlar ordudaki denetimlerini yitirdiler. Bu düzensizlik içinde Antakya Kalesi'nin önüne gelen Haçlıları burada tamamen yok olmaktan bir rüşvetçi kurtardı! Haçlılar yaklaşan büyük Selçuklu ordusundan kurtulabilmek için ne yapıp edip kaleyi ele geçirmek zorundaydılar. Rüşvet almış olmakla suçlanan komutanlar bu kez kalede görevli bir Müslümana rüşvet verdiler. Gece yarısı kalenin gizli çıkış kapılarını açan bu adam sayesinde Haçlılar, Antakya Kalesini ele geçirdiler. Burada hazırlıklarını hızla tamamlayan Haçlılar Kudüs'e saldırdılar ve Hıristiyan tarihçilerinin de belirttikleri gibi tarihte eşi görülmedik bir katliam yaptılar. Kudüs'teki tüm Müslümanlar ve Yahudiler kılıçtan geçirildiler.
Rüşvete karşı rüşvetle mücadele etmek fikri bu olaydan sonra çeşitli devletler tarafından denenmiştir. Osmanlı devleti de bu yola başvurmuştu.         
1. Dünya Savaşı'nın çıkmasından bir süre önce Osmanlı bürokratları, o sıralarda yaygınlaşmış olan Yunan ve Bulgar Beşinci Kol faaliyetlerine karşı çıkabilmek için Fransız basınında etkili yazılar yayınlayan gazetelere ve dergilere rüşvet vermişlerdi. Yunan ve Bulgar Beşinci Kol'u Osmanlının silahlanmasını engelleyebilmek için İstanbul'da yoğun bir gizli propaganda yürütmekteydi. Bu propagandaya göre Osmanlı boşuna silahlanıyordu. Düveli Muazzama/Batılılar, Osmanlıyı yıkmak değil "Uygarlaştırmak" istiyorlardı!!!        Bu propagandaya karşı mücadele etmek gerektiğini düşünen Osmanlı bürokratları çareyi Fransız basınına rüşvet vermekte buldular. 1913'te Leon Renier adlı bir aracılığıyla anlaşma yaptılar ve basına dağıtılmak üzere, kendisine tam 3 milyon lira verdiler, Renier bu paranın 2.595.000'lik kısmını 40'tan fazla irili ufaklı yayın organına dağıttı. Bunların, arasında ünlü Figaro, Matin, Peti't Journal gibi etkili gazetelerle London Paris ve Fournier gibi büyük haber ajansları da vardı. Bu kampanya sonunda söz konusu dergi ve gazetelerde Türklerin "Ortak düşman Rusya"ya karşı silahlandırılmaları gerektiği yollu yazılar ve yorumlar yayınlanmaya başladı. Sonuç malum.
Günümüzde Türkiye'de rüşvet en çok konuşulan konuların başında gelmektedir. Rüşvetin toplumda meydana getirdiği yıkıcı sonuçlar ve rüşvetin Beşinci Kol’la olası bağlantılarının ortaya çıkartılması bir zorunluluktur. Türkiye'ye ihaneti meslek edinmiş olanların rüşvet alacak kadar açgözlü ve zayıf karakterli insanları kullandıkları bir gerçektir. Son rüşvet olaylarında bu hususun da dikkate alınması gerekir.
(Yeni Günaydın, 28 Eylül,1993, Salı)

ERMENİLER ve DIYARBAKIR
Sınırları Misak-ı Milli ile belirlenmiş olan Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde Ayrılıkçı amaçlara yönelik yoğun terör eylemleri gerçekleşmektedir. Kısaca PKK adıyla tanınan bir örgüt, Kürdistan'a bağımsızlık getireceğini öne sürerek kendisi ne taraflar toplamaya çalışmakta ve bu genç insanları tedhişe ve ölüme göndermektedir.
Bir zamanlar sosyalistlik iddiasında olan bu örgütün günümüzde Ermeni kadroları tarafından desteklenmekte olduğu da gündelik basında sıkça vurgulanmaktadır. Ermeni-PKK ittifakını doğrulayan belgeler her gün yayınlanmakta ve kamuoyuna mal olmaktadır.           
Ermeniler'in PKK tipi bir örgütü desteklemeleri ne rastlantıdır, ne de karşılıksızdır. PKK'nın T.C. Devletini Kürt ve Ermeni halklarının ortak düşmanı ilan etmesi de öyledir. Örneğin tarihte Kürt-Ermeni ilişkilerinin en yoğun yaşanmış olduğu şehirlerin başında gelen Diyarbakır'ı kendi Kürdistan anlayışı çerçevesinde başkent olarak görmesi bu ittifakın en belirgin göstergesidir.
Diyarbakır PKK için olduğu kadar, Ermeniler için de büyük önem taşımaktadır. Hatta Ermeniler'e göre Diyarbakır tarihte Ermeniler tarafından, kurulmuş en büyük şehirlerden biridir ve Apostolik (Ermeni Kilisesi) Hıristiyanlığın doğudaki bekçi-şehri olarak anılmaktadır. Gerçekten de 1860-1908 yıllarının Diyarbakır'ında nüfusa, idari ve toplumsal, yapıya, bakıldığında söz konusu "Vilayet'in Ermeniler için neden önem taşıdığı anlaşılır. Söze Diyarbakır'ın tarihiyle ilgili kısa bilgiler aktararak başlayalım. Aşağıda okuyacağınız bilgi ve istatistikleri özellikle Ermeni tarihçilerin kaynaklarından seçtim. Tamamı belgeseldir ve başta ABD olmak üzere Fransa ve İngiltere'de yayınlanmışlardır'.
Ermeni tarihçilere göre Diyarbakır şehri Büyük Ermeni Krallığı'na ait Arzamena eyaletinin sınırları içindeki bir yerleşim alanıydı. İ.Ö. 94 yılında Ermeni Kralı Tigran tarafından Ermenistan'a bağlanmıştı. Eski adı, Amida'ydı. Şehir daha sonra Romalılar ve Bizanslılar tarafından işgal edilmiş ve İ.S. 536 yılında İmparator Jüstinyen tarafından "Dördüncü Ermenistan"adı verilerek eyalet statüsüne yükseltilmiştir. 640 yılında şehir Araplar'ın eline geçmiş ve 958 yılında yeniden Bizans tarafından zaptedilmiştir. 1070'te Alp Arslan’ın egemenliğine giren Diyarbakır daha sonra 1093'te Suriyeli Melik Taceddin Devle'nin eline geçmiştir. 1183'te Selahaddin Eyyubi tarafından zapt edilen Diyarbakır 13. yüzyılda Moğollar'ın istilasına uğramış ve 1335'ten sonra da Türkmen Beyleri tarafından yönetilmiştir.
Osmanlı'nın Diyarbakır'ı alışı ise 'Yavuz Sultan Selim (1512-1520) dönemine rastlamıştır.
Diyarbakır'ın Vilayet yapılması 1867'dedir. Bu vilayete bağlı Ergani, Mardin ve Malatya'nın statülerinde daha sonra değişiklikler yapılmıştır. Siverek, Derik, Lice, Beşiri ve Silvan bu eyaletlere baglı sancaklar; Ergani, Palu, Çermik, Nusaybin, Cizre, Midyat ise kazalar haline getirilmişlerdir.
1860-1908 yılları arasında Diyarbakır'daki nüfus dağılımı Ermeni kaynaklarına göre şöyledir:
Ermeni; 105.000;
Nasturi, Yakubi ve'Keldani, 60.000;
Kürt, 50.000;
Türk, 45.000;
Kızılbaş, 27.000;
Yezidi, ,4.000;
Çeçen-Kafkas, 10.000;
Yahudi, 1.500;
Rum, 1,000.
Aynı dönemde Diyarbakır'ın şehir içi nüfusu, 35.000 olarak tahmin edilmekteydi. Diğer gayri-müslim topluluklarla birlikte Diyarbakır şehrinin iç nüfusunda Ermenilerin önderliğindeki Hıristiyan ve gayrimüslimler çoğunlukta, Müslüman Türk ve Kürtler ise azınlık statüsünde yer alıyorlardı.
Diyarbakır'ın idari yapısında Ermeniler çok etkili makamlarda görev, yapmaktaydılar, Tedkik-i Senadad Komisyonu, Tahrirat Komisyonu. Evrak Komisyonu gibi devlet dairelerinde çoğunlukla Ermeniler görev almışlardı.
Eğitim ve Terbiye dairelerinde de çok sayıda Ermeni öğretmen vardı. Tarım'da ve tarımla ilgili kredi-borç işlerini yönlendiren bankalar da da Ermeni müdürler, yöneticiler bulunmaktaydılar. Ermeniler'in sayıca az oldukları alanlar Polis, Nüfus Dairesi ve Vakıflar idi.
Diyarbakır'da 1900'lü yılların başında öğrenimlerini yurtdışında -örneğin Fransa'da, ABD'de- yapmış doktor, avukat ve Posta Telgraf teknisyeni Ermeniler bulunmaktaydı:  
CUMHURİYET TARİHİ İÇİNDE DOĞU VE GÜNEYDOĞU ANADOLU'DA KÜRTLER ZAMAN ZAMAN AYAKLANMALARA AMERİKALI VE FRANSIZ ERMENİLER DERHAL KARŞI ÇIKMIŞLAR VE CUMHURİYET HÜKÜMETLERİ'NİN BU İSYANLARI BASTIRMALARI KONUSUNDA DESTEK VERMİŞLERDİR.
PKK terörü konusunda ise durum tersine dönmüştür. Bunun nedeni PKK'nın kendisini Ateist ve İslam'a karşı bir örgüt olarak lanse etmiş olmasındadır. Ermeniler ise Hıristiyanlık aleminde kendilerinin Hıristiyanlığın en dogmatik ve sofu koruyucuları olarak kabul görmesinden gurur duyarlar. Kendi belgelerine ve beyanlarına göre tam bir Ermeni şehri olan Diyarbakır'da, bölgedeki yoğun Müslüman nüfusa rağmen gözlerini Ateizm'e çevirmiş bir Kürt örgütünün kurulmasına özellikle Amerikalı ve Fransız Ermenilerin niçin ses çıkarmamış oldukları yukarda aktardığım sayısal verilerde ve tarihsel yapılanmada gizlidir.
 (Yeni Günaydın. 21 Eylül 1993, Salı)

SURİYE VE LÜBNAN ERMENİLERİ
 Halen dünyanın birçok ülkesinde, Ermeniler yaşamaktadır. Arjantin'den Amerika'ya, Fransa'dan Kanada'ya kadar yayılmış olan Ermeniler. "Diaspora"(sürgün) adını verdikleri yeni coğrafi alanlarda yaşamlarını sürdürmektedirler. Çok geniş bir yayılma alanında yaşayan Ermeniler'in, tıpkı Yahudiler'in İsrail'e olan bağlılıkları gibi, Ermenistan'a bağlılık yeminleri vardır. Söz konusu ülkelerde yaşayan Ermeniler'in bir-kısmı eski Osmanlı yurttaşı olan Ermeni ailelerinin çocuklarıdır.
 Sadece Ermeniler değil, diğer 12 ülkenin bugünkü-yöneticilerinin. Ataları da "Osmanlı yurttaşlarıydılar.. Hatta, ilginç olduğu için yazıyorum, ünlü Terasa Ana da Osmanlı yurttaşıydı. Nobel Barış Ödülü'nün sahibi olan Rahibe Terasa Anâ'nın babası, Kole Bojaxhih, Üsküplü bir Arnavut'tu. Üsküp'teki ilk tiyatroyu açan iki kişiden -diğeri İtalyan- biriydi. Başından eksik etmediği fesiyle tam bir Osmanlı Hıristiyan'ı olan Kole Bojaxhsin, Sırp asıllı bir kadınla evlenmişti. İşte bu evlilikten 1909'a doğan ve gerçek adı Gaxhe Agnes Bojaxhsin olan kız, kayıtlara Osmanlı yurttaşı olarak geçmişti. Daha sonra rahibe olan bu genç kız, günümüzde tüm dünyada Terasa Ana olarak tanınmaktadır.'
Benzer şekilde, Yunanistan Devlet Başkanı Konstantin Karamanlis de, ünlü ''Patrik Athenagoras da, doğumları itibariyle Osmanlı yurttaşıydılar. .Yine Osmanlı kökenli bir diğer ünlü de Amerikan yurttaşlığına geçmiş olan yazar William Saroyan'dır.
Suriye, ve Lübnan'da yaşayan Ermeniler ise, geçmişte tüm haklara sahip Osmanlı yurttaşlarıydılar. 1860-1908 yılları arasındaki Suriye ve Lübnan Ermenileri'yle ilgili belgelere göre üç "vilayet'e bölünmüş olan Suriye'de Halep, Şam ve Dayr-el Zor'da yaklaşık 133.560 Ermeni yaşamaktaydı. Bunlar Apostolik, Katolik ve Protestan Ermenileri'ydi. Aynı kaynaklara, göre, örneğin; Halep'te Ortodoks ve Katolik olarak 19.923 Rum, 11.748 Yahudi, 15.940' kadar "Dini belirsiz'' şahıs yaşamaktaydı, Ermeniler tarafından tutulmuş ve bazı abartmalara da açık olan bu sayısal verilere göre, Halep'te yaklaşık 150.000 gayrimüslime karşılık 760.000 Müslüman yaşamaktaydı. Buna rağmen Halep ye çevresindeki devletin yönetiminden ticarete kadar birçok alanda Ermeniler çok etkiliydiler. Halep'te önde gelen 70 kadar Ermeni ailesi vardı. Bunlardan en ilginci, bugünkü Ermenistan'ın devlet adamlarından Ter-Petrosyan’ın ailesidir.
Halep'te  “Ağacan” ailesi olarak tanınan bu aile (gerçek yazılışı; Der- Bedrosyan) özellikle Urfa'da büyük bir ithalat ve ihracat şirketini yönetmekteydi. Ter-Petrosyan'ın erkek kardeşi Nişan Petrosyan, 1902'de "Ticaret ve Ceza Mahkemesi"nde üyelik yapmıştı. Bir başka ünlü Ermeni de Yakup Taşcıyan'dı (ölm. 1915). Taşcıyan, Kürt-Arap çatışmalarında ara- buluculuk yapmıştı.    
Lübnan'da ise, Osmanlı kaynaklarına göre 1.800, Ermeni kaynaklarına göre 3.150 ile. 4.500 arasında Ermeni yaşamaktaydı! O zamanki adı "Dağlık Lübnan" olan Lübnan'da Beyrut ve çevresinde yapılan ticaretin tamamına yakını Ermeniler'in denetimindeydi. Ayrıca en iyi eğitim görmüş olan Ermeniler de Lübnan'daydılar. Lübnan Ermeniler'i, tıpkı Suriye Ermenileri gibi Fransa'yla çok sıkı ilişkiler içindeydiler. Buna ek; olarak 1880'lerden itibaren bölgedeki ABD'li misyonerlerin etkisiyle birçok Protestan Ermeni, Ermeni-Amerikan' kolejlerinde eğitilmişlerdi. Gregoryen Ermeniler'in önemli bir bölümü de ABD'deki Protestan Kilisesi'ne bağlanmışlardı.
Bu bölgedeki en önemli Ermeni aileleri arasında başta Davud Karabet Paşa (1816-1873) ailesi gelmekteydi. Son derece bilgili bir paşa olan Davud Karabet, Osmanlı'nın Berlin Büyükelçiliği'nde bulunmuştu. Karabet Paşa'nın, Fransızca yazdığı "Antik Alman Yasaları" başlıklı kitabı, Avrupa'da ilgi uyandırmıştı.       
Günümüzde Suriye ve Lübnan'da yaşayan Ermeniler'in tamamı, hiç kuşkusuz Türkiye'nin düşmanı değildirler. Ancak eski Taşnak ve Hınçak, komitelerinin görüşlerinin günümüzdeki uzantıları da sayıca hiç az değildir. PKK'yla, doğrudan bağlantı içinde olanlar işte bu eski, "Komitacı grupları' ve onlara bağlı olan "Yeminli Türk Düşmanları" dır.
 (Yeni Günaydın, 6 Kasım 1993. Cumartesi)

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar