Print Friendly and PDF

Büyüklerin Yanında Durmak Ateşle Oynamaktır

 


·         Ahmed Amîş Efendi, 100 yaşını geçkin bir ihtiyar olduğu için söz arasında ısınmaktan bahseder ve  “iyi bir kürk olsa ısınırım”, buyururlar.

Bu kadarcık ima ve işaret üzerine üstâd derhal çarşıya giderek muhtelif neviden ve cinsten üç kürk getirip önüne kor. Üstâd, bunun üzerine aralarında şöyle bir konuşma olduğunu söylerdi:

“İşte efendim üç kürk. Bu 50 lira, bu 30 lira, bu da 25 liralıktır”, dedim. Bunun üzerine Ahmed Amîş Efendi;

“İstemem, götür.”

Dedi. İlk arzu ile bu red karşısında hayrette kaldım. Fakat sebebini de sormadım, soramadım ve bunda elbette bir hikmet vardır diyerek emirleri üzerine kürkleri götürüp sahibine geri verdim.

Aradan bir kaç gün geçti, yanına gittim. Bana:

“MECDİ; CEHENNEMİN MÜDDETİ KAÇ SENEDİR BİLİR MİSİN?”

“65,000 SENEDİR.”

dediler. Başka bir gün de durup dururken yine bu suali irad buyurdular. Fakat bu sefer müddeti 6,500 seneye indirdiler. Esasen birçok mutasavvıflar hep bu yolda giderler, sözü hep böyle etrafta dolaştırırlar.

Bu sırada mebusluk, memurluk ve ticaret gibi bir meşgalem de olmadığından İstanbul’u terk ile memleketim olan Balıkesir’e çekildim. Orada yerleşir yerleşmez bu sefer Balıkesir’i de terk ile Mısır’a gitmek arzusu bende belirdi. Bunun tedarikleriyle ve tedbirleriyle zihnen meşgul iken bir gün Balıkesirin meşhur meczubu İsmail, evin kapısını çalarak:

“Uzun yola, uzun yola. Haydi... Hayırlı ola!”

diye seslendi, geçti. Hâlbuki ben kararımı henüz aileme bile açmamıştım. Meczup İsmail’in de bu ihbar ve ihtarım duyunca artık kat’î kararımı vererek, âdeta hükümet kuvvetiyle cebren memleketten çıkarılıyormuşum gibi alelacele ailemi, çocuklarımı alarak hep birlikte Mısıra gittik.[1]

Abdülâziz Mecdî Efendi, Mısıra gider gitmez 1914 Cihan Harbi de patlak yermiş, yollar kapanmış, orada maişetini ticaretle ve bilhassa uzun senelerdenberi yapmış ve alışmış olduğu zahire ve un ticaretiyle temine mecbur kalmıştır.

Yabancı bir muhitte kendisini tanıtıncaya ve memleketin ticarette gidişini kavrayıncaya kadar hayli sıkıntı çekmiş, fakat çalışmış, muvaffak olmuş ve 6,5 sene bu vaziyette Mısırda kalarak; nihayet Türkiye’de mütareke olunca İstanbul’a gelmiş ve tabiî ilk evvel ziyaret ettiği zat yine mürşidi Ahmed Amîş Efendi olmuştur. Elini öpüp de halini ve başından geçenleri anlattıktan sonra aldığı izahattan:

Cehennemin müddetinin 65;000 sene oluşudan bahsedişi, kedisinin 6,5 sene mürşidinden uzak yaşadığına ve bu suretle bir cehennem hayatı geçireceğine işaret olduğunu, yani mürşidinin kendisine kırılarak “SEYAHAT CEZASI” verdiğini ve buna sebep de kürkleri önüne serdiği zaman  onların fiyatını söylemiş olmasından ileri geldiğini anlamıştır.[2]

Dûçar olduğu bu cezadan, dolayı mürşidine karşı zerre kadar kırgınlık duymak şöyle dursun bilâkis daha ziyade feyiz vermek için böyle yapmış olduğunu üstâd söylerdi ve Mısırdan dönüşünde bu feyzi umduğundan çok fazla aldığını da sözlerine ilâve ederdi.

Abdülâziz Mecdî Efendi, vakit vakit bu hâdiseyi tekrarlar ve izah ederken derlerdi ki:

“Ben bu kadar gizli kapaklı söz söylemem. Çok kere muhatabımın idrakine ve kabiliyetine göre açık da söylerim, Fakat bu yol, yani mürşidle müridin teması keyfiyeti barutla pamuğun bir arada bulunmasına benzer. Bazan hiç bilinmeyen bir sebepten dolayı barut birdenbire ateş alıverir.”

Bu ateş alış müridin lehine olduğu kadar aleyhine de çıkabilir. Yani mürşidin nelerden hoşlanmadığı, ne gibi şeyleri beğendiği bilinemez. Ani bir hareketi kalbiyye her şeyi altüst edebilir ve neticesinde mürid ya manen olur yahut manen ölür. Binaenaleyh her zamanda, her temasta ve her hitapta, mürşidin karşısında son derecede dikkatli, uyanık ve tetik davranmak lâzım gelir.

Abdülâziz Mecdî Efendi, 6,5 sene Mısır’da bulunduğu halde asla siyasetle uğraşmamış, oraya muhtelif tarihlerde her biri bir suretle sığınmış olan muhalif fikirli Türklerle de temas ve ihtilât etmemiş ve kendi başına sessizce ticaretle uğraşmıştır.

Mısırda bulunan Türklerden en ziyade görüşüp konuştuğu başlıca iki kişidir. Birisi; Abdülhamid’in uzun müddet Şeyülhislâmlığını yapmış ve o sırada Mısıra çekilmiş olan Cemaleddin Efendi, ötekisi de Mısır Hidivinin saray hocası ve imamı Gümüşhaneli dergâhı şeyhi Dağıstanlı Ömer Ziyaeddin Efendi’dir.

İşte bu yola gidişlerinden dolayıdır ki Umumî Harpte Türkler İngilizlerle harp halinde bulunduğu ve bu yüzden Mısırdaki Türk tebaası esir sayılıp kamplara sevkedildiği halde üstada ne İngiliz, ne de Mısır hükümeti bu bapta bir müşkülât göstermemiştir.

Fakat dindar oluşu, ulema kisvesini taşıyışı, hele Arab dilini bütün fesahat ve belâğatiyle konuşabilmesi yüzünden Arap âlimleriyle vakit vakit camilerde ve hususî toplantılarda buluşur ve dinî mübahaseler ederlermiş.

Abdülâziz Mecdî Efendi, Arab âlimlerinin biz Türklerden çok mutaassıp ve daha inhisarcı olduklarını söylerdi. Meselâ ne zaman Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden bahsetseler

“nebiyyüna el’arabî” (Peygamberimiz Araptır) derlermiş.

Bu sözü Arab âlimlerinden sık sık işiden ve tabiî içerleyen üstâd; günün birinde son olarak bir daha işidince kızarak ve sabredemiyerek hemen ilâve etmiş;

“ Allah’ımız da Türktür.”

Bu haklı mukabele’ üzerine görüşüp konuştuğu Mısırlılar “nebiyyüna el’arabî” sözünü bir daha ağızlarına almamışlardır.

Sunullah Gaybî’nin şu beytinide hakikati açık söylemekteki tehlikeyi anlatıyor.

Sunullah Gaybî Kaddesellâhü sırrahu’l azîz buyurdu ki;

“Başımız meydana koyduk, keşf-i esrar eyledik;.”

“Enbiya-vü evliyanın ketmettiği mâna budur!”

Abdülâziz Mecdî Efendi derdi ki:

Bir gün mürşidim Ahmed Amîş Efendi:

“Mecdî, sakın sırrı fâş etme!”

dedi.

“Acaba bir şey mi yaptım?” diye korktum. Benim korkumu gidermek ve bir hakikat bildirmiş olmak için buyurdular.          

“Edemezsin ki, edilemez ki, ruhunu ortaya at, faş et anlat bakalım. Edemezsin, O’da öyledir”.

Bu tenvir ve irşâddan mülhem olarak, Mecdî Efendi derlerdi ki,

“Cenâb-ı Hak sırrı vahdetin gizlenmesini ister ve bu işi mahdut kulları ile idare eder, irşâd ve idlal kendisindendir.”



[1] Şeyh Bürhaneddin dermiş:

“Meczuba elinizden gelen her yardımı yapınız. Faydasını görürsünüz. Fakat kendi ile konuşmaktan bir fayda göremezsiniz. Çünkü maneviyatınız denk değildir.”

Abdülâziz Mecdî Efendi de, derlerdi ki:

“Bu türlü meczuplar kendiliklerinden hiç bir şey yapamayıp kuvvetli bir velî bunların iradesini selbederek bu hale gelmişlerdir; bunların söyledikleri sözler ve gösterdikleri fevkalâde haller kendiliğinden değil o velîden akseder, binaenaleyh bunlardan bir şey beklemek, bir şey ummak doğru değildir. Şu kadar ki kendilerin sataşmamak, eziyet ve hakaret etmemek lâzım gelir. Şayet edilirse meczubun değil, onu idare eden velînin sillesine çarpılmak korkusu vardır.”

[2]  [Cehennemin de ömrünün sayılı ve sınırlı olduğuna inanan Süheyl Ünver yukarıda sözünü ettiğimiz Amerika hatıralarını içeren ‘Cehennemnâme’ defterinin başlangıç sayfasına şu notu düşmüştür:

Bunu naçizane olarak (‘Cehennem altı bin sene sonra yıkılır’) buyuran Tırnovalı Ahmed Amiş Efendi Hazretlerinin ruh-i âlilerine takdim edebim”

Cehennemin ömrü üzerinde naklettiği bu söz aslında Ahmed Amiş Efendi tara­fından Abdülaziz Mecdî Efendi'ye Mısır Seyahati hakkında söylenmişti. Süheyl Ünver ise kendi cehennemi­ni Cenab-ı Hakk tarafından görevlendirilmesine bağlamaktadır. Onun sözlerini zikre­decek olursak:

“... Ben öyle bir cehennemde uzun müddet (380 gün) Cenab-ı Hak tarafından memur imiş gibi yaşadım ve onun için cennete mekik dokudum. Birçok ruhi inkişaflar oldu. Anladım ki çok defa cehennem azap yeri değil, bir pişme yeri. Tam pişip de Hakkın lûtfuyla buradan kurtulabilenlerin tadına doyum olmayacak gibi... Cehennem ve onun azapları bir gün kalkar. Devresini geçirenler de zaman zaman cennetin ebedî lûtfuna karışır. Ama ilâ-nihâye cehennemde değildir”]  (SAYAR, 1994), s.408


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar