ŞEYH HAMÎDÜDÎN-İ AKSARÂYÎ [“Şeyh Hâmid” ve “Hamîdüddîn-i Velî el-Aksarâyî”]
Kaynak: SEFÎNE-İ EVLİYÂ- Osmânzâde Hüseyin VASSÂF,
hzl: Prof. Dr. Mehmet AKKUŞ, Prof. Dr. Ali YILMAZ, 2005, İstanbul c:2
BAYRAMİYYE TARİKATI
SİLSİLE-İ CELÎLE-İ BAYRAMİYYE
/251/ - Hz. İmâm
Alî (Radıya'llâhu anh)
- Hz. Hasan el-Basrî (Radıya'llâhu anh)
- Hz. Habîb-i A’cemî (Radıya'llâhu anh)
- Hz. Dâvûd-ı Tâî (Radıya'llâhu anh)
- Hz. Ma’rûf ı Kerhî (Radıya'llâhu anh)
- Hz. Seriyy-i Sakatî (Radıya'llâhu anh)
- Seyyidü’t-tâife Hz. Cüneyd-i Bağdâdî (Kaddesa'llâhu
sırrahû)
- Şeyh Mimşâd-ı Dîneverî (Kaddesa'llâhu sırrahû)
- Şeyh Muhammed-i Dîneverî (Kaddesa'llâhu sırrahû)
- Şeyh Muhammed-i Bekri (Kaddesa'llâhu sırrahû)
- Şeyh Vecîhüddîn el-Kâdî (Kaddesa'llâhu sırrahû)
- Şeyh Ömer-i Bekrî (Kaddesa'llâhu sırrahû)
- Şeyh Ebu’n-Necîb-i Sühreverdî (Kaddesa'llâhu sırrahû)
- Şeyh Kutbüddîn-i Ebherî (Kaddesa'llâhu sırrahû)
- Şeyh Rükneddîn-i Sincâsî (Kaddesa'llâhu sırrahû)
- Şeyh Şihâbeddîn-i Tebrîzî (Kaddesa'llâhu sırrahû)
- Şeyh Seyyid Cemâleddîn-i Ezherî (Kaddesa'llâhu
sırrahû)
- Şeyh İbrâhîm Zâhid-i Geylânî (Kuddise sırruhû)
- Şeyh Safiyyüddîn-i Erdebîlî (Kaddesa'llâhu sırrahû)
- Şeyh Sadreddîn Mûsâ Erdebîlî (Kaddesa'llâhu sırrahû)
- Şeyh Hâce Alî Erdebîlî (Kaddesa'llâhu sırrahû)
- Şeyh İbrâhîm el-ma’rûf bi-Erdebîlî (Kaddesa'llâhu
sırrahû)
- Şeyh Hamîdüddîn-i Aksarâyî (Kaddesa'llâhu sırrahû)
- Pîr-i tarîkat-ı aliyye-i Bayramiyye el-Hâc Bayram-ı
Velî (Kuddise sırruhu’l-celî) hazretleri. Velâdeti : 758. İrtihâli :
833. Müddet-i ömr : 75.
/252/ ŞEYH MİMŞÂD-I DÎNEVERÎ
İsm-i şerîfleri Ahmed
Mimşâd, künyeleri Ebu’l-Fevâris ve Ebû Alî’dir.
Tabakâ-i sâlise ricâlinden ve meşâyıh-ı Irak’ın ekâbirinden olup, eâzım-ı
evliyâu’llâh’dandır. Beyne’l-ulemâ, “Miftâhu’l-mezheb” nâmıyla ma’rûfdur. Fıkıhda yed-i
tûlâsı vardı. Te’lîfât-ı kesîre vücûda getirmişlerdi. Hızır (aleyhi's-selâm)’ın
delâletiyle Hz. Cüneyd’den iktibâs-ı füyûzât eylemiştir.
“Mürîdin edebi, meşâyıhın hürmetlerini istilzâm eder.
Karındaşlarına hürmet ve esbâb-ı dünyeviyyeyi terk ve nefs üzerine âdâb-ı
şer’iyyeyi muhâfaza cümle-i âdâbdandır.” buyururlar imiş. Kelimât-ı
hakâyık-âyâtlarından olarak, “Âriflerin derûnunda Allâh teâlâ, bir âyîne
koymuştur ki, ona ârif sırran nazar eder. Onda gayb u şehâdeti ve cemâl ü kemâl
müşâhede eyler. O âyîne gönülde bir makâmdadır ki, ona âriflerden başka kimse
muttali’ değildir.” sözü meşhûrdur.
İrtihâlleri târîhinde ihtilâf vardır: 299/(911-912) veyâ
297/(909910) ve yâhûd 311/(923)’dir. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
ŞEYH MUHAMMED-İ
DÎNEVERÎ
İsm-i şerîfleri Muhammed, künyeleri Ebû Abdullâh; peder-i âlîlerinin ismi Abdülhâlık’dır. Buhârâ
kurbünde Ramten karyesinde doğmuştur. Ba’de’t-tahsîl Bağdâd’a giderek, Şeyh
Mimşâd-ı Dîneverî’den ahz-i füyûzât eylemiştir. Şeyhinin irtihâli üzerine bir
müddet Vâdi’l-Kurâ’da neşr-i tarîkat buyurmuşlardır. Te’lîfât ve muharrerâtı
vardır. Sinni yüz yaşını tecâvüz etmiştir. 370/(980-981) veyâ 375/(985)
senesinde terk-i dünyâ buyurdular.
Fasîhu’l-lisân, sahîhu’l-beyân olup fevka'l-âde edîb,
ârif-i bi’llâh idi. Dâimâ yaya olarak hacca gider, gelir imiş. (Kaddesa'llâhu
sırrahû)
ŞEYH MUHAMMED-İ
BEKRÎ
Kuds-i şerîfde dünyâya revnak-fezâ olup ba’de’t-tahsîl
Şeyh Muhammed-i Dîneverî hazretlerinin meclis-i sohbetine erişmiştir. Hz. Ebû
Bekir es-Sıddîk efendimizin nesl-i pâkindendir. Vaktini dâimâ va’z u nasîhatle
geçirir, muttakî, sâlih bir pîr-i rûşen-zamîr idi.
Cenâb-ı Şeyh, bir gün esnâ-yı va’zında, “Meclis-i ilm
o kadar müessirdir ki, hâzır olanlar safâ bulur ve mağfûrînden olurlar. Gayr-i
müslim bile meclise dâhil olsa, şeref-i İslâm ile müşerref olur.” demesiyle
ehl-i meclis birbirlerine bakmağa başlar. Bu sırada içlerinden birine hitâben,
“Gel bu saâdetten mahrûm kalma; İslâm’a gelerek saâdet-i şeref sâhibi ol.”
buyurur. Hemen o şahıs ki, bu şeyh keşf-i kulûb ediyormuş, “Beni tanıyabilir
mi?” diye tecrübe için gelmiş imiş. /253/
Ayağa kalkarak kelime-i şehâdet getirmiş, şeref-i İslâm ile müşerref olmuştur.
Hz. Şeyh’in hizmetinde bulunarak mazhar-ı saâdet olduğu
menkûldür. Şeyh’in Hicâz’dan avdetinde 380/(990) târîhinde Kuds-i şerîfde
âzim-i bâr-gâh-ı Hudâ olduğu mestûr-ı sahîfe-i âsârdır. (Kaddesa'llâhu
sırrahû)
ŞEYH VECÎHÜDDÎN
el-KÂDÎ
"Vahyüddîn" yazanlar da olmuştur. Doğrusu
Vecîhüddîn’dir. İsm-i şerîfleri Ömer’dir. Sülâle-i tâhire-i Sıddîkıyye’dendir.
Şeyh Muhammed el-Bekrî’den ahz-ı tarîkat buyurdular. Pederleri Şeyh Ömerî(?)’den
ve Şeyh Ahî Ferâh-ı Zencânî’den dahi iktibâs-ı feyz-i saâdet eylediler.
Sühreverd’de doğmuş, Bağdâd’da tahsîl etmişti. Kâdılıkta
bulunarak bi'l-âhare terk-i meslek eyledi. Târîh-i intikâli 442/(1050) veyâ
452/(1060)’dir. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
ŞEYH ÖMER el-BEKRÎ
Sülâle-i Sıddîkiyye’dendir. Vecîhüddîn el-Kâdî’nin
halîfesidir. 520/(1126)’de intikâl eyledi. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
EBU’N-NECÎB-İ
SÜHREVERDÎ
Ekâbir-i ehlu’llâhdan bir zât-ı âlî-kadrdir. Mufassal
tercüme-i hâlleri yazılmıştır. Müstakillen neşr olunmuştur. Târîh-i intikâlleri
563/(1168)’tür.
ŞEYH KUTBEDDÎN-İ
EBHERÎ
“Ebherî” veyâ “Ebhurî” sûretinde okunur. Nâmları Kutbeddîn; künyeleri Ebû Reşîd; pederleri Ahmed b. Muhammed el-Ebherî’dir.
Semerkand’da Ebher karyesinde dünyâya gelmiş, Merâga’da
büyümüş, Azerbaycân’da tahsîl ile Ebu’n-Necîb’den feyz-yâb olmuştur. Gâyet âlim
ve fâzıl ve ârif idi.
622/(1225)’de terk-i âlem-i dünyâ ettiler.
ŞEYH RÜKNEDDÎN-İ SİNCÂSÎ
“Sincâs” hakkında, hulefâ-yı Uşşâkiyye’den ve fuzalâdan
Hazmî Efendi dedi ki:
“Câmî hazretlerinin tashîhinden geçen Nefehât nüsha-i asliyyesinde, üç yerde
Sincâs olduğu mazbûttur. “Sincâs” bir mahal ismi olup, Rükneddîn hazretlerinin
maskat-ı re’sidir. Müşârünileyhin bakırcılık etmesinden kinâyeten “Nehhâs”
diyenler de vardır. "Garîbî",
"Sincâsî" veyâ "Nehhâsî", “Necâşî”ye tahvîl olunup, tarîkat silsile-nâmelerinde böyle
yazılıyor. Necâşî, Habeş hükümdârına derler. Müşârünileyhe isnâdı galat-ı fâhiştir.”
İsm-i âlîleri Alî, künyeleri Ebu’l-Hasan, lakabları Rükneddîn’dir. Kümmelînden bir zâttır.
Lemezât’ta tercüme-i hâlleri
mufassalan mündericdir.
628/(1231)’de âlem-i bakâya göçtüler. (Kaddesa'llâhu
sırrahû)
ŞEYH SAFİYYÜDDÎN-İ
ERDEBÎLÎ
Meşâhîr-i sûfîyyeden olup Erdebîl’de zâviye-nişîn idi.
İmâm Mûsâ Kâzım (radıya'llâhu anh) efendimizin nesline mensûbdur. Zâhid
el-Geylânî hazretleri yedinden şarâb-ı hâli içmekle nihâyet kendinden ve cemî'-i
mâ-sivâdan geçmiştir.
/254/ Bu zât
hakkında Timurlenk’in ol kadar hürmet ve i’timâdı vardı ki, Anadolu cihetinden
almış olduğu bir çok üserâyı, bunun iltimâsı tahlîs etmiştir.
Mülûk-ı Safaviyye’nin ceddidir. Evlâd u ahfâdı Erdebîl’de
câ-nişîn-i irşâd olmuş ve giderek Uzun Hasan ile sıhriyyet peydâ husûle
gelerek, bunlardan Şâh İsmâîl, meşîhatı saltanata tebdîl ve mülûk-ı Safaviyye
devletini te’sîs eylemiştir. Safiyyüddîn-i Erdebîlî bunun zuhûrunu rü'yâsında
görmüş ve haber vermiştir. Şöyle ki :
Bir gece âlem-i ma’nâda karnında köpek yavruları görür.
Uyandıkta ağlamağa başlayarak, “Benim sülâlemden Benî Ümeyye gibi halef
kimseler gelse gerektir.” buyurmuşlardır. Fi'l-hakîka Kızılbaş tâifesinden
olan mezkûr mülûk-ı Safaviyye zuhûr etmiştir. Şâh İsmaîl, Şâh Tahmasb ve Şâh
Abbâs bunlardandır. Âlem-i İslâm’a fitne ve fesâd sokmuşlardır. Hâlen
zamânımızda bile te’sîrât-ı mazarrat-bahşâsını görüyoruz.
ŞEYH SADREDDÎN MÛSÂ
Safiyyüddîn’in küçük oğludur. Lezzet-i ma’rifeti
pederinden tatmış ve bezm-i vahdette safâlar sürmüş bir zât-ı velâyet-simâttır.
HÂCE ALİYY-İ
ERDEBÎLÎ
Hz. Sadreddîn’in oğludur. Libâs-ı takvâyı pederi
giydirip, kendi eliyle şerbet-i tarîkatı içirmiştir. Pek çok kerâmâtı görülmüş
bir merd-i rûşen-dildir.
ŞEYH İBRÂHÎM-İ
ERDEBÎLÎ
Hâce Alî’nin oğludur. Pederinden iktibâs-ı envâr edip,
tâc-ı kerâmet ve hırka-i tarîkatı giymiş ve deryâ-yı ma’rifete dalmıştır. Bunun
oğlu Şeyh Cüneyd, onun oğlu Şeyh Haydar olup, Nûşirevân tarafından katl
olunmuştur. Râfizîler ile mülûk-ı Safaviyye ondan türedi.
ŞEYH HAMÎDÜDÎN-İ
AKSARÂYÎ
“Şeyh Hâmid” ve “Hamîdüddîn-i Velî el-Aksarâyî” diye meşhûrdur. Kayserili Şeyh
Şemseddîn-i Mûsâ nâm zâtın oğludur. Kayseri’de dünyâya revnak-fezâ olmuştur.
Tarîkat neş’esine bidâyeten pederinden vâsıl olup, onun
terbiyesiyle ba'zı makâmâta erişmiştir. Ba’dehû seyâhata çıkıp, pek çok
meşâyıh-ı ızâm ile görüştükten sonra, Şâm-ı şerîfe gelmiş ve mürşid-i kâmil
bulmak ümniyyesiyle Tebrîz’e kadar gidip, Hâce Aliyy-i Erdebîlî hazretlerinin
bezm-i irfânına erişmiştir. Ba'zı nüshalarda, “Hâce Alâeddîn” sûretinde
yazılmıştır.
Müşârünileyhden ahz-ı feyzden ve kemâlât-ı hakîkiyyeden
ne bulduysa, müşârünileyh yüzünden bulduktan sonra, bir müddet inzivâ ve
mücâhede ile dem-güzâr olup, ba’dehû şeyhinin irşâd ve işâretiyle Bursa’ya
gelip, ümmî tavrı takınarak ekmekçilik ile taayyüşe başlamıştır.
/255/ O zamân
mutasarrıf-ı vakt imiş. Berâ-yı teessür o san’atla meşgûl olurlar imiş.
Bursa’daki Molla Fenârî Mahallesi'ndeki fırınları el’ân
mevcûd ve ziyâret-gâhtır. Ekmek sattıkları mahal Ulucâmi'-i şerîfin kapısı
karşısında Sahaflar Çarşısı’nın orta mahallidir. Hâlen bahçe hâline konulmuş,
teberrüken başka bir şey yapılmamıştır. Her hafta Cuma günleri ahâlîden bir
kısım burada toplanır, duâ ederler.
“Somuncu Baba” diye
şöhretleri vardır. Bu sıralarda Ulucâmi’in inşâatı hitâma ermekle Yıldırım Bâyezîd
Hân, dâmâdı Emîr Sultân’dan minberde va’z eylemesini ricâ ettikte “Efendim!
Şu direğin arkasında Ekmekçi Dede vardır, benden âlimdir.” diyerek Hamîdüddîn’i
ortaya sürmüştür.
“Hây Emîr hây, niçin bizi faş ettin?” diyerek
bi’z-zarûr hutbeyi okumuşlar; sûre-i Fâtiha’ya yedi türlü ma’nâ vermişlerdir.
Hâzır bulunanlardan allâme-i cihân ve Şeyhü'l-islâm Molla Fenârî,
müşârünileyhin irfân u kemâline hayrân olmuştur. Kıssaları uzun ve meşhûrdur.
Cemâat dağılırken, Hz. Hamîdüddîn’i her üç kapıdan
çıkarken görmüşlerdir. Bursa müderrislerinden Hacı Bayram Efendi, Ekmekçi
Dede’nin bu hâline vâkıf oldukta, dâmen-i irfânına yapışıp, âkıbet ondan
şarab-ı hâli içmeğe muvaffak olmuştur. Her nereye giderse maiyyetinden
ayrılmayacağını te’mîn eylemesiyle, birlikte Şam’a, ba’dehû Haremeyn-i muhteremeyne
gittiler. Aksaray kasabasına avdet ettiler. (Hacı Bayram), azîzinin irtihâline
kadar orada kaldılar, hıdmet-i şerîfelerinde bulundular. Aksaray kasabasında
medfûndur, “Aksarâyî” bundan kinâyeten denilmiştir.
Gegbûze (Gebze)’de bir türbe gördüm. Hamîdüddîn-i
Aksarâyî hazretlerine nisbet edilmiş. Ahâlî-i mahalliyyenin rivâyetine nazaran
mazannadan ba'zı zevât keşfen böyle söylemişler, türbe yapılmış, hâlbuki
hakîkat değildir.
“Tâc-ı ârifîn: (تاج عارفين) terkîbi târîh-i
intikâlleri olan 815/(1412)’i iş’âr eder.
Şerh-i Hadîs-i
Erbain nâmıyla
bir eserleri vardır. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
Müşârün ileyhin Bâyezîd-i Bistâmî vâsıtasıyla Sıddîk-ı
A’zam efendimize müntehî bir silsile-i tarîkları müsâdif-i nazar-ı fakîranem
olmuştur :
- Şeyh Hamîdüddîn-i Aksarâyî (Kuddise sırruhû),
- Şeyh Şâdî er-Rûmî (Kuddise sırruhû),
- Şeyh Ibrâhîm el-Busîrî (Kuddise sırruhû),
- Şeyh Süleymân-ı İskenderanî (Kuddise sırruhû),
/256/ - Şeyh
Hasan-ı Esterâbâdî (Kuddise sırruhû),
- Şeyh Mahmûd-ı Basrî (Kuddise sırruhû),
- Şeyh Osmân-ı Rûmî (Kuddise sırruhû),
- Şeyh Mahmûd-ı Kerhî (Kuddise sırruhû),
- Şeyh Sa’deddîn-i Bağdâdî (Kuddise sırruhû)
- Şeyh İshâk-ı Hârezmî (Kuddise sırruhû),
- Şeyh Süleymân-ı Necdî (Kuddise sırruhû),
- Şeyh Süleymân-ı İsfahânî (Kuddise sırruhû),
- Şeyh Ahmed-i Horâsânî (Kuddise sırruhû),
- Şeyh Ebu’l-Hasan-ı Cürcânî (Kuddise sırruhû),
- Şeyh Mûsâ el-Bestâmî (Kuddise sırruhû),
- Şeyh İbrâhîm-i Hindistânî (Kuddise sırruhû),
- Hz. Şeyh Bâyezîd-i Bestâmî (Kuddise sırruhû).
CENÂB-I PÎR HACI BAYRAM-I
VELÎ
Kutb-ı zamân olan bu zât-ı muhterem Ankara’da Solfasıl
(Zülfazl) nâm karyede yediyüz ellisekiz (1357) senesinde âlem-i nâsûta
kadem-zen olmuştur.
Peder-i muhteremlerinin ismi Koyunluca Ahmed’dir; üç
evlâdı olup, büyüğü Bayram, ortancası Safiyyüddîn, küçüğü Abdâl Murâd’dır.
Hz. Bayram, tahsîl-i ulûm ederek müderrislikle, Ankara ve
Bursa şehirlerinde bulunmuştur. Bursa’da Çelebi Sultân Mehmed Medresesi’nde
ikâmet ettikleri oda el’ân ziyâret olunur.
Bursa’da iken Hamîdüddîn hazretlerinin şeref-i himâyetine
mazhar olup, zamân-ı tesâdüf Kurban Bayramı’nda vâki’ olmağla, mürşidleri, “Bayram” tesmiye etmiş idi. Bu zât-ı muhteremle Şam’ı ve Haremeyn-i muhteremeyni
ziyâretle Aksaray’a gittiği menkûldür. Müstahlef olup Bursa’ya me’mûr oldular.
Bidâyeten Bursa’da Emîr Sultân hazretleriyle çok görüşüp, hattâ Hz. Emîr’in
intikâlinde gasl edip, namâzını kıldırmıştır.
Âlim, âmil bir müderris-i fâzıl olup, zamânının kıdve-i enâmı
ve merci’-i hâss u âmmı olmuşidi. Hattâ Germiyân’a giderken, Fâtih Sultân
Mehmed’in pederi Sultân Murâd-ı sânî haber alıp, kendine vezîr etmek istemiş
ise de, hussâd mâni’ olup ba'zı hedâyâ ile tatyîbini kâfî gördüler. O erbâb-ı
gaflet, Hz. Bayram’ın esâsen böyle bir teklîfe cevâb-ı muvâfakat vermeyeceğini tahmîn
edemediler.
/257/ Âhir
vakitlerini Ankara’da geçirip irşâd ile meşgûl olmuş ve kendi kedd-i yemîniyle
ekip biçtiği burçakla taayyüş edip, ağniyâdan topladığı sadakaları erbâb-ı fakr
u ihtiyâca tevdî’ etmeyi i’tiyâd edinmiş idi. Kerâmât-ı zâhire ve makâmât-ı
ma’neviyye sâhibi idi.
Sultân Murâd-ı sânî bunu pek iyi takdîr ettiğinden,
hussâdın sözünü dinlemeyerek Edirne’ye da’vet edip, salâh u kemâlini görünce
duâsını taleb ve rızâsını celb etmiştir ve Câmi'-i Atîk’te va’z u nasîhat
eylemesini temennî kılmasıyla pâdişâhın ârzûsunu yerine getirmiştir.
Câmi’-i Atîk, Yıldırım Bâyezîd’in oğlu Emîr Süleymân
tarafından başlatılıp Çelebi Sultân Mehmed tarafından ikmâline muvaffak olunan
ma’bed-i mukaddestir. Cenâze penceresi yanında Hz. Pîr’in va’z u nasîhat esnâsında
oturdukları kürsü el’ân mevcûddur. Elyevm teberrüken ziyâret olunur. Muharrir-i
fakîr, mükerreren Edirne’ye azîmetimde ziyâret ettim.
Evliyâ Çelebi, Seyâhat-nâme’sinde yazar ki:
“Anadolu’da büyük bir nüfûz-ı ma’nevîsi bulunan Hacı Bayram-ı Velî, bu
câmi’de mevâızda bulunmuştur ve i’tikâfa girip çok ibâdet ederek, nice yüzbin
âdemi va’z u nasîhatla irşâd etmişlerdir. Hâlen kürsî-i şerîfleri bir köşede
teberrüken mahfûzdur. Bir kimse o kürsüye çıkıp va’z etmeye kâdir değildir.
Zîrâ erenler mekânıdır. Sultân Ahmed Hân, Edirne’ye geldikte bir fuzûl şeyh,
isbât-ı vücûd için Hacı Bayram kürsüsüne çıkmak ister. Câmi’ hademesi men’
ederler. “Çıkman sultânım!” derler. Ricâ ederler, herîf dinlemeyip
kürsüye urûc ederse de, “Bi’smi’llâh” demeye kâdir olamadı. Lâl u hayrân
bir hâlde kaldı. Bir kaç def'a kendini zorladıysa da muktedir olamayıp,
kürsüden iner. O asırdan beri öyle kalmış bir kürsü ve mekân-ı kibârdır.”
Hz. Bayram-ı Velî, Gülşenî Veli Dede Dergâhı’nda minberin
sağ tarafındaki mahalde bir erbaîn çıkarmıştır. Azîzim merhûm Şerefeddîn Efendi
dâimâ burada oturur, Hz. Pîr’in enfâs-ı kudsiyyelerinden istifâza buyururlar
idi.
Hz. Bayram, Ankara’ya avdet buyurdular. Sohbet ve
mükâleme-i reşâdetleri gâyet müessir idi. Nutk-ı şerîfleri herkesin üzerinde
te’sîr husûle getirir idi. Bir çok kimseleri zirve-i velâyete ulaştırdıktan
sonra, "irtihâlü'l-insân" (ارتحال الانسان) /258/ ve "el-hayr" (الخير)[1] kelimesinin nâtık olduğu üzere
833/(1430)’te âlem-i âhirete intikâl eylediler. Ankara’da medfûndur. Müstakil
ve müzeyyen bir türbesi vardır.
1328/(1910) senesinde İstanbul’dan sûret-i mahsûsada
ziyâret-i aliyyeleri kasdıyla Ankara’ya gittim. el-Hamdü li’llâhi teâlâ
ziyâretle kâm-yâb oldum. Sandûkalarının üzeri sırma işlemeli bir pûşîde ile mestûrdur.
Etrâfında pirinçten ma’mûl bir şebeke vardır. Tâc-ı şerîfleri, hırka-i latîfleri,
kamîs-i nazîfleri, mahfûz-ı mevki’-i ihtirâmdır. Esnâ-yı ziyâretteki safâ-yı
derûn lisân-ı vasfa sığmaz.
Türbe-i şerîfelerinde âvihte-i mevki’-i ihtirâm olan
elvâh-ı medhiyyeyi istinsâh etmiş idim. Teberrüken her birini ber-vech-i zîr
nakl ediyorum:
Pîşvâ-yı urefâ Hazret-i Bayram-ı Velî
Kutb-ı aktâb-ı Hudâ Hazret-i Bayram-ı Velî
Bâde-i aşk-ı hakîkî ile ser-mest olarak
Bulmuş envâ’-ı safâ Hazret-i Bayram-ı Velî
Lutfuna hem de kerâmâtına yokdur gâyet
Melce-i bây u gedâ Hazret-i Bayram-ı Velî
Anla kudsiyyetini Şeyh Hamîdü’d-dîn’in
Eyledi hıdmet ana Hazret-i Bayram-ı Velî
Dâhil-i dâire-i feyz olan uşşâka
İder ihsân u atâ Hazret-i Bayram-ı Velî
Müstefîz eyle dahîl-i keremindir Sa’dî
Yetiş imdâdına Yâ Hazret-i Bayram-ı Velî
* * *
Ey olan bâsıra-i kalbi elemle tîre
Sür yüzün türbe-i ulyâ-yı Cenâb-ı Pîr’e
* * *
Câm-ı aşkın mazharıdır Hacı Bayram-ı Velî
Ehl-i Hak’kın rehberidir Hacı Bayram-ı Velî
Âsitânın bekleyen elbet irer maksûduna
Ârifânın serveridir Hacı Bayram-ı Velî
Giydi pîrlik tâcını çü oluben gavs-ı Hudâ
Çeşm-i kudret manzarıdır Hacı Bayram-ı Velî
Kişver-i ma’nâda şâh-ı mazhar-ı tevhîd olup
Câmiu’l-aşk hem-seridir Hacı Bayram-ı Velî
Şehr-i vahdet içre oldu sâki-i peymân-ı aşk
Câm-ı feyzin haydarıdır Hacı Bayram-ı Velî
Nûş iden bir cur’asın elbet olur mest-i elest
Mâye-i feyz gevheridir Hacı Bayram-ı Velî
Hamdü li’llâh ravzasın itdim ziyâret bâ-rızâ
Nûr-ı Hakk’ın ezheridir Hacı Bayram-ı Velî
İtmede ervâh-ı akdes dergehin dâim tavâf
Kâ’be-i ma’nâ deridir Hacı Bayram-ı Velî.
Mesleğin sâlik olan aldı “araf”dan bir sebak
Vech-i zâtın perveridir Hacı Bayram-ı Velî
Bâde-i “lâ-yahzenûn”[2] câmın olup
humm-ı safâ
Şems-i tahkîk-hâveridir Hacı Bayram-ı Velî
Çün dimâğ-ı Rüşdi’ye
irdi derinden bir meşâm
Bû-yı şevkın anberidir Hacı Bayram-ı Velî
* * *
/259/ Şark u garba nûru olmuş müncelî
Hisse-mend-i feyzidir Anadolı
Râh-ı irfânı güşâde eylemiş
Hazret-i el-Hâc Bayram-ı Velî
* * *
Garka-i bahr-i melâlim Hazret-i Bayram meded
Teşne-i âb-ı visâlim Hazret-i Bayram meded
Sen tabîb-i derd-i dil-i bî-çâregân(sın)*
Ben marîz-ı bî-mecâlim Hazret-i Bayram meded
Dil yanar hasretle zehr-i âbı ke’sin çeşmesin
Telh-kâm-ı bî-misâlim Hazret-i Bayram meded
Zîver-i unvân-ı mektûb-ı velâyetsin kulun
Nokta-i vasfînda lâlim Hazret-i Bayram meded
Ey gül-istân-ı kerâmet gül-bünü vâ hasretâ
Andelîb-i beste-bâlim Hazret-i Bayram meded
* * *
كر بيا رند دركهت
روى سيه باشد سفيد
از سياهى بخت نالم
حضرت بايرام مدد
انتساب دولت دارين
بى شك ادهما
كرجه بر جرم دو
بالم حضرت بايرام مدد[3]
* * *
Evliyânın ayn-gâhı Hacı Bayram-ı Velî
Asfıyânın pâdişâhı Hacı Bayram-ı Velî
Ehl-i diller ârzûlar yüz süreler dergâhına
Sâlikânın dilde hâhı Hacı Bayram-ı Velî
Ey velâyet çarhının devvâr-ı kutb-ı neyyiri
Âsumânın mihr ü mâhı Hacı Bayram-ı Velî
Hâzin-i ilm-i ledünn ü mahzen-i esrâr-ı Hak
Derd-mendânın penâhı Hacı Bayram-ı Velî
Tâc-dârısın velîler ceyşinin devrinde hem
Server-i bî-iştibâhı Hacı Bayram-ı Velî
Mürde-dil uşşâka ger itse teveccühle nazar
Cân-bahş eyler nigâhı Hacı Bayram-ı Velî
Yevm-i mahşerde şefâat kıl bu Sırrî bendene
El-emân çokdur günâhı Hacı Bayram-ı Velî
Hicâz Valisi Hacı Reşîd Paşa merhûmundur:
Şeh-i iklîm-i velâyet Hacı Bayram-ı Velî
Hâkim-i mülk-i hidâyet Hacı Bayram-ı Veli
Solfasıl karyesidir mehd-i vücûdu ammâ
Ankara şehrine ni’met Hacı Bayram-ı Velî
Tıfl iken hârika-i rûh ile mânend-i Mesîh
İtdi izhâr-ı kerâmet Hacı Bayram-ı Velî
Müstefîz oldu kemâliyle Ebû Hâmid’den
Hazret-i Pîr-i tarîkat Hacı Bayram-ı Velî
İlm ü irfânı ile âleme şâyi' oldu
Söylenür tâ-be-kıyâmet Hacı Bayram-ı Velî
Fukarâsı çok idi şimdi dahi pek çokdur
Eyliyor cümleye himmet Hacı Bayram-ı Velî
Feth-i İstanbul içün Hazret-i Şemseddîn’e
Gayreti kıldı vasiyyet Hacı Bayram-ı Velî
Yazıcı-zâde’ye yazdırdı Kitâb-ı Aşk’ı
İtdi îsâr-ı muhabbet Hacı Bayram-ı Velî
Nâil-i vaslı olan Hâcı
Reşîd’e elbet
Bahş ider feyz-i reşâdet Hacı Bayram-ı Velî
* * *
/260/
Ser-firâz-ı kutbiyândır Hacı Bayram-ı Velî
Şâh-ı irfân-ı cihândır Hacı Bayram-ı Velî
Eşgine yüz süren elbette rehâ-yı nâr olur
Şâfi’-i üftâdegândır Hacı Bayram-ı Velî
Mürşid-i râh-ı hakîkat mahrem-i râz-ı Hudâ
Menba’-ı feyz-i İlâhî kümmelîn-i evliyâ
Vuslat-ı mahbûb-ı Hak’dan âşinâdır dâimâ
Reh-nümâ-yı sâlikândır Hacı Bayram-ı Veli
Şem’-i nûr-ı himmeti yanmakdadır rûz u şebân
Âsitân-ı feyz-i cûdu sû-be-sû olmuş revân
Âb-ı aşkın teşnegânı oldu sîr-âb bî-gümân
Mevc-i eltâf ı revândır Hacı Bayram-ı Velî
Nefsile hem-râh-ı dâim işim oldu pür-hatâ
Ez-miyân-ı bahr-ı isyân bulmadım bir ân rehâ
Yüz sürüp hâk-i der-i ulyâsına eyle recâ
Dest-gîr-i mücrimândır Hacı Bayram-ı Velî
Râşid-i kem-ter kulun geldi huzûra zâr zâr
Nâ-sevâbım cürm ü taksîr ü günâhım bî-şümâr
Rû-siyâh ile varup dergâhına kıl i’tizâr
Yâver-i bî-çâregândır Hacı Bayram-ı Velî
* * *
Ey şeh-i iklîm-i irfân ey velîyy-i zü’l-kerem
Vey şehen-şâh-ı tarîkat Hacı Bayram-ı Velî
Ey maârif bahrına gavvâs olanlar rehberi
Âşinâ-yı sırr-ı vahdet Hacı Bayram-ı velî
Mültecâ-yı tâlib-i Hak dest-gîr-i sâlikân
Vâkıf-ı sırr-ı hidâyet Hacı Bayram-ı Velî
Teşnegân-ı vaslı kâni’ eyler ednâ himmetin
Sâki-i atşân-ı vuslat Hacı Bayram-ı Velî
Dünye vü ukbâsını îyd itmeğe züvvârının
Nâm-ı pâkindir işâret Hacı Bayram-ı Velî
Çeşm-i nâ-bînâ ile geldim sana hâl arzına
Kâhil-i kuhl-ı hakîkat Hacı Bayram-ı Velî
Hâk-i dergâhın gözümde tûtiyâ yâ nûr-ı Hak
El-emân eyle mürüvvet Hacı Bayram-ı Veli
Kem-ayârım dest-i nakkâd-ı maârif isterim
Kân-ı iksîr-i velâyet Hacı Bayram-ı Velî
Gerçi bed-kârım kabûle nâ-revâyım el-meded
Ey hakîm-i derd-i firkat Hacı Bayram-ı Velî
Çünki yokdur ey velîler serveri mahbûb-ı Hak
Lutf-ı ehlu’llâh’a gâyet Hacı Bayram-ı Velî
Nüsha-i âmâlime pûşîde olsun himmetin
Görmeyem rûz-ı kıyâmet Hacı Bayram-ı Velî
Feyz-i imdâdınla nâmın haşrde kem-ter Saîd
Bula defterde saâdet Hacı Bayram-ı Velî
Esnâ-yı ziyârette bu abd-i rû-siyâha sânih olmuştur:
Reh-i Mevlâ’da hırâm eyledi Bayram-ı Velî
Şevkını zevkını tâm eyledi Bayram-ı Velî
Ne mübârek ne güzel pîr-i tarîkatdır o
Herkesi kendine râm eyledi Bayram-ı Velî
Aşk ile türbe-i pür-ıtrına dâhil oldum
Beni ser-mest ü müdâm eyledi Bayram-ı Velî
Ankara halkı vücûduyla tefâhur itsün
Nûr ile def’-ı zalâm eyledi Bayram-ı Velî
Zâir-i hâlisi Vassâf'ını taltîf iderek
Îyd-i vuslatla be-kâm eyledi Bayram-ı Velî
/261/ Hz. Pîr,
kerîmeleri Hayrunnisâ hazretlerini, Eşref-zâde Abdullâh-ı Rûmî hazretlerine
tezvîc buyurmuşlardı. Emîr Sultân hazretleri tavassut edip, hattâ onbir sene
Hacı Bayram-ı Velî’ye İmâmet etmiş ve hıdmet-i şerîfelerinde bulunmuştur.
İbtidâ-yı sülûkları müşârünileyhden idi. Nitekim Kâdirîler bahsinde tafsîli
geçti.
Ankara’daki müşâhedâtım:
Hz. Pîr’in türbesi kârgîrdir. Üzeri kubbelidir. Müşrif-i
harâb iken zamânımızda meşâyıh-ı Bayramiyye’den Hüsâmeddîn Efendi uluvv-i
himmet izhâr ederek ta’mîre muvaffak olmuştur. Türbe-i şerîfeleri ittisâlinde
bir câmi'-i şerîf vardır. Minâresi iki şerefelidir. Câmi'-i şerîf gâyet dil-nişîn
ve ma’mûr ve müzeyyen olup, gerek mihrâbının, gerek duvarlarının çinileri pek
nefîstir. Husûsiyle minberi saç ağacından ma’mûl ve pek kıymet-dâr ve
musanna’dır. Câmi'-i şerîf vaktiyle Hz. Pîr zamânında inşâ olunan hânkâhın
mahallindedir. Târîhine bakdım, 1126/(1714)’dır. Demek ki vaktiyle yapılan
hânkâh müşrif-i harâb olunca bu câmi'-i şerîf 300 sene sonra yapılmıştır. Câmi'-i
şerîfin kapısı bâlâsındaki târîh:
Mürşid-i râh-ı hakîkat menba’-ı cûd u sehâ
Şeyh Muhammed Baba nesl-i Hacı Bayram-ı Velî
Câmi’-i ceddini ta’mir itdi bâ-avn-i Hudâ
Ola yâ Rab dergehin çâkerlerinin ekremi
Göricek itmâmını Râzî
didi târîhini
Câmi’-i rahmet-meâb Hacı Bayram-ı Velî
(جامع رحمت مآب
حاجى بيرام ولى) = 1126/(1714)
Bu târîhden anlaşılıyor ki, sülâleleri teselsül etmiş ve
Şeyh Muhammed nâmında ahfâdından biri zamânında câmi'-i şerîf ta’mîr
edilmiştir. Ta’mîr ta’bîrinden binânın Hz. Pîr zamânından kaldığı da istidlâl
olunabilir.
Dîğer târîh:
من اولياء الله بيرام
الولى الذى
قد كان بان لهذا
الجامع الفاخرا
لما بدى حزبه من
الغدا والعشى
أهم عمرانه شيخ
نجد الورى
لقد قال من رأى
إتمام تعميره
بالشوق تاريخه ذا
جامع عمرا[4]
Câmi'-i şerîfin ittisâlinde hücreler ve müteaddid
dâireler vardır. Bu hücrelerde birçok erbâb-ı riyâzet ü sülûk göreceğim
zannediyordum. Hâlbuki her taraf,
يوم نوبت ميزند پر طارم افراسياب
پرده دارى ميكند در قصر قيصر انكبود[5]
/262/ diye
lisân-ı hâl ile göz yaşları döküyor gibi hisseyledim. Câmi'-i şerîfin altındaki
odalar, matbah ve çile-hâneyi ziyâret ettim. Odalar birer çile-hânedir.
Birincisi Akşemseddîn hazretlerinin, ikincisi Yazıcı-zâde Muhammed Efendi
hazretlerinin, üçüncüsü Eşref-zâde Abdullâh-ı Rûmî hazretlerinindir. Her üçünün
birleşip huzûr-ı Hz. Pîr de zikr ettikleri hücre dahi ziyâret olunmuştur.
Burada Hz. Pîr’in kemeri, mübârek surrelerine Hz. Rasûl-i Ekrem (salla'llâhu
aleyhi ve sellem) efendimizin sünnet-i seniyyelerine tebean koydukları siyâh
taş mevcûddur. Her birini yüzüme, gözüme sürdüm.
Ankara ahâlîsinde Hz. Pîr’e hiss-i muhabbet yokdur. Her
hâlde vaktiyle ziyâde imiş, sonraları zâil olmuştur. Sebebi ise seccâde-nişîn-i
meşîhat olan zevâtın zevk-ı tasavvufdan, ilm ü irfândan mahrûm olup, ezvâk-ı
dünyâya dalmaları ve halk üzerinde o makâm-ı ulvînin te’sîrini izâle edecek
etvâr ve harekâttan ibârettir. Hâlen oraya bir insân-ı kâmil gelmiş olsa, Hz.
Pîr’in uluvv-i mertebe ve makâmât-ı âliyesini onlara ifhâm eder sûrette hareket
etse, avâmm-ı halk orasını kıble-i irfân ittihâz eder. Ankara’da altmış yaşına
gelmiş bir ihtiyâr ile görüştüğümde, “Efendi bu yaşa geldim, oraya girmedim.”
demiş ve fakîri hayrette bırakmış idi.
Burada da seccâde-nişîn olanlara, “Çelebi” derler.
Vâridât-ı Bayramiyye-i vakfiyye çoktur. Çelebiler, vâridâtı kendilerine hasr
eylemişler ve fukarâ ve seyyâhîne bakmaz olmuşlardır. Hattâ yakında Ankara’dan
gelen bir arkadaşım, “Hz. Pîr’in türbesi toz, toprak, örümcek içindedir. Muvâcehe
penceresi o mertebe kirlidir ki, içerisi görünmez. Dışarısını da badana etmek,
silmek süpürmek bile kimsenin hâtırına gelmez. Her taraf hüzn ü elem içinde bir
hâl-i harâbî arz ediyor.” dediği zamân, o hânkâh-ı muazzamın vâridâtıyla yaşâyân
çelebi efendiye la’net ettim. Zevk u safâya dalmışlar, hânkâhı unutmuşlar. Bu
hâle teessüfler etmemek elden gelmiyor.
Hulefâ-yı Kirâmı :
İnce Bedreddîn, Meczûb Akbıyık, Kızılca Bedreddîn, Baba
Nühhâs-ı Ankaravî, Salâhaddîn-i Mevlevî, Muslihuddîn Halîfe, Yazıcı-zâde
Muhammed Efendi, Akşemseddîn, Molla Zeyrek, Ramazân Halîfe, Şeyh Muk’ad Hızır
Dede, Şeyhoğlu Edhem Baba, Yûsuf-ı Hakîkî hazerâtıdır. Daha ba'zı hulefâsı da
vardır. Müşârünileyhimden Akşemseddîn’den tarîk-ı Bayramî, Şeyh Hızır Dede’den
tarîk-ı Celvetî zuhûr etmiştir.
/263/ Hz. Bayram-ı Velî’nin Manzûmeleri :
Lisân-ı tasavvufla söylenmiş gazel ve ilâhiyyâtı vardır.
İsmâîl Hakkî hazretleri bir gazelini şerh eylemişlerdir.
Nutuklarından:
Niceler bu yolda varın terk idüp
Şâdî virüp satun aldılar gamı
* * *
Bilmek istersen sen seni
Cân içre ara cânı
Geç cânından bul Anı
Sen seni bil sen seni
Kim bildi ef’âlini
O bildi sıfâtını
Andan gördü zâtını
Sen seni bil sen seni
Görünen sıfâtındır
Anı gören zâtındır
Gayriye ne hâcetdir
Sen seni bil sen seni
Kim ki hayrete vardı,
Nûra müstağrak oldu
Tevhîd-i Zât’ı buldu
Sen seni bil sen seni
Bayram özünü bildi
Bileni anda buldu
Bilen ol kendi oldu
Sen seni bil sen seni
Hz. Pîr’in şeyhâne ve mutasavvıfâne pek çok âsâr-ı
manzûmeleri olduğunu eski bir eser haber veriyor. Şiiri pek severler imiş ve “Nazm
evliyânın kerâmâtındandır; gerek âlim olsun, gerek ümmî olsun. Zîrâ âlem-i
hakâyık onu îrâs eder; Yûnus Emre gibi ki, aslında ümmî-i mahzdır; lâkin
kemâlâtı âlemde intişâr-ı tâm bulmuştur.” buyururlar imiş.
Dürre-i bahr-ı keremdir Hacı Bayram-ı Velî
Bülbül-i bâğ-ı İrem’dir Hacı Bayram-ı Velî
Fazl u irfânı ile âleme şöhret virdi
Mâlik-i genc-i himemdir Hacı Bayram-ı Velî
Meclis-i feyzine dâhil olan uşşâk didiler
Dâfi’-i hemm ü elemdir Hacı Bayram-ı Velî
Her gören zâtını olmuş idi aşkın mesti
Sâki-i meclis-i cemdir Hacı Bayram-ı Velî
Der-i lutfundaki Vassâf’ını
tesrîr eyler
Sâhib-i lutf u keremdir Hacı Bayram-ı Velî
Hulâsa-i kelâm Hz. Pîr, vücûd-ı enveriyle âlem-i irfâna
pertev-pâş olmuş bir neyyir-i hakîkat idi. Müntesiblerin her birini zirve-i velâyete
ulaştırmıştır. İkinci devir şuarâsından Şeyh Sinân Efendi’nin, Hz. Pîr ile
şeref-yâb olanlardan olduğu ve iktibâs-ı envâr-ı tasavvuf eylediği ve Şeyh
Ulvân-ı Şîrâzî nâmında bir halîfeleri daha bulunduğu mervîdir.
Hz. Bayram-ı Velî’nin bir halîfesine yazdıkları mektûb
sûretidir:
الحمد لله الذى جذب اوليائه إلى باب حضرته وأمدها بإمداد
غيبه فتحققوا بشهود أزليته وأبديته وأخذ وجودهم عنهم بإفنائهم فى وجوده. ففرقوا فى
بحر هويته وصلى الله على أكمل مظاهره محمد المصطفى من خليقته الذى شهد له اعلام
الوجود بكمال خصوصيته وأكمليته وعلى آله وأصحابه
وإخوانه الكاملين من ورثته.[6]
Ol ah-ı İlâhî üzerine dahi ittihâz-ı zâtî münbais olan duâ-yı sâlih ihdâ
olunduktan sonra i’lâm olunur ki, mukaddemen bu cânibe irsâl buyurulan mektûb-ı
şerîfinizle karındaşımız Muhammed Efendi’nin (rahmetu'llâhi aleyh) bu
menzil-i kesretten âlem-i vahdete ve dâr-ı ağyardan serây-ı dil-dâra intikâl
ettikleri i’lâm olunmuş. (الحكم لله والأمر بيد الله)[7] Hak teâlâ hazretleri kemâl-i lutfundan
ibâdu’llâh-ı sâlihîn ve ervâh-ı mukarrabîn zümresinden edip, haşre dek huzûr-ı
akdes ve âlem-i ünsde şarâb-ı vuslat ile sîr-râb edip ve vech-i izzette ref-i
nikâb ve keşf-i hicâb ile ber-hûrdâr etmiş ola. (وَمَا جَعَلْنَا لِبَشَرٍ
مِّن قَبْلِكَ الْخُلْدَ) [8]
Bu dâr-ı mihnet, dâr-ı huld-i ikâmet değildir. Belki tahsîl-i kemâlât u
maârif-i ilâhiyye ve tekmîl-i merâtib-i imkâniyye-i vücûbiyyeden sonra abdin
sıfat-ı zâtiyyesi olan fakr-ı küllî ile Hakk’a ibâdet ve müşâhede-i vech-i
hakîkat ve muâyene-i Cemâl-i Hz. Ulûhiyyet mahallidir: (وَمَن كَانَ فِي
هَـذِهِ أَعْمَى فَهُوَ فِي الآخِرَةِ أَعْمَى)[9]
Eğer görmezse kişi bunda yârın
O gözsüz kande görür yârı yarın
Bilişen dost ile bunda bilişür
Göremez yâd olan yarın nigârın
O gördü dahi buldu bunda yârın
Fedâ kılan yoluna cümle varın
(وَتَرَى
الْجِبَالَ تَحْسَبُهَا جَامِدَةً وَهِيَ تَمُرُّ مَرَّ السَّحَابِ)[10] (بَلْ
هُمْ فِي لَبْسٍ مِّنْ خَلْقٍ جَدِيدٍ)[11]
Bu âlem mahall-i tebeddül ü tagayyürdür. Dâimâ halk içinde nihâyet i’lâm
ile îcâdından tagayyürü müşâhed değildir. Öyle olsa ân-ı vâhidde i’lâm ile îcâd
beyninde olan vücûdun ne mikdâr bakâsı olsa gerekdir. Tâ kim, miskîn ibn-i Âdem
ona i’timâd eyleye. İmdi, dîde-i basîreti, kuhl-i tevfîk-i ilâhî ile mükahhal
ve mir’ât-ı kalbi nûr-ı îmân, îkân u ihsân ile musaykal olan ihvân-ı
muvahhidîne lâzım budur ki, mevhûm olan vücûdun bakiyye-i ömrünü dergâh-ı
izzetin ibâdetinde ifnâ edip, Arş-ı İlâhî ve Beyt-i Rahmânî ve mahzen-i ilm-i
ledünnî ve maskat-ı envâr-ı Sübhânî ve âyîne-i cemâl-ı Samadânî olan kalbi
müşâhede-i Hak’dan hâlî tutmayıp, Hakk’ın zikr ü fikrinde murâkabe ve huzûrunda
olalar.
(ما وسعنى أرضى ولاسمائى ولكن وسعنى قلب الؤمن)[12] mûcebince kalblerinde Hakk'ı
hâzır bileler. Zîrâ insânın (kalbi) esmâ ve mütekâbile tasarrufunda olmağın
dâimâ takallübdedir. Cemî' eşyânın suver-i in’ikâsına kâbiliyyeti vardır. Herhangi
sûret kalbin içinde mün’akis olursa ol insân, onun sıfatı ile muttasıf olur.
Eğer ol hînde intikâl ederse, (وعلى تموتون تحشرون)[13]
ona göre haşr olunur. Onun için mübtedî olan ehl-i sülûk kulûbunda her ân
Hak’dan gâfil değillerdir. Yâhûd mezâhir-i ilâhiyye olan kümmeli mürşid ve
muktedâ ittihâz edip kulûbunda nakş ederler. Yâhûd suver-i eşyâyı mezâhir-i
esmâ-ı ilâhiyye bilip cümlesinde vech-i Hakk’ı mülâhaza ederler. Bu hâl üzerine
intikâl ederler ise gaflet-i küllî ile intikâl etmezler. Mütevassıtîn olanlar
kulûbunu beyt-i ilâhî bilip müşâhededen bir ân münfek değillerdir. Müntehî
olanlar Hak’dan gayri nesne bilmezler. (فَلاَ
خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ)[14]
Benim rûhum! Zâhiren ve bâtınen, kavlen ve fi’len, hâlen ve ilmen, keşfen
ve zevkan Hz. Rasûlu’llâh (salla'llâhu aleyhi vesellem)’e imtisâl edip
tarîkına sülûk etmek gerektir. Tâ kim, vilâyet-i hâssa-i Muhammediyye’ye duhûl
ve vusûl müyesser ola. Zîrâ herkesin kurb-ı rûhânîsi nice ise, verâset-i
Muhammediyye’den ol kadar vâristir. (رِجَالٌ صَدَقُوا مَا عَاهَدُوا اللَّهَ
عَلَيْهِ)[15]
Bu âyet, gerçi evliyâ-yı Muhammediyye’nin beyânındadır. Ya'nî, “Hak’dan
gayri bir şey’e ibâdet ve Hak’dan gayri bir zerreye meyl ü muhabbet olunmaya.”
diyü onlardan âlem-i ervâhda ve âlem-i ulvîde me’hûz olan ahd üzerine bu âlem-i
şehâdette sâbit olup sâdık olalar. Ya'nî Arş’dan Tahte’s-serâ’ya varınca olan
mükevvenâttan her bir zerreye gönül vermeyip Hak’dan gayri bir şey’e muhabbet etmeyenlerdir.
Hadd-i racüliyyete dâhil olup hakîkat-ı Muhammediyye’den âgâh olanlar ona göre
fırsat eldeyken sa’y-i belîğ ve cidd-i refî’ gerektir.
Şöyle ola : Benim rûhum! Mektûb icmâl olundukda bî-huzûrluğa haml etmeyesin.
Râbıta-i kalb olana ma’lûmdur. (المؤمن ينظر بنور
الله)[16] Ammâ ba'zı ahyânda mevânî’ zuhûr eyler, icmâl
olundukta lutfunuzdan ma’zûr tutasınız. Kelime-i vahide kâfîdir. İnşâa’llâhu teâlâ
mümkin oldukça tafsîl olunur. Bâkî selâmun aleyküm ve berekâtüh.
الحمد لله الذى نور روحكم بنور محبته وعشقكم بشوق مودته
وأدبكم بأركلن شريعته وأسلككم بسلوك طريقته وجعلكم وارثاً نبوته."[17]
- - -
Ahmed-i Buhârî Dergâhı şeyhi Alî Efendi hazretleri,
kibâr-ı meşâyıh-ı Şa’bâniyye’den Ömer el-Fuâdî hazretlerinin bir eserinden
naklen ber-vech-i âtî beyân buyurdular:
Hacı Bayram-ı Velî, hîn-i irtihâlinde cenâze namâzında
hâzır bulunanların nâr-ı cehennemden âzâd olmasını Hz. Hak’dan istirhâm etmiş
ve temenniyyâtı nezd-i Celîl-i Sübhânî’de mazhar-ı hüsn-i kabûl olmuştur.
İrtihâli vukûunda Ankara halkı namâzına şitâbân olmuşlar.
Bu sırada bir köylü, kırılan saban demirini berây-ı
ta’mîr Ankara’ya geldiğinde, keyfiyyetten haber-dâr olunca, namâza şitâbân
olarak, getirdiği demiri beline sokup edâ-yı salât eylemiştir.
Bidâyeten hânkâhlarından tâbûtu kaldıracakları zamân, tâbût
yerinden kımıldamadığından, halkın merâkını mûcib olarak, ber-hayât bulunan
vâlide-i mükerremelerine haber vermişler. O da hemen gelip tâbûtun kapağını
açtırıp Hz. Bayram-ı Velî’nin kulağına eğilip bir şey söylemiş. Ba’dehû kapağı
kapatıp, “Haydi kaldırınız.” demesiyle tâbût kalkmıştır. Erbâb-ı merâk
bunun sebebini vâlide-i muhteremelerinden suâl edince, keyfiyeti anlatmış, “Kulağına
eğilip söylediğim şey, ‘İstediğin oldu. Ne duruyorsun? Cemâata zahmet
verme."den ibâret idi.
Tâbûtun yerinden kaldırılamaması sebebi, köyünde, Hz.
Bayram’ın irtihâlini haber alarak Ankara’ya şitâbân olan köylünün, Hz.
Bayram’ın namâzında hâzır bulunabilmesini te’mîn için, teahhurât vukûunu
kasden, pîr-i müşârünileyhin bir kerâmeti idi. Köylü yetişince vâlidesinin de
mün’im-i kerâmeti üzerine, tâbût seng-i musallaya berâ-yı nakl yerinden
kaldırılabilmiştir.
Ba’dehû o köylü demirini berâ-yı ta’mîr demirciye
götürmüş, o da, âteşe salmış, demir bir türlü kızmamış. Bunun sebebi bu sûretle
tezâhür etmiş ki, namâzda hâzır bulunanlar, nâr-ı cehennemden âzâd
olduklarından o köylünün belinde sokulu bulunan ve namâzda köylü ile berâber
olan demir dahi âteşten masûn kalmış ve bundan dolayı kızmamıştır. Bu demiri
halk köylüden alıp, türbelerinde saklamışlardır. Fakat, mürûr-ı zamân ile
dûçâr-ı zıyâ’ olduğundan, elyevm mevcûd değildir. (Kaddesa’llâhu sırrahû ve
nefeana’llâhu bi-şefâatihî, âmîn bi-hurmeti Tâhâ vü Yâsîn)
1.
Hacı Bayram Câmii
2.
Ankara Hacı Bayram Câmii Medhali
3.
Ankara Hacı Bayram Civârı
4.
Hacı Bayram Câddesi
5.
Hacı Bayram Câmii Medhali
ŞEYH ULVÂN-I ŞÎRÂZÎ
Şeyh Ulvân’ın ecdâdı Şîrâzlı imiş. Bu sebebe mebnî, /264/ “Şîrâzî” denilmiştir. Sultân
Murâd-ı evvel zamânında zuhûr edip, Sultân Murâd-ı sânî zamânında irtihâl
etmiştir.
Nazar her kande kim kılsam cemâl-i hüsn-i Mevlâ’dır
Göz ile görünür andan meğer nûr-ı tecellâdır
yolunda
ârifâne sözleri vardır. Gül-şen-i Râz’ı
tercüme eylemiştir.
ŞEYH İNCE BEDREDDÎN
ve KIZILCA BEDREDDÎN
Hz. Hamîdüddîn ile diyâr-ı Acem’den gelip Hacı Bayram-ı Velî’den
tekmîl-i tarîkat etmişlerdir. Ricâlu’llâh’dan oldukları menkûldür. (Kaddesa'llâhu
esrârahumâ)
SALÂHADDÎN-İ BOLUVÎ
“Salâhaddîn-i Tavîl” diye meşhûrdur. Göynük
kasabasındandır.
ŞEYH EDHEM BABA
İstanbul fethinde bulunanlardandır. Eyüp’de, Nişâncılar’da
Arpacı Hayreddîn Câmi'-i şerîfi ittisâlinde türbe-i mahsûsada medfûndur.
AKŞEMSEDDÎN
Kibâr-ı evliyâu’llâh’dandır. İsm-i âlîleri Şeyh Muhammed b. Hamza’dır. Hz. Şihâbeddîn-i
Sühreverdî neslindendir. Nesebi Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk efendimize müntehîdir.
Şam’da tevellüd etmiştir. Sabî iken pederiyle diyâr-ı Rûm’a hicret ile Osmancık
ve Amasya’da bulunmuştur. Pederlerine, “Şerefeddîn
Hamza-i Şâmî” derler imiş. Şakâyık-ı Nu’mâniyye’de kendilerinin
fi’l-hakîka Şamlı olduğu, vâlidesinin Osmancıklı
bulunduğu muharrerdir. Amasya Târîhi’nde
pederinin Amasya’da medfûn olduğu yazılıdır.
Akşemseddîn, zekî bir adam idi. Tahsîlde zekâvet-i fevka'l-âdesinin
ziyâde yardımı olmağla, az vakitte ilm-i tıb elde ederek Osmancık kasabasında
müderris olmuştu. Bu vecihle ulûm-ı zâhireyi ikmâl ettikten sonra ilm-i bâtın
tahsîli hevesine düşerek, tarîk-ı sûfîye meyl etmiştir. Ba'zı zevât Hacı Bayram-ı
Velî’ye intisâbı tavsiye eylemişler ise de veliyy-i müşârünileyh, muhtâcîn ve
medyûnlara tevzî’ etmek üzere ötekinden berikinden para istemeği ve fukarâ ve
mahbûbînin işleri için öteye beriye koşup hizmet etmeği i’tiyâd etmiş bir pîr
olduğundan, Akşemseddîn, Hz. Şeyh’in bu hâlini öteden beri beğenmiyor ve ulûm-ı
zâhire ve müderrislik pâyesinin verdiği gurûr, böyle bir zâtın hizmetine
girmesine mâni’ oluyordu. Binâenaleyh, Haleb’de kesb-i iştihâr eden Zeyneddîn-i
Hâfî hazretlerine intisâb etmek üzere o tarafa azîmet etmiş ise de, Haleb’e vusûlünde
âlem-i menâmda boynunda bir zincîr olduğunu ve bu zincîrin ucunu Hacı Bayram-ı
Velî’nin tutup çektiğini görünce, uyanır uyanmaz hemen Ankara’ya avdet etmek
üzere yola /265/ çıkıp, vusûlünde
Hacı Bayram-ı Velî hazretlerini mürîdleriyle berâber orak biçmekle meşgûl
bulur. Şeyh kendisine aslâ rûy-ı iltifât göstermediğinden, bu da mürîdlere
katılarak yardıma başlayıp, netîce-i esrâra müterakkıb olmuştur. İşden fâriğ
oldukları zamân Hz. Şeyh, yemek hazırlayıp köpeklere de ayrıca yiyecek ihzâr ve
tefrik ederek, mürîdlerini başına toplayıp kendilerine ihzâr edilen yemeği ekle
şürû’ ederler ve Akşemseddîn’i çağırmazlar. Akşemseddîn nûr-ı ferâsetle anlar
ki, Hz. Şeyh hakkındaki sû-i zannın cezâsına dûçâr oluyor. Enâniyyetini
ber-taraf edip köpeklerin yanına giderek, onlara tefrîk olunan yiyecekten
nevâle-çîn olmağa şitâbân olduğunu Hz. Şeyh görünce, derhâl da’vetle sofrasına
almıştır.
Akşemseddîn, Cenâb-ı Pîr’in irşâd ve delâletiyle
tasfıye-i derûn etti. Sülûkunda az bir müddet içinde derecât-ı âliyeyi buldu.
Kemâlât-ı ilmiyyesi şöhret buldu. Tabâbetteki ihtisâsı da ayrıca yer tuttu.
Göynük ve Torbalı’da irşâd-ı nâs ile meşgûl olup, mürşid-i mükerremi Hz. Bayram-ı
Velî’nin âlem-i bakâya intikâlinden sonra câ-nişîni oldu.
Fâtih Sultân Mehmed Hân tarafından isticlâb-ı rûhâniyyetleri
ümniyyesiyle, pîr-daşı Akbıyık Abdullâh Sultân ile berâber ordû-yı hümâyûna da’vet
olunmuş, Edirne’ye azîmetinde mazhar-ı iltifât ü hürmetleri olmuş idi.
İstanbul’un fethinde Hz. Pâdişâh’ın berâberinde bulunarak nasîhatlarıyla
kemâlât-ı âliye vü ma’neviyyesiyle cümleyi müstefîd eylemiştir. Bu sırada kevnî
ve irfânî kerâmetleri zâhir oldu. Fetihden üç gün evvel veyâ sonra Okmeydânı’nda
hayme-nişîni ârâm olan Akşemseddîn ile Hz. Fâtih muhâbere ederek, gece sekizde
veliyy-i müşârünileyhin menzil-i ârifânesine gelmişlerdi. Hz. Şeyh, Cenâb-ı
Fâtih’i der-âgûş ile çadırına aldı. Bi'l-umûm ümerâ-yı guzât, dest-i pâk-i
Şeyh’i kemâl-i hürmetle takbîl etmişlerdir.
Fetih müyesser olunca, daha ziyâde ta’zîme mazhar oldu ve
Hz. Pâdişâh’a vâdî-i teselli vü cesârette büyük hizmetlerde bulundu.
Kara gün dostu imiş (Fâtih’in) Akşemseddîn
Ki yüzünden lemeân itdi anın feth-i mübîn
Nusreti çeşm-i hakîkatla görüp virdi haber
Böyle her kârı uzakdan gören erbâb-ı yakîn
/266/ Hz.
Fâtih sabâha kadar şeyhin yanında bulunarak salât-ı fecri birlikte edâ
eylemişlerdir. Fethi müteakip Ebû Eyyûb el-Ensârî hazretlerinin merkad-i
münevverlerinin Kostantiniyye sûruna karîb bir mahalde olduğunu târîh
kitaplarında evvelce okumuş olduğundan bahisle, bu kabrin keşfini Hz. Şeyh’den
ricâ etmiştir.
Bunun üzerine Hz. Fatih’le birlikte kabrin bulunduğu
mahall-i mukaddese gittiler. Buraları dümdüz ve kabirden nişâne yok idi. Hz.
Şeyh asâsının baş pâresini alnına vaz’ ile ittikâ ederek müddet-i medîde murâkabeye
daldı. Muahharan başını kaldırıp Hz. Fâtih’e, “Kabr-i mübârek şurasıdır.”
diyerek aldığı çınar dallarının birini baş, dîğerini ayak ucuna dikti. Hz.
Fâtih, kalb-i hümâyûnundaki tereddüdün külliyen izâlesi maksadıyla, o gece
hafiyyen silâh-dârını göndererek Şeyh’in rekz ettiği çınar dallarının vasatına
kendi parmaklarındaki yüzüğü defn ettikten sonra, mezkûr dalları yirmi adım
kadar kıble tarafına nakl etmesini kendisine emr ve tenbîh etti.
Silâh-dâr ağa Pâdişâh’ın ârzûsu vechile hareket etti.
Ertesi gün Hz. Fâtih, cenâb-ı Şeyh’e tekrâr ta’yîn-i kabr eylemesi için haber
gönderip derhal yine türbenin olduğu mahalle geldi. Pâdişâh dahi bulundu. Hz.
Şeyh-i dil-âgâh, gece Silâh-dâr Ağa tarafından başka yere rekz edilmiş olan
çınar dallarına atf-ı nigâh etmeyerek, doğruca kabrin yanına gitti. “Benim
dün rekz ettiğim çınar dalları başka yere nakl olunmuş, işte burasıdır.”
diyerek Hz. Pâdişâh’a teveccühle oraya gömülen mühr-i hümâyunu çıkarıp, “Yed-i
şâhânelerine teslîm ediniz.” diye huzzâra hitâb etti.
Pâdişâh, kalbindeki şekkin zâil olduğunu söylemekle berâber,
kabrin fi’l-hakîka burası olduğuna bir nişâne ibrâz olunsa, ilmlerinin
ayne’l-yakîn mertebesine vâsıl olacağını der-meyân etmişlerdi. Bunun üzerine
Hz. Şeyh, kabrin baş tarafından iki arşın kadar hafr edilirse hatt-ı İbranî
ile, ( هذا قبر خالد)[18] ibâresi mahkûk bir beyâz taş
çıkarak, keşiflerini te’yîd edeceğini arz etti. Fi’l-hakîka kazdılar, dediği
gibi çıkınca, Hz. Fâtih’in hürmet ve muhabbeti iki kat olup, mürîdleri sırasına
girmek ve halvet etmek istid’âsında bulunmuşlar ise de, Şeyh hazretleri, “Pâdişâhlara
lâzım olan şey adâlettir. Halvet, saltanata münâfîdir.” diye men’
etmişlerdir.
Pâdişâh-ı müşârünileyh merkad-i mekşûf üzerine türbe
yaptırmıştır ve bu türbe Sultân Selîm-i sâlis zamânında tecdîd ve son zamânda
mükemmelen ta’mîr edilmiştir.
/267/ Fâtih
hazretleri bu münâsebetle Cenâb-ı Şeyh için zâviyeler te’sîsini ârzû etmişlerse
de, kendisi burada durmak istemeyip vatan ittihâz etmiş olduğu Göynük ya'nî
Torbalı kasabasına avdetle, vefâtlarına kadar orada zikr ve ibâdetle ve
teşfiye-i merzâ ile meşgûl olmuşlardır.
İstanbul’da, Fâtih Câmi'-i şerîfinin ilerisinde, Hırka-i
Şerîf Câmi’-i münîfinin yakınında, müşârünileyhe nisbetle inşâ olunmuş bir
câmi’ vardır. “Akşemseddîn Câmii” derler. Bundan başka Tanin Gazetesi’nin 2341
numaralı ve 12 Haziran 1331/(24 Haziran 1915) târîhli nüshasında okuduğuma
göre, Üsküdar’da Salacak nâm mahalde Hz. Fâtih tarafından müşârünileyh nâmına
bir mescid-i şerîf binâ buyrulmuştur. Feth-i celîl-i Kostantıniyye’de binlerce
mürîdânı ile fî-sebîli’llâh cihâda bi’l-iştirâk, maddî, ma’nevî hüsn-i hizmeti
sebk etmiş olan müşârünileyhin akîb-i fethde, kendisine mahsûs olan “Sala” (صله) aşîreti efrâdından bir kısmını Üsküdar’da
Salacak’ta iskân ile ilk Türk mahallesini te’sîs ederek, mescid-i şerîf-i
mezkûrda sinîn-i vefîre irşâd ile meşgûl olmuşlar imiş.
Şu hâtırayı tebcîlen 12 Şa’bân 1333/(25 Haziran 1915)
târîhinde bir ihtifâl tertîb olunmuş idi. Her sene tecdîdi takarrür etmiş iken,
inkılâbât te’sîriyle adem-âbâd-ı nisyân olmuştur.
Hâfız Hüseyin-i Ayvansarâyî, Hz. Şeyh’in bir müddet
Zeyrek Câmii’nde - ki kiliseden muhavveldir- ikâmet eylediklerini Vefeyât’ında
yazıyor.
İrtihâli :
“Kurretü’l-Ayn" (قرة العين)[19] ve "Kâşif-i esrâr" ( كاشف اسرار) terkîblerinin beyânı vechile 863 senesi şehr-i Cemâziye'l-âhirinin
beşince (9 Nisan 1459) günü âlem-i bakâya irtihâl eylemişlerdir. Türbeleri
Göynük’te ma’mûr ve ziyâret-gâhdır. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
Âsârı:
Teveccühü’l-Vahdet ve tasavvufa müteallik Risâletü’n-Nûr unvânıyla bir eser-i makbûlü
metâin-i sûfîyyeye karşı bir risâlesi ve tıbba müteallik Mücerrebât’ı ile dîğer bir kitabı vardır.
Nutuklarından:
Gördüm çü Hak’ın vechini ayne’l-yakîn “Yâ Hû”
dirim
Ki sûfî “lâ”dan dem urur ben her dem “illâ Hû”
dirim *
* * *
Zihî cân kim münevverdir bugün nûr-ı tecellâdan
Zihî dil kim muattardır hevâ-yı aşk-ı Leylâ’dan
/268/ Harâbat içre uşşâkı görüp ta’n eyleme zâhid
Ki ol rüsvâ-yı aşk olmuş yanar derd-i dil-ârâdan
Cihânın mâ-verâsında kurulmuş çeşme-i uşşâk
Dü-âlemden haber bilmez dahi şol arş-ı a’lâdan
Velî dil-dâra kim virdi cihânda kılmadı ârâm
Yürür âvâre ser-gerdân geçüp dünyâ vü ukbâdan
Temâşasın duyan âşık nazar kılmadı ağyâra
Ki dâim aşk u şevk ister usanmaz ol bu sevdâdan
Hudâ’nın âşıkı çokdur misâl-i Akşemseddîn*
Kanı bir gerçek âşık kim yanar ol derd-i Mevlâ’dan
“Müşârünileyhe “Akşemseddîn” denilmesi, sakal ve bıyıktan mahrûm köse olmasından kinâyedir.”
denilmektedir. Âsârda buna dâir sarâhat görülmüyor.
Evlâdı :
Oniki evlâdı dünyâya gelmiştir. En küçüğü olan Nûrulhüdâ
meczûb ve abdâl olduğundan taraf-ı pâdişâhîden nâmına vakıflar ta’yîn
kılınmıştır.
Muhammed Hamdullah
Efendi
Muhammed Hamdullah Efendi, dîğer mahdûmudur. Evvelâ tarîk-ı
ilme sülûk ile iktisâb-ı kemâlât ettikten sonra manâsıb-ı devlete ve hattâ bir
vazîfeye dahi meyl ve rağbet etmeyip, gûşe-i kanâati ihtiyâr etmiş idi.
Gazeliyyâtı o kadar latîf değilse de, mesnevîsi pek hoştur.
Yûsuf u Züleyhâ, Leylâ vü Mecnûn, Mevlid-i Cismânî, Mevlid-i Rûhânî ve Kıyâfet-nâme unvânlarıyla beş manzûmesi
vardır. En meşhûru Yûsuf u Züleyhâ’sıdır ki, Molla Câmî’nin
manzûme-i Fârisiyyesinden tercüme etmiş ve hayli ilâveler derc eylemiştir.
Sultân Bâyezîd-i sânî devrinde yaşamış ve 914/(1508)’de
vefât eylemiştir. Yûsuf u Züleyhâ nâm
eserini yazar, satar, onunla geçinir imiş.
Şeyh Muhammed Zeynî
Müşârünileyh Muhammed Hamdullah’ın oğludur. Seksen
yaşında vefât etmiştir. Vefâtına, Enîsî bu târîhi söylemiştir:
Kabrini Allâh anın pür-nûr ide
(قبرنى الله آنك پر نور ايده) = 977/(1569)
Pederinin yanında medfûn imiş. Mahall-i medfenini tahkîk
edemedim.
Nutku:
Sözüm dinle benim kardaş unutma hâlet-i nez’ı
Gidersin bu yola yoldaş unutma hâlet-i nez’ı
Vedâ’ idip ahibbâya gidersin dâr-ı ukbâya
/269/ Sakın meyl itme dünyâya unutma hâlet-i nez’ı
Kanı âbâ vü ecdâdın kanı ashâb u evlâdın
Senin de kalıser adın unutma hâlet-i nez’ı
Bu fânî dâra aldanma vefâsız yâre aldanma
Kanı mekkâra aldanma unutma hâlet-i nez’ı
Gider Zeynî hevâ
fikrin düşür kalbe Hudâ zikrin
Bu derde kıl devâ fikrin unutma hâlet-i nez’ı
Şeyh Emrullâh
Efendi
Akşemseddîn-zâdedir. Zâhir ve bâtını ma’mûr ricâldendir.
Bursa’da Zeynîler havalîsinden Fıstık Çeşmesi kurbünde, Molla Çelebi menzilinde
medfûndur.
AKŞEMSEDDÎN’İN HULEFÂSI
Kaç zâttır, gayr-i ma’lûmdur. İbrâhîm el-Kayserî
hazretleri meşâhîr-i hulefâsındandır.
İBRÂHÎM-İ KAYSERÎ
“İbrâhîm-i Tennûrî” de derler. Gül-zâr-ı Ma’nevî’nin
nâzımıdır. Kayseri’de medfûndur. Târîh-i irtihâli 887/(1482)’dir. Pederi Sivaslı,
vâlidesi Amasyalıdır. Amasya’da doğmuştur.
Şeyh İbrâhîm-i Tennûrî hazretleri hakkında Şakâyık-ı
Nu’mâniyye’nin 247. sahîfesinde tercüme-i hâline dâir îzâhat vardır. Onun
zübdesi şundan ibârettir:
“Esâsen Sivaslıdır[20]. Mevtınen Kayserilidir. Mebâdî-i ulûmu Konya’da
Müderris Ya’kûb’dan öğrendi. Kayseri’de Hândî (Hunat) Hâtûn Medresesi’nde
müderris oldu. Fakat Şâfiiyyül-mezheb idi. Hâlbuki o medresenin müderrisliği Hânefîlere
meşrûta idi. Kendinin tasarrufu hilâf-ı şart-ı vâkıf olmakla medreseden ferâğat
etti. Cezebât-ı ilâhiyye te’sîriyle tarîk-ı tasavvufa meyl hâsıl etti.
Akşemseddîn’in dâire-i tasarrufuna düştü. Akşemseddîn’i bulmak için
Beypazarı’na gitmiş, bulmuştur. Akşemseddîn, Hz. İbrâhîm’e, “Kimsin? Nereden
geliyorsun?” diye sordu. “Efendim, Kayseri müderrisiyim, oradan
geliyorum.” dedi. “Ne gibi hediye getirdin?” diye suâline karşı, “Efendim,
fakîr bir adamım, hediyye takdîmine kudretim yoktur.” dedi. Akşemseddîn, “Benim
hediyyeden maksadım vâkıâttır.” diye tesellî etti, halvete soktu.
O gece rü’yâ gördü ve arz eyledi. Hâlbuki, şimdiye kadar gördüğü rü’yâları
zabt edemez imiş. O gece gördüğü rü’yânın tamâmen mazbûtu olarak kaldığını
görünce, bu, şeyhin berekâtındandır kanâatine mazhar oldu.
Beynlerinde esrâr-ı acîbe zuhûra geldi. İkmâl-i sülûkdan sonra Şeyh
İbrâhîm’i Kayseri’de irşâd-ı nâsa me’mûr eyledi. Fakat bu sırada bir kabz-ı
azîmin istîlâsına ma’rûz kaldı. Def' u ref’ine muktedir olamadı. Azîzine
mülâkat emeline düştü. Bu sırada bir gece rü’yâda azîzi kendisine, “Bir germ
tennûra (bildiğimiz tandır) üzre oturup ziyâdece terlemelisin.” diye
emretti. Ertesi sabâh azîzinin emrini yerine getirdi. Kabz hâli basta döndü. Bu
vartadan halâs oldu. Şeyhine mülâkatında bunu anlattı. Şeyhi hâlini istihsân
eyledi.
Şeyh İbrâhîm, irşâdına dâhil olanlardan âlem-i kabza düşenleri sıcak bir
tennûr üzerine oturtup ziyâdece su içirip fazlaca terletirlerdi. Tennûrîlik
buradan kalmıştır.
Ekser evkâtta istiğrâk istîlâ eder, cezebât-ı ilâhîyye zuhûra gelirmiş.
Etvâr-ı sülûk üzerine olan te’lîfi vardır ki, Gül-zâr tesmiye etmiştir.
(قبر او بادا هميشه منزل روحانيان) mısraı târîhdir (887/1482)[21].” (Kaddesa'llâhu esrârahumâ)
Şeyh Yavsı Muhyiddîn Muhammed Efendi de hulefâsındandır.
277. sahîfede bahsi gelecektir.
ŞEYH HURREM VELÎ
Akşemseddîn’(in) halîfesidir. Esnâ-yı fethde şehîd
olmuştu. Merkad-i mübâreki İstanbul’da, Hekîmoğlu Ali Paşa civârında,
Altımermer’de kâindir. Türbesi harîk-ı kebîrde yanmıştı. Kabri hâlen
kaybolmuştur, zannederim. Harîkdan evvel türbesini ziyâret etmiş idim. Sandûkası
önündeki levhada şu beyitleri okumuştum :
Cenâb-ı Akşemseddîn Efendi menba’-ı irfân
Anın feyz-i kemâli zâhir olmuş evliyâu’llâh
Kerâmâtın görüp çok cân uyandı hâb-ı gafletden
Açıldı cân gözü anlarda keşf oldu Cemâlu’llâh
O zâtın yeddini Hurrem Velî tutmuşdu evvelce
Hulûs-ı kalbile teslîm olup tevhîd-i zikru’llâh
Ki ol şeyhinden aldı ol zamân feyzi tarîkatda
Göründü mazhar-ı irşâd ile bir ârif-i bi’llâh
Ne hâlse belde-i feth-i Stanbul içre birlikde
Gelüp Fâtih ile bunlar şehîd oldu bi-hükmi’llâh
O hengâm-ı gazâda her birisi ser virüp bunda
Düşüp kalmış idi ol dem bu cism-i pâk-i rûhu’llâh
Bunun kasrı harâba yüz tutup birçok zamân sonra
Erenler himmetiyle keşf olup ma’nen li-vechi’llâh
Bu yolda nakdini sarf eyleyüp o sa’y ü gayretle
Mücedded yapdı İbrâhîm Efendi hasbeten li’llâh
Gelüp bir er didi yahşı anın târîh-i mantûkun
Budur dil-keş makâmı şâd ola Hurrem Veliyyu’llâh
(بودر دلكش مقامى
شاد اوله حرم ولى الله)
/270/ Hamza Baba
Akşemseddîn hulefâsındadır. Makâmât-ı Evliyâ müellifidir.
Abdurrahîm Efendi
Akşemseddîn hulefâsındandır. Vahdet-nâme müellifidir. Karahisârlıdır.
Yûsuf Baba
Akşemseddîn hulefâsındandır. Sivrihisârlıdır. “Ravza-i
rahmet” (روضهء رحمت) târîh-i irtihâli olan 917/(1511)[22] senesini gösterir. Eyüp’de
türbe-i şerîfe civârında medfûndur.
Muhammed Şâmî Efendi
Akşemseddîn hulefâsındandır.
Şeyh Abdurrahîm
Efendi
Akşemseddîn hulefâsındandır. Münyetü’l-Ebrâr ve Gunyetü’l-Ahbâr, Vahdet-nâme ve
Kasîde-i Râiyye cümle-i âsârındandır. Karahisâr’da nâmına muzâf câmi'-i
şerîf hazîresinde medfûndur.
Manzûmâtından:
Gerçi oldu mevlidim Karahisâr
Yüzüm ağ it kalbimi bî-şerm-sâr*
YAZICI-ZÂDE
MUHAMMED-İ BÎCÂN EFENDİ HAZRETLERİ
Kıdvetü’l-ârifîn, umdetü’l-âşıkîn, seyyid-i ehli’l-firâk
ve’l-uşşâk bir zât-ı âlî-kadrdir. Malkara muzâfâtından Kadıköy nâm karyede
dünyâya revnak-efzâ olmuştur. Hâneleri el’ân mahfûz ve ziyâret-gâh imiş.
Bidâyet-i hâlde işrete mübtelâ iken Hacı Bayram-ı Velî hazretlerinin Gelibolu
tarîkıyla Edirne’ye azîmetinde mazhar-ı nazar-ı kerâmeti olup, bundan sonra aşk
ile sûzân ve emr-i tahsîle şitâbân oldu. Nihâyet zâhir ü bâtın ilimlerinde
ricâlu’llâh sırasına geçmiştir. Tabîat-ı şi’riyyesi fevka'l-âde idi.
Gelibolu hâricinde elyevm mevcûd ve ziyâret-gâh olan
zâviyesinde ibâdâtla meşgûl olup, 855/(1451) târîhinde irtihâl-i dâr-ı bakâ
eyledi. Medfen-i mübârekleri, zâviyeleri hazîresindedir. Üzerine türbe
yapılmış, fakat açıktır. Ziyâret-gâh-ı ehl-i aşk u muhabbettir. Çanakkale
Boğazı’ndan gelip geçen vapur ve sefâin yolcularından erbâb-ı îmân olanlar,
Gelibolu hizâsından mürûr ederken müşârünileyhin rûh-ı şerîfine Fâtiha ihdâ
ederler; âdet sırasına geçmiştir.
Ehl-i tasavvufun ser-âmedânındandır. Tahsîl-i ulûm için
İran ve Mâverâünnehir taraflarına gitmiş ve kesb-i maârif ve derk-i hakâyık
için çok seyâhatte bulunup, nice evliyâu’llâh ile görüşmüş ve Hacı Bayram-ı
Velî’nin taht-ı terbiyesinde nâil-i rütbe-i kemâl olmuştur.
İsmaîl Hakkî-i Celvetî, Muhammediyye Şerhi’nde,
“Efdalü’l-evliyâi’l-müteahhirîn Üftâde Efendi’den menkûldür ki, sâhib-i Muhammediyye, ilm ü irfânında şeyhi
Hacı Bayram-ı Velî’nin /271/ fevkındadır. Gerçi Bayram-ı Velî’de
kuvvet-i tasarruf var idi. Ammâ rütbe-i irfânda sâhib-i Muhammediyye
kadar değil idi.” yazılmıştır.
Muhammed Efendi hazretleri, Hüdâvendigâr Gâzî zamânında
sefâretle Mısır’da bulunmuşlardır. Fakat bi'l-âhare hayât-ı resmiyyeden tecerrüd
ile gavvâs-ı bahr-ı fenâ olmuşlardır. Son zamânlarında Gelibolu’da ikâmetle
hâlet-i feyzâ-feyz inzivâlarında, çile-hânelerinde ömür geçirmişler; riyâzet ve
mücâhede ve ülfet-i nâsdan uzlet ve inkıtâ’da ve Hakk’a teveccühde o derece azm
ü metânet göstermişlerdir ki, yedi sene âteşde pişmiş yemek yememiş ve
zikru’llâh ile dem-güzâr olmuştur.
Âlemin nakşını hayâl gördüm
O hayâl içre bir cemâl gördüm.
Heme âlem çü mazhar-ı Hak’dır
Anın içün kamu kemâl gördüm
diyen
o hazret, Muhammediyye nâm kitâb-ı bedîini
bu çile-hânede emr-i âlî-i peygamberî ile ilhâma müsteniden yazmıştır. Bu
kitâb-ı celîlin kavâid-i te’lîfi ve mebânî-i tasnîfi oniki ilmin netâyici
üzerine mübtenîdir. Zâhir ü bâtında ne kadar tefsîr ve tahkîk var ise mecmûunun
hulâsasıdır.
Müşârünileyh hakkında eslâfın ittifâkı üzere, sıdk ve
sülûk u riyâzette Bâyezîd-i Bestâmî-i sânî ve san’at-ı nazm ü inşâda Pîr-i Hâkânî
ve hall ü akd-ı elfâzda muallim Sa’dî-i Şîrâzî ve istinbât-ı hakâyık u maârifte
bir ârif-i Rabbânî ve âlim-i hakkânî ve ulûm-ı zâhire vü bâtınada mütefennin ve
mütebahhir ve dakâik u hakâyıkta fâiku’l-akrân bir merd-i âlî-şândır.
Mağâribü’z-Zemân nâm kitâb-ı latîfini oniki bâb
üzerine tasnif ile, Muhammediyye nâm
mecelle-i bî-nazîrine o kitabı me’haz kılmıştır. Târîh-i te’lîfi, irtihâlinden
oniki sene evvel, ya'nî 843/(1439) senesine müsâdiftir. Muhammediyye va’z u nasîhat ve âsâr-ı hikmet ve ahbâr-ı ibret ve
esâs-ı ulûm-ı dîn ü maârif ve hakâyık-ı yakînde kemâl-i sıhhat üzere olmağla
cumhûr-ı ulemâ ve zümre-i fuzalâ pek makbûl tutmuşlardır.
Bu kitâb’-ı şerîfde, “Elâ ey server-i mahbûb
mine’l-eyn ile’l-eyn” diye başlayan kasîde-i âşıkâneyi yazarken nâr-ı aşkın
dil-i mecrûhundaki te’sîrât-ı kaviyyesinden çektiği âh-ı âteş-nâk ile elindeki
sahîfe simsiyâh olmuştur.
Mâ-cerâ-yı aşkı tasvîr eylemekse maksadın
Cân-ı dilden çekdiğin bir âh kâfidir gönül
/272/ Sultân
Abdülmecîd ve Sultân Abdülazîz merhûmlar, Gelibolu’dan geçerken, işbu nişâne-i
aşk u muhabbeti ziyâretle şeref- yâb olmuşlardı.
Hicâz’a giderken Gelibolu’ya uğradım. Türbe-i münevverelerini
ve Muhammediyye’lerini ziyârete
şitâbân oldum. Türbeye muttasıl tevhîd-hâne mihrâbının üstünde bir dolabda mahfûz
olan ve hazretin mübârek kalemiyle yazılmış bulunan Muhammediyye’yi türbe-dâr efendi kemâl-i ta’zîm ile indirdi. İpek
ve sırma işlenmiş bohçalara sarılı idi ve çekmece derûnunda idi. Bir sehbânın
üzerine koydu, salat u selâm ile açtık, lehü’l-hamd ziyâret ettim.
Alâ-rivâyetin bu eseri, müellif-i muhteremi, Hz. Fahr-i
âlem (salla'llâhu aleyhi ve sellem) efendimize takdîm etmiş, nazar-ı tashîh-i
Muhammedî’den geçmiş; çizilmiş yerleri vardır, okunmuyor. Kasîde-i mezkûrenin
muharrer olduğu sahîfeyi açtık, fi'l-hakîka siyâh olmuş, âteş kavrulması gibi
bir hâlde siyâh yazılar beyâzlanmış, beyâz kağıt siyâhlanmış. Yüzümü gözümü
sürdüm. Kalbim envâr-ı Muhammediyye ile meşhûn oldu.
Türbe-i şerîfede bir levhada şu medhiyyeyi gördüm:
Elâ ey kutb-ı envâr-ı velâyet Yazıcı-zâde
Şuâ-ı şems-i iklîm-i hidâyet Yazıcı-zâde
N’ola mâh-ı münîr olsa müdevver evc-i ravzanda
Ki şems-i mihr-i âfâk-ı kerâmet Yazıcı-zâde
Seni bir zât-ı âlî-şâna vassâf itdi Mevlâ kim
Giyer “levlâk”dan eflâke hil’at Yazıcı-zâde
Anın aşkıyla âh itdin tutuşdu elde evrâkın
Eyâ şem’-i harîm bezm-i basîret Yazıcı-zâde
Hicâz-ı Kâbe-i uşşâkına gelsün tavâf itsün
Seni ins ü melek kılsun ziyâret Yazıcı-zâde
Bu rûhâniyyeti Firdevs’den Rıdvân mı gönderdi
Nedir kabrinde yâ hû bu letâfet Yazıcı-zâde
Eser subh u mesâ sayf u şitâ kabr-i şerîfinde
Nesîm-i nefha-i kuds-i hüviyyet Yazıcı-zâde
Gubâr-ı hâk-pâyin tûtiyâdır çeşm-i uşşâka
Diyu geldim sana ey kân-ı şefkat Yazıcı-zâde
Habîbu’llâh aşkın hürmeti âşıklığın hakkı
Bulam ben dahi dâreynde selâmet Yazıcı-zâde
Yüzün dergâhına kim sürdü elbet olmaya mahrûm
Benim de iltimâsım vardır elbet Yazıcı-zâde
Gelibolu ser-â-pâ mazhar-ı feyz ü saâdetdir
Kitâbın bu söze eyler şehâdet Yazıcı-zâde
Bizi de anlara ilhâk idüp hep asl u fer’imle
Be-hakk-ı Ahmed-i Muhtâr şefâat Yazıcı-zâde
Geçer âkil rumûzâtın tefekkür kılsa kendinden
Eyâ mecmûa-i esrâr-ı hikmet Yazıcı-zâde
Ne esrâr itdin izhâr evvel-i satr-ı muhabbetde
Okunmaz anlaşılmaz hatt-ı kudret Yazıcı-zâde
Çekerdi kârbân-ı hecrini çokdan beru Zihnî
Bi-hamdi’llâh irişdi rûz-ı vuslat Yazıcı-zâde
/273/ Buna nazîre
olarak berây-ı istişfâ’ âtîdeki manzûme-i fakîrâne sânih oldu:
Elâ ey mahzen-i irfân u hikmet Yazıcı-zâde
Seni ez-cân (u) dil sevdim hakîkat Yazıcı-zâde
Kemâl-i şevk ile itsem ziyâret kabrini dirken
Muvaffak eyledi ol Rabb-i İzzet Yazıcı-zâde
Şeref yâb-ı ziyâret olduğum ân-ı saâdetde
Dil-i mahzûnuma geldi meserret Yazıcı-zâde
Mübârek kabrini gördüm ser-â-pâ nûra gark olmuş
Sana züvvâr olan eyler şehâdet Yazıcı-zâde
Kitâb-ı müstetâbındır hakîkat bahrinin dürrü
Bulunmaz âlem-i zâhirde kıymet Yazıcı-zâde
Şerîatdan tarîkatdan hakîkatdan dakâyıkdan
Güzelce eylemişsin serd-i hikmet Yazıcı-zâde
Eyâdî-i muhabbetde gezer te’lîf-i mergûbun
Gece gündüz okurlar cümle ümmet Yazıcı-zâde
Garîk-ı bahr-ı aşk-ı Hazret-i Fahr-i cihânsın sen
Eyâ şem’-i şebistân-ı muhabbet Yazıcı-zâde
Seninçün ümmetin kalbinde vardır mevkı’-ı âlî
Sana beslerler elbet hiss-i hürmet Yazıcı-zâde
Cenâb-ı Fahr-i âlem aşkına dil-sûz olmuşsun
Elâ ey server-i uşşâk-ı Hazret Yazıcı-zâde
Tasavvuf âleminde sözlerin iksîr-i a’zamdır
Gül-i gül-zâr-ı erbâb-ı tarîkat Yazıcı-zâde
Cemîan ehl-i aşka şerbet-i zevki virir hâlin
İdersin dâimâ ibzâl-i himmet Yazıcı-zâde
Mükerrem nâmını zîver iderler dillere uşşâk
Hakâyık bülbülü ihsân-ı kudret Yazıcı-zâde
Kemâl-i aşkına burhân olan âsâr-ı mergûben
Kabûl-i Hazret-i Fahr-i risâlet Yazıcı-zâde
Reîsü’l-evliyâsîn mazhar-ı feyz-i Rasûlü’llâh
Eyâ misbâh-ı erbâb-ı selâmet Yazıcı-zâde
Künûz-ı hikmetin miftâhı olmuşsun maârifde
Sana herkes ider tâ’zîm ü hürmet Yazıcı-zâde
Yanardı nâr-ı hecrinle nice demden beri Vassâf
İrişdi bezm-i vuslat kıl inâyet Yazıcı-zâde
Hattât-ı merhûm Hâfız Tahsîn Efendi, bunu güzelce yazmış
idi. Ahîren çerçeveye koyarak türbe-i şerîfeye muttasıl tevhîd-hânede âvîhte-i
mevki'-i muhabbet kılınmıştır.
Muhammed Efendi hazretlerinin peder ve vâlidesi
semâ’-hânenin bir köşesinde medfûndur. Birâderleri Ahmed-i Bîcân hazretleri
ayrıca bir türbede medfûndur.
Âsârı :
Muhammed Efendi hazretlerinin, Muhammediyye’den
başka Fâtiha-i Şerîfe Tefsîri olduğu
gibi, Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin Fusûs’u
üzerine bir şerh yazdıkları menkûldür. Bunda Hz. Muhyiddîn’e bir çok
i’tirâzâtta bulunduğu mervî ise de, vâkıf-ı esrâr-ı tevhîd olan müşârünileyhin
böyle bir hâlde bulunmayacağına kanâat etmek lâzım gelir. Fusûs’a mu’tarız olan, tabiî onu şerh etmeye
kalkışmaz. Şerhden maksad, metnin erbâb-ı ma’rifete kapalı olan cihetlerini
açmaktır ve Hz. Müellifin eserini ta’mîm etmekten ibârettir. Tabîî i’tirâzla tevfîk
kabûl etmez.
/274/
Köstendilli Şeyh Süleymân Efendi merhûmun Bahru’l-Velâye
nâm eserinde yazıldığı üzere, bu eser birâderleri Ahmed-i Bîcân’ın olması
ihtimâli mevcûddur. Yâhud, Bursalı Mehmed Tâhir Bey’in istidlâli vechile Hacı Bayram-ı
Velî’ye mülâkattan ve zevk-i ma’nâya vusûlden mukaddem yazılmış olması melhûzdur.
AHMED-İ BÎCÂN HAZRETLERİ
Yazıcı-zâde’nin birâderidir. Meşâhîr-i meşâyıh u
üdebâdandır. Yazıcı-zâde’nin Magâribü’z-Zamân
li-Gurûbi’l-Eşyâ fi’l-Ayni ve’l-Ayân nâm eserinin bâis-i te’lîfi
olmuşlardır. Bu eser-i âlî-kadrden kendisi de müstefîd olup, Envâru’l-Âşıkîn nâmında eser-i
mu’teberlerini vücûda getirmişlerdir. Dürr-i
Meknûn, Acâibu’l- Mahlûkât ve Müntehâ
nâmlarında âsârı vardır. Envâru’l-Âsıkîn’e
"Ahmediyye" dahi derler.
Her ikisinin meşîhatı teselsül etmemiştir. Her ikisi de
müstağrak-ı deryâ-yı aşk olup, sırr-ı irşâda sâhib olmağa meyl etmemişlerdir.
Eserleri erbâb-ı aşka mürşidlik hizmetini görmektedir. Gerek Muhammediyye, gerek Ahmediyye Anadolu’da pek ziyâde
münteşirdir. Herkes bir zamân adetâ evrâd gibi bunu okumağa hâhiş-ker
bulunurlardı. Muhammediyye okunup
bitince hatim cem’iyyeti gibi cem’iyyetler yaparlar imiş. Sinn-i sabâvetimde
pek iyi hâtırlarım; vâlidem merhûmenin Muhammediyye
ve Ahmediyye kitapları elinden
düşmez, komşular bir araya gelirlerse dedikodu edeceklerine Muhammediyye’den
okurlar, ağlarlar idi.
Halkın bu inhimâki azalmış, tabiî feyz-i Muhammedî
bizlerden uzaklaşmış, başımıza bunca felâketler gelmiştir.
Muhammed Efendi hazretlerine, “Yazıcı-zâde” denilmesi,
pederlerinin erbâb-ı hatt u kitâbetten olmasından ve Ahmed-i Bîcân hazretlerine
“Bîcân” denilmesi de, nehâfet-i vücûdiyyelerinden mütevellid bulunduğunu İsmaîl
Hakkî merhûm beyân buyurmaktadır. Cenâb-ı Hak cümlemizi mazhar-ı feyz ü şafâatleri
buyursun, âmîn bi-hurmeti Nebiyyi’l-Emîn.
Her ikisinin ervâh-ı şerîfesine bir Fâtiha-i şerîfe ihdâ
buyuran erbâb-ı îmân mazhar-ı ihsân-ı Mennân olsun.
Yazıcı-zâde’nin şeyhi hakkında bir medhiyyesi vardır. Bir
beyiti:
Cihânın kutbu mâhı Hâcı Bayram
Cihânın şeyh u şâhı Hâcı Bayram
Muhammediyye’sini İsmaîl Hakkı hazretleri iki büyük cildde şerh
etmiştir.
/275/AKBIYIK SULTÂN
Meczûb Abdullâh'dır. Şöhreti, Akbıyık Sultân’dır. Sultân
Murâd-ı sânî devrinde zuhûr eden eâzımdandır. Hz. Bayram-ı Velî’nin taht-ı
terbiyesine dâhil oldular. Halvet esnâsında mâl ve servet ârzûsunu bir vecihle
fikir ve gönülden çıkaramadığından, şeyhi her ne kadar terk-i dünyâya teşvîk
etmiş ise de, te’sîri görülmediğinden, “Evlâdım Mâdâmki dünyâdan geçemiyorsun,
bizi terk et, sana izin, benimle münâsebetin munkatı’dır.” diye tard
edilmiştir. Dışarı çıkarken başındaki serpûş, kapıya ilişerek yere düştüğünden,
bunu şeyhinin kerâmetine haml ederek, bir daha başına bir şey giymeyip, açık
baş gezmiş ve saçını uzatmıştır. Meczûb ve abdâl olduğu hâlde li-hikmeti’llâh
mâl ve serveti gittikçe artmış, Bursa’da vâsi’ bir binâ inşâsıyla gelip geçen
müsâfirîn-i fukarâ ü mesâkîne yedirir içirir, ikrâm eder olmuş idi.
Bu hâliyle berâber Alâeddîn-i Arabî hazretlerinin dersine
devâm ile tahsîl-i ilm etti. Bi'l-âhare şeyhinin mazhar-ı kabûlü olup, ikmâl-i
sülûk ile nâil-i rütbe-i hilâfet olmuştur. Kendini meczûb ve abdâl sûretinde
göstermeyi meslek ittihâz etmiş idi. Hâlbuki hakîkatte insân-ı kâmil idi.
Bi'l-âhare Akşemseddîn hazretleriyle İstanbul fethinde
bulunup Hz. Fâtih’in mazhar-ı hürmeti olmuş idi. Sultânahmed civârında el’ân
nâm-ı âlîlerine nisbetle bir mahalle vardır.
Âhir ömrünü Bursa’da inzivâ ile geçirip 860/(1456)
senesinde irtihâl-i dâr-ı naîm eyledi. Bursa şehrinde el’ân mevcûd âsâr-ı
hayriyyesi ve tekkesi vardır. Tekke civârında türbesi ma’mûr ve müzeyyendir.
Ziyâret eyledim. Âsâr-ı heybet rû-nümâdır.
Türbesinin kapısında (şöyle) yazılıdır:
أعوذ بالله من الشيطان الرجيم. بسم الله الرحمن الرحيم. فاعلم
أنه لاإله إلاَ الله محمد رسول الله. ألا إن اولياء الله لا خوف عليهم ولاهم
يحزنون. إذا تحيرتم فى الأمور فاستعينوا من أهل القبور.[23]
Akbıyık Sultân hazretlerinin rûhu için el-Fâtiha.
İsmaîl Hakkı hazretleri buyuruyor:
“Bu üç zât-ı âlî-kadrden sâhib-i Muhammediyye’nin maârifi cümlesine gâlib
idi. Çünki, garka-i deryâ-yı fenâdır. Akşemseddîn hazretleri ziyâde müteşerri’
olup, her yüzden cemâli, âsârından zâhir ve envârından bâhirdir ve sâhib-i temkîndir.
Akbıyık Meczûb’un ise, ba'zı ahvâlde bunların ikisine de galebesi vardır.”
/276/ ALÂEDDÎN-İ
ARABÎ
Meşâhîr-i ulemâdandır. Sultân Bâyezîd-i sânî devrinde
meşîhat-i İslâmiyye’ye geçmiştir. Haleblidir. Orada tahsîlden sonra Dersaâdet’e
gelerek Molla Gürânî’nin halaka-i tedrîsine dâhil olmuş ve ba’dehû Hızır Bey’in
dersinden istifâde eylemişti. İkmâl-i tahsîlden sonra Edirne’de Dârü’l-Hadîs
Medresesi’nde Fahreddîn-i Acemî’nin muîdi ve muahharan Bursa’da Kaplıca
Medresesi’nin müderrisi olmuştu.
Orada Şeyh Alâeddîn-i Halvetî’ye intisâb ile tarîk-ı
tasavvufa dahi sülûk etmiş ve şeyh-i müşârünileyh İstanbul’dan teb’îd
olunduktan sonra, sâhib-i tercüme dahi Manisa’ya gönderilerek, orada tedrîs ile
meşgûl iken, çok geçmeden Dersaâdet’e celb olunup, müstevfî vazîfe ile
Semâniyye Medresesi’ne ve 900/(1495) târîhinde mesned-i fetvâya nasb olunmuş ve
bir sene sonra 901/(1496)’de vefât edip, Eyüp’te türbe-i mahsûsasında vedîa-i
hâk-i mağfiret kılınmıştır.
Fıkıh ve tefsîr ve hadîsde yed-i tûlâ sâhibidir. Kütüb-i
mütedâvîleye dâir ba'zı havâşî ve ta’lîkâtı vardır. Doksandokuz evlâdı(nın) dünyâya
geldiğini garâbetle okudum.
MOLLA ZEYREK
Hz. Bayram-ı Velî hulefâsındandır. İstanbul fethinde
bulunmuştur. Nâmına nisbet edilen mahallede inşâ edilen medreseye müderris
ta’yîn edilmişti. Ba’dehû cümlesini terk edip Bursa’ya gelerek ricâlu’llâh
katarına girdi. Pınarbaşı Kabristânı’nda medfûndur. Ziyâretle şeref-yâb oldum.
RAMAZÂN HALÎFE
Hz. Bayram hulefâsındandır. Edirne’de neşr-i tarîkata
me’mûr olmuş idi. Sultân Bâyezîd Hân-ı sânî zamânında irtihâl edip, Edirne’de
Gazi Hoca Mahallesi’nde defîn-i hâk-i ıtır-nâktır. Mürûr-ı zamân ile münderis
olan merkad-i şerîf ve dergâh-ı münîfi ile müştemilâtı ve çeşmesi ahîren
ashâb-ı hayrâttan bir zât tarafından müceddeden inşâ olunmuştur.
ŞEYH YÛSUF-I HAKÎKÎ
Şeyh Hamîdüddîn-i Aksarâyî hazretlerinin mahdûmudur. Hz. Bayram-ı
Velî’den ikmâl-i tarîkat eylediler. Pederlerinin yanında medfûn olduğu
menkûldür.
Matâliu’l-îmân nâmında bir eseri ve Muhammediyye tarzında iki cild Hakîkî-nâme’si vardır.
Nutuklarından:
Ubbâd anın ibâdeti zevkinde dil-fürûz
Uşşâk anın muhabbeti şevkinde cân-feşân
Kim vasf idebilir Hakîkî bu râzı çün
Sığmaz bu ma’rifetde hemân kül(?) olur lisân
/277/ ABDÂL MÛRÂD
Alâ-rivâyetin, Hacı Bayram-ı Velî’nin birâderleridir.
Oğlu Abdâl Mûsa ile kerâmetleri görülmüştür. Târîhen tedkîkıma nazaran pek
vech-i münâsebet bulamadım. Çünkü bunlar Bursa fethinde Sultân Orhân’a yardım etmişlerdi.
Küffâra attığı taşları hisârda dibek yapmışlardır. Kuvve-i ma’neviyye ile
atılan taşlardır. Türbesine çıkılırken yol üzerinde bulunan bir kayayı, kılıç
ile kerâmeten iki parça etmiştir. Oğlu Abdâl Mûsa beyne’n-nâs “Mûsa Baba” diye
meşhûrdur.
ŞEYH YAVSI
MUHYİDDÎN MUHAMMED
Hacı Bayram-ı Velî hazretlerinin âlem-i bakâya
intikâllerinden sonra Akşemseddîn hazretlerinden Bayramî ve Hızır Dede
hazretlerinden Celvetî (tarîkatının) zuhûr ettiğini
yazmıştım. Akşemseddîn halîfesi İbrâhîm-i Tennûrî hazretlerinin halîfesi olan
Şeyh Yavsı’dan bahs ve Hızır Dede’yi yazdıktan sonra Bayramî kolunun tafsîline
girişeceğim.
İskiliplidir. Edirne’de neşr-i tarîkat etmiştir. Şeyh
Şuca’ Zâviyesi’nde bir hayli müddet post-nişîn olup, bir rivâyette
922/(1516)’de yüz yaşında âlem-i âhirete rıhlet edip orada defn edilmiştir.
İbrâhîm el-Kayserî halîfesidir. Kâmil ve mükemmil bir zât-ı âlî-kadr olup
kerâmât-ı kevniyyeleri meşhûr ve hâlât-ı aliyyeleri mevfûrdur.[24]
Şeyh Yavsı hakkında Hâfız Hüseyin-i Ayvansarâyi, Vefeyât’ında
diyor ki:
“Pederi Mustafa el-İmâdî, onun pederi Muhammed el-İskilîbî’dir. Amcası Ali
Kuşçu’dan ve sâir erbâb-ı ilimden ulûm-ı zâhire tahsîl etti. Şeyh Muslihuddîn-i
Foçavî’den Tefsîr-i Beyzâvî okudu. “Şeyh-zâde” diye ma’rûftur. Şeyh İbrâhîm-i Tennûrî hazretlerinden tarîkat-ı Bayramiyye’yi
aldı, müstahlef oldu. Haremeyn’i ziyârete gitti. Amasya’da o zamân Sultân
Bâyezîd vâli idi. Hîn-ı azîmetinde Bâyezîd’e, “Avdetimde sizi taht-ı
Osmânî’ye câlis olarak bulacağım.” demişti. Fi’l-hakîka avdetlerinde öyle
buldular. Hünkâr bu zâta muhabbet etti. “Hünkâr
Şeyhi” diye şöhret buldu. Bir
kiliseyi câmiye tahvîl ve Hz. Şeyh için hânkâh ittihâz etti. Hâlen, “Sivâsî Tekkesi” denilmekle meşhûrdur.”
922/(1516) târîhinde İskilip’te vefât etti. Yazı ile,
“Dokuzyüz yirmiiki” (طقوز يوز يكرمى
ايكي) târîh-i
irtihâlini be-hesâb-ı ebced müş’irdir.[25]
Pâdişâh’a, “Bu gece saray hâricinde açıkta yatsınlar.”
diye haber göndermiş, pâdişâhın kendisine pek hürmet ve i’timâdı olduğundan, “Bu
haberde bir hikmet vardır.” diye o gece tebdîl-i hâb-gâh eyler. Bâ-emri’llâh
bir zelzele-i azîme olur. Halvet-hâne-i Sultânî’nin sakfı çöker. Pâdişâh,
derhâl şeyhin nezdine gider. Ne görsün, her taraf yıkılmış, çile-hâneye bir şey
olmamış. Görüşmüşler, Cenâb-ı Pâdişâh’a duâ etmişlerdir. (Kaddesa'llâhu
sırrahû)
Şeyhü'l-İslâm Ebussuûd Efendi hazretlerinin peder-i
ekremleridir (c. III, s. lll’e mürâcaat.). Mahdûmlarının tercüme-i hâli (için),
c. III, s. 230’a mürâcaat.
Şeyh Bedreddîn hakkında eser yazan, Dârü’l-Fünûn
müderrislerinden Muhammed Şerefeddîn Efendi, eserinin 31. sahîfesi zeylinde bu
zât hakkında îzâhât veriyor ve Ebussuûd’un pederi olduğuna delîller buluyor.
Fakat gösterdiği târîh-i irtihâli yanlıştır. Bu zâtın Varidat Şerhi varmış. Buna dâir de, o eserde îzâhât vardır.
Bedreddîn nazariyyât-ı fikriyyesinin mürevvici imiş.
Şeyh Îsâ nâmında bir halîfesi vardır ki, “Mecdüddîn-i
Akhisârî” diye meşhûrdur.
Şeyh Îsa’nın da bir oğlu vardır ki, “İbn Îsâ” diye
meşhûrdur. Âdâb u esrâr-ı tarîkata dâir bir eser yazıp Sultân Selîm-i sânîye
ihdâ eylemiştir. 958/(1551) senesinde yazılmıştır. Manisa’da bulunmuştur.
/278/ ŞEYH MUK’AD
HIZIR DEDE
Hacı Bayram-ı Velî hulefâsındandır. Bursa civârında
Mihalıç tarafında koyun çobanlığıyla te’mîn-i maîşet ederken, ayaklarına
hastalık ârız olup kötürüm olacak bir hâle gelmiştir. Zâten kendilerine “Muk’ad” lakabı bundan kalmıştır. Ma’neviyyâtı mâddiyyâtına gâlib olup,
mâ-sivâdan büsbütün i’râz ile Bursa’ya gelip Câmi'-i Kebîr’in eski minâre
dibinde ihtiyâr-ı ikâmet ve mücâhede ve riyâzet eylemiştir. Hz. Bayram-ı
Veli’ye intisâbı bundan evvel mi, yoksa sonra mıdır? Tahkîkına imkân
bulunamadı.
Hz. Pîr’den mazhar-ı hilâfet olunca, erbâb-ı isti’dâdı
cezb etmeye başlamıştı. Hz. Bayram-ı Velî ile münâsebetlerine sebeb,
müşârünileyhin Emir Sultân hazretlerini görmek için Bursa’yı teşrîfleridir.
910/(1504) târîhinde âlem-i bakâya intikâl ettiler (kaddesa'llâhu
sırrahû). Bursa’da Pınarbaşı Kabristanı’nın üstünde Üçkuzular nâm mahalde
vedîa-i rahmet-i Rahmân kılındı. Ziyâretle kâm-yâb oldum. Pek rûhâniyyetli bir
mahall-i mubârektir.
Hz. Uftâde’nin mürşid-i mükerremi olup, rütbe-i irfânı,
Hz. Üftâde gibi bir mürîd yetiştirmesiyle sâbittir.
* * *
Akşemseddîn hazretlerinden yürüyen silsile ikiye ayrılır.
Birincisi Hamzavîleri ikincisi Bayramîleri şâmildir. Hamzavîler müşârünileyhin
hulefâsından Şeyh Emîr Sikkînî hazretlerinden; Bayramîler ise yine hulefâdan
Şeyh Cemâleddîn-i Şâmî’den gelmiştir. Evvelâ Hamzavîlerden bahs edelim:
(HAMZAVÎLER)
- Şeyh Akşemseddîn hazretleri (Kuddise rırruhû),
- Şeyh Emîr Sikkînî Dede Ömer hazretleri (Kuddise
rırruhû),
- Şeyh Bünyâmîn-i Ayâşî hazretleri (Kuddise rırruhû),
- Şeyh Pîr Aliyy-i Aksarâyî hazretleri (Kuddise
rırruhû),
- Şeyh Çelebi hazretleri (Kuddise rırruhû),
- Şeyh Ahmed-i Sârbân hazretleri (Kuddise rırruhû),
- Şeyh Hüsâmeddîn hazretleri (Kuddise rırruhû),
- Şeyh Hamza hazretleri (Kuddise rırruhû),
- Şeyh Hâce Alî er-Rûmî hazretleri (Kuddise rırruhû),
- Şeyh Hacı Kabâyî hazretleri (Kuddise rırruhû),
/279/ - Şeyh
Beşîr Sultân hazretleri (Kuddise rırruhû),
- Şeyh Muhammed Hâşim hazretleri (Kuddise rırruhû).
ŞEYH EMÎR SİKKÎNÎ
DEDE ÖMER
“Emîr” denilmesi, seyyidü’n-neseb olmasından; “Sikkînî” denilmesi Bursa’da bıçakçı bulunmasından; “Dede” denilmesi,
tarîkatta kıdem ve liyâkatından mütevelliddir.
Zamânının vahîdi, akrânının ferîdi olmuş idi. Terbiyesi
Akşemseddîn hazretlerinden olup, fart-ı zekâsı ve şiddet-i isti’dâdı hasebiyle
araları açılmış, fakat bi'l-âhare te’lîf husûle gelmiştir. Aralarının açılması
mesâil-i tarîkatta zuhûra gelen ihtilâf-ı efkârdır. Hacı Bayram-ı Velî
hazretlerinin şeref-i sohbetine ve hüsn-i nazarına ermiş ricâlu’llâh’tandır.
Akşemseddîn ile aralarının açılacağını Hz. Bayram keşf
edip bir gün Dede Ömer’e hitâben, “Ak Şeyh ile senin mâ-beynini âteş te’lîf
eder.” diye işâret buyurmuşlardır. Fi’l-hakîka öyle olmuştur. Akşemseddîn,
Dede Ömer’i ümmîlik ile ithâm edip, irşâd dâiyyesine kalkışmamasını tenbîh ile,
“Azîzin tâc ve hırka ve seccâdesi, tesbîh ve asâsı bizdedir.” demiştir.
Dede Ömer, bundan münfail olup, burhân göstermek
sûretiyle müdâfaaya kıyâm ile, bir yere odun yığdırıp yaktırmış; Akşemseddîn’e,
“Azîzimin tâc ve hırkası ve tesbîh ve seccâdesi bu fakîrinizde de vardır.
Eğer zevk ve hâlet, tâc ve abâda ise, vücûdumuz âteş olsun; tâc u abâ yanmasın.
Hâlet-i aşk u muhabbet bizde ise, tâc u abâ yansın, vücûdumuza zarar terettüb
etmesin. Bi’smi’llâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm.” diye, âteşe girdi. Envâ’-ı vecd ü
zevk ile semâ’ ederek üzerinde olan tâc ve abâ ve seccâde ve asâ hâkister oldu.
Bunun üzerine şeyheyn hazerâtının arası bulunmuş, muânaka etmişler.
Dede Ömer bu vak’adan sonra tâc ve hırka giymemiş. İşte
tarîk-ı Melâmî’de tâc ve hırka gibi şeylerin memnûiyyeti bu vak’adan
mütevelliddir. Bu tâc ve hırka mes'elesinden hâdis olan iğbirâr, tarîkat-i
aliyye-i Bayramiyye’nin ikiye inkısâmını müstelzim olmuş, biri Melâmiyye-i Bayramiyye,
dîğeri Şemsiyye-i Bayramiyye nâmını almıştır.
Melâmiyye-i kadîmiyyeye yeniden ber-hayât veren Dede
Ömer-i Sikkînî hazretleridir (Kaddesa'llâhu sırrahû). La’lî-zâde
Abdülbâkî Efendi ve Müstakîm-zâde eserlerinde fazla ma’lûmât vermişlerdir.
Onların mütâlâasını tavsiye ederim.
Bunların neş’esi çok yüksektir. Binâenaleyh, o neş’enin
hisse-dârıyım. Onlara /280/
muhabbetim yüksektir. Esrâr-ı tevhîde cândan vâkıf olmuş erlerdir. Âtîde yazacağım
tercüme-i hâllerden bu hâl tezâhür edecektir.
Dede Ömer hazretleri, Göynük’te, Akşemseddîn hazretleri
yakınında medfûndur. Târîh-i irtihâli 880/(1475)’dir. Akşemseddîn’den sonra
onyedi sene muammer olmuştur.
ŞEYH BÜNYÂMÎN-İ
AYÂŞÎ
Ârif-i bi’llâh idi. Dede Ömer hazretlerinin vâris-i esrâr
u kemâlâtıdır. 916/(1510) senesinde âzim-i dâr-ı cemâl olmuştur. Şeyhinden
sonra yirmialtı sene câ-nişîn-i makâm-ı hilâfet olmuştur. Ayaşlı olup,
zannedersem yine orada medfûndur. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
Şeyh Müştâk-ı Kâdirî hazretleri Dîvân’ında müşârünileyhe
izhâr-ı hürmet ediyor ve Ayaş’ta ziyâretlerine gittiğini söylüyor ki, orada
medfûn olduğunu bu eş’âr te’yîd ediyor.
Dîvân’ında şöyle yazılıdır:
“Der-sitâyiş-i şehr-i Ayâş ki, Hazret-i Şeyh İbn-i Yâmin
der ân-câ medfûnest:
Tâc-ı ser-i Ayâş dil-i kâm-kân durur
Ya’nî ki kân-ı ma’den-i sâhib-dilân durur
“Yâ”yı yâ-yı yümn ü yenâbî’-ı feyzdür*
İkinci elf-i sânî elf-i emân durur*
“Şîn”ı ki şîn-ı şehr-i safâ vü şehr-i Rûm*
Yâ şîn-ı şems-i şa’şaa-i âsmân durur
Hor görme kör olur gözün ey bed-nazar hazer
Hâmîsi İbn-i Yâmin-i kutb-ı cihândurur
Ey pâdişâh-ı şehr-i atâ sâkin-i Ayâş
Müştâk geldi dergehine mihmân durur*
Deryûzeni feyiz-i amîm itse tan
mıdır
Lütfün cemî-i âleme çün râyegân durur
PÎR ALÂEDDÎN ALÎ
“Aksarâyî” diye meşhûrdur. Lârendeli olduğu da mervîdir.
“Sâkî-i Kevser-i tarîkat, reh-nümâ-yı cezbe-i Rahmânî” diye tavsîf edilmiştir.
Kerâmât-ı bâhiresinden uzun uzadıya bahs ederler. Silsile-i Bayramiyye’de,
Bünyâmîn-i Ayâşî hazretlerinden sonra gösterilmiş ise de “Karamânî” lakabıyla
meşhûr Semerkandlı Şeyh Ali halîfesi Şeyh Hayreddîn Efendi’den müstahlef olduğu
menkûldür.
Hz. Şeyh-i Ekber efendimizin, Ankâ-ı Mağrib nâm
eser-i âlîlerini şerh etmiştir. Peçevî Târîhi’nde muharrer olduğu üzere
Şeyh-i Ekber müşârünileyh bu eserde 940/(1533) târîhinde, “harf-i evveli, (ayn:
ع) olan şeyh, (sin: س) olan
pâdişâh-ı zîşân ile; evveli, (kaf: ق) âhiri
(he: ه) olan Konya şehrinde mülâkî olalar.” diye sarîhan belirttiği
gibi Şeyh Alî’nin Sultân Süleymân ile, Bağdâd seferinde Konya’da görüştükleri
ve beynehümâda büyük bir muhabbet husûle geldiği muhakkaktır. Bursa’da Başçı
İbrâhîm Bey Câmi'-i şerîfi hazîresinde medfûndur. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
/281/ ŞEYH İSMÂÎL-İ
MA’ŞÛK
Pîr Alâaddîn’in mahdûmudur. “Şeyh Çelebi” ve “Oğlan Şeyh” dahi derler. Kibâr-ı evliyâu’llâh’dandır.
Zeyl-i Şakâyık-ı Atâyî’de, “Oğlan Şeyh denilmekle meşhûrdur. Bâis-i fitne
olmuştur.” deniliyor. Müstakîm-zâde Ahvâl-i
Melâmiyye nâm eserde müşârünileyh hakkında, “Oğlan Şeyh denilmesinin
sebebi, hayret-efzâ bir hüsne mâlik olup, onsekiz-ondokuz yaşlarında iken, bir
sene müddetle Ayasofya Câmii’nde îrâd eylemiş olduğu nasâyıh ve mevâızı, sâmiîn
ve âşıkîni hayretlere düşürüp, bu yaşta bir gençden sâdır olan bu vâridât
herkesi kendisine meftûn etmiş olmasından kinâyedir. İbn Kemâl fetvâsıyla yirmi
yaşında iken nâil-i rütbe-i şehâdet olduğu menkûldür.” diyor.
“Oğlan Şeyh” nâmıyla şöhretini Şeyh İbrâhîm Efendi, Dil
ü Dânâ kasîdesinde,
“Hakîkat meşrıkı şems-i hüviyyet Pîr İsmâîl
Ki Oğlan Şeyh dimekle
nâmı olmuşdur cihân-ârâ”
buyuruyorlar.
Pederinin irtihâlinden altı ay sonra nâil-i rütbe-i
kutbiyyet olduğunu Tomâr-ı Turuk-ı
Aliyye sâhibi naklediyor.
La’lî-zâde yazıyor ki:
“Makâm-ı fark’a vâsıl olmuş evliyâu’llâh’dandır. Maârif-i hakkânî ve
esrâr-ı Rahmânî’yi mutazammın Türkçe eş’ârı vardır. Edirne’den İstanbul’a
geldiğinde ondokuz yaşında idi. Ayasofya ve Süleymâniyye cevâmi’-i şerîfesinde
va’z etmiştir. Halk o derece rağbet ve teveccüh göstermişti ki, bâ-emr-i sultânî,
memleketine azîmeti lüzumu zâhir olmuş idi. Fakat, “Ben kaderime râzıyım, ne
olacağını biliyorum.” diye azîmet teklîfini kabûl etmemiştir.
Kalbi vâridât-ı ilâhiyyeye mazhar olmuş olduğundan, tahsîl-i kemâlât ile, o
sinde elde edilecek ilm-i zâhirîyi bile kûteh-nazarân ona çok gördüler.
Bâ-husûs hakâyık ve dakâyıkdan bahs ettikçe onu, havsala-i idrâklerine
sığdıramayanlar, vücûd-ı şerîfini lâzimü’l-izâle addettiler. Gûyâ, fitne-i
âleme bâis oluyormuş diye dedi-koduya sebeb oldular.
935 sene-i hicriyyesinde (1524) Atmeydânı kurbunda Üçler Câmii’nin olduğu mahalde,
oniki mürîdiyle maan İbn Kemâl fetvâsına istinâden şehîd ettiler ve başı
gövdesinden ayrı olduğu hâlde denize attılar.”
Lugât-ı Târîhiyye
vü Coğrâfiyye’nin beyânına göre Atmeydanı’nda püşte
üzerinde şehîd ettiler.
La’lî-zâde’nin beyânına göre Atmeydânı’nda Hayalî Mescidi
önünde şehîd ettiler.
“Oldu İsmâîl kurbân-ı tarîk” (اولدى اسماعيل قربان طريق) târîhidir.
/282/ Hikâye
olunur ki, mürîdlerinden birinin rü'yâsında görünüp “Rumeli Hisârı’nda,
Kayalar Mezâristanı’nda cesedime müntazır ol, evvelâ cesedim, sonra başım
gelecek, oraya defn edesin.” buyurmasıyla, o mürîd hayretle bu hâle
müntazır olur. Hakîkaten ibtidâ cesed-i şerîfleri dalgaların muâvenetiyle o sâhile
gelir. Bir gün sonra da ser-i mübârekleri zuhûr eder. Emirleri mûcebince defn
olunmuştur. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
Bir eserde, “Emvâc-ı envâr ve sevk-ı ilâhî ile oraya
geldi.” diye beyân-ı hâl olunur.
Sûret-i mahsûsada ziyâret-i aliyyelerini kasdederek
Rumeli Hisârı’na gittim, aradım buldum. Bebek’e daha yakındır. İttisâlinde bir
tekke vardır. Rıhtım kenârında duvar içindedir. Muvâcehe penceresinden ziyâret
olunur. Mezâr taşında, “Tarîkat-ı aliyye-i Bayramiyye ricâlinden Aksaraylı
Pîr Ali Efendi’nin mahdûmu kutbu’l-ârifîn, gavsü’l-vâsılîn Şehîd İsmâîl-i
Ma’şûkî hazretlerinin rûh-ı saâdetlerine li’llâhi’l-Fâtiha. Sene: 935/(1529)”
muharrerdir.
“İsmâîl-i Ma’şûkî” denildiği
gibi, “Ma’şûk” dahi derler. Mezâr taşında, “Ma’şûkî” muharrerdir. Sâdık Vicdânî Bey, “Ma’şûkî” diye yazmıştır.
Müşârünileyhin feyzi, peder-i ekremlerindendir. Sultân
Süleymân ile esnâ-yı mülâkatta, ricâsı üzerine onsekiz yaşındaki Pîr Alâeddîn
mahdûmlarını İstanbul’a göndermişler ve şehîd olacağını Pâdişâh’a haber
vermişlerdir.
1.
Resim : İsmâîl-i Ma’şûkî seng-i mezârının aşağı
tarafı.
2.
Resim : Rumeli Hisarı Kayalı Mescidi hazîresi,
İsmâîl-i Ma’şûkî hazretleri medfeni.
ŞEYH AHMED-İ SÂRBÂN
Defîne-i ilm-i hakîkattir. Ricâlu’llâh’dandır. Ser-i
serbân-ı velî ki, “Sârbân Ahmed” diye meşhûrdur. Elyevm Hayrabolu’da Sârbân
Tekkesi derûnunda medfûndur. Müstakîm-zâde’nin beyânına nazaran bu zât-ı
muhterem Pîr Aliyy-i Aksarâyî hazretlerinin halîfe-i etemmi ve vâris-i
ekmelidir. Bidâyeten ihtifâ-yı hâl ü hayât edip, bi'l-âhare 940/(1533)’ta
Sultân Süleymân hazretleriyle Irak seferine şütür-bân-ı hâssa ile azîmet
etmiştir. O zamân Sârbânbaşı idi. Esnâ-yı râhda Karaman’da müsâdif olduğu Alî
hazretleri, zâtında kâbiliyyet-i külliyye müşâhede ederek, kendisine nasîhat ve
himmet buyurmakla, teslîm ü bende-i fermânı olmuştur. Seferden avdetinde
Hayrabolu’da yine ihtiyâr-ı uzlet ve ancak kendi asdıkâsıyla ülfet ederek,
onyedi sene sâkî-i bezm-i aşk-ı ilâhî oldular.
Halîm, selîm bir zât-ı âlî-kadr idi. Hânumânına fenâ
vererek 953/(1546)’te kadem-nihâde-i râh-ı hakîkat oldu. “Şütürbân” (شتربان) târîh-i irtihâlidir.
Halk arasında, “Kaygusuz Sultân” diye meşhûrdur.
Mektûbâtı ve mürettep Dîvân’ları olup, ilâhiyyâtında /283/ gâh “Kaygusuz” gâh “Ahmed” ve “Ahmedî”
tahallus ederler. Bir kaçı teberrüken naklolundu :
Varımı ol dosta virdim hânümânım kalmadı
Cümlesinden el yudum pes dû-cihânım kalmadı
Çünki hubbullâh irişdi çekdi beni kendüye
Açdı gönlüm gözünü ayruk humârım kalmadı
Dost cemâli aks salmadı bu gönlüm iline
Anı görelden beri sabr u karârım kalmadı
Ayn-ı tevhîd açılup hakka’l-yakîn gördüm anı
Şirki sürdüm aradan şekk ü gümânım kalmadı
Çok fenâ fi’llâh içinde beni ifnâ eyledi
Ol sebebdendir benim nâm u nişânım kalmadı
Evliyânın himmeti yakdı beni kâl eyledi
Sâfiyim buldum safâ jeng u gubârım kalmadı
Ahmedî eydür ilâhî sana şükrüm oldurur
Hamdü lillâh aşk-ı Hak’dan gayri varım kalmadı
* * *
Merd isen meydân-ı aşkda cân virüp cânânı gör
Sâdık isen aşk içinde iste bul sultânı gör
Ol sana senden yakın sen O’ndan olmagıl ırak
Kesreti ko vahdeti bul mâni vü irfânı gör
“Vedduhâ” yüzün (ü) “velleyl” saçındır mutlakâ*
Oku hüsnün mushafını Sûre-i Furkânı gör
Pertev-i nûr-ı Hudâ’sın gönlünün bil kadrini
Mazhar-ı zât u sıfât ol rahmet-i Rahmânı gör
Kaygusuz “El fakru fahrî” kim buyurdu ol
Resûl
Fakr ile fahr eyleyüp gel küfrü ko îmânı gör
* * *
Görmeyen cân Yûsufun Ken'ân'ı bilmez kandedir
Öz vücûd-ı Mısr’ının sultânı bilmez kandedir
/284/ Cehd
idüp tavr-ı beşerden çıkmayan tâlib bugün
Kaldı nisyân içre ol nisyânı bilmez kandedir
Cism ü cânın sırrını fehm itmeyen âvâreler
Gerçi âşıkdır velî cânânı bilmez kandedir
İçmeyen vuslat şarâbın yâr elinden her zamân
Benzer ol mâhîye kim ummânı bilmez kandedir
Sırr-ı cânı bilmeyüp seyr eyleyen ser-geşteler
Devr idüp devrân ile devrânı bilmez kandedir
Mübtelâ-yı aşk olup cânânesini bilmeyen
Derd ile dermândadır dermânı bilmez kandedir
Cân kulağıyla işit Ahmed Muhammed nutkudur
Kendi nefsin bilmeyen Rahmân'ı bilmez kandedir
* * *
Ey rûh-ı pâk-ı âlem Vasfîn beyâna gelmez
Vey nûrdan musavver mislin cihâna gelmez
Câm-ı mey-i “sekâhüm” ol la’l-i cân-fezâdır
Bir zerresin kim içse sırrı beyâna gelmez
* * *
Her kim bize ta’n eylerise cins-i beşerden
Hak saklasın âlemde anı havf ü hatardan
Zemm eyleyüben aybımızı söyler olursa
Mahşerde emîn ide Hudâ şûr ile şerden
İnkârı ko bak ahsen-i takvîme berü gel
Âyîne-i dil rûşen olur sâf-ı nazardan
* * *
Yûsuf-ı Mısrı bulam dirsen eğer insân ile
Cümle varlıkdan güzer kıl cân içinde câna bak
Câhilî-sûret olanlar bilmediler âdemi
Ârif-i sır oldun ise pertev-i Sübhâna bak
* * *
Hamdü lillâh şimdi bir âlî-cenâbım var benim
Evliyânın himmetiyle feth-i bâbım var benim
Gönlümüz esrâr-ı Hakk’ın mahzen ü deryâsıdır
Âlemi garka virir bir katre âbım var benim
Mektûbâtından:
الحمد لله الذى أنعم علينا وهدانا للإسلام وجعلنا من أمة
محمد حبيبه عليه الصلاة والسلام. قُلْ إِن كُنتُمْ تُحِبُّونَ اللّهَ فَاتَّبِعُونِي
يُحْبِبْكُمُ اللّهُ.[26] “
/285/ Sizinle
bizim aramızda olan muhabbet şol muhabbettir ki, Hz. Rasûlu’llâh (aleyhi's-salâtü
ve's-selâm)’la ashâb-ı güzîn arasında idi. Ol, muhabbetu’llâh’dır. Buna şek
getüren mutlak kâfirdir. Yalancının yüzü kara olsun. İki cihânda hem karadır.
Bu muhabbetin husûlünden sonra Hâtemü’l-enbiyâ ile, ser-çeşme-i evliyâ nice yıl
birlik ettiler. Bu hadîsten fehm oluna : (قال عليه السلام : لحمك لحمى يا على، جسمك جسمى يا على، دمك دمى يا على.)[27] Ya’nî demektir ki, “Şol lahm,
şol cism, şol ruh ve şol dem ki, benim değildir, senin dahi değildir ve şol nesne
ki senindir, ol benimdir.” Seninle bizim aramızda olan muhabbet öyle bir
muhabbet idiğine inandınız ise, birliğimiz ve dirliğimiz onun birliği ve
dirliği gibi gerektir. Ol şey ki, bizim değildir, sizin de değildir. Ol şey ki,
bizimdir, sizindir. Belki bu muhabbetin husûlünden hakkânî muhabbet vücûd
bulur. Hakîkat-ı maânî zâhir oldu. Esteîzü bi'llâh: (فَأَوْحَى
إِلَى عَبْدِهِ مَا أَوْحَى، مَا كَذَبَ الْفُؤَادُ مَا رَأَى)[28]
Hâk teâlâ her birinize hakkânî muhabbeti mübârek eylesin.
Hiç fikreder misiniz, ne vecihle hâsıl oldu? Bu vecihle hâsıl oldu ki, siz
kendinizi bi'l-külliyye bize teslîm etmekle sizin olan bizim oldu, bizim olan
sizin oldu. Bu mezkûrâttan asıl birlik ne idiği ma’lûm oldu. Cümle ihvân-ı safâ
bir araya gelip, hep kendi vücûdunuzdan istiğfâr eyleyesiniz. Zîrâ Hak’tan ayrı
götüren ve birbirinizden ayıran sizin varlığınızdır. Onun için Rasûl (aleyhi's-selâm)
buyurdu ki: (وجودك ذنب لايقاس عليه ذنب آخر)[29]
Cenâb-ı Hak buyurur: (إِنَّ اللّهَ لاَ
يَغْفِرُ أَن يُشْرَكَ بِهِ وَيَغْفِرُ مَا دُونَ ذَلِكَ لِمَن يَشَاء)[30]
Hiç bundan büyük günâh olur mu? Sizi dosttan ayıra ve
aranıza iftirâk bıraka.
Çü sen sende seni gördün beğendin
Sen İblîs eyledin kendine kendin
İmdi lutf edip, şeytanı kahr edesiniz, her biriniz kendi
vücûdunuzu ifnâ etmekle, gönül yüzünü yere koyup âdet-i kadîmeniz üzere
bakâsınız. Allâh teâlâ’nın lutf u keremi ve Habîbu’llâh’ın nübüvveti ve
evliyânın yüce himmeti erişip her birinize tamâm mertebe safâ-yı hâzır ola inşâ'llâh.
Hak zâttır. Cümle cihân sâyedir. Hiç sâyede ihtiyâr var
mıdır? İmdi yok olunuz, bâkî kerem Hakk’ındır. Mürüvvet ve kereme lâyık ne ise
onu icrâ edesiniz.”
Hâdimu’l-Fukarâ
Ahmed-i Sârbân”
/286/ VİZE’Lİ
ALÂEDDÎN EFENDİ HAZRETLERİ
Ahmed-i Sârbân hazretlerinin mazhar-ı feyzi ve nâil-i
hilâfeti olanlardandır. 970/(1562-63) târîhinde irtihâl-i dâr-ı naîm
eylemiştir. Vize’de medfûndur.
Bu zât-ı muhteremden, Şeyh Gazanfer Dede Efendi feyz-yâb
olmuştur. Bidâyeten debâgat ile meşgûl idi. Sonra ferâğatla, Hz. Şeyh’in fâiz-i
icâzet ü hilâfeti oldular.
Vize’de neşr-i tarîkat edip, 974/(1566-67) târîhinde
vâsıl-ı dâr-ı karâr oldu. Ümmî iken maârif i sûfîyyede allâme-i asr olarak
cezebât-ı ilâhiyye ile şöhret buldular.
Atîde tercüme-i hâl-i ârifânelerinden bahs olunacak olan
Hâşimî Seyyid Osmân Efendi dahi müşârunileyhden feyz bulanlardandır.
ŞEYH HÜSÂMEDDÎN-İ
ANKARAVÎ HAZRETLERİ
Gavvâs-ı deryâ-yı hakîkat, bir mürşid-i
meâlî-menkabettir. Ankara’ya yakın Kutluhân nâm mahalde tevellüd eyledi. Ulûm-ı
akliyye vü nakliyyeyi tahsîlden sonra kemâlât-ı bâtıniyyeyi Ahmed-i Sârbân
hazretlerinden iktisâb eyledi.
Müstakîm-zâde buyurur ki:
“Ahmed-i Sârbân ile, Hüsâmeddîn arasında pek büyük bir muhabbet husûle
gelmiş ve bir zamânlar mükâtebât ile perveriş-yâb-ı kemâl olmuşlardır.”
Ahmed-i Sârbân’ın Cenâb-ı Hüsâmeddîn’e gönderdikleri
mektûbâttan:
“Bismi’llâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm.
Oğlum! Mevlâ Hüsâmü’l-mükerrem kıbeline ba’de’s-selâm
bi’l-ızzi ve’l-ikrâm ma’lûm ola ki, bu tarîk-ı Hakk’a kapu düşüptür. Nitekim, Çehâr-yâr-ı
güzîn, Hz. Rasûlu'llâh (salla'llâhu aleyhi ve sellem)’e mahrem düştüğü gibi siz
dahi delîl düştünüz. İmdi ciğer-köşem, bilir misiniz ki, durduğunuz cennet
dîdâr dâiresidir. “Neden?” derseniz, Allâh’ın kerem ve lütfu gönlünüze tulû’
itmedi mi? Gıdâ-yı ruh bulunmadı mı? Mâ-sivâu’llâh kalbinizden çıkup, Hakkânî
muhabbet zuhûr itmedi mi? Sizinle evvelce mülâkî olduğumuz vakit bu dâire
sizlere zâhir olmuştu. Ben sâlûsluk bilmezem. Aşka riyâ katmazam. Aşka riyâ
katan kâfirdir.
Azîzim şöyle buyurmuştur : Lokması kursağımıza düşen
yaradılmış yabanda kalmaya, gönlü Yaradan ululuğuna erişe. Biz dahi deriz ki,
sizlerin de bu muhabbet üzerinde hakkınız çoktur. Ammâ sâbıkta niçün o yok
düşüptür? Allâh’ın inâyeti ve Habîbu’llâh’ın şefâati ve nübüvveti ve evliyânın
yüce himmeti nice erişip, mübârek yüzünüzden kerem yurdunu müjde verdiler.
Mevlânâ! Şöyle bilesiniz. Erenler mâ-beyninde size Molla
Hüdâvendigâr hâli verilipdir, denildi. Bilir miyiz ki oğul, bu hâl sizlerde
hâsıl olmaya? Siz dahi zevk ve şevk hâsıl edesiz. Feyz-i Rabbânî, nûr-ı
Muhammedi hâsıl ola. Yüce himmet-i evliyâ iznimiz budur ki, tenhânızda çokluk
oturmayasız. /287/ Dervîşlerle sohbet edesiniz.
Zîrâ tarîk böyledir ki, birbirinizin yüzünden ma’rifet söyleye söyleye hâl
hâsıl olur. Biz sizlere hakîkatta ata düştük, sizler dahi hakîkatta oğul
düştünüz. (الولد سر أبيه)[31] Ata dâimâ yerine oğul
kaldığını istemez mi? Arada buhl yok, buhulda ar yok, meğer Allâh onarmamış
ola. Vay ana kim, Allâhu Azîmü’ş-şân onarmaya. Hak yıkdığını kimse yapamaz ve
Hak yaptığını kimse yıkamaz.
Ata, nûr olıcak, oğul dahi nûr olur. İkisi dahi, nûrun-alâ-nûr
olur. İmdi oğlum, şu dediğimiz dâire size hâsıl olmadıysa biz yalancılardan
oluruz.
Oğlum! Sizlerden bir istimdâdımız dahi vardır. Cevher
gösterene siz boncuk gösteresiniz; boncuk gösterene sakız gösteresiniz. Hakkânî
muhabbet gözedeni gözden bırakmayasız.
“Ata dahi nedir?” derseniz; Şerîat, şerîat, yine şeriât. Allâh’ın
izni, rûh-ı Muhammed’in sırrı, gerçeklerin âlî-himmeti hep sizlere verilmiştir
ve dahi mürîd-i murâdî vardır ve mürîd-i hâs dahi vardır. Mürîd-i mürted dahi
vardır. Sizi ve bizi cümle yaradılmış gerçeğin gözünden ve gönlünden düşmekten
saklasun. Gafîl me-bâş.
Nice cân u nice başlar yola kurbân içün geldi
Kabûl olur ise Hak’dan bulara kutlu Bayramdır
Sırr-ı hakîkat oğlumuz! Âb u gil değil, cân u diliz. Muhabbetinizi
bir an dirîğ itmeyip, gönülden çıkarmayasız. Bendeniz yüzünden sizlere
gönlünüzde Allâh nûru cezbesi hâsıl olmuştur. Sizlere Allâh Azîmü’ş-şân emâneti
mübârek eylesün. Cümlenize ilm-i ibret, ilm-i hikmet esrârı hâsıl olmuştur. Bu
tarîkin hak idügüni sizlerden isteriz. Zîrâ sizler şehâdet etmeyince nice
inanalım. Sizler dahi bu tarîktan zevk ve şevk tahsîl etmişsiz. Cümle âlem
gerçek yüzünden muhabbet etseler hâli hâsıl olur. İkrâr edenün fâidesi kendüye
ve inkâr edenün ziyanı kezâlik yine kendüyedür. Biz keşf ü hayâlât bilmeyiz.
Pazarımız el elcedir. Bir kişinin hâlini söyleriz.
Anın taht-ı yedindedür makâmât
Anın huddâmıdur ehl-i kerâmât
Duyup işit kemâlin evliyânın
Anın aşkı ile mest ola cânın
* * *
Cümle vâr ol bir kişidür ol kişi
Yapmak u yıkmak durur kem-ter işi
Gönülden ve gözden ayırmayup, muhabbeti dahi ziyâde
idesüz. Ve’s-selâmü âlâ men-ittebea’l-hüdâ.
Efkaru’l-verâ Hâdimü’l-Fukarâ
Ahmed-i
Sârbân”
/288/ Azîzinin
nefes-i nefîsine mazhar olup, nâil-i hilâfet oldular. Azîzinin âlem-i cemâle
intikâlinden sonra seccâde-nişîn-i meşîhat ve erîke-pîrâ-yı velâyet oldular.
Cezbe-i ilâhiyye kendilerinde kemâl üzere zuhûr ettiğinden, hakâyık
mesleklerinden bî-haber olan ashâb-ı ağrâz mahz-ı hakîkat ve ayn-ı hikmet olan
sözlerini havsala-i idrâklerine sığdıramadılar. İstanbul’a hakkında ihbârât-ı
kâzibede bulundular. Teftîş ve tashîh-i ahvâli maksadıyla Hz. Şeyh’i Ankara
kalesine habs ettiler. Ertesi günü terk-i cân etmiş buldular.
Ankara havalîsindeki zâviyeleri sahasında defîn-i hâk-ı
ıtır-nâk oldular. Rıhletleri 964/(1557) senesine müsâdiftir.
Mesleklerini o zamân hussâd çok yanlış anlamışlar.
Erbâb-ı kemâlin başına hep böyle hâller gelmiştir. Kümmelînden bir zât-ı
âlîkadr idi.
Manzûmelerinden:
Ey taleb-kâr-ı Hudâvend-i Kerîm-i zü’l-atâ
Sâdıku’l-va’di uluvvü’l-himmet ü abd-i rızâ
Bir latîfedir gönülden söyleriz tâliblere
“Kalb-i mü’min beyt-i Rahmân’dır” buyurdu Mustafâ
Gönle gir ki “Ve men dahalehû kâne âminâ”*[32]
Hakk’ın evidir ana giren emîn olur şehâ
Dünyevî yâ uhrevî efkâr gelse eyle red
Mâ-sivâdan fikr-i Hak’dan gayri hep ey müctebâ
Varlığını Hakk’a vir varlık Hak’ın olsun hemîn
Sen çık aradan hemân kalsun Yaradan Mustafâ
Mahv ide öz varlığın tâ kim göre Hak’dan likâ
Kendiliksiz vâsıl oldu enbiyâ vü evliyâ
Ey Hüsâmeddîn
bu üslûb üzre gönlün bekleyen
Fâni olur kendözünden Hak ile bulur bakâ
Mürettep Dîvân’ları vardır. Pek çok hakâyık u
dakâyık-ı tevhîdi câmi’dir. Pek çok zevât kendilerinden ahz-ı feyz etmişlerdir.
Şeyh Hasan Kabadüz, Şeyh Hamza, Şeyh Abdullâh-ı Bosnavî gibi eâzım bu
meyândadır.
ŞEYH HASAN KABADÜZ
Müstakîm-zâde’nin beyânına nazaran Hasan Kabadüz’ün irtihâli
1010/(1601) tarîhindedir. Meşgûl oldukları san’at i’tibâriyle “Kabadüz” diye şöhret bulmuşlardır. Abacılık ederler imiş.
Şeyh Hüsâmeddîn’in kendilerine yazdığı bir mektûb elime
geçti :
أعوذ بالله من الشيطان الرجيم. بسم الله الرحمن الرحيم. ما
شاء الله كان لم يشاء لم يكن. قُلْ إِن كُنتُمْ تُحِبُّونَ اللّهَ
فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمُ اللّهُ.[33]
"Hâmil-i varaka sizlere vusûl bulduğunda, gönül
yüzünü yere koyunuz. Her birinize bî-hadd ü hisâb duâlar olunduktan sonra,
cümlenizden mercûdur ki, birbirinize fânî nazar edip her birinizdeki zuhûr-ı
keremi Hakk’ın bilesiniz, kendi nefsinizden bilmeyesiniz. Zîrâ nefsinizden /289/ nice bilesiniz? Bu tarîk-ı Hakk’a
şurû’ ettiğimiz, bundan ötürü varlığımız ve ona mensûb olan her ne var ise Hak
baktığımız yere teslîm eyledik.
Nice cânlar nice başlar yola kurbân içün geldi
Kabûl olur ise Hak’dan bulara kutlu Bayramdır
Anlar dahi lutf u keremlerinden bizim cümlemiz yüzümüz
karasıyla götürü varlığımızı yok eylediler ve bu yokluk burcundan varlık
âfıtâbı ile onun şevkı ve muhabbeti ve ilm ü ma’rifeti zuhûr edip, (من عرف نفسه فقد عرف ربه)[34] ma’nâsı hâsıl oldu.
Zübde-i ma’nâ budur ki, bir kimse kendi nefsinin
yokluğunu bile ve müşâhede eyleye, bâkî varlık ve kerem, zevk ü şevk, muhabbet
ve kudret ve ilim ü ma’rifet ve cümle zuhûrat Hakk’ın olduğunu bile ve sırr-ı
evliyâ ki, sırr-ı Hak’tır, her birinizden kendi diliyle kendiye söyleye ve kendi
kulağıyla kendi işide ve kendi muhabbetiyle kendini seve, mütelezziz ola.
Diyen ü işiden hemân O imiş
Sen ü benliğimiz bahâne imiş
Burada ziyâde mütenebbih olmak gerektir. Ol sultânın
zuhûrunu kendi zuhûrunuz zannetmeyesiniz. el-Hâsıl gayret-i Hak ve erlik budur
ki, Hakk’ın varlığını isbât edip, kendi varlığınızı ve Hak’tan gayrı ne ki
varlık vâr ise, reddedip belki la’net edesiniz.
Umûm enbiyâ vü evliyânın ve ulemâ-yı ehl-i yakînin ilm ü işâreti
budur ki, sâlikin kendi varlığı, zâtı olup, Hak varlığı sâlikin aynı ve
hakîkati olmakdır. Bundan gayrı anlayış küfr ü dalâlettir. Va’llâhu teâlâ a'lem.
el-Fakîr
Hüsâmeddîn-i Ankaravî”
HELVÂYÎ YA’KÛB
EFENDİ
Pîr Alî Aksarâyî’nin dâmâdı ve İsmâîl-i Ma’şûk’un
eniştesidir. Sultân Süleymân-ı Kânûnî’nin ârzûsuyla müşârünileyh Ya’kûb Efendi,
Pîr Ahmed-i Eyyûbî - Bu zât Eyüp’te Yâ Vedûd Türbesi civârında medfûndur. - ile
berâber İsmâîl-i Ma’şûk’u alıp İstanbul’a getirmişlerdi. İsmâîl-i Ma’şûk’un
şehâdetinde her ikisi Akkâ’ya nefy ve kalede habs edilmişlerdir.
Acem Seferi’ndeki adem-i muvaffakiyyet üzerine Pâdişâh
bunları ıtlâk ile duâlarını ricâ etmiş ve li-hikmeti’llâh muzafferiyyet rû-nümâ
olunca, Ya’kup Efendi’ye İstanbul’da Şehzâdebaşı civârında Bozdoğan Kemeri ittisâlinde
hücreler yaptırılmış ve Pâdişâh bir gün ziyâretinde burhân talebinde bulunmuş,
derhâl helvâ tabh ve ihzâr ve takdîm edince, fi’l-hakîka Pâdişâh’ın kalbinden
helvâ geçmiş olmasına karşı mahzûziyyet-i şâhâne vâki’ olmuştur. “Helvâyî
Ya’kûb” bundan kinâyeten kalmıştır.
İrtihâlleri 997/(1589) veyâ 1000/(1592) târîhlerine müsâdiftir.
Şakâyık-ı Nu’mâniyye’de (c. II., s.
15) 1000/(1592) târîhinde irtihâli mevzû-ı bahsdir.
Bu menkabeyi Helvâyî Ya’kûb Dergâhı şeyhi Muhammed Tâhir
Efendi nakl eyledi. Târîhe nazaran İsmaîl-i Ma’şûk hazretlerinden sonra çokça
muammer olmuşlardır.
“Helvâyî Baba” diye Şehzâde Câmii avlusunda medfûn olan
zât Helvâyî Ya’kup olmayıp, Cevlân Dede nâmında bir zât imiş. Mezkûr hucurât
bir zamânlar kimlerin elinde kaldıysa kalıp, bi'l-âhare dergâha kalb
edilmiştir. Hattâ Himmet-zâdelerden Şeyh Ömer Tevfîk Efendi, evkâf idâresinde
kuyûd-ı atîkada Abdülhamîd Hân-ı evvel zamânında burası için biri meşîhata merbût
türbe-dârlık, dîğeri îkâd-ı kanâdile me’mûr hizmet-kârlık olmak üzere iki cihet
te’sîs ve berât i’tâ olunduğuna dâir kayd gördüğünü söyledi.
Bir aralık Rufâî meşâyıhının eline düşüp, iki şeyh
sırasıyla burada icrâ-yı meşîhat ederek Ya’kûb Efendi’nin yanında defn
olunmuşlardır.
Bu civârda vaktiyle konağı bulunan Mısırlı Mustafa Fâzıl
Paşa merhûm tekkeyi ez-ser-i nev ihyâya muvaffak olup, o sırada Rufâî şeyhi
bulunan Şeyh Ahmed Efendi-zâde Şeyh Muhammed Tâhir Efendi tarîk-ı Bayramî’den
ve Himmet-zâdelerden Şeyh Muhyiddîn Şerîf Efendi’ye kerîmesini tezvîc ile
meşîhatı ona ferağ eylemiş. O da burada şeyh olmuştur. Sene 1293/(1876).
Yirmi sene kadar icrâ-yı meşîhatle tahmînen 1313/(1895) târîhinde
âzim-i dâr-ı bakâ olup, Şehremîni’nde Himmet-zâde Tekkesi’nde defn edilmiştir.
Yerine mahdûmu Muhammed Tâhir Efendi geçmiştir.
Muhammed Tâhir Efendi’nin târîh-i tevellüdü 1294 (1877)
senesidir. Sığar-ı sinni hasebiyle ricâl-i Bayramiyye’den ba'zı zevât vekâlet
etmiş, bi'l-âhare Himmet-zâdelerden Şeyh Hüsâmeddîn Efendi, dâire-i terbiyesine
alarak hilâfet vermiş ve makâm-ı meşîhata iclâs etmiştir.
Birinci dâire-i belediyyede hizmette bulunarak el-yevm Mezâd
Bedesteni’nde kontrol me’mûrluğundadır. Sene 1343/(1924).
Dergâh-ı şerîf hayli seneler mesdûd iken 1343/(1924)
senesi şehr-i Cemâziye’l-âhirinde Perşembe geceleri güşâd olunarak, zikru’llâh
ve icrâ-yı âyîn-i ehlu’llâh olunmaktadır.
/290/ OLANLAR ŞEYHİ İBRÂHÎM EFENDİ
Ricâl-i Bayramiyye’den ve eâzım-ı meşâyıhdan bir zât-ı
âlîkadr’dir. “Doğduğu bin târîhidir, Hz. İbrâhîm’in” nazmı müfâdınca
1000 sene-i hicriyyesinde (1592) Konya Aksaray’ında Eğridere’de ve zaîf bir
rivâyette İstanbul Aksaray’ında kadem-nihâde-i âlem-i şuhûd oldu. Tarîk-ı
tahsîlde senelerce çalışıp ve kemâl sâhibi olup Seyyid Seyfullâh Efendi hulefâsından
Hakîkî-zâde Osmân Efendi’den müstahlef olduğu mervîdir.
Bir eserde okuduğuma göre, Ahmed-i Sârbân hazretlerinin hulefâsından
Şeyh Tıbtıb Şâh’ın küçükten beri perverde-i feyz ü irfânları olduğundan, nihâyet
ondan tekmîl-i sülûk eylemişlerdir. Kırk sene mesned-nişîn-i hilâfet oldukları
halîfeleri Şeyh Sun’ullâh’ın atîde zikr olunacak menkûlâtından anlaşılır.
Maamâfih pîr-i tarîk-i Celvetî Aziz Mahmûd-ı Hüdâyî ve
Şeyh Abdülehad en-Nûrî ve Hüseyn-i Lâmekânî hazarâtından da ahz-ı feyz
ettikleri mestûr-ı sahâif-i tevârîhdir. Dîvânında “Kitâbı yazmağa bâdî
Hüseyin’dir.” diye müşârünileyhe işâret-i sarîhaları vardır.
Târîh-i intikâlleri bir rivâyette 1055/(1645) ve
rivâyet-i uhrâya göre 1066/(1656)’dır. Sahîhi 1065 senesi Rebîu’l-âhirinin
yirmiikinci Çarşamba günü vakt-i subhdur. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
Hattâ, İstanbul Dârü'l-fünûn Kütübhânesi’ne Yıldız Sarayı
Kütübhânesi’nden menkûl kitâblar meyânında 3700’den 3703 numaraya kadar olan
dört cild Müstakîm-zâde âsârından Hülâsatü’l-İlâhiyye
nâm eserde gördüm ki, “hasta” (خسته) kelimesinin ihtiva ettiği 1065/(1655) senesi Rebîu’l-evvelinde
rıhlet ettiği muharrerdir.
Bir yazma dîvânın mukaddimesinde târîh-i irtihâli 1065
gösterilmiştir.
Aksaray’da Olanlar Dergâhı’nda türbe-i mahsûsada medfûn
ve rahmet-i Hakk'a makrûndur. Türbeleri el-yevm ma’mûr ve müzeyyendir. “Cennet
olsun makâmın İbrâhîm” (جنت اولسون مقامك
ابراهيم) dahi
târîh-i rıhletidir ki, Tal’atî Hüseyin Efendi’nin söylemiş olduğu Hülâsatü’l-Hediyye’de mezkûrdur.
İbrâhîm Efendi pek mühim ve o nisbette ehl-i kemâl bir
mürşid-i âlî-tebârdır. Feylesof Rızâ Tevfîk Bey’in ona Bektaşîlik isnâdı ve
“İbrâhîm Baba” diye eserine yazması bühtân-ı azîmdir.
Dergâh-ı mezkûrun şeyhi Hüsnü Efendi merhûmun ârzûsu
üzerine şeyh-i müşârünileyhe söylediğim manzûme-i târîhiyye türbesinde levha
halindedir:
Şeyh İbrâhîm Efendi menba’-ı feyz ü kemâl
Hamzavîler
serveri bir pîr-i âlî ehl-i hâl
Gel
ziyâret kıl kemâl-i aşk ile bu hazreti
Feyz-yâb-ı
sırrı olsun mülk-i dil gitsün melâl
Çıkdı
bir târîh-i cevher rıhleti i’lân içün
Sırr-ı
Hakk’ın mazharıdır âzim-i dârü’n-nevâl
(سر حقك مظهريدر
عازم دار النوال) = 1067 – 1 =1066/(1656)
İbrâhîm Efendi, “Oğlanlar
Şeyhi” nâmıyla şöhret
almıştır. Sebebini, Sohbet-nâme-i İbrâhîm
Efendi nâm eser yazıyor:
“Henüz yedi yaşında iken Ahmed-i Sârbân hazretlerinin:
Varımı ol dosta virdim hân-mânım kalmadı
nutkunu
ezberler iken, şeyhleri Tıbtıb Şâh yanında imiş. Onlara hitâben, “Bu nutuk
/291/ sahîhan Ahmed-i Sârbân’ın mıdır?” dedikte, “evet”
cevâbını alınca, “Çok şey kendinin varı var imiş de böyle söylemiş.”
demesi üzerine, bu söz şeyhinin hoşuna gittiğinden, “Bu oğlan şeyhdir.”
buyurmaları üzerine “Oğlan Şeyh” diye zebân-zed olmuştur. Müstakîm-zâde, Hulâsatü’l-Hediyye’sinde,
“Oğlan Şeyhi” diye yazıyor.
Elyevm “Oğlanlar Şeyhi”, “Oğlanlar Tekkesi” diye yâd
edilegelmesi bundan münbaistir. “Olanlar Şeyhi”, “Olanlar Tekkesi” diyenler de
vardır.
Bu dergâh İstanbul’da Hz. Fâtih zamânında en evvel inşâ olunan
Kâdirî Tekkesi imiş. Bânî-i evveli Fâtih hazretlerinin ser-sekbânı Ya’kûb Ağa
burada medfûndur. “Oldu Ya’kub vâsıl-ı Mısr-ı Naîm” (اولدى يعقوب واصل مصر نعيم) târîhidir.
Sohbet-nâme-i
Sun’ullâh-ı Gaybî’de gördüm ki:
“Sakızlı Hüseyin Efendi’den işittim. Şârih-i Fusûs Bosnevî Abdullâh Efendi’ye, “Aksaraylı İbrâhîm Efendi’yi
nice bilirsiniz sultânım?” diye suâl eyledim. Buyurdular ki: “Uzamâ-yı
meşâyıhdan, asrının ferîdi ve kibâr-ı evliyâdan vaktinin vahîdi bir adam
biliriz.” “Sultânım, ya bu halk arasında zındık ve ilhâd ile ma’rûfdur, ona ne
buyurursunuz?” dedim. “Sıddîklardan yetmiş adam, filân adam mülhid ve
zındıktır demedikçe, mertebe-i velâyete kadem basılmaz. Onların uluvv-ı şânına
ve gâyet-i kemâline ve bizim sözümüzün sadâkatına halkın töhmeti şâhid-i
kâfîdir.” buyurdular. (Kaddesa'llâhu esrârahum)”
Ya’kûb Ağa rü'yâsında Hz. Abdülkâdir’i görmek şerefine
mazhar olmuş, “Buraya bir dergâh inşâ et.” diye emirlerini şeref telakkî
etmiştir. Sonraları müşrif-i harâb olmuş, Hamzavîlere geçmiş; son zamânda yine
Kâdirîlerde karâr kılmıştır. Elyevm Kâdirî Tekkesi’dir. Bu tekkeye bu sebeple
“Gavsî Tekkesi” derlermiş. Eski bir yazma dîvânın mukaddimesine yazılmış;
gördüm.
İbrâhîm Efendi burada icrâ-yı meşîhat eylediler. Kırk
sene kadar bulundular. Hamzavîlere karşı o zamânın hükûmeti şiddet-i i’dâm
siyâseti gösterdiğinden Hz. Şeyh, ziyâdesiyle tesettür etmiş ve Hakîkî Osmân
Efendi’ye ve Abdülehad en-Nûrî’ye ve Hz. Hüdâyî’ye arz-ı nisbet ederek Halvetî
ve Celvetî’den görünmüştür.
Hulûl-ı ecel-i mev’ûduyla irtihâl eden ricâl-i
Hamzaviyye’dendir. Dil-i Dânâ nâmıyla
vahdet-i vücûda dâir bir manzûmesi ve mürettep bir Dîvân’ı vardır.
“Yazıldı bin yirmiüç târîhinde” diye Dîvân’da işâretleri
vardır. Teberrüken ba'zı nutuklarından nakl olundu:
İlâhâ ilmine yok hadd ü gâyet
Hudâyâ
vasfına hiç yok nihâyet
Bütün
eşyâya zâtındır müsemmâ
İdersin
her nefesde bin tecellâ
Şerîkin
yok nazîrin yok Ahad’sin
Münezzeh
zâtın Allâhu’s-Samed’sin
Kemâl
ü hikmetin ânen-fe-ânen
Zuhûr
itmekde dâim âşikâren
Hüve’l-Evvel
Hüve’l-Âhir’sin ey Hak
Hüve’l-Bâtın
Hüve’z-Zâhir’sin ey Hak
Cemî’-i
şeyde nûrun oldu zâhir
Bütün
şey nûruna oldu mezâhir
Dü-âlem
nûruna garkdır ser-â-pâ
Ne
varsa sun’una âyât-ı kübrâ
Gören
gözlerde nûrundur ilâhî
Görünen
yüzde nûrundur ilâhî
Senin
nûrunla söyler cümle diller
Senin
nûrunla pür-nûrdur gönüller
* * *
/292/
Dil-i insân-ı dânâ hidmetinde pâsbân oldum
Gönül
sîmurğ-ı ankâsına kalbde âşyân oldum
Gönül
âyînesin pâk eyledim gayrın hayâlinden
Tecellî
eyledi Hak zâhir oldu ben nihân oldum
Kuruldu
sohbet-i kudret içildi bâde-i vahdet
Yed-i sâkî-i bâkîde şarâb-ı erguvân oldum
İçüp vahdet şarâbın teşne-diller oldular ser-mest
Ol içmekden oların cânına rûh-ı revân oldum
Bu sûret âleminde zâhirim bir şey değil ammâ
Bu sûret âleminde Hak ile cân-ı cihân oldum
Bu cismânî cihânda cismimin adıdır İbrâhîm
Dehir âyînesinde ân-ı dâimde zamân oldum
* * *
Eğer
Hakk’ın cemâlin görmeye müştâk isen âşık
Nazar
kıl sûret-i İbrâhîm’e eyyâm-ı fırsatdır
* * *
Hak’ın
kurbünde İbrâhîm mukarreb
Olaldan
hâsıl itdi âlî-meşreb
* * *
Gehî
ismim okurlar Şeyh İsmâîl Oğlan Şeyh
Gehî
ismim okurlar Sârbân Ahmed kerem-kârâ
Gehî
ismim Alâeddîn olur gâhî Hüsâmeddîn
Gehî
bî-ism ü bî-sûret zuhûrum ideler icrâ
Gehî
ismim okurlar Hamza Beğ gâhî İmâm İdrîs
Gehi
İbrâhîm ismiyile Oğlan Şeyh olur cem’â
Kasîde-i Elfiyye’sinden:
Fuyûzât-ı
ilâhî bana ceddim Şâh Alî’dendir
O
dahi Sârbân Ahmed’den almışdır yed-i tûlâ
Babası
Pîr Alî’den sonra Kutb-ı âlem olmuşdur
Zamânında
tulûu olmuş idi âftâb-âsâ
O
dahi İbn-i Yâmin’den irişdi zât-ı Rahmân’a
Şeb-i
vuslatda vahdet itdi Sübhâne’llezî esrâ
O
dahi sırr-ı Sikkîn’den kim almışdı hakîkatde
O
dahi Hacı Bayram’dan alupdur sırrı âmennâ
/293/ Bu tertîb üzre sır sârî durur
âlemde âdemde
Bu
sırrın sırrını İbrâhim’e kim eyledi îmâ
Dîvân’ından:
Sorarsan
her nefes zevkim benim câm-ı safâdandır
Bu
âlem içre irşâdım Muhammed Mustafâ’dandır
Gözüm
yumsam fenâ fi’llâh gözüm açsam bakâ bi’llâh
Bana
bu lutf u bu ihsân Cenâb-ı Kibriyâ’dandır
Benim
takrîr ü tahkîkim değildir kendi kendimden
Ebû
Bekr u Ömer Osmân Aliyyü’l-Murtazâ’dandır
Dışım
âşık içim ma’şûk haber-dâr ol bu ma’nâdan
Bu
hâliyle bu hâsılım gönüldeki cilâdandır
Yürü
zâhid senin aklın bizim tevhîdimiz bilmez
Bu
gencin fethi İbrâhîm’e erden evliyâdandır
Müstakîm-zâde’nin
Risâle-i Şattâriyye’sinde gördüğüm
manzûmelerinden:
Sırr-ı
Hak’dan zâtı rahmet ismi Abdullâh olan
Zât-ı
eşyâya ke-mâ-hî ârif ü âgâh olan
Çün
cemâliyle kemâliyle o zât-ı Kird-gâr
Şüphesiz
zansız Hüsâmeddîn’den oldu aşikâr
Pertevin
saldı o yüzden âleme ol bî-nişân
Sâbit
oldur gördüler oldur nişân-ı bî-nişân
Hamza
Beğ’de zâhir oldukda o sırr-ı zât-ı pâk
Niceler
ol matla’-ı hurşîdden oldu tâb-nâk
Cezbe-i
câm ile nice cânı ser-hoş eyledi
Feyze
kâbil dilleri ol mest ü medhûş eyledi
Aşikâr
oldukda İdrîs-i Velî’de sırr-ı Zât
Gözlüler
gördüler oldur bi’l-aşiyyi ve’l-gadât
Nutk-ı
pâkinden ayân olmuşdur esrâr-ı nihân
Yüzünü
gören kişi eyledi ol dem terk-i cân
Burc-ı
keyvâna tulû’ itdikde ol şahs-ı kadîm
Görmediler
niceler ol nûru oldular racîm
* * *
/294/
Vech-i pâkinden nümâyân itdi sırr-ı kün fe-kân
Cân-ı
pâkinden nihân olmuşdu Zât-ı Müsteân
“Bâ”
vü “Şîn” u “Râ”da perde tutdu rû-yı Zât*
Vech-i
İbrâhîm göründü hall olundu müşkilât
ŞEYH HÜSEYN-İ
LÂMEKÂNÎ
Bosnalıdır. Tahsîl-i maârifden sonra, tarîk-ı tasavvufa
sülûk etmiş idi. Melâmiyye-i Bayramiyye’den Bursalı Kabadüz hazretlerinin
hulefâsındandır. 1034/(1625) senesinde irtihâl eyledi. İstanbul’da Dâvudpaşa
civârında Sultân Şâh Câmi'-i şerîfi hazîresinde defîn-i hâk-i gufrândır.
Kabirlerini, lehü’l-hamd ziyâret ettim. Üzerinde iki büyük ve yazısız taş sütün
vardır.
Müşârünileyh Peşteli veyâ Bosnalı veyâhud Hûrpeştelidir
diye tereddüd edenler vardır. Vahdet-nâme
isminde Türkçe bir eseri ve daha birkaç te’lîfi âlem-i irfânı tezyîn
etmektedir.
Şâhsultân Câmi'-i şerîfinde zikr eder ve ders okuturmuş.
Târîh-i vefâtını Müstakîm-zâde merhûm muammalı olarak söylemiştir:
Şeyh Hüseyin’in oldu câru’l-kabri perîşân
(شيخ حسينك اولدى
جار القبرى بريشان) = Sene 1034/(1625)[35]
Manzûmeleri ve mektûbları makbûldür:
Pâk
eyle gönül çeşmesini tâ durulunca
Dik
tut gözünü gönle gönülün göz olunca
İnkârı
ko dil destisin ol çeşmeye tut dur
Ol
âb-ı safâ-bahş ile bu desti dolunca
Çün
Hak seni derbân-ı der-i Hânesi itdi
Dur
kapıda gayrı koma tâ anı bulunca
Sen
çık aradan Hânesini sâhibine vir
Bî-şek
gelir Allâh evine sen savulunca
Evvel
koma kim sonra çıkarmak güç olur güç
Şeytân
çerisi hâne-i kalbe koyulunca
Çekdin
bu cihân içre nice mihnet ü zahmet
Ol
pîr-i Hudâ mürşid-i kâmili bulunca
Ey
Lâi-mekân'ım seni ben çok aradım
çok
Sînemde
mukîm olducağın tâ duyulunca
Semâ ve devrânı münkir olan Belgradlı Münîrî Efendi’ye
yazdıkları mektup, Müstakîm-zâde’nin kitabında görülmekle ehemmiyyetine binâen
derc olundu:
بسم الله الرحمن الرحيم. الحمد لله الذى حققنا بتحقيق
الإيمان وأكرمنا بكرامة تكريم الإذعان والإيقان و وفقنا بتوفيق الإناية الأزلية
طريق العرفان ويسرنا سلوك مسالك أهل الذوق والوجدان. والصلاة والسلام على من أظهر
منشأ الأرواح والأبدان المبعوث إلى كافة الناس والجان لإعلام علوم المبدأ والمعاد
بنص القرآن. وعلى آله وأصحابه الذين هم المهديين بالكتاب والسنة إلى مدارج الجنان.[36]
“Emmâ ba’d : İzzetli, fazîletli karındaşım Münîrî
Efendi hazretlerinin huzûr-ı şerîflerine hakkânî /295/ muhabbeti müş’ir, derûnî selâm ve duâlar ithâfından sonra
inhâ-yı muhibbâne budur ki:
Nedir hâliniz? İyi ve hoş, müyesser-i sohbet ü âfiyyette
olasınız. Bundan mukaddem bu hayır-hâhınıza irsâl eylediğiniz mektûbunuza cevâb
gönderilmekte te’hîr vâki’ olmakla bir mikdâr hâtır-mândeliğinizi iş’âr
buyurmuş idiniz. İmdi müfârekat vâki’ olalıdan beri mektûbunuz gelmediğine biz
dahi dil-gîr olduğumuzu i’lâm için bizim Hacı Bey muhlisleriyle mektûb-ı
muhabbet-üslûb ısdâr olundu. İnşâa’llâhu teâlâ avdet eylediklerinde
selâmetinizi ihbâra himmet eyleyesiniz. Vürûdu bâis-i inşirâh-ı sudûr-ı ahbâb
olacağında iştibâh yoktur.
Eğer bu cânib ahvâlinden istifsâr olunursa,
li’llâhi’l-hamdi ve’l-minne, dâire-i sıhhatte olup, hakkânî dostlar ile dîdâr
müşâhedesi üzerindeyiz. Hudâ-yı Rabbi’l-izze, gayrîlere dahi müyesser eyleye,
bi-mennihî.
Evkâtımız fukarâ ile gâh musâhabe ve gâh mütâlâa ve gâh
evliyâ-yı kirâm ve meşâyıh-ı izâm (kaddesa'llâhu esrârahum) hazarâtının vaz’
buyurdukları tarîk-ı müstahsene muktezâsınca, zikru’llâha iştigâl üzre
güzârendedir. Eğerçi, tarîkımızda devrân ile semâ’ olagelmemiştir. Lâkin
cevâmi’ ü mesâcid ve hânkâh u zevâyâda fukarâ-yı sâlikîn ve meşâyıh-ı kümmelîn
cem’ olup devrân ve semâ’ ediyorlar. Fî-zamâninâ ulemâ-yı kirâmdan nice fuhûl
ve eşrâf hâzır olup, men’ eylemediklerinden mâ-adâ, istimâ’-ı semâ’ ile
mütelezziz ve cezebât-ı ilâhiyye ile müncezibdirler. Ol ecilden biz dahi onların
tarîkat ve sünnetlerin men’ etmeyi revâ görmeyip, belki fukarânın şevkları
galebesiyle tevâcüd ve vecdlerinin izdiyâdına müteallik umûrda müsâmaha
etmelidir.
Bâ-husûs bu bâbda Seyyidü’l-mürselîn ve Hâtemü’n-nebiyyîn
ve Rahmeten li’l-âlemin aleyhi’s-salavâtü’l-Meliki’l-Muîn hazretlerinin ashâb-ı
suffe (rıdvânu'llâhi teâlâ aleyhim ecmaîn) ile vâki’ olan muâmelât ve
muvânesâtları ve kavm-i Habeşe’nin raks ve semâlarını men’ buyurmayıp, Hz.
Âişe-i Sıddîka (radıya'llâhu anhâ)’ya bi'z-zât seyr ettirdikleri ve ashâbdan
bir kaç kimseye sürûr u neşâtı mûris ba'zı kelimât buyurduklarında, onlar dahi
kemâl-i zevklerinden huzûr-ı şerîflerinde kıyâm ve semâ’ eyledikleri hâlde men’
buyurmayıp, inşirâh âsârı gösterdikleri hadd-i tevâtüre vâsıl olmuştur. Bundan
mâ-adâ şerîat ve tarîkatın pîşvâsı Seyyidü’l-enbiyâ, ser-halka-i asfiyâ aleyhi
salavâtu’llâhi’l-Meliki’l-a’lâ’nın ümmetinden olup, kalbleri mehbit-ı tecelliyyât-ı
ilâhiyye ve mahzen-i esrâr-ı Rabbâniyye olan kâmil ü mükemmiller bu âna değin
men’ buyurmayıp belki âlem-i imkândan inkıtâa sebeb ve tahsîl-i ma’rifet-i
ulûm-ı ledünniyyeye bâis bilip, sulukların onların üzerine /296/ binâ eylemişlerdir. Onlara muhâlefet üzere olup, evkât-ı
azîzemizi bunların men’inde izâadan ise, kendi nefsimizde olan menhiyyâtı men’
ve ref'e sa’y etmemiz evlâ ve ahrâ idüğü ulü’l-elbâba zâhirdir. Zîrâ kendi
hâlimizden suâl, aharın ahvâlinden takdîm olunacağında iştibâh yoktur.
Benim rûhum! İstimâ’ olundu ki, bu makûlelerin bâbında ba'zı
tahrîrâta mübâşeret ve mecâlis ü mahâfilde def’leri husûsunda mübâderet
olunurmuş. Eğerçi, tavâif-i sûfîyye müsâvî olmayıp zevk etmiş ile etmemişin
rütbesi ve hâli, (قُلْ
هَلْ يَسْتَوِي الَّذِينَ يَعْلَمُونَ وَالَّذِينَ لَا يَعْلَمُونَ)[37] âyet-i kerîmesi mısdâkınca
bir değildir. Fakat bilmeyenleri, bilenlere takdîm ediyorlar. (من تشبه بقوم فهو منهم)[38] ve emsâli ehâdîs-i şerîfe
muktezâsınca tahkîk ricâsına taklîd ediyorlar.
Husûsan bir kavm ki, tarîkatlarının sünnetini bizim
sözümüz ile terk ihtimâli her giz me’mûl değildir. Men’lerine kalkışmak, ancak
tezyî’-ı evkâttan gayri bir şey değildir. Sizinle hakkânî uhuvvetimiz hasebiyle
bu bir kaç sözü sâha-i kırtâsa döktük. Bundan dolayı hâtırınıza gubâr târî
olmasın. Zîrâ hakkânî muhabbet elbette veliyy-i sâdık ile münâsahayı mûcibdir. (كما قال رسو ل الله صلى الله عليه وسلم : إذا أحب أحدكم أخاه فليعلمه إياه
وكما قال الله تبارك وتعالى : وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ.)[39]
Sadaka'llâhu'l-azîm ve belleğa Rasûluhu'l-kerîm. Bâkî
selâmu'llâhi aleykum ve rahmetu'llâhi ve berekâtuh.
Ed’afu’z-zuafâ,
hâdimü’l-fukarâ
eş-Şeyh Hüseyn-i Lâmekânî”
ŞEYH OSMÂN-I HAKÎKÎ
“Hakîkî-zâde” dahi
derler. “Şeyh Hakîkî Bey” diye yazanlar da olmuştur. İstanbulludur.
Seyyid Nizâm-zâde Seyyid Seyfullâh Efendi hazretlerinin hulefâsındandır.
İbrâhîm Efendi müşârünileyhden ahz-ı feyz edenlerdendir. Eğrikapı dâhilinde
kâin hânesini tekkeye kalb ve tarîk-ı meşâyıha vakfetmiştir. 1037/(1628)’de irtihâl
ile zâviyesi mezâristanına defn edildi. "Kelimetü’t-takvâ": (كلمة التقوى) târîhidir. Mürettep Dîvân’ı
vardır.
Hakîkat ehli olanlar bilür nûr-ı Hudâ zikrin
Mukallid ayn-ı a’mâdır göremez evliyâ sırrın
Şular kim nakş ile hem-reng olub cismini cân itmez
Karîn-i dîvdir bilmez Mesîh-i cân-fezâ sırrın
Ne bilsün aşkı nâkıslar kemâl ehlinin esrârın
Çü bilmez Bû Leheb kurb-ı makâm-ı Mustafâ sırrın
/297/ Maârif nûruna vâsıl olan insân-ı
kâmilden
Sülûku Hakk’adır dâim bilür ol kibriyâ sırrın
Hakîkî sırr-ı vahdetden irişdi ilm-i tahkîka
Anınçün inkişâf itdi cihânda dû-serâ sırrın
Gazel
Firkatinden âlemi tutdu figânım gel yetiş
Tende cânım kalmadı rûh-ı revânım gel yetiş
Vaktidir cân viresin cânsızlara hem çün Mesîh
Çâre kıl ey nutk-ı hayy-i câvidânım gel yetiş
Düşmüşüm bahr-ı gamın ka’rına gavvâs olmuşum
Dürr-i vaslın isterim ey bahr-kânım gel yetiş
Çekdi girdâb-ı gamın aldı vücûdum zevrakın
Kıl meded ey dest-i hasret Lâmekân’ım gel yetiş
Zulmet-i zulm-i felekden bu Hakîkî bendeni
Kurtar ey mihr-i cihân sâhib-zebânım gel yetiş
* * *
Bülbül-i şûrîdeyim gülden nasîbim vâr benim
Sanmanız bî-hûdedir gülden nasîbim vâr benim
Bû-yı Hak’dan Derviş
Osmân lezzet almışdır hemân
Sanmanız bî-hûdedir gülden nasîbim vâr benim
Silsile-i Sinâniyye bu zâttan yürümüştür. IV. cildde 176.
sahîfede Sinânîler bahsinde tafsîlât derc olunmuştur. Mürâcaat buyurula.
Bir hâtıra:
Acabâ Hakîkî başka, Dervîş Osmân başka
mıdır? Ba'zı manzûmelerde "Hakîkî", ba'zılarında "Dervîş Osmân" denilmesi
tereddüdü bâis oldu. Hâlen elde ve kütüphhânelerde Dîvân’ına tesâdüf olunamadı. Binaenaleyh hall-i
müşkil edilemedi. Kendine, “Şeyh
Osmân-ı Hakîkî” ve “Şeyh Hakîkî” ve “Hakîkî-zâde” denilmesi fakîri tereddüdden
kurtaramadı.
ŞEYH HÂDÎ AHMED
EFENDİ
Urefâ-yı sûfîyyedendir. Hüseyn-i Lâmekânî halîfesidir.
Vahdete dâir bir eseri ve silsile-i Bayramiyye hakkında latîf bir manzûmesi
vardır.
ŞEYH SUN’ULLÂH-I
GAYBÎ
Eâzım-ı ricâl-i Halvetiyye’den Hz. Merkez’in hulefâsından
Şeyh Ahmed-i Beşîr’in[40] hafîdidir. Pederi Ahmed
Efendi’dir. Eâzım-ı sûfîyyeden çok yüksek bir zât-ı âlî-kadrdır.
Hamzavîlere karşı hücûmun şiddet kesb ettiği bir zamânda
pek ziyâde tesettüre mecbûr olduğundan, tercüme-i hâllerine dâir kimse hiç bir
şey elde edememiştir. Esâsen Gaybî tahallusu da âlem-i ihtifâda yaşadığını
göstermektedir.
Elde bulunan âsâr ve eş’ârıyla mümkin mertebe hakk-ı
âlîlerinde ma’lûmât edinilebildi.
An-asl Kütahyalıdır. Kütahya’da irtihâl eylemiştir. Orada
“Musallâ” denilen câmi'-i şerîf hazîresinde medfûn ve rahmet-i Rahmân’a
makrûndur.
Müretteb Dîvân’ı, Keşfü’l-Gıtâ isminde bir manzûmesi, Tarîku’l-Hak fi’t-Teveccühi’l-Mutlak, Rûhu’l-Hakîka,
Sohbet-nâme, Bey’at-nâme cümle-i âsârındandır.
Rûhu’l-Hakîka’yı 1072/(1662) senesinde yazmış. Demek ki, şeyhi olan,
Olanlar Şeyhi /298/ İbrâhîm Efendi hazretlerinin irtihâlinden yedi sene
sonra ber-hayât bulunuyorlardı. İstanbul’a gelip gelmedikleri anlaşılamıyor.
İbrâhîm Efendi ile berây-ı mülâkat gelmiş olmaları ihtimâli kuvvetlidir.
Feylesof Rızâ Tevfîk Bey, Şeyh Sun’ullâh’ı Bektaşî ve
Hurûfî diye kitâbına almış ve “Gaybî Baba” diye Bektaşî neş’esiyle yazmıştır. Hâlbuki
onun dahi, şeyhi gibi, Bektaşîlikle alâkası yoktur. Bunların ilmi esrâr-ı
tevhîdde yüksek düşünceleri, sözleri olmak hasebiyle, Bektâşîler arasında ne
büyük cânlar yetişmiş diye berây-ı işhâd bunları, “Baba” diye ortaya sürmesi
muğâyir-i edeb ü hakîkattir. Gaybî hazretleri, Hurûfîliğin rakam ve hesâbâtına
ve te’vîlât-ı garîbesine atf-ı nazar-ı ehemmiyyet etmeyerek, felsefe-i hakîkati
tedkîk etmiş büyüklerdendir, ve’s-selâm.
Kemâlât-ı ârifânesi, şeyhi İbrâhîm Efendi’dendir.
Meslek-i ârifânesini öğrenmek için Bey’at-nâme’sini ve Rûhu’l-Hakîka
nâm eserini mütâlâa elzemdir efendim. Keşfü’l-Gıtâ nâm eseri doksandokuz
beyittir. Bu mevzûn kasîde, selâsetten mahrûm olup, ifâdede kusûrlu ise de
târîh ve felsefe i’tibâriyle pek mühimdir. Vesâik-i sûfîyyedendir. Bir kaç
beyit nakl ediyorum:
Bir vucuddur cümle eşyâ ayn-ı eşyâdır Hudâ
Hep hüviyyetdir görünen yok Hudâ’dan mâ-adâ
matla’ıyla
başlayan bu uzun kasîdenin bi’l-hâssa şu beyitleri şâyân-ı dikkattir; maksûd-ı
âlem olan âdeme hitâb ediyor:
Âlem-i kuvvetde her bir nesne kim mevcûd idi
Âdem’e geldikde fi’le geldi bî-çûn ü çerâ
Cümle-i esmâyı câmi’ nüshadır zâtın senin
Zât-ı Hak’dan şânına nâzil değil mi küllühâ
Hayy-ı âlemsin ki zâtın bahş ider her-dem hayât
Âşiyân-ı âleme sensin bilürsin ol hümâ
Âlemin sensin murâdı hep irâdet sendedir
Zâtın ile hâsıl oldu âleme hep mâ-yeşâ
Nutk-ı âlemsin ki âlem buldu nutkundan vücûd
Ayn-ı cân-bahşın ser-âlem bir şecerdir gûyâ
Ayn-ı âlemsin ki âlem sende gördü vechini
Dîde-i hak-bînin ile seyr ider hüsn ü bahâ
Âlemin sensin kulağı olmasaydın sen eğer
İşidilmezdi kalurdu nutk ile savt u sadâ
Sohbet-nâme’sinden:
“Azîzim efendim! Bu hakîrleri taltîfen biz sizin vâlid-i hakîkîniziz. Müstehıkk-ı
maâşınız muntazam olsun olmasun, gönlünüz bizimle olmak kâfîdir. Âbâ vü ecdâdınızın
yolunu terk etmemek, onların âyîn ve erkânları üzere ahbâba va’z u pend ve
ihyâ, geceleri tevhîd-i şerîf ve deverândan hâlî olmamak gerektir buyurdular.”
İnsân-ı kâmil ve nefs hakkında bir iki zarîf Türkçe şiir
söylemiştir. “İnsân-ı kâmili bu mertebe görünce, dünyâda tasarruf sâhibi
olduğuna bi't-tab’ sıdkla inanıyor. Öyle olunca gönül kırmamalı. Hele
evliyânın, kâmil insânların gönlüne dokunmamalı, onlar sâhib-i tasarruftur. Bir
âh ederlerse, gidersin gürültüye.” diyor. Bu ma’nâda garîb bir şiiri
vardır:
Erenlere hor bakma
Sâkin berbâd olursun
/299/ Gönüllerini
yıkma
Sâkin berbâd olursun
Özün tutgıl yüzüne
Ayak basgıl izine
Toz kondurma sözüne
Sakın berbâd olursun
Aşk üzerine de güzel şiirleri vardır. En iyi Türkçe şiir
yazan, şuarâ-yı sûfîyyemizdendir. Hem sathî nazar değil, felsefesini iyi anlar
ve iyi anlatır bir şeyh-i muhteremdir. Kütahyalılar arasında, “Hudâ Rabbim” diye şöhret bulmuştur. Akâide müteallik bir kasîdesinden kinâyedir.
Erzurumlu İbrâhîm Hakkı hazretlerinin Ma’rifet-nâme’sinin
nüsha-i matbûasında 262. sahîfesinde, “Nev’-i Râbi'” bahsinde, “Hudâ Rabbim”
diye başlayan uzun manzûme, Sun’ullâh-ı Gaybî’nin iken sehven, nasılsa İbrâhîm
Hakkı’nın diye neşr olunmuştur. Ma’rifetnâme’ye işâret eyledim.
Sun’ullâh-ı Gaybî hazretlerinin ne yüksek ve sağlam i’tikâdı olduğu, bununla da
nümâyândır, azîzim. 116 beyitten ibârettir.
Rûhu’l-Hakîka’sından:
“Benim azîzim âgâh ola ki, tarîkimizin mebnâsı muhabbet ve resm-i
âyînimizin muktezâsı sohbet ve netîce ve gâyeti ma’rifettir. İbtidâ-yı hâlde
muhabbette fenâ ve esnâ-yı hâlde sohbete mülâzemette vefâ ve intihâ-yı hâlde
ma’rifette bakâdır. Ya'nî evvelâ şeyhin yoluna mâl ve ten ve cân sakınmayıp,
şeyhini Allâh’ı sever gibi sevmek, sâniyen, şeyhin hizmetine bel bağlayıp,
ale’d-devâm sohbetine mülâzım olmaktır. Şeyhinin ağzından çıkan kelimât-ı
kudsiyye ve esrâr-ı ledünniyyeyi cân u gönülden kabûl eyleyip sözünü dinlemek
ve anlamaktır. Sâir tarîklarda olan riyâzât-ı şâkka ve mücâhedât-ı bedeniyye ve
kesret-i evrâd ü ezkâr ve deverâna ısrâr üzre i’tibâr-ı tarîkimizin esâsı ve
resm-i âyînimizin mebnâsı değildir. Zîrâ cemî'-i a’mâlin kemâli, ashâbını
cennete ve cennet içinde rif'ata nâil eylemektir. Ammâ aşk u muhabbetin meâli
erbâbını ma’rifete ve nûr-ı ma’rifetle ru’yete ve vahdete vâsıl eylemektir.”
Şeyh Sun’ullâh-ı Gaybî hakkında bir el mecmûasında şu
satırları okudum:
“Gaybî hazretleri devr-i fıtriyyeyi ve kemâl-i insâniyyeti âsâr ve
eş’ârında mevzû'-ı bahs eder. Şöyle ki: Bu mevcûdât kendini idrâk edebilecek
bir hâlde değildi. O rûh-ı âlem her sûrette tecellî ederek ikmâl-i devr edince,
nihâyet insân sûretinde cilve-i cemâlini gösterdi. “İstivâ” bu demektir.
Tecellî-i insânda devr tamâm oldu, durdu, istivâ etti. İnsânın vücûdu Arş’tır.
Kelâm, akl ü idrâk, kemâliyle insânda göründü ve zuhûr etti. Binâenaleyh kenz-i
mahfî aşikâr olmuş oldu. Ya'nî kendini idrâk edip bilmek isteyen tabîat-ı
külliyye, terkîb-i kuvâ ederek insânı vecde getirince, insânın akl ü idrâki sâyesinde
kendini de bilmiş, tanımış oldu, demektir.
Kuvâ-yı tabîiyyenin böyle bir insân vücûda getirecek sûrette toplanması
‘haşr’dır. Mevt-i zâhirî ile fenâ-pezîr olup da, eczâ-yı bedenin yine tabîat-ı
câmideye rucûu da ‘neşr’dir. O hâlde insân sahîhan hilkatte maksûd-ı yegânedir,
maksûd-ı aslîdir. Adetâ ağacın meyvesi gibidir. Meyve nasıl bütün bir ağacın
kabiliyyetini câmi’ ise nüsha-i kübrâ ve berzah-ı câmi’ olan insân dahi bütün
şu kâinât-ı mâddiyyenin zübdesidir, özüdür.
Akl ü idrâki i’tibâriyle de kulağıdır, gözüdür. Âdî ve şakî adamlar ham
yemişe benzerler. Kâmiller olgun yemiştir. Ondan tekrâr bir ağaç vücûda
gelebilir ve binlerce yemiş verir. İnsândan koca bir kâinât çıkar. Cennet ve
Cehennem, Arş ve Kürsî hep ondadır. Tabiî, çekirdekten ağacın, ağaçtan
çekirdeğin peydâ olması da ‘devr’ demektir. Tabîatta bütün bu kevn ü fesâd, bir
insân-ı kâmil yetiştirmek içindir.”
Gaybî hazretleri işte bu felsefenin en ince tafsîlâtına
vâkıftır. Ağaç ve çekirdek teşbîhi mühimdir. Şu şiirinde neler söyler:
Bir
vücûddur cümle eşyâ ayn-ı eşyâdır Hudâ
Hep
hüviyyetdir görünen yok Hudâ’dan mâ-adâ
Bu
nutkundan bahs olundu. Uzun bir kasîdedir.
Bir
şecer farz idelüm başdan başa bu âlemi
Fehm
idevüz tâ murâdımuz murâd üzre dilâ
Dâiye
düşdü nevâya kendi zâtın bilmeye
Bâtınından
kopdu nâçâr kuvvet-i neşv ü nemâ
Geldi
hâke anda dahi bulmadı kendüzini
Gitdi
sâka tâ ki ola derdine andan devâ
Bu
felsefesini anlattıktan sonra yaprağa, çiçeğe gelir. Nihâyet yine meyve
sûretinde kemâlini bulup tekmîl-i devr eylemiş olur :
Âkıbet
bunları da terk itdi geldi meyveye
Gördü
kendini temâmet zâtına itdi senâ
İşte bu bir devr-i nâ-mütenâhî teşkîl ider. “İnşân ve
insâniyyet hayy-i lâ yemûttur” demek istiyor.
Çün kemâle irdi meyve hatm olur anda işi
Meyve-i âhar tekâzâsına düşer iştihâ
Sûret-i misliyyesine cilve eyler ol yine
Devr-i dâim bu tecellî üzre olur rû-nümâ
Bu nutku pek mühimdir :
Sana âlem görünen hakîkatda Allâh’dır
Allâh
birdir va’llâhi sanma kim bir kaç ola
Bir
ağaçdır bu âlem meyvesi olmuş Âdem
Meyvedir
maksûd olan sanma kim ağaç ola
Bu
Âdem meyvesinin çekirdeği sözündür,
Sözsüz
bu âdem ü âlem bir anda târâc ola[41]
Bu
sözlerin meâli kişi kendin bilmekdir
Kendi
kendin bilene hakîkat mi’râc ola[42]
Hak
denilen özündür özündeki sözündür
Gaybî özün bilene rubûbiyyet tâc ola[43]
Ricâ-yı fakîranem:
Seyr ü sülûku ikmâl etmeyen, vahdet-i vücûd esrârını
anlamayan kimseler, bu bahisler üzerinde tevakkuf etmemelidir. Zamân-ı
inkişâf-ı hakîkata ta’lîk-i hâl ederek bu bahsi geçmelidir. Zîra dalâlete
düşer. Hakîkatta, tevhîd-i zâta âşinâ bir merd-i rûşenâ olan Hz. Gaybî’nin
sözlerini anlamak için feyz-i ilâhî lâzımdır, nûr-ı aynım.
Manzûmelerinden:
Ne
O budur ne bu O’dur kamu O
Hemân
varlık O’dur şirkden elin yu
Enâniyyet
sana perde olupdur
Tecellî
eyler ise sen seni ko
Ayân
olmaz muhakkak mâ-hüve’l-Hak
Kalırsa
sende senlikden ser-i mû
Hakîkatda
hüviyyet bu nefesdir
İşâretdir
ana gûyâ bu hâ hû
Nefes
hak olduğuna Gaybi hüccet
Münezzehdir
denilmez ana şu bu
* * *
Ne
meczûb-ı ilâhî ol şerâyı’da kusûr eyle
Ne
mahcûb-ı ilâhî ol hakâyıkda küsûr eyle
Ne
hâli ko ne kâli ko olagör mecmau’l-bahreyn
Tenin
şer’a muvâfık kıl dilin sırra kubûr eyle
Ne
mest ol aşkıla dâim ne ayık ol bu gafletle
Miyân-ı
zühd ile irfânı cem’ idüp ubûr eyle
/300/ Celâl ile cemâlin imtizâcından
durur âlem
Ne
mahzûn ol bu dehr içre dem-â-dem ne sürûr eyle
Bu
kesret zehrine mahlût olupdur sekr-i vahdet(de)
Aceb
ma’cûn-ı ekberdir yiyüp Gaybî huzûr
eyle
* * *
Hakîkatda
amel ey Hakk’a tâlib
Gönülden
olmadır pîre murâkıb
Kamu
bildiklerin kaldır aradan
Fenâ
kesb eyle kalmasın meâyib
Mücellâ
olsa dil levs-i kederden
Dem-â-dem
aks ide ilm-i mevâhib
Vücûdun
zerresin aşk ile mahv it
Sana
hâzır ola hep cümle gâib
Hakîkatde
ledün tâliblerine
Maârifle
hakâyıkdır manâsıb
Gönüldür
çün tecellî-gâh-ı Hazret
Sivâ-yı
Hak hiç olur mu metâlib
Özün
vahdetde yeksân eyle Gaybî
Bir
ola tâ sana mağlûb u gâlib
* * *
Hakk’a
irmek ister isen sohbet it merdân ile
Ya'ni
ten kaydını ko zevk üzre ol cânân ile
Cân
ile tenin arası bunca yıllık yoldurur
İrmeğe
mi’râc-ı câna sâlik ol vicdân ile
Mâh-ı
nev kalbin mukâbil eyle pîr-i şemse kim
Aks
üzre ilm ledünnî dolasın irfân ile
Hulk-ı
Hak ile tahalluk itmeğe sa’y eyle var
Kalb-i
pâkin Cennet ola hûr ile gılmân ile
Aşk
ile zenb-i vücûdu mahv idüp Gaybî yok
ol
Alem-i
vahdetde birlik süresin Sübhân ile
Bey’at-nâme’sinden:
“Ulular cemî-i zamânda, “Şeyh bir, dervîş bir olur.” demişlerdir.
Görmez misin, Hz. Risâlet-penâh (salla’llâhu aleyhi ve sellem)
efendimizin zamân-ı saâdetlerinden bu âna kadar gelince, “Esrâr-ı
ilâhiyyeden âgâh olan kibâr, her devirde hakîkat-i bey’ata mahal ve müstahak
olup, hâmil-i sırr-ı Hudâ olmağa kâbil ancak bir yârdır. Sâiri, ahyâr ve ebrâr
ve a’vân u ensârdır.” diye buyurdular. Yoksa zamânımız şeyhleri gibi,
sûret-i insânda olan hayvânın her birini bey’ata mahal ve sezâ-vâr /301/ görüp, “Filân şu
kadar bin adama bey’at verdim, bu kadar dervîşim vardır.” diye iftihâr
eylememişlerdir. Belki her biri, “Asrımızda bey’at verecek adam bulmadık.”
diyü şikâyet eylemişlerdir. Hattâ Molla Hünkâr hazretleri “Bir buçuk dervîşe
kâdir oldum.” buyurmuşlardır. Cedd-i a’lâmız Kalburcu şeyhi Pîr Efendi
hazretlerini, Ca’fer Paşa ziyârete gelip, bi’l-münâsebe, “Sultânım!
Dervîşiniz çok mu?” demiş; “Gelir gider çokdur.” demiş. “Dervîşim
vardır.” dememişlerdir.
Azîzim, mürşidim İbrâhîm Efendi hazretleri, “İstanbul’da kırk sene
mikdârı vardır vahdet davulunu çalıyoruz, ancak bir adama eriştirebildik. Ondan
gayrı muhabbetimize giriftâr ve sırr-ı hakîkatımıza yâr yoktur. Sâir gelip
gidenler müellefetü’l-kulûb makûlesidir.” buyurdular.”
Benim azîzim âgâh ola ki, Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Azîm’inde (لَقَدْ
رَضِيَ اللَّهُ عَنِ الْمُؤْمِنِينَ إِذْ يُبَايِعُونَكَ تَحْتَ الشَّجَرَةِ)[44] buyuruyor. Cemî-i müfessirîn bu
âyet-i kerîmenin nüzûlü hakkında demişlerdir ki:
“Fahr-i âlem (salla'llâhu aleyhi ve sellem) hazretleri, Hudeybiyye
dedikleri yere indiler. Ashâbdan Harrâş b. Ümeyye’yi Mekke-i Mükerreme’ye
gönderdiler ve “Mekke kavmine bizden haber ver. Ceng ü cidâl için gelmedik.
Maksadımız umreye varmaktır, mümâneat etmesinler.” buyurmuşlardır.
Harrâş, bu emr-i celîli Mekke kavmine teblîğ etti. Sözünü dinlemediler,
men’ ettiler. Fahr-i âlem efendimiz, Hz. Osmân’ı gönderdi, habs ettiler. “Şehîd
oldu.” diye şâyiât dahi oldu. Ol zamân Rasûl-i ekrem (salla'llâhu aleyhi
ve sellem), ashâbını toplayıp, bir ağaç dibinde bunlara bey’at verdi.
Bey’atin mazmunu bu idi ki, “Kim benim yoluma, benim sözüme, mâl ve cân ve
teni fedâ eyleyip, dostumu dost, düşmânımı düşmân bilir de her hâlde bana
mütâbeat ve muvâfakat eder ve sözünde sâbit kadem olur?” buyurunca ashâb-ı
kirâm, zekâ ve kiyâset ve nûr-ı firâset ile anladılar ki, Fahr-i âlem (salla'llâhu
aleyhi ve sellem) efendimiz hazretleri kendilerinden emîn değildir.
Habîb-i Hudâ’ya, bi-kemâlihî i’timâd hâsıl olsun diye cümlesi tecdîd-i
bey’at eylediler de, Rasûl-i Ekrem’in elini birer birer ellerine alıp, “Senin
yoluna, senin sözüne mâlımızı, cânımızı, tenimizi fedâ ile her hâlde sana muvâfakat
eder ve bir vechle rızâ-yı risâlet-penâhına muhâlefette bulunmayacağımıza ahd
eyleriz.” dediler.”
/302/ Şeyhinin
lisân-ı hakâyık-beyânından sâdır olan sözleri hemen sebt-i sahîfe-i irfân
edegeldiğinden bu esere, Sohbet-nâme-i İbrâhîm Efendi nâmını vermiş ve ona da, Bey’at-nâme-i Sun’ullâh diye bir zeyl yazmıştır.
Sohbet-nâme’sinden:
"Muhabbet-i kâmile hâsıl oldukça ilhâm ve rü’yâ-yı sâliha ile cümle
müşkiller hallolunur. Muhabbetten tıfl-ı ma’nâ hâsıl olur.
Bir şeyh-i kâmilin söylediği sözü, mürîd derhâl kabûl eylerse, nikâh-ı
ma’nevî hâsıl olur.
İbâdât u tâattan ve mücâhedât ve riyâzâttan ve esmâ vü ezkârdan ve evrâd u
uzletten ve çile vü halvetten maksûd ve netîce, tâlib, kendi hakîkatına erişmek
ve kendi özünden haber-dâr olmak, bi-kemâlihî mâhiyyetini bilmektir. Bu maksada
yol ise, ikiden hâlî değildir : Yâ mücâhede-i bedeniyye ki, vâdî-i berzahîdir.
Yâ cezbe-i ma’neviyye ki, şâh-râh-ı ma’nevî ve râh-ı vahdetidir. Nitekim Kâsım
Envâr, bu beyit-i ra’nalâriyla aşikâr buyurmuşlardır:
از دو بيرون نيست ره كر مرد راهى اين بدان
يا طريق جذبه بايد يا طريق اجتهاد[45]
Huzûr isteyen, zuhûr istemez; zuhûr isteyen, huzûr istemez. Muhabbet
isti’dâdın cilâsıdır. Halkın mâ-lâ-ya’nî ile iştigâli, sohbet kadrini
bilmediklerindendir. Sıddîklar hakkında, yetmiş adam, “Filân kimse
mülhiddir, zındıktır.” demedikçe mertebe-i velâyete kadem basılmaz.
Namâzın hakîkati, Hak’la dâimâ vuslat olduğunu beyân sadedinde :
نماز ابلهان سهو سجودست
نماز عارفان محو وجودست[46]
buyururlar imiş. (Kaddesa'llâhu
sırrahû)”
Cenâb-ı Şeyh Sun’ullâh-ı Gaybî rehber-i pür-şân
Serîr-i ma’rifetde câlis olmuş bir şeh-i devrân
Azîzi mürşidi İbrâhim’e peyrev olup gelmiş
Hakîkat âleminde sâhib-i esrâr-ı bî-pâyân
İlâhî bizleri esrâr-ı zâtından haber-dâr it
Günâh-kârız inâyet kıl bi-hakk-ı Hazret-i Kur’ân
[1] Bu ibarenin hesaplanmasından 841
çıkmaktadır. (H)
[2] (لا يحزنون) “Onlar mahzun da olmayacaklar.” şeklinde 12 âyette geçmektedir. Bunlardan birisi
şöyledir:
(فَمَن تَبِعَ هُدَايَ
فَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ) "Kimler benim hidayetime
uyarsa artık onlara bir korku yoktur ve onlar mah zun da olmayacaklar."
2. Bakara
sûresi, 38. (H)
[3] “Dergâhına yüz süren kara
yüzlüler, bahtiyâr olur. Ey Hz. Bayram meded! Bahtımın karalığından
inlemekteyim.
Ey Edhem! Her ne kadar vebâl ve günâhla doluysam
da, Hacı Bayram-ı Velî’ye intisâbla şübhesiz iki cihân saâdetine erişirsin. Ey
Hz. Bayram meded!” (H)
[4] “Allâh’ın velîlerinden Bayram-ı Velî-ki, bu
yapıyı binâ edendir Hacı ve öğülecek bir zâttır.
Gece-gündüz grubu
ortaya çıkınca ümranına himmet etti, ötelerin kahraman şeyhi.
Tamirinin tamâmlandığını gören, sevinçle bu câmi
tamir edildi diye târîhini söyledi.” (H)
[5] “Afrâsiyab’ın kubbesinde (baykuş) nöbet tutuyor.
Kayser’in sarayında da, örümcek perdedârlık yapıyor.” (H)
[6] “Dostlarının kalblerini Hazretin kapısına
cezbeyleyen ve o kalblere görünmeyen bir sûrette yardım eden Allâh’a hamd
olsun. Bundan dolayı onlar, Hz. Allâh’ın ezelî ve ebedî oluşunu kesin olarak
gördüler. Onların varlığını, kendi yüce varlığında yok etti. Böylece onlar,
Allâh’ın zâtının denizinde dağıldılar.
Salât ve selâm ise, yaratıkları
arasından seçerek gönderdiği ve en kâmil kulu olan Hz. Muhammed (a.s.)’a olsun
ki, varlık âleminin önde gelenleri, onun kemâline ve husûsiyetine şehâdet
etmişlerdir. Ayrıca âline, ashâbına ve vârislerinden kâmil ihvânına da (salât
ve selâm olsun.)” (H)
[7] “Hüküm Allâh’ındır ve işler Allâh’ın kudret
elindedir.” (H)
[8] “Senden
önce hiçbir insana ebedî hayat vermedik.” 21. Enbiyâ sûresi, 34. (H)
[9] “Şu dünyada
kör olan kimse âhirette de kördür.” 17. İsrâ sûresi, 72. (H)
[10] "Sen dağları görürsün de,
onları yerinde durur sanırsın. Oysa onlar, bulutun yürümesi gibi
yürümektedirler." 27. Neml
sûresi, 88. (H)
[11] “... Hayır
onlar yeni bir yaratılıştan şübhe etmektedirler.” 50. Kâf sûresi, 15. (H)
[12] “Ben yere ve
göğe sığmam. Ancak mü’min kulumun kalbine sığarım.” Hadisçiler bunu sahîh hadîs
olarak
[13] “Nasıl
ölürseniz öyle haşrolunursunuz.” (H)
[14] “Artık onlara
bir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.” 2. Bakara Sûresi, 38. (H)
[15] “... Öyle adamlar
vardır ki, Allah’a vermiş oldukları ahde sadakat gösterirler.” 33. Ahzâb
sûresi, 23. (H)
[16] (اتقوا فراسة
المؤمن فانه ينظر بنور الله) “Mü’minin ferâsetinden korkunuz. Çünkü
o, Allah’ın nûru ile bakâr.” et-Tirmizî Sünen,
Tefsîri-i sre, 15,16. (H)
[17] “Muhabbetinin nûruyla gönlünüzü nurlandıran,
sevgisinin şevkıyla kendisine âşık kılan, şerîatının erkânıyla edeplendiren,
sizi kendi yoluna sokan, ma’rifesini anlamayı öğreten, gerçeği tam mânâsıyla
kavrayıp peygamberine vâris kılan Allah’a hamd olsun.” (H)
[18] "Bu Hâlid’in kabridir." (H)
[19] Bu ibârenin hesaplanmasından 861
çıkmaktadır. (H)
[20] Kendilerine
“Sivaslı” diye Şakâyık’da yazılması, pederinin Sivaslı olmasından
kinâyedir. Vâlidesi ise Amasyalıdır. Hz. İbrâhîm, Amasya’da doğmuştur. Hafız
Hüseyn-i Ayvansarâyî
böyle yazar.
[21] Bu ibârenin hesaplanmasından verilen tarih
çıkmamaktadır. (H)
[22] Bu ibârenin hesaplanmasından verilen tarih çıkmamaktadır.
(H)
[23] “Koğulmuş
şeytandan Allah’a sığınırım. Rahîm ve Rahmân olan Allah’ın adıyla iyi bilin ki,
haberiniz olsun, Allah’tan başka ilâh yoktur. Muhammed Allah’ın elçisidir.
Allah’ın dostlarına korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır. (Yûnus
sûresi, 10). İşler husûsunda çaresizliğe düştüğünüz zaman kabir ehlinden yardım
dileyiniz.” (Son kısım için el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, c.I, s. 85’de. (H)
[24] Bu paragraf, konuya uygun olduğu için, Sefîne 269.
sayfadan buraya hakledilmiştir. (H)
[25] Bu ibârenin hesaplanmasından
verilen tarih çıkmamaktadır. (H)
[26] "Bize nimet veren, İslâm'la
şereflendiren, bizi sevgilisi Muhammed (aleyhi's-salâtü ve's-selâm)'ın
ümmetinden kılan Allah'a hamd olsun. 'Eğer Allâh'ı seviyorsanız, bana itâat
edin ki, Allah da sizi sevsin.' (3. Âl-i İmrân suresi, 31)" (H)
[27] Rasûlüllah
(s.a.s.) şöyle buyurdu: Yâ Ali! Senin etin, benim etim; senin cismin, benim cismim;
senin kanın, benim kanım.” (H)
[28] “Allah,
vahyettiği şeyi bunun üzerine vahyetti. Gördüğünü kalbi yalanlamadı.” 53. Necm
Sûresi, 10-11. (H)
[29] “Senin
varlığın, başka bir günahın kendisiyle mukâyese edilemeyeceği bir günahtır.”
(H)
[30] “Allah,
kendisine ortak koşulmasını aslâ bağışlamaz; bundan başkasını dilediği kimse
için bağışlar.” 4. Nisâ sûresi, 48. (H)
[31] "Çocuk, babasının sırrını
taşır." (H)
[32] (وَمَن
دَخَلَهُ كَانَ آمِنًا)
«Orada apaçık deliller vardır. İbrâhîm’in makamı vardır. Kim oraya girerse emniyette
olur.” Âl-i İmrân sûresi, 97. (H)
[33] “Taşlanarak
(kovulmuş) şeytandan Allah’a sığınırım. Rahman ve Rahim olan Allah’a
sığınırım. Allah’ın dilediği olur, dilemediği olmaz. De ki:
[34] “Nefsini bilen
kişi Rabbini de bilir.” el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ,
c.II. s. 262. (H)
[35] Bu ibârenin hesaplanmasından verilen tarih çıkmamaktadır.
(H)
[36] "Rahmân ve Rahîm olan Allâh'ın adıyla. Bizi imânın gerçeğine ulaştıran, bir işi en
iyi yapıp kavrama imkânını ikrâm eden, irfan yolunun ezelî inâyetine muvaffak
kılan, manevî zevk ve vicdân ehlinin yoluna girmeyi bize kolaylaştıran Allah'a
hamd olsun. Salât ü selâm, rûhun ve bedenin menşeini açıklayan, bütün insanlara
ve cinlere gönderilip onlara Kur'ân nassıyla mebde' ve meâd ilmini öğreten
(Rasulu'llâh)'a, onun, Kitap ve Sünnetle hidâyete erdirici olan âline ve
ashâbınadır." (H)
[37] “Hiç bilenler bilmeyenler bir olur mu?” 39. Zümer sûresi,
9. (H)
[38] “Kim bir kavme benzerse o, ondan olur.”
el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, II, 240. (H)
[39] Rasûlullah (s.a.s.)’in
buyurduğu gibi: “Biriniz bir kardeşini seviyorsa, bunu ona bildirsin.” Tirmizî,
sünen, zühd, 54; Ebû Dâvûd, Sünen, Edeb, 113. (H)
Allah Teâlâ’nın buyurduğu gibi:
“Birbirine Hakk’ı tavsiye ederler...” 103. Asr sûresi, 3.) (H)
[40] Bu zât
Kalburcu şeyhi Pîr Ahmed Efendi ise, Hz. Sünbül’ün halîfesidir. III. cildde 278. sahifede bahsi
geçti.
[41] Yani senden
maksûd, ilâhiyyü’l-asl olan kelimâtdır.
[42] “Men aref
sırrı budur. İnsanın kendi vicdânına girip, bu hakîkati tayakkun etmesi
mi’râc-ı hakîkattir.
[43] Sırr-ı
ulûhîyyetin vicdânda tecelli ettiğini ve vicdânın, Arş-ı Rahmân olduğunu
anlaması, rubûbiyyeti de anlamış olmaktır, demek istiyor.
[44] “Andolsun ki, o ağacın altında
[45] “Şunu bil ki, eğer bir yolun adamıysan şu iki halin
dışında değilsin: Ya cezbe yolu gerek, ya da ictihad yolu.” (H)
[46]
“Abdâlların namâzında sevih secdeleri bulunur. (Hâlbuki) âriflerin
namâzında vücûd mahvolur.” (H)
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar