Print Friendly and PDF

ŞEYH HAMÎDÜDÎN-İ AKSARÂYÎ [“Şeyh Hâmid” ve “Hamîdüddîn-i Velî el-Aksarâyî”]

 

Kaynak: SEFÎNE-İ EVLİYÂ- Osmânzâde Hüseyin VASSÂF, hzl: Prof. Dr. Mehmet AKKUŞ, Prof. Dr. Ali YILMAZ,  2005, İstanbul c:2


BAYRAMİYYE TARİKATI

 

SİLSİLE-İ CELÎLE-İ BAYRAMİYYE

/251/ - Hz. İmâm Alî (Radıya'llâhu anh)

- Hz. Hasan el-Basrî (Radıya'llâhu anh)

- Hz. Habîb-i A’cemî (Radıya'llâhu anh)

- Hz. Dâvûd-ı Tâî (Radıya'llâhu anh)

- Hz. Ma’rûf ı Kerhî (Radıya'llâhu anh)

- Hz. Seriyy-i Sakatî (Radıya'llâhu anh)

- Seyyidü’t-tâife Hz. Cüneyd-i Bağdâdî (Kaddesa'llâhu sırrahû)

- Şeyh Mimşâd-ı Dîneverî (Kaddesa'llâhu sırrahû)

- Şeyh Muhammed-i Dîneverî (Kaddesa'llâhu sırrahû)

- Şeyh Muhammed-i Bekri (Kaddesa'llâhu sırrahû)

- Şeyh Vecîhüddîn el-Kâdî (Kaddesa'llâhu sırrahû)

- Şeyh Ömer-i Bekrî (Kaddesa'llâhu sırrahû)

- Şeyh Ebu’n-Necîb-i Sühreverdî (Kaddesa'llâhu sırrahû)

- Şeyh Kutbüddîn-i Ebherî (Kaddesa'llâhu sırrahû)

- Şeyh Rükneddîn-i Sincâsî (Kaddesa'llâhu sırrahû)

- Şeyh Şihâbeddîn-i Tebrîzî (Kaddesa'llâhu sırrahû)

- Şeyh Seyyid Cemâleddîn-i Ezherî (Kaddesa'llâhu sırrahû)

- Şeyh İbrâhîm Zâhid-i Geylânî (Kuddise sırruhû)

- Şeyh Safiyyüddîn-i Erdebîlî (Kaddesa'llâhu sırrahû)

- Şeyh Sadreddîn Mûsâ Erdebîlî (Kaddesa'llâhu sırrahû)

- Şeyh Hâce Alî Erdebîlî (Kaddesa'llâhu sırrahû)

- Şeyh İbrâhîm el-ma’rûf bi-Erdebîlî (Kaddesa'llâhu sırrahû)

- Şeyh Hamîdüddîn-i Aksarâyî (Kaddesa'llâhu sırrahû)

- Pîr-i tarîkat-ı aliyye-i Bayramiyye el-Hâc Bayram-ı Velî (Kuddise sırruhu’l-celî) hazretleri. Velâdeti : 758. İrtihâli : 833. Müddet-i ömr : 75.

 

/252/ ŞEYH MİMŞÂD-I DÎNEVERÎ

İsm-i şerîfleri Ahmed Mimşâd, künyeleri Ebu’l-Fevâris ve Ebû Alî’dir. Tabakâ-i sâlise ricâlinden ve meşâyıh-ı Irak’ın ekâbirinden olup, eâzım-ı evliyâu’llâh’dandır. Beyne’l-ulemâ, “Miftâhu’l-mezheb” nâmıyla ma’rûfdur. Fıkıhda yed-i tûlâsı vardı. Te’lîfât-ı kesîre vücûda getirmişlerdi. Hızır (aleyhi's-selâm)’ın delâletiyle Hz. Cüneyd’den iktibâs-ı füyûzât eylemiştir.

Mürîdin edebi, meşâyıhın hürmetlerini istilzâm eder. Karındaşlarına hürmet ve esbâb-ı dünyeviyyeyi terk ve nefs üzerine âdâb-ı şer’iyyeyi muhâfaza cümle-i âdâbdandır.” buyururlar imiş. Kelimât-ı hakâyık-âyâtlarından olarak, “Âriflerin derûnunda Allâh teâlâ, bir âyîne koymuştur ki, ona ârif sırran nazar eder. Onda gayb u şehâdeti ve cemâl ü kemâl müşâhede eyler. O âyîne gönülde bir makâmdadır ki, ona âriflerden başka kimse muttali’ değildir.” sözü meşhûrdur.

İrtihâlleri târîhinde ihtilâf vardır: 299/(911-912) veyâ 297/(909910) ve yâhûd 311/(923)’dir. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

 

ŞEYH MUHAMMED-İ DÎNEVERÎ

İsm-i şerîfleri Muhammed, künyeleri Ebû Abdullâh; peder-i âlîlerinin ismi Abdülhâlık’dır. Buhârâ kurbünde Ramten karyesinde doğmuştur. Ba’de’t-tahsîl Bağdâd’a giderek, Şeyh Mimşâd-ı Dîneverî’den ahz-i füyûzât eylemiştir. Şeyhinin irtihâli üzerine bir müddet Vâdi’l-Kurâ’da neşr-i tarîkat buyurmuşlardır. Te’lîfât ve muharrerâtı vardır. Sinni yüz yaşını tecâvüz etmiştir. 370/(980-981) veyâ 375/(985) senesinde terk-i dünyâ buyurdular.

Fasîhu’l-lisân, sahîhu’l-beyân olup fevka'l-âde edîb, ârif-i bi’llâh idi. Dâimâ yaya olarak hacca gider, gelir imiş. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

 

ŞEYH MUHAMMED-İ BEKRÎ

Kuds-i şerîfde dünyâya revnak-fezâ olup ba’de’t-tahsîl Şeyh Muhammed-i Dîneverî hazretlerinin meclis-i sohbetine erişmiştir. Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk efendimizin nesl-i pâkindendir. Vaktini dâimâ va’z u nasîhatle geçirir, muttakî, sâlih bir pîr-i rûşen-zamîr idi.

Cenâb-ı Şeyh, bir gün esnâ-yı va’zında, “Meclis-i ilm o kadar müessirdir ki, hâzır olanlar safâ bulur ve mağfûrînden olurlar. Gayr-i müslim bile meclise dâhil olsa, şeref-i İslâm ile müşerref olur.” demesiyle ehl-i meclis birbirlerine bakmağa başlar. Bu sırada içlerinden birine hitâben, “Gel bu saâdetten mahrûm kalma; İslâm’a gelerek saâdet-i şeref sâhibi ol.” buyurur. Hemen o şahıs ki, bu şeyh keşf-i kulûb ediyormuş, “Beni tanıyabilir mi?” diye tecrübe için gelmiş imiş. /253/ Ayağa kalkarak kelime-i şehâdet getirmiş, şeref-i İslâm ile müşerref olmuştur.

Hz. Şeyh’in hizmetinde bulunarak mazhar-ı saâdet olduğu menkûldür. Şeyh’in Hicâz’dan avdetinde 380/(990) târîhinde Kuds-i şerîfde âzim-i bâr-gâh-ı Hudâ olduğu mestûr-ı sahîfe-i âsârdır. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

 

ŞEYH VECÎHÜDDÎN el-KÂDÎ

"Vahyüddîn" yazanlar da olmuştur. Doğrusu Vecîhüddîn’dir. İsm-i şerîfleri Ömer’dir. Sülâle-i tâhire-i Sıddîkıyye’dendir. Şeyh Muhammed el-Bekrî’den ahz-ı tarîkat buyurdular. Pederleri Şeyh Ömerî(?)’den ve Şeyh Ahî Ferâh-ı Zencânî’den dahi iktibâs-ı feyz-i saâdet eylediler.

Sühreverd’de doğmuş, Bağdâd’da tahsîl etmişti. Kâdılıkta bulunarak bi'l-âhare terk-i meslek eyledi. Târîh-i intikâli 442/(1050) veyâ 452/(1060)’dir. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

 

ŞEYH ÖMER el-BEKRÎ

Sülâle-i Sıddîkiyye’dendir. Vecîhüddîn el-Kâdî’nin halîfesidir. 520/(1126)’de intikâl eyledi. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

 

EBU’N-NECÎB-İ SÜHREVERDÎ

Ekâbir-i ehlu’llâhdan bir zât-ı âlî-kadrdir. Mufassal tercüme-i hâlleri yazılmıştır. Müstakillen neşr olunmuştur. Târîh-i intikâlleri 563/(1168)’tür.

 

ŞEYH KUTBEDDÎN-İ EBHERÎ

“Ebherî” veyâ “Ebhurî” sûretinde okunur. Nâmları Kutbeddîn; künyeleri Ebû Reşîd; pederleri Ahmed b. Muhammed el-Ebherî’dir.

Semerkand’da Ebher karyesinde dünyâya gelmiş, Merâga’da büyümüş, Azerbaycân’da tahsîl ile Ebu’n-Necîb’den feyz-yâb olmuştur. Gâyet âlim ve fâzıl ve ârif idi.

622/(1225)’de terk-i âlem-i dünyâ ettiler.

 

ŞEYH RÜKNEDDÎN-İ SİNCÂSÎ

“Sincâs” hakkında, hulefâ-yı Uşşâkiyye’den ve fuzalâdan Hazmî Efendi dedi ki:

Câmî hazretlerinin tashîhinden geçen Nefehât nüsha-i asliyyesinde, üç yerde Sincâs olduğu mazbûttur. “Sincâs” bir mahal ismi olup, Rükneddîn hazretlerinin maskat-ı re’sidir. Müşârünileyhin bakırcılık etmesinden kinâyeten “Nehhâs” diyenler de vardır. "Garîbî", "Sincâsî" veyâ "Nehhâsî", “Necâşî”ye tahvîl olunup, tarîkat silsile-nâmelerinde böyle yazılıyor. Necâşî, Habeş hükümdârına derler. Müşârünileyhe isnâdı galat-ı fâhiştir.”

İsm-i âlîleri Alî, künyeleri Ebu’l-Hasan, lakabları Rükneddîn’dir. Kümmelînden bir zâttır. Lemezât’ta tercüme-i hâlleri mufassalan mündericdir.

628/(1231)’de âlem-i bakâya göçtüler. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

 

ŞEYH SAFİYYÜDDÎN-İ ERDEBÎLÎ

Meşâhîr-i sûfîyyeden olup Erdebîl’de zâviye-nişîn idi. İmâm Mûsâ Kâzım (radıya'llâhu anh) efendimizin nesline mensûbdur. Zâhid el-Geylânî hazretleri yedinden şarâb-ı hâli içmekle nihâyet kendinden ve cemî'-i mâ-sivâdan geçmiştir.

/254/ Bu zât hakkında Timurlenk’in ol kadar hürmet ve i’timâdı vardı ki, Anadolu cihetinden almış olduğu bir çok üserâyı, bunun iltimâsı tahlîs etmiştir.

Mülûk-ı Safaviyye’nin ceddidir. Evlâd u ahfâdı Erdebîl’de câ-nişîn-i irşâd olmuş ve giderek Uzun Hasan ile sıhriyyet peydâ husûle gelerek, bunlardan Şâh İsmâîl, meşîhatı saltanata tebdîl ve mülûk-ı Safaviyye devletini te’sîs eylemiştir. Safiyyüddîn-i Erdebîlî bunun zuhûrunu rü'yâsında görmüş ve haber vermiştir. Şöyle ki :

Bir gece âlem-i ma’nâda karnında köpek yavruları görür. Uyandıkta ağlamağa başlayarak, “Benim sülâlemden Benî Ümeyye gibi halef kimseler gelse gerektir.” buyurmuşlardır. Fi'l-hakîka Kızılbaş tâifesinden olan mezkûr mülûk-ı Safaviyye zuhûr etmiştir. Şâh İsmaîl, Şâh Tahmasb ve Şâh Abbâs bunlardandır. Âlem-i İslâm’a fitne ve fesâd sokmuşlardır. Hâlen zamânımızda bile te’sîrât-ı mazarrat-bahşâsını görüyoruz.

 

ŞEYH SADREDDÎN MÛSÂ

Safiyyüddîn’in küçük oğludur. Lezzet-i ma’rifeti pederinden tatmış ve bezm-i vahdette safâlar sürmüş bir zât-ı velâyet-simâttır.

 

HÂCE ALİYY-İ ERDEBÎLÎ

Hz. Sadreddîn’in oğludur. Libâs-ı takvâyı pederi giydirip, kendi eliyle şerbet-i tarîkatı içirmiştir. Pek çok kerâmâtı görülmüş bir merd-i rûşen-dildir.

 

ŞEYH İBRÂHÎM-İ ERDEBÎLÎ

Hâce Alî’nin oğludur. Pederinden iktibâs-ı envâr edip, tâc-ı kerâmet ve hırka-i tarîkatı giymiş ve deryâ-yı ma’rifete dalmıştır. Bunun oğlu Şeyh Cüneyd, onun oğlu Şeyh Haydar olup, Nûşirevân tarafından katl olunmuştur. Râfizîler ile mülûk-ı Safaviyye ondan türedi.

 

ŞEYH HAMÎDÜDÎN-İ AKSARÂYÎ

“Şeyh Hâmid” ve “Hamîdüddîn-i Velî el-Aksarâyî” diye meşhûrdur. Kayserili Şeyh Şemseddîn-i Mûsâ nâm zâtın oğludur. Kayseri’de dünyâya revnak-fezâ olmuştur.

Tarîkat neş’esine bidâyeten pederinden vâsıl olup, onun terbiyesiyle ba'zı makâmâta erişmiştir. Ba’dehû seyâhata çıkıp, pek çok meşâyıh-ı ızâm ile görüştükten sonra, Şâm-ı şerîfe gelmiş ve mürşid-i kâmil bulmak ümniyyesiyle Tebrîz’e kadar gidip, Hâce Aliyy-i Erdebîlî hazretlerinin bezm-i irfânına erişmiştir. Ba'zı nüshalarda, “Hâce Alâeddîn” sûretinde yazılmıştır.

Müşârünileyhden ahz-ı feyzden ve kemâlât-ı hakîkiyyeden ne bulduysa, müşârünileyh yüzünden bulduktan sonra, bir müddet inzivâ ve mücâhede ile dem-güzâr olup, ba’dehû şeyhinin irşâd ve işâretiyle Bursa’ya gelip, ümmî tavrı takınarak ekmekçilik ile taayyüşe başlamıştır.

/255/ O zamân mutasarrıf-ı vakt imiş. Berâ-yı teessür o san’atla meşgûl olurlar imiş.

Bursa’daki Molla Fenârî Mahallesi'ndeki fırınları el’ân mevcûd ve ziyâret-gâhtır. Ekmek sattıkları mahal Ulucâmi'-i şerîfin kapısı karşısında Sahaflar Çarşısı’nın orta mahallidir. Hâlen bahçe hâline konulmuş, teberrüken başka bir şey yapılmamıştır. Her hafta Cuma günleri ahâlîden bir kısım burada toplanır, duâ ederler.

“Somuncu Baba” diye şöhretleri vardır. Bu sıralarda Ulucâmi’in inşâatı hitâma ermekle Yıldırım Bâyezîd Hân, dâmâdı Emîr Sultân’dan minberde va’z eylemesini ricâ ettikte “Efendim! Şu direğin arkasında Ekmekçi Dede vardır, benden âlimdir.” diyerek Hamîdüddîn’i ortaya sürmüştür.

Hây Emîr hây, niçin bizi faş ettin?” diyerek bi’z-zarûr hutbeyi okumuşlar; sûre-i Fâtiha’ya yedi türlü ma’nâ vermişlerdir. Hâzır bulunanlardan allâme-i cihân ve Şeyhü'l-islâm Molla Fenârî, müşârünileyhin irfân u kemâline hayrân olmuştur. Kıssaları uzun ve meşhûrdur.

Cemâat dağılırken, Hz. Hamîdüddîn’i her üç kapıdan çıkarken görmüşlerdir. Bursa müderrislerinden Hacı Bayram Efendi, Ekmekçi Dede’nin bu hâline vâkıf oldukta, dâmen-i irfânına yapışıp, âkıbet ondan şarab-ı hâli içmeğe muvaffak olmuştur. Her nereye giderse maiyyetinden ayrılmayacağını te’mîn eylemesiyle, birlikte Şam’a, ba’dehû Haremeyn-i muhteremeyne gittiler. Aksaray kasabasına avdet ettiler. (Hacı Bayram), azîzinin irtihâline kadar orada kaldılar, hıdmet-i şerîfelerinde bulundular. Aksaray kasabasında medfûndur, “Aksarâyî” bundan kinâyeten denilmiştir.

Gegbûze (Gebze)’de bir türbe gördüm. Hamîdüddîn-i Aksarâyî hazretlerine nisbet edilmiş. Ahâlî-i mahalliyyenin rivâyetine nazaran mazannadan ba'zı zevât keşfen böyle söylemişler, türbe yapılmış, hâlbuki hakîkat değildir.

“Tâc-ı ârifîn: (تاج عارفين) terkîbi târîh-i intikâlleri olan 815/(1412)’i iş’âr eder.

Şerh-i Hadîs-i Erbain nâmıyla bir eserleri vardır. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

Müşârün ileyhin Bâyezîd-i Bistâmî vâsıtasıyla Sıddîk-ı A’zam efendimize müntehî bir silsile-i tarîkları müsâdif-i nazar-ı fakîranem olmuştur :

- Şeyh Hamîdüddîn-i Aksarâyî (Kuddise sırruhû),

- Şeyh Şâdî er-Rûmî (Kuddise sırruhû),

- Şeyh Ibrâhîm el-Busîrî (Kuddise sırruhû),

- Şeyh Süleymân-ı İskenderanî (Kuddise sırruhû),

/256/ - Şeyh Hasan-ı Esterâbâdî (Kuddise sırruhû),

- Şeyh Mahmûd-ı Basrî (Kuddise sırruhû),

- Şeyh Osmân-ı Rûmî (Kuddise sırruhû),

- Şeyh Mahmûd-ı Kerhî (Kuddise sırruhû),

- Şeyh Sa’deddîn-i Bağdâdî (Kuddise sırruhû)

- Şeyh İshâk-ı Hârezmî (Kuddise sırruhû),

- Şeyh Süleymân-ı Necdî (Kuddise sırruhû),

- Şeyh Süleymân-ı İsfahânî (Kuddise sırruhû),

- Şeyh Ahmed-i Horâsânî (Kuddise sırruhû),

- Şeyh Ebu’l-Hasan-ı Cürcânî (Kuddise sırruhû),

- Şeyh Mûsâ el-Bestâmî (Kuddise sırruhû),

- Şeyh İbrâhîm-i Hindistânî (Kuddise sırruhû),

- Hz. Şeyh Bâyezîd-i Bestâmî (Kuddise sırruhû).

 

CENÂB-I PÎR HACI BAYRAM-I VELÎ

Kutb-ı zamân olan bu zât-ı muhterem Ankara’da Solfasıl (Zülfazl) nâm karyede yediyüz ellisekiz (1357) senesinde âlem-i nâsûta kadem-zen olmuştur.

Peder-i muhteremlerinin ismi Koyunluca Ahmed’dir; üç evlâdı olup, büyüğü Bayram, ortancası Safiyyüddîn, küçüğü Abdâl Murâd’dır.

Hz. Bayram, tahsîl-i ulûm ederek müderrislikle, Ankara ve Bursa şehirlerinde bulunmuştur. Bursa’da Çelebi Sultân Mehmed Medresesi’nde ikâmet ettikleri oda el’ân ziyâret olunur.

Bursa’da iken Hamîdüddîn hazretlerinin şeref-i himâyetine mazhar olup, zamân-ı tesâdüf Kurban Bayramı’nda vâki’ olmağla, mürşidleri, “Bayram” tesmiye etmiş idi. Bu zât-ı muhteremle Şam’ı ve Haremeyn-i muhteremeyni ziyâretle Aksaray’a gittiği menkûldür. Müstahlef olup Bursa’ya me’mûr oldular. Bidâyeten Bursa’da Emîr Sultân hazretleriyle çok görüşüp, hattâ Hz. Emîr’in intikâlinde gasl edip, namâzını kıldırmıştır.

Âlim, âmil bir müderris-i fâzıl olup, zamânının kıdve-i enâmı ve merci’-i hâss u âmmı olmuşidi. Hattâ Germiyân’a giderken, Fâtih Sultân Mehmed’in pederi Sultân Murâd-ı sânî haber alıp, kendine vezîr etmek istemiş ise de, hussâd mâni’ olup ba'zı hedâyâ ile tatyîbini kâfî gördüler. O erbâb-ı gaflet, Hz. Bayram’ın esâsen böyle bir teklîfe cevâb-ı muvâfakat vermeyeceğini tahmîn edemediler.

/257/ Âhir vakitlerini Ankara’da geçirip irşâd ile meşgûl olmuş ve kendi kedd-i yemîniyle ekip biçtiği burçakla taayyüş edip, ağniyâdan topladığı sadakaları erbâb-ı fakr u ihtiyâca tevdî’ etmeyi i’tiyâd edinmiş idi. Kerâmât-ı zâhire ve makâmât-ı ma’neviyye sâhibi idi.

Sultân Murâd-ı sânî bunu pek iyi takdîr ettiğinden, hussâdın sözünü dinlemeyerek Edirne’ye da’vet edip, salâh u kemâlini görünce duâsını taleb ve rızâsını celb etmiştir ve Câmi'-i Atîk’te va’z u nasîhat eylemesini temennî kılmasıyla pâdişâhın ârzûsunu yerine getirmiştir.

Câmi’-i Atîk, Yıldırım Bâyezîd’in oğlu Emîr Süleymân tarafından başlatılıp Çelebi Sultân Mehmed tarafından ikmâline muvaffak olunan ma’bed-i mukaddestir. Cenâze penceresi yanında Hz. Pîr’in va’z u nasîhat esnâsında oturdukları kürsü el’ân mevcûddur. Elyevm teberrüken ziyâret olunur. Muharrir-i fakîr, mükerreren Edirne’ye azîmetimde ziyâret ettim.

Evliyâ Çelebi, Seyâhat-nâme’sinde yazar ki:

“Anadolu’da büyük bir nüfûz-ı ma’nevîsi bulunan Hacı Bayram-ı Velî, bu câmi’de mevâızda bulunmuştur ve i’tikâfa girip çok ibâdet ederek, nice yüzbin âdemi va’z u nasîhatla irşâd etmişlerdir. Hâlen kürsî-i şerîfleri bir köşede teberrüken mahfûzdur. Bir kimse o kürsüye çıkıp va’z etmeye kâdir değildir. Zîrâ erenler mekânıdır. Sultân Ahmed Hân, Edirne’ye geldikte bir fuzûl şeyh, isbât-ı vücûd için Hacı Bayram kürsüsüne çıkmak ister. Câmi’ hademesi men’ ederler. “Çıkman sultânım!” derler. Ricâ ederler, herîf dinlemeyip kürsüye urûc ederse de, “Bi’smi’llâh” demeye kâdir olamadı. Lâl u hayrân bir hâlde kaldı. Bir kaç def'a kendini zorladıysa da muktedir olamayıp, kürsüden iner. O asırdan beri öyle kalmış bir kürsü ve mekân-ı kibârdır.”

Hz. Bayram-ı Velî, Gülşenî Veli Dede Dergâhı’nda minberin sağ tarafındaki mahalde bir erbaîn çıkarmıştır. Azîzim merhûm Şerefeddîn Efendi dâimâ burada oturur, Hz. Pîr’in enfâs-ı kudsiyyelerinden istifâza buyururlar idi.

Hz. Bayram, Ankara’ya avdet buyurdular. Sohbet ve mükâleme-i reşâdetleri gâyet müessir idi. Nutk-ı şerîfleri herkesin üzerinde te’sîr husûle getirir idi. Bir çok kimseleri zirve-i velâyete ulaştırdıktan sonra, "irtihâlü'l-insân" (ارتحال الانسان) /258/ ve "el-hayr" (الخير)[1] kelimesinin nâtık olduğu üzere 833/(1430)’te âlem-i âhirete intikâl eylediler. Ankara’da medfûndur. Müstakil ve müzeyyen bir türbesi vardır.

1328/(1910) senesinde İstanbul’dan sûret-i mahsûsada ziyâret-i aliyyeleri kasdıyla Ankara’ya gittim. el-Hamdü li’llâhi teâlâ ziyâretle kâm-yâb oldum. Sandûkalarının üzeri sırma işlemeli bir pûşîde ile mestûrdur. Etrâfında pirinçten ma’mûl bir şebeke vardır. Tâc-ı şerîfleri, hırka-i latîfleri, kamîs-i nazîfleri, mahfûz-ı mevki’-i ihtirâmdır. Esnâ-yı ziyâretteki safâ-yı derûn lisân-ı vasfa sığmaz.

Türbe-i şerîfelerinde âvihte-i mevki’-i ihtirâm olan elvâh-ı medhiyyeyi istinsâh etmiş idim. Teberrüken her birini ber-vech-i zîr nakl ediyorum:

Pîşvâ-yı urefâ Hazret-i Bayram-ı Velî

Kutb-ı aktâb-ı Hudâ Hazret-i Bayram-ı Velî

 

Bâde-i aşk-ı hakîkî ile ser-mest olarak

Bulmuş envâ’-ı safâ Hazret-i Bayram-ı Velî

 

Lutfuna hem de kerâmâtına yokdur gâyet

Melce-i bây u gedâ Hazret-i Bayram-ı Velî

 

Anla kudsiyyetini Şeyh Hamîdü’d-dîn’in

Eyledi hıdmet ana Hazret-i Bayram-ı Velî

 

Dâhil-i dâire-i feyz olan uşşâka

İder ihsân u atâ Hazret-i Bayram-ı Velî

 

Müstefîz eyle dahîl-i keremindir Sa’dî

Yetiş imdâdına Yâ Hazret-i Bayram-ı Velî

 

                     *   *   *

Ey olan bâsıra-i kalbi elemle tîre

Sür yüzün türbe-i ulyâ-yı Cenâb-ı Pîr’e

 

                     *   *   *

Câm-ı aşkın mazharıdır Hacı Bayram-ı Velî

Ehl-i Hak’kın rehberidir Hacı Bayram-ı Velî

 

Âsitânın bekleyen elbet irer maksûduna

Ârifânın serveridir Hacı Bayram-ı Velî

 

Giydi pîrlik tâcını çü oluben gavs-ı Hudâ

Çeşm-i kudret manzarıdır Hacı Bayram-ı Velî

 

Kişver-i ma’nâda şâh-ı mazhar-ı tevhîd olup

Câmiu’l-aşk hem-seridir Hacı Bayram-ı Velî

 

Şehr-i vahdet içre oldu sâki-i peymân-ı aşk

Câm-ı feyzin haydarıdır Hacı Bayram-ı Velî

 

Nûş iden bir cur’asın elbet olur mest-i elest

Mâye-i feyz gevheridir Hacı Bayram-ı Velî

 

Hamdü li’llâh ravzasın itdim ziyâret bâ-rızâ

Nûr-ı Hakk’ın ezheridir Hacı Bayram-ı Velî

 

İtmede ervâh-ı akdes dergehin dâim tavâf

Kâ’be-i ma’nâ deridir Hacı Bayram-ı Velî.

 

Mesleğin sâlik olan aldı “araf”dan bir sebak

Vech-i zâtın perveridir Hacı Bayram-ı Velî

 

Bâde-i “lâ-yahzenûn[2] câmın olup humm-ı safâ

Şems-i tahkîk-hâveridir Hacı Bayram-ı Velî

 

Çün dimâğ-ı Rüşdi’ye irdi derinden bir meşâm

Bû-yı şevkın anberidir Hacı Bayram-ı Velî

 

                     *   *   *

/259/  Şark u garba nûru olmuş müncelî

Hisse-mend-i feyzidir Anadolı

Râh-ı irfânı güşâde eylemiş

Hazret-i el-Hâc Bayram-ı Velî

 

                     *   *   *

Garka-i bahr-i melâlim Hazret-i Bayram meded

Teşne-i âb-ı visâlim Hazret-i Bayram meded

 

Sen tabîb-i derd-i dil-i bî-çâregân(sın)*

Ben marîz-ı bî-mecâlim Hazret-i Bayram meded

 

Dil yanar hasretle zehr-i âbı ke’sin çeşmesin

Telh-kâm-ı bî-misâlim Hazret-i Bayram meded

 

Zîver-i unvân-ı mektûb-ı velâyetsin kulun

Nokta-i vasfînda lâlim Hazret-i Bayram meded

 

Ey gül-istân-ı kerâmet gül-bünü vâ hasretâ

Andelîb-i beste-bâlim Hazret-i Bayram meded

 

              *   *   *

كر بيا رند دركهت روى سيه باشد سفيد

از سياهى بخت نالم حضرت بايرام مدد

 

انتساب دولت دارين بى شك ادهما

كرجه بر جرم دو بالم حضرت بايرام مدد[3]

 

                     *   *   *

Evliyânın ayn-gâhı Hacı Bayram-ı Velî

Asfıyânın pâdişâhı Hacı Bayram-ı Velî

 

Ehl-i diller ârzûlar yüz süreler dergâhına

Sâlikânın dilde hâhı Hacı Bayram-ı Velî

 

Ey velâyet çarhının devvâr-ı kutb-ı neyyiri

Âsumânın mihr ü mâhı Hacı Bayram-ı Velî

 

Hâzin-i ilm-i ledünn ü mahzen-i esrâr-ı Hak

Derd-mendânın penâhı Hacı Bayram-ı Velî

 

Tâc-dârısın velîler ceyşinin devrinde hem

Server-i bî-iştibâhı Hacı Bayram-ı Velî

 

Mürde-dil uşşâka ger itse teveccühle nazar

Cân-bahş eyler nigâhı Hacı Bayram-ı Velî

 

Yevm-i mahşerde şefâat kıl bu Sırrî bendene

El-emân çokdur günâhı Hacı Bayram-ı Velî

 

Hicâz Valisi Hacı Reşîd Paşa merhûmundur:

 

Şeh-i iklîm-i velâyet Hacı Bayram-ı Velî

Hâkim-i mülk-i hidâyet Hacı Bayram-ı Veli

 

Solfasıl karyesidir mehd-i vücûdu ammâ

Ankara şehrine ni’met Hacı Bayram-ı Velî

 

Tıfl iken hârika-i rûh ile mânend-i Mesîh

İtdi izhâr-ı kerâmet Hacı Bayram-ı Velî

 

Müstefîz oldu kemâliyle Ebû Hâmid’den

Hazret-i Pîr-i tarîkat Hacı Bayram-ı Velî

 

İlm ü irfânı ile âleme şâyi' oldu

Söylenür tâ-be-kıyâmet Hacı Bayram-ı Velî

 

Fukarâsı çok idi şimdi dahi pek çokdur

Eyliyor cümleye himmet Hacı Bayram-ı Velî

 

Feth-i İstanbul içün Hazret-i Şemseddîn’e

Gayreti kıldı vasiyyet Hacı Bayram-ı Velî

 

Yazıcı-zâde’ye yazdırdı Kitâb-ı Aşk’ı

İtdi îsâr-ı muhabbet Hacı Bayram-ı Velî

 

Nâil-i vaslı olan Hâcı Reşîd’e elbet

Bahş ider feyz-i reşâdet Hacı Bayram-ı Velî

 

                     *   *   *

/260/ Ser-firâz-ı kutbiyândır Hacı Bayram-ı Velî

Şâh-ı irfân-ı cihândır Hacı Bayram-ı Velî

Eşgine yüz süren elbette rehâ-yı nâr olur

Şâfi’-i üftâdegândır Hacı Bayram-ı Velî

 

Mürşid-i râh-ı hakîkat mahrem-i râz-ı Hudâ

Menba’-ı feyz-i İlâhî kümmelîn-i evliyâ

Vuslat-ı mahbûb-ı Hak’dan âşinâdır dâimâ

Reh-nümâ-yı sâlikândır Hacı Bayram-ı Veli

 

Şem’-i nûr-ı himmeti yanmakdadır rûz u şebân

Âsitân-ı feyz-i cûdu sû-be-sû olmuş revân

Âb-ı aşkın teşnegânı oldu sîr-âb bî-gümân

Mevc-i eltâf ı revândır Hacı Bayram-ı Velî

 

Nefsile hem-râh-ı dâim işim oldu pür-hatâ

Ez-miyân-ı bahr-ı isyân bulmadım bir ân rehâ

Yüz sürüp hâk-i der-i ulyâsına eyle recâ

Dest-gîr-i mücrimândır Hacı Bayram-ı Velî

 

Râşid-i kem-ter kulun geldi huzûra zâr zâr

Nâ-sevâbım cürm ü taksîr ü günâhım bî-şümâr

Rû-siyâh ile varup dergâhına kıl i’tizâr

Yâver-i bî-çâregândır Hacı Bayram-ı Velî

 

                     *   *   *

Ey şeh-i iklîm-i irfân ey velîyy-i zü’l-kerem

Vey şehen-şâh-ı tarîkat Hacı Bayram-ı Velî

 

Ey maârif bahrına gavvâs olanlar rehberi

Âşinâ-yı sırr-ı vahdet Hacı Bayram-ı velî

 

Mültecâ-yı tâlib-i Hak dest-gîr-i sâlikân

Vâkıf-ı sırr-ı hidâyet Hacı Bayram-ı Velî

 

Teşnegân-ı vaslı kâni’ eyler ednâ himmetin

Sâki-i atşân-ı vuslat Hacı Bayram-ı Velî

 

Dünye vü ukbâsını îyd itmeğe züvvârının

Nâm-ı pâkindir işâret Hacı Bayram-ı Velî

 

Çeşm-i nâ-bînâ ile geldim sana hâl arzına

Kâhil-i kuhl-ı hakîkat Hacı Bayram-ı Velî

 

Hâk-i dergâhın gözümde tûtiyâ yâ nûr-ı Hak

El-emân eyle mürüvvet Hacı Bayram-ı Veli

 

Kem-ayârım dest-i nakkâd-ı maârif isterim

Kân-ı iksîr-i velâyet Hacı Bayram-ı Velî

 

Gerçi bed-kârım kabûle nâ-revâyım el-meded

Ey hakîm-i derd-i firkat Hacı Bayram-ı Velî

 

Çünki yokdur ey velîler serveri mahbûb-ı Hak

Lutf-ı ehlu’llâh’a gâyet Hacı Bayram-ı Velî

 

Nüsha-i âmâlime pûşîde olsun himmetin

Görmeyem rûz-ı kıyâmet Hacı Bayram-ı Velî

 

Feyz-i imdâdınla nâmın haşrde kem-ter Saîd

Bula defterde saâdet Hacı Bayram-ı Velî

 

Esnâ-yı ziyârette bu abd-i rû-siyâha sânih olmuştur:

 

Reh-i Mevlâ’da hırâm eyledi Bayram-ı Velî

Şevkını zevkını tâm eyledi Bayram-ı Velî

 

Ne mübârek ne güzel pîr-i tarîkatdır o

Herkesi kendine râm eyledi Bayram-ı Velî

 

Aşk ile türbe-i pür-ıtrına dâhil oldum

Beni ser-mest ü müdâm eyledi Bayram-ı Velî

 

Ankara halkı vücûduyla tefâhur itsün

Nûr ile def’-ı zalâm eyledi Bayram-ı Velî

 

Zâir-i hâlisi Vassâf'ını taltîf iderek

Îyd-i vuslatla be-kâm eyledi Bayram-ı Velî

/261/ Hz. Pîr, kerîmeleri Hayrunnisâ hazretlerini, Eşref-zâde Abdullâh-ı Rûmî hazretlerine tezvîc buyurmuşlardı. Emîr Sultân hazretleri tavassut edip, hattâ onbir sene Hacı Bayram-ı Velî’ye İmâmet etmiş ve hıdmet-i şerîfelerinde bulunmuştur. İbtidâ-yı sülûkları müşârünileyhden idi. Nitekim Kâdirîler bahsinde tafsîli geçti.

 

Ankara’daki müşâhedâtım:

Hz. Pîr’in türbesi kârgîrdir. Üzeri kubbelidir. Müşrif-i harâb iken zamânımızda meşâyıh-ı Bayramiyye’den Hüsâmeddîn Efendi uluvv-i himmet izhâr ederek ta’mîre muvaffak olmuştur. Türbe-i şerîfeleri ittisâlinde bir câmi'-i şerîf vardır. Minâresi iki şerefelidir. Câmi'-i şerîf gâyet dil-nişîn ve ma’mûr ve müzeyyen olup, gerek mihrâbının, gerek duvarlarının çinileri pek nefîstir. Husûsiyle minberi saç ağacından ma’mûl ve pek kıymet-dâr ve musanna’dır. Câmi'-i şerîf vaktiyle Hz. Pîr zamânında inşâ olunan hânkâhın mahallindedir. Târîhine bakdım, 1126/(1714)’dır. Demek ki vaktiyle yapılan hânkâh müşrif-i harâb olunca bu câmi'-i şerîf 300 sene sonra yapılmıştır. Câmi'-i şerîfin kapısı bâlâsındaki târîh:

Mürşid-i râh-ı hakîkat menba’-ı cûd u sehâ

Şeyh Muhammed Baba nesl-i Hacı Bayram-ı Velî

 

Câmi’-i ceddini ta’mir itdi bâ-avn-i Hudâ

Ola yâ Rab dergehin çâkerlerinin ekremi

 

Göricek itmâmını Râzî didi târîhini

Câmi’-i rahmet-meâb Hacı Bayram-ı Velî

(جامع رحمت مآب حاجى بيرام ولى) = 1126/(1714)

Bu târîhden anlaşılıyor ki, sülâleleri teselsül etmiş ve Şeyh Muhammed nâmında ahfâdından biri zamânında câmi'-i şerîf ta’mîr edilmiştir. Ta’mîr ta’bîrinden binânın Hz. Pîr zamânından kaldığı da istidlâl olunabilir.

Dîğer târîh:

من اولياء الله بيرام الولى الذى

قد كان بان لهذا الجامع الفاخرا

 

لما بدى حزبه من الغدا والعشى

أهم عمرانه شيخ نجد الورى

 

لقد قال من رأى إتمام تعميره

بالشوق تاريخه ذا جامع عمرا[4]

Câmi'-i şerîfin ittisâlinde hücreler ve müteaddid dâireler vardır. Bu hücrelerde birçok erbâb-ı riyâzet ü sülûk göreceğim zannediyordum. Hâlbuki her taraf,

 

يوم نوبت ميزند پر طارم افراسياب

پرده دارى ميكند در قصر قيصر انكبود[5]

/262/ diye lisân-ı hâl ile göz yaşları döküyor gibi hisseyledim. Câmi'-i şerîfin altındaki odalar, matbah ve çile-hâneyi ziyâret ettim. Odalar birer çile-hânedir. Birincisi Akşemseddîn hazretlerinin, ikincisi Yazıcı-zâde Muhammed Efendi hazretlerinin, üçüncüsü Eşref-zâde Abdullâh-ı Rûmî hazretlerinindir. Her üçünün birleşip huzûr-ı Hz. Pîr de zikr ettikleri hücre dahi ziyâret olunmuştur. Burada Hz. Pîr’in kemeri, mübârek surrelerine Hz. Rasûl-i Ekrem (salla'llâhu aleyhi ve sellem) efendimizin sünnet-i seniyyelerine tebean koydukları siyâh taş mevcûddur. Her birini yüzüme, gözüme sürdüm.

Ankara ahâlîsinde Hz. Pîr’e hiss-i muhabbet yokdur. Her hâlde vaktiyle ziyâde imiş, sonraları zâil olmuştur. Sebebi ise seccâde-nişîn-i meşîhat olan zevâtın zevk-ı tasavvufdan, ilm ü irfândan mahrûm olup, ezvâk-ı dünyâya dalmaları ve halk üzerinde o makâm-ı ulvînin te’sîrini izâle edecek etvâr ve harekâttan ibârettir. Hâlen oraya bir insân-ı kâmil gelmiş olsa, Hz. Pîr’in uluvv-i mertebe ve makâmât-ı âliyesini onlara ifhâm eder sûrette hareket etse, avâmm-ı halk orasını kıble-i irfân ittihâz eder. Ankara’da altmış yaşına gelmiş bir ihtiyâr ile görüştüğümde, “Efendi bu yaşa geldim, oraya girmedim.” demiş ve fakîri hayrette bırakmış idi.

Burada da seccâde-nişîn olanlara, “Çelebi” derler. Vâridât-ı Bayramiyye-i vakfiyye çoktur. Çelebiler, vâridâtı kendilerine hasr eylemişler ve fukarâ ve seyyâhîne bakmaz olmuşlardır. Hattâ yakında Ankara’dan gelen bir arkadaşım, “Hz. Pîr’in türbesi toz, toprak, örümcek içindedir. Muvâcehe penceresi o mertebe kirlidir ki, içerisi görünmez. Dışarısını da badana etmek, silmek süpürmek bile kimsenin hâtırına gelmez. Her taraf hüzn ü elem içinde bir hâl-i harâbî arz ediyor.” dediği zamân, o hânkâh-ı muazzamın vâridâtıyla yaşâyân çelebi efendiye la’net ettim. Zevk u safâya dalmışlar, hânkâhı unutmuşlar. Bu hâle teessüfler etmemek elden gelmiyor.

Hulefâ-yı Kirâmı :

İnce Bedreddîn, Meczûb Akbıyık, Kızılca Bedreddîn, Baba Nühhâs-ı Ankaravî, Salâhaddîn-i Mevlevî, Muslihuddîn Halîfe, Yazıcı-zâde Muhammed Efendi, Akşemseddîn, Molla Zeyrek, Ramazân Halîfe, Şeyh Muk’ad Hızır Dede, Şeyhoğlu Edhem Baba, Yûsuf-ı Hakîkî hazerâtıdır. Daha ba'zı hulefâsı da vardır. Müşârünileyhimden Akşemseddîn’den tarîk-ı Bayramî, Şeyh Hızır Dede’den tarîk-ı Celvetî zuhûr etmiştir.

/263/ Hz. Bayram-ı Velî’nin Manzûmeleri :

Lisân-ı tasavvufla söylenmiş gazel ve ilâhiyyâtı vardır. İsmâîl Hakkî hazretleri bir gazelini şerh eylemişlerdir.

Nutuklarından:

Niceler bu yolda varın terk idüp

Şâdî virüp satun aldılar gamı

 

              *   *   *

Bilmek istersen sen seni

Cân içre ara cânı

Geç cânından bul Anı

Sen seni bil sen seni

 

Kim bildi ef’âlini

O bildi sıfâtını

Andan gördü zâtını

Sen seni bil sen seni

 

Görünen sıfâtındır

Anı gören zâtındır

Gayriye ne hâcetdir

Sen seni bil sen seni

 

Kim ki hayrete vardı,

Nûra müstağrak oldu

Tevhîd-i Zât’ı buldu

Sen seni bil sen seni

 

Bayram özünü bildi

Bileni anda buldu

Bilen ol kendi oldu

Sen seni bil sen seni

Hz. Pîr’in şeyhâne ve mutasavvıfâne pek çok âsâr-ı manzûmeleri olduğunu eski bir eser haber veriyor. Şiiri pek severler imiş ve “Nazm evliyânın kerâmâtındandır; gerek âlim olsun, gerek ümmî olsun. Zîrâ âlem-i hakâyık onu îrâs eder; Yûnus Emre gibi ki, aslında ümmî-i mahzdır; lâkin kemâlâtı âlemde intişâr-ı tâm bulmuştur.” buyururlar imiş.

Dürre-i bahr-ı keremdir Hacı Bayram-ı Velî

Bülbül-i bâğ-ı İrem’dir Hacı Bayram-ı Velî

 

Fazl u irfânı ile âleme şöhret virdi

Mâlik-i genc-i himemdir Hacı Bayram-ı Velî

 

Meclis-i feyzine dâhil olan uşşâk didiler

Dâfi’-i hemm ü elemdir Hacı Bayram-ı Velî

 

Her gören zâtını olmuş idi aşkın mesti

Sâki-i meclis-i cemdir Hacı Bayram-ı Velî

 

Der-i lutfundaki Vassâf’ını tesrîr eyler

Sâhib-i lutf u keremdir Hacı Bayram-ı Velî

Hulâsa-i kelâm Hz. Pîr, vücûd-ı enveriyle âlem-i irfâna pertev-pâş olmuş bir neyyir-i hakîkat idi. Müntesiblerin her birini zirve-i velâyete ulaştırmıştır. İkinci devir şuarâsından Şeyh Sinân Efendi’nin, Hz. Pîr ile şeref-yâb olanlardan olduğu ve iktibâs-ı envâr-ı tasavvuf eylediği ve Şeyh Ulvân-ı Şîrâzî nâmında bir halîfeleri daha bulunduğu mervîdir.

Hz. Bayram-ı Velî’nin bir halîfesine yazdıkları mektûb sûretidir:

الحمد لله الذى جذب اوليائه إلى باب حضرته وأمدها بإمداد غيبه فتحققوا بشهود أزليته وأبديته وأخذ وجودهم عنهم بإفنائهم فى وجوده. ففرقوا فى بحر هويته وصلى الله على أكمل مظاهره محمد المصطفى من خليقته الذى شهد له اعلام الوجود بكمال خصوصيته وأكمليته وعلى آله وأصحابه  وإخوانه الكاملين من ورثته.[6]

Ol ah-ı İlâhî üzerine dahi ittihâz-ı zâtî münbais olan duâ-yı sâlih ihdâ olunduktan sonra i’lâm olunur ki, mukaddemen bu cânibe irsâl buyurulan mektûb-ı şerîfinizle karındaşımız Muhammed Efendi’nin (rahmetu'llâhi aleyh) bu menzil-i kesretten âlem-i vahdete ve dâr-ı ağyardan serây-ı dil-dâra intikâl ettikleri i’lâm olunmuş. (الحكم لله والأمر بيد الله)[7] Hak teâlâ hazretleri kemâl-i lutfundan ibâdu’llâh-ı sâlihîn ve ervâh-ı mukarrabîn zümresinden edip, haşre dek huzûr-ı akdes ve âlem-i ünsde şarâb-ı vuslat ile sîr-râb edip ve vech-i izzette ref-i nikâb ve keşf-i hicâb ile ber-hûrdâr etmiş ola. (وَمَا جَعَلْنَا لِبَشَرٍ مِّن قَبْلِكَ الْخُلْدَ) [8]

Bu dâr-ı mihnet, dâr-ı huld-i ikâmet değildir. Belki tahsîl-i kemâlât u maârif-i ilâhiyye ve tekmîl-i merâtib-i imkâniyye-i vücûbiyyeden sonra abdin sıfat-ı zâtiyyesi olan fakr-ı küllî ile Hakk’a ibâdet ve müşâhede-i vech-i hakîkat ve muâyene-i Cemâl-i Hz. Ulûhiyyet mahallidir: (وَمَن كَانَ فِي هَـذِهِ أَعْمَى فَهُوَ فِي الآخِرَةِ أَعْمَى)[9]

Eğer görmezse kişi bunda yârın

O gözsüz kande görür yârı yarın

 

Bilişen dost ile bunda bilişür

Göremez yâd olan yarın nigârın

 

O gördü dahi buldu bunda yârın

Fedâ kılan yoluna cümle varın

 

(وَتَرَى الْجِبَالَ تَحْسَبُهَا جَامِدَةً وَهِيَ تَمُرُّ مَرَّ السَّحَابِ)[10] (بَلْ هُمْ فِي لَبْسٍ مِّنْ خَلْقٍ جَدِيدٍ)[11]

Bu âlem mahall-i tebeddül ü tagayyürdür. Dâimâ halk içinde nihâyet i’lâm ile îcâdından tagayyürü müşâhed değildir. Öyle olsa ân-ı vâhidde i’lâm ile îcâd beyninde olan vücûdun ne mikdâr bakâsı olsa gerekdir. Tâ kim, miskîn ibn-i Âdem ona i’timâd eyleye. İmdi, dîde-i basîreti, kuhl-i tevfîk-i ilâhî ile mükahhal ve mir’ât-ı kalbi nûr-ı îmân, îkân u ihsân ile musaykal olan ihvân-ı muvahhidîne lâzım budur ki, mevhûm olan vücûdun bakiyye-i ömrünü dergâh-ı izzetin ibâdetinde ifnâ edip, Arş-ı İlâhî ve Beyt-i Rahmânî ve mahzen-i ilm-i ledünnî ve maskat-ı envâr-ı Sübhânî ve âyîne-i cemâl-ı Samadânî olan kalbi müşâhede-i Hak’dan hâlî tutmayıp, Hakk’ın zikr ü fikrinde murâkabe ve huzûrunda olalar.

(ما وسعنى أرضى ولاسمائى ولكن وسعنى قلب الؤمن)[12] mûcebince kalblerinde Hakk'ı hâzır bileler. Zîrâ insânın (kalbi) esmâ ve mütekâbile tasarrufunda olmağın dâimâ takallübdedir. Cemî' eşyânın suver-i in’ikâsına kâbiliyyeti vardır. Herhangi sûret kalbin içinde mün’akis olursa ol insân, onun sıfatı ile muttasıf olur. Eğer ol hînde intikâl ederse, (وعلى تموتون تحشرون)[13] ona göre haşr olunur. Onun için mübtedî olan ehl-i sülûk kulûbunda her ân Hak’dan gâfil değillerdir. Yâhûd mezâhir-i ilâhiyye olan kümmeli mürşid ve muktedâ ittihâz edip kulûbunda nakş ederler. Yâhûd suver-i eşyâyı mezâhir-i esmâ-ı ilâhiyye bilip cümlesinde vech-i Hakk’ı mülâhaza ederler. Bu hâl üzerine intikâl ederler ise gaflet-i küllî ile intikâl etmezler. Mütevassıtîn olanlar kulûbunu beyt-i ilâhî bilip müşâhededen bir ân münfek değillerdir. Müntehî olanlar Hak’dan gayri nesne bilmezler. (فَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ)[14]

Benim rûhum! Zâhiren ve bâtınen, kavlen ve fi’len, hâlen ve ilmen, keşfen ve zevkan Hz. Rasûlu’llâh (salla'llâhu aleyhi vesellem)’e imtisâl edip tarîkına sülûk etmek gerektir. Tâ kim, vilâyet-i hâssa-i Muhammediyye’ye duhûl ve vusûl müyesser ola. Zîrâ herkesin kurb-ı rûhânîsi nice ise, verâset-i Muhammediyye’den ol kadar vâristir. (رِجَالٌ صَدَقُوا مَا عَاهَدُوا اللَّهَ عَلَيْهِ)[15]

Bu âyet, gerçi evliyâ-yı Muhammediyye’nin beyânındadır. Ya'nî, “Hak’dan gayri bir şey’e ibâdet ve Hak’dan gayri bir zerreye meyl ü muhabbet olunmaya.” diyü onlardan âlem-i ervâhda ve âlem-i ulvîde me’hûz olan ahd üzerine bu âlem-i şehâdette sâbit olup sâdık olalar. Ya'nî Arş’dan Tahte’s-serâ’ya varınca olan mükevvenâttan her bir zerreye gönül vermeyip Hak’dan gayri bir şey’e muhabbet etmeyenlerdir. Hadd-i racüliyyete dâhil olup hakîkat-ı Muhammediyye’den âgâh olanlar ona göre fırsat eldeyken sa’y-i belîğ ve cidd-i refî’ gerektir.

Şöyle ola : Benim rûhum! Mektûb icmâl olundukda bî-huzûrluğa haml etmeyesin. Râbıta-i kalb olana ma’lûmdur. (المؤمن ينظر بنور الله)[16] Ammâ ba'zı ahyânda mevânî’ zuhûr eyler, icmâl olundukta lutfunuzdan ma’zûr tutasınız. Kelime-i vahide kâfîdir. İnşâa’llâhu teâlâ mümkin oldukça tafsîl olunur. Bâkî selâmun aleyküm ve berekâtüh.

الحمد لله الذى نور روحكم بنور محبته وعشقكم بشوق مودته وأدبكم بأركلن شريعته وأسلككم بسلوك طريقته وجعلكم وارثاً نبوته."[17]

                                                           -    -    -

Ahmed-i Buhârî Dergâhı şeyhi Alî Efendi hazretleri, kibâr-ı meşâyıh-ı Şa’bâniyye’den Ömer el-Fuâdî hazretlerinin bir eserinden naklen ber-vech-i âtî beyân buyurdular:

Hacı Bayram-ı Velî, hîn-i irtihâlinde cenâze namâzında hâzır bulunanların nâr-ı cehennemden âzâd olmasını Hz. Hak’dan istirhâm etmiş ve temenniyyâtı nezd-i Celîl-i Sübhânî’de mazhar-ı hüsn-i kabûl olmuştur. İrtihâli vukûunda Ankara halkı namâzına şitâbân olmuşlar.

Bu sırada bir köylü, kırılan saban demirini berây-ı ta’mîr Ankara’ya geldiğinde, keyfiyyetten haber-dâr olunca, namâza şitâbân olarak, getirdiği demiri beline sokup edâ-yı salât eylemiştir.

Bidâyeten hânkâhlarından tâbûtu kaldıracakları zamân, tâbût yerinden kımıldamadığından, halkın merâkını mûcib olarak, ber-hayât bulunan vâlide-i mükerremelerine haber vermişler. O da hemen gelip tâbûtun kapağını açtırıp Hz. Bayram-ı Velî’nin kulağına eğilip bir şey söylemiş. Ba’dehû kapağı kapatıp, “Haydi kaldırınız.” demesiyle tâbût kalkmıştır. Erbâb-ı merâk bunun sebebini vâlide-i muhteremelerinden suâl edince, keyfiyeti anlatmış, “Kulağına eğilip söylediğim şey, ‘İstediğin oldu. Ne duruyorsun? Cemâata zahmet verme."den ibâret idi.

Tâbûtun yerinden kaldırılamaması sebebi, köyünde, Hz. Bayram’ın irtihâlini haber alarak Ankara’ya şitâbân olan köylünün, Hz. Bayram’ın namâzında hâzır bulunabilmesini te’mîn için, teahhurât vukûunu kasden, pîr-i müşârünileyhin bir kerâmeti idi. Köylü yetişince vâlidesinin de mün’im-i kerâmeti üzerine, tâbût seng-i musallaya berâ-yı nakl yerinden kaldırılabilmiştir.

Ba’dehû o köylü demirini berâ-yı ta’mîr demirciye götürmüş, o da, âteşe salmış, demir bir türlü kızmamış. Bunun sebebi bu sûretle tezâhür etmiş ki, namâzda hâzır bulunanlar, nâr-ı cehennemden âzâd olduklarından o köylünün belinde sokulu bulunan ve namâzda köylü ile berâber olan demir dahi âteşten masûn kalmış ve bundan dolayı kızmamıştır. Bu demiri halk köylüden alıp, türbelerinde saklamışlardır. Fakat, mürûr-ı zamân ile dûçâr-ı zıyâ’ olduğundan, elyevm mevcûd değildir. (Kaddesa’llâhu sırrahû ve nefeana’llâhu bi-şefâatihî, âmîn bi-hurmeti Tâhâ vü Yâsîn)

            

1.     Hacı Bayram Câmii

2.     Ankara Hacı Bayram Câmii Medhali

3.     Ankara Hacı Bayram Civârı

4.     Hacı Bayram Câddesi

5.     Hacı Bayram Câmii Medhali

 

ŞEYH ULVÂN-I ŞÎRÂZÎ

Şeyh Ulvân’ın ecdâdı Şîrâzlı imiş. Bu sebebe mebnî, /264/ “Şîrâzî” denilmiştir. Sultân Murâd-ı evvel zamânında zuhûr edip, Sultân Murâd-ı sânî zamânında irtihâl etmiştir.

 

Nazar her kande kim kılsam cemâl-i hüsn-i Mevlâ’dır

Göz ile görünür andan meğer nûr-ı tecellâdır

yolunda ârifâne sözleri vardır. Gül-şen-i Râz’ı tercüme eylemiştir.

 

ŞEYH İNCE BEDREDDÎN ve KIZILCA BEDREDDÎN

Hz. Hamîdüddîn ile diyâr-ı Acem’den gelip Hacı Bayram-ı Velî’den tekmîl-i tarîkat etmişlerdir. Ricâlu’llâh’dan oldukları menkûldür. (Kaddesa'llâhu esrârahumâ)

 

SALÂHADDÎN-İ BOLUVÎ

“Salâhaddîn-i Tavîl” diye meşhûrdur. Göynük kasabasındandır.

 

ŞEYH EDHEM BABA

İstanbul fethinde bulunanlardandır. Eyüp’de, Nişâncılar’da Arpacı Hayreddîn Câmi'-i şerîfi ittisâlinde türbe-i mahsûsada medfûndur.

 

AKŞEMSEDDÎN

Kibâr-ı evliyâu’llâh’dandır. İsm-i âlîleri Şeyh Muhammed b. Hamza’dır. Hz. Şihâbeddîn-i Sühreverdî neslindendir. Nesebi Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk efendimize müntehîdir. Şam’da tevellüd etmiştir. Sabî iken pederiyle diyâr-ı Rûm’a hicret ile Osmancık ve Amasya’da bulunmuştur. Pederlerine, “Şerefeddîn Hamza-i Şâmî” derler imiş. Şakâyık-ı Nu’mâniyye’de kendilerinin fi’l-hakîka Şamlı olduğu, vâlidesinin Osmancıklı bulunduğu muharrerdir. Amasya Târîhi’nde pederinin Amasya’da medfûn olduğu yazılıdır.

Akşemseddîn, zekî bir adam idi. Tahsîlde zekâvet-i fevka'l-âdesinin ziyâde yardımı olmağla, az vakitte ilm-i tıb elde ederek Osmancık kasabasında müderris olmuştu. Bu vecihle ulûm-ı zâhireyi ikmâl ettikten sonra ilm-i bâtın tahsîli hevesine düşerek, tarîk-ı sûfîye meyl etmiştir. Ba'zı zevât Hacı Bayram-ı Velî’ye intisâbı tavsiye eylemişler ise de veliyy-i müşârünileyh, muhtâcîn ve medyûnlara tevzî’ etmek üzere ötekinden berikinden para istemeği ve fukarâ ve mahbûbînin işleri için öteye beriye koşup hizmet etmeği i’tiyâd etmiş bir pîr olduğundan, Akşemseddîn, Hz. Şeyh’in bu hâlini öteden beri beğenmiyor ve ulûm-ı zâhire ve müderrislik pâyesinin verdiği gurûr, böyle bir zâtın hizmetine girmesine mâni’ oluyordu. Binâenaleyh, Haleb’de kesb-i iştihâr eden Zeyneddîn-i Hâfî hazretlerine intisâb etmek üzere o tarafa azîmet etmiş ise de, Haleb’e vusûlünde âlem-i menâmda boynunda bir zincîr olduğunu ve bu zincîrin ucunu Hacı Bayram-ı Velî’nin tutup çektiğini görünce, uyanır uyanmaz hemen Ankara’ya avdet etmek üzere yola /265/ çıkıp, vusûlünde Hacı Bayram-ı Velî hazretlerini mürîdleriyle berâber orak biçmekle meşgûl bulur. Şeyh kendisine aslâ rûy-ı iltifât göstermediğinden, bu da mürîdlere katılarak yardıma başlayıp, netîce-i esrâra müterakkıb olmuştur. İşden fâriğ oldukları zamân Hz. Şeyh, yemek hazırlayıp köpeklere de ayrıca yiyecek ihzâr ve tefrik ederek, mürîdlerini başına toplayıp kendilerine ihzâr edilen yemeği ekle şürû’ ederler ve Akşemseddîn’i çağırmazlar. Akşemseddîn nûr-ı ferâsetle anlar ki, Hz. Şeyh hakkındaki sû-i zannın cezâsına dûçâr oluyor. Enâniyyetini ber-taraf edip köpeklerin yanına giderek, onlara tefrîk olunan yiyecekten nevâle-çîn olmağa şitâbân olduğunu Hz. Şeyh görünce, derhâl da’vetle sofrasına almıştır.

Akşemseddîn, Cenâb-ı Pîr’in irşâd ve delâletiyle tasfıye-i derûn etti. Sülûkunda az bir müddet içinde derecât-ı âliyeyi buldu. Kemâlât-ı ilmiyyesi şöhret buldu. Tabâbetteki ihtisâsı da ayrıca yer tuttu. Göynük ve Torbalı’da irşâd-ı nâs ile meşgûl olup, mürşid-i mükerremi Hz. Bayram-ı Velî’nin âlem-i bakâya intikâlinden sonra câ-nişîni oldu.

Fâtih Sultân Mehmed Hân tarafından isticlâb-ı rûhâniyyetleri ümniyyesiyle, pîr-daşı Akbıyık Abdullâh Sultân ile berâber ordû-yı hümâyûna da’vet olunmuş, Edirne’ye azîmetinde mazhar-ı iltifât ü hürmetleri olmuş idi. İstanbul’un fethinde Hz. Pâdişâh’ın berâberinde bulunarak nasîhatlarıyla kemâlât-ı âliye vü ma’neviyyesiyle cümleyi müstefîd eylemiştir. Bu sırada kevnî ve irfânî kerâmetleri zâhir oldu. Fetihden üç gün evvel veyâ sonra Okmeydânı’nda hayme-nişîni ârâm olan Akşemseddîn ile Hz. Fâtih muhâbere ederek, gece sekizde veliyy-i müşârünileyhin menzil-i ârifânesine gelmişlerdi. Hz. Şeyh, Cenâb-ı Fâtih’i der-âgûş ile çadırına aldı. Bi'l-umûm ümerâ-yı guzât, dest-i pâk-i Şeyh’i kemâl-i hürmetle takbîl etmişlerdir.

Fetih müyesser olunca, daha ziyâde ta’zîme mazhar oldu ve Hz. Pâdişâh’a vâdî-i teselli vü cesârette büyük hizmetlerde bulundu.

 

Kara gün dostu imiş (Fâtih’in) Akşemseddîn

Ki yüzünden lemeân itdi anın feth-i mübîn

Nusreti çeşm-i hakîkatla görüp virdi haber

Böyle her kârı uzakdan gören erbâb-ı yakîn

/266/ Hz. Fâtih sabâha kadar şeyhin yanında bulunarak salât-ı fecri birlikte edâ eylemişlerdir. Fethi müteakip Ebû Eyyûb el-Ensârî hazretlerinin merkad-i münevverlerinin Kostantiniyye sûruna karîb bir mahalde olduğunu târîh kitaplarında evvelce okumuş olduğundan bahisle, bu kabrin keşfini Hz. Şeyh’den ricâ etmiştir.

Bunun üzerine Hz. Fatih’le birlikte kabrin bulunduğu mahall-i mukaddese gittiler. Buraları dümdüz ve kabirden nişâne yok idi. Hz. Şeyh asâsının baş pâresini alnına vaz’ ile ittikâ ederek müddet-i medîde murâkabeye daldı. Muahharan başını kaldırıp Hz. Fâtih’e, “Kabr-i mübârek şurasıdır.” diyerek aldığı çınar dallarının birini baş, dîğerini ayak ucuna dikti. Hz. Fâtih, kalb-i hümâyûnundaki tereddüdün külliyen izâlesi maksadıyla, o gece hafiyyen silâh-dârını göndererek Şeyh’in rekz ettiği çınar dallarının vasatına kendi parmaklarındaki yüzüğü defn ettikten sonra, mezkûr dalları yirmi adım kadar kıble tarafına nakl etmesini kendisine emr ve tenbîh etti.

Silâh-dâr ağa Pâdişâh’ın ârzûsu vechile hareket etti. Ertesi gün Hz. Fâtih, cenâb-ı Şeyh’e tekrâr ta’yîn-i kabr eylemesi için haber gönderip derhal yine türbenin olduğu mahalle geldi. Pâdişâh dahi bulundu. Hz. Şeyh-i dil-âgâh, gece Silâh-dâr Ağa tarafından başka yere rekz edilmiş olan çınar dallarına atf-ı nigâh etmeyerek, doğruca kabrin yanına gitti. “Benim dün rekz ettiğim çınar dalları başka yere nakl olunmuş, işte burasıdır.” diyerek Hz. Pâdişâh’a teveccühle oraya gömülen mühr-i hümâyunu çıkarıp, “Yed-i şâhânelerine teslîm ediniz.” diye huzzâra hitâb etti.

Pâdişâh, kalbindeki şekkin zâil olduğunu söylemekle berâber, kabrin fi’l-hakîka burası olduğuna bir nişâne ibrâz olunsa, ilmlerinin ayne’l-yakîn mertebesine vâsıl olacağını der-meyân etmişlerdi. Bunun üzerine Hz. Şeyh, kabrin baş tarafından iki arşın kadar hafr edilirse hatt-ı İbranî ile, ( هذا قبر خالد)[18] ibâresi mahkûk bir beyâz taş çıkarak, keşiflerini te’yîd edeceğini arz etti. Fi’l-hakîka kazdılar, dediği gibi çıkınca, Hz. Fâtih’in hürmet ve muhabbeti iki kat olup, mürîdleri sırasına girmek ve halvet etmek istid’âsında bulunmuşlar ise de, Şeyh hazretleri, “Pâdişâhlara lâzım olan şey adâlettir. Halvet, saltanata münâfîdir.” diye men’ etmişlerdir.

Pâdişâh-ı müşârünileyh merkad-i mekşûf üzerine türbe yaptırmıştır ve bu türbe Sultân Selîm-i sâlis zamânında tecdîd ve son zamânda mükemmelen ta’mîr edilmiştir.

/267/ Fâtih hazretleri bu münâsebetle Cenâb-ı Şeyh için zâviyeler te’sîsini ârzû etmişlerse de, kendisi burada durmak istemeyip vatan ittihâz etmiş olduğu Göynük ya'nî Torbalı kasabasına avdetle, vefâtlarına kadar orada zikr ve ibâdetle ve teşfiye-i merzâ ile meşgûl olmuşlardır.

İstanbul’da, Fâtih Câmi'-i şerîfinin ilerisinde, Hırka-i Şerîf Câmi’-i münîfinin yakınında, müşârünileyhe nisbetle inşâ olunmuş bir câmi’ vardır. “Akşemseddîn Câmii” derler. Bundan başka Tanin Gazetesi’nin 2341 numaralı ve 12 Haziran 1331/(24 Haziran 1915) târîhli nüshasında okuduğuma göre, Üsküdar’da Salacak nâm mahalde Hz. Fâtih tarafından müşârünileyh nâmına bir mescid-i şerîf binâ buyrulmuştur. Feth-i celîl-i Kostantıniyye’de binlerce mürîdânı ile fî-sebîli’llâh cihâda bi’l-iştirâk, maddî, ma’nevî hüsn-i hizmeti sebk etmiş olan müşârünileyhin akîb-i fethde, kendisine mahsûs olan “Sala” (صله) aşîreti efrâdından bir kısmını Üsküdar’da Salacak’ta iskân ile ilk Türk mahallesini te’sîs ederek, mescid-i şerîf-i mezkûrda sinîn-i vefîre irşâd ile meşgûl olmuşlar imiş.

Şu hâtırayı tebcîlen 12 Şa’bân 1333/(25 Haziran 1915) târîhinde bir ihtifâl tertîb olunmuş idi. Her sene tecdîdi takarrür etmiş iken, inkılâbât te’sîriyle adem-âbâd-ı nisyân olmuştur.

Hâfız Hüseyin-i Ayvansarâyî, Hz. Şeyh’in bir müddet Zeyrek Câmii’nde - ki kiliseden muhavveldir- ikâmet eylediklerini Vefeyât’ında yazıyor.

İrtihâli :

“Kurretü’l-Ayn" (قرة العين)[19] ve "Kâşif-i esrâr" ( كاشف اسرار) terkîblerinin beyânı vechile 863 senesi şehr-i Cemâziye'l-âhirinin beşince (9 Nisan 1459) günü âlem-i bakâya irtihâl eylemişlerdir. Türbeleri Göynük’te ma’mûr ve ziyâret-gâhdır. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

Âsârı:

Teveccühü’l-Vahdet ve tasavvufa müteallik Risâletü’n-Nûr unvânıyla bir eser-i makbûlü metâin-i sûfîyyeye karşı bir risâlesi ve tıbba müteallik Mücerrebât’ı ile dîğer bir kitabı vardır.

Nutuklarından:

Gördüm çü Hak’ın vechini ayne’l-yakîn “Yâ Hû” dirim

Ki sûfî “”dan dem urur ben her dem “illâ Hû” dirim *

 

                     *   *   *

Zihî cân kim münevverdir bugün nûr-ı tecellâdan

Zihî dil kim muattardır hevâ-yı aşk-ı Leylâ’dan

 

/268/  Harâbat içre uşşâkı görüp ta’n eyleme zâhid

Ki ol rüsvâ-yı aşk olmuş yanar derd-i dil-ârâdan

 

Cihânın mâ-verâsında kurulmuş çeşme-i uşşâk

Dü-âlemden haber bilmez dahi şol arş-ı a’lâdan

 

Velî dil-dâra kim virdi cihânda kılmadı ârâm

Yürür âvâre ser-gerdân geçüp dünyâ vü ukbâdan

 

Temâşasın duyan âşık nazar kılmadı ağyâra

Ki dâim aşk u şevk ister usanmaz ol bu sevdâdan

 

Hudâ’nın âşıkı çokdur misâl-i Akşemseddîn*

Kanı bir gerçek âşık kim yanar ol derd-i Mevlâ’dan

 “Müşârünileyhe “Akşemseddîn” denilmesi, sakal ve bıyıktan mahrûm köse olmasından kinâyedir.” denilmektedir. Âsârda buna dâir sarâhat görülmüyor.

Evlâdı :

Oniki evlâdı dünyâya gelmiştir. En küçüğü olan Nûrulhüdâ meczûb ve abdâl olduğundan taraf-ı pâdişâhîden nâmına vakıflar ta’yîn kılınmıştır.

 

Muhammed Hamdullah Efendi

Muhammed Hamdullah Efendi, dîğer mahdûmudur. Evvelâ tarîk-ı ilme sülûk ile iktisâb-ı kemâlât ettikten sonra manâsıb-ı devlete ve hattâ bir vazîfeye dahi meyl ve rağbet etmeyip, gûşe-i kanâati ihtiyâr etmiş idi. Gazeliyyâtı o kadar latîf değilse de, mesnevîsi pek hoştur.

Yûsuf u Züleyhâ, Leylâ vü Mecnûn, Mevlid-i Cismânî, Mevlid-i Rûhânî ve Kıyâfet-nâme unvânlarıyla beş manzûmesi vardır. En meşhûru Yûsuf u Züleyhâ’sıdır ki, Molla Câmî’nin manzûme-i Fârisiyyesinden tercüme etmiş ve hayli ilâveler derc eylemiştir.

Sultân Bâyezîd-i sânî devrinde yaşamış ve 914/(1508)’de vefât eylemiştir. Yûsuf u Züleyhâ nâm eserini yazar, satar, onunla geçinir imiş.

 

Şeyh Muhammed Zeynî

Müşârünileyh Muhammed Hamdullah’ın oğludur. Seksen yaşında vefât etmiştir. Vefâtına, Enîsî bu târîhi söylemiştir:

Kabrini Allâh anın pür-nûr ide

 (قبرنى الله آنك پر نور ايده) = 977/(1569)

Pederinin yanında medfûn imiş. Mahall-i medfenini tahkîk edemedim.

 

Nutku:

 

Sözüm dinle benim kardaş unutma hâlet-i nez’ı

Gidersin bu yola yoldaş unutma hâlet-i nez’ı

 

Vedâ’ idip ahibbâya gidersin dâr-ı ukbâya

/269/  Sakın meyl itme dünyâya unutma hâlet-i nez’ı

 

Kanı âbâ vü ecdâdın kanı ashâb u evlâdın

Senin de kalıser adın unutma hâlet-i nez’ı

 

Bu fânî dâra aldanma vefâsız yâre aldanma

Kanı mekkâra aldanma unutma hâlet-i nez’ı

 

Gider Zeynî hevâ fikrin düşür kalbe Hudâ zikrin

Bu derde kıl devâ fikrin unutma hâlet-i nez’ı

 

Şeyh Emrullâh Efendi

Akşemseddîn-zâdedir. Zâhir ve bâtını ma’mûr ricâldendir. Bursa’da Zeynîler havalîsinden Fıstık Çeşmesi kurbünde, Molla Çelebi menzilinde medfûndur.

 

AKŞEMSEDDÎN’İN HULEFÂSI

Kaç zâttır, gayr-i ma’lûmdur. İbrâhîm el-Kayserî hazretleri meşâhîr-i hulefâsındandır.

 

İBRÂHÎM-İ KAYSERÎ

“İbrâhîm-i Tennûrî” de derler. Gül-zâr-ı Ma’nevî’nin nâzımıdır. Kayseri’de medfûndur. Târîh-i irtihâli 887/(1482)’dir. Pederi Sivaslı, vâlidesi Amasyalıdır. Amasya’da doğmuştur.

Şeyh İbrâhîm-i Tennûrî hazretleri hakkında Şakâyık-ı Nu’mâniyye’nin 247. sahîfesinde tercüme-i hâline dâir îzâhat vardır. Onun zübdesi şundan ibârettir:

“Esâsen Sivaslıdır[20]. Mevtınen Kayserilidir. Mebâdî-i ulûmu Konya’da Müderris Ya’kûb’dan öğrendi. Kayseri’de Hândî (Hunat) Hâtûn Medresesi’nde müderris oldu. Fakat Şâfiiyyül-mezheb idi. Hâlbuki o medresenin müderrisliği Hânefîlere meşrûta idi. Kendinin tasarrufu hilâf-ı şart-ı vâkıf olmakla medreseden ferâğat etti. Cezebât-ı ilâhiyye te’sîriyle tarîk-ı tasavvufa meyl hâsıl etti. Akşemseddîn’in dâire-i tasarrufuna düştü. Akşemseddîn’i bulmak için Beypazarı’na gitmiş, bulmuştur. Akşemseddîn, Hz. İbrâhîm’e, “Kimsin? Nereden geliyorsun?” diye sordu. “Efendim, Kayseri müderrisiyim, oradan geliyorum.” dedi. “Ne gibi hediye getirdin?” diye suâline karşı, “Efendim, fakîr bir adamım, hediyye takdîmine kudretim yoktur.” dedi. Akşemseddîn, “Benim hediyyeden maksadım vâkıâttır.” diye tesellî etti, halvete soktu.

O gece rü’yâ gördü ve arz eyledi. Hâlbuki, şimdiye kadar gördüğü rü’yâları zabt edemez imiş. O gece gördüğü rü’yânın tamâmen mazbûtu olarak kaldığını görünce, bu, şeyhin berekâtındandır kanâatine mazhar oldu.

Beynlerinde esrâr-ı acîbe zuhûra geldi. İkmâl-i sülûkdan sonra Şeyh İbrâhîm’i Kayseri’de irşâd-ı nâsa me’mûr eyledi. Fakat bu sırada bir kabz-ı azîmin istîlâsına ma’rûz kaldı. Def' u ref’ine muktedir olamadı. Azîzine mülâkat emeline düştü. Bu sırada bir gece rü’yâda azîzi kendisine, “Bir germ tennûra (bildiğimiz tandır) üzre oturup ziyâdece terlemelisin.” diye emretti. Ertesi sabâh azîzinin emrini yerine getirdi. Kabz hâli basta döndü. Bu vartadan halâs oldu. Şeyhine mülâkatında bunu anlattı. Şeyhi hâlini istihsân eyledi.

Şeyh İbrâhîm, irşâdına dâhil olanlardan âlem-i kabza düşenleri sıcak bir tennûr üzerine oturtup ziyâdece su içirip fazlaca terletirlerdi. Tennûrîlik buradan kalmıştır.

Ekser evkâtta istiğrâk istîlâ eder, cezebât-ı ilâhîyye zuhûra gelirmiş. Etvâr-ı sülûk üzerine olan te’lîfi vardır ki, Gül-zâr tesmiye etmiştir. (قبر او بادا هميشه منزل روحانيان) mısraı târîhdir (887/1482)[21].” (Kaddesa'llâhu esrârahumâ)

Şeyh Yavsı Muhyiddîn Muhammed Efendi de hulefâsındandır. 277. sahîfede bahsi gelecektir.

 

ŞEYH HURREM VELÎ

Akşemseddîn’(in) halîfesidir. Esnâ-yı fethde şehîd olmuştu. Merkad-i mübâreki İstanbul’da, Hekîmoğlu Ali Paşa civârında, Altımermer’de kâindir. Türbesi harîk-ı kebîrde yanmıştı. Kabri hâlen kaybolmuştur, zannederim. Harîkdan evvel türbesini ziyâret etmiş idim. Sandûkası önündeki levhada şu beyitleri okumuştum :

Cenâb-ı Akşemseddîn Efendi menba’-ı irfân

Anın feyz-i kemâli zâhir olmuş evliyâu’llâh

 

Kerâmâtın görüp çok cân uyandı hâb-ı gafletden

Açıldı cân gözü anlarda keşf oldu Cemâlu’llâh

 

O zâtın yeddini Hurrem Velî tutmuşdu evvelce

Hulûs-ı kalbile teslîm olup tevhîd-i zikru’llâh

 

Ki ol şeyhinden aldı ol zamân feyzi tarîkatda

Göründü mazhar-ı irşâd ile bir ârif-i bi’llâh

 

Ne hâlse belde-i feth-i Stanbul içre birlikde

Gelüp Fâtih ile bunlar şehîd oldu bi-hükmi’llâh

 

O hengâm-ı gazâda her birisi ser virüp bunda

Düşüp kalmış idi ol dem bu cism-i pâk-i rûhu’llâh

 

Bunun kasrı harâba yüz tutup birçok zamân sonra

Erenler himmetiyle keşf olup ma’nen li-vechi’llâh

 

Bu yolda nakdini sarf eyleyüp o sa’y ü gayretle

Mücedded yapdı İbrâhîm Efendi hasbeten li’llâh

 

Gelüp bir er didi yahşı anın târîh-i mantûkun

Budur dil-keş makâmı şâd ola Hurrem Veliyyu’llâh

(بودر دلكش مقامى شاد اوله حرم ولى الله)

 

/270/ Hamza Baba

Akşemseddîn hulefâsındadır. Makâmât-ı Evliyâ müellifidir.

 

Abdurrahîm Efendi

Akşemseddîn hulefâsındandır. Vahdet-nâme müellifidir. Karahisârlıdır.

 

Yûsuf Baba

Akşemseddîn hulefâsındandır. Sivrihisârlıdır. “Ravza-i rahmet” (روضهء رحمت) târîh-i irtihâli olan 917/(1511)[22] senesini gösterir. Eyüp’de türbe-i şerîfe civârında medfûndur.

 

Muhammed Şâmî Efendi

Akşemseddîn hulefâsındandır.

 

Şeyh Abdurrahîm Efendi

Akşemseddîn hulefâsındandır. Münyetü’l-Ebrâr ve Gunyetü’l-Ahbâr, Vahdet-nâme ve Kasîde-i Râiyye cümle-i âsârındandır. Karahisâr’da nâmına muzâf câmi'-i şerîf hazîresinde medfûndur.

Manzûmâtından:

Gerçi oldu mevlidim Karahisâr

Yüzüm ağ it kalbimi bî-şerm-sâr*

 

YAZICI-ZÂDE MUHAMMED-İ BÎCÂN EFENDİ HAZRETLERİ

Kıdvetü’l-ârifîn, umdetü’l-âşıkîn, seyyid-i ehli’l-firâk ve’l-uşşâk bir zât-ı âlî-kadrdir. Malkara muzâfâtından Kadıköy nâm karyede dünyâya revnak-efzâ olmuştur. Hâneleri el’ân mahfûz ve ziyâret-gâh imiş. Bidâyet-i hâlde işrete mübtelâ iken Hacı Bayram-ı Velî hazretlerinin Gelibolu tarîkıyla Edirne’ye azîmetinde mazhar-ı nazar-ı kerâmeti olup, bundan sonra aşk ile sûzân ve emr-i tahsîle şitâbân oldu. Nihâyet zâhir ü bâtın ilimlerinde ricâlu’llâh sırasına geçmiştir. Tabîat-ı şi’riyyesi fevka'l-âde idi.

Gelibolu hâricinde elyevm mevcûd ve ziyâret-gâh olan zâviyesinde ibâdâtla meşgûl olup, 855/(1451) târîhinde irtihâl-i dâr-ı bakâ eyledi. Medfen-i mübârekleri, zâviyeleri hazîresindedir. Üzerine türbe yapılmış, fakat açıktır. Ziyâret-gâh-ı ehl-i aşk u muhabbettir. Çanakkale Boğazı’ndan gelip geçen vapur ve sefâin yolcularından erbâb-ı îmân olanlar, Gelibolu hizâsından mürûr ederken müşârünileyhin rûh-ı şerîfine Fâtiha ihdâ ederler; âdet sırasına geçmiştir.

Ehl-i tasavvufun ser-âmedânındandır. Tahsîl-i ulûm için İran ve Mâverâünnehir taraflarına gitmiş ve kesb-i maârif ve derk-i hakâyık için çok seyâhatte bulunup, nice evliyâu’llâh ile görüşmüş ve Hacı Bayram-ı Velî’nin taht-ı terbiyesinde nâil-i rütbe-i kemâl olmuştur.

İsmaîl Hakkî-i Celvetî, Muhammediyye Şerhi’nde, “Efdalü’l-evliyâi’l-müteahhirîn Üftâde Efendi’den menkûldür ki, sâhib-i Muhammediyye, ilm ü irfânında şeyhi Hacı Bayram-ı Velî’nin /271/ fevkındadır. Gerçi Bayram-ı Velî’de kuvvet-i tasarruf var idi. Ammâ rütbe-i irfânda sâhib-i Muhammediyye kadar değil idi.” yazılmıştır.

Muhammed Efendi hazretleri, Hüdâvendigâr Gâzî zamânında sefâretle Mısır’da bulunmuşlardır. Fakat bi'l-âhare hayât-ı resmiyyeden tecerrüd ile gavvâs-ı bahr-ı fenâ olmuşlardır. Son zamânlarında Gelibolu’da ikâmetle hâlet-i feyzâ-feyz inzivâlarında, çile-hânelerinde ömür geçirmişler; riyâzet ve mücâhede ve ülfet-i nâsdan uzlet ve inkıtâ’da ve Hakk’a teveccühde o derece azm ü metânet göstermişlerdir ki, yedi sene âteşde pişmiş yemek yememiş ve zikru’llâh ile dem-güzâr olmuştur.

Âlemin nakşını hayâl gördüm

O hayâl içre bir cemâl gördüm.

Heme âlem çü mazhar-ı Hak’dır

Anın içün kamu kemâl gördüm

diyen o hazret, Muhammediyye nâm kitâb-ı bedîini bu çile-hânede emr-i âlî-i peygamberî ile ilhâma müsteniden yazmıştır. Bu kitâb-ı celîlin kavâid-i te’lîfi ve mebânî-i tasnîfi oniki ilmin netâyici üzerine mübtenîdir. Zâhir ü bâtında ne kadar tefsîr ve tahkîk var ise mecmûunun hulâsasıdır.

Müşârünileyh hakkında eslâfın ittifâkı üzere, sıdk ve sülûk u riyâzette Bâyezîd-i Bestâmî-i sânî ve san’at-ı nazm ü inşâda Pîr-i Hâkânî ve hall ü akd-ı elfâzda muallim Sa’dî-i Şîrâzî ve istinbât-ı hakâyık u maârifte bir ârif-i Rabbânî ve âlim-i hakkânî ve ulûm-ı zâhire vü bâtınada mütefennin ve mütebahhir ve dakâik u hakâyıkta fâiku’l-akrân bir merd-i âlî-şândır.

Mağâribü’z-Zemân nâm kitâb-ı latîfini oniki bâb üzerine tasnif ile, Muhammediyye nâm mecelle-i bî-nazîrine o kitabı me’haz kılmıştır. Târîh-i te’lîfi, irtihâlinden oniki sene evvel, ya'nî 843/(1439) senesine müsâdiftir. Muhammediyye va’z u nasîhat ve âsâr-ı hikmet ve ahbâr-ı ibret ve esâs-ı ulûm-ı dîn ü maârif ve hakâyık-ı yakînde kemâl-i sıhhat üzere olmağla cumhûr-ı ulemâ ve zümre-i fuzalâ pek makbûl tutmuşlardır.

Bu kitâb’-ı şerîfde, “Elâ ey server-i mahbûb mine’l-eyn ile’l-eyn” diye başlayan kasîde-i âşıkâneyi yazarken nâr-ı aşkın dil-i mecrûhundaki te’sîrât-ı kaviyyesinden çektiği âh-ı âteş-nâk ile elindeki sahîfe simsiyâh olmuştur.

Mâ-cerâ-yı aşkı tasvîr eylemekse maksadın

Cân-ı dilden çekdiğin bir âh kâfidir gönül

/272/ Sultân Abdülmecîd ve Sultân Abdülazîz merhûmlar, Gelibolu’dan geçerken, işbu nişâne-i aşk u muhabbeti ziyâretle şeref- yâb olmuşlardı.

Hicâz’a giderken Gelibolu’ya uğradım. Türbe-i münevverelerini ve Muhammediyye’lerini ziyârete şitâbân oldum. Türbeye muttasıl tevhîd-hâne mihrâbının üstünde bir dolabda mahfûz olan ve hazretin mübârek kalemiyle yazılmış bulunan Muhammediyye’yi türbe-dâr efendi kemâl-i ta’zîm ile indirdi. İpek ve sırma işlenmiş bohçalara sarılı idi ve çekmece derûnunda idi. Bir sehbânın üzerine koydu, salat u selâm ile açtık, lehü’l-hamd ziyâret ettim.

Alâ-rivâyetin bu eseri, müellif-i muhteremi, Hz. Fahr-i âlem (salla'llâhu aleyhi ve sellem) efendimize takdîm etmiş, nazar-ı tashîh-i Muhammedî’den geçmiş; çizilmiş yerleri vardır, okunmuyor. Kasîde-i mezkûrenin muharrer olduğu sahîfeyi açtık, fi'l-hakîka siyâh olmuş, âteş kavrulması gibi bir hâlde siyâh yazılar beyâzlanmış, beyâz kağıt siyâhlanmış. Yüzümü gözümü sürdüm. Kalbim envâr-ı Muhammediyye ile meşhûn oldu.

Türbe-i şerîfede bir levhada şu medhiyyeyi gördüm:

 

Elâ ey kutb-ı envâr-ı velâyet Yazıcı-zâde

Şuâ-ı şems-i iklîm-i hidâyet Yazıcı-zâde

 

N’ola mâh-ı münîr olsa müdevver evc-i ravzanda

Ki şems-i mihr-i âfâk-ı kerâmet Yazıcı-zâde

 

Seni bir zât-ı âlî-şâna vassâf itdi Mevlâ kim

Giyer “levlâk”dan eflâke hil’at Yazıcı-zâde

 

Anın aşkıyla âh itdin tutuşdu elde evrâkın

Eyâ şem’-i harîm bezm-i basîret Yazıcı-zâde

 

Hicâz-ı Kâbe-i uşşâkına gelsün tavâf itsün

Seni ins ü melek kılsun ziyâret Yazıcı-zâde

 

Bu rûhâniyyeti Firdevs’den Rıdvân mı gönderdi

Nedir kabrinde yâ hû bu letâfet Yazıcı-zâde

 

Eser subh u mesâ sayf u şitâ kabr-i şerîfinde

Nesîm-i nefha-i kuds-i hüviyyet Yazıcı-zâde

 

Gubâr-ı hâk-pâyin tûtiyâdır çeşm-i uşşâka

Diyu geldim sana ey kân-ı şefkat Yazıcı-zâde

 

Habîbu’llâh aşkın hürmeti âşıklığın hakkı

Bulam ben dahi dâreynde selâmet Yazıcı-zâde

 

Yüzün dergâhına kim sürdü elbet olmaya mahrûm

Benim de iltimâsım vardır elbet Yazıcı-zâde

 

Gelibolu ser-â-pâ mazhar-ı feyz ü saâdetdir

Kitâbın bu söze eyler şehâdet Yazıcı-zâde

 

Bizi de anlara ilhâk idüp hep asl u fer’imle

Be-hakk-ı Ahmed-i Muhtâr şefâat Yazıcı-zâde

 

Geçer âkil rumûzâtın tefekkür kılsa kendinden

Eyâ mecmûa-i esrâr-ı hikmet Yazıcı-zâde

 

Ne esrâr itdin izhâr evvel-i satr-ı muhabbetde

Okunmaz anlaşılmaz hatt-ı kudret Yazıcı-zâde

 

Çekerdi kârbân-ı hecrini çokdan beru Zihnî

Bi-hamdi’llâh irişdi rûz-ı vuslat Yazıcı-zâde

/273/ Buna nazîre olarak berây-ı istişfâ’ âtîdeki manzûme-i fakîrâne sânih oldu:

Elâ ey mahzen-i irfân u hikmet Yazıcı-zâde

Seni ez-cân (u) dil sevdim hakîkat Yazıcı-zâde

 

Kemâl-i şevk ile itsem ziyâret kabrini dirken

Muvaffak eyledi ol Rabb-i İzzet Yazıcı-zâde

 

Şeref yâb-ı ziyâret olduğum ân-ı saâdetde

Dil-i mahzûnuma geldi meserret Yazıcı-zâde

 

Mübârek kabrini gördüm ser-â-pâ nûra gark olmuş

Sana züvvâr olan eyler şehâdet Yazıcı-zâde

     

Kitâb-ı müstetâbındır hakîkat bahrinin dürrü

Bulunmaz âlem-i zâhirde kıymet Yazıcı-zâde

 

Şerîatdan tarîkatdan hakîkatdan dakâyıkdan

Güzelce eylemişsin serd-i hikmet Yazıcı-zâde

 

Eyâdî-i muhabbetde gezer te’lîf-i mergûbun

Gece gündüz okurlar cümle ümmet Yazıcı-zâde

 

Garîk-ı bahr-ı aşk-ı Hazret-i Fahr-i cihânsın sen

Eyâ şem’-i şebistân-ı muhabbet Yazıcı-zâde

 

Seninçün ümmetin kalbinde vardır mevkı’-ı âlî

Sana beslerler elbet hiss-i hürmet Yazıcı-zâde

 

Cenâb-ı Fahr-i âlem aşkına dil-sûz olmuşsun

Elâ ey server-i uşşâk-ı Hazret Yazıcı-zâde

 

Tasavvuf âleminde sözlerin iksîr-i a’zamdır

Gül-i gül-zâr-ı erbâb-ı tarîkat Yazıcı-zâde

 

Cemîan ehl-i aşka şerbet-i zevki virir hâlin

İdersin dâimâ ibzâl-i himmet Yazıcı-zâde

 

Mükerrem nâmını zîver iderler dillere uşşâk

Hakâyık bülbülü ihsân-ı kudret Yazıcı-zâde

 

Kemâl-i aşkına burhân olan âsâr-ı mergûben

Kabûl-i Hazret-i Fahr-i risâlet Yazıcı-zâde

 

Reîsü’l-evliyâsîn mazhar-ı feyz-i Rasûlü’llâh

Eyâ misbâh-ı erbâb-ı selâmet Yazıcı-zâde

 

Künûz-ı hikmetin miftâhı olmuşsun maârifde

Sana herkes ider tâ’zîm ü hürmet Yazıcı-zâde

 

Yanardı nâr-ı hecrinle nice demden beri Vassâf

İrişdi bezm-i vuslat kıl inâyet Yazıcı-zâde

Hattât-ı merhûm Hâfız Tahsîn Efendi, bunu güzelce yazmış idi. Ahîren çerçeveye koyarak türbe-i şerîfeye muttasıl tevhîd-hânede âvîhte-i mevki'-i muhabbet kılınmıştır.

Muhammed Efendi hazretlerinin peder ve vâlidesi semâ’-hânenin bir köşesinde medfûndur. Birâderleri Ahmed-i Bîcân hazretleri ayrıca bir türbede medfûndur.

Âsârı :

Muhammed Efendi hazretlerinin, Muhammediyye’den başka Fâtiha-i Şerîfe Tefsîri olduğu gibi, Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin Fusûs’u üzerine bir şerh yazdıkları menkûldür. Bunda Hz. Muhyiddîn’e bir çok i’tirâzâtta bulunduğu mervî ise de, vâkıf-ı esrâr-ı tevhîd olan müşârünileyhin böyle bir hâlde bulunmayacağına kanâat etmek lâzım gelir. Fusûs’a mu’tarız olan, tabiî onu şerh etmeye kalkışmaz. Şerhden maksad, metnin erbâb-ı ma’rifete kapalı olan cihetlerini açmaktır ve Hz. Müellifin eserini ta’mîm etmekten ibârettir. Tabîî i’tirâzla tevfîk kabûl etmez.

/274/ Köstendilli Şeyh Süleymân Efendi merhûmun Bahru’l-Velâye nâm eserinde yazıldığı üzere, bu eser birâderleri Ahmed-i Bîcân’ın olması ihtimâli mevcûddur. Yâhud, Bursalı Mehmed Tâhir Bey’in istidlâli vechile Hacı Bayram-ı Velî’ye mülâkattan ve zevk-i ma’nâya vusûlden mukaddem yazılmış olması melhûzdur.

 

AHMED-İ BÎCÂN HAZRETLERİ

Yazıcı-zâde’nin birâderidir. Meşâhîr-i meşâyıh u üdebâdandır. Yazıcı-zâde’nin Magâribü’z-Zamân li-Gurûbi’l-Eşyâ fi’l-Ayni ve’l-Ayân nâm eserinin bâis-i te’lîfi olmuşlardır. Bu eser-i âlî-kadrden kendisi de müstefîd olup, Envâru’l-Âşıkîn nâmında eser-i mu’teberlerini vücûda getirmişlerdir. Dürr-i Meknûn, Acâibu’l- Mahlûkât ve Müntehâ nâmlarında âsârı vardır. Envâru’l-Âsıkîn’e "Ahmediyye" dahi derler.

Her ikisinin meşîhatı teselsül etmemiştir. Her ikisi de müstağrak-ı deryâ-yı aşk olup, sırr-ı irşâda sâhib olmağa meyl etmemişlerdir. Eserleri erbâb-ı aşka mürşidlik hizmetini görmektedir. Gerek Muhammediyye, gerek Ahmediyye Anadolu’da pek ziyâde münteşirdir. Herkes bir zamân adetâ evrâd gibi bunu okumağa hâhiş-ker bulunurlardı. Muhammediyye okunup bitince hatim cem’iyyeti gibi cem’iyyetler yaparlar imiş. Sinn-i sabâvetimde pek iyi hâtırlarım; vâlidem merhûmenin Muhammediyye ve Ahmediyye kitapları elinden düşmez, komşular bir araya gelirlerse dedikodu edeceklerine Muhammediyye’den okurlar, ağlarlar idi.

Halkın bu inhimâki azalmış, tabiî feyz-i Muhammedî bizlerden uzaklaşmış, başımıza bunca felâketler gelmiştir.

Muhammed Efendi hazretlerine, “Yazıcı-zâde” denilmesi, pederlerinin erbâb-ı hatt u kitâbetten olmasından ve Ahmed-i Bîcân hazretlerine “Bîcân” denilmesi de, nehâfet-i vücûdiyyelerinden mütevellid bulunduğunu İsmaîl Hakkî merhûm beyân buyurmaktadır. Cenâb-ı Hak cümlemizi mazhar-ı feyz ü şafâatleri buyursun, âmîn bi-hurmeti Nebiyyi’l-Emîn.

Her ikisinin ervâh-ı şerîfesine bir Fâtiha-i şerîfe ihdâ buyuran erbâb-ı îmân mazhar-ı ihsân-ı Mennân olsun.

Yazıcı-zâde’nin şeyhi hakkında bir medhiyyesi vardır. Bir beyiti:

Cihânın kutbu mâhı Hâcı Bayram

Cihânın şeyh u şâhı Hâcı Bayram

Muhammediyye’sini İsmaîl Hakkı hazretleri iki büyük cildde şerh etmiştir.

 

/275/AKBIYIK SULTÂN

Meczûb Abdullâh'dır. Şöhreti, Akbıyık Sultân’dır. Sultân Murâd-ı sânî devrinde zuhûr eden eâzımdandır. Hz. Bayram-ı Velî’nin taht-ı terbiyesine dâhil oldular. Halvet esnâsında mâl ve servet ârzûsunu bir vecihle fikir ve gönülden çıkaramadığından, şeyhi her ne kadar terk-i dünyâya teşvîk etmiş ise de, te’sîri görülmediğinden, “Evlâdım Mâdâmki dünyâdan geçemiyorsun, bizi terk et, sana izin, benimle münâsebetin munkatı’dır.” diye tard edilmiştir. Dışarı çıkarken başındaki serpûş, kapıya ilişerek yere düştüğünden, bunu şeyhinin kerâmetine haml ederek, bir daha başına bir şey giymeyip, açık baş gezmiş ve saçını uzatmıştır. Meczûb ve abdâl olduğu hâlde li-hikmeti’llâh mâl ve serveti gittikçe artmış, Bursa’da vâsi’ bir binâ inşâsıyla gelip geçen müsâfirîn-i fukarâ ü mesâkîne yedirir içirir, ikrâm eder olmuş idi.

Bu hâliyle berâber Alâeddîn-i Arabî hazretlerinin dersine devâm ile tahsîl-i ilm etti. Bi'l-âhare şeyhinin mazhar-ı kabûlü olup, ikmâl-i sülûk ile nâil-i rütbe-i hilâfet olmuştur. Kendini meczûb ve abdâl sûretinde göstermeyi meslek ittihâz etmiş idi. Hâlbuki hakîkatte insân-ı kâmil idi.

Bi'l-âhare Akşemseddîn hazretleriyle İstanbul fethinde bulunup Hz. Fâtih’in mazhar-ı hürmeti olmuş idi. Sultânahmed civârında el’ân nâm-ı âlîlerine nisbetle bir mahalle vardır.

Âhir ömrünü Bursa’da inzivâ ile geçirip 860/(1456) senesinde irtihâl-i dâr-ı naîm eyledi. Bursa şehrinde el’ân mevcûd âsâr-ı hayriyyesi ve tekkesi vardır. Tekke civârında türbesi ma’mûr ve müzeyyendir. Ziyâret eyledim. Âsâr-ı heybet rû-nümâdır.

Türbesinin kapısında (şöyle) yazılıdır:

أعوذ بالله من الشيطان الرجيم. بسم الله الرحمن الرحيم. فاعلم أنه لاإله إلاَ الله محمد رسول الله. ألا إن اولياء الله لا خوف عليهم ولاهم يحزنون. إذا تحيرتم فى الأمور فاستعينوا من أهل القبور.[23]

Akbıyık Sultân hazretlerinin rûhu için el-Fâtiha.

İsmaîl Hakkı hazretleri buyuruyor:

“Bu üç zât-ı âlî-kadrden sâhib-i Muhammediyye’nin maârifi cümlesine gâlib idi. Çünki, garka-i deryâ-yı fenâdır. Akşemseddîn hazretleri ziyâde müteşerri’ olup, her yüzden cemâli, âsârından zâhir ve envârından bâhirdir ve sâhib-i temkîndir. Akbıyık Meczûb’un ise, ba'zı ahvâlde bunların ikisine de galebesi vardır.”

 

/276/ ALÂEDDÎN-İ ARABÎ

Meşâhîr-i ulemâdandır. Sultân Bâyezîd-i sânî devrinde meşîhat-i İslâmiyye’ye geçmiştir. Haleblidir. Orada tahsîlden sonra Dersaâdet’e gelerek Molla Gürânî’nin halaka-i tedrîsine dâhil olmuş ve ba’dehû Hızır Bey’in dersinden istifâde eylemişti. İkmâl-i tahsîlden sonra Edirne’de Dârü’l-Hadîs Medresesi’nde Fahreddîn-i Acemî’nin muîdi ve muahharan Bursa’da Kaplıca Medresesi’nin müderrisi olmuştu.

Orada Şeyh Alâeddîn-i Halvetî’ye intisâb ile tarîk-ı tasavvufa dahi sülûk etmiş ve şeyh-i müşârünileyh İstanbul’dan teb’îd olunduktan sonra, sâhib-i tercüme dahi Manisa’ya gönderilerek, orada tedrîs ile meşgûl iken, çok geçmeden Dersaâdet’e celb olunup, müstevfî vazîfe ile Semâniyye Medresesi’ne ve 900/(1495) târîhinde mesned-i fetvâya nasb olunmuş ve bir sene sonra 901/(1496)’de vefât edip, Eyüp’te türbe-i mahsûsasında vedîa-i hâk-i mağfiret kılınmıştır.

Fıkıh ve tefsîr ve hadîsde yed-i tûlâ sâhibidir. Kütüb-i mütedâvîleye dâir ba'zı havâşî ve ta’lîkâtı vardır. Doksandokuz evlâdı(nın) dünyâya geldiğini garâbetle okudum.

 

MOLLA ZEYREK

Hz. Bayram-ı Velî hulefâsındandır. İstanbul fethinde bulunmuştur. Nâmına nisbet edilen mahallede inşâ edilen medreseye müderris ta’yîn edilmişti. Ba’dehû cümlesini terk edip Bursa’ya gelerek ricâlu’llâh katarına girdi. Pınarbaşı Kabristânı’nda medfûndur. Ziyâretle şeref-yâb oldum.

 

RAMAZÂN HALÎFE

Hz. Bayram hulefâsındandır. Edirne’de neşr-i tarîkata me’mûr olmuş idi. Sultân Bâyezîd Hân-ı sânî zamânında irtihâl edip, Edirne’de Gazi Hoca Mahallesi’nde defîn-i hâk-i ıtır-nâktır. Mürûr-ı zamân ile münderis olan merkad-i şerîf ve dergâh-ı münîfi ile müştemilâtı ve çeşmesi ahîren ashâb-ı hayrâttan bir zât tarafından müceddeden inşâ olunmuştur.

 

ŞEYH YÛSUF-I HAKÎKÎ

Şeyh Hamîdüddîn-i Aksarâyî hazretlerinin mahdûmudur. Hz. Bayram-ı Velî’den ikmâl-i tarîkat eylediler. Pederlerinin yanında medfûn olduğu menkûldür.

Matâliu’l-îmân nâmında bir eseri ve Muhammediyye tarzında iki cild Hakîkî-nâme’si vardır.

Nutuklarından:

Ubbâd anın ibâdeti zevkinde dil-fürûz

Uşşâk anın muhabbeti şevkinde cân-feşân

Kim vasf idebilir Hakîkî bu râzı çün

Sığmaz bu ma’rifetde hemân kül(?) olur lisân

 

/277/ ABDÂL MÛRÂD

Alâ-rivâyetin, Hacı Bayram-ı Velî’nin birâderleridir. Oğlu Abdâl Mûsa ile kerâmetleri görülmüştür. Târîhen tedkîkıma nazaran pek vech-i münâsebet bulamadım. Çünkü bunlar Bursa fethinde Sultân Orhân’a yardım etmişlerdi. Küffâra attığı taşları hisârda dibek yapmışlardır. Kuvve-i ma’neviyye ile atılan taşlardır. Türbesine çıkılırken yol üzerinde bulunan bir kayayı, kılıç ile kerâmeten iki parça etmiştir. Oğlu Abdâl Mûsa beyne’n-nâs “Mûsa Baba” diye meşhûrdur.

 

ŞEYH YAVSI MUHYİDDÎN MUHAMMED

Hacı Bayram-ı Velî hazretlerinin âlem-i bakâya intikâllerinden sonra Akşemseddîn hazretlerinden Bayramî ve Hızır Dede hazretlerinden Celvetî (tarîkatının) zuhûr ettiğini yazmıştım. Akşemseddîn halîfesi İbrâhîm-i Tennûrî hazretlerinin halîfesi olan Şeyh Yavsı’dan bahs ve Hızır Dede’yi yazdıktan sonra Bayramî kolunun tafsîline girişeceğim.

İskiliplidir. Edirne’de neşr-i tarîkat etmiştir. Şeyh Şuca’ Zâviyesi’nde bir hayli müddet post-nişîn olup, bir rivâyette 922/(1516)’de yüz yaşında âlem-i âhirete rıhlet edip orada defn edilmiştir. İbrâhîm el-Kayserî halîfesidir. Kâmil ve mükemmil bir zât-ı âlî-kadr olup kerâmât-ı kevniyyeleri meşhûr ve hâlât-ı aliyyeleri mevfûrdur.[24]

Şeyh Yavsı hakkında Hâfız Hüseyin-i Ayvansarâyi, Vefeyât’ında diyor ki:

“Pederi Mustafa el-İmâdî, onun pederi Muhammed el-İskilîbî’dir. Amcası Ali Kuşçu’dan ve sâir erbâb-ı ilimden ulûm-ı zâhire tahsîl etti. Şeyh Muslihuddîn-i Foçavî’den Tefsîr-i Beyzâvî okudu. “Şeyh-zâde” diye ma’rûftur. Şeyh İbrâhîm-i Tennûrî hazretlerinden tarîkat-ı Bayramiyye’yi aldı, müstahlef oldu. Haremeyn’i ziyârete gitti. Amasya’da o zamân Sultân Bâyezîd vâli idi. Hîn-ı azîmetinde Bâyezîd’e, “Avdetimde sizi taht-ı Osmânî’ye câlis olarak bulacağım.” demişti. Fi’l-hakîka avdetlerinde öyle buldular. Hünkâr bu zâta muhabbet etti. “Hünkâr Şeyhi” diye şöhret buldu. Bir kiliseyi câmiye tahvîl ve Hz. Şeyh için hânkâh ittihâz etti. Hâlen, “Sivâsî Tekkesi” denilmekle meşhûrdur.”

922/(1516) târîhinde İskilip’te vefât etti. Yazı ile, “Dokuzyüz yirmiiki” (طقوز يوز يكرمى ايكي) târîh-i irtihâlini be-hesâb-ı ebced müş’irdir.[25]

Pâdişâh’a, “Bu gece saray hâricinde açıkta yatsınlar.” diye haber göndermiş, pâdişâhın kendisine pek hürmet ve i’timâdı olduğundan, “Bu haberde bir hikmet vardır.” diye o gece tebdîl-i hâb-gâh eyler. Bâ-emri’llâh bir zelzele-i azîme olur. Halvet-hâne-i Sultânî’nin sakfı çöker. Pâdişâh, derhâl şeyhin nezdine gider. Ne görsün, her taraf yıkılmış, çile-hâneye bir şey olmamış. Görüşmüşler, Cenâb-ı Pâdişâh’a duâ etmişlerdir. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

Şeyhü'l-İslâm Ebussuûd Efendi hazretlerinin peder-i ekremleridir (c. III, s. lll’e mürâcaat.). Mahdûmlarının tercüme-i hâli (için), c. III, s. 230’a mürâcaat.

Şeyh Bedreddîn hakkında eser yazan, Dârü’l-Fünûn müderrislerinden Muhammed Şerefeddîn Efendi, eserinin 31. sahîfesi zeylinde bu zât hakkında îzâhât veriyor ve Ebussuûd’un pederi olduğuna delîller buluyor. Fakat gösterdiği târîh-i irtihâli yanlıştır. Bu zâtın Varidat Şerhi varmış. Buna dâir de, o eserde îzâhât vardır. Bedreddîn nazariyyât-ı fikriyyesinin mürevvici imiş.

Şeyh Îsâ nâmında bir halîfesi vardır ki, “Mecdüddîn-i Akhisârî” diye meşhûrdur.

Şeyh Îsa’nın da bir oğlu vardır ki, “İbn Îsâ” diye meşhûrdur. Âdâb u esrâr-ı tarîkata dâir bir eser yazıp Sultân Selîm-i sânîye ihdâ eylemiştir. 958/(1551) senesinde yazılmıştır. Manisa’da bulunmuştur.

 

/278/ ŞEYH MUK’AD HIZIR DEDE

Hacı Bayram-ı Velî hulefâsındandır. Bursa civârında Mihalıç tarafında koyun çobanlığıyla te’mîn-i maîşet ederken, ayaklarına hastalık ârız olup kötürüm olacak bir hâle gelmiştir. Zâten kendilerine “Muk’ad” lakabı bundan kalmıştır. Ma’neviyyâtı mâddiyyâtına gâlib olup, mâ-sivâdan büsbütün i’râz ile Bursa’ya gelip Câmi'-i Kebîr’in eski minâre dibinde ihtiyâr-ı ikâmet ve mücâhede ve riyâzet eylemiştir. Hz. Bayram-ı Veli’ye intisâbı bundan evvel mi, yoksa sonra mıdır? Tahkîkına imkân bulunamadı.

Hz. Pîr’den mazhar-ı hilâfet olunca, erbâb-ı isti’dâdı cezb etmeye başlamıştı. Hz. Bayram-ı Velî ile münâsebetlerine sebeb, müşârünileyhin Emir Sultân hazretlerini görmek için Bursa’yı teşrîfleridir.

910/(1504) târîhinde âlem-i bakâya intikâl ettiler (kaddesa'llâhu sırrahû). Bursa’da Pınarbaşı Kabristanı’nın üstünde Üçkuzular nâm mahalde vedîa-i rahmet-i Rahmân kılındı. Ziyâretle kâm-yâb oldum. Pek rûhâniyyetli bir mahall-i mubârektir.

Hz. Uftâde’nin mürşid-i mükerremi olup, rütbe-i irfânı, Hz. Üftâde gibi bir mürîd yetiştirmesiyle sâbittir.

                                                                       *    *    *

Akşemseddîn hazretlerinden yürüyen silsile ikiye ayrılır. Birincisi Hamzavîleri ikincisi Bayramîleri şâmildir. Hamzavîler müşârünileyhin hulefâsından Şeyh Emîr Sikkînî hazretlerinden; Bayramîler ise yine hulefâdan Şeyh Cemâleddîn-i Şâmî’den gelmiştir. Evvelâ Hamzavîlerden bahs edelim:

 

(HAMZAVÎLER)

- Şeyh Akşemseddîn hazretleri (Kuddise rırruhû),

- Şeyh Emîr Sikkînî Dede Ömer hazretleri (Kuddise rırruhû),

- Şeyh Bünyâmîn-i Ayâşî hazretleri (Kuddise rırruhû),

- Şeyh Pîr Aliyy-i Aksarâyî hazretleri (Kuddise rırruhû),

- Şeyh Çelebi hazretleri (Kuddise rırruhû),

- Şeyh Ahmed-i Sârbân hazretleri (Kuddise rırruhû),

- Şeyh Hüsâmeddîn hazretleri (Kuddise rırruhû),

- Şeyh Hamza hazretleri (Kuddise rırruhû),

- Şeyh Hâce Alî er-Rûmî hazretleri (Kuddise rırruhû),

- Şeyh Hacı Kabâyî hazretleri (Kuddise rırruhû),

/279/ - Şeyh Beşîr Sultân hazretleri (Kuddise rırruhû),

- Şeyh Muhammed Hâşim hazretleri (Kuddise rırruhû).

 

ŞEYH EMÎR SİKKÎNÎ DEDE ÖMER

“Emîr” denilmesi, seyyidü’n-neseb olmasından; “Sikkînî” denilmesi Bursa’da bıçakçı bulunmasından; “Dede” denilmesi, tarîkatta kıdem ve liyâkatından mütevelliddir.

Zamânının vahîdi, akrânının ferîdi olmuş idi. Terbiyesi Akşemseddîn hazretlerinden olup, fart-ı zekâsı ve şiddet-i isti’dâdı hasebiyle araları açılmış, fakat bi'l-âhare te’lîf husûle gelmiştir. Aralarının açılması mesâil-i tarîkatta zuhûra gelen ihtilâf-ı efkârdır. Hacı Bayram-ı Velî hazretlerinin şeref-i sohbetine ve hüsn-i nazarına ermiş ricâlu’llâh’tandır.

Akşemseddîn ile aralarının açılacağını Hz. Bayram keşf edip bir gün Dede Ömer’e hitâben, “Ak Şeyh ile senin mâ-beynini âteş te’lîf eder.” diye işâret buyurmuşlardır. Fi’l-hakîka öyle olmuştur. Akşemseddîn, Dede Ömer’i ümmîlik ile ithâm edip, irşâd dâiyyesine kalkışmamasını tenbîh ile, “Azîzin tâc ve hırka ve seccâdesi, tesbîh ve asâsı bizdedir.” demiştir.

Dede Ömer, bundan münfail olup, burhân göstermek sûretiyle müdâfaaya kıyâm ile, bir yere odun yığdırıp yaktırmış; Akşemseddîn’e, “Azîzimin tâc ve hırkası ve tesbîh ve seccâdesi bu fakîrinizde de vardır. Eğer zevk ve hâlet, tâc ve abâda ise, vücûdumuz âteş olsun; tâc u abâ yanmasın. Hâlet-i aşk u muhabbet bizde ise, tâc u abâ yansın, vücûdumuza zarar terettüb etmesin. Bi’smi’llâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm.” diye, âteşe girdi. Envâ’-ı vecd ü zevk ile semâ’ ederek üzerinde olan tâc ve abâ ve seccâde ve asâ hâkister oldu. Bunun üzerine şeyheyn hazerâtının arası bulunmuş, muânaka etmişler.

Dede Ömer bu vak’adan sonra tâc ve hırka giymemiş. İşte tarîk-ı Melâmî’de tâc ve hırka gibi şeylerin memnûiyyeti bu vak’adan mütevelliddir. Bu tâc ve hırka mes'elesinden hâdis olan iğbirâr, tarîkat-i aliyye-i Bayramiyye’nin ikiye inkısâmını müstelzim olmuş, biri Melâmiyye-i Bayramiyye, dîğeri Şemsiyye-i Bayramiyye nâmını almıştır.

Melâmiyye-i kadîmiyyeye yeniden ber-hayât veren Dede Ömer-i Sikkînî hazretleridir (Kaddesa'llâhu sırrahû). La’lî-zâde Abdülbâkî Efendi ve Müstakîm-zâde eserlerinde fazla ma’lûmât vermişlerdir. Onların mütâlâasını tavsiye ederim.

Bunların neş’esi çok yüksektir. Binâenaleyh, o neş’enin hisse-dârıyım. Onlara /280/ muhabbetim yüksektir. Esrâr-ı tevhîde cândan vâkıf olmuş erlerdir. Âtîde yazacağım tercüme-i hâllerden bu hâl tezâhür edecektir.

Dede Ömer hazretleri, Göynük’te, Akşemseddîn hazretleri yakınında medfûndur. Târîh-i irtihâli 880/(1475)’dir. Akşemseddîn’den sonra onyedi sene muammer olmuştur.

 

ŞEYH BÜNYÂMÎN-İ AYÂŞÎ

Ârif-i bi’llâh idi. Dede Ömer hazretlerinin vâris-i esrâr u kemâlâtıdır. 916/(1510) senesinde âzim-i dâr-ı cemâl olmuştur. Şeyhinden sonra yirmialtı sene câ-nişîn-i makâm-ı hilâfet olmuştur. Ayaşlı olup, zannedersem yine orada medfûndur. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

Şeyh Müştâk-ı Kâdirî hazretleri Dîvân’ında müşârünileyhe izhâr-ı hürmet ediyor ve Ayaş’ta ziyâretlerine gittiğini söylüyor ki, orada medfûn olduğunu bu eş’âr te’yîd ediyor.

Dîvân’ında şöyle yazılıdır:

“Der-sitâyiş-i şehr-i Ayâş ki, Hazret-i Şeyh İbn-i Yâmin der ân-câ medfûnest:

Tâc-ı ser-i Ayâş dil-i kâm-kân durur

Ya’nî ki kân-ı ma’den-i sâhib-dilân durur

 

“Yâ”yı yâ-yı yümn ü yenâbî’-ı feyzdür*

İkinci elf-i sânî elf-i emân durur*

 

“Şîn”ı ki şîn-ı şehr-i safâ vü şehr-i Rûm*

Yâ şîn-ı şems-i şa’şaa-i âsmân durur

 

Hor görme kör olur gözün ey bed-nazar hazer

Hâmîsi İbn-i Yâmin-i kutb-ı cihândurur

 

Ey pâdişâh-ı şehr-i atâ sâkin-i Ayâş

Müştâk geldi dergehine mihmân durur*

 

Deryûzeni feyiz-i amîm itse tan mıdır        

Lütfün cemî-i âleme çün râyegân durur

 

PÎR ALÂEDDÎN ALÎ

“Aksarâyî” diye meşhûrdur. Lârendeli olduğu da mervîdir. “Sâkî-i Kevser-i tarîkat, reh-nümâ-yı cezbe-i Rahmânî” diye tavsîf edilmiştir. Kerâmât-ı bâhiresinden uzun uzadıya bahs ederler. Silsile-i Bayramiyye’de, Bünyâmîn-i Ayâşî hazretlerinden sonra gösterilmiş ise de “Karamânî” lakabıyla meşhûr Semerkandlı Şeyh Ali halîfesi Şeyh Hayreddîn Efendi’den müstahlef olduğu menkûldür.

Hz. Şeyh-i Ekber efendimizin, Ankâ-ı Mağrib nâm eser-i âlîlerini şerh etmiştir. Peçevî Târîhi’nde muharrer olduğu üzere Şeyh-i Ekber müşârünileyh bu eserde 940/(1533) târîhinde, “harf-i evveli, (ayn: ع) olan şeyh, (sin: س) olan pâdişâh-ı zîşân ile; evveli, (kaf: ق) âhiri (he: ه) olan Konya şehrinde mülâkî olalar.” diye sarîhan belirttiği gibi Şeyh Alî’nin Sultân Süleymân ile, Bağdâd seferinde Konya’da görüştükleri ve beynehümâda büyük bir muhabbet husûle geldiği muhakkaktır. Bursa’da Başçı İbrâhîm Bey Câmi'-i şerîfi hazîresinde medfûndur. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

 

/281/ ŞEYH İSMÂÎL-İ MA’ŞÛK

Pîr Alâaddîn’in mahdûmudur. “Şeyh Çelebi” ve “Oğlan Şeyh” dahi derler. Kibâr-ı evliyâu’llâh’dandır. Zeyl-i Şakâyık-ı Atâyî’de, “Oğlan Şeyh denilmekle meşhûrdur. Bâis-i fitne olmuştur.” deniliyor. Müstakîm-zâde Ahvâl-i Melâmiyye nâm eserde müşârünileyh hakkında, “Oğlan Şeyh denilmesinin sebebi, hayret-efzâ bir hüsne mâlik olup, onsekiz-ondokuz yaşlarında iken, bir sene müddetle Ayasofya Câmii’nde îrâd eylemiş olduğu nasâyıh ve mevâızı, sâmiîn ve âşıkîni hayretlere düşürüp, bu yaşta bir gençden sâdır olan bu vâridât herkesi kendisine meftûn etmiş olmasından kinâyedir. İbn Kemâl fetvâsıyla yirmi yaşında iken nâil-i rütbe-i şehâdet olduğu menkûldür.” diyor.

“Oğlan Şeyh” nâmıyla şöhretini Şeyh İbrâhîm Efendi, Dil ü Dânâ kasîdesinde,

 

Hakîkat meşrıkı şems-i hüviyyet Pîr İsmâîl

 Ki Oğlan Şeyh dimekle nâmı olmuşdur cihân-ârâ

buyuruyorlar.

Pederinin irtihâlinden altı ay sonra nâil-i rütbe-i kutbiyyet olduğunu Tomâr-ı Turuk-ı Aliyye sâhibi naklediyor.

La’lî-zâde yazıyor ki:

“Makâm-ı fark’a vâsıl olmuş evliyâu’llâh’dandır. Maârif-i hakkânî ve esrâr-ı Rahmânî’yi mutazammın Türkçe eş’ârı vardır. Edirne’den İstanbul’a geldiğinde ondokuz yaşında idi. Ayasofya ve Süleymâniyye cevâmi’-i şerîfesinde va’z etmiştir. Halk o derece rağbet ve teveccüh göstermişti ki, bâ-emr-i sultânî, memleketine azîmeti lüzumu zâhir olmuş idi. Fakat, “Ben kaderime râzıyım, ne olacağını biliyorum.” diye azîmet teklîfini kabûl etmemiştir.

Kalbi vâridât-ı ilâhiyyeye mazhar olmuş olduğundan, tahsîl-i kemâlât ile, o sinde elde edilecek ilm-i zâhirîyi bile kûteh-nazarân ona çok gördüler. Bâ-husûs hakâyık ve dakâyıkdan bahs ettikçe onu, havsala-i idrâklerine sığdıramayanlar, vücûd-ı şerîfini lâzimü’l-izâle addettiler. Gûyâ, fitne-i âleme bâis oluyormuş diye dedi-koduya sebeb oldular.

935 sene-i hicriyyesinde (1524) Atmeydânı kurbunda Üçler Câmii’nin olduğu mahalde, oniki mürîdiyle maan İbn Kemâl fetvâsına istinâden şehîd ettiler ve başı gövdesinden ayrı olduğu hâlde denize attılar.”

Lugât-ı Târîhiyye vü Coğrâfiyye’nin beyânına göre Atmeydanı’nda püşte üzerinde şehîd ettiler.

La’lî-zâde’nin beyânına göre Atmeydânı’nda Hayalî Mescidi önünde şehîd ettiler.

“Oldu İsmâîl kurbân-ı tarîk” (اولدى اسماعيل قربان طريق) târîhidir.

/282/ Hikâye olunur ki, mürîdlerinden birinin rü'yâsında görünüp “Rumeli Hisârı’nda, Kayalar Mezâristanı’nda cesedime müntazır ol, evvelâ cesedim, sonra başım gelecek, oraya defn edesin.” buyurmasıyla, o mürîd hayretle bu hâle müntazır olur. Hakîkaten ibtidâ cesed-i şerîfleri dalgaların muâvenetiyle o sâhile gelir. Bir gün sonra da ser-i mübârekleri zuhûr eder. Emirleri mûcebince defn olunmuştur. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

Bir eserde, “Emvâc-ı envâr ve sevk-ı ilâhî ile oraya geldi.” diye beyân-ı hâl olunur.

Sûret-i mahsûsada ziyâret-i aliyyelerini kasdederek Rumeli Hisârı’na gittim, aradım buldum. Bebek’e daha yakındır. İttisâlinde bir tekke vardır. Rıhtım kenârında duvar içindedir. Muvâcehe penceresinden ziyâret olunur. Mezâr taşında, “Tarîkat-ı aliyye-i Bayramiyye ricâlinden Aksaraylı Pîr Ali Efendi’nin mahdûmu kutbu’l-ârifîn, gavsü’l-vâsılîn Şehîd İsmâîl-i Ma’şûkî hazretlerinin rûh-ı saâdetlerine li’llâhi’l-Fâtiha. Sene: 935/(1529)” muharrerdir.

“İsmâîl-i Ma’şûkî” denildiği gibi, “Ma’şûk” dahi derler. Mezâr taşında, “Ma’şûkî” muharrerdir. Sâdık Vicdânî Bey, “Ma’şûkî” diye yazmıştır.

Müşârünileyhin feyzi, peder-i ekremlerindendir. Sultân Süleymân ile esnâ-yı mülâkatta, ricâsı üzerine onsekiz yaşındaki Pîr Alâeddîn mahdûmlarını İstanbul’a göndermişler ve şehîd olacağını Pâdişâh’a haber vermişlerdir.


1.     Resim : İsmâîl-i Ma’şûkî seng-i mezârının aşağı tarafı. 

2.     Resim : Rumeli Hisarı Kayalı Mescidi hazîresi, İsmâîl-i Ma’şûkî hazretleri medfeni.

 

ŞEYH AHMED-İ SÂRBÂN

Defîne-i ilm-i hakîkattir. Ricâlu’llâh’dandır. Ser-i serbân-ı velî ki, “Sârbân Ahmed” diye meşhûrdur. Elyevm Hayrabolu’da Sârbân Tekkesi derûnunda medfûndur. Müstakîm-zâde’nin beyânına nazaran bu zât-ı muhterem Pîr Aliyy-i Aksarâyî hazretlerinin halîfe-i etemmi ve vâris-i ekmelidir. Bidâyeten ihtifâ-yı hâl ü hayât edip, bi'l-âhare 940/(1533)’ta Sultân Süleymân hazretleriyle Irak seferine şütür-bân-ı hâssa ile azîmet etmiştir. O zamân Sârbânbaşı idi. Esnâ-yı râhda Karaman’da müsâdif olduğu Alî hazretleri, zâtında kâbiliyyet-i külliyye müşâhede ederek, kendisine nasîhat ve himmet buyurmakla, teslîm ü bende-i fermânı olmuştur. Seferden avdetinde Hayrabolu’da yine ihtiyâr-ı uzlet ve ancak kendi asdıkâsıyla ülfet ederek, onyedi sene sâkî-i bezm-i aşk-ı ilâhî oldular.

Halîm, selîm bir zât-ı âlî-kadr idi. Hânumânına fenâ vererek 953/(1546)’te kadem-nihâde-i râh-ı hakîkat oldu. “Şütürbân” (شتربان) târîh-i irtihâlidir.

Halk arasında, “Kaygusuz Sultân” diye meşhûrdur. Mektûbâtı ve mürettep Dîvân’ları olup, ilâhiyyâtında /283/ gâh “Kaygusuz” gâh “Ahmed” ve “Ahmedî” tahallus ederler. Bir kaçı teberrüken naklolundu :

Varımı ol dosta virdim hânümânım kalmadı

Cümlesinden el yudum pes dû-cihânım kalmadı

 

Çünki hubbullâh irişdi çekdi beni kendüye

Açdı gönlüm gözünü ayruk humârım kalmadı

 

Dost cemâli aks salmadı bu gönlüm iline

Anı görelden beri sabr u karârım kalmadı

 

Ayn-ı tevhîd açılup hakka’l-yakîn gördüm anı

Şirki sürdüm aradan şekk ü gümânım kalmadı

 

Çok fenâ fi’llâh içinde beni ifnâ eyledi

Ol sebebdendir benim nâm u nişânım kalmadı

 

Evliyânın himmeti yakdı beni kâl eyledi

Sâfiyim buldum safâ jeng u gubârım kalmadı

 

Ahmedî eydür ilâhî sana şükrüm oldurur

Hamdü lillâh aşk-ı Hak’dan gayri varım kalmadı

 

                     *   *   *

Merd isen meydân-ı aşkda cân virüp cânânı gör

Sâdık isen aşk içinde iste bul sultânı gör

 

Ol sana senden yakın sen O’ndan olmagıl ırak

Kesreti ko vahdeti bul mâni vü irfânı gör

 

Vedduhâ yüzün (ü) velleyl saçındır mutlakâ*

Oku hüsnün mushafını Sûre-i Furkânı gör

 

Pertev-i nûr-ı Hudâ’sın gönlünün bil kadrini

Mazhar-ı zât u sıfât ol rahmet-i Rahmânı gör

 

Kaygusuz “El fakru fahrî” kim buyurdu ol Resûl

Fakr ile fahr eyleyüp gel küfrü ko îmânı gör

 

                     *   *   *

Görmeyen cân Yûsufun Ken'ân'ı bilmez kandedir

Öz vücûd-ı Mısr’ının sultânı bilmez kandedir

 

/284/ Cehd idüp tavr-ı beşerden çıkmayan tâlib bugün

Kaldı nisyân içre ol nisyânı bilmez kandedir

 

Cism ü cânın sırrını fehm itmeyen âvâreler

Gerçi âşıkdır velî cânânı bilmez kandedir

 

İçmeyen vuslat şarâbın yâr elinden her zamân

Benzer ol mâhîye kim ummânı bilmez kandedir

 

Sırr-ı cânı bilmeyüp seyr eyleyen ser-geşteler

Devr idüp devrân ile devrânı bilmez kandedir

 

Mübtelâ-yı aşk olup cânânesini bilmeyen

Derd ile dermândadır dermânı bilmez kandedir

 

Cân kulağıyla işit Ahmed Muhammed nutkudur

Kendi nefsin bilmeyen Rahmân'ı bilmez kandedir

 

                     *   *   *

Ey rûh-ı pâk-ı âlem Vasfîn beyâna gelmez

Vey nûrdan musavver mislin cihâna gelmez

Câm-ı mey-i “sekâhüm” ol la’l-i cân-fezâdır

Bir zerresin kim içse sırrı beyâna gelmez

 

                     *   *   *

Her kim bize ta’n eylerise cins-i beşerden

Hak saklasın âlemde anı havf ü hatardan

 

Zemm eyleyüben aybımızı söyler olursa

Mahşerde emîn ide Hudâ şûr ile şerden

 

İnkârı ko bak ahsen-i takvîme berü gel

Âyîne-i dil rûşen olur sâf-ı nazardan

 

                     *   *   *

Yûsuf-ı Mısrı bulam dirsen eğer insân ile

Cümle varlıkdan güzer kıl cân içinde câna bak

 

Câhilî-sûret olanlar bilmediler âdemi

Ârif-i sır oldun ise pertev-i Sübhâna bak

 

                     *   *   *

Hamdü lillâh şimdi bir âlî-cenâbım var benim

Evliyânın himmetiyle feth-i bâbım var benim

 

Gönlümüz esrâr-ı Hakk’ın mahzen ü deryâsıdır

Âlemi garka virir bir katre âbım var benim

Mektûbâtından:

الحمد لله الذى أنعم علينا وهدانا للإسلام وجعلنا من أمة محمد حبيبه عليه الصلاة والسلام. قُلْ إِن كُنتُمْ تُحِبُّونَ اللّهَ فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمُ اللّهُ.[26]

/285/ Sizinle bizim aramızda olan muhabbet şol muhabbettir ki, Hz. Rasûlu’llâh (aleyhi's-salâtü ve's-selâm)’la ashâb-ı güzîn arasında idi. Ol, muhabbetu’llâh’dır. Buna şek getüren mutlak kâfirdir. Yalancının yüzü kara olsun. İki cihânda hem karadır. Bu muhabbetin husûlünden sonra Hâtemü’l-enbiyâ ile, ser-çeşme-i evliyâ nice yıl birlik ettiler. Bu hadîsten fehm oluna : (قال عليه السلام : لحمك لحمى يا على، جسمك جسمى يا على، دمك دمى يا على.)[27] Ya’nî demektir ki, “Şol lahm, şol cism, şol ruh ve şol dem ki, benim değildir, senin dahi değildir ve şol nesne ki senindir, ol benimdir.” Seninle bizim aramızda olan muhabbet öyle bir muhabbet idiğine inandınız ise, birliğimiz ve dirliğimiz onun birliği ve dirliği gibi gerektir. Ol şey ki, bizim değildir, sizin de değildir. Ol şey ki, bizimdir, sizindir. Belki bu muhabbetin husûlünden hakkânî muhabbet vücûd bulur. Hakîkat-ı maânî zâhir oldu. Esteîzü bi'llâh: (فَأَوْحَى إِلَى عَبْدِهِ مَا أَوْحَى، مَا كَذَبَ الْفُؤَادُ مَا رَأَى)[28]

Hâk teâlâ her birinize hakkânî muhabbeti mübârek eylesin. Hiç fikreder misiniz, ne vecihle hâsıl oldu? Bu vecihle hâsıl oldu ki, siz kendinizi bi'l-külliyye bize teslîm etmekle sizin olan bizim oldu, bizim olan sizin oldu. Bu mezkûrâttan asıl birlik ne idiği ma’lûm oldu. Cümle ihvân-ı safâ bir araya gelip, hep kendi vücûdunuzdan istiğfâr eyleyesiniz. Zîrâ Hak’tan ayrı götüren ve birbirinizden ayıran sizin varlığınızdır. Onun için Rasûl (aleyhi's-selâm) buyurdu ki: (وجودك ذنب لايقاس عليه ذنب آخر)[29]

Cenâb-ı Hak buyurur: (إِنَّ اللّهَ لاَ يَغْفِرُ أَن يُشْرَكَ بِهِ وَيَغْفِرُ مَا دُونَ ذَلِكَ لِمَن يَشَاء)[30]

Hiç bundan büyük günâh olur mu? Sizi dosttan ayıra ve aranıza iftirâk bıraka.

Çü sen sende seni gördün beğendin

Sen İblîs eyledin kendine kendin

İmdi lutf edip, şeytanı kahr edesiniz, her biriniz kendi vücûdunuzu ifnâ etmekle, gönül yüzünü yere koyup âdet-i kadîmeniz üzere bakâsınız. Allâh teâlâ’nın lutf u keremi ve Habîbu’llâh’ın nübüvveti ve evliyânın yüce himmeti erişip her birinize tamâm mertebe safâ-yı hâzır ola inşâ'llâh.

Hak zâttır. Cümle cihân sâyedir. Hiç sâyede ihtiyâr var mıdır? İmdi yok olunuz, bâkî kerem Hakk’ındır. Mürüvvet ve kereme lâyık ne ise onu icrâ edesiniz.”

Hâdimu’l-Fukarâ Ahmed-i Sârbân”

 

/286/ VİZE’Lİ ALÂEDDÎN EFENDİ HAZRETLERİ

Ahmed-i Sârbân hazretlerinin mazhar-ı feyzi ve nâil-i hilâfeti olanlardandır. 970/(1562-63) târîhinde irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir. Vize’de medfûndur.

Bu zât-ı muhteremden, Şeyh Gazanfer Dede Efendi feyz-yâb olmuştur. Bidâyeten debâgat ile meşgûl idi. Sonra ferâğatla, Hz. Şeyh’in fâiz-i icâzet ü hilâfeti oldular.

Vize’de neşr-i tarîkat edip, 974/(1566-67) târîhinde vâsıl-ı dâr-ı karâr oldu. Ümmî iken maârif i sûfîyyede allâme-i asr olarak cezebât-ı ilâhiyye ile şöhret buldular.

Atîde tercüme-i hâl-i ârifânelerinden bahs olunacak olan Hâşimî Seyyid Osmân Efendi dahi müşârunileyhden feyz bulanlardandır.

 

ŞEYH HÜSÂMEDDÎN-İ ANKARAVÎ HAZRETLERİ

Gavvâs-ı deryâ-yı hakîkat, bir mürşid-i meâlî-menkabettir. Ankara’ya yakın Kutluhân nâm mahalde tevellüd eyledi. Ulûm-ı akliyye vü nakliyyeyi tahsîlden sonra kemâlât-ı bâtıniyyeyi Ahmed-i Sârbân hazretlerinden iktisâb eyledi.

Müstakîm-zâde buyurur ki:

“Ahmed-i Sârbân ile, Hüsâmeddîn arasında pek büyük bir muhabbet husûle gelmiş ve bir zamânlar mükâtebât ile perveriş-yâb-ı kemâl olmuşlardır.”

Ahmed-i Sârbân’ın Cenâb-ı Hüsâmeddîn’e gönderdikleri mektûbâttan:

Bismi’llâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm.

Oğlum! Mevlâ Hüsâmü’l-mükerrem kıbeline ba’de’s-selâm bi’l-ızzi ve’l-ikrâm ma’lûm ola ki, bu tarîk-ı Hakk’a kapu düşüptür. Nitekim, Çehâr-yâr-ı güzîn, Hz. Rasûlu'llâh (salla'llâhu aleyhi ve sellem)’e mahrem düştüğü gibi siz dahi delîl düştünüz. İmdi ciğer-köşem, bilir misiniz ki, durduğunuz cennet dîdâr dâiresidir. “Neden?” derseniz, Allâh’ın kerem ve lütfu gönlünüze tulû’ itmedi mi? Gıdâ-yı ruh bulunmadı mı? Mâ-sivâu’llâh kalbinizden çıkup, Hakkânî muhabbet zuhûr itmedi mi? Sizinle evvelce mülâkî olduğumuz vakit bu dâire sizlere zâhir olmuştu. Ben sâlûsluk bilmezem. Aşka riyâ katmazam. Aşka riyâ katan kâfirdir.

Azîzim şöyle buyurmuştur : Lokması kursağımıza düşen yaradılmış yabanda kalmaya, gönlü Yaradan ululuğuna erişe. Biz dahi deriz ki, sizlerin de bu muhabbet üzerinde hakkınız çoktur. Ammâ sâbıkta niçün o yok düşüptür? Allâh’ın inâyeti ve Habîbu’llâh’ın şefâati ve nübüvveti ve evliyânın yüce himmeti nice erişip, mübârek yüzünüzden kerem yurdunu müjde verdiler.

Mevlânâ! Şöyle bilesiniz. Erenler mâ-beyninde size Molla Hüdâvendigâr hâli verilipdir, denildi. Bilir miyiz ki oğul, bu hâl sizlerde hâsıl olmaya? Siz dahi zevk ve şevk hâsıl edesiz. Feyz-i Rabbânî, nûr-ı Muhammedi hâsıl ola. Yüce himmet-i evliyâ iznimiz budur ki, tenhânızda çokluk oturmayasız. /287/ Dervîşlerle sohbet edesiniz. Zîrâ tarîk böyledir ki, birbirinizin yüzünden ma’rifet söyleye söyleye hâl hâsıl olur. Biz sizlere hakîkatta ata düştük, sizler dahi hakîkatta oğul düştünüz. (الولد سر أبيه)[31] Ata dâimâ yerine oğul kaldığını istemez mi? Arada buhl yok, buhulda ar yok, meğer Allâh onarmamış ola. Vay ana kim, Allâhu Azîmü’ş-şân onarmaya. Hak yıkdığını kimse yapamaz ve Hak yaptığını kimse yıkamaz.

Ata, nûr olıcak, oğul dahi nûr olur. İkisi dahi, nûrun-alâ-nûr olur. İmdi oğlum, şu dediğimiz dâire size hâsıl olmadıysa biz yalancılardan oluruz.

Oğlum! Sizlerden bir istimdâdımız dahi vardır. Cevher gösterene siz boncuk gösteresiniz; boncuk gösterene sakız gösteresiniz. Hakkânî muhabbet gözedeni gözden bırakmayasız.

“Ata dahi nedir?” derseniz; Şerîat, şerîat, yine şeriât. Allâh’ın izni, rûh-ı Muhammed’in sırrı, gerçeklerin âlî-himmeti hep sizlere verilmiştir ve dahi mürîd-i murâdî vardır ve mürîd-i hâs dahi vardır. Mürîd-i mürted dahi vardır. Sizi ve bizi cümle yaradılmış gerçeğin gözünden ve gönlünden düşmekten saklasun. Gafîl me-bâş.

Nice cân u nice başlar yola kurbân içün geldi

Kabûl olur ise Hak’dan bulara kutlu Bayramdır

Sırr-ı hakîkat oğlumuz! Âb u gil değil, cân u diliz. Muhabbetinizi bir an dirîğ itmeyip, gönülden çıkarmayasız. Bendeniz yüzünden sizlere gönlünüzde Allâh nûru cezbesi hâsıl olmuştur. Sizlere Allâh Azîmü’ş-şân emâneti mübârek eylesün. Cümlenize ilm-i ibret, ilm-i hikmet esrârı hâsıl olmuştur. Bu tarîkin hak idügüni sizlerden isteriz. Zîrâ sizler şehâdet etmeyince nice inanalım. Sizler dahi bu tarîktan zevk ve şevk tahsîl etmişsiz. Cümle âlem gerçek yüzünden muhabbet etseler hâli hâsıl olur. İkrâr edenün fâidesi kendüye ve inkâr edenün ziyanı kezâlik yine kendüyedür. Biz keşf ü hayâlât bilmeyiz. Pazarımız el elcedir. Bir kişinin hâlini söyleriz.

Anın taht-ı yedindedür makâmât

Anın huddâmıdur ehl-i kerâmât

 

Duyup işit kemâlin evliyânın

Anın aşkı ile mest ola cânın

 

            *   *   *

Cümle vâr ol bir kişidür ol kişi

Yapmak u yıkmak durur kem-ter işi

Gönülden ve gözden ayırmayup, muhabbeti dahi ziyâde idesüz. Ve’s-selâmü âlâ men-ittebea’l-hüdâ.

Efkaru’l-verâ Hâdimü’l-Fukarâ

                                                                                                                      Ahmed-i Sârbân”

/288/ Azîzinin nefes-i nefîsine mazhar olup, nâil-i hilâfet oldular. Azîzinin âlem-i cemâle intikâlinden sonra seccâde-nişîn-i meşîhat ve erîke-pîrâ-yı velâyet oldular. Cezbe-i ilâhiyye kendilerinde kemâl üzere zuhûr ettiğinden, hakâyık mesleklerinden bî-haber olan ashâb-ı ağrâz mahz-ı hakîkat ve ayn-ı hikmet olan sözlerini havsala-i idrâklerine sığdıramadılar. İstanbul’a hakkında ihbârât-ı kâzibede bulundular. Teftîş ve tashîh-i ahvâli maksadıyla Hz. Şeyh’i Ankara kalesine habs ettiler. Ertesi günü terk-i cân etmiş buldular.

Ankara havalîsindeki zâviyeleri sahasında defîn-i hâk-ı ıtır-nâk oldular. Rıhletleri 964/(1557) senesine müsâdiftir.

Mesleklerini o zamân hussâd çok yanlış anlamışlar. Erbâb-ı kemâlin başına hep böyle hâller gelmiştir. Kümmelînden bir zât-ı âlîkadr idi.

Manzûmelerinden:

Ey taleb-kâr-ı Hudâvend-i Kerîm-i zü’l-atâ

Sâdıku’l-va’di uluvvü’l-himmet ü abd-i rızâ

 

Bir latîfedir gönülden söyleriz tâliblere

“Kalb-i mü’min beyt-i Rahmân’dır” buyurdu Mustafâ

 

Gönle gir ki “Ve men dahalehû kâne âminâ”*[32]

Hakk’ın evidir ana giren emîn olur şehâ

 

Dünyevî yâ uhrevî efkâr gelse eyle red

Mâ-sivâdan fikr-i Hak’dan gayri hep ey müctebâ

 

Varlığını Hakk’a vir varlık Hak’ın olsun hemîn

Sen çık aradan hemân kalsun Yaradan Mustafâ

 

Mahv ide öz varlığın tâ kim göre Hak’dan likâ

Kendiliksiz vâsıl oldu enbiyâ vü evliyâ

 

Ey Hüsâmeddîn bu üslûb üzre gönlün bekleyen

Fâni olur kendözünden Hak ile bulur bakâ

Mürettep Dîvân’ları vardır. Pek çok hakâyık u dakâyık-ı tevhîdi câmi’dir. Pek çok zevât kendilerinden ahz-ı feyz etmişlerdir. Şeyh Hasan Kabadüz, Şeyh Hamza, Şeyh Abdullâh-ı Bosnavî gibi eâzım bu meyândadır.

 

ŞEYH HASAN KABADÜZ

Müstakîm-zâde’nin beyânına nazaran Hasan Kabadüz’ün irtihâli 1010/(1601) tarîhindedir. Meşgûl oldukları san’at i’tibâriyle “Kabadüz” diye şöhret bulmuşlardır. Abacılık ederler imiş.

Şeyh Hüsâmeddîn’in kendilerine yazdığı bir mektûb elime geçti :

أعوذ بالله من الشيطان الرجيم. بسم الله الرحمن الرحيم. ما شاء الله كان لم يشاء لم يكن. قُلْ إِن كُنتُمْ تُحِبُّونَ اللّهَ فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمُ اللّهُ.[33]

"Hâmil-i varaka sizlere vusûl bulduğunda, gönül yüzünü yere koyunuz. Her birinize bî-hadd ü hisâb duâlar olunduktan sonra, cümlenizden mercûdur ki, birbirinize fânî nazar edip her birinizdeki zuhûr-ı keremi Hakk’ın bilesiniz, kendi nefsinizden bilmeyesiniz. Zîrâ nefsinizden /289/ nice bilesiniz? Bu tarîk-ı Hakk’a şurû’ ettiğimiz, bundan ötürü varlığımız ve ona mensûb olan her ne var ise Hak baktığımız yere teslîm eyledik.

Nice cânlar nice başlar yola kurbân içün geldi

Kabûl olur ise Hak’dan bulara kutlu Bayramdır

Anlar dahi lutf u keremlerinden bizim cümlemiz yüzümüz karasıyla götürü varlığımızı yok eylediler ve bu yokluk burcundan varlık âfıtâbı ile onun şevkı ve muhabbeti ve ilm ü ma’rifeti zuhûr edip, (من عرف نفسه فقد عرف ربه)[34] ma’nâsı hâsıl oldu.

Zübde-i ma’nâ budur ki, bir kimse kendi nefsinin yokluğunu bile ve müşâhede eyleye, bâkî varlık ve kerem, zevk ü şevk, muhabbet ve kudret ve ilim ü ma’rifet ve cümle zuhûrat Hakk’ın olduğunu bile ve sırr-ı evliyâ ki, sırr-ı Hak’tır, her birinizden kendi diliyle kendiye söyleye ve kendi kulağıyla kendi işide ve kendi muhabbetiyle kendini seve, mütelezziz ola.

Diyen ü işiden hemân O imiş

Sen ü benliğimiz bahâne imiş

Burada ziyâde mütenebbih olmak gerektir. Ol sultânın zuhûrunu kendi zuhûrunuz zannetmeyesiniz. el-Hâsıl gayret-i Hak ve erlik budur ki, Hakk’ın varlığını isbât edip, kendi varlığınızı ve Hak’tan gayrı ne ki varlık vâr ise, reddedip belki la’net edesiniz.

Umûm enbiyâ vü evliyânın ve ulemâ-yı ehl-i yakînin ilm ü işâreti budur ki, sâlikin kendi varlığı, zâtı olup, Hak varlığı sâlikin aynı ve hakîkati olmakdır. Bundan gayrı anlayış küfr ü dalâlettir. Va’llâhu teâlâ a'lem.

el-Fakîr Hüsâmeddîn-i Ankaravî”

 

HELVÂYÎ YA’KÛB EFENDİ

Pîr Alî Aksarâyî’nin dâmâdı ve İsmâîl-i Ma’şûk’un eniştesidir. Sultân Süleymân-ı Kânûnî’nin ârzûsuyla müşârünileyh Ya’kûb Efendi, Pîr Ahmed-i Eyyûbî - Bu zât Eyüp’te Yâ Vedûd Türbesi civârında medfûndur. - ile berâber İsmâîl-i Ma’şûk’u alıp İstanbul’a getirmişlerdi. İsmâîl-i Ma’şûk’un şehâdetinde her ikisi Akkâ’ya nefy ve kalede habs edilmişlerdir.

Acem Seferi’ndeki adem-i muvaffakiyyet üzerine Pâdişâh bunları ıtlâk ile duâlarını ricâ etmiş ve li-hikmeti’llâh muzafferiyyet rû-nümâ olunca, Ya’kup Efendi’ye İstanbul’da Şehzâdebaşı civârında Bozdoğan Kemeri ittisâlinde hücreler yaptırılmış ve Pâdişâh bir gün ziyâretinde burhân talebinde bulunmuş, derhâl helvâ tabh ve ihzâr ve takdîm edince, fi’l-hakîka Pâdişâh’ın kalbinden helvâ geçmiş olmasına karşı mahzûziyyet-i şâhâne vâki’ olmuştur. “Helvâyî Ya’kûb” bundan kinâyeten kalmıştır.

İrtihâlleri 997/(1589) veyâ 1000/(1592) târîhlerine müsâdiftir. Şakâyık-ı Nu’mâniyye’de (c. II., s. 15) 1000/(1592) târîhinde irtihâli mevzû-ı bahsdir.

Bu menkabeyi Helvâyî Ya’kûb Dergâhı şeyhi Muhammed Tâhir Efendi nakl eyledi. Târîhe nazaran İsmaîl-i Ma’şûk hazretlerinden sonra çokça muammer olmuşlardır.

“Helvâyî Baba” diye Şehzâde Câmii avlusunda medfûn olan zât Helvâyî Ya’kup olmayıp, Cevlân Dede nâmında bir zât imiş. Mezkûr hucurât bir zamânlar kimlerin elinde kaldıysa kalıp, bi'l-âhare dergâha kalb edilmiştir. Hattâ Himmet-zâdelerden Şeyh Ömer Tevfîk Efendi, evkâf idâresinde kuyûd-ı atîkada Abdülhamîd Hân-ı evvel zamânında burası için biri meşîhata merbût türbe-dârlık, dîğeri îkâd-ı kanâdile me’mûr hizmet-kârlık olmak üzere iki cihet te’sîs ve berât i’tâ olunduğuna dâir kayd gördüğünü söyledi.

Bir aralık Rufâî meşâyıhının eline düşüp, iki şeyh sırasıyla burada icrâ-yı meşîhat ederek Ya’kûb Efendi’nin yanında defn olunmuşlardır.

Bu civârda vaktiyle konağı bulunan Mısırlı Mustafa Fâzıl Paşa merhûm tekkeyi ez-ser-i nev ihyâya muvaffak olup, o sırada Rufâî şeyhi bulunan Şeyh Ahmed Efendi-zâde Şeyh Muhammed Tâhir Efendi tarîk-ı Bayramî’den ve Himmet-zâdelerden Şeyh Muhyiddîn Şerîf Efendi’ye kerîmesini tezvîc ile meşîhatı ona ferağ eylemiş. O da burada şeyh olmuştur. Sene 1293/(1876).

Yirmi sene kadar icrâ-yı meşîhatle tahmînen 1313/(1895) târîhinde âzim-i dâr-ı bakâ olup, Şehremîni’nde Himmet-zâde Tekkesi’nde defn edilmiştir. Yerine mahdûmu Muhammed Tâhir Efendi geçmiştir.

Muhammed Tâhir Efendi’nin târîh-i tevellüdü 1294 (1877) senesidir. Sığar-ı sinni hasebiyle ricâl-i Bayramiyye’den ba'zı zevât vekâlet etmiş, bi'l-âhare Himmet-zâdelerden Şeyh Hüsâmeddîn Efendi, dâire-i terbiyesine alarak hilâfet vermiş ve makâm-ı meşîhata iclâs etmiştir.

Birinci dâire-i belediyyede hizmette bulunarak el-yevm Mezâd Bedesteni’nde kontrol me’mûrluğundadır. Sene 1343/(1924).

Dergâh-ı şerîf hayli seneler mesdûd iken 1343/(1924) senesi şehr-i Cemâziye’l-âhirinde Perşembe geceleri güşâd olunarak, zikru’llâh ve icrâ-yı âyîn-i ehlu’llâh olunmaktadır.

 

/290/ OLANLAR ŞEYHİ İBRÂHÎM EFENDİ

Ricâl-i Bayramiyye’den ve eâzım-ı meşâyıhdan bir zât-ı âlîkadr’dir. “Doğduğu bin târîhidir, Hz. İbrâhîm’in” nazmı müfâdınca 1000 sene-i hicriyyesinde (1592) Konya Aksaray’ında Eğridere’de ve zaîf bir rivâyette İstanbul Aksaray’ında kadem-nihâde-i âlem-i şuhûd oldu. Tarîk-ı tahsîlde senelerce çalışıp ve kemâl sâhibi olup Seyyid Seyfullâh Efendi hulefâsından Hakîkî-zâde Osmân Efendi’den müstahlef olduğu mervîdir.

Bir eserde okuduğuma göre, Ahmed-i Sârbân hazretlerinin hulefâsından Şeyh Tıbtıb Şâh’ın küçükten beri perverde-i feyz ü irfânları olduğundan, nihâyet ondan tekmîl-i sülûk eylemişlerdir. Kırk sene mesned-nişîn-i hilâfet oldukları halîfeleri Şeyh Sun’ullâh’ın atîde zikr olunacak menkûlâtından anlaşılır.

Maamâfih pîr-i tarîk-i Celvetî Aziz Mahmûd-ı Hüdâyî ve Şeyh Abdülehad en-Nûrî ve Hüseyn-i Lâmekânî hazarâtından da ahz-ı feyz ettikleri mestûr-ı sahâif-i tevârîhdir. Dîvânında “Kitâbı yazmağa bâdî Hüseyin’dir.” diye müşârünileyhe işâret-i sarîhaları vardır.

Târîh-i intikâlleri bir rivâyette 1055/(1645) ve rivâyet-i uhrâya göre 1066/(1656)’dır. Sahîhi 1065 senesi Rebîu’l-âhirinin yirmiikinci Çarşamba günü vakt-i subhdur. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

Hattâ, İstanbul Dârü'l-fünûn Kütübhânesi’ne Yıldız Sarayı Kütübhânesi’nden menkûl kitâblar meyânında 3700’den 3703 numaraya kadar olan dört cild Müstakîm-zâde âsârından Hülâsatü’l-İlâhiyye nâm eserde gördüm ki, “hasta” (خسته) kelimesinin ihtiva ettiği 1065/(1655) senesi Rebîu’l-evvelinde rıhlet ettiği muharrerdir.

Bir yazma dîvânın mukaddimesinde târîh-i irtihâli 1065 gösterilmiştir.

Aksaray’da Olanlar Dergâhı’nda türbe-i mahsûsada medfûn ve rahmet-i Hakk'a makrûndur. Türbeleri el-yevm ma’mûr ve müzeyyendir. “Cennet olsun makâmın İbrâhîm” (جنت اولسون مقامك ابراهيم) dahi târîh-i rıhletidir ki, Tal’atî Hüseyin Efendi’nin söylemiş olduğu Hülâsatü’l-Hediyye’de mezkûrdur.

İbrâhîm Efendi pek mühim ve o nisbette ehl-i kemâl bir mürşid-i âlî-tebârdır. Feylesof Rızâ Tevfîk Bey’in ona Bektaşîlik isnâdı ve “İbrâhîm Baba” diye eserine yazması bühtân-ı azîmdir.

Dergâh-ı mezkûrun şeyhi Hüsnü Efendi merhûmun ârzûsu üzerine şeyh-i müşârünileyhe söylediğim manzûme-i târîhiyye türbesinde levha halindedir:

Şeyh İbrâhîm Efendi menba’-ı feyz ü kemâl

Hamzavîler serveri bir pîr-i âlî ehl-i hâl

 

Gel ziyâret kıl kemâl-i aşk ile bu hazreti

Feyz-yâb-ı sırrı olsun mülk-i dil gitsün melâl

 

Çıkdı bir târîh-i cevher rıhleti i’lân içün

Sırr-ı Hakk’ın mazharıdır âzim-i dârü’n-nevâl

(سر حقك مظهريدر عازم دار النوال) = 1067 – 1 =1066/(1656)

İbrâhîm Efendi, “Oğlanlar Şeyhi” nâmıyla şöhret almıştır. Sebebini, Sohbet-nâme-i İbrâhîm Efendi nâm eser yazıyor:

“Henüz yedi yaşında iken Ahmed-i Sârbân hazretlerinin:

Varımı ol dosta virdim hân-mânım kalmadı

nutkunu ezberler iken, şeyhleri Tıbtıb Şâh yanında imiş. Onlara hitâben, “Bu nutuk /291/ sahîhan Ahmed-i Sârbân’ın mıdır?” dedikte, “evet” cevâbını alınca, “Çok şey kendinin varı var imiş de böyle söylemiş.” demesi üzerine, bu söz şeyhinin hoşuna gittiğinden, “Bu oğlan şeyhdir.” buyurmaları üzerine “Oğlan Şeyh” diye zebân-zed olmuştur. Müstakîm-zâde, Hulâsatü’l-Hediyye’sinde, “Oğlan Şeyhi” diye yazıyor.

Elyevm “Oğlanlar Şeyhi”, “Oğlanlar Tekkesi” diye yâd edilegelmesi bundan münbaistir. “Olanlar Şeyhi”, “Olanlar Tekkesi” diyenler de vardır.

Bu dergâh İstanbul’da Hz. Fâtih zamânında en evvel inşâ olunan Kâdirî Tekkesi imiş. Bânî-i evveli Fâtih hazretlerinin ser-sekbânı Ya’kûb Ağa burada medfûndur. “Oldu Ya’kub vâsıl-ı Mısr-ı Naîm” (اولدى يعقوب واصل مصر نعيم) târîhidir.

Sohbet-nâme-i Sun’ullâh-ı Gaybî’de gördüm ki:

“Sakızlı Hüseyin Efendi’den işittim. Şârih-i Fusûs Bosnevî Abdullâh Efendi’ye, “Aksaraylı İbrâhîm Efendi’yi nice bilirsiniz sultânım?” diye suâl eyledim. Buyurdular ki: “Uzamâ-yı meşâyıhdan, asrının ferîdi ve kibâr-ı evliyâdan vaktinin vahîdi bir adam biliriz.” “Sultânım, ya bu halk arasında zındık ve ilhâd ile ma’rûfdur, ona ne buyurursunuz?” dedim. “Sıddîklardan yetmiş adam, filân adam mülhid ve zındıktır demedikçe, mertebe-i velâyete kadem basılmaz. Onların uluvv-ı şânına ve gâyet-i kemâline ve bizim sözümüzün sadâkatına halkın töhmeti şâhid-i kâfîdir.” buyurdular. (Kaddesa'llâhu esrârahum)”

Ya’kûb Ağa rü'yâsında Hz. Abdülkâdir’i görmek şerefine mazhar olmuş, “Buraya bir dergâh inşâ et.” diye emirlerini şeref telakkî etmiştir. Sonraları müşrif-i harâb olmuş, Hamzavîlere geçmiş; son zamânda yine Kâdirîlerde karâr kılmıştır. Elyevm Kâdirî Tekkesi’dir. Bu tekkeye bu sebeple “Gavsî Tekkesi” derlermiş. Eski bir yazma dîvânın mukaddimesine yazılmış; gördüm.

İbrâhîm Efendi burada icrâ-yı meşîhat eylediler. Kırk sene kadar bulundular. Hamzavîlere karşı o zamânın hükûmeti şiddet-i i’dâm siyâseti gösterdiğinden Hz. Şeyh, ziyâdesiyle tesettür etmiş ve Hakîkî Osmân Efendi’ye ve Abdülehad en-Nûrî’ye ve Hz. Hüdâyî’ye arz-ı nisbet ederek Halvetî ve Celvetî’den görünmüştür.

Hulûl-ı ecel-i mev’ûduyla irtihâl eden ricâl-i Hamzaviyye’dendir. Dil-i Dânâ nâmıyla vahdet-i vücûda dâir bir manzûmesi ve mürettep bir Dîvân’ı vardır.

Yazıldı bin yirmiüç târîhinde” diye Dîvân’da işâretleri vardır. Teberrüken ba'zı nutuklarından nakl olundu:

İlâhâ ilmine yok hadd ü gâyet

Hudâyâ vasfına hiç yok nihâyet

 

Bütün eşyâya zâtındır müsemmâ

İdersin her nefesde bin tecellâ

 

Şerîkin yok nazîrin yok Ahad’sin

Münezzeh zâtın Allâhu’s-Samed’sin

 

Kemâl ü hikmetin ânen-fe-ânen

Zuhûr itmekde dâim âşikâren

 

Hüve’l-Evvel Hüve’l-Âhir’sin ey Hak

Hüve’l-Bâtın Hüve’z-Zâhir’sin ey Hak

 

Cemî’-i şeyde nûrun oldu zâhir

Bütün şey nûruna oldu mezâhir

 

Dü-âlem nûruna garkdır ser-â-pâ

Ne varsa sun’una âyât-ı kübrâ

 

Gören gözlerde nûrundur ilâhî

Görünen yüzde nûrundur ilâhî

 

Senin nûrunla söyler cümle diller

Senin nûrunla pür-nûrdur gönüller

 

                     *   *   *

/292/  Dil-i insân-ı dânâ hidmetinde pâsbân oldum

Gönül sîmurğ-ı ankâsına kalbde âşyân oldum

 

Gönül âyînesin pâk eyledim gayrın hayâlinden

Tecellî eyledi Hak zâhir oldu ben nihân oldum

 

Kuruldu sohbet-i kudret içildi bâde-i vahdet

Yed-i sâkî-i bâkîde şarâb-ı erguvân oldum

 

İçüp vahdet şarâbın teşne-diller oldular ser-mest

Ol içmekden oların cânına rûh-ı revân oldum

 

Bu sûret âleminde zâhirim bir şey değil ammâ

Bu sûret âleminde Hak ile cân-ı cihân oldum

 

Bu cismânî cihânda cismimin adıdır İbrâhîm

Dehir âyînesinde ân-ı dâimde zamân oldum

 

                     *   *   *

Eğer Hakk’ın cemâlin görmeye müştâk isen âşık

Nazar kıl sûret-i İbrâhîm’e eyyâm-ı fırsatdır

 

                     *   *   *

Hak’ın kurbünde İbrâhîm mukarreb

Olaldan hâsıl itdi âlî-meşreb

 

                     *   *   *

Gehî ismim okurlar Şeyh İsmâîl Oğlan Şeyh

Gehî ismim okurlar Sârbân Ahmed kerem-kârâ

 

Gehî ismim Alâeddîn olur gâhî Hüsâmeddîn

Gehî bî-ism ü bî-sûret zuhûrum ideler icrâ

 

Gehî ismim okurlar Hamza Beğ gâhî İmâm İdrîs

Gehi İbrâhîm ismiyile Oğlan Şeyh olur cem’â

 

Kasîde-i Elfiyye’sinden:

 

Fuyûzât-ı ilâhî bana ceddim Şâh Alî’dendir

O dahi Sârbân Ahmed’den almışdır yed-i tûlâ

 

Babası Pîr Alî’den sonra Kutb-ı âlem olmuşdur

Zamânında tulûu olmuş idi âftâb-âsâ

 

O dahi İbn-i Yâmin’den irişdi zât-ı Rahmân’a

Şeb-i vuslatda vahdet itdi Sübhâne’llezî esrâ

 

O dahi sırr-ı Sikkîn’den kim almışdı hakîkatde

O dahi Hacı Bayram’dan alupdur sırrı âmennâ

 

/293/ Bu tertîb üzre sır sârî durur âlemde âdemde

Bu sırrın sırrını İbrâhim’e kim eyledi îmâ

 

Dîvân’ından:

 

Sorarsan her nefes zevkim benim câm-ı safâdandır

Bu âlem içre irşâdım Muhammed Mustafâ’dandır

 

Gözüm yumsam fenâ fi’llâh gözüm açsam bakâ bi’llâh

Bana bu lutf u bu ihsân Cenâb-ı Kibriyâ’dandır

 

Benim takrîr ü tahkîkim değildir kendi kendimden

Ebû Bekr u Ömer Osmân Aliyyü’l-Murtazâ’dandır

 

Dışım âşık içim ma’şûk haber-dâr ol bu ma’nâdan

Bu hâliyle bu hâsılım gönüldeki cilâdandır

 

Yürü zâhid senin aklın bizim tevhîdimiz bilmez

Bu gencin fethi İbrâhîm’e erden evliyâdandır

 

Müstakîm-zâde’nin Risâle-i Şattâriyye’sinde gördüğüm manzûmelerinden:

 

Sırr-ı Hak’dan zâtı rahmet ismi Abdullâh olan

Zât-ı eşyâya ke-mâ-hî ârif ü âgâh olan

 

Çün cemâliyle kemâliyle o zât-ı Kird-gâr

Şüphesiz zansız Hüsâmeddîn’den oldu aşikâr

 

Pertevin saldı o yüzden âleme ol bî-nişân

Sâbit oldur gördüler oldur nişân-ı bî-nişân

 

Hamza Beğ’de zâhir oldukda o sırr-ı zât-ı pâk

Niceler ol matla’-ı hurşîdden oldu tâb-nâk

 

Cezbe-i câm ile nice cânı ser-hoş eyledi

Feyze kâbil dilleri ol mest ü medhûş eyledi

 

Aşikâr oldukda İdrîs-i Velî’de sırr-ı Zât

Gözlüler gördüler oldur bi’l-aşiyyi ve’l-gadât

 

Nutk-ı pâkinden ayân olmuşdur esrâr-ı nihân

Yüzünü gören kişi eyledi ol dem terk-i cân

 

Burc-ı keyvâna tulû’ itdikde ol şahs-ı kadîm

Görmediler niceler ol nûru oldular racîm

 

                     *   *   *

/294/  Vech-i pâkinden nümâyân itdi sırr-ı kün fe-kân

Cân-ı pâkinden nihân olmuşdu Zât-ı Müsteân

 

“Bâ” vü “Şîn” u “Râ”da perde tutdu rû-yı Zât*

Vech-i İbrâhîm göründü hall olundu müşkilât

 

ŞEYH HÜSEYN-İ LÂMEKÂNÎ

Bosnalıdır. Tahsîl-i maârifden sonra, tarîk-ı tasavvufa sülûk etmiş idi. Melâmiyye-i Bayramiyye’den Bursalı Kabadüz hazretlerinin hulefâsındandır. 1034/(1625) senesinde irtihâl eyledi. İstanbul’da Dâvudpaşa civârında Sultân Şâh Câmi'-i şerîfi hazîresinde defîn-i hâk-i gufrândır. Kabirlerini, lehü’l-hamd ziyâret ettim. Üzerinde iki büyük ve yazısız taş sütün vardır.

Müşârünileyh Peşteli veyâ Bosnalı veyâhud Hûrpeştelidir diye tereddüd edenler vardır. Vahdet-nâme isminde Türkçe bir eseri ve daha birkaç te’lîfi âlem-i irfânı tezyîn etmektedir.

Şâhsultân Câmi'-i şerîfinde zikr eder ve ders okuturmuş. Târîh-i vefâtını Müstakîm-zâde merhûm muammalı olarak söylemiştir:

Şeyh Hüseyin’in oldu câru’l-kabri perîşân

(شيخ حسينك اولدى جار القبرى بريشان) = Sene 1034/(1625)[35]

Manzûmeleri ve mektûbları makbûldür:

 

Pâk eyle gönül çeşmesini tâ durulunca

Dik tut gözünü gönle gönülün göz olunca

 

İnkârı ko dil destisin ol çeşmeye tut dur

Ol âb-ı safâ-bahş ile bu desti dolunca

 

Çün Hak seni derbân-ı der-i Hânesi itdi

Dur kapıda gayrı koma tâ anı bulunca

 

Sen çık aradan Hânesini sâhibine vir

Bî-şek gelir Allâh evine sen savulunca

 

Evvel koma kim sonra çıkarmak güç olur güç

Şeytân çerisi hâne-i kalbe koyulunca

 

Çekdin bu cihân içre nice mihnet ü zahmet

Ol pîr-i Hudâ mürşid-i kâmili bulunca

 

Ey Lâi-mekân'ım seni ben çok aradım çok

Sînemde mukîm olducağın tâ duyulunca

Semâ ve devrânı münkir olan Belgradlı Münîrî Efendi’ye yazdıkları mektup, Müstakîm-zâde’nin kitabında görülmekle ehemmiyyetine binâen derc olundu:

بسم الله الرحمن الرحيم. الحمد لله الذى حققنا بتحقيق الإيمان وأكرمنا بكرامة تكريم الإذعان والإيقان و وفقنا بتوفيق الإناية الأزلية طريق العرفان ويسرنا سلوك مسالك أهل الذوق والوجدان. والصلاة والسلام على من أظهر منشأ الأرواح والأبدان المبعوث إلى كافة الناس والجان لإعلام علوم المبدأ والمعاد بنص القرآن. وعلى آله وأصحابه الذين هم المهديين بالكتاب والسنة إلى مدارج الجنان.[36]

Emmâ ba’d : İzzetli, fazîletli karındaşım Münîrî Efendi hazretlerinin huzûr-ı şerîflerine hakkânî /295/ muhabbeti müş’ir, derûnî selâm ve duâlar ithâfından sonra inhâ-yı muhibbâne budur ki:

Nedir hâliniz? İyi ve hoş, müyesser-i sohbet ü âfiyyette olasınız. Bundan mukaddem bu hayır-hâhınıza irsâl eylediğiniz mektûbunuza cevâb gönderilmekte te’hîr vâki’ olmakla bir mikdâr hâtır-mândeliğinizi iş’âr buyurmuş idiniz. İmdi müfârekat vâki’ olalıdan beri mektûbunuz gelmediğine biz dahi dil-gîr olduğumuzu i’lâm için bizim Hacı Bey muhlisleriyle mektûb-ı muhabbet-üslûb ısdâr olundu. İnşâa’llâhu teâlâ avdet eylediklerinde selâmetinizi ihbâra himmet eyleyesiniz. Vürûdu bâis-i inşirâh-ı sudûr-ı ahbâb olacağında iştibâh yoktur.

Eğer bu cânib ahvâlinden istifsâr olunursa, li’llâhi’l-hamdi ve’l-minne, dâire-i sıhhatte olup, hakkânî dostlar ile dîdâr müşâhedesi üzerindeyiz. Hudâ-yı Rabbi’l-izze, gayrîlere dahi müyesser eyleye, bi-mennihî.

Evkâtımız fukarâ ile gâh musâhabe ve gâh mütâlâa ve gâh evliyâ-yı kirâm ve meşâyıh-ı izâm (kaddesa'llâhu esrârahum) hazarâtının vaz’ buyurdukları tarîk-ı müstahsene muktezâsınca, zikru’llâha iştigâl üzre güzârendedir. Eğerçi, tarîkımızda devrân ile semâ’ olagelmemiştir. Lâkin cevâmi’ ü mesâcid ve hânkâh u zevâyâda fukarâ-yı sâlikîn ve meşâyıh-ı kümmelîn cem’ olup devrân ve semâ’ ediyorlar. Fî-zamâninâ ulemâ-yı kirâmdan nice fuhûl ve eşrâf hâzır olup, men’ eylemediklerinden mâ-adâ, istimâ’-ı semâ’ ile mütelezziz ve cezebât-ı ilâhiyye ile müncezibdirler. Ol ecilden biz dahi onların tarîkat ve sünnetlerin men’ etmeyi revâ görmeyip, belki fukarânın şevkları galebesiyle tevâcüd ve vecdlerinin izdiyâdına müteallik umûrda müsâmaha etmelidir.

Bâ-husûs bu bâbda Seyyidü’l-mürselîn ve Hâtemü’n-nebiyyîn ve Rahmeten li’l-âlemin aleyhi’s-salavâtü’l-Meliki’l-Muîn hazretlerinin ashâb-ı suffe (rıdvânu'llâhi teâlâ aleyhim ecmaîn) ile vâki’ olan muâmelât ve muvânesâtları ve kavm-i Habeşe’nin raks ve semâlarını men’ buyurmayıp, Hz. Âişe-i Sıddîka (radıya'llâhu anhâ)’ya bi'z-zât seyr ettirdikleri ve ashâbdan bir kaç kimseye sürûr u neşâtı mûris ba'zı kelimât buyurduklarında, onlar dahi kemâl-i zevklerinden huzûr-ı şerîflerinde kıyâm ve semâ’ eyledikleri hâlde men’ buyurmayıp, inşirâh âsârı gösterdikleri hadd-i tevâtüre vâsıl olmuştur. Bundan mâ-adâ şerîat ve tarîkatın pîşvâsı Seyyidü’l-enbiyâ, ser-halka-i asfiyâ aleyhi salavâtu’llâhi’l-Meliki’l-a’lâ’nın ümmetinden olup, kalbleri mehbit-ı tecelliyyât-ı ilâhiyye ve mahzen-i esrâr-ı Rabbâniyye olan kâmil ü mükemmiller bu âna değin men’ buyurmayıp belki âlem-i imkândan inkıtâa sebeb ve tahsîl-i ma’rifet-i ulûm-ı ledünniyyeye bâis bilip, sulukların onların üzerine /296/ binâ eylemişlerdir. Onlara muhâlefet üzere olup, evkât-ı azîzemizi bunların men’inde izâadan ise, kendi nefsimizde olan menhiyyâtı men’ ve ref'e sa’y etmemiz evlâ ve ahrâ idüğü ulü’l-elbâba zâhirdir. Zîrâ kendi hâlimizden suâl, aharın ahvâlinden takdîm olunacağında iştibâh yoktur.

Benim rûhum! İstimâ’ olundu ki, bu makûlelerin bâbında ba'zı tahrîrâta mübâşeret ve mecâlis ü mahâfilde def’leri husûsunda mübâderet olunurmuş. Eğerçi, tavâif-i sûfîyye müsâvî olmayıp zevk etmiş ile etmemişin rütbesi ve hâli, (قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الَّذِينَ يَعْلَمُونَ وَالَّذِينَ لَا يَعْلَمُونَ)[37] âyet-i kerîmesi mısdâkınca bir değildir. Fakat bilmeyenleri, bilenlere takdîm ediyorlar. (من تشبه بقوم فهو منهم)[38] ve emsâli ehâdîs-i şerîfe muktezâsınca tahkîk ricâsına taklîd ediyorlar.

Husûsan bir kavm ki, tarîkatlarının sünnetini bizim sözümüz ile terk ihtimâli her giz me’mûl değildir. Men’lerine kalkışmak, ancak tezyî’-ı evkâttan gayri bir şey değildir. Sizinle hakkânî uhuvvetimiz hasebiyle bu bir kaç sözü sâha-i kırtâsa döktük. Bundan dolayı hâtırınıza gubâr târî olmasın. Zîrâ hakkânî muhabbet elbette veliyy-i sâdık ile münâsahayı mûcibdir. (كما قال رسو ل الله صلى الله عليه وسلم : إذا أحب أحدكم أخاه فليعلمه إياه وكما قال الله تبارك وتعالى : وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ.)[39]

Sadaka'llâhu'l-azîm ve belleğa Rasûluhu'l-kerîm. Bâkî selâmu'llâhi aleykum ve rahmetu'llâhi ve berekâtuh.

Ed’afu’z-zuafâ, hâdimü’l-fukarâ

eş-Şeyh Hüseyn-i Lâmekânî”

 

ŞEYH OSMÂN-I HAKÎKÎ

“Hakîkî-zâde” dahi derler. “Şeyh Hakîkî Bey” diye yazanlar da olmuştur. İstanbulludur. Seyyid Nizâm-zâde Seyyid Seyfullâh Efendi hazretlerinin hulefâsındandır. İbrâhîm Efendi müşârünileyhden ahz-ı feyz edenlerdendir. Eğrikapı dâhilinde kâin hânesini tekkeye kalb ve tarîk-ı meşâyıha vakfetmiştir. 1037/(1628)’de irtihâl ile zâviyesi mezâristanına defn edildi. "Kelimetü’t-takvâ": (كلمة التقوى) târîhidir. Mürettep Dîvân’ı vardır.

Hakîkat ehli olanlar bilür nûr-ı Hudâ zikrin

Mukallid ayn-ı a’mâdır göremez evliyâ sırrın

 

Şular kim nakş ile hem-reng olub cismini cân itmez

Karîn-i dîvdir bilmez Mesîh-i cân-fezâ sırrın

 

Ne bilsün aşkı nâkıslar kemâl ehlinin esrârın

Çü bilmez Bû Leheb kurb-ı makâm-ı Mustafâ sırrın

 

/297/ Maârif nûruna vâsıl olan insân-ı kâmilden

Sülûku Hakk’adır dâim bilür ol kibriyâ sırrın

 

Hakîkî sırr-ı vahdetden irişdi ilm-i tahkîka

Anınçün inkişâf itdi cihânda dû-serâ sırrın

 

Gazel

 

Firkatinden âlemi tutdu figânım gel yetiş

Tende cânım kalmadı rûh-ı revânım gel yetiş

 

Vaktidir cân viresin cânsızlara hem çün Mesîh

Çâre kıl ey nutk-ı hayy-i câvidânım gel yetiş

 

Düşmüşüm bahr-ı gamın ka’rına gavvâs olmuşum

Dürr-i vaslın isterim ey bahr-kânım gel yetiş

 

Çekdi girdâb-ı gamın aldı vücûdum zevrakın

Kıl meded ey dest-i hasret Lâmekân’ım gel yetiş

 

Zulmet-i zulm-i felekden bu Hakîkî bendeni

Kurtar ey mihr-i cihân sâhib-zebânım gel yetiş

 

                     *   *   *

Bülbül-i şûrîdeyim gülden nasîbim vâr benim

Sanmanız bî-hûdedir gülden nasîbim vâr benim

 

Bû-yı Hak’dan Derviş Osmân lezzet almışdır hemân

Sanmanız bî-hûdedir gülden nasîbim vâr benim

Silsile-i Sinâniyye bu zâttan yürümüştür. IV. cildde 176. sahîfede Sinânîler bahsinde tafsîlât derc olunmuştur. Mürâcaat buyurula.

Bir hâtıra:

Acabâ Hakîkî başka, Dervîş Osmân başka mıdır? Ba'zı manzûmelerde "Hakîkî", ba'zılarında "Dervîş Osmân" denilmesi tereddüdü bâis oldu. Hâlen elde ve kütüphhânelerde Dîvân’ına tesâdüf olunamadı. Binaenaleyh hall-i müşkil edilemedi. Kendine, “Şeyh Osmân-ı Hakîkî” ve “Şeyh Hakîkî” ve “Hakîkî-zâde” denilmesi fakîri tereddüdden kurtaramadı.

 

ŞEYH HÂDÎ AHMED EFENDİ

Urefâ-yı sûfîyyedendir. Hüseyn-i Lâmekânî halîfesidir. Vahdete dâir bir eseri ve silsile-i Bayramiyye hakkında latîf bir manzûmesi vardır.

 

ŞEYH SUN’ULLÂH-I GAYBÎ

Eâzım-ı ricâl-i Halvetiyye’den Hz. Merkez’in hulefâsından Şeyh Ahmed-i Beşîr’in[40] hafîdidir. Pederi Ahmed Efendi’dir. Eâzım-ı sûfîyyeden çok yüksek bir zât-ı âlî-kadrdır.

Hamzavîlere karşı hücûmun şiddet kesb ettiği bir zamânda pek ziyâde tesettüre mecbûr olduğundan, tercüme-i hâllerine dâir kimse hiç bir şey elde edememiştir. Esâsen Gaybî tahallusu da âlem-i ihtifâda yaşadığını göstermektedir.

Elde bulunan âsâr ve eş’ârıyla mümkin mertebe hakk-ı âlîlerinde ma’lûmât edinilebildi.

An-asl Kütahyalıdır. Kütahya’da irtihâl eylemiştir. Orada “Musallâ” denilen câmi'-i şerîf hazîresinde medfûn ve rahmet-i Rahmân’a makrûndur.

Müretteb Dîvân’ı, Keşfü’l-Gıtâ isminde bir manzûmesi, Tarîku’l-Hak fi’t-Teveccühi’l-Mutlak, Rûhu’l-Hakîka, Sohbet-nâme, Bey’at-nâme cümle-i âsârındandır.

Rûhu’l-Hakîka’yı 1072/(1662) senesinde yazmış. Demek ki, şeyhi olan, Olanlar Şeyhi /298/ İbrâhîm Efendi hazretlerinin irtihâlinden yedi sene sonra ber-hayât bulunuyorlardı. İstanbul’a gelip gelmedikleri anlaşılamıyor. İbrâhîm Efendi ile berây-ı mülâkat gelmiş olmaları ihtimâli kuvvetlidir.

Feylesof Rızâ Tevfîk Bey, Şeyh Sun’ullâh’ı Bektaşî ve Hurûfî diye kitâbına almış ve “Gaybî Baba” diye Bektaşî neş’esiyle yazmıştır. Hâlbuki onun dahi, şeyhi gibi, Bektaşîlikle alâkası yoktur. Bunların ilmi esrâr-ı tevhîdde yüksek düşünceleri, sözleri olmak hasebiyle, Bektâşîler arasında ne büyük cânlar yetişmiş diye berây-ı işhâd bunları, “Baba” diye ortaya sürmesi muğâyir-i edeb ü hakîkattir. Gaybî hazretleri, Hurûfîliğin rakam ve hesâbâtına ve te’vîlât-ı garîbesine atf-ı nazar-ı ehemmiyyet etmeyerek, felsefe-i hakîkati tedkîk etmiş büyüklerdendir, ve’s-selâm.

Kemâlât-ı ârifânesi, şeyhi İbrâhîm Efendi’dendir. Meslek-i ârifânesini öğrenmek için Bey’at-nâme’sini ve Rûhu’l-Hakîka nâm eserini mütâlâa elzemdir efendim. Keşfü’l-Gıtâ nâm eseri doksandokuz beyittir. Bu mevzûn kasîde, selâsetten mahrûm olup, ifâdede kusûrlu ise de târîh ve felsefe i’tibâriyle pek mühimdir. Vesâik-i sûfîyyedendir. Bir kaç beyit nakl ediyorum:

Bir vucuddur cümle eşyâ ayn-ı eşyâdır Hudâ

Hep hüviyyetdir görünen yok Hudâ’dan mâ-adâ

 

matla’ıyla başlayan bu uzun kasîdenin bi’l-hâssa şu beyitleri şâyân-ı dikkattir; maksûd-ı âlem olan âdeme hitâb ediyor:

 

Âlem-i kuvvetde her bir nesne kim mevcûd idi

Âdem’e geldikde fi’le geldi bî-çûn ü çerâ

 

Cümle-i esmâyı câmi’ nüshadır zâtın senin

Zât-ı Hak’dan şânına nâzil değil mi küllühâ

 

Hayy-ı âlemsin ki zâtın bahş ider her-dem hayât

Âşiyân-ı âleme sensin bilürsin ol hümâ

 

Âlemin sensin murâdı hep irâdet sendedir

Zâtın ile hâsıl oldu âleme hep mâ-yeşâ

 

Nutk-ı âlemsin ki âlem buldu nutkundan vücûd

Ayn-ı cân-bahşın ser-âlem bir şecerdir gûyâ

 

Ayn-ı âlemsin ki âlem sende gördü vechini

Dîde-i hak-bînin ile seyr ider hüsn ü bahâ

 

Âlemin sensin kulağı olmasaydın sen eğer

İşidilmezdi kalurdu nutk ile savt u sadâ

Sohbet-nâme’sinden:

“Azîzim efendim! Bu hakîrleri taltîfen biz sizin vâlid-i hakîkîniziz. Müstehıkk-ı maâşınız muntazam olsun olmasun, gönlünüz bizimle olmak kâfîdir. Âbâ vü ecdâdınızın yolunu terk etmemek, onların âyîn ve erkânları üzere ahbâba va’z u pend ve ihyâ, geceleri tevhîd-i şerîf ve deverândan hâlî olmamak gerektir buyurdular.”

İnsân-ı kâmil ve nefs hakkında bir iki zarîf Türkçe şiir söylemiştir. “İnsân-ı kâmili bu mertebe görünce, dünyâda tasarruf sâhibi olduğuna bi't-tab’ sıdkla inanıyor. Öyle olunca gönül kırmamalı. Hele evliyânın, kâmil insânların gönlüne dokunmamalı, onlar sâhib-i tasarruftur. Bir âh ederlerse, gidersin gürültüye.” diyor. Bu ma’nâda garîb bir şiiri vardır:

Erenlere hor bakma

Sâkin berbâd olursun

/299/ Gönüllerini yıkma

Sâkin berbâd olursun

 

Özün tutgıl yüzüne

Ayak basgıl izine

Toz kondurma sözüne

Sakın berbâd olursun

Aşk üzerine de güzel şiirleri vardır. En iyi Türkçe şiir yazan, şuarâ-yı sûfîyyemizdendir. Hem sathî nazar değil, felsefesini iyi anlar ve iyi anlatır bir şeyh-i muhteremdir. Kütahyalılar arasında, “Hudâ Rabbim” diye şöhret bulmuştur. Akâide müteallik bir kasîdesinden kinâyedir.

Erzurumlu İbrâhîm Hakkı hazretlerinin Ma’rifet-nâme’sinin nüsha-i matbûasında 262. sahîfesinde, “Nev’-i Râbi'” bahsinde, “Hudâ Rabbim” diye başlayan uzun manzûme, Sun’ullâh-ı Gaybî’nin iken sehven, nasılsa İbrâhîm Hakkı’nın diye neşr olunmuştur. Ma’rifetnâme’ye işâret eyledim. Sun’ullâh-ı Gaybî hazretlerinin ne yüksek ve sağlam i’tikâdı olduğu, bununla da nümâyândır, azîzim. 116 beyitten ibârettir.

Rûhu’l-Hakîka’sından:

“Benim azîzim âgâh ola ki, tarîkimizin mebnâsı muhabbet ve resm-i âyînimizin muktezâsı sohbet ve netîce ve gâyeti ma’rifettir. İbtidâ-yı hâlde muhabbette fenâ ve esnâ-yı hâlde sohbete mülâzemette vefâ ve intihâ-yı hâlde ma’rifette bakâdır. Ya'nî evvelâ şeyhin yoluna mâl ve ten ve cân sakınmayıp, şeyhini Allâh’ı sever gibi sevmek, sâniyen, şeyhin hizmetine bel bağlayıp, ale’d-devâm sohbetine mülâzım olmaktır. Şeyhinin ağzından çıkan kelimât-ı kudsiyye ve esrâr-ı ledünniyyeyi cân u gönülden kabûl eyleyip sözünü dinlemek ve anlamaktır. Sâir tarîklarda olan riyâzât-ı şâkka ve mücâhedât-ı bedeniyye ve kesret-i evrâd ü ezkâr ve deverâna ısrâr üzre i’tibâr-ı tarîkimizin esâsı ve resm-i âyînimizin mebnâsı değildir. Zîrâ cemî'-i a’mâlin kemâli, ashâbını cennete ve cennet içinde rif'ata nâil eylemektir. Ammâ aşk u muhabbetin meâli erbâbını ma’rifete ve nûr-ı ma’rifetle ru’yete ve vahdete vâsıl eylemektir.”

Şeyh Sun’ullâh-ı Gaybî hakkında bir el mecmûasında şu satırları okudum:

“Gaybî hazretleri devr-i fıtriyyeyi ve kemâl-i insâniyyeti âsâr ve eş’ârında mevzû'-ı bahs eder. Şöyle ki: Bu mevcûdât kendini idrâk edebilecek bir hâlde değildi. O rûh-ı âlem her sûrette tecellî ederek ikmâl-i devr edince, nihâyet insân sûretinde cilve-i cemâlini gösterdi. “İstivâ” bu demektir. Tecellî-i insânda devr tamâm oldu, durdu, istivâ etti. İnsânın vücûdu Arş’tır. Kelâm, akl ü idrâk, kemâliyle insânda göründü ve zuhûr etti. Binâenaleyh kenz-i mahfî aşikâr olmuş oldu. Ya'nî kendini idrâk edip bilmek isteyen tabîat-ı külliyye, terkîb-i kuvâ ederek insânı vecde getirince, insânın akl ü idrâki sâyesinde kendini de bilmiş, tanımış oldu, demektir.

Kuvâ-yı tabîiyyenin böyle bir insân vücûda getirecek sûrette toplanması ‘haşr’dır. Mevt-i zâhirî ile fenâ-pezîr olup da, eczâ-yı bedenin yine tabîat-ı câmideye rucûu da ‘neşr’dir. O hâlde insân sahîhan hilkatte maksûd-ı yegânedir, maksûd-ı aslîdir. Adetâ ağacın meyvesi gibidir. Meyve nasıl bütün bir ağacın kabiliyyetini câmi’ ise nüsha-i kübrâ ve berzah-ı câmi’ olan insân dahi bütün şu kâinât-ı mâddiyyenin zübdesidir, özüdür.

Akl ü idrâki i’tibâriyle de kulağıdır, gözüdür. Âdî ve şakî adamlar ham yemişe benzerler. Kâmiller olgun yemiştir. Ondan tekrâr bir ağaç vücûda gelebilir ve binlerce yemiş verir. İnsândan koca bir kâinât çıkar. Cennet ve Cehennem, Arş ve Kürsî hep ondadır. Tabiî, çekirdekten ağacın, ağaçtan çekirdeğin peydâ olması da ‘devr’ demektir. Tabîatta bütün bu kevn ü fesâd, bir insân-ı kâmil yetiştirmek içindir.”

Gaybî hazretleri işte bu felsefenin en ince tafsîlâtına vâkıftır. Ağaç ve çekirdek teşbîhi mühimdir. Şu şiirinde neler söyler:

 

Bir vücûddur cümle eşyâ ayn-ı eşyâdır Hudâ

Hep hüviyyetdir görünen yok Hudâ’dan mâ-adâ

 

Bu nutkundan bahs olundu. Uzun bir kasîdedir.

 

Bir şecer farz idelüm başdan başa bu âlemi

Fehm idevüz tâ murâdımuz murâd üzre dilâ

 

Dâiye düşdü nevâya kendi zâtın bilmeye

Bâtınından kopdu nâçâr kuvvet-i neşv ü nemâ

 

Geldi hâke anda dahi bulmadı kendüzini

Gitdi sâka tâ ki ola derdine andan devâ

 

Bu felsefesini anlattıktan sonra yaprağa, çiçeğe gelir. Nihâyet yine meyve sûretinde kemâlini bulup tekmîl-i devr eylemiş olur :

 

Âkıbet bunları da terk itdi geldi meyveye

Gördü kendini temâmet zâtına itdi senâ

İşte bu bir devr-i nâ-mütenâhî teşkîl ider. “İnşân ve insâniyyet hayy-i lâ yemûttur” demek istiyor.

 

Çün kemâle irdi meyve hatm olur anda işi

Meyve-i âhar tekâzâsına düşer iştihâ

 

Sûret-i misliyyesine cilve eyler ol yine

Devr-i dâim bu tecellî üzre olur rû-nümâ

Bu nutku pek mühimdir :

Sana âlem görünen hakîkatda Allâh’dır

Allâh birdir va’llâhi sanma kim bir kaç ola

 

Bir ağaçdır bu âlem meyvesi olmuş Âdem

Meyvedir maksûd olan sanma kim ağaç ola

 

Bu Âdem meyvesinin çekirdeği sözündür,

Sözsüz bu âdem ü âlem bir anda târâc ola[41]

 

Bu sözlerin meâli kişi kendin bilmekdir

Kendi kendin bilene hakîkat mi’râc ola[42]

 

Hak denilen özündür özündeki sözündür

Gaybî özün bilene rubûbiyyet tâc ola[43]

Ricâ-yı fakîranem:

Seyr ü sülûku ikmâl etmeyen, vahdet-i vücûd esrârını anlamayan kimseler, bu bahisler üzerinde tevakkuf etmemelidir. Zamân-ı inkişâf-ı hakîkata ta’lîk-i hâl ederek bu bahsi geçmelidir. Zîra dalâlete düşer. Hakîkatta, tevhîd-i zâta âşinâ bir merd-i rûşenâ olan Hz. Gaybî’nin sözlerini anlamak için feyz-i ilâhî lâzımdır, nûr-ı aynım.

Manzûmelerinden:

 

Ne O budur ne bu O’dur kamu O

Hemân varlık O’dur şirkden elin yu

 

Enâniyyet sana perde olupdur

Tecellî eyler ise sen seni ko

 

Ayân olmaz muhakkak mâ-hüve’l-Hak

Kalırsa sende senlikden ser-i mû

 

Hakîkatda hüviyyet bu nefesdir

İşâretdir ana gûyâ bu hâ hû

 

Nefes hak olduğuna Gaybi hüccet

Münezzehdir denilmez ana şu bu

 

                     *   *   *

Ne meczûb-ı ilâhî ol şerâyı’da kusûr eyle

Ne mahcûb-ı ilâhî ol hakâyıkda küsûr eyle

 

Ne hâli ko ne kâli ko olagör mecmau’l-bahreyn

Tenin şer’a muvâfık kıl dilin sırra kubûr eyle

 

Ne mest ol aşkıla dâim ne ayık ol bu gafletle

Miyân-ı zühd ile irfânı cem’ idüp ubûr eyle

 

/300/ Celâl ile cemâlin imtizâcından durur âlem

Ne mahzûn ol bu dehr içre dem-â-dem ne sürûr eyle

 

Bu kesret zehrine mahlût olupdur sekr-i vahdet(de)

Aceb ma’cûn-ı ekberdir yiyüp Gaybî huzûr eyle

 

                     *   *   *

Hakîkatda amel ey Hakk’a tâlib

Gönülden olmadır pîre murâkıb

 

Kamu bildiklerin kaldır aradan

Fenâ kesb eyle kalmasın meâyib

 

Mücellâ olsa dil levs-i kederden

Dem-â-dem aks ide ilm-i mevâhib

 

Vücûdun zerresin aşk ile mahv it

Sana hâzır ola hep cümle gâib

 

Hakîkatde ledün tâliblerine

Maârifle hakâyıkdır manâsıb

 

Gönüldür çün tecellî-gâh-ı Hazret

Sivâ-yı Hak hiç olur mu metâlib

 

Özün vahdetde yeksân eyle Gaybî

Bir ola tâ sana mağlûb u gâlib

 

                     *   *   *

Hakk’a irmek ister isen sohbet it merdân ile

Ya'ni ten kaydını ko zevk üzre ol cânân ile

 

Cân ile tenin arası bunca yıllık yoldurur

İrmeğe mi’râc-ı câna sâlik ol vicdân ile

 

Mâh-ı nev kalbin mukâbil eyle pîr-i şemse kim

Aks üzre ilm ledünnî dolasın irfân ile

 

Hulk-ı Hak ile tahalluk itmeğe sa’y eyle var

Kalb-i pâkin Cennet ola hûr ile gılmân ile

 

Aşk ile zenb-i vücûdu mahv idüp Gaybî yok ol

Alem-i vahdetde birlik süresin Sübhân ile

Bey’at-nâme’sinden:

“Ulular cemî-i zamânda, “Şeyh bir, dervîş bir olur.” demişlerdir. Görmez misin, Hz. Risâlet-penâh (salla’llâhu aleyhi ve sellem) efendimizin zamân-ı saâdetlerinden bu âna kadar gelince, “Esrâr-ı ilâhiyyeden âgâh olan kibâr, her devirde hakîkat-i bey’ata mahal ve müstahak olup, hâmil-i sırr-ı Hudâ olmağa kâbil ancak bir yârdır. Sâiri, ahyâr ve ebrâr ve a’vân u ensârdır.” diye buyurdular. Yoksa zamânımız şeyhleri gibi, sûret-i insânda olan hayvânın her birini bey’ata mahal ve sezâ-vâr /301/ görüp, “Filân şu kadar bin adama bey’at verdim, bu kadar dervîşim vardır.” diye iftihâr eylememişlerdir. Belki her biri, “Asrımızda bey’at verecek adam bulmadık.” diyü şikâyet eylemişlerdir. Hattâ Molla Hünkâr hazretleri “Bir buçuk dervîşe kâdir oldum.” buyurmuşlardır. Cedd-i a’lâmız Kalburcu şeyhi Pîr Efendi hazretlerini, Ca’fer Paşa ziyârete gelip, bi’l-münâsebe, “Sultânım! Dervîşiniz çok mu?” demiş; “Gelir gider çokdur.” demiş. “Dervîşim vardır.” dememişlerdir.

Azîzim, mürşidim İbrâhîm Efendi hazretleri, “İstanbul’da kırk sene mikdârı vardır vahdet davulunu çalıyoruz, ancak bir adama eriştirebildik. Ondan gayrı muhabbetimize giriftâr ve sırr-ı hakîkatımıza yâr yoktur. Sâir gelip gidenler müellefetü’l-kulûb makûlesidir.” buyurdular.”

Benim azîzim âgâh ola ki, Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Azîm’inde (لَقَدْ رَضِيَ اللَّهُ عَنِ الْمُؤْمِنِينَ إِذْ يُبَايِعُونَكَ تَحْتَ الشَّجَرَةِ)[44] buyuruyor. Cemî-i müfessirîn bu âyet-i kerîmenin nüzûlü hakkında demişlerdir ki:

“Fahr-i âlem (salla'llâhu aleyhi ve sellem) hazretleri, Hudeybiyye dedikleri yere indiler. Ashâbdan Harrâş b. Ümeyye’yi Mekke-i Mükerreme’ye gönderdiler ve “Mekke kavmine bizden haber ver. Ceng ü cidâl için gelmedik. Maksadımız umreye varmaktır, mümâneat etmesinler.” buyurmuşlardır.

Harrâş, bu emr-i celîli Mekke kavmine teblîğ etti. Sözünü dinlemediler, men’ ettiler. Fahr-i âlem efendimiz, Hz. Osmân’ı gönderdi, habs ettiler. “Şehîd oldu.” diye şâyiât dahi oldu. Ol zamân Rasûl-i ekrem (salla'llâhu aleyhi ve sellem), ashâbını toplayıp, bir ağaç dibinde bunlara bey’at verdi. Bey’atin mazmunu bu idi ki, “Kim benim yoluma, benim sözüme, mâl ve cân ve teni fedâ eyleyip, dostumu dost, düşmânımı düşmân bilir de her hâlde bana mütâbeat ve muvâfakat eder ve sözünde sâbit kadem olur?” buyurunca ashâb-ı kirâm, zekâ ve kiyâset ve nûr-ı firâset ile anladılar ki, Fahr-i âlem (salla'llâhu aleyhi ve sellem) efendimiz hazretleri kendilerinden emîn değildir.

Habîb-i Hudâ’ya, bi-kemâlihî i’timâd hâsıl olsun diye cümlesi tecdîd-i bey’at eylediler de, Rasûl-i Ekrem’in elini birer birer ellerine alıp, “Senin yoluna, senin sözüne mâlımızı, cânımızı, tenimizi fedâ ile her hâlde sana muvâfakat eder ve bir vechle rızâ-yı risâlet-penâhına muhâlefette bulunmayacağımıza ahd eyleriz.” dediler.”

/302/ Şeyhinin lisân-ı hakâyık-beyânından sâdır olan sözleri hemen sebt-i sahîfe-i irfân edegeldiğinden bu esere, Sohbet-nâme-i İbrâhîm Efendi nâmını vermiş ve ona da, Bey’at-nâme-i Sun’ullâh diye bir zeyl yazmıştır.

Sohbet-nâme’sinden:

"Muhabbet-i kâmile hâsıl oldukça ilhâm ve rü’yâ-yı sâliha ile cümle müşkiller hallolunur. Muhabbetten tıfl-ı ma’nâ hâsıl olur.

Bir şeyh-i kâmilin söylediği sözü, mürîd derhâl kabûl eylerse, nikâh-ı ma’nevî hâsıl olur.

İbâdât u tâattan ve mücâhedât ve riyâzâttan ve esmâ vü ezkârdan ve evrâd u uzletten ve çile vü halvetten maksûd ve netîce, tâlib, kendi hakîkatına erişmek ve kendi özünden haber-dâr olmak, bi-kemâlihî mâhiyyetini bilmektir. Bu maksada yol ise, ikiden hâlî değildir : Yâ mücâhede-i bedeniyye ki, vâdî-i berzahîdir. Yâ cezbe-i ma’neviyye ki, şâh-râh-ı ma’nevî ve râh-ı vahdetidir. Nitekim Kâsım Envâr, bu beyit-i ra’nalâriyla aşikâr buyurmuşlardır:

از دو بيرون نيست ره كر مرد راهى اين بدان

يا طريق جذبه بايد يا طريق اجتهاد[45]

Huzûr isteyen, zuhûr istemez; zuhûr isteyen, huzûr istemez. Muhabbet isti’dâdın cilâsıdır. Halkın mâ-lâ-ya’nî ile iştigâli, sohbet kadrini bilmediklerindendir. Sıddîklar hakkında, yetmiş adam, “Filân kimse mülhiddir, zındıktır.” demedikçe mertebe-i velâyete kadem basılmaz.

Namâzın hakîkati, Hak’la dâimâ vuslat olduğunu beyân sadedinde :

 

نماز ابلهان سهو سجودست

نماز عارفان محو وجودست[46]

buyururlar imiş. (Kaddesa'llâhu sırrahû)”

 

Cenâb-ı Şeyh Sun’ullâh-ı Gaybî rehber-i pür-şân

Serîr-i ma’rifetde câlis olmuş bir şeh-i devrân

 

Azîzi mürşidi İbrâhim’e peyrev olup gelmiş

Hakîkat âleminde sâhib-i esrâr-ı bî-pâyân

 

İlâhî bizleri esrâr-ı zâtından haber-dâr it

Günâh-kârız inâyet kıl bi-hakk-ı Hazret-i Kur’ân

 



[1] Bu ibarenin hesaplanmasından 841 çıkmaktadır. (H)

[2]          (لا يحزنون) “Onlar mahzun da olmayacaklar.” şeklinde 12 âyette geçmektedir. Bunlardan birisi şöyledir:

            (فَمَن تَبِعَ هُدَايَ فَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ) "Kimler benim hidayetime uyarsa artık onlara bir korku yoktur ve onlar mah zun da olmayacaklar." 2. Bakara sûresi, 38. (H)

[3] “Dergâhına yüz süren kara yüzlüler, bahtiyâr olur. Ey Hz. Bayram meded! Bahtımın karalığından inlemekteyim.

Ey Edhem! Her ne kadar vebâl ve günâhla doluysam da, Hacı Bayram-ı Velî’ye intisâbla şübhesiz iki cihân saâdetine erişirsin. Ey Hz. Bayram meded!” (H)

[4] “Allâh’ın velîlerinden Bayram-ı Velî-ki, bu yapıyı binâ edendir Hacı ve öğülecek bir zâttır.

Gece-gündüz grubu ortaya çıkınca ümranına himmet etti, ötelerin kahraman şeyhi.

Tamirinin tamâmlandığını gören, sevinçle bu câmi tamir edildi diye târîhini söyledi.” (H)

[5] “Afrâsiyab’ın kubbesinde (baykuş) nöbet tutuyor. Kayser’in sarayında da, örümcek perdedârlık yapıyor.” (H)

[6] “Dostlarının kalblerini Hazretin kapısına cezbeyleyen ve o kalblere görünmeyen bir sûrette yardım eden Allâh’a hamd olsun. Bundan dolayı onlar, Hz. Allâh’ın ezelî ve ebedî oluşunu kesin olarak gördüler. Onların varlığını, kendi yüce varlığında yok etti. Böylece onlar, Allâh’ın zâtının denizinde dağıldılar.

Salât ve selâm ise, yaratıkları arasından seçerek gönderdiği ve en kâmil kulu olan Hz. Muhammed (a.s.)’a olsun ki, varlık âleminin önde gelenleri, onun kemâline ve husûsiyetine şehâdet etmişlerdir. Ayrıca âline, ashâbına ve vârislerinden kâmil ihvânına da (salât ve selâm olsun.)” (H)

[7]   “Hüküm Allâh’ındır ve işler Allâh’ın kudret elindedir.” (H)

[8]       “Senden önce hiçbir insana ebedî hayat vermedik.” 21. Enbiyâ sûresi, 34. (H)

[9]       “Şu dünyada kör olan kimse âhirette de kördür.” 17. İsrâ sûresi, 72. (H)

[10]       "Sen dağları görürsün de, onları yerinde durur sanırsın. Oysa onlar, bulutun yürümesi gibi yürümektedirler." 27. Neml sûresi, 88. (H)

[11]       “... Hayır onlar yeni bir yaratılıştan şübhe etmektedirler.” 50. Kâf sûresi, 15. (H)

[12]       “Ben yere ve göğe sığmam. Ancak mü’min kulumun kalbine sığarım.” Hadisçiler bunu sahîh hadîs olarak kabul etmemişlerdir. Bkz. el-Aclûnî Keşfu’l-Hafâ c.II, s. 190. (H)

[13]    “Nasıl ölürseniz öyle haşrolunursunuz.” (H)

[14]       “Artık onlara bir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.” 2. Bakara Sûresi, 38. (H)

[15]       “... Öyle adamlar vardır ki, Allah’a vermiş oldukları ahde sadakat gösterirler.” 33. Ahzâb sûresi, 23. (H)

[16]       (اتقوا فراسة المؤمن فانه ينظر بنور الله) “Mü’minin ferâsetinden korkunuz. Çünkü o, Allah’ın nûru ile bakâr.” et-Tirmizî Sünen, Tefsîri-i sre, 15,16. (H)

[17]     “Muhabbetinin nûruyla gönlünüzü nurlandıran, sevgisinin şevkıyla kendisine âşık kılan, şerîatının erkânıyla edeplendiren, sizi kendi yoluna sokan, ma’rifesini anlamayı öğreten, gerçeği tam mânâsıyla kavrayıp peygamberine vâris kılan Allah’a hamd olsun.” (H)

[18] "Bu Hâlid’in kabridir." (H)

[19] Bu ibârenin hesaplanmasından 861 çıkmaktadır. (H)

[20]     Kendilerine “Sivaslı” diye Şakâyık’da yazılması, pederinin Sivaslı olmasından kinâyedir. Vâlidesi ise Amasyalıdır. Hz. İbrâhîm, Amasya’da doğmuştur. Hafız Hüseyn-i Ayvansarâyî böyle yazar.

[21]   Bu ibârenin hesaplanmasından verilen tarih çıkmamaktadır. (H)

[22] Bu ibârenin hesaplanmasından verilen tarih çıkmamaktadır. (H)

[23] “Koğulmuş şeytandan Allah’a sığınırım. Rahîm ve Rahmân olan Allah’ın adıyla iyi bilin ki, haberiniz olsun, Allah’tan başka ilâh yoktur. Muhammed Allah’ın elçisidir. Allah’ın dostlarına korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır. (Yûnus sûresi, 10). İşler husûsunda çaresizliğe düştüğünüz zaman kabir ehlinden yardım dileyiniz.” (Son kısım için el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, c.I, s. 85’de. (H)

[24] Bu paragraf, konuya uygun olduğu için, Sefîne 269. sayfadan buraya  hakledilmiştir. (H)

[25] Bu ibârenin hesaplanmasından verilen tarih çıkmamaktadır. (H)

[26] "Bize nimet veren, İslâm'la şereflendiren, bizi sevgilisi Muhammed (aleyhi's-salâtü ve's-selâm)'ın ümmetinden kılan Allah'a hamd olsun. 'Eğer Allâh'ı seviyorsanız, bana itâat edin ki, Allah da sizi sevsin.' (3. Âl-i İmrân suresi, 31)" (H)

[27]     Rasûlüllah (s.a.s.) şöyle buyurdu: Yâ Ali! Senin etin, benim etim; senin cismin, benim cismim; senin kanın, benim kanım.” (H)

[28]     “Allah, vahyettiği şeyi bunun üzerine vahyetti. Gördüğünü kalbi yalanlamadı.” 53. Necm Sûresi, 10-11. (H)

[29]     “Senin varlığın, başka bir günahın kendisiyle mukâyese edilemeyeceği bir günahtır.” (H)

[30]     “Allah, kendisine ortak koşulmasını aslâ bağışlamaz; bundan başkasını dilediği kimse için bağışlar.” 4. Nisâ sûresi, 48. (H)

[31] "Çocuk, babasının sırrını taşır." (H)

[32]       (وَمَن دَخَلَهُ كَانَ آمِنًا) «Orada apaçık deliller vardır. İbrâhîm’in makamı vardır. Kim oraya girerse emniyette olur.” Âl-i İmrân sûresi, 97. (H)

[33]       “Taşlanarak (kovulmuş) şeytandan Allah’a sığınırım. Rahman ve Rahim olan Allah’a sığınırım. Allah’ın dilediği olur, dilemediği olmaz. De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin...” (Son cümle: 3. Âl-i İmrân sûresi, 31.) (H)

[34]       “Nefsini bilen kişi Rabbini de bilir.” el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, c.II. s. 262. (H)

[35] Bu ibârenin hesaplanmasından verilen tarih çıkmamaktadır. (H)

[36] "Rahmân ve Rahîm olan Allâh'ın adıyla.  Bizi imânın gerçeğine ulaştıran, bir işi en iyi yapıp kavrama imkânını ikrâm eden, irfan yolunun ezelî inâyetine muvaffak kılan, manevî zevk ve vicdân ehlinin yoluna girmeyi bize kolaylaştıran Allah'a hamd olsun. Salât ü selâm, rûhun ve bedenin menşeini açıklayan, bütün insanlara ve cinlere gönderilip onlara Kur'ân nassıyla mebde' ve meâd ilmini öğreten (Rasulu'llâh)'a, onun, Kitap ve Sünnetle hidâyete erdirici olan âline ve ashâbınadır." (H)

[37]       “Hiç bilenler bilmeyenler bir olur mu?” 39. Zümer sûresi, 9. (H)

[38]    “Kim bir kavme benzerse o, ondan olur.” el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, II, 240. (H)

[39]        Rasûlullah (s.a.s.)’in buyurduğu gibi: “Biriniz bir kardeşini seviyorsa, bunu ona bildirsin.” Tirmizî, sünen, zühd, 54; Ebû Dâvûd, Sünen, Edeb, 113. (H)

            Allah Teâlâ’nın buyurduğu gibi: “Birbirine Hakk’ı tavsiye ederler...” 103. Asr sûresi, 3.) (H)

[40]       Bu zât Kalburcu şeyhi Pîr Ahmed Efendi ise, Hz. Sünbül’ün halîfesidir. III. cildde 278. sahifede bahsi geçti.

[41]       Yani senden maksûd, ilâhiyyü’l-asl olan kelimâtdır.

[42]       Men aref sırrı budur. İnsanın kendi vicdânına girip, bu hakîkati tayakkun etmesi mi’râc-ı hakîkattir.

[43]       Sırr-ı ulûhîyyetin vicdânda tecelli ettiğini ve vicdânın, Arş-ı Rahmân olduğunu anlaması, rubûbiyyeti de anlamış olmaktır, demek istiyor.

[44] “Andolsun ki, o ağacın altında sana bîat ettiklerinde, Allah, mü’minlerden râzı olmuştur...” 48. Feth sûresi, 18. (H)

[45]  “Şunu bil ki, eğer bir yolun adamıysan şu iki halin dışında değilsin: Ya cezbe yolu gerek, ya da ictihad yolu.” (H)

[46]  “Abdâlların namâzında sevih secdeleri bulunur. (Hâlbuki) âriflerin namâzında vücûd mahvolur.” (H)

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar