Print Friendly and PDF

İlkleriniz Böyle, Sonlarınız Öyle, Hikmetini Nazım Söyler

 

T.C. ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ

ÎLÂHÎYAT FAKÜLTESİ

Sayı: 9, Cilt: 9, 2000

Mustafa KARA

İnsanoğlunun hayatı anlaması ve kavraması belli oranda daha önceki
asırlarda ortaya konan eser ve yorumlar yardımıyla olmaktadır. İnsan, yaşayanlardan
olduğu gibi yaşamayan insanlardan, onların eser ve fikirlerinden de beslenen bir
özelliğe sahiptir. Bu “beslenme” ile birlikte “eski” lere olan hayranlığı da bazan
büyümekte ve süreklilik kazanmaktadır. Okuduk ve dinledikleriyle asırlar önce
yaşamış olan kimselerle bütünleşir, onlarla birlikte olur, onların adı dahi anıldığında
heyecanlanır, mutluluk duyar, onlara gönülden selam ve saygılarını arzeder.

Tekke kültüründe yaygın olan adetlerden biri de “eski” şahsiyetlerin ismi
hangi vesile ile olursa olsun anıldığında “hû” diyerek saygı ve bağlılık ifade eden,
hâl ve tavır içine girmektir. Ruhen onlarla bütünleşerek “gönülden gönüle yol
vardır” kaidesince onları yadetmektir. Onlarla ilgili olarak yazılan binlerce şiir bu
“bağ”ın canlılığına şahittir. Şüphesiz sanatkâr yaratılışlı insanlar bu “bağ”ı daha
kolay kurabilmekte ve daha uzun süreyle canlı tutabilmektedirler.

Şairler “dünkü” büyük şahsiyetlerle kolay irtibat kurabildikleri gibi günün
değerleriyle de bazan çok çabuk kaynaşabilmektedirler. Onun için Cumhuriyet
öncesi şiir yazmaya başlayan bir çok şairin “değerler sistemi” Cumhuriyet’le birlikte
hemen değişmiş ve farklılaşmıştır.

İnsanın bir özelliği de sevip saydığı büyük şahsiyetlerden bir şeyler
umması, onlardan maddî-mânevî yardım beklemesi, “istimdâd”a başvurmasıdır.
Bizim toplumumuzda Abdulkâdir Geylânî’den, Mevlânâ’dan, Hacı Bektaş’tan
başlayan bu çizgi, Enver Paşa, Talat Paşa’dan Gazî Paşa’ya kadar uzanmaktadır. Bu
“Kurtarıcı Bekleme” psikolojisinin, Mehdî bekleme anlayışının bugün olmadığını
kim söyleyebilir?

Burada tekke edebiyatı ve tasavvuf kültürüyle insanımız arasındaki bağı
vurgulamak için birkaç şairimize farklı açıdan bakılacaktır. Önce hayatları
dervişlikle bolşeviklik arasında geçen iki kişiye dikkat çekilecektir. Sözkonusu
sanatkarlar Nazım Hikmet’le Sebahattin Ali’dir. Bu şair yaratılışlı insanların ilk
zamanlar nerelerden beslendikleri, kimlere âşık ve hayran oldukları, kimlerin müridi
olmak istedikleri 1923’ten sonraki değişimlerle birlikte hangi limanlarda
demirledikleri kendi mısralarıyla aktarılacaktır. Daha sonra Tekke kültüründen
beslenen Hasan Ali Yücel’e kısaca, Samih Rifat’a genişçe temas edilecek, Veled
Çelebi ve Ziya Gökalp ile perde kapanacaktır. Bu “oyun” içinde iktibas edilen
şiirlere bakıldığında şu gerçek bir defa daha bütün açıklığıyla görülecektir:

Prof. Dr.; Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tasavvuf Tarihi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi.
Tasavvuf kültürüne âşina olmayanlar Nazım Hikmet’i de Ziya Gökalp’i de
anlayamayacaklardır.

NAZIM HİKMET

1902’de Selânik’te doğdu. Mevlevî dervişi olan dedesi Mehmet Nazım
Paşa (öl.1926) Osmanlı’nın son Selânik valisidir.[1]

Nâzım Hikmet’in (öl.1963) Cumhuriyet dönemindeki çizgisi
bilinmektedir. Cumhuriyet’den önce hangi çizgideydi? Şiiri hangi çizgideydi? Bu
soruya cevap arayalım.

Onüç yaşında iken yazdığı IRMAK isimli şiirinde şöyle diyor:

Ey ırkım sen bir zaman

Avrupa ’yı titreten

İstanbul ’u fetheden

Fâtihlere mâliktin

Bir zamanlar Avrupa

Cehl içinde yüzerken

Yine sen ey ırkım

İlm-i vakte âşina

Alimlere mâliktin

Aynı yıllarda yazdığı YA RAB BAHTIMIZ NE KADAR KARA başlıklı
şiirinde Mehmet Akif’in mısralarını hatırlatan bir edâ vardır:

Ya Rabbim bahtımız ne kadar kara

Biraz da nurunu yak bu diyâra

Bir ışık bu sonsuz karanlıklara

Ya Rabbî bahtımız ne kadar kara

Bilindiği gibi İstanbul “Belde-i Tayyibe” ifadesinin ebced hesapla
karşılığı olan 857 hicrî tarihinde fethedilmişti.

İşte onun Fetih, Fâtih ve Ayasofya ile ilgili tesbitleri, İşte Vâlâ
Nureddin’e ithâf edilen şiir:

SEKİZYÜZ ELLİ YEDİ

İslâm’ın beklediği en şerefli gündür bu;

Rum Konstantıniyye’si oldu Türk İstanbul’u!

Cihâna karşı koyan bir ordunun sahibi,
Türk’ün genç padişahı, bir gök yarılır gibi
Girdi “Eğrikapı” dan kır atının üstünde;

Fethetti İstanbul ’u sekiz hafta üç günde!

O ne mutlu, mübarek bir kuluymuş Allah’ın...

“Belde-i Tayyibe” yi fetheden padişahın

Hak yerine getirdi en büyük niyazını:

Kıldı Ayasofya’da ikindi namazını.

İşte o günden beri Türk’ün malı İstanbul,

Başkasının olursa yıkılmalı İstanbul.[2]

Nâzım Hikmet’in bu dönemde yazdığı şiirlerinde dinî-mistik mısralar çok
fazladır. Allah, mâbed, câmî, dergâh, vecd, pir, veli, ilâhî, evliyâ, ahiret, şefâat,
namaz, mucize, din gibi kelimelerle sık sık karşılaşmak mümkündür.

AZİZE

Bir ilâhî gibi içten duyulur

Seven gönüllere aşina sesin

Başında hâle-nur, gözlerinde nur
Sevda mabedinde bir azizesin

1920

Şu davetiyenin sahibi Necip Fazıl değil Nazım Hikmet’dir.

SİZ DE Mİ SA TILDINIZ

Gel ey imanlı gençlik, gel ey beklenen gençlik
Gel ki Anadolu’da senin bükülmez çelik
İmânına, azmine ümit bağlayanlar var

1921

1920 tarihini taşıyan şu mısralarda “doğu”nun makûs tarihine, savaşla iç
içe olan ızdırabına işaret ediyor:

YOLCU YOL UN ŞARKSA

Yolcu, yolun Şarksa, ansızın çöken
Her taşı mukaddes harabeyi sor.

Orada son damla kanını döken
Yaralı yiğitler dövüş ediyor.

Yolcu, yolun Şarksa, bahçelerinde
Güllerin üstüne silah çatılan,
Baharı kan olan illere in de,
O yeri özleyen gönülleri an.

Yolcu, yolun Şarka uğrarsa yarın,
Elinde zaferden kopan çiçekle,
Göklere dayanan karlı dağların
Ardında yükselen güneşi bekle.[3]

Onu sadece insanların yalnızlığı, perişanlığı, garipliği, dağınıklığı,
kimsesizliği ilgilendirmiyordu. Beyoğlu’nda “imansız muhitte” garib kalan Ağa
Camii’nin durumu da ilgilendiriyor onun hüznünü yaşıyordu. Anadolu’da Yeni
Gün’de 21 Mart 1921 de yayınlanan şiir şöyle:

AĞA CAMİİ

Havsalam almıyordu bu hazin hali önce.
Ah, ey zavallı cami, seni böyle görünce
Dertli bir çoçuk gibi imanıma bağlandım;
Allah ’ımın ismini daha çok candan andım.
Ne kadar yabancısın böyle sokaklarda sen!
Böyle sokaklarda ki, anası can verirken,
Işıklı kahvelerde kendi öz evlâdı var...

Böyle sokaklarda ki çamurlu kaldırımlar,
En kirlenmiş bayrağın taşıyor gölgesini,
Üstünde orospular yükseltiyor sesini.

Burda bütün gözleri bir siyah el bağlıyor,
Yalnız senin göğsünde büyük ruhun ağlıyor.

Kendi elemim gibi anlıyorum ben bunu,
Anlıyorum bu yerde azap çeken ruhunu
Bu imansız muhitte öyle yalnızsın ki sen
Bir arkadaş bulurdun, ruhumu görebilsen!

Ey bu Caminin ruhu: Bize mucize göster
Mukaddes huzurunda el bağlamayan bu yer
Bir gün harap olmazsa Türk’ün kılıç kınıyla,
Baştan başa tutuşsun göklerin yangınıyla![4]

Doğumunun 100., ölümünün 40. yılına yaklaşıyoruz. Onun mezarı şimdi
Moskova’da. Nerede olmalıydı? 1921 tarihli “Vasiyet”inde “Evliyalar mezarı
tepelerde” gömülmeyi istiyor ve ahirette onların şefaatini umuyordu.

VASİYET

Yol Arkadaşlarıma
Başları göğe değen sıradağlar karlıdır
Dağların yamacında geçitler rüzgârlıdır
Bu rüzgârda savrulan karlara gömülürsek
Bu güzel memlekete doyamadan ölürsek
Dünyaya açık olan gözlerimiz kapanmaz
Ruhumuzda ölümün şifalı nuru yanmaz
Taşırız bir hortlağın tesellisiz ruhunu
Siz ey bizi sevenler istemezseniz bunu
İstemezseniz eğer böyle gam çekmemizi
Doymadan öldüğümüz Anadolu ’da bizi
Evliyalar mezarı tepelere gömünüz
Bir şefaatçi bulur ahirette gönlünüz.[5]

Artık şu cümleyi yazabiliriz: Nâzım Hikmet’in şiir damarlarını besleyen
ana kaynaklardan biri de tasavvuf kültürü ve tekke edebiyatıdır. Arapça’ya,
Farsça’ya ve Mevlevî kültürüne hakim olan bir dedenin torunu olan ve böyle bir
ailede büyüyen Nazım için bu çizgi sürpriz sayılmamalıdır.

Remz-i nükât-i nâyi duyan Mevlevîleriz
Savt-ı rübâb-ı aşka uyan Mevlevîleriz
Hubb-i sivâyı şöyle koyan Mevlevîleriz
Biz dehr-i dûna yuf okuyan Mevlevîleriz.

diyen Mehmet Nâzım Paşa’nın torunu da dedesinin izinden gidiyor:

MEVLÂNÂ

Sararken alnımı yokluğun tâcı
Gönülden silindi neşeyle acı
Kalbe muhabbette buldum ilacı
Ben de mürîdinim işte Mevlânâ

Ebede set çeken zulmeti deldim
Aşkı içten duydum Arş’a yükseldim
Kalbden temizlendim huzura geldim
Ben de mürîdinim işte Mevlânâ[6].

Büyükbabasıyla olan bu gönül bağının bir göstergesi de DERGÂHIN
KUYUSU adlı şiirini ona ithaf etmesidir. İşte mürid ve mürşidiyle ism-i celâl
zikriyle lâhutî atmosferiyle yakından tanıdığı bir dergâhın onun gönlündeki
fotoğrafı. İşte onsekiz yaşındaki bir gencin samimiyet ve his dolu duygu ve
düşünceleri:

DERGÂHIN KUYUSU

Büyükbabama
Ne içli bir dua, ne içten bir âh,
Uyuyor serviler altında dergâh!..
Kaç kere gönlümü dinledi bu yer.
Tek tük kandillerde yorgun alevler
Titriyor gecenin sert rüzgârıyla.
Gece sanki sönen yıldızlarıyla
Gölgeli dergâhın dolmuş içine...
Bir inilti, bir ses... Bu yalvarış ne?

Ya Rabbi, ne içten anıldı adın!..
“Ölmeden öl!” diyen bir itikadın
Gönülden duyarak ulu sesini,
Ruha şifa sunan felsefesini,
Biri zikrediyor dergâhta işte.
Göklere yükselen bu inleyişte
Elemi gizlidir bir âh u vâhın.
Çoktan dervişleri yattı dergâhın..
Bu yalvaran kimdir, kim bu zikreden?
Yoksa ağlıyor mu gönlüm bilmeden!
Gönül! Bu inilti senden mi geldi?.

Hayır, işte o ses yine yükseldi,
Yine yalvarıyor, yine ağlıyor .
Gözümü dumandan eli bağlıyor
İçimde yakılan bir buhurdanım...
Vuruşu duruyor kalbimde kanım.
Bir hayalet oldu yanan benliğim:
Bu kuvvetli ruh kim? Bu zikreden kim?
Kim bu varlığımı kendine çeken?..
Şimdi bir zulmette gölge gibi ben
O yalvaran sese ilerliyorum,
“Benliğim ölmeden öldü!” diyorum...
Böyle yürüyerek geçtikçe her an,
Gitgide geliyor sesi yakından
Gitgide sinerken ben gölgelere
Yorgun ayaklarım çarptı bir yere.

Titredim bir taşa ânî temasla,
Ömrümde bu kadar korkmadım asla:
Sanki ta kalbimi bir bıçak yardı...
Önümde bir küme karanlık vardı.

Bütün varlığını bir an unuttum,
Yavaşça eğilip o yeri tuttum.
Dergâh kuyusunun duvarıydı bu...
Yeniden benzimi sararttı korku.
Burdan geliyordu o iniltiler!

Gönülde titrerken şüpheli bir yer

Allaha yalvaran Allahın adı
Beynimin içinde bir uğuldadı.

Sanki bir dakika çarpmadı kalbim
Ey ulu Allahım, ey ulu Rabbim!
Kuyuda zikreden, ağlayan kimdi?
İçine eğildim... Anladım şimdi:
İsm-i Celâlini candan andıkça,
Yer yer yükselerek çalkalandıkça,
Kuyunun zulmette parlayan suyu...
Kuyu zikrediyor, ağlıyor kuyu!...[7]

VE DEĞİŞİM

Eski Nâzım, Yeni Nâzım çizgisini çizebilmek için meselâ Cumhuriyet’le
yaşıt olan ve Doğu’nun iki dehası Sadî ve Hayyam’dan bahseden şu şiir okunabilir:

LAHUTÎ’NİN “KREMLİN”İNE MUKADDEME

Sadî

Son sözünü söyledi

Dinlemek istemiyoruz artık onun
Şirvan şallarının ahû nakışlarıyla
Kıvrılan âhengini

Bir şiir lazım ki bize
Çizsin gözümüze sınıfımızın kan
Ve alınteri kokan rengini!..

Ey “Kremlin” yazan adam
Ey komunist "Havyam”
İşte sen Farisî’nin

ilk

bolşevik
şairisin

Behey Lâhutî yoldaş!

Tek kalma

çoklaş

1923

SABAHATTİN ALİ

Cumhuriyet dönemindeki “Seyir Defter”leri birbirine benzeyen şâir ve
sanatkarlar vardır. Nazım Hikmet’le Sabahattin Ali böyle bir ikilidir.

Nazım Hikmet 1902 yılında Selânik’te doğarken, Sabahattin Ali beş yıl
sonra bu şehrin hemen doğusunda bulunan Gümülcine’de hayata gözlerini açtı.
Birinci isim İstanbul Bahriye Mektebi’nde, ikinci isim Muallim Mektebi’nde
tahsilini tamamladı. Nazım Rusya’da yüksek tahsiline devam ederken, Sabahattin
Almanya’yı tercih etti. Nazım Hikmet Mevlânâ’ya aşıktı, S. Ali ise Abdülkadir
Geylanî’den ışık ve feyz alıyordu. Yirmili otuzlu yıllarla birlikte başlayan
“muhalefef’leri sonunda hapse atıldılar. Sabahattin Ali 1933 de çıkan af kanunuyla
serbest kalırken, Nazım Hikmet 1950 affıyla birlikte hürriyetine kavuştu. Nazım ilk
şiir kitabını 1929 da neşrederken, S. Ali ilk şiir kitabını bu tarihten beş sene sonra
neşredecekti.

Otuzlu, kırklı yılların sosyalist-komunist dünyasının en hızlı kalemlerine
sahip olan bu iki şairden büyük olan Romanya’dan Moskova’ya geçmiş ve orada
1963 yılında vefat etmiştir. Küçük olan ise Romanya’ya kaçarken Bulgaristan
sınırında 1948’de “kim vurdu”ya gitmiştir.

Sabahattin Ali ilk şiirlerini, Balıkesir Muallim Mektebi’nde okurken
IRMAK ve ÇAĞLAYAN dergilerinde yayınladı.(1926) İşte bu günlerde gönlünü
kaptırdığı şahsiyetlerden biri de Kadiriye tarikatinin kurucusu, Bağdat’ta medfun
mutasavvıf Abdülkadir Geylanî idi.

NEFES

Abdülkadir                Geylanî

Hazretlerine

Kalplere serptiği kıvılcımlardan
Bir ışık yanıyor ya Abdülkadir...
Gönüller zâtını bize aşk sunan
Bir ilâh tanıyor ya Abdülkadir...

Bilirsin gönlümün ne duyduğunu
Karşında tekrara hacet yok bunu
Benliğim önünde ululuğunu
Daima anıyor ya Abdülkadir...

Başımız önünde geliyor yere

Işıklar dağıttın sen gönüllere
Pak tarikatına giren bir kere
Seni nur sanıyor ya Abdülkadir...

Ulviye nuruyle bizleri besle

Uğrunda ölelim biz de hevesle;

“Sabah”ın kalbi bu taze “nefes”le
Beraber kanıyor ya Abdülkadir...

1926

Bir müddet sonra şair, gönlünü 1920’li yılların en popüler ismi olan Ziya
Gökalp’e kaptırdı. Cumhuriyet devrimlerinin de “fikir babası” kabul edilen Gökalp
için yeni bir şiir yazmak yerine “Abdülkadir Geylanî Hazretlerine” diye başlayan
şiiri “Gökalp’e İthaf’ başlığıyla yeniden düzenlemeyi tercih etti. Şiiri yeni şekliyle
Nihal Atsız (öl.1975) tarafından çıkartılan ATSlZ MECMUA’da yayınladı.
Geylanî’ye “aşk sunan ilâh” gibi bakan şair, bu defa Gökalp’e nebî-peygamber
kelimesini layık görüyordu.[8] Nefes’in son şekli şöyledir:

NEFES

Gökalp’e ithaf

Kalplere serptiğin kıvılcımlardan

Bir ışık yanıyor ey büyük nebî...

Gönüller zâtını bize aşk sunan

Bi mürşit, tanıyor ey büyük nebî...

Bilirsin gönlümün ne duyduğunu
Karşında tekrara hacet yok bunu
Benliğim önünde ululuğunu
Daima anıyor ey büyük nebî...

Başımız önünde geliyor yere
Işıklar dağıttın sen gönüllere
Milliyet aşkını duyan bir kere
Seni nur sanıyor ey büyük nebî...
Mefkûre nuruyle bizleri besle
Uğrunda ölelim biz de hevesle;
Gençliğin kalbi bu taze “nefes”le
Beraber kanıyor ey büyük nebî...

(Atsız Mecmua,
15.7.1931)

Bu şiir yayınlandığı yıllarda öğretmen olarak bulunduğu Konya’da bir
dost meclisinde Reisicumhuru hicveden “Memleketten Haber”başlıklı bir şiirinden
başı derde girmiş, mahkemedeki savunmada şiirin Sivas’daki bir Bektaşî
ayaklanması sebebiyle yazıldığını söylediyse de “imâ yoluyla” Cumhurbaşkanına
hakaretten bir yıla mahkum olmuştur.(20 Aralık1932) Cumhuriyetin 10.yılı
münasebetiyle çıkan aftan istifade ile 10 ay hapis hayatı yaşadıktan sonra serbest
bırakılmıştır. Rivayete göre hapisten sonra görev almak, yeniden öğretmenliğe
dönmek isteyince dönemin Maarif Bakanı Hikmet Bayur “Muzır” fikirlerinden
vazgeçtiğine dair bir belge gerektiğini söylemiş o da “BENİM AŞKIM” şiirini
yazmış böylece yeniden görev almanın önündeki bütün engeller kalkmıştır.

Varlık Dergisi’nin 15 İkinci Kânun 1924 tarih ve 13. Sayısının 201.
sayfasında yayınlanan şiirin metnini okuyalım:

BENİM AŞKIM

Bir kalemin ucundan hislerimiz akınca
Bu ince yol onları sıkıyor daraltıyor
Beni anlayamazsan gözlerime bakınca
Göğsümü parçala bak kalbim nasıl atıyor

Daha pek doymamışken yaşamanın tadına

Gönül bağlanmaz oldu ne kıza ne kadına
Gönlüm yüz sürmek ister yalnız senin katına
Senden başka her şeyi bir mangıra satıyor

Sensin kalbim değildir böyle göğsümde vuran
Sensin “Ülkü ” adıyla beynimde dimdik duran
Sensin çeyrek asırlık günlerimi dolduran
Seni çıkarsam ömrüm başlamadan bitiyor

Hem bunları ne çıkar anlatsam bir dizeye
Hisler kambur oluyor dökülünce yazıya
Kısacası gönlümü verdim Ulu Gazi’ye
Gönlümde şimdi yalnız onun aşkı yatıyor.

İşin bir başka yönü de şudur. Bu “Ele avuca gelmez” sanatkâr şiir ve
özellikle hikâyeleriyle Anadolu romantizmini çok ustaca gün ışığına çıkarırken
“Devlet”le kavgalı olmaya devam edecek koğuşturmaları mahkemeler ve hapisler
izleyecektir. Nihayet Dağlar ve Rüzgarlar (1934), Değirmen (1935), Kağnı (1936),
Ses (1937), Yeni Dünya (1943), Sırça Köşk (1947), Kuyucaklı Yusuf (1937),
İçimizdeki Şeytan (1940), Kürk Mantolu Madonna (1943)’nın Yunanistanlı yazarı
Bulgaristan sınırında öldürülecek ve mezarı meçhullere karışacaktır.[9]

Nazım gibi Sabahattin Ali’nin de “kabına sığmaz” yaratılışı onu hayatın
çok farklı noktalarında değişik kişilerle birlikte olmasına sebep olmuştur. Otuzlu
yıllarda Nihal Atsız’ın yanında olan Ali, kırklı yıllarda Aziz Nesin’in, Marko Paşa,
Malum Paşa, Merhum Paşa’sında, Mehmet Ali Aybar’ın Zincirli Hürriyet’inde
yazdı. Resimli Ay’da ise Nazım Hikmet ve Zekeriya Sertel ile beraber oldu. Beraber
olduğu şahıslar değiştiyse de onun gerçek hayattan kaynaklanan olaylara dayalı
hikayelerinde ki iğneleyici, tenkitçi, hicivci üslubu hiç değişmedi. Sık sık takibata
uğrayan yazılarını yazdığı yıllarda Hasan Ali Yücel de Maarif bakanıydı. Sırça Köşk
isimli eseri ise 1947 de Bakanlık emriyle toplatıldı.

HASAN ALİ YÜCEL

Ziya Gökalp’ın Cumhuriyetin ilanından bir sene sonra 48 yaşında vefat
etmesinin hüznü bir çok şaire ilham kaynağı olmuştu. Bu şairlerden biri de-bir ara
bolşeviklik ve komunistlikle suçlanan- Hasan Ali Yücel’di (öl.1961). O da gençlik
yıllarında bir başka tarikat pirine aşık olmuştu: Mevlânâ. Ailesi ve yakın çevresi
itibariyle Mevlevî kültürüyle beslenen Hasan Ali’nin “Ziya ,Gökalp’ın Aziz
Ruhuna” ithafıyla başlayan manzumesi, Gökalp’in 1918 yılında neşrettiği bir şiir
kitabının adını taşıyordu: YENİ HAYAT.

Hasan Ali, diğer şiirleri gibi bu şiirinde de baştan sona tekke edebiyatının
yadigâr ve ıstılahlarını kullanmıştır.

Duymadan düşünmek yok dinimizde;

Biz kalp adamıyız gönül eriyiz.

beytiyle başlayan ve

Her yerde bulunmaz eşimiz bizim;

Biz yeni hayatın erenleriyiz!..

tesbitiyle sona eren bu güzel manzumede Hasan Ali daha sonraki yıllarda bazı
meslektaşları gibi değişiklikler yapmış “Gazi” ile ilgili bir dörtlük ilâve etmiştir.

İlk şekliyle son şeklini mukayese edebilmek için iki şiiri yan yana
veriyoruz:[10]

YENİ HAYAT

-Ziya Gökalp ’in aziz ruhuna-

Duymadan düşünmek yok
dinimizde;

Biz kalp adamıyız, gönül eriyiz.

İnsanız, insanlık esastır bizde;

Ne ciniz, ne melek ne de periyiz!.

Keşkülle asayı çölde bıraktık;

Külâhı, hırkayı çiviye taktık;

Dillerde marifet kandili yaktık;

Bu ince işlerin hüner-veriyiz

YENİ HAYAT

“Dinle şair eski ozanı

Okuyor yürekten Altın destanı”

Z. K.

Duymadan düşünmek yok
dinimizde;

Biz kalp adamıyız, gönül eriyiz.

İnsanız, insanlık esastır bizde;

Ne ciniz, ne melek ne de periyiz!.

Keşkülle asayı çölde bıraktık;

Külâhı, hırkayı çiviye taktık;

Gönülde marifet kandili yaktık;

Bu ince işlerin hüner-veriyiz


Mücerred değiliz, ailemiz var;
Başımızdan aşkın gailemiz var;
Bin kârvan tutacak kafilemiz var,
Varlık diyarının seferberiyiz!..

Biz Hakka aşığız, isteğimiz Hak;
Doyurmaz âhrette saadet ummak;

Dileriz dünyada kurulsun “uçmak”
Bu yolun ümmetsiz peygamberiyiz!..

Mabûdu göklerden gönle indirdik;
Hâlıkle mahluku biz sevindirdik;
Gözlerde çağlayan yaşı dindirdik;
Biz zemzem değiliz, alın teriyiz!..

Devrin güneşleri garptan doğmada,
Tan yerinde yanan ateş soğmada,

Şark’ı karanlıklar ezip boğmada,
O meşum gecenin biz seheriyiz!..

Fark ettik nihayet aç ile toku;

Anladık en sonra var ile yoku;
Bırak o kitabı gel bizi oku!..

Bizler ki hilkatin son eseriyiz,

Gönlümüz kılıçtır, tenimiz kını;

Orada saklarız vatan aşkını;

Ülkeler fetheder sevgi akını;

Sanmayın bu yolda bizler geriyiz!..

Okuyup okutmak, işimiz bizim;
Haram lokma kesmez dişimiz bizim;
Her yerde bulunmaz eşimiz bizim;
Biz yeni hayatın erenleriyiz!..

Yalnız değiliz, ailemiz var;
Başımızdan aşkın gailemiz var;
Bin kârvan tutacak kafilemiz var,
Varlık diyarının seferberiyiz!..

Biz Hakka aşığız, isteğimiz Hak;
Doyurmaz âhrette saadet ummak;
Dileriz dünyada kurulsun “uçmak”
Bu yolun ümmetsizpeygamberiyiz!..

Tanrıyı göklerden gönle indirdik;
Abitle Mabudu biz sevindirdik;
Gözlerde çağlayan yaşı dindirdik;
Biz zemzem değiliz, alın teriyiz!..

Bu günün güneşi batıdan doğdu,
Sıcak ülkelerin ateşi soğdu,
Şark’ı asırlarca karanlık boğdu,

O meşum gecenin biz seheriyiz!..

Fark ettik nihayet aç ile toku;
Anladık en sonra var ile yoku;
Bırak o kitapları gel bizi oku!..
Bizler ki hilkatin son eseriyiz,

Gönlümüz kılıçtır, tenimiz kını;
Orada saklarız vatan aşkını;

Çarpsın ğöğsümüze düşman akını,
Ulu Türkelinin biz siperiyiz

Gazi’dir o büyük yurdu Yaratan
Yabanı, bağrından söküp fırlatan;
Yüce kalbi oldu Türklüğe vatan;

O, baştır; biz onun öz neferiyiz.

Yaşayıp yaşatmak işimiz bizim,
Haram lokma kesmez dişimiz bizim;
Her yerde bulunmaz eşimiz bizim;
Biz yeni hayatın erenleriyiz!..

10.VI.1926


SÂMİH RİFAT

Cumhuriyet’den önce şiir yazmaya başlayan ve Cumhuriyet’den sonra bu işe devam eden şairlerden
biri de Sâmih Rifat’dır. 1874 yılında İstanbul’da doğan Samih Rifat, 1932 de Ankara’da vefat etmiştir. Yedikule
Bektâşî tekkesi dervişlerinden Hasan Rifat Bey’in oğlu, mûsikîşinas Ali Rifat Çağatay’ın (öl.1935) kardeşi şair
Oktay Rifat’ın (öl.1988) babasıdır. Eşi ise, Nazım Hikmet’in teyzesidir.

İlk tahsilini babasının yanında yapması ve Farsça öğrenmesi Samih Rifat’ın bektaşîmeşreb bir şair
olmasının da yolunu açmış oldu.

Hezerân per açıp reng-i ziyâdan

Ufûl etmiş güneş sahn-ı semâdan.

diye başlayan NEFES, Keıbelâ şehidi Hüseyin’i diğer peygamberlerden üstün tutan şu beytiyle sona
ermektedir:

Resûl-i Kibriyâ ’nın nûr-ı ‘aynı

Muazzezdir benimçun enbiyâdan.

Kendi şiirlerini besteleyen Sâmih Rifat’ın bir bestesinin güftesi şöyledir:[11]

Ezelden âşıkım ben Muhammed Mustafa’ya

Fedâ olsun hayâtım bütünÂl-i Abâ’ya

Acır bî-şübhe onlar bu rûh-i bî nevâya

Kabul etsin erenler kul oldum Mürtezâya

Ne sabrım kaldı artık ne ârâm ü karârım

Hüseyn’in âteşiyle yanar kalb-i nizârım
Tutar eflâki her şeb figânım âh ü zârım
Revandır seyl-i eşkim fezâ-yi Kerbelâ’ya

Gehî nisyân edersem ne var savm u salâtı

Unuttum Ehl-i Beyt ’in gamından kâinâtı

Olur elbet müsâdif nigâh-ı iltifatı

Alî’nin rûz-ı mahşer hazin bir âşinâya

O mü ’minlerle zâhid sen ol cennette hemdem

Ki nesl-i Mustafâ’yı kılar pâmâl-i mâtem

Kolunda hırz-ı Yâsin dilinde İsm-i A’zam

Salar tîğ-i adâvet sudûr-i Hel etâ ’ya

Budur Sâmih niyâzım erenler serverinden

Bana bir cür’a sunsun şerâb-ı Kevserinden

Görüp resm-i sülûku Horasân erlerinden

Karîn oldum hakîkat yolunda evliyâya

1912’de Konya, 1913’de Trabzon, 1914’de Erzurum, 1915’de ikinci defa Konya valiliğine atanan
Samih Rifat, 1923-1930 yılları arasında Çanakkale milletvekili olarak hizmet verdi. Güneş Dil Teorisi’ni
savunan, Zerdüşt’ün Türk olduğuna inanan şâir İstiklâl Savaşı’nın da meşhur hatiplerindendi.

İbnü’l-Emin kendisiyle ilgili şu tesbitleri yapıyor:

“Her zamanın icâbâtını takdir ve tevkîr eden ve ‘Nabza göre şerbet eyler i’ta ’ mısrâına masâdek
ezkiyâdan idi. Meşrûtiyet’in ilânını mütâkiben “İttifak” ünvanlı bir gazete çıkardı. Yazdığı makâlelerle o
devirdeki hall ü akîd erbâbının teveccühünü kazandı. Az zamanda müşteşarlığa, valiliğe yükseldi. Devr-i
lâhik’de de makbûl ve meb ’us oldu. ”[12]

Samih Rifat tipik bir bektaşî dervişidir. Kerbelâ hüznünü bütün varlığıyla yaşayan ve ömürboyu
terennüm eden bir gönül dünyasına sahiptir. Şiirlerinin başlıklarında ve muhtevalarında sizi sık sık şu kelimelerle
selamlar: Keder, firkat, feryad, mihnet, felâket, tahassür, cevr, suziş, belâ, mükedder, idbâr, teessür, bî-karâr,
nâle, garip, girdap, nevmîd, türbe, sâmit, gam, zulumât, ayrılık, mehcûr, dert, girye, me’yûs, ‘alîl, muzdarib,
mersiye.

Konu ile ilgili bir rubâisi şöyledir:

Bana şair diyorsunuz güya

Rikkat-amûz imiş neşîdelerim

Nasıl etmem ki âh u vâveylâ

Âh u zâr olmuş en büyük hünerim.

03.04.1313

Bilindiği gibi tekke edebiyâtına hakim olan hüznün kaynağında iki Hüseyin vardır: Hüseyin-i Kerbelâ
ve Hüseyin-i Mansûr. Bu iki isim onun gündeminden hiç düşmemiştir.

İrtikâ eyledi Mansûr Enelhak diyerek

Hâkden cezbe-i aşkınla ser-i dâra kadar

Kulun eflâke suûd etse tenezzül sayılır

Ben kulum der giderim âlem-i didâra kadar

Ağladım yandım şehîd-i Kerbelâ ’nın hâline

Cevher-i eşkimle nakşettim kitâb-ı sineme

Bir Hüseynî nağme icad eyledim Şâh-ı Necef
İnciler dizdirdi sertâpâ rebâb-ı sineme

1313 yılının Muharrem ayında yazılan Hasbihal isimli 30 beyitlik şiirin bir yerinde şöyle diyor:

Sen misin Kerbelâ-yı hicrânın

Hâke düşmüş Hüseyn-i giryânın

Seni tazib eden müslümanın

Yok mudur sinesinde imanı

Mürşidine ithaf ettiği bir başka “Nefes” de yine aynı neşve terennüm edilmektedir.

NEFES

Medet ey Pîr-i kudsî âsitânım

Kapındır melce ü dâr-ül-emânım

Değil hâlî dili-nâtık zebânım

Sirişk-i dîdem olsun tercemânım

Büyüksün mazhar-ı sırr-ı Alî’sin

Gören çeşmâna her dem müncelîsin

Keremver bîmuâdil bir velîsin

Kalır vasfında pek âciz lisânım

Gönül âyinesin mihr-i münevver

Bütün hüsnünle rûşendir gönüller

Tutarken destimi mürşidle rehber

Güzel nûriyle meşhûn oldu cânım

Görüp ayn-el-yakîn Zât-ı Hüdâ ’yı

Çıkardım hâtırımdan mâsivâyı

Reh-i aşkında buldum her safâyı

Senin sâyendedir emn ü emânım

Füyûz-i Hakk’ı gördüm mürşidimden

Hümâ-yi evc-i feyz ü rif’atim ben

Hevâ-yi aşka uy olsun gönül şen

Getir sâkî getir rıtl-ı girânım

Senindir Sâmih ey Pîr-i muallâ

Edersen mahvolur bâbından iclâ

Ne var hayrân-ı feyzim olsa dünya

Kulun olmakla mağbût-i cihânım

Yayınlanmamış eserlerinden biri de “Osmanlı’da Din Telakkileri” adını taşımaktadır. Sadettin
Nüzhet’in verdiği bilgiye göre bu eserde batınî zümreleri, özellikle Bektaşîliği ele alıp incelemiştir. Onun
Bektaşi Nefes’lerinden biri de şöyledir:

NEFES

Nedir sende ey dil bu dâğ-ı elem

Tarîk ehli çekmez felekten sitem

Mededhâh olanlar görür dembedem

Alî’den mürüvvet Alî’den kerem

Alî’dir vasiy-yi Resûl-i Hüdâ

Anındır mürüvvet anındır atâ
Olan bârigâh-ı Alî’den cüdâ
Çeker tâ bemahşer azâb ü nedem

Cihan olsa şâyed bugün rehzenim

Yolumdan udûlüm görülmez benim

AlîZât-ı Hak’tır diyenlerdenim
Odur rûh-i ma’nâ-yı Levh ü Kalem

Yalandır bu varlık bu sahn-i şühûd
Muhammed Alî var cihân lâvücûd
Ne lâzım taharrî-i bûd ü nebûd

Getir sâkiyâ sen heman câm-i Cem

Yarın sen edersin cihandan güzâr

Kalır halka Sâmih sözün yâdigâr

Ölürsen de rûhun olur neş ’e-dâr

Okundukça nutkun negam ber negam

“Allah’ı Arayan Cezbelerim” başlığını taşıyan bir diğer şiiri kainattaki esrar ve ahenkle bütünleşen
bir derviş gönlün terennüm, dua ve niyazını ihtiva etmektedir:

CEZEBÂT-IİLÂHCÛYÂNEM

-Kardeşim Andelib’e-

Rü’yâ-yi subh içinde uyurken zevilhayât

Bir cezbe verdi gönlüme envâr-ı kâinât

Baktım semâya sığmayan ecrâma.... rûhumu

Cezbetti arşa doğru o âsâr-ı ihtişâm

Açtım fürûg-i âlem-i ilhâma rûhumu

Hüzn âver oldu tab’ıma bir neşve-i garâm

Yüksel Dedikçe etti hayâlim zemîne meyl

Bir ra’şe-i herâs-ı tereddüd nümûn ile
Sandım dem-i tecelli-i dîdârdır bu leyl

Rûhum sukuta başladı bîm-i cünûn ile

Yüksel dedikçe pîş-i celâlinde Rabb’imin

Ruhum sukûta başladı me’yûs u bî karâr

Gönlüm fezâ-yi subh-i cemâlinde Rabb’imin

Kail değildi görmeğe bir reng-i istitâr

Sermesti-i garâm ile nâlân-ı ıztırâb

Artık Hüdâ ’ya ağlayarak eyledim hitâb:

İlâhî! niçin dergâh-ı ihsânında nâlem bî eser kalsın

İlâhî! söyle rûhum bârigâhından cevâb alsın

Senin aşkınla nâlân bir gönüldendir bu istimdâd

Cevâb ister dil-i remz âşinâdan yükselen feryâd

İlâhi! söyle her yer sence bir Tûr-ı muallâdır

Sen intâk eyledikten sonra her müştâk Mûsâ ’dır

Görün bir lâhza; giryân olmasın meczûb-i müştâkın

Görün hecrinle pâyan bulmasın gönlümde eşvâkın

Görün subh oldu ben hâlâ şu ümmîdimle bîdârım

Görün lutf eyle yâ Rabbî! Saâdet hâh-ı dîdârım

Durdum, semâda bekledim olsun ufukların
Fevkinde bir cihân-ı ülûhiyyet âşikâr...

Nûr-ı sehr göründü, fezâ-yi münevverin
Dâmânı açtı goncalar altında bir bahâr

Hâlâ sükûn içinde lisân-ı melâletim...

Tekrâr ederdi “Söyle! ” niyâz-ı hazînini

Durdum o anda sâmia-i hûş ü dikkatim

Duymuştu Rabb ’imin kelimât-ı güzînini

Baktım uzakta.. hayli uzaklarda bir sadâ

Kur’an tilâvet etmede.. pür şevk-i i’tilâ

12 Mart 1315

Şiirin 4. Kısmındaki “feryâd” ile Mehmet Akif’in 1341 tarihli Gece isimli şiiri arasında dikkat
çekecek derecede benzerlikler vardır.


SÂMİH RİFAT VE YAHYA KEMÂL

Yaslı gittim şen geldim

Aç koynunu ben geldim

Bana bir yudum su ver

Çok uzak yerden geldim

mısraların sahibi Samih Rifat’ın tekke psikolojisini terennüm eden şu Nefes’ine daha sonra Yahya
Kemal Beyatlı (öl.1958) nazire yazacaktır.

NEFES

Hezerân per açıp reng-i ziyâdan

Ufûl etmiş güneş sahn-ı semâdan

Şebistân-ı elem hâlî sadâdan

Gönül pür girye hâl-i inzivâdan

İlâhî meşrebim vahdetperestim

Şerâb-ı cilve-i hayretle mestim

O sağardır ki zinetsaz-ı destim

Dolar humhane-i al-i abâdan

Ne beklersin kılıp ey bâd-ı şebhiz

Demâdem turra-ı ezhâr-ı tehziz

Getir lutfeyle bir buy-ı dilâviz
Meşam-ı câna kabr-ı Murtazâdan

Bu demdir tâbımın devr-i melâli
Sever zulmetle ruhum hasbihâli

Sadâlar duymanın var ihtimâli

Karanlıklarda amâk-ı hafâdan

Uzaktan yalvarıp ebr-i bahâra

Dedim gel şöyle meyl et bir kenara
Hüseynimden haber ver kalb-i zâra

Eğer geçtinse deşt-i Kerbelâdan

Ne mümkün sevmemek Sâmih Hüseyni

Kabul eyler mi insan öyle şeyni

Rasûl-i Kibriyânın nûr-ı aynı

Muazzezdir benimçün enbiyâdan

Sâmih Rifat

Bu şiire nazire yazan Üsküp’lü şâir bir açıklama yapma ihtiyacını da hissetmiş ve tasavvufî şiirin
kaynaklarının kuruduğunu ifade etmişti.

İTHÂF

Abdülhak Hamid’den sonra ledünnî şiirin menbâları kurudu. Sâmih Rifat Bey’in hâtif sadâsını
andıran bir manzûmesi bu çorak devrin en güzel eseridir. O eserin kafiyelerinden doğan bu mısrâları sâhibine
ithâf ediyorum.

Fer almışken tulû-ı kibriyâdan

Bu gün bî-vâye kalmış her ziyâdan

Bu mülkün farkı yok bir tengnâdan
Niçin nûr inmiyor artık semâdan?

Bu şek, bağrımda her gün gâh ü bî-gâh

Dolaştım “Hû!” deyüp dergâh dergâh

Ümid ettim ki bir pîr-i dil-âgâh

Desün “Destûr! ” mihrâb-ı hafâdan

Abâ var, post var, meydanda er yok
Horâsân erlerinden bir haber yok
Uzun yollarda durdum hiç eser yok

Diyâr-ı Rûm ’a gelmiş evliyâdan

Tecellîgâh iken binlerce rinde
Melâmet söndü Şark’ın her yerinde
Bu devrin gerçi son sohbetlerinde
Nefes’ler dinledik sâz-ı Rızâ’dan


O yerler işte Bağdat, işte Âmid

Bugün her şûleden mahrûm, câmid,

O yerlerden gelen son yolcu Hâmid

Haberdâr olmaz olmuş mâverâdan

Bu manzûmenle ey üstâd-ı hoşkâm

Ali ’den doldurup iksîr-i ilhâm

Leb-i uşşâka sundun öyle bir câm

Ki yoğrulmuş türâb-ı Kerbelâ’dan

Yahya Kemâl

VE 1930

“Ali zât-ı Hak’dır diyenlerdenim” mısraının sahibi, gençliğinde Hacı Bektaş-ı Velî ile gönül gözünü
aydınlatmıştı. Şimdi ise Gazî’nin “ilâhî” bakışıyla karşı karşıya idi.

18 Mart 1930 tarihli şiiri önündeki metin ile birlikte okuyalım:

ŞÜKRAN

-Muhterem Muallim Afet Hanımefendi’ye-

Efendim,

İstiklâl mücadelesinin zaman zaman ruhuma ilham ettiği değersiz sözleri bir tarafa kaydetmek
lutfunda bulunacağınızı tebşîr etmiştiniz. Artık bunlar büyücek bir kitap teşkil edecek kadar birikmiştir. Yeniden
de yazıyorum ve ömrüm oldukça da yazacağım. Mücadele esnasında Büyük Gazî üç dört arkadaşımla beni
hususi himayesiyle ihya etmişti. Geçen gece onun nâfiz ve ilâhî bakışları karşısında kendi kendime düşündüm ve
ağladım. Samimî göz yaşlarımı şu perişan neşidemle size gönderiyorum. Bir gün tensib buyuracağınız şekilde
onları matbuata da tevdi ederiz efendim.

Kurtaran bir zafere asırlar acıkmıştı

Vatanda görülmemiş bir kahraman çıkmıştı.

Gidip göreyim dedim, yüzünü doya doya;

Koştum tam on yıl evvel, geldim Anadolu’ya

Bir gurbet hastasıydım, âciz, kimsesiz, düşkün;

İçin için ağladım yattığım handa bir gün.

İstiklâl yollarında, düşmanla vuruşarak

Ölmek için lâzımdı, yemek, içmek, yaşamak.

İnsanlar diyordu: git! mezarlar diyordu gel!..

Baktım, bana uzandı cihanı kavrayan el.

Artık ben de cidâlin, canlı bir askeriydim;

Onun gittiği yolda onun emirberiydim.

Ey Büyük kurtarıcı!yalnız sendin o zaman,

Bütün savaşanları ayak üstünde tutan,

En acı sefaletler kemirirken bu yurdu,

Her düşen, yaralanan sana “yetiş ” diyordu.

Sen ümit ve teselli dağıtan bir kudrettin.

Her ne tarafa dönsem sana yaklaşıyorum.

Bilsen ruhumda nasıl bir minnet taşıyorum.

Sevgili vatanıma benzedin nazarımda;

Şükranlarım kaynıyor hayat damarlarımda.

Beni de onun gibi esirgedin, yaşattın;

Karıştı hayatıma, büyük, tarihî adın.

Oğluma isim verdim, “Gazi Kuloğlu” diye;

Götürsün evlatlarım bu sıytı ileriye.

Gazi Kuloğulları ebedî bir nâm olsun!

Seni unutanlara bu vatan haram olsun!

Ankara: 18 Mart 1930

VELED ÇELEBİ

Tasavvufî hayatla olduğu gibi “dil” konularıyla yakından ilgili olan bir derviş de Veled Çelebi
İzbudak’dır (öl.1953). 1869 Konya doğumlu olan Veled Çelebi, ilim ve irfan dünyasıyla ilgili tahsilini
tamamladıktan sonra bir Mevlevî dervişinin yükselebileceği son noktaya kadar yükselmiş ve Konya Mevlânâ
Dergâhı Postnişîn’i olmuştur. 1914’de “Mücâhidîn-i Mevleviye Alayı” nın başında Şam’a giderek Cemal
Paşa’nın komutasındaki Dördüncü Ordu’ya katılmıştır. Daha sonraki yıllarda İstanbul’da, Tedkîkât-ı Lisâniye
Encümeni’nde görev alan Çelebi, Ankara’ya geçtikten sonra Ziya Gökalp ve Samih Rifat’la birlikte bu saha ile
ilgili çalışmalarına devam etmiştir.

İslâm Medeniyeti’nin üç temel dili Arapça, Farsça ve Türkçe’ye hâkim olan Veled Çelebi, zevk aldığı
kitapların da üç tane olduğunu ve özelliklerini şöyle sıralamıştır:

Geçtim hevesât-ı dünyeviden

Zevk aldım umûr-ı uhreviden

Ya Rab beni bir nefes ayırma

Kur’an u Hadis ü Mesnevi’den

Hamdenlillah ki feyzyâbım

Kur’an ’daki râz-ı maneviden

Ashâb-ı Hadis’in isrine uy

Ayrılma bu mezheb-i kaviden

Keşfettim o râz-ı Mesnevi’yi

Güftâr-ı elif-i münzeviden

Reddetme Veled kulun İlâhi

Sadat-ı Kirâm-ı Mevlevi’den[13]

1923-1943 yılları arasında mebûs olarak TBMM’inde görev yapan İzbudak’ın 14 Haziran 1928 tarihli
Servet-i Fünûn’da yayınlanan aşağıdaki şiiri şu başlığı taşıyor:

“Gözbebeğimiz Tesellây-ı Hayatımız Ümid-i İstikbâlimiz, Sevgili Gazi’mize”[14]

Şems-i ikbâl-i vatansın âsümân durdukça dur

Bâis-i sulh-ı cihân sensin cihân durdukça dur

Ey güneş, sen en uzakdan da olursun nûr paş

Zerre zerre ben gibi bin bendegân, durdukça dur

Hâle-veş etrâfını dönmek ne devlettir senin

Tende cânımsın benim sen, tendi cân durdukça dur

İzz ü şânı, seyf-i meslûlünle kâim devletin
Devletinle, satvetinle izz ü şân durdukça dur

Nûr-ı seyyâl oldu şevkınla zebânımda beyân

Ey meânî şâhı, iklimi beyân durdukça dur

Görmez elbette iyânı kimse muhtâc-ı beyân

Matmahı ayn-ı bedâhetde iyân durdukça dur

Fitne-i âhir zemân kaldırmıyor baş korkudan

Ey penâh-ı ümmet-i âhır zemân durdukça dur

Ey Veled, bir sâye perverde duâgûsun ana
Sayesinde Gazi-i sahib kıran durdukça dur.

GÖKALP’İN İSTİDASI

Cumhuriyetin ilk günlerinde dil ve kültür konularıyla ilgili olan herkese yol gösteren şahsiyetlerin
başında Ziya Gökalp bulunuyordu.1924 tarihli mezar taşındaki kitâbe “Büyük mürşid Ziya Gökalp burada
yatıyor” cümlesiyle başlamaktadır. Bir yıl sonra vefat etseydi şüphesiz bu kelime kullanıl(a)mayacaktı. Gökalp
bir derviş değildi. Ama bir Osmanlı aydını olarak işin içindeydi. Tekkelerin ihyâ ve ıslahı için projeleri vardı. Bu
projelerden birini Diyarbakır’da yayınlanan Peyâm adlı gazetenin 27 Temmuz 1325 (1909) tarihli nüshasında
yayınlanmıştı.

“İctimaî Tasavvufa Göre” alt başlığıyla yayınladığı “Tevhid” adlı 1914 tarihli şiiri şöyledir:

TEVHİD

İctimaî Tasavvufa Göre

Tanrı ’mız bir tek ilâh,

Yok bize başka penâh,

İkiye tapmak günâh

Lâ-İlâhe İllâ’llâh!

Yurtta birkaç can olmaz,

Birden çok vicdân olmaz,

Ortaklı cânân olmaz,

Lâ-İlâhe İllâ’llâh!

Gövdelerde Kesret var,

Gönüllerde Vahdet var,

Fertler yok cemiyet var!

Lâ-İlâhe İllâ’llâh!

Kalkar, rûhlar bir yerde

Olunca, kalpten perde;

Bir göz doğar içerde!

Lâ-İlâhe İllâ’llâh!

Bir göz ki Yezdân odur,

Millet o, vatan odur,

‘Urf İcmâ, Kur’ân odur!

Lâ-İlâhe İllâllâh!

Muhammed Resûlu’llâh

Yazımın başında “kurtarıcı bekleyen” insan psikolojisine temas edilmişti. Her toplumda var olan bu
“mehdî” bekleme anlayışı bizim toplumumuzda da dün vardı bugün de vardır. Mehdilikle ilgili boşluğu
toplumumuzda şimdilik politikacılar, parti liderleri ve üst düzey yöneticiler doldurmaktadır. Bu asrın başında
bazı insanlar Ziya Gökalp’ten bir şeyler bekliyorlardı. O da Gazî Paşa Hazretleri’ne istida=dilekçe yazarak
“kurtuluş” u arıyordu. Tarih 1922.

İSTİD’Â

Gazî Paşa Hazretleri’ne

Bu yurd mahrûm düzenlikten, umrândan..
Köylülerin nasibi yok irfândan;

Ey kurtaran bizi zâlim Yunan’dan!
Kurtar bizi daha birçok düşmandan!

Medeniyet gerçi bize uzaktır;

Mefkûremiz güneş kadar parlaktır..
Bütün millet yükselmeğe müştâktır:

Kurtar bizi cehâletten, noksândan!

Harpte nasıl ün aldıysa her nefer,
Tezgâhta da san ’atına versin fer..
Kazanalım her hünerde bir zafer:

Kurtar bizi iktisadı buhrândan!

Mektep, müze, dârü’l-fünûn isteriz;

Halkçılığa uyar kanûn isteriz;

Terakkimiz her ân koşsun isteriz:
Kurtar bizi beyne’l-milel hüsrândan!

Sen dâhîsin, buna çoktan inandık..

Mefkûresiz rehberlerden pek yandık..

Garp ’ta Şarklı yaşayıştan usandık:
Kurtar bizi bu karanlık zindândan!

Göster şimdi ilmi, harsî hedefler:
Âlim, şâir, kumandan da hep asker..

Her şey olur: Yalnız iste, emir ver..
Kurtar bizi meskenetten, hirmândan!

Sürümüzde bir kurt çoban kalmasın,
Tepemizde gizli düşman kalmasın;

Düşmanların dostu hakan kalmasın:
Kurtar bizi bu yaldızlı yılandan!

Abdülhamîd gerçi Kızıl Sultan ’dı,
Buna nisbetyine o bir insandı..

Çok ma ’sûmlar Fetvâ’sına aldandı:
Kurtar bizi artık Kara Sultan’dan!

İKİNCİ İSTİD ’Â

Gazî Paşa Hazretleri’ne

Sen deyince, “Sulhten sonra isterim:

Herkes gibi bir fert olmak, hür olmak.,,
Hepimizde doğdu büyük bir vehim:
Gerçekten mi bu kıyâmet kopacak?

Yeniden mi başlayacak felâket?

Düşecek mi yine derde memleket?

Hâyır asla! Yoktur buna bir imkân:
Fert olamaz bir milletin beşîri..

Hürdür belki mefkûresiz bir insan,
Hür olamaz vazifenin esîri..

Kimse yarım bırakamaz bir işi,
Eserinin borçlusudur her kişi..
Gazî Paşa! Gerçi fazla yoruldun,
İhtimâl ki râhata da muhtaçsın..

Lâkin Türk’ün tılsımını sen buldun,
İksîr gibi bu millette ilâçsın..

Türk çocuktur yaşayamaz babasız;
Karanlıkta kulağuzsuz, lambasız..

Artık çiftlik değil bu hür memleket,
“Malikâne”yazılamaz taşında...
Kahramanlar soyu olan bu millet,
Arslanları görmek ister başında..

Tehlikeli anda ona kim medet
Eylemişse odur ancak mu’temet..

Tepesinde kahramanlar olunca,
Bu memleket dâim gitmiş ileri..
İlk sıraya harîs fertler dolunca
Paslı kalmış kalbindeki cevheri..

Bu milletin hâli olur pek yaman,
Kulâğuzu olmazsa bir kahraman..

Gazî Paşa! Ulu Tanrı aşkına,
Elinde bu mülkü çürük bırakma!

Acı, kurtardığın yurdun halkına,
Öksüz gibi boynu bükük bırakma!

Mektebînde onu okut, çalıştır..

Yavaş yavaş halkçılığa alıştır..

Neticeden anlaşılır isâbet:

Yoktur senin gibi Türk’ü anlayan..
Bilen, ancak yapabilir bir hidmet,
Sensin asrı bilen, mülkü anlayan..

Bu milletin sen tutmazsan elinden,
Yanlış yola gidebilir cehlinden..

Sen yalnız bir büyük insan değilsin;
Sende saklı nice mechûl kuvvetler..
Yalnız dâhi ve kahraman değilsin;

Hep sendedir bize mevhûb nusretler:

Türk feyzinin kaynağısın, taş, durma!
İçten gelen hamleleri durdurma!

Tekâmülün zembereği dehândır,
Talihimiz sende etmiş tecellî..
Bizi mev’ûd terakkiye ulaştır:
Bu da senin vazifendir besbelli..

Türk, harsını Garp’ten ödünç alamaz,
Nûrlanırken cihân, nûrsuz kalamaz...

SONUÇ

Sabahattin Ali, Ziyâ Gökalp’e

Gönüller zâtını bize aşk sunan

Bir mürşid tanıyor ey büyük nebî

diye hitabederken, Ziyâ Gökalp Gazi Paşa’ya “Kurtar bizi” nidalarıyla istimdâda başvurmaktadır:
Sende saklı nice mechûl kuvvetler

Hep sendedir bize mevhûb nusretler

Tekrar yazımızın baş tarafına dönüp dördüncü parağraf okunabilir.

Doğu cephesinde değişen bir şey yok!



[1]   Geniş bilgi için bk. İbnü’l-Emîn Mahmut Kemal, Son Asır Türk Şairleri (SATŞ), II/ 1144 vd. Fevziye
Abdullah Tansel, Mehmet Nazım Paşa, AÜİFD., XIV. 155 vd.

[2] Ümid, 13 Kânûn-i Sânî 1337/1921.

[3] Şiirler şu kitaptan aktarılmıştır: Nazım Hikmet, İlk Şiirler, İst. 1998.

[4] Anadolu’da Yeni Gün, 21 Mart 1921

[5] Anadolu’da Yeni Gün, 4 Mart 1921.

[6] Yedinci Kitap, 1920.

[7]Ümid, 7 Teşrîn-i Evvel 1336/1920

Bu şiirin ders kitaplarındaki macerası için bk. M. Erol Kılıç, Dergâhların Kapatılması Ve Nazım
Hikmet’in Bir Şiirine Uygulanan Sansür, Dergâh, sy.,86.

[8] Nebî kelimesi Arapça’dır, haber getiren demektir. Peygamber kelimesi ise Farsça olup aynı anlamdadır.

[9]Şiirler şu kitaptan aktarılmıştır. Sabahattin Ali, Bütün Şiirleri, hzn. Atilla Özkırımlı, İst. 1999.

S. Ali’nin Hikaye dünyası için bk. Mustafa Kutlu, Sabahattin Ali, İst. 1972.

[10]Hasan Ali Yücel’in dervişâne şiirleri ve mevlevî oluşuyla ilgili geniş bilgi için bk. Mustafa Kara,
Doğumunun 100. yıldönümünde Mevlevî Bir Maarif Vekili Hasan Ali Yücel, Dergâh, Haziran 1998, sy.
100.

[11]Bk. Saadettin Nuzhet Ergun, Dinî Musikî, II/686. a.mlf, Samih Rifat, İst. 1934. Yılmaz Öztuna, Büyük Türk Musikîsi Ansiklopedisi,
II/261. Pek çok bestenin sahibi olan kardeşi Ali Rifat’ın İstiklâl Marşı bestesi 1930’lara kadar okunmuştur.

[12]SATŞ, III/1673 vd. Ayrıca bk. TDEA, VII/455-456.

[13] Ahmet Irsoy tarafından bestelenmiştir.

[14] İnal, SATŞ, IV/1981.


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar