Print Friendly and PDF

Teknolojinin İhaneti - Jacques Ellul (Tercüme: Ahmed Taha Ercan)

 

"Gözden Kaçan Gerçekler"



Büyük harfle ''Teknoloji''...

Bir dakika, şimdi gelir..

TEKNOLOJİNİN İHANETİ

En iyi arkadaşlarımdan biri çok liyakatli bir cerrahtı.

Onun da katıldığı Teknoloji ve ''ilerleme''nin sorunları konusunda yaptığımız bir müzakere sırasında birisi O'na ''Bir cerrah olarak sen cerrahi alanındaki bütün teknik gelişmelerin farkında değil misin ?'' diye sordu.

Arkadaşım bu soruya her zamanki gibi nükteli bir cevap verdi: ''Tıp alanındaki gelişmelerin tabii ki farkındayız..

Kalp nakli, böbrek nakli, karaciğer nakli gibi işlemleri yapabiliyoruz değil mi ?

Peki bu naklettiğimiz böbrekler, kalpler, ciğerler nereden geliyor ? Bunun farkında mıyız ?

Bunlar sağlıklı, hastalanmamış, taze organlar değil miydi ?

Ben sana bu organların nereden geldiğini söyleyeyim: Bu organlar trafik kazalarından geliyor. Bu işlemleri devam ettirebilmemiz için trafik kazalarının da devam etmesi gerekiyor.

Eğer trafiği daha güvenli hale getirirsek bu muazzam (!) ameliyatların çoğu yapılamayacak...''

Tabi bu cevap üzerine herkes şaşırıp afalladı.

Bu komik bir şeydi. Ama aynı zamanda da gerçekti.

''Büyük ''T'' ile ''Teknoloji'' makine veya elektrik gibi somut bir şey değildir.. Teknoloji fenomeni makineden ayrılmıştır.'' Jacques Ellul

Bazı kişilerin insanlara yutturmaya çalıştığı yanılsamalardan biri

teknolojinin onları daha özgür kıldığıdır.

Buna göre eğer yeterince teknik alet kullanırsanız, daha özgür hale geleceksinizdir.

Hangi konuda daha özgür olacağız ? Güzel şeyler yemek konusunda mesela.

Bu doğru. Tabii eğer paranız varsa.. Araba alma konusunda özgürlük.. Araba alıp gezebilirsiniz.

Dünyanın öbür ucuna seyahat edebilirsiniz. Tahiti'ye mesela..

İşte görüyorsunuz: teknoloji özgürlük getiriyor.

Tüm dünyadaki bilgiye ulaşabiliyoruz. Bu acayip bir şey..

İşte özgürlük dünyası önümüze serilmiş.

Sadece arabaların kullanımı ile ilgili küçük bir örnek vereyim..

Her yaz 3 milyon Parisli, birbirinden bağımsız olarak arabalarıyla Akdeniz'e gitmeye niyetleniyor. 3 milyon insan aynı şeyi yapmaya karar veriyor.

Şimdi ben kendi kendime soruyorum: Eğer araba bize gerçekten bu kadar özgürlük veriyorsa bu kadar insan nasıl oluyor da teknoloji ve içinde bulundukları hayat tarafından tamamen cebredildiklerinin farkına bir an olsun varamıyor ?

Bir çeşit yığın, koyun sürüsüne dönüştüklerini nasıl fark edemiyorlar ?

Bizimki gibi bir toplumda, bir kimsenin bir şeyden ''mesul olması'' neredeyse imkansız.

Basit bir örnek vereyim: Herhangi bir yere bir baraj inşa edildiğini ve sonra bu barajın patladığını düşünün.

Bundan kim sorumludur ? Jeologlar bu barajın projesinde çalıştı. Zemini onlar inceledi.

Mühendisler inşaat planlarını oluşturdular.

İşçiler barajı inşa ettiler. Politikacılar barajın bu konumda olmasına karar verdiler.

Peki kim sorumlu ? Hiç kimse. Asla kimse sorumlu değil. Hiçbir yerde.

Bütün bir teknolojik toplumumuzda işler o kadar bölünmüştür ve küçük paraçalara ayrılmıştır ki hiç kimse sorumlu değildir. Aynı zamanda hiçkimse özgür de değildir.

Herkesin kendi uzmanlaşılmış görevi var. Yapması gereken şey bundan ibaret.

Örnek olarak sadece şu ''acımasız mazeret''in hikayesini düşünün.

Bu hayatım boyunca duyduğum en korkunç şeylerden biri idi.

Bergen-Belsen Toplama Kampı'nın yönetiminde olan birisine  Auschwitz ve Bergen-Belsen'i kapsayan Nuremburg Mahkemesi sırasında ''Bunu, bu kadar cesedi hiç mi korkunç bulmadın ?'' diye sorulmuş.

''Ne yapabilirdim ?'' diye cevap vermiş adam. ''(Cesetlerin yakıldığı) Fırınların hacmi çok küçüktü. Cesetleri tam ayarlayamadım. Bu çok sorun oldu.

Bu insanları düşünecek vaktim olmadı. Fırınlarımın teknik sorunlarıyla meşguldüm.''

İşte bu, ''sorumsuz insan''ın klasik bir örneğidir. Kendi teknik-uzmanlık göreviyle ilgilenir ve başka hiçbir şeyle ilgilenmez.

Geleneksel denen toplumlarda, mesela Ortaçağ Batı toplumunda

Teknoloji belli bir takım kurallar tarafından kontrol ediliyordu.

Mesela dînî kurallar tarafından. Örneğin belli medeniyetlerde zemin üzerinde demir aletlerle çalışmak yasaktı.

Zira yeryüzü ''Anne'' olarak telakki ediliyordu. O'nu böyle kaba aletlerle incitmeye hakkınız yoktu.

Bu kuraldı. Benzer sebeplerle Mısırlılar tekerlek kullanmadı.

Hiksoslar uzun süredir tekerleğin varlığından haberdardılar. Dolayısıyla Mısırlılar da. Ama kullanmıyorlardı. Çünkü o zodyak gibi gözüküyordu

ve ölümlülerin maddi amaçlar uğruna zodyak kullanmaya yetkisi yoktu.

Dürüst olursak, ben geçmişteki teknoloji ile günümüzdeki teknolojinin aynı şey olduğunu düşünmüyorum. Teknoloji geçmişte bir takım belli amaçlara ulaşmak için kullanılıyordu.

Bu belli amacın heykeltraşlık mı, toprağı sürmek mi yoksa avlanmak mı olduğu mühim değil.

Teknolojiler görece stabil olarak kullanılıyordu.

Aşağı yukarı çoğunlukla hep aynı yöntemler kullanılıyor ve bazen ziyadesiyle yaratıcı oluyorlardı. Mesela bir ormancının av teknikleri dahiyane idi.

Bu adamlar filleri öldürme hususunda hakikaten inanılmaz derecede yetenekli idi.

Kullandıkları teknikler çok zekice idi. Ama günümüzdeki teknolojinin temel karakteristiği olan ''aşırılık'' onda yoktu.

Bu teknikler nesilden nesile çok az değişerek aktarılıyordu.

Biliyoruz ki, Roma dönemi ve Orta Çağlar'da bir teknolojik değişimin yaşanması 100 yıl alıyordu.

Tabii ki teknolojinin belli bir verimliliği vardı.

Lakin bu verimlilik ''stabilite (istikrar)'' tarafından kuşatılmıştı.

Orta Çağlar'da kısmen Hristıyanlıktan kısmen de halkın inançlarından kaynaklanan iş ve benzer meselelerle alakalı dînî kurallar vardı.

Ve bu kurallar ekipman ve araçlardan daha önemli idi.

Lakin 14-15. Yüzyıl sıralarında Batı dünyasındaki insanlar her şeyi sorgulamaya başladılar.

Bütün mevcut ''mutlak''lar ve inançlar alaşağı edildi. ''Gelenek'' konseptine şüphe ile bakılmaya başlandı.

Bu çok önemli. Zira geçmişte her şey gelenek üzerine temellenmişti.

Birden, mesela 15. Yüzyıl Fransa'sında, bütün gelenekler alaşağı edildi.

Bu gelenekler bir anda önemsiz hale geldi. Kadim değer ve görenekler modası geçmiş teranelere dönüştü.

Bir anda herkes kendini istediği her şeyi yapacak özgürlüğe sahip hissetti.

Tam da bu sıralarda, bilim alanında bahsedilen kadim inanışları

boşa çıkaran birçok ''hakikatler'' (!) keşfedildi.

Yine bu tarihlerden itibaren Dünya'nın Evrenin merkezi olup olmadığı tartışılmaya başlandı.

Bunlar çok tipiktir.

 BİLGİ

Bence bu, aslında bizim en büyük trajedimiz.

Ve en büyük günahımız..

Biz bu toplumların hayatına onların vahşi oldukları fikri ile girdik.

Onlar neredeyse insan bile değildi.

Onların hayat konseptlerinde de pekâla bir Hakikatin gizlenebileceğini fark edemedik.

İki örnek vereyim. Şunla başlayalım: Biz bu insanların bütün zenginliklerini kullanıyor izlenimini verdik.

Tabii ki bizim kendi endüstriyel bakış açımızdandı bu. Bu ülkelerde geleneksel tarımı yok ettik

ve onun yerine ''endüstriyel tarım'' dediğimiz şeyi geçirttik.

Yağı için fıstık yetiştirmek, kakao, şeker yetiştirmek gibi.

Aynı zamanda bu toplumun mensuplarını, işgalcilerine itaat etmeye mecbur ettik.

Onları, bir kere işgal edildikten sonra mümkün tek ilişki biçimi olan buna zorladık. Biz her zaman kazandık çünkü teknolojik olarak daha avantajlıydık.

Birçok temel şey bu arada uçup gitti.

Bu hayatta yaşayabilmek için temel birçok şey.. Nereden geliyoruz ? Hayatın amacı nedir ?

Bu insanların bu sorulara bir cevapları vardı..

Bizimse bu cevapları yok etme hakkımız yoktu. Onların sosyal yapılarını ve bütün bir hayat felsefelerini yıktık.

Dünyayı ve kainatı kavrama biçimlerini..

Bizim toplumumuz için kutsal olan bir şeyin mutlaka başka bir toplum için de kutsal olması gerekmez. Ama insanlar daima kutsal şeylere saygı gösterirler.

Ve eğer bu kutsal şeyleri, belirli bir toplumda kutsal kabul edilen şeyleri yok edecek bir güç olsaydı

o zaman insanlar bu güce hürmet ve saygı gösterirdi.

Çünkü onun bu kutsal şeylerden daha güçlü bir şey olduğu açıktı. Böylece eskisinden daha güçlü yeni bir kutsaldan başka bir şey elde edilmiş olmazdı.

Bizim toplumumuzda korkunç olan şey insanların kutsal kabul ettiği ne varsa teknolojinin onu yok ettiği gerçeğidir.

Mesela tabiat.. Bilinçli bir şekilde insanlar teknolojinin kutsal bir şey olduğu fikrine yöneltildiler.

Bu gerçekten korkunç. Eskiden, kutsal şeyler daima tabiatın içinden çıkmış olan şeylerdi.

Günümüzde ise tabiatın büyüsü bütünüyle bozulmuş durumdadır.

Bunun karşısında teknoloji kutsallaşmıştır.

Bir gösteri düzenlendiğini düşünün. Herkes bir şeyle ilgileniyor, kalabalık var..

O sırada bir araba ateşe verilse bütün kalabalık bir anda şok olur ve dona kalır.

''Kutsal bir obje'' tahrip edilmiştir çünkü.

Bu, şeksiz şüphesiz, teknolojinin temel kurallarından biridir.

Her teknolojik ilerlemenin bir bedeli vardır.

Refahın bir bedeli vardır.

Elde edeceğimiz şeyin karşılığında bizden neler götüreceğini daima kendimize sormalıyız.

Sadece şu örneği düşünün:

Hitler başa geldiği zaman herkes Almanlar için ''delirmiş bunlar'' dedi.

Neredeyse tüm Almanlar onu destekledi. Elbette destekleyeceklerdi. Adam işsizliği bitirdi.

Para birimleri Mark'ın değerini yükseltti. Büyük bir ekonomik büyüme gerçekleştirdi.

Propagandaya maruz kalmış ve bu ekonomik mucizelere şahit olan bir halk

nasıl ona karşı olabilirdi ? Onlar kendilerine sadece şu soruyu sormalıydılar: Bunun bedeli ne ?

Bu ekonomik büyüme, Mark'ın değer kazanması ve istihdam karşısında ödememiz gereken bedel ne ?

Bu bize "kaça patlayacak" ? Bu soruyu sorsalardı, bahsi geçen gelişmelerin neye mâl olacağını fark ederlerdi.

Bu durum modern toplumun temel karakteristiğidir. Ama geleneksel toplumlarda bu soru daima soruluyordu.

''Eğer bunu yaparsam" eşyanın düzenini" bozar mıyım ?" diye.

"Bu neye mâl olacak ?" diye.

Hikmet entellektüel refleksiyondan doğmaz.

Ona daha çok nesilden nesile uzun bir tevârüs süreciyle ulaşılır.

Tabii sosyal hava ile doğrudan temas sayesinde tecrübelerin birikimi ile ulaşılır.

Tabiat bize bir "misal" sunar.

Teknolojik toplumda insanlığın geleneksel hikmeti ciddiye alınmadığı için

bundan mahrum kalmaya mecburuz.

Yine teknoloji bizi çok çok daha acele yaşamaya mecbur kılar.

Derince düşünme (refleksiyon) yerini refleks'e (düşünmeden tepki vermeye) bırakır.

Refleksiyon bir olay yaşadıktan sonra, durup bu olay hakkında düşünmek demektir.

Refleks ise, bildiğiniz üzere, belirli bir durumda üzerine düşünmeden yapmanız gereken şeydir.

Teknoloji bizi eşya üzerine düşünmemeye cebreder.

160'la bir araba kullanırken düşüncelere dalarsanız varacağınız sonuç ancak kaza yapmaktır.

Araba kullanırken her şey reflekse, yani teknolojinin bize icbar ettiği yegane şeye dayanır:

"Düşünme, sadece reflekslerini kullan."

Teknoloji verimliliği dolayısıyla büyük bir güç yaratır.

Ama aynı zamanda büyük riskler de.. Her şey verimlilik için ! Geri kalan şeylerin -riskler de dahil- hepsi tâli.

Dahası bu büyük güç ve riskler dolayısıyla bizatihi insanın kendisi de değişmek zorundadır.

Bu gücü kontrol edebilmek hatta belki tamamen kullanmamak için yeterince bağımsız olmaları gerekir.

Risklerden sakınmak için çalışmaya mecburdurlar.

Yani insanların tekonolojiyi kabul edebilmesi için hızlıca değişmesi gerekir.

Basitçe verimliliği esas alan bir değişim değil "doğru olanı" esas alan bir değişim.

Bu bir şeylerin neden değişmesi gerektiğini açıklar. Fransız Filozof Bergson'un uzun zaman önce -1930'da- dediği gibi:

"Sahip olunan gücün artışı, aynı ölçüde zihnin güçlenmesini gerektirir."

Anlayış ve duyuşta bir incelme gerekli. Ama insanlar sadece "güç" odaklı düşünürse ve tabii eğer güç araçlarına da sahipler ise yapacakları tek şey hiçbir şeyi düşünüp gözetmeden

bu gücü olabildiğinde hızlı şekilde kullanmak olacaktır.

Teknoloji, hakkında verilen hiçbir hükme müsamaha göstermez.

veya şöyle diyelim: "Teknologlar", insanların yaptıkları işler hakkında etik veya moral değerlendirmelerde bulunmasını kolayca kabul etmezler.

Halbuki etik, moral ve ruhsal hükümler, insan türünün özgürlüğünün en kâmil ifadesidir.

Yani insan olarak benim en yüce özgürlüğüm elimden alınmış durumda. Yani ben teknoloji veya teknologlar hakkında ne söylersem söyleyeyim, onlar için hiçbir şey ifade etmiyor.

Söylediklerim onları yaptıklarından caydırmayacak.

Onlar kendi rotalarını kendileri belirliyorlar (!) Sanki kendileri bağımsızmış gibi !

Teknolog bağımlıdır. Yetiştirilirken kendisine aşılanan, tecrübeleriyle pekişen normlara ve

ulaşmaya mecbur olduğu neticeye bağımlıdır.

Muhatabı olduğu işler konusunda bağımsız-hür değildir. O "Teknolojinin" kendisinden talep ettiği şeyleri yapmalıdır.

İşte ben tam da bu yüzden teknoloji ve özgürlüğün bir araya gelemeyeceğini düşünüyorum.

Teknolojinin tarihi insanların mutsuz olduğu andan başlar.

Mesela şehir sakinleri tamamen ölü bir çevrede yaşıyorlar.

Şehirler bir tuğla, beton ve çimento yığınından ibaret.

İnsanlar böyle bir ortamda mutlu olamıyorlar.

Bundan dolayı psikilojik sorunlar içinde kıvranıyorlar. Bu temelde onların içinde bulunduğu sosyal iklimden kaynaklanır.

İnsanların yaşamaya mecbur bırakıldıkları hayatın hızı da bu sorunların kaynaklarındandır.

Oysa insan tabiatın-hayatın tabii akışının içinde yaşamaya hususen uygun bir varlıktır.

Bu yok sayıldığı takdirde, insan ruhsal hastalıklara sürükleniyor. Bu hastalıkların tedavisi de yine -medikal teknolojiler gibi- insan teknolojileri ile sağlanmaya çalışılıyor.

[Doğal şartlarda yaşamayı imkansızlaştıran] Teknoloji, bunun karşısında insana doğal olmayan durumlarda yaşama imkanı sunuyor!

Derin dalışlar bunun bir örneğidir. Bu dalışı gerçekleştiren dalgıçların, anormal bir durumda yaşamalarını sağlayan özel kıyafetleri ve oksijen tüpleri vardır.

İşte teknoloji böyle bir şey..

Pek eğlenceli olduğu gerekçesiyle reklam izlemekten hoşlanan pek çok insan tanıyorum.

Reklam insanları rahatlatıp, onların kafalarını dağıtmasını sağlıyor. İnsanlar çok az tatmine ulaştıkları bir iş gününün ardından evlerine geliyor ve biraz kafa dağıtmaya ve eğlenmeye ihtiyaç duyuyorlar.

[Kafa] "Dağıtma" kelimesinin bizatihi kendisi burada çok önemlidir.

Pascal, bu kelimeyi şöyle kullanır: "Hakk'ın yolundaki sâlik, himmetinin "dağılması" ve kendini masivâ ile kandırması-eğle(n)mesi neticesinde zikirden gafil olur. Allah'la olan kalbî murakabesini kaybedip kendini masivâ ile eğlemeye girişir."

İşte biz de teknoloji ve çalışma biçimimizin doğurduğu sorunlar üzerine düşünmek yerine kendimizi [reklamlarla] "eğlemeye" çalışıyoruz.

Ve bizatihi bu "eğlence" de bize teknolojik araçlar tarafından sunuluyor.

Bu teknolojik araçlar sıradan araçlar değil, insanların ürettiği teknolojik araçlar.. Bu araçları üretiyorlar çünkü belli durumlar karşısında insanların ne hissedeceğini, neye ihtiyaç duyacağını biliyorlar.

Mesela koca bir çarkın küçük ve basit bir dişlisi olarak vazife gören insanların "kafa dağıtmaya" ihtiyaç duyacağını...

"Medya çağı" aynı zamanda "yalnızlık çağı"dır.

Bu çok önemli bir mesele. Bunu gençlerde de görebiliriz.

1953 yılında "gerekçesiz isyancılar" denen şey ortaya çıktı.

Stockholm'de ayaklanan öğrenciler bunun ilk örneğiydiler.

Bu asi gençlerin ilk "sebepsiz" ayaklanması idi.

Bu gençlerin her şeyi vardı. Mutluydular.. İyi bir toplumda yaşıyorlardı. Hiçbir eksikleri yoktu.

Ama birdenbire, yılbaşı gecesinde, sokaklara dökülüp ne var ne yoksa yakıp yıktılar.

Kimse buna anlam veremedi. Bu gençler teknoloji ve tüketimden farklı bir şeyin ihtiyacını hissediyordu.

Eğer insanlar yaşama motivasyonlarını yitirirlerse, iki şey olabilir:

Ya bu durumu kabul ederler -ki bu nadiren olan bir şeydir-.

Bu durumda intihar eğilimleri sergilerler.

Genellikle ya "eğlence-dağıtma-unutma"dan medet umarlar -ki bunu zaten konuştuk-

ya da depresyona girip anti-depresan haplarına yumulurlar.

Eğer insanlar bu durumlarının farkına varırsa, buna Batı Toplumu'nun klasik tepkisini verirler:

Depresif bir moda girip yılgınlığa düşmek.. Böylece durumları hakkında durup düşünmeden, hayatlarına devam etmeye bakarlar.

Çözümü hayatın hızını artırmakta bulurlar. "Hızlan yeter, nerede olduğun kimin umrunda."

Teknoloji sebebiyle insan türünün konumunun tamamen değiştiği bir dünyada yaşıyoruz.

Bundan şunu kast ediyorum: Teknolojik bir dünyada insanlar türlü türlü kolaylıklar,

tüketim maddeleri ve temel güvenlik karşılığında özgürlüklerini satmaya razı olmuştur.

Kısaca toplum tarafından kendisine teklif edilen bir takım refah imkanları karşısında..

Bu meseleyi düşünürken, İncil'deki Esav ve mercimek çorbası ile alakalı kıssayı hatırlamadan edemiyorum.

Karnı acıkan Esav, bir tas mercimek çorbası uğruna Tanrı'ya verdiği sözden dönmeye yeltenir.

Tıpkı bunun gibi, modern insan da bir takım "mercimekler" uğruna özgürlüğünü fedâ etmeye hazırdır.

Esav'ın yaptığı seçimin feci derecede yanlış olduğu ve bağımsızlığını rehneden kişinin ise teknolojik toplum tarafından fena halde kazıklandığı izahtan vârestedir.

Tek kelimeyle işin özü, bu kişinin bir deste yalan karşılığında bağımsızlığını satmış olmasıdır.

Yaptığı seçimlerde yönlendirildiğinin farkında bile değildir.

[Zihninin] reklamlar, medya vs. tarafından manipüle edildiğinin...

Dahası, bizatihi manipulatörün kendisinin yani reklamların-propagandanın yazarlarının da manipüle edildiğini hesaba katınca

elimizde bütün bunlardan sorumlu tutabileceğimiz bir "suçlu" kalmaz.

Ne reklamcı ne de onun sefil yayını.. Hepimiz aynı ölçüde mesulüz.

Bunlar Karl Marx'ın kitapları. Marx, sosyalizm vs.

Burada sürekli kullandığım kitaplar duruyor.

Bunlar genel itibariyle şiir kitapları. Bunlar da sözlüklerim felan. Şiir kitaplarım daima uzanabileceğim bir yerde durur. Çalışırken çok şiir okurum.

Bunlar teknoloji sosyolojisi kitapları.

Bunlar da teoloji kitapları.

Kitap yazarken daima yanı başımda daima açık olan bir tape-çalar bulundururum.

Her kitap için bir parça seçip sürekli onu dinlerim.

Her kitabım belli bir müzikle özdeşleşmiş ve ondan ilham almıştır.

Başından itibaren sık sık keskin bir şekilde eleştirildim.

Mesela Amerika'da Kalvinist olmakla itham edildim.

"Kalvinistse kötümserdir..." vs. Halbuki benim Kalvinistlikle bir alakam yok..

Bu eleştiriyi yapanlar tabii ki benim teolojimden hiçbir şey anlamadılar. Neyse, çok da önemli değil..

Önemli olan şu ki, bizim toplumumuz gibi bir toplumda kötümserlik yalnızca intihara yol açar.

Bu yüzden "iyimser olmalı" ve tatilinizi Disneyland'de geçirmelisiniz.

İşte bunu yapınca hakiki iyimser sizsiniz! Burada artık hiçbir şey düşünmenize gerek yok.

Başka bir deyişle, beni kötümserlikle itham edenler aslında bana şunu söylüyorlar:

"Sen insanların mışıl mışıl uyumasına karışıyorsun!

Eğer her şeyi akışına bırakıp kimseye karışmadan mışıl mışıl uyursan, her şey çok güzel olacak!"

Cümlelerimin çok kötümser ve anlaşılmaz olmasını kesinlikle istemezdim.

Şunu açıklamak istiyorum:

İnsanlar hala insanlıklarına dair "bir şeyleri" muhafaza ediyorlar. Dikkat ederseniz "bir şeyleri" dedim..

Hala insanî ihtiyaçları var. Hala sevebiliyor, acıyabiliyor, dostluk besleyebiliyorlar.

Mesele, insanların teknoloji tarafından domine edildiklerini ve teknolojinin onları boyunduruğuna alıp

sırtlarına belli bazı ödevleri yükleyerek determine ettiğini anlamaya istekli olup olmadıklarıdır.

Özgürlükler bunun farkına vardıkları noktadan itibaren başlar.

Çünkü hayatımızı determine eden-belirleyen şeyin farkına vardığımızda özgürlüğün en yüksek mertebesine ulaşmış oluruz.

Bunu bir taşı analiz eder gibi bütün açılardan analiz edebilmeliyim.

Bütün bir teknolojik sistemi en küçük bileşenine kadar yapı-söküme uğratabildiğim an, özgürlüğüm başlar.

Tabii ki aynı zamanda teknoloji tarafından domine edildiğimin farkındayım.

Yani "ben öyle güçlüyüm ki teknoloji beni etkileyemez" demiyorum.

Tabii ki teknolojinin üzerimde nüfuzu var. Bunu gayet iyi biliyorum. Yani sadece sürekli kullandığım telefon yeter örnek olarak.

Ben de sürekli teknolojiden faydalanıyorum.

Kendimize şunu sorabiliriz: "Bunu araştırmanın hakkaten bir anlamı var mı ?"

Oysa bu araştırma, saf entelektüel bir faaliyete ircâ edilemez.

Anlam arayışı modern hayatın radikal bir şekilde ele alınmasını zımnen içerir.

"Anlam"ı tekrar keşfetmek için, anlamsız olan her şeyi masaya yatırmamız gerekir.

Biz -kabul edelim ki- verimli ama kesinlikle anlamsız-amaçsız neseneler tarafından kuşatılmış durumdayız.

Bunun karşısında bir sanat eseri ise, birçok açıdan anlama sahiptir

veya hayatıma anlam katan bir duyguyu-tahassüsü uyandırabilir.

Bu etki, teknolojik bir üründen beklenemez. Diğer yandan teknolojinin katlettiği bazı temel hakikatleri tekrar keşfetmekle yükümlüyüz.

Bu hakikatlere "insanlara anlamlı bir hayat sunan önemli ve gerçek değerler" de diyebiliriz.

Diğer bir deyişle, vakti gelip de içinde bulunduğumuz durumun tehlikeli olduğunu anladığım andan itibaren artık anlamı teknolojik araçlardan ibaret olan bir hayatla yetinemez hale gelirim.

O andan itibaren bütün insanî ve aklî kapasitemi, tüm çevremi seferber ederek; bu duruma karşı bir alternatif üretmeye kilitlenirim.

Düşünüyorum da bu şuna benziyor:

İnsanlığı tehdit eden bir felaket var. Bu "gelişmeler" insanlığın alnına sonu belli olmayan bir kader yazmak istiyor.

Teknolojinin gelişimi ile alakalı mevzuda yazdığım gibi: İnsanlığın bir ferdi olarak buna direnmek zorundayım!

Bana dayatılan bu "alınyazısını" reddetmek zorundayım! Böylece insanlığın makûs talihine karşı daima yapageldiği şeyi yapmış olurum.

Sadece, insanlığın kaderinin karşısına dikilip: "Hayır! İnsanlığın varlığını devam ettirmesini istiyorum!

Özgürlük yaşamalı!" diye haykırdığı, bütün bir Grek Trajedileri'ni düşünün..

Böyle anlarda umudunuzu muhafaza etmeniz gerekir. Tabii ki kestirmeden bir zafer umudu değil bu.

İşimizin kolay olacağı umudu hiç değil.

[Motivasyonumuzu sağlamak için] insanlık hakitatimizi gerçekleştirmeye azmetmek konusunda inatçı olmamız gerekir.

Aslında aşılamayacak bir mesele değil bu.

Üstesinden gelemeyeceğimiz makus bir talih yok.

Bu mücadeleye katılmak için sadece geçerli gerekçelerimiz olmalı.

Sağlam bir inancımız olmalı.

İnsanların insanlığını kaybetmemesi gerektiğine yürekten inanmalıyız.

"Teknoloji alınyazısının" karşısında girişilen bu mücadele bizlerin küçük çaplı aksiyonları ile yürütüldü.

Mücadeleye birbirini tanıyan küçük gruplarla devam etmeliyiz.

Bu direnişin bayraktarı ne büyük kitleler veya büyük birlikler ne de büyük siyasi partiler olmayacak.

Biliyorum, bu söylediklerim kulağa çok etkili-verimli gelmiyor.

En "verimli" şeylere (teknolojiye) karşı çıkarken, daha büyük bir verimlilik arayışında olmamalıyız.

Zira bu "verimli" bir sonuç vermez.. Bunun yerine insanlığın ölmeyeceğini ve nesilden nesle hakikatleri aktarmaya devam edeceğini ümid etmeliyiz.

 

VİDEODAN DOĞAN SONUÇLAR

·        Öldükten sonra organ bağışı yapanların geneli trafik kazaları ile ölümleri

·        Organ mayfyasının, ölen insanların organlarını çalmak için geliştirdikleri ikna teknikleri ve aldatmaları

·        Kaza süsü verilmiş zincirleme kazalar

·        Kayıtsız göçmenlerin sınırlarda veya kaçma teşebbüsleri sırasında kaybolan kişiler

·        Yanlış tedavi ile beyin ölümü sağlanarak hasta sahiplerine bağış yapmaya yönlendirmeler…

·        Her şeyin iyilik adına yapıldığına dair medyatik propaganda

·        Milyon dolarlık tedavilerin, arkasında yatan binlerce insan ölümleri

·       

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar