Print Friendly and PDF

DOSTOYEVSKİ’NİN TAHRİF EDİLMİŞ KARAMAZOV KARDEŞLER KİTABI

Bunlarada Bakarsınız


"İlk Baskıyı bulmak ümidiyle"

 Aşağıda Karamazov Kardeşler kitabında Türkler hakkında verilen bilginin orijinal Rusça baskılarına ulaşabildiklerim ile çıkardığım sonucu en sonda yazacağım..

İnternette yer alan makale:

DOSTOYEVSKİ’NİN KARAMAZOV KARDEŞLER KİTABININ TÜRKÇE ÇEVİRİLERİNDE SANSÜRLENEN BÖLÜM

 Erişim: https://www.cafrande.org/dostoyevskinin-karamazov-kardesler-kitabinin-turkce-cevirilerinde-sansurlenen-bolum/

 “İnsanlar bazan insan vahşetini ‘hayvani’ diye tarif eder, ama bu hayvanlara karşı büyük bir haksızlık ve hakaret; bir hayvan asla bir insan kadar vahşi olamaz, o kadar maharetle, o kadar sanatkarane bir şekilde vahşi olamaz. Kaplan sadece ısırıp parçalar, bütün yapabileceği budur. İnsanları kulaklarından çivilemek, yapabilseydi bile, asla aklına düşmezdi.”

Ünlü Rus yazar Fyodor Mihailoviç Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler adlı romanının Türkçe çevirisinde “İsyan” veya “Başkaldırı” başlıklı bölüm, Türkiye de basılan  10 Türkçe çeviriden sadece ikisinde sansürsüz olarak yayımlandı.  Kitabın kahramanlarından İvan Karamazov Türkler’in Balkanlar’da yaptığı “katliamı” anlattığı, sansüre maruz kalan kısım: 

“Bu arada, geçenlerde Moskova’da karşılaştığım bir Bulgar, genel bir Slav ayaklanmasından korkan Türklerin ve Kafkasyalıların tüm Bulgaristan boyunca yaptıkları zalimlikleri anlattı. Köyleri yakıyor, öldürüyor, kadın ve çocuklara tecavüz ediyor, esirlerini kulaklarından siper kazıklarına çiviliyor, sabaha kadar öylece bırakıp sonra da asıyorlar—akıl almaz her türlü zalimlik.

İnsanlar bazan insan vahşetini ‘hayvani’ diye tarif eder, ama bu hayvanlara karşı büyük bir haksızlık ve hakaret; bir hayvan asla bir insan kadar vahşi olamaz, o kadar maharetle, o kadar sanatkarane bir şekilde vahşi olamaz. Kaplan sadece ısırıp parçalar, bütün yapabileceği budur. İnsanları kulaklarından çivilemek, yapabilseydi bile, asla aklına düşmezdi.

Bu Türkler ise çocuklara zulmetmekten zevk alıyorlar—ana rahmindeki bebekleri hançerle kesip almaktan, kundaktaki bebekleri havaya atıp annelerinin gözü önünde süngü ucuyla yakalamaya kadar her şeyi yapıyorlar. Bunu annelerinin gözü önünde yapmak asıl zevk aldıkları şey. Ama Bulgar’ın bana anlattıkları arasında şu sahne özellikle ilgimi çekti. Kollarında bebeğiyle, Türkler arasında çembere alınmış, titreyen bir anneyi gözünün önüne getir. Türkler eğlenceli bir oyun icad ediyorlar; bebeği okşuyor, gülsün diye kendileri gülüyorlar. Sonunda istedikleri oluyor ve bebek gülüyor. Tam o anda Türklerden biri silahını bebeğe doğrultup, yüzünden on santim mesafede tutuyor. Bebek sevinçle kıkırdayıp parlayan silahı minik elleriyle yakalamaya çalışıyor ve sanatkar aniden silahı dosdoğru bebeğin yüzüne sıkıp minik başını paramparça ediyor. Sanatkarane, değil mi?

Bu arada, Türklerin tatlı şeyleri çok sevdiklerini söylerler.”

Sansürcü Yayınevleri ve Çevirmenler

İLETİŞİM ve CAN: İngilizce çevirilerde sürekli “Türkler” denirken, Ergin Altay (İletişim, editörü Orhan Pamuk; ve daha önce Can) çevirisinde “Türk” veya “Türkler”’in yanısıra, son cümle ile tecavüz teması da sansürlenmiş.

SOSYAL ve CEM: Leyla Soykut (Sosyal; ve daha önce Cem) çevirisinde sadece “Bulgaristan’daki yöneticiler” denmiş.

MORPA: Zübeyde Erol çevirisinde sadece “İnsanlar” denmiş ve paragrafın ilk yarısı da olduğu gibi sansürlenmiş.

MEB, ODA, TİMAŞ, ANTİK, İSKELE ve ENGİN:  Nihal Yalaza Taluy (Meb), Metin İlkin (Oda), Recep Şükrü Güngör (Timaş ve Antik) ve Mustafa Bahar (İskele) çevirilerinde paragraf olduğu gibi sansürlenmiş. Nesrin Altınova (Engin) “kadın ve çocuklara tecavüz” yerine “kadın ve çocukları boğazlıyorlarmış” demek dışında sansürlememiş.

Sansürlemeyen Yayınevleri ve Çevirmenler

ÖTEKİ ve ALFA: Ayşe Hacıhasanoğlu (Öteki, 1999) ile Koray Karasulu (Alfa, 2005) ise hiç sansürlememişler.

Orijinal Metinler

5. Kitap 

IV. İsyan

Sana bir itirafta bulunmam gerekiyor, diye başladı Ivan:

Komşularını nasıl sevebildiğini hiçbir zaman anlayamadım. Bence sevmenin imkansız olduğu komşular, ama sadece uzaktakiler. Burada bir şekilde ve bir yerde “Merhametli John” (bir aziz) hakkında okudum, yoldan geçen aç ve soğuk bir kişi gelip onu ısıtmasını istediğinde, onunla yatağa uzandı, ona sarıldı ve nefes almaya başladı. onun içinde. ağzı iltihaplı ve korkunç bir hastalıktan kokuyor. Bunu ıstırapla, yalanların ıstırabıyla, görevin emrettiği aşktan, kendi üzerine getirdiği kefaretten dolayı yaptığına eminim. Bir insanı sevmek için saklanması gerekir ve yüzünü gösterir göstermez aşk gider.

"Yaşlı Zosima bundan bir kereden fazla bahsetti," dedi Alyosha, "aynı zamanda bir insanın yüzünün, hâlâ aşkta deneyimsiz olan birçok insanı sevmekten alıkoyduğunu söyledi. Ama sonuçta, insanlıkta çok fazla sevgi var ve neredeyse İsa'nın sevgisine benzer, bunu kendim biliyorum, Ivan ...

– Şey, ben bunu hala bilmiyorum ve anlayamıyorum ve sayısız insan da benimle. Ne de olsa soru, bunun insanların kötü özelliklerinden mi yoksa doğalarının böyle olmasından mı kaynaklandığıdır. Bana göre, Mesih'in insanlara olan sevgisi, kendi yolunda, yeryüzünde imkansız bir mucizedir. Aslında o bir tanrıydı. Ama biz tanrı değiliz. Diyelim ki, örneğin, ben derinden acı çekebilirim, ama diğeri benim ne kadar acı çektiğimi asla bilemez, çünkü o farklıdır, ben değil ve dahası, bir insan nadiren bir başkasını acı çeken biri olarak tanımayı kabul eder (sanki öyleymiş gibi). bir rütbe). Neden katılmıyorsunuz, ne düşünüyorsunuz? Örneğin, kötü kokuyorum, aptal bir yüzüm var, çünkü bir keresinde bacağını ezdim. Ek olarak, ıstırap ve ıstırap: aşağılayıcı ıstırap, beni aşağılayan, açlık, örneğin, velinimetim hala bana izin verecek, ancak biraz daha yüksek ıstırap, bir fikir için, örneğin, hayır, buna sadece nadir durumlarda izin verecek, çünkü örneğin, bana bakacak ve birdenbire, onun hayal gücüne göre, falanca acı çeken bir insanın, örneğin bir fikrin sahip olması gereken yüze sahip olmadığımı görecek. Bu yüzden beni hemen iyiliklerinden mahrum eder, hatta kötü kalpten bile. Dilenciler, özellikle asil dilenciler, kendilerini asla dışarıya göstermemeli, gazeteler aracılığıyla sadaka dilenmelidir. Komşunuzu soyut olarak, hatta bazen uzaktan bile sevebilirsiniz ama neredeyse hiç yakınlaşmazsınız. Her şey bir sahnede, bir balede, dilencilerin göründüklerinde ipek paçavralar ve yırtık danteller içinde gelip yalvardıkları, zarafetle dans ettikleri bir bale gibi olsaydı, o zaman hala onlara hayran olabilirsiniz. Sev ama yine de sevme. Ama bu konuda yeterli. Sadece seni konumuza sokmak zorundaydım. Genel olarak insanlığın ıstırabından bahsetmek istedim ama sadece çocukların ıstırabı üzerinde durmak daha iyi olur. Bu, tartışmamın boyutunu on kat azaltacak, ancak çocuklar hakkında yalnız konuşmak daha iyi. Tabii ki benim için daha az karlı. Ama her şeyden önce, çocuklar yakın çevrede bile sevilebilirler, pis de olsalar, suratları asık da olsa (ama bana öyle geliyor ki, çocuklar asla kötü yüzlü olmazlar). İkincisi, büyüklerden bahsetmiyorum çünkü iğrenç olmaları ve sevgiyi hak etmemelerinin yanı sıra cezaları da var: elma yediler, iyiyi ve kötüyü bildiler ve “Bozi gibi” oldular. Devam et ve şimdi ye. Ama çocuklar hiçbir şey yemediler ve hala hiçbir şeyden masum değiller. Çocukları sever misin Alyoşa? Sevdiğinizi biliyorum ve şimdi neden onlardan bahsetmek istediğimi anlayacaksınız. Onlar da dünyada çok acı çekiyorlarsa, o zaman elbette babaları için elma yiyen babaları için cezalandırılırlar - ama bu, başka bir dünyadan, burada, dünyadaki insan kalbinin anlayamadığı bir akıl yürütmedir. Bir masumun bir başkası için, hatta böyle bir masum için acı çekmesi mümkün değildir! Bana bak Alyoşa, ben de çocukları çok severim. Ve unutmayın, zalim insanlar, tutkulu, etobur, Karamazovitler, bazen çocukları çok severler. Çocuklar, örneğin yedi yaşına kadar olan çocuklar, sanki farklı bir yaratıkmış ve farklı bir doğaya sahipmiş gibi insanlardan korkunç bir şekilde ayrılırlar. Hapishanede bir soyguncu tanıyordum: kariyerinde başına geldi, geceleri soymak için girdiği evlerde bütün aileleri dövdü, aynı anda birkaç çocuğu katletti. Ama hapiste otururken garip bir şekilde onları sevdi. Hapishane penceresinden tek yaptığı hapishane bahçesinde oynayan çocuklara bakmaktı. Küçük bir çocuğa pencerenin altında ona gelmesini öğretti ve onunla çok arkadaş canlısı oldu ... Bütün bunları neden söylediğimi biliyor musun Alyoşa? Başım ağrıyor ve üzgün hissediyorum.

"Garip bir havayla konuşuyorsun," dedi Alyoşa endişeyle, "sanki bir tür delilik içindesin.

"Bu arada, geçenlerde Moskova'da bir Bulgar bana," diye devam etti Ivan Fedorovich, kardeşini dinlemiyormuş gibi, "Bulgaristan'daki Türkler ve Çerkesler Slavların topyekûn ayaklanmasından korkarak her yerde nasıl hainler? yani yakıyorlar, kesiyorlar, kadınlara ve çocuklara tecavüz ediyorlar, mahkûmların kulaklarını çivilerle çitlere çivileyip sabaha kadar öyle bırakıyorlar ve sabahları onları asıyorlar - vesaire, her şeyi hayal etmek imkansız. . Aslında, insanlar bazen insanın “acımasız” zulmü hakkında kendilerini ifade ederler, ancak bu çok adaletsiz ve hayvanlara karşı saldırgandır: bir canavar asla bir insan kadar acımasız, bu kadar sanatsal, sanatsal olarak acımasız olamaz. Kaplan sadece kemiriyor, gözyaşı döküyor ve yapabileceği tek şey bu. Yapabilse bile geceleri insanları kulaklarından çivilemek asla kafasına girmezdi. Bu Türkler, diğer şeylerin yanı sıra çocuklara şehvetle eziyet ediyorlardı, onları analarının karnından bir hançerle kesmekten, bebekleri kusturmaya ve annelerinin önünde süngüye almaya kadar. Ana tatlılık annelerin gözleri önündeydi. Ancak burada dikkatimi çeken bir resim var. Düşünün: titreyen bir annenin kollarında bir bebek, dört bir yanı Türkler. Komik bir numara yaptılar: Bebeği okşadılar, güldürmek için güldüler, başardılar, bebek güldü. O anda Türk, yüzünün dört santim uzağında tabancasını ona doğrultuyor. Çocuk mutlu bir şekilde gülüyor, elini uzatıp silahı alıyor ve birden sanatçı tetiği tam suratına çekip kafasını eziyor... Sanatsal, değil mi? Bu arada, Türklerin tatlılara çok düşkün olduklarını söylüyorlar.

"Ağabey, bütün bunlar ne hakkında?" Alyoşa sordu.

- Bence şeytan yoksa ve bu nedenle bir adam onu yarattıysa, o zaman onu kendi suretinde ve benzerliğinde yarattı.

"Bu durumda, Tanrı da öyle."

“Polonius'un Hamlet'te dediği gibi, kelimeleri nasıl tersine çevirebildiğin de inanılmaz,” diye güldü Ivan. - Sözüme aldın, izin ver, sevindim. Tanrınız iyidir, çünkü insan onu kendi suretinde ve benzerliğinde yarattı. Şimdi bütün bunları neden yaptığımı sordunuz: görüyorsunuz, ben bazı gerçeklerin aşığı ve koleksiyoncusuyum ve inanın bana, her yerden gazetelerden ve hikayelerden bir tür fıkra yazıp topluyorum ve zaten iyi bir birikimim var. Toplamak. Türkler de elbette koleksiyona dahil edildi ama hepsi yabancı. Yerli şeylerim var ve daha da iyi Türkçe olanları. Bilirsiniz, daha çok dayağımız, daha çok sopamız ve kamçımız var ve bu milli: çivilenmiş kulaklarımız düşünülemez, biz hala Avrupalıyız ama değnek ama kırbaç, bu zaten bizim bir şey ve elimizden alınamaz. Yurtdışında artık hiç yenmiyorlar, ahlak bir şekilde temizlendi ya da yasalar öyle bir yerleşti ki sanki insan kırbaçlamaya bile cesaret edemiyor ama bunun için kendilerini başka bir şeyle ve aynı zamanda bizimki gibi tamamen ulusal ve o kadar ulusal bir düzeyde ödüllendirdiler ki, bu arada, özellikle dini hareket zamanından beri bize aşılanmış gibi görünse de, bizimle imkansız görünüyor. bizim yüksek sosyetemizde. Fransızcadan çevrilmiş güzel bir broşürüm var, çok yakın zamanda, sadece beş yıl önce Cenevre'de, görünüşe göre yirmi üç yaşında, küçük, tövbekar ve din değiştirmiş bir cani ve katil Richard'ı nasıl idam ettikleri hakkında. iskeleden hemen önce Hıristiyan inancı. Bu Richard, bir bebekken, yaklaşık altı yaşında, ailesi tarafından bazı İsviçreli dağ çobanlarına verilen gayri meşru birisiydi ve onu iş için kullansınlar diye yetiştirdiler. Onlarla vahşi bir hayvan gibi büyüdü, çobanlar ona hiçbir şey öğretmedi, aksine, yedi yıl boyunca, ıslak ve soğuk, neredeyse giysisiz ve neredeyse onu beslemeden sürüyü otlatmaya gönderildiler. Ve elbette bunu yaparken hiçbiri ne düşündü ne de tövbe etti, tam tersine kendilerini tam olarak haklı gördüler, çünkü Richard onlara bir eşya gibi sunuldu ve onu beslemeye bile lüzum görmediler. Richard'ın kendisi, o yıllarda İncil'deki müsrif oğul gibi, en azından satılık besi domuzlarına verilen pisliği yemeyi çok istediğini, ancak ona bunu bile vermediklerini ve çaldığında onu dövdüklerini ifade ediyor. domuzlardan ve böylece tüm çocukluğunu ve tüm gençliğini büyüyene kadar geçirdi ve gücünü güçlendirerek kendini çalmaya gitti. Vahşi, Cenevre'de gündelik işlerle para kazanmaya başladı, onu içti, bir canavar gibi yaşadı ve sonunda yaşlı bir adamı öldürüp onu soydu. Tutuklandı, yargılandı ve ölüme mahkum edildi. Orada duygusallaşmıyorlar. Ve şimdi, hapishanede, hemen papazlar ve İsa'nın çeşitli kardeşliklerinin üyeleri, hayırsever hanımlar vb. Hapishanede ona okumayı ve yazmayı öğrettiler, İncil'i yorumlamaya başladılar, tavsiyelerde bulundular, ikna ettiler, bastırdılar, testereyle kestiler, ezdiler ve şimdi kendisi nihayet ciddiyetle suçunu itiraf ediyor. Döndü, mahkemeye kendisinin bir canavar olduğunu ve sonunda Rab'bin onu aydınlattığı ve ona lütuf gönderdiği gerçeğiyle ödüllendirildiğini yazdı. Cenevre'de her şey çalkalandı, hepsi hayırsever ve dindar Cenevre. Yüksek ve iyi yetiştirilmiş olan her şey onun hapishanesine koştu; Richard öpülür, sarılır: “Sen bizim kardeşimizsin, üzerine lütuf indi!” Ve Richard'ın kendisi sadece şefkatle ağlıyor: "Evet, lütuf üzerime indi! Önceleri, bütün çocukluğum ve gençliğim, domuzları beslemekten memnundum, ama şimdi üzerime lütuf indi, Rab'de ölüyorum! "Evet, evet Richard, Rab'de öl, kan döküyorsun ve Rab'de ölmelisin. Domuzların yemini kıskandığınızda ve onlardan yem çaldığınız için dövüldüğünüzde (ki çok kötü yaptınız, çünkü çalmaya izin verilmediğinden) Rab'bi hiç tanımadığınız için masum olun, ama kan döktünüz ve ölmeli. . Ve işte son gün geliyor. Rahatlamış Richard ağlıyor ve sadece her dakika tekrarladığı şeyi yapıyor: "Bu günlerimin en iyisi, Tanrı'ya gidiyorum!" “Evet,” diye bağırın papazlar, yargıçlar ve hayırsever bayanlar, “bu sizin en mutlu gününüz, çünkü Rab'be gidiyorsunuz!” Bütün bunlar, Richard'ın arabalarda, yaya olarak taşındığı utanç verici arabadan sonra iskeleye taşınır. İskeleye ulaştılar: "Öl, kardeşimiz," diye bağırıyorlar Richard'a, "Rab'de öl, çünkü üzerine lütuf indi!" Ve şimdi, kardeşlerin öpücükleriyle kaplı birader Richard, iskeleye sürüklendi, giyotin giydirildi ve bir kardeş gibi kafası kesildi, çünkü üzerine lütuf inmişti. Hayır, tipik. Bu broşür, yüksek sosyetenin bazı Rus Lüteriyen hayırseverleri tarafından Rusça'ya çevrildi ve Rus halkını gazeteler ve diğer yayınlarla ücretsiz olarak eğitmek için gönderildi. Richard'la olan şey iyidir çünkü ulusaldır. En azından, sırf bizim kardeşimiz olduğu için ve üzerine lütuf indiği için bir kardeşin kafasını kesmemiz saçma, ama tekrar ediyorum, bizim kendi başımız var, neredeyse daha kötüsü yok. Dayak işkencesinden tarihsel, dolaysız ve dolaysız bir zevk alıyoruz. Nekrasov'un bir köylünün atı nasıl kırbaçla kırbaçla kırbaçladığı hakkında şiirleri var, "uysal gözlerde". Bunu kim görmedi, bu Rusizm. Çok zorlanan zayıf bir atın bir arabaya nasıl sıkıştığını ve onu çekemeyeceğini anlatıyor. Adam onu dövüyor, çılgınca dövüyor, sonunda ne yaptığını anlamadan dövüyor, dayağın sarhoşluğunda acı bir şekilde kamçılıyor, sayısız: “Yine de gücün yetmese de al, öl, al!” Dırdırcı yırtılmış ve şimdi onu savunmasız, ağlayarak, "uysal gözlerle" kırbaçlamaya başlıyor. Yanında, koştu ve onu dışarı çıkardı ve titreyerek gitti, nefes almadan, bir şekilde yanlara, bir şekilde doğal olmayan ve utanç verici bir şekilde zıplayarak - Nekrasov ile bu korkunç. Ama sonuçta, bu sadece bir at ve Tanrı'nın kendisi onları kırbaçlamak için atlar verdi. Tatarlar bunu bize açıkladılar ve hatıra olarak bize bir kırbaç verdiler. Ama aynı zamanda insanları kırbaçlayabilirsiniz. Ve işte zeki, eğitimli bir beyefendi ve hanımı, yedi yaşında bir bebek olan kendi kızlarını çubuklarla kırbaçlıyor - bunun ayrıntılı bir kaydı var. Baba, düğümlü çubuklara seviniyor, “daha üzücü olacak” diyor ve şimdi kendi kızını “dikmeye” başlıyor. Şehvetliliğe, kelimenin tam anlamıyla şehvetliliğe her darbede ısınan, ardından gelen her darbede giderek daha fazla, daha ilerici bir şekilde ısınan bazı sekantlar olduğunu biliyorum. Bir dakika, sonunda beş dakika, on dakika, daha fazla, daha sık, daha sık, daha sert kırbaçlanırlar. Çocuk çığlık atıyor, sonunda çığlık atamıyor, boğuluyor "baba, baba, baba, baba!" Dava bir şekilde lanet olası ahlaksız dava mahkemeye geliyor. Bir avukat tutulur. Rus halkı uzun zamandır avukatımıza - "Ablakat - ücretli bir vicdan" diyor. Avukat müvekkilini savunmak için bağırıyor. Konunun çok basit, ailevi ve sıradan olduğu söyleniyor, baba kızını kamçıladı ve şimdi, zamanımızın utancıyla mahkemeye geldi!” İkna olmuş jüri üyeleri emekli olur ve beraat eder. Seyirci, işkencecinin beraat etmesinden mutlulukla kükrüyor. - Eh, orada değildim, işkencecinin adı onuruna burs kurulmasını teklif ederdim! .. Resimler çok güzel. Ama çocuklarla ilgili daha da iyi şeylerim var, Rus çocukları hakkında çok ama çok şey topladım, Alyoşa. Beş yaşındaki küçük kız, babası ve annesi tarafından "eğitimli ve eğitimli en saygın ve resmi insanlar" tarafından nefret edildi. Görüyorsunuz, bir kez daha, insanlıkta birçok kişinin özel bir özelliği olduğunu olumlu bir şekilde onaylıyorum - bu çocuklara işkence etme sevgisidir, ancak sadece çocuklara. Bu aynı işkenceciler, insan ırkının diğer tüm uyruklarına, eğitimli ve insancıl Avrupa halkı olarak olumlu ve uysal davranırlar, ancak çocuklara eziyet etmekten çok hoşlanırlar, hatta çocukları bu anlamda severler. İşte işkencecileri baştan çıkaran tam da bu yaratıkların güvensizliği, gidecek hiçbir yeri ve gidecek kimsesi olmayan bir çocuğun meleksi saflığı - işkencecinin aşağılık kanını alevlendiren şey budur. Elbette her insanda gizlenen bir canavar vardır - bir öfke canavarı, işkence gören bir kurbanın çığlıklarından şehvetli bir iltihap canavarı, kısıtlama olmaksızın serbest bırakılan bir canavar, sefahat, gut, hastalıklı karaciğer, vs. Beş yaşındaki bu zavallı kız çocuğu, bu eğitimli ebeveynler tarafından her türlü işkenceye maruz kaldı. Nedenini bilmeden dövdüler, kamçıladılar, tekmelediler, bütün vücudunu morarmış; sonunda en yüksek inceliğe ulaştılar: soğukta, ayazda, onu bütün gece bir helaya kilitlediler ve geceleri sormadığı için (beş yaşında bir çocuk, meleksi derin uykusuyla uyuyormuş gibi, bu yazlarda sormayı hala öğrenebilir) - bunun için tüm yüzünü kendi dışkısıyla bulaştırdılar ve onu bu dışkıyı yemeye zorladılar ve bu annesiydi, annesi onu zorladı! Ve bu anne, geceleri zavallı çocuğun iniltileri duyulduğunda uyuyabilirdi, aşağılık bir yerde kilitli! Küçücük bir yaratık, daha kendisine ne olduğunu anlayamadan, karanlıkta ve soğukta, yırtık bir göğüste küçücük yumruğuyla kendini aşağılık bir yerde dövüp, kanlı bir şekilde ağladığında, bunu anlıyor musunuz? Nazik, uysal gözyaşları "tanrı"ya onu korusun diye - bu saçmalığı anlıyor musun dostum ve kardeşim, sen benim tanrısal ve alçakgönüllü itaatkârımsın, bu saçmalığın neden bu kadar gerekli ve yaratılmış olduğunu anlıyor musun! Onsuz, bir insan yeryüzünde kalamaz, çünkü iyiyi ve kötüyü bilemez derler. Bu kahrolası iyiyi ve kötüyü neden bu kadar pahalıya mal olurken biliyor? Öyleyse, tüm bilgi dünyası neden bir çocuğun "Tanrı" için bu gözyaşlarına değmez. Büyüklerin çektiği acılardan bahsetmiyorum, yanlarında elma ve şeytanı yediler ve şeytanın hepsini almasına izin verin, ama bunlar, bunlar! Sana işkence ediyorum Alyoshka, aklını kaçırmış gibisin. İstersen duracağım.

"Hiçbir şey, ben de acı çekmek istiyorum," diye mırıldandı Alyoşa.

- Bir, sadece bir resim daha ve meraktan, çok karakteristik ve en önemlisi, onu eski eserler koleksiyonlarımızdan birinde, Arşiv'de, Eski Dünya'da okudum, onunla ilgilenmelisin, Nerede okuduğumu bile unuttum. Serfliğin en karanlık döneminde, yüzyılın başındaydı ve yaşasın halkın kurtarıcısı! O zamanlar yüzyılın başında bir general vardı, büyük bağlantıları olan ve zengin bir toprak sahibi olan bir general, ancak hizmetten emekli olduklarında haklarını kazandıklarından neredeyse emin olanlardan (o zaman bile, çok azı görünüyor). tebaalarının yaşamı ve ölümü üzerinde hak. Bunlar o zamandı. General, iki bin kişilik mülkünde yaşıyor, böbürleniyor, küçük komşulara soytarı ve soytarı gibi davranıyor. Yüzlerce köpek ve neredeyse yüz köpek kulübesi, hepsi üniformalı, hepsi at sırtında. Ve sonra, sadece sekiz yaşında küçük bir çocuk olan avlu çocuğu bir taşla oynadı ve generalin en sevdiği tazının bacağına vurdu. "Sevgili köpeğim neden topal?" Aynı çocuğun ona taş attığını ve bacağını incittiğini söylüyorlar. “Ah, sensin,” general ona baktı, “al onu!” Onu aldılar, annesinden aldılar, bütün geceyi bir hapishanede geçirdi, şafaktan önce tüm avcı geçit töreninde ayrıldı, bir ata bindi, çevresinde askılar, köpekler, kulübeler, avcılar, hepsi vardı. at sırtında. Ev halkı terbiye için toplanmıştır ve hepsinin önünde suçlu çocuğun annesi vardır. Çocuğu hapisten çıkarırlar. Av için önemli, kasvetli, soğuk, sisli bir sonbahar günü. General çocuğun soyunmasını emreder, çocuk çırılçıplak soyulur, titriyor, korkudan çıldırıyor, tek kelime etmeye cesaret edemiyor... "Sür onu!" genel komutlar, "koş, koş!" tazılar ona bağırır, çocuk koşar... "Ona!" general bağırır ve bütün tazı sürüsünü ona fırlatır. Annenin gözünde avlandı ve köpekler çocuğu paramparça etti! .. Görünüşe göre general gözaltına alındı. Pekala bu nedir? Film çekmek? Ahlaki duyguyu tatmin etmek için ateş etmek mi? Konuş, Alyoşa!

- Film çekmek! Alyoşa hafifçe, solgun, çarpık bir gülümsemeyle, kardeşine bakarak söyledi.

- Bravo! Ivan bir tür zevkle bağırdı, “Eğer söylediysen, demek ki... Ah evet, bir düzenbaz! Demek kalbinde böyle bir şeytan var, Alyoshka Karamazov!

aptal dedim ama...

- Bu kadar, ama ... - diye bağırdı Ivan. "Bil, takipçi. saçmalıkların yeryüzünde çok gerekli olduğunu. Dünya saçmalıklar üzerinde duruyor ve onlarsız hiçbir şey olmazdı. Ne bildiğimizi biliyoruz!

- Ne biliyorsun?

"Hiçbir şey anlamıyorum," diye devam etti Ivan, sanki bir hezeyandaymış gibi, "ve şimdi hiçbir şey anlamak istemiyorum. Gerçekle kalmak istiyorum. Uzun zaman önce anlamamaya karar verdim. Bir şeyi anlamak istersem gerçeği hemen değiştiririm ama gerçekle kalmaya karar verdim ...

Neden beni test ediyorsun? Alyoşa ıstırap içinde, kederle haykırdı, "Sonunda bana söyleyecek misin?

“Elbette söyleyeceğim, söylemeye yönelttiğim buydu. Benim için canımsın, seni özlemek istemiyorum ve Zosima'na teslim olmayacağım.

Ivan bir dakika sessiz kaldı, yüzü aniden çok üzüldü.

- Beni dinleyin: Daha açık hale getirmek için birkaç çocuk aldım. Tüm dünyanın kabuğundan merkezine doyduğu insan gözyaşlarının geri kalanı hakkında - tek kelime etmiyorum, kasıtlı olarak konuyu daralttım. Ben bir böceğim ve hiçbir şeyi anlayamadığımı, her şeyin neden bu kadar düzenli olduğunu tüm aşağılamalarımla kabul ediyorum. Bu nedenle, insanların kendileri suçludur: onlara cennet verildi, özgürlük istediler ve mutsuz olacaklarını bilerek cennetten ateş çaldılar, bu yüzden onlara acınacak bir şey yok. Ah, benim düşünceme göre, benim zavallı, dünyevi Öklidci zihnime göre, sadece ıstırabın olduğunu, suçlu tarafların olmadığını, hepsinin doğrudan ve basitçe diğerinden çıktığını, her şeyin aktığını ve dengelendiğini biliyorum - ama bu sonuçta sadece Öklidyen bir oyun, bunu biliyorum çünkü ona göre yaşamayı kabul edemem! Suçlu taraf olmamasının ve her şeyin doğrudan ve basitçe birbiri ardına ortaya çıkmasının benim için ne önemi var ve şunu biliyorum - intikama ihtiyacım var, yoksa kendimi mahvedeceğim. Ve intikam sonsuzlukta bir yerde ve bir gün değil, burada zaten dünyada ve benim için bunu kendim görmeliyim. İnandım, kendim görmek istiyorum ve o zamana kadar zaten ölmüşsem, beni diriltsinler, çünkü her şey bensiz olursa, çok aşağılayıcı olacak. Kendimle, kötülüğümle ve ıstırabımla gelecekteki uyumu gömmek için aynı nedenle acı çekmedim. Geyiğin aslanın yanında nasıl yattığını, boğazlananın ayağa kalkıp onu öldüreni nasıl kucakladığını kendi gözlerimle görmek istiyorum. Herkes aniden ne olduğunu öğrendiğinde burada olmak istiyorum. Yeryüzündeki bütün dinler bu arzu üzerine kuruludur ve ben inanıyorum. Ama yine de çocuklar ve o zaman onlarla ne yapacağım? Bu çözemediğim bir soru. Yüzüncü kez tekrar ediyorum - birçok soru var, ama sadece çocukları aldım, çünkü burada söylemem gereken karşı konulmaz bir şekilde açık. Dinleyin: Acıyla sonsuz uyumu satın almak için herkesin acı çekmesi gerekiyorsa, o zaman çocukların bununla ne ilgisi var, söyleyin lütfen? Neden acı çekmek zorunda kaldıkları tamamen anlaşılmaz ve neden acı çekerek uyumu satın alsınlar? Neden malzemeye de girdiler ve gelecekteki uyumu birileri için gübrelediler? İnsanlar arasındaki günahta dayanışmayı anlıyorum, intikamda dayanışmayı anlıyorum ama günahta çocukların dayanışmasını değil ve eğer gerçek şu ki, babalarının bütün kötülüklerinde babalarıyla dayanışma içindeyseler, o zaman bu doğru değil elbette. bu dünyadan ve anlamıyorum. Bir şakacı muhtemelen çocuğun nasıl olsa büyüyeceğini ve günah işlemek için zamanı olacağını söyleyecektir, ama o büyümedi, sekiz yaşındaki çocuğu köpekler tarafından avlandı. Ah Alyoşa, küfür etmem! Gökteki ve yerin altındaki her şey tek bir övücü sesle birleştiğinde ve tüm canlılar ve canlılar haykırdığında, evrenin sarsılmasının nasıl olması gerektiğini anlıyorum: “Haklısın, Tanrım, çünkü yollarınız açıldı!” Anne, oğlunu köpekler tarafından paramparça eden işkenceciye sarılınca ve üçü de gözyaşları içinde “Haklısın Ya Rabbi” diye haykırdığında, elbette ilim tacı gelecek ve her şey anlatılacak. Ama işte virgül ve bunu kabul edemem. Ve yerdeyken, önlemlerimi almak için acele ediyorum. Görüyorsun Alyoşa, ne de olsa, o ana kadar yaşadığımda ya da onu görmek için tekrar kalktığımda, muhtemelen ben de herkesle birlikte haykıracağım, çocuğuna eziyet eden anneye bakarak: “ Haklısınız efendim!" Ama sonra haykırmak istemiyorum, Daha vakit varken kendimi korumak için acele ediyorum ve bu nedenle en yüksek uyumdan tamamen vazgeçiyorum. Döven işkence gören bir çocuğun bile gözyaşlarına değmez. yumruğunu göğsüne bastırdı ve kokuşmuş kulübesinde kurtarılmamış gözyaşlarıyla "Tanrı'ya" dua etti! Buna değmez çünkü gözyaşları kurtarılmadan kaldı. Kurtulmaları gerekir, yoksa uyum olamaz. Ama neyle, neyle Onları kurtaracak mısın? Mümkün mü? İntikam alacakları için mi? Ama neden intikamlarına ihtiyacım var, neden işkenceciler için cehenneme ihtiyacım var, zaten işkence gördüklerinde burada hangi cehennemi düzeltebilir. Ve ne tür bir uyum, eğer cehennem: affetmek istiyorum ve sarılmak istiyorum, daha fazla acı çekmek istemiyorum . Ve eğer çocukların ıstırabı gerçeği satın almak için gerekli olan ıstırabı yenilemeye gittiyse, o zaman tüm gerçeğin böyle bir bedele değmediğini peşinen beyan ederim. Son olarak, bir annenin oğlunu köpeklerle paramparça eden işkenceciyi kucaklamasını istemiyorum! Onu affetmeye cesaret edemez! İsterse kendini bağışlasın, işkenceciyi annenin ölçülemez acısını bağışlasın; ama parçalanmış çocuğunun acılarını affetmeye hakkı yoktur, çocuk onları affetse bile, işkenceciyi affetmeye cesaret edemez! Ve eğer öyleyse, affetmeye cesaret edemiyorlarsa, uyum nerede? Tüm dünyada affedebilecek ve affetme hakkına sahip bir varlık var mı? Uyum istemiyorum, insan sevgisinden dolayı istemiyorum. İntikam alınmadan acı çekerek daha iyi kalmak istiyorum. Yanılmış olsam bile, intikamını alamadığım ıstırabım ve dinmeyen öfkemle kalmam benim için daha iyi olurdu. Evet ve uyuma çok değer veriyorlardı, giriş için bu kadar çok para ödeyemeyiz. Bu nedenle, giriş biletimi geri vermek için acele ediyorum. Ve eğer dürüst biriysem en kısa zamanda iade etmek zorundayım. Bu benim işim. Tanrıyı kabul etmiyorum Alyoşa, bileti ona sadece saygıyla iade ediyorum.

Alyoşa sessizce ve aşağıya bakarak, "Bu bir isyan," dedi.

- İsyan? Senden böyle bir söz istemem," dedi Ivan yürekten. – İsyan içinde yaşamak mümkün mü ama ben yaşamak istiyorum. Bana doğrudan kendin söyle, seni arayacağım, cevap ver: Finalde insanları mutlu etmek, nihayet onlara huzur ve sükunet vermek amacıyla insan kaderinin inşasını senin kurduğunu hayal et, ama bunun için gerekli olurdu ve küçücük bir yaratıcıya eziyet etmek kaçınılmazdır, yumruğunu göğsüne vuran ve intikamını alamamış gözyaşlarıyla bu binayı kuran aynı çocuk, bu şartlarda mimar olmayı kabul eder misin, söyle bana yalan söyleme. !

"Hayır, katılmıyorum," dedi Alyoşa sessizce.

– Ve sizin için inşa ettiğiniz insanların, azıcık eziyetlerin haksız kanları üzerinde mutluluklarını kabul edeceklerini ve kabul ettikten sonra sonsuza kadar mutlu kalacaklarını kabul edebilir misiniz?

- Hayır, yapamam. Kardeş," dedi Alyosha aniden parlayan gözlerle, "az önce dedin: Bütün dünyada affedebilecek ve affetme hakkı olan bir varlık var mı? Ama bu Varlık vardır ve her şeyi, herkesi ve her şeyi ve her şeyi affedebilir, çünkü masum kanını herkes ve her şey için kendisi vermiştir. Onu unuttun, ama bina onun üzerine kurulu ve ona: "Haklısın ya Rab, yolları açıldı" diye haykıracaklar.

“Ah, bu “günahsız bekar” ve onun kanı! Hayır, onu unutmadım ve tam tersine, onu uzun süre dışarı çıkarmamanıza her zaman şaşırdım, çünkü genellikle, anlaşmazlıklarda, tüm insanlarınız onu her şeyden önce koydu. Biliyor musun Alyoşa, gülme, bir yıl önce bir şiir yazmıştım. Eğer benimle kaybedebilirsen. on dakika daha, o zaman sana söyler miydim?

- Şiir yazdın mı?

“Ah hayır, yapmadım,” diye güldü Ivan, “ve hayatımda asla iki mısra bestelemedim. Ama bu şiiri icat ettim ve hatırladım. Tutkuyla düşündüm. Sen benim ilk okurum, yani dinleyicim olacaksın. Aslında, yazar tek bir dinleyiciyi bile kaybetmeli mi, - Ivan sırıttı. - Söylemek mi, söylememek mi?

"Çok dinlerim," dedi Alyoşa.

"Şiirimin adı Büyük Engizisyoncu, saçma bir şey ama size bundan bahsetmek istiyorum.

IV. Бунт

– Я тебе должен сделать одно признание, – начал Иван:

– я никогда не мог понять, как можно любить своих ближних. Именно ближних-то по-моему и невозможно любить, а разве лишь дальних. Я читал вот как-то и где-то про «Иоанна Милостивого» (одного святого), что он, когда к нему пришел голодный и обмерзший прохожий и попросил согреть его, лег с ним вместе в постель, обнял его и начал дышать ему в гноящийся и зловонный от какой-то ужасной болезни рот его. Я убежден, что он это сделал с надрывом, с надрывом лжи, из-за заказанной долгом любви, из-за натащенной на себя эпитимии. Чтобы полюбить человека, надо чтобы тот спрятался, а чуть лишь покажет лицо свое – пропала любовь.

– Об этом не раз говорил старец Зосима, – заметил Алеша, – он тоже говорил, что лицо человека часто многим еще неопытным в любви людям мешает любить. Но ведь есть и много любви в человечестве, и почти подобной Христовой любви, это я сам знаю, Иван…

– Ну я-то пока еще этого не знаю и понять не могу, и бесчисленное множество людей со мной тоже. Вопрос ведь в том, от дурных ли качеств людей это происходит, или уж от того, что такова их натура. По-моему Христова любовь к людям есть в своем роде невозможное на земле чудо. Правда, он был бог. Но мы-то не боги. Положим, я например глубоко могу страдать, но другой никогда ведь не может узнать, до какой степени я страдаю, потому что он другой, а не я, и сверх того редко человек согласится признать другого за страдальца (точно будто это чин). Почему не согласится, как ты думаешь? Потому, например, что от меня дурно пахнет, что у меня глупое лицо, потому что я раз когда-то отдавил ему ногу. К тому же страдание и страдание: унизительное страдание, унижающее меня, голод, например, еще допустит во мне мой благодетель, но чуть повыше страдание, за идею, например, нет, он это в редких разве случаях допустит, потому что он, например, посмотрит на меня и вдруг увидит, что у меня вовсе не то лицо, какое по его фантазии должно бы быть у человека, страдающего за такую-то, например, идею. Вот он и лишает меня сейчас же своих благодеяний и даже вовсе не от злого сердца. Нищие, особенно благородные нищие, должны бы были наружу никогда не показываться, а просить милостыню чрез газеты. Отвлеченно еще можно любить ближнего и даже иногда издали, но вблизи почти никогда. Если бы всё было как на сцене, в балете, где нищие, когда они появляются, приходят в шелковых лохмотьях и рваных кружевах и просят милостыню, грациозно танцуя, ну тогда еще можно любоваться ими. Любоваться, но всё-таки не любить. Но довольно об этом. Мне надо было лишь поставить тебя на мою точку. Я хотел заговорить о страдании человечества вообще, но лучше уж остановимся на страданиях одних детей. Это уменьшит размеры моей аргументации раз в десять, но лучше уже про одних детей. Тем не выгоднее для меня, разумеется. Но во-первых, деток можно любить даже и вблизи, даже и грязных, даже дурных лицом (мне однако же кажется, что детки никогда не бывают дурны лицом). Во-вторых, о больших я и потому еще говорить не буду, что, кроме того что они отвратительны и любви не заслуживают, у них есть и возмездие: они съели яблоко и познали добро и зло и стали «яко бози». Продолжают и теперь есть его. Но деточки ничего не съели и пока еще ни в чем невиновны. Любишь ты деток, Алеша? Знаю, что любишь, и тебе будет понятно, для чего я про них одних хочу теперь говорить. Если они на земле тоже ужасно страдают, то уж конечно за отцов своих, наказаны за отцов своих, съевших яблоко, – но ведь это рассуждение из другого мира, сердцу же человеческому здесь на земле непонятное. Нельзя страдать неповинному за другого, да еще такому неповинному! Подивись на меня, Алеша, я тоже ужасно люблю деточек. И заметь себе, жестокие люди, страстные, плотоядные, Карамазовцы, иногда очень любят детей. Дети, пока дети, до семи лет, например, страшно отстоят от людей совсем будто другое существо и с другою природой. Я знал одного разбойника в остроге: ему случалось в свою карьеру, избивая целые семейства в домах, в которые забирался по ночам для грабежа, зарезать заодно несколько и детей. Но, сидя в остроге, он их до странности любил. Из окна острога он только и делал, что смотрел на играющих на тюремном дворе детей. Одного маленького мальчика он приучил приходить к нему под окно, и тот очень сдружился с ним… Ты не знаешь, для чего я это всё говорю, Алеша? У меня как-то голова болит и мне грустно.

– Ты говоришь с странным видом, – с беспокойством заметил Алеша, – точно ты в каком безумии.

– Кстати, мне недавно рассказывал один болгарин в Москве, – продолжал Иван Федорович, как бы и не слушая брата, – как турки и черкесы там у них, в Болгарии, повсеместно злодействуют, опасаясь поголовного восстания славян, – то-есть жгут, режут, насилуют женщин и детей, прибивают арестантам уши к забору гвоздями и оставляют так до утра, а по-утру вешают – и проч., всего и вообразить невозможно. В самом деле, выражаются иногда про «зверскую» жестокость человека, но это страшно несправедливо и обидно для зверей: зверь никогда не может быть так жесток как человек, так артистически, так художественно жесток. Тигр просто грызет, рвет, и только это и умеет. Ему и в голову не вошло бы прибивать людей за уши на ночь гвоздями, если б он даже и мог это сделать. Эти турки между прочим с сладострастием мучили и детей, начиная с вырезания их кинжалом из чрева матери, до бросания вверх грудных младенцев и подхватывания их на штык в глазах матерей. На глазах-то матерей и составляло главную сладость. Но вот однако одна меня сильно заинтересовавшая картинка. Представь: грудной младенчик на руках трепещущей матери, кругом вошедшие турки. У них затеялась веселая штучка: они ласкают младенца, смеются, чтоб его рассмешить, им удается, младенец рассмеялся. В эту минуту турок наводит на него пистолет в четырех вершках расстояния от его лица. Мальчик радостно хохочет, тянется ручонками, чтоб схватить пистолет, и вдруг артист спускает курок прямо ему в лицо и раздробляет ему головку… Художественно, не правда ли? Кстати, турки, говорят, очень любят сладкое.

– Брат, к чему это всё? – спросил Алеша.

– Я думаю, что если дьявол не существует и, стало быть, создал его человек, то создал он его по своему образу и подобию.

– В таком случае, равно как и бога.

– А ты удивительно как умеешь оборачивать словечки, как говорит Полоний в Гамлете, – засмеялся Иван. – Ты поймал меня на слове, пусть, я рад. Хорош же твой бог, коль его создал человек по образу своему и подобию. Ты спросил сейчас, для чего я это всё: я, видишь ли, любитель и собиратель некоторых фактиков и, веришь ли, записываю и собираю из газет и рассказов, откуда попало, некоторого рода анекдотики, и у меня уже хорошая коллекция. Турки конечно вошли в коллекцию, но это всё иностранцы. У меня есть и родные штучки и даже получше турецких. Знаешь, у нас больше битье, больше розга и плеть, и это национально: у нас прибитые гвоздями уши немыслимы, мы всё-таки европейцы, но розги, но плеть, это нечто уже наше и не может быть у нас отнято. За границей теперь как будто и не бьют совсем, нравы что ли очистились, али уж законы такие устроились, что человек человека как будто уж и не смеет посечь, но за то они вознаградили себя другим и тоже чисто национальным, как и у нас, и до того национальным, что у нас оно как будто и не возможно, хотя впрочем, кажется, и у нас прививается, особенно со времени религиозного движения в нашем высшем обществе. Есть у меня одна прелестная брошюрка, перевод с французского, о том, как в Женеве, очень недавно, всего лет пять тому, казнили одного злодея и убийцу, Ришара, двадцатитрехлетнего, кажется, малого, раскаявшегося и обратившегося к христианской вере пред самым эшафотом. Этот Ришар был чей-то незаконнорожденный, которого еще младенцем, лет шести, подарили родители каким-то горным швейцарским пастухам и те его взрастили, чтоб употреблять в работу. Рос он у них как дикий зверенок, не научили его пастухи ничему, напротив, семи лет уже посылали пасти стадо, в мокреть и в холод, почти без одежды и почти не кормя его. И уж конечно так делая, никто из них не задумывался и не раскаивался, напротив считал себя в полном праве, ибо Ришар подарен им был как вещь и они даже не находили необходимым кормить его. Сам Ришар свидетельствует, что в те годы он, как блудный сын в Евангелии, желал ужасно поесть хоть того месива, которое давали откармливаемым на продажу свиньям, но ему не давали даже и этого и били, когда он крал у свиней, и так провел он всё детство свое и всю юность, до тех пор, пока возрос и, укрепившись в силах, пошел сам воровать. Дикарь стал добывать деньги поденною работой в Женеве, добытое пропивал, жил как изверг и кончил тем, что убил какого-то старика и ограбил. Его схватили, судили и присудили к смерти. Там ведь не сентиментальничают. И вот в тюрьме его немедленно окружают пасторы и члены разных Христовых братств, благотворительные дамы и проч. Научили они его в тюрьме читать и писать, стали толковать ему Евангелие, усовещевали, убеждали, напирали, пилили, давили, и вот он сам торжественно сознается наконец в своем преступлении. Он обратился, он написал сам суду, что он изверг и что наконец-таки он удостоился того, что и его озарил господь и послал ему благодать. Всё взволновалось в Женеве, вся благотворительная и благочестивая Женева. Всё, чту было высшего и благовоспитанного, ринулось к нему в тюрьму; Ришара целуют, обнимают: «ты брат наш, на тебя сошла благодать!» А сам Ришар только плачет в умилении: «да, на меня сошла благодать! Прежде я всё детство и юность мою рад был корму свиней, а теперь сошла и на меня благодать, умираю во господе!» – «Да, да, Ришар, умри во господе, ты пролил кровь и должен умереть во господе. Пусть ты невиновен, что не знал совсем господа, когда завидовал корму свиней и когда тебя били за то, что ты крал у них корм (что ты делал очень не хорошо, ибо красть не позволено), – но ты пролил кровь и должен умереть». И вот наступает последний день. Расслабленный Ришар плачет и только и делает, что повторяет ежеминутно: «Это лучший из дней моих, я иду к господу!» – «Да», кричат пасторы, судьи и благотворительные дамы, «это счастливейший день твой, ибо ты идешь к господу!» Всё это двигается к эшафоту вслед за позорною колесницей, в которой везут Ришара, в экипажах, пешком. Вот достигли эшафота: «умри, брат наш», кричат Ришару, «умри во господе, ибо и на тебя сошла благодать!» И вот покрытого поцелуями братьев, брата Ришара втащили на эшафот, положили на гильотину и оттяпали-таки ему по-братски голову за то, что и на него сошла благодать. Нет, это характерно. Брошюрка эта переведена по-русски какими-то русскими лютеранствующими благотворителями высшего общества и разослана для просвещения народа русского при газетах и других изданиях даром. Штука с Ришаром хороша тем, что национальна. У нас хоть нелепо рубить голову брату потому только, что он стал нам брат и что на него сошла благодать, но, повторяю, у нас есть свое, почти что не хуже. У нас историческое, непосредственное и ближайшее наслаждение истязанием битья. У Некрасова есть стихи о том, как мужик сечет лошадь кнутом по глазам, «по кротким глазам». Этого кто ж не видал, это руссизм. Он описывает, как слабосильная лошаденка, на которую навалили слишком, завязла с возом и не может вытащить. Мужик бьет ее, бьет с остервенением, бьет наконец не понимая, что делает, в опьянении битья сечет больно, бесчисленно: «Хоть ты и не в силах, а вези, умри, да вези!» Кляченка рвется, и вот он начинает сечь ее, беззащитную, по плачущим, по «кротким глазам». Вне себя она рванула и вывезла и пошла вся дрожа, не дыша, как-то боком, с какою-то припрыжкой, как-то неестественно и позорно, – у Некрасова это ужасно. Но ведь это всего только лошадь, лошадей и сам бог дал, чтоб их сечь. Так татары нам растолковали и кнут на память подарили. Но можно ведь сечь и людей. И вот интеллигентный образованный господин и его дама секут собственную дочку, младенца семи лет, розгами, – об этом у меня подробно записано. Папенька рад, что прутья с сучками, «садче будет», говорит он, и вот начинает «сажать» родную дочь. Я знаю наверно, есть такие секущие, которые разгорячаются с каждым ударом до сладострастия, до буквального сладострастия, с каждым последующим ударом всё больше и больше, всё прогрессивней. Секут минуту, секут наконец пять минут, секут десять минут, дальше, больше, чаще, садче. Ребенок кричит, ребенок наконец не может кричать, задыхается «папа, папа, папочка, папочка!» Дело каким-то чортовым неприличным случаем доходит до суда. Нанимается адвокат. Русский народ давно уже назвал у нас адвоката – «аблакат – нанятая совесть». Адвокат кричит в защиту своего клиента. «Дело дескать такое простое, семейное и обыкновенное, отец посек дочку и вот к стыду наших дней дошло до суда!» Убежденные присяжные удаляются и выносят оправдательный приговор. Публика ревет от счастья, что оправдали мучителя. – Э-эх, меня не было там, я бы рявкнул предложение учредить стипендию в честь имени истязателя!.. Картинки прелестные. Но о детках есть у меня и еще получше, у меня очень, очень много собрано о русских детках, Алеша. Девченочку маленькую, пятилетнюю, возненавидели отец и мать «почтеннейшие и чиновные люди, образованные и воспитанные». Видишь, я еще раз положительно утверждаю, что есть особенное свойство у многих в человечестве – это любовь к истязанию детей, но одних детей. Ко всем другим субъектам человеческого рода эти же самые истязатели относятся даже благосклонно и кротко как образованные и гуманные европейские люди, но очень любят мучить детей, любят даже самих детей в этом смысле. Тут именно незащищенность-то этих созданий и соблазняет мучителей, ангельская доверчивость дитяти, которому некуда деться и не к кому идти, – вот это-то и распаляет гадкую кровь истязателя. Во всяком человеке конечно таится зверь, – зверь гневливости, зверь сладострастной распаляемости от криков истязуемой жертвы, зверь без удержу спущенного с цепи, зверь нажитых в разврате болезней, подагр, больных печенок и проч. Эту бедную пятилетнюю девочку эти образованные родители подвергали всевозможным истязаниям. Они били, секли, пинали ее ногами, не зная сами за чту, обратили всё тело ее в синяки; наконец дошли и до высшей утонченности: в холод, в мороз запирали ее на всю ночь в отхожее место, и за то, что она не просилась ночью (как будто пятилетний ребенок, спящий своим ангельским крепким сном, еще может в эти лета научиться проситься) – за это обмазывали ей всё лицо ее же калом и заставляли ее есть этот кал, и это мать, мать заставляла! И эта мать могла спать, когда ночью слышались стоны бедного ребеночка, запертого в подлом месте! Понимаешь ли ты это, когда маленькое существо, еще не умеющее даже осмыслить, что с ней делается, бьет себя в подлом месте, в темноте и в холоде, крошечным своим кулачком в надорванную грудку и плачет своими кровавыми незлобивыми, кроткими слезками к «боженьке», чтобы тот защитил его, – понимаешь ли ты эту ахинею, друг мой и брат мой, послушник ты мой божий и смиренный, понимаешь ли ты, для чего эта ахинея так нужна и создана! Без нее, говорят, и пробыть бы не мог человек на земле, ибо не познал бы добра и зла. Для чего познавать это чортово добро и зло, когда это столького стоит? Да ведь весь мир познания не стоит тогда этих слез ребеночка к «боженьке». Я не говорю про страдания больших, те яблоко съели и чорт с ними, и пусть бы их всех чорт взял, но эти, эти! Мучаю я тебя, Алешка, ты как будто бы не в себе. Я перестану, если хочешь.

– Ничего, я тоже хочу мучиться, – пробормотал Алеша.

– Одну, только одну еще картинку, и то из любопытства, очень уж характерная, и главное только что прочел в одном из сборников наших древностей, в Архиве, в Старине чту ли, надо справиться, забыл даже где и прочел. Это было в самое мрачное время крепостного права, еще в начале столетия, и да здравствует освободитель народа! Был тогда в начале столетия один генерал, генерал со связями большими и богатейший помещик, но из таких (правда и тогда уже, кажется, очень немногих), которые, удаляясь на покой со службы, чуть-чуть не бывали уверены, что выслужили себе право на жизнь и смерть своих подданных. Такие тогда бывали. Ну вот живет генерал в своем поместьи в две тысячи душ, чванится, третирует мелких соседей как приживальщиков и шутов своих. Псарня с сотнями собак и чуть не сотня псарей, все в мундирах, все на конях. И вот дворовый мальчик, маленький мальчик, всего восьми лет, пустил как-то играя камнем и зашиб ногу любимой генеральской гончей. «Почему собака моя любимая охромела?» Докладывают ему, что вот дескать этот самый мальчик камнем в нее пустил и ногу ей зашиб. «А, это ты, – оглядел его генерал, – взять его!» Взяли его, взяли у матери, всю ночь просидел в кутузке, на утро чем свет выезжает генерал во всем параде на охоту, сел на коня, кругом его приживальщики, собаки, псари, ловчие, все на конях. Вокруг собрана дворня для назидания, а впереди всех мать виновного мальчика. Выводят мальчика из кутузки. Мрачный, холодный, туманный осенний день, знатный для охоты. Мальчика генерал велит раздеть, ребеночка раздевают всего донага, он дрожит, обезумел от страха, не смеет пикнуть… «Гони его!» командует генерал, «беги, беги!» кричат ему псари, мальчик бежит… «Ату его!» вопит генерал и бросает на него всю стаю борзых собак. Затравил в глазах матери, и псы растерзали ребенка в клочки!.. Генерала, кажется, в опеку взяли. Ну… что же его? Расстрелять? Для удовлетворения нравственного чувства расстрелять? Говори, Алешка!

– Расстрелять! – тихо проговорил Алеша, с бледною, перекосившеюся какою-то улыбкой подняв взор на брата.

– Браво! – завопил Иван в каком-то восторге, – уж коли ты сказал, значит… Ай да схимник! Так вот какой у тебя бесенок в сердечке сидит, Алешка Карамазов!

– Я сказал нелепость, но…

– То-то и есть, что но… – кричал Иван. – Знай, послушник. что нелепости слишком нужны на земле. На нелепостях мир стоит и без них может быть в нем совсем ничего бы и не произошло. Мы знаем что знаем!

– Что ты знаешь?

– Я ничего не понимаю, – продолжал Иван как бы в бреду, – я и не хочу теперь ничего понимать. Я хочу оставаться при факте. Я давно решил не понимать. Если я захочу что-нибудь понимать, то тотчас же изменю факту, а я решил оставаться при факте…

– Для чего ты меня испытуешь? – с надрывом горестно воскликнул Алеша, – скажешь ли мне наконец?

– Конечно скажу, к тому и вел, чтобы сказать. Ты мне дорог, я тебя упустить не хочу и не уступлю твоему Зосиме.

Иван помолчал с минуту, лицо его стало вдруг очень грустно.

– Слушай меня: я взял одних деток, для того чтобы вышло очевиднее. Об остальных слезах человеческих, которыми пропитана вся земля от коры до центра – я уж ни слова не говорю, я тему мою нарочно сузил. Я клоп и признаю со всем принижением, что ничего не могу понять, для чего всё так устроено. Люди сами, значит, виноваты: им дан был рай, они захотели свободы и похитили огонь с небеси, сами зная, что станут несчастны, значит нечего их жалеть. О, по моему, по жалкому, земному эвклидовскому уму моему, я знаю лишь то, что страдание есть, что виновных нет, что всё одно из другого выходит прямо и просто, что всё течет и уравновешивается, – но ведь это лишь эвклидовская дичь, ведь я знаю же это, ведь жить по ней я не могу же согласиться! Что мне в том, что виновных нет и что всё прямо и просто одно из другого выходит, и что я это знаю – мне надо возмездие, иначе ведь я истреблю себя. И возмездие не в бесконечности где-нибудь и когда-нибудь, а здесь уже на земле, и чтоб я его сам увидал. Я веровал, я хочу сам и видеть, а если к тому часу буду уже мертв, то пусть воскресят меня, ибо если всё без меня произойдет, то будет слишком обидно. Не для того же я страдал, чтобы собой, злодействами и страданиями моими унавозить кому-то будущую гармонию. Я хочу видеть своими глазами, как лань ляжет подле льва и как зарезанный встанет и обнимется с убившим его. Я хочу быть тут, когда все вдруг узнают, для чего всё так было. На этом желании зиждутся все религии на земле, а я верую. Но вот однако же детки, и что я с ними стану тогда делать? Это вопрос, который я не могу решить. В сотый раз повторяю – вопросов множество, но я взял одних деток, потому что тут неотразимо ясно то, что мне надо сказать. Слушай: если все должны страдать, чтобы страданием купить вечную гармонию, то при чем тут дети, скажи мне пожалуста? Совсем непонятно, для чего должны были страдать и они, и зачем им покупать страданиями гармонию? Для чего они-то тоже попали в материал и унавозили собою для кого-то будущую гармонию? Солидарность в грехе между людьми я понимаю, понимаю солидарность и в возмездии, но не с детками же солидарность в грехе, и если правда в самом деле в том, что и они солидарны с отцами их во всех злодействах отцов, то уж конечно правда эта не от мира сего и мне непонятна. Иной шутник скажет пожалуй, что всё равно дитя вырастет и успеет нагрешить, но вот же он не вырос, его восьмилетнего затравили собаками. О, Алеша, я не богохульствую! Понимаю же я, каково должно быть сотрясение вселенной, когда всё на небе и под землею сольется в один хвалебный глас и всё живое и жившее воскликнет: «Прав ты, господи, ибо открылись пути твои!» Уж когда мать обнимется с мучителем, растерзавшим псами сына ее, и все трое возгласят со слезами: «Прав ты, господи», то уж конечно настанет венец познания и всё объяснится. Но вот тут-то и запятая, этого-то я и не могу принять. И пока я на земле, я спешу взять свои меры. Видишь ли, Алеша, ведь может быть и действительно так случится, что, когда я сам доживу до того момента, али воскресну, чтоб увидать его, то и сам я пожалуй воскликну со всеми, смотря на мать, обнявшуюся с мучителем ее дитяти: «Прав ты, господи!» но я не хочу тогда восклицать, Пока еще время, спешу оградить себя, а потому от высшей гармонии совершенно отказываюсь. Не стоит она слезинки хотя бы одного только того замученного ребенка, который бил себя кулаченком в грудь и молился в зловонной конуре своей неискупленными слезками своими к «боженьке»! Не стоит потому что слезки его остались неискупленными. Они должны быть искуплены, иначе не может быть и гармонии. Но чем, чем ты искупишь их? Разве это возможно? Неужто тем, что они будут отомщены? Но зачем мне их отмщение, зачем мне ад для мучителей, что тут ад может поправить, когда те уже замучены. И какая же гармония, если ад: я простить хочу и обнять хочу, я не хочу, чтобы страдали больше. И если страдания детей пошли на пополнение той суммы страданий, которая необходима была для покупки истины, то я утверждаю заранее, что вся истина не стоит такой цены. Не хочу я наконец, чтобы мать обнималась с мучителем, растерзавшим ее сына псами! Не смеет она прощать ему! Если хочет, пусть простит за себя, пусть простит мучителю материнское безмерное страдание свое; но страдания своего растерзанного ребенка она не имеет права простить, не смеет простить мучителя, хотя бы сам ребенок простил их ему! А если так, если они не смеют простить, где же гармония? Есть ли во всем мире существо, которое могло бы и имело право простить? Не хочу гармонии, из-за любви к человечеству не хочу. Я хочу оставаться лучше со страданиями не отомщенными. Лучше уж я останусь при неотомщенном страдании моем и неутоленном негодовании моем, хотя бы я был и не прав. Да и слишком дорого оценили гармонию, не по карману нашему вовсе столько платить за вход. А потому свой билет на вход спешу возвратить обратно. И если только я честный человек, то обязан возвратить его как можно заранее. Это и делаю. Не бога я не принимаю, Алеша, я только билет ему почтительнейше возвращаю.

– Это бунт, – тихо и потупившись проговорил Алеша.

– Бунт? Я бы не хотел от тебя такого слова, – проникновенно сказал Иван. – Можно ли жить бунтом, а я хочу жить. Скажи мне сам прямо, я зову тебя, – отвечай: Представь, что это ты сам возводишь здание судьбы человеческой с целью в финале осчастливить людей, дать им наконец мир и покой, но для этого необходимо и неминуемо предстояло бы замучить всего лишь одно только крохотное созданьице, вот того самого ребеночка, бившего себя кулаченком в грудь и на неотомщенных слезках его основать это здание, согласился ли бы ты быть архитектором на этих условиях, скажи и не лги!

– Нет, не согласился бы, – тихо проговорил Алеша.

– И можешь ли ты допустить идею, что люди, для которых ты строишь, согласились бы сами принять свое счастие на неоправданной крови маленького замученного, а приняв, остаться навеки счастливыми?

– Нет, не могу допустить. Брат, – проговорил вдруг с засверкавшими глазами Алеша, – ты сказал сейчас: есть ли во всем мире существо, которое могло бы и имело право простить? Но Существо это есть, и оно может все простить, всех и вся и за всё, потому что само отдало неповинную кровь свою за всех и за всё. Ты забыл о нем, а на нем-то и зиждется здание, и это ему воскликнут: «Прав ты, господи, ибо открылись пути твои».

– А, это «единый безгрешный» и его кровь! Нет, не забыл о нем и удивлялся напротив всё время, как ты его долго не выводишь, ибо обыкновенно, в спорах все ваши его выставляют прежде всего. Знаешь, Алеша, ты не смейся, я когда-то сочинил поэму, с год назад. Если можешь потерять со мной. еще минут десять, то я б ее тебе рассказал?

– Ты написал поэму?

– О нет, не написал, – засмеялся Иван, – и никогда в жизни я не сочинил даже двух стихов. Но я поэму эту выдумал и запомнил. С жаром выдумал. Ты будешь первый мой читатель, то-есть слушатель. Зачем в самом деле автору терять хоть единого слушателя, – усмехнулся Иван. – Рассказывать или нет?

– Я очень слушаю, – произнес Алеша.

– Поэма моя называется «Великий Инквизитор», вещь нелепая, но мне хочется ее тебе сообщить.

****************

https://rusneb.ru/search/?q=%D0%91%D1%80%D0%B0%D1%82%D1%8C%D1%8F+%D0%9A%D0%B0%D1%80%D0%B0%D0%BC%D0%B0%D0%B7%D0%BE%D0%B2%D1%8B&c%5B%5D=4&c%5B%5D=5&c%5B%5D=7&c%5B%5D=3&c%5B%5D=6&c%5B%5D=2





https://archive.org/details/bratiakaramazovy0000dost_z5z3/page/292/mode/2up?q=%D0%A2%D1%83%D1%80%D0%BA%D0%B8+

Sonuç 

Ünlü Rus yazar Fyodor Mihailoviç Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler adlı romanınında bir Mosovada Bir Bulgar ağzından aktardığı bilgiler gerçemiş gibi sunulmuş…internet üzerinde eski kitap pdflerine uşabildiğim kadar baktım. Araya sıkıştırılmış bir bilgi olarak duruyor.

Benim dikkatimi çekne bir husus Orhan Pamuk’un kontrolünde çıkan kitapta da sansür var denilmesi

Bu şahıs bu konuda popoliter olmak için gayret gösterirken neden bu romanda sansüre izin versinki. Benim düşüncem ilk baskı Karamazov Kardeşlerde bu metin yok olmalı.
Eğer olmuş olsaydı Orhan Pamuk balıklama atlardı konunun üzerine

Örnek:

https://www.ermenihaber.am/tr/news/2019/11/05/Pamuk-Ermeni-Soyk%C4%B1r%C4%B1m%C4%B1/168641

Ünlü Türk yazar, Nobel Ödülü sahibi Orhan Pamuk, Şarjah Uluslararası Kitap Fuarına katıldı.


Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın sürdürdüğü politikadan memnunsuzluğunu dile getirmekten kaçınmayan yazar, Ermeni Soykırımı gerçeğini tanımaktan da korkmuyor. Ancak Türkiye’de binlerce Kürdün ve milyondan fazla Ermeni’nin öldürüldüğünü dile getirdiği için milliyetçiler tarafından hedef haline getirilen yazar, kendini cesur sanmıyor, sadece düşündüklerini söylediğini belirtiyor.

Fuar kapsamında yaptığı konuşmada kendini mutlu bir yazar hissettiğini dile getiren Pamuk, “Benim yaşadığım ülkede yazar arkadaşlarımdan birçoğu şuanda hapiste bulunuyor. Ben yazmaya devam ediyorum ve bunun için mutluyum. Yapabildiğim tek şey, hakikati yazmaktır” ifadelerini kullandı.


**

FM Dostoyevski'nin romanının simgesel yapısı "Karamazov Kardeşler"

https://ismailhakkialtuntas.blogspot.com/2022/09/fm-dostoyevskinin-romannn-simgesel-yaps.html Bu yazıda Karamazov İsminin türkçe ile olan bağını dikkate almanız gerekir...

*****

https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/174071#:~:text=1877%2D1878%20Osmanl%C4%B1%20%2D%20Rus%20Sava%C5%9F%C4%B1,%C3%87erkes%20varl%C4%B1%C4%9F%C4%B1%20sona%20ermi%C5%9F%20oldu.

Linkini verdiğim yerde Çrkezler hakkında bazı bilgiler geçiyor. Çerkeslerin 1859-1864 yıllarında Osmanlı İmparatorluğu’na göç ettirilmesinin nedenleri hakkında farklı görüşler ileri sürülmektedir. Bazı bilim adamları, Osmanlı Devleti’nin tutumunun Kafkasya’dan yapılan göçlerde birinci derecede etkili olduğunu belirtmektedir. Kemal Karpat’a göre, Osmanlı Devleti’nin tarım alanlarını işleyecek, ekonomik kalkınmaya katkıda bulunacak gayrimüslim nüfus karşısında dengeyi sağlayacak unsurlara olan ihtiyacı Kırım Savaşı’ndan sonra daha da artmıştır. Bu ihtiyaç çeşitli bölgelerden göç ettirilen muhacirlerin yerleştirilmesi için elverişli bir ortam oluşturmuştur. Bazı araştırmacılar ise Osmanlıların Kafkas Müslümanlarını kesinlikle yurtlarından atmaya karar veren Rusya Hükümeti’nin baskısı karşısında bu insanları sadece insanî niyetlerle kendi ülkesine kabul ettikleri düşüncesindedir (Karpat, 2002: 653; Karpat, 2002a: 205-206; Muchinov, 2013: 171-172; Saydam, 1997: 77-78.). 

Dönemin basın organlarında Çerkesler hakkına önemli bilgi ve haberlere rastlamak mümkündü. İstanbul’daki Bulgar topluluğunun sorunlarını ele alan Tsarigradski Vestnik gazetesi 14 ve 21 Nisan 1856 tarihli sayılarında, Çerkeslerin bağımsızlık isteğini, Rusya’nın tartışılmaz idaresini kabul ettirmesine yönelik çabalarına karşı koymalarını ve vatan uğruna hayatlarını feda etme kararlılığını okuyuculara bildirmekteydi. Adı geçen Bulgar gazetesi Batı Avrupa devletlerinin Paris’te düzenlenen barış görüşmelerinde Çerkeslere karşı kayıtsızlıklarını vurgulamaktadır. Çerkeslerin sultanın himayesi altına girmelerini konu eden Tsarigradski Vestnik gazetesi bir göç ihtimalinden bahsetmemektedir (Tsarigradski Vestnik, 1856: 6/271-272). 

Belki o günlerde kimse Rus-Çerkes savaşının feci sonuçlarını tasavvur edemiyordu. Göç Çerkeslerin bağımsızlık ve onur anlayışına tamamen zıt düşen bir ihtimaldi. Temmuz 1862-Ağustos 1863 döneminde Tasvir-i Efkâr gazetesi RusÇerkes mücadelelerini anlatmakla birlikte göç ihtimalinden bahsetmemektedir (Tasvir-i Efkâr, 29 Temmuz 1862; Ağustos 1862; 11 Ağustos 1862; 17 Kasım 1862; 19 Ocak 1863; 8 Mayıs 1863; 10 Ağustos 1863). Hatta 10 Ağustos 1863 tarihli nüshasında hiçbir ailenin Çerkesya denilen bölgeyi terk etmeyeceğini vurgulayıp herkesin Rus kuvvetleriyle savaşmaya ve vatanını savunmaya hazır olduğunu ileri sürmektedir. Ancak 14 Aralık 1863 tarihli sayısında, yani Trabzon’a 10.000’den fazla Margarita Koleva Dobreva 46 ailenin gelmesinden sonra, Tasvir-i Efkâr gazetesi Çerkes göçlerini onur ve özgürlük gerekçeleriyle savunmaktadır. 7 Ocak 1864’te, hiçbir Avrupa devletinden yardım alamayan Çerkeslerin Rus memurlar tarafından direnişten vazgeçmeleri için ikna edilmeye çalışıldığını bildirmektedir. Ama yaklaşan faciaya ve yavaş yavaş artan ümitsizliğe rağmen Tasvir-i Efkâr gazetesi Tuapse bölgesinde bağımsızlığını müdafaa etmeye kararlı birçok Çerkes ailesinin kaldığını vurgulamaktadır. Rusya’nın Kafkasya politikasını kabul etmeyen ve görüşlerini açıkça ifade eden Tasvir-i Efkâr gazetesi Çerkeslerin de Rusya’ya karşı ayaklanan Polonyalılar gibi uluslararası desteğe layık oldukları fikrindedir (Tasvir-i Efkâr, 10 Temmuz 1863; 10 Ağustos 1863; 7 Aralık 1863; 14 Aralık 1863; 7 Ocak 1864). 

Rus-Çerkes çatışmalarını yansıtan Osmanlıca makaleler, sadece Kafkasya’daki durumu değil, trajik sonu çoktan belli olan bir mücadelenin kahramanlıklarını da anlatmayı amaçlamaktadır.1 İster gazete haberlerini tercih eden araştırmacılar, isterse Rusya’nın ya da Osmanlı İmparatorluğu’nun tutumunu ele alan bilim insanları büyük bir trajedinin yaşandığı gerçeğini de vurgulamak zorundadır. Nitekim birçok araştımacı Osmanlı İmparatorluğu’na göç ettirilen Çerkeslere yapılan yardımlar, çekilen zorluklar, ilk aylardaki hastalıklar ve yüksek ölüm oranı hakkında ayrıntılı bilgiler vermektedir 

(Aydemir, 1988; Bayraktar, 2007: 405-434; Berber, 2011: 17-49; Bice, 1991; Çiçek, 2009: 57-88; Gutheil, 2003: 139-168; Güneş, 2014: 421-452; Kara, 2013: 333-344; Karataş, 2012: 99-138; Keleş, 2009: 1166-1188; Pul, 2011: 181-207; Şaşmaz, 1999: 331-366; Tutum, 1993: 3-41; S. Yel-A. Gündüz, 2008: 949-983). 

Bulgaristan Milli Kütüphanesi doğubilim (oryantal) bölümünde muhafaza edilen Osmanlı belgeleri, gerek Hıristiyanların ve Müslümanların, gerekse Kafkasya ve Kırım muhacirlerinin gündelik yaşamı hakkında geniş bilgiler sunmaktadır. Bu makalede İvraca ve Rahova kazalarına yerleştirilen ama 6 Ağustos 1878’den sonra Berlin Antlaşması şartlarına ve Kont Dondukov’un emrine (Ovsiyani, 1906: 24; İkonomov, 1885: 231, 233) uyarak Bulgaristan Prensliği’ni terk edip Anadolu, Suriye ve Ürdün’a göç etmeye mecbur kalan Çerkeslerin demografik yapısı ve iktisadi etkinlikleri incelenmeye çalışılacaktır. 

Katliam

Tarih

Yer

Ölümler

Sorumlu(lar)

Hedef

Nisan İsyanı sırasında Bulgar savaş suçları[1]

Nisan-Mayıs 1876

Bulgaristan

46 (o dönemdeki bir İngiliz raporuna göre)[2]-4000+[3][4][5]

Bulgar isyancılar

Müslümanlar[6]

Nisan İsyanı sırasında Osmanlı savaş suçları[7][8][9][10]

Nisan-Mayıs 1876

Bulgaristan

3,700[3][5]-7,000+

Osmanlı İmparatorluğu

Bulgarlar

Batak Olayı[11](tartışmalı)[12]

1876

Batak, Bulgaristan

1,200-7,000[13]

Düzensiz Osmanlı birlikleri

Bulgarlar

93 Harbi sırasında Rus savaş suçları

Nisan 1877-Mart 1878

BulgaristanBosna-HersekSırbistanKaradağ ve Romanya

400,000[14] (+130,000-1,500,000 kişi göçe zorlandı)[15][16][17][18]

Rus ordusu ve düzensiz Bulgar birlikleri[19][20][21]

Müslümanlar[20][21]

Eski Zağra katliamı

31 Temmuz 1877

Eski Zağra

18,000[22][23]

Osmanlı ordusu

Bulgarlar

Harmanlı katliamı[24]

16-17 Ocak 1878

Harmanlı, Hasköy

2,000[25]

Rus ordusu

Müslümanlar

Raionovo, Planitsa ve Kukurtevo katliamları[26]

1912 Sonbaharı

Raionovo, Planitsa ve Kukurtevo köyleri

700+

Bulgar ordusu

Türkler

Sütkesiği protestoları

26 Kasım 1984[27]

Sütkesiği, Eğridere

3 (Türkan Feyzullah dahil)[27][28]

Bulgar askerleri

Bulgarlaştırma karşıtı barışçıl Türk protestocular

BALKANLARDA UNUTULAN TÜRK SOYKIRIMI

Balkanlarda Balkan Savaşında işgal edilen bölgelerdeki Müslümanların savaştan önceki ve sonraki nüfusları ele alındığında, 100 yıldır görmezden gelinen büyük bir insanlık suçu ortaya çıkar.Osmanlı'nın 1906 yılı nüfus istatistiklerine göre Makedonya'da 1 milyon Türk, 750 bin de Arnavut olmak üzere toplam 1 milyon 750 bin Müslüman (Selanik'te 485 bin, Kosova'da 752 bin, Manastır'da 460 bin). Ulahlar ve Sırplar da dahil olmak üzere 627 bin Rum, 575 bin Bulgar, 200 bin civarında da Yahudi, Ermeni, Katolik ve Protestan bulunuyordu. Avrupalı kaynaklar da Müslümanları 1 milyon 200 bin ila 1 milyon 500 bin arasında gösteriyordu. Ama Avrupalılar, Hıristiyanların toplam nüfusunu biraz daha fazla göstermeye gayret ediyorlardı.Balkan Savaşları'ndan önceki nüfus hareketlerini de hesaba katan McCarthy, yeni göçlerle 1911'de Makedonya'yı oluşturan üç vilayette (Kosova, Manastır ve Selanik) Müslümanların iki milyona ulaştığını söylüyor. Osmanlı Rumeli'sindeki diğer Müslümanların sayısının da (Edirne vilayetinde 760 bin, Yanya vilayetinde 245 bin, İşkodra vilayetinde 218 bin olmak üzere) 1 milyon 223 bin olduğunu hesap ediyor. Buna göre Balkan Savaşlarından önce Osmanlı Avrupa'sı denen Rumeli topraklarında (Arnavutluk ve Bosna Hersek hariç) toplam 3 milyon 242 bin Müslüman (Türk,Arnavut,Boşnak,Pomak,Çerkez) yaşıyordu. Bulgarların sayısı 1 milyon 220 bin (Makedon ve Sırplar, Bulgar nüfusu içinde sayılıyor), Rumların ise 1 milyon 558 bin idi. Müslümanlar tek tek her vilayette ve bölgenin tamamında mutlak çoğunluğu ellerinde tutuyorlardı. Savaşla birlikte Edirne vilayeti dahil Osmanlı toprakları tamamen işgal edildi. Daha sonra Osmanlılar Edirne'yi kurtardı ve buradaki Bulgarlarla, Bulgaristan'da kalan Türklerin bir kısmı mübadele edildi. 1911 yılı istatistiklerine göre hesaplandığında Yunanistan, Bulgaristan ve Sırbistan tarafından işgal edilen bölgelerde bulunması gereken Müslüman nüfus 2 milyon 315 bindi.Savaşın başladığı 1912 yılından itibaren Osmanlı topraklarına (Anadolu ve Trakya'ya) sağ salim ulaşabilmiş sürgün sayısı 413 bin 922 kişiydi. Türk-Yunan mübadelesi gereğince, 1921-1926 yılları arasında gelen göçmen sayısı da 398 bin 849 idi. Bu da Balkanlar'dan Türkiye'ye 1912'den 1926'ya kadar toplam 812 bin kişinin ulaştığını gösteriyordu. Bulgaristan, Sırbistan ve Yunanistan'da 1920'li yıllarda yapılan sayımlar ise buralarda kalan Müslüman sayısını 870 bin olarak veriyordu. Bunlar, Türkiye'ye sığınanlarla birlikte 1 milyon 682 bine ancak ulaşıyordu. Bu savaştan önceki miktardan (2milyon 315 bin) düşüldüğünde 632 bin kişinin kayıp olduğu ortaya çıkıyordu. Kayıpların tümünün katledildiği, açlık ve hastalıklara kurban gittiği kesindi. Savaşlarda ölen, esirken öldürülen on binlerce asker ile devlet görevlisi olduğu için Balkan nüfusundan sayılmayan binlerce kişi bu sayılara dahil değildi.Sonuçta Balkanlar'daki Müslüman nüfusunun yüzde 35'i sürülmüş, yüzde 27'si kıyıma uğramıştı. Kalanlar artık azınlıktaydı. ''Irklar Savaşı'' meyvesini vermiş, yüz yıla yayılan etnik temizlik hareketi sonucunda Türkler, Balkanlar'ın hayatından tart edilmişti.TÜRKİYE'YE VE TÜRKLERE DE BUNU KABULLENMEK DÜŞMÜŞTÜ. Hayır, kabullenmek de yetmemişti. UNUTMAK gerekmişti. Trakya'dan Anadolu'nun en ücra köşelerine kadar yayılan göçmen köylerinin, kasaba ve şehirlerinin; o şehirlerdeki göçmen mahallelerinin, konusu sürgün ölüm olan pis bir oyunun hazin dekorları olduğu hatırlanmak dahi istenmemişti.Balkanlar'ı gezenler, Balkanlar üzerine yazanlar, SÖZÜM ONA ANADOLU'DAKİ SOYKIRIMLARIN ÇETELESİNİ TUTANLAR, bir kez olsun, bir zamanlar Balkanlar'ın çoğunluk nüfusunu oluşturan Türklere ne olduğunu sormadılar.Vicdanlı bir kalem, temiz bir kalp, kirlenmemiş bir beyin; LEON TROÇKİ bundan 96 yıl önce, ''kültürden nasibini almış her insanın, hissetme ve düşünme aczi yaşamayan herkesin tüylerini ürpertecek, midesini bulandıracak suçları'' bir bir sıraladı ve haykırdı: ''Nerdeler şimdi? O binlerce yaralı Türk nerede? Onlara ne oldu? Onları ne yaptınız? Bize bu soruların cevabını verin!''Bu soruya kimse cevap vermedi. Ne yazık, o gün bugündür bir daha kimse sormadı

Balkan Savaşlarında Batıda Sırpların, kuzeyde Bulgarların, güneyde Yunanlıların genişleyerek kendi sınırlarına kattığı Makedonya ve ötede Trakya bir cehenneme dönmüştü. İngiliz konsolosluk raporlarından birinde, ‘’Hiç abartmaya düşmeden denilebilir ki, Kavala ve Drama yörelerinde Bulgar komitacılarının ve yerel Hıristiyan halkın elinden çile çekmemiş tek bir Türk köyü bile yok gibidir. Çoğunda düzinelerle erkek kıyımdan geçirilmiştir, ırza geçmeler ve talan etmeler olmuştur’’ diye yazılmıştı. Bulgarlar, Rainovo, Kilkis ve Plantza’da Türkleri toplu halde yakma yoluyla infaz etmişlerdi. Rodop mıntıkasında Pomak köyleri ‘’insanları ve hayvanlarıyla birlikte’’ top ateşine tutularak yok edilmişti. Dimotike’de ‘’silahsız Türkleri nehre atıp yaban ördeklerine ateş eder’’ gibi avlamışlardı. Mustafapaşa’da hayat bir ‘’şeytan oyununa’’ dönüşmüştü. Makedonya Lejyonu denen katiller çetesinin geçtiği her yerde, örneğin Tırnova’da, Kırcali’de, kadını ve erkeğiyle Müslümanlar ‘’boğazları kesilmiş’’ olarak yatıyorlardı. ‘’Türk çocuklarının cesetleri de … o kurtarıcı lejyonun muzaffer yolu’’nu işaretliyordu.Troçki, Bulgar ordularına esir düşen ya da savaş meydanlarında yaralı ele geçirilen Türk askerlerinin de katledildiğini duyurmuştu. Sadece Bulgar askerlerince değil, görevi yaralılara yardım etmek olan sıhhiyecilerin de bu suça katıldığını belirterek, ‘’Kastettiğim… Bulgar komutanlarının emriyle, savaş meydanlarındaki yaralı Türklerin süngülenerek veya hançerlenerek soğukkanlı bir şekilde öldürülmesinden başka bir şey değil. Birçok yaralı Bulgar askeri, bana üzerlerine kalkan süngüleri dehşet içinde seyreden o silahsız adamların nasıl katledildiğini, gözlerini benden kaçırarak anlattı’’ diye yazmıştı. Yunanlılar ise örneğin, ‘’Pravişta kazasında Türkleri toplayıp Kasrub Çayı’nın yatağına götürdüler, hepsini öldürdüler ve cenazeleri, orada becerdikleri işin tanığı olarak bıraktılar’’. Doyran, Gevgili ilçelerinin tüm kapsamında hemen hemen bütün ileri gelen Müslümanları öldürdüler. Yanya’da, Arnavutluk’un güneyinde Yunanlıların giriştiği kıyım ve yağma olayları, köylerin yakılması konsoloslarca rapor edilmişti. Gene de Yunanlılar hakkındaki suç dosyasının, diğerleri kadar kabarık olmamasının bir nedeni, savaşı izleyen gözlemci ve gazetecilerin çoğunun ‘’Hellen aşığı’’ olmasıydı. Diğer bir nedense, işgal altındaki Arnavut topraklarının gazetecilerce tercih edilmemesiydi. Justin McCarthy, Ölüm ve Sürgün adlı yapıtında, Bulgar ve Yunan işgali altındaki bölgelerde yaşanan olayları tek tek anlatıyor. Trakya’dan geçen demiryolu boyunca tüm köy, kasaba ve kentlerin tamamen talan edilip yakıldığını, kaçamayan Türklerin öldürüldüğünü anlatıyor. Dedeağaç, Tekirdağ, Kırklareli, Edirne; Çatalca’ya kadar bütün Trakya bu öldürme ve talandan paylarını almıştı. Ama Gümülcine, Kavala’da, Serez’de, Ustrumca’da öldürülenlerin sayısı hesapsızdı. Örneğin Kavala’da yerliler hariç, buraya sığınmış yedi bin muhacir katledilmişti. Serez’de öldürülenler beş bin kadardı.Manastır en talihsiziydi. İngiliz Konsolos Greig durumu rapor etmişti: ‘’Yalnız Müslümanların yaşadığı köylerin yaklaşık %80’i ve karışık nüfuslu köylerin Müslüman kesimleri, Manastır kazalarından Kirçevo, Florina, Serfiçe, Kialar, Kozan, Elassona, Grevena, Neseliç ve Kastoria’da her yer talan edilmiş veya bütünüyle yakılıp yıkılmıştır.’’Bütün bu bölgelerde savaştan önce Müslümanlar çoğunluktaydı. Savaşla birlikte bu nüfusun kimi yerde tamamı, kimi yerde de çoğu yok olmuştu; bir kısmı göç etmişti, bir kısmı da katliama uğramıştı. Bütün bu suçlar, Birinci Balkan Savaşı (Sırbistan, Karadağ, Bulgaristan ve Yunanistan’ın Osmanlı Devleti’ne karşı) bitip de İkinci Balkan Savaşı (Makedonya’nın bölüşülememesi yüzünden bu ülkelerin birbirine karşı giriştiği savaş) başlayınca ortaya çıktı. Yunanlılar Bulgarların, Bulgarlar Yunanlıların suçlarını sayıp dökmeye başladılar. Bazı Avrupa ülkelerinin gazeteleri Yunan taraftarı olarak Bulgar zulümlerini anlatırken Bulgar yanlısı Rus gazeteleri Yunan dehşetini tefrika ettiler. Dünya ‘’zavallı Türklerin’’ başına gelenlerin bir kısmını bu sayede öğrendi.Örneğin Bulgar yanlıları bildirdiler ki, Türkler Selanik’i Yunanlılara değil de Bulgarlara teslim etseydi, o feci olayları yaşamazlardı. Yunanlılar Selanik’i bir protokol ile savaşsız ele geçirmişti. Protokolde Selanik’teki Türklerin ve savaş boyunca buraya doluşmuş on binlerce sığıntının hayatları garanti edilmiş, talan ve yağmaya göz yumulmayacağı taahhüt edilmişti. Tam tersi oldu. Türklerin ve bu arada Yahudilerin ne canı ne de malı korundu. Koca şehir teröre teslim edildi. ‘’Büyük karışıklık ve katliam başladı. Epey Müslüman ve Musevi hayatlarını kaybettiler.’’ Bir Alman gazeteci, SELANİK’İN FETHİNİ şöyle duyurdu: 

‘’SELANİK’TEKİ AYASOFYA CAMİİ ÜZERİNDE HAÇ YÜKSELİYOR YENİDEN. YENİ FATİHLER HAÇI DİKTİLER; AMA HANİ NEREDE HIRİSTİYANLIK VE İNSANLIK BELİRTİLERİ? TALAN, KATLİAM, IRZA GEÇME, KORKUNÇ ORANLARA YÜKSELDİ. ÇETELER CİVAR KÖYLERDEKİ MÜSLÜMANLARA YAPMADIKLARINI KOYMADILAR. ÇOK SAYIDA GÖÇMEN AÇLIKTAN YA DA SÜNGÜYLE ÖLDÜ. YUNANLILARIN BESLEMEYİ TAAHHÜT ETTİKLERİ SİLAHTAN TECRİT EDİLMİŞ OSMANLI ASKERLERİNDEN ÇOĞU KEZA AÇLIKTAN ÖLDÜ.’’ Belirtmek gerekir ki, teslim olan Osmanlı askerlerinin sayısı yaklaşık 25 bindi. Times muhabiri de ‘’Yunanistan’ın zaferini ne yazık ki fazla takdir edemiyoruz’’ diyerek olanları özetlemişti. Bütün bu cinayetler işlenirken İngiliz ve Fransız donanması Selanik Körfezi’nde demirliydi ve olanı biteni izlemekle yetinmişlerdi.

MORA’DA TÜRK SOYKIRIMI VE YUNANİSTAN’IN DOĞUMU

1800’lü yılların başında, bugünkü Yunanistan’ın güney ucunda, Mora Yarımadası’nda kin ve düşmanlığın çığlığı yükselene kadar:’’Hıristiyanlara huzur! Konsoloslara saygı! Türklere ölüm!’’ Balkanlar’ın Türklerden temizlenmesine dönük ilk hareket Yunan başpiskoposunun tarihe armağan ettiği bu sloganla başladı. Mora’da başlayan 1821 isyanı, buradaki Türklerin toptan katline dönüştü ve tüm Balkan ülkelerine model oldu. BU İSYAN HALA BATI DERS KİTAPLARI VE KAYNAKLARINDA SADECE YUNANLILARIN TÜRK YÖNETİMİNE KARŞI KAHRAMANCA İSYANI VE BAĞIMSIZLIK HAREKETİ OLARAK GÖSTERİLİR.Model şuydu:’’Bağımsız bir Yunanistan yaratma amacına uzanan yolda Türkler, bir engel olarak görülmekte idiler.’’ Buradaki Türk varlığı, Osmanlı müdahalesi için bahane oluşturabilir ve Türkler doğal olarak Osmanlı’ya bağlılık duyarlar diye varsayıyorlardı. ‘’Çare, kökten kazıyıp yok etme idi.’’ Nitekim Mora’daki (o zamanki Yunanistan sadece Mora Yarımadası’nı kapsıyordu) ayaklanma, doğrudan sivil Türkleri hedef aldı. O sırada Mora’da 30 bine yakın Türk yaşıyordu. İki ay içinde çoğu kıyımdan geçirildi. Yunan ayaklanmasını anlattığı 1861 tarihli kitabında George Finlay, şunları yazdı:’’Adamlar, kadınlar ve çocuklar hiç acımadan ve sonra da pişmanlık duyulmadan öldürüldüler. Yaşlılar hala taş yığınlarını parmakla gösterip, gezginlere, ‘işte şurada Ali Ağa’nın kulesi vardı; burada hem onu, hem eşlerini ve hizmetkârlarını öldürdük’ diye anlatırlar. Ve bunu anlatan yaşlı adam, yolu üzerinde bir öç alıcı meleğin bekliyor olabileceğini aklına bile getirmeden, bir zamanlar Ali Ağa’nın olan tarlaları sürmek için yürür gider. İşlenen suç bir ulusun suçu idi…’’ Finlay’i bu denli dehşete düşüren şey, savaş ya da isyanlarda görülecek türden öldürmeler değildi. Yunan çeteci ve köylülerin, düpedüz karşılaştıkları her Türk’ü çocuk, kadın, yaşlı, hasta demeden doğramalarıydı. Kasabalar basılıyor, Türkler toplanıp ‘’bir dere yatağına’’ ya da uygun bir yere götürülüyor ve orada katlediliyorlardı. Alison Phillips 1897’de yayımlanan kitabında katliamın boyutlarını şöyle anlattı:’’Her yerde daha önceden kararlaştırılmış bir işareti almış gibi, köylüler ayaklanmakta ve yakalayabildikleri bütün Türkleri, erkeğiyle, kadınıyla, çocuklarıyla kıyımdan geçirmek idi. ‘Hiçbir Türk kalmayacak! Ne Mora’da, ne dünyada’; ağızdan ağza dolaşarak bir kökten kazıma savaşının başlangıcını ilan eden şarkı böyle diyordu…Ayaklanmanın patlak vermesinden sonraki üç hafta içinde, kentlere kaçabilenler dışında, bir tek Müslüman bırakılmamıştı. Amerikalı tarihçi Justin McCarthy, ÖLÜM VE SÜRGÜN adlı kitabında, öldürülen Türklerin 25 bin kişi olduğunu yazdı. Burada ölenlerin sayısından daha önemli olan, bunun bir arındırma politikası olması ve Balkanlar’ın tarihine damgasını vurmasıydı.Olayların Osmanlı başkentindeki yankıları yakıcıydı. Katliamlar karşısında halkın kapıldığı infial ve öfke o denli büyüktü ki, İstanbul’daki Rumlara karşı her an misilleme hareketleri başlayabilirdi. Padişah Mahmud da öfkesini dizginleyemeyenlerdendi. Kayseri, Edirne, Tarabya, Edremit piskoposları ile İstanbul’daki patrik Gregorius’un idam fermanını verdi. Ortodoksların davranışlarından patrik sorumlu tutulmuştu. Patrik, Fener’deki patrikhanenin ‘’Orta Kapı’’sında asıldı ve yaftası göğsünde üç gün teşhir edildi. (O kapı o gün bugündür kapalı tutuluyor.)Öte yandan, Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa komutasındaki ordu, Mora’ya çıktı. İsyan kısa zamanda ve şiddetle bastırıldı. Ama işte tam da bu anda, Batılı devletler müdahale çarkını işletti. İsyana sevk ettikleri, destekleyip yönlendirdikleri Yunanistan’ın daha doğmadan ölmesine izin veremezlerdi. Ordularını Mora’dan çekmesi için Osmanlı’ya yönelen baskı ve tehditler işe yaramayınca, dünya askerlik tarihinin en utanç duyulacak saldırısını gerçekleştirdiler. İngiliz, Fransız ve Rus gemileri, Navarin’de demirli bulunan Osmanlı-Mısır donanmasını, savaş ilanına gerek duymadan topa tuttu; savaş hali olmadığı ve herhangi bir saldırı beklemediği için müttefik gemilerinin gelişini seyretmekle yetinen 57 Osmanlı gemisi batırıldı. Sekiz bin denizci oracıkta öldürüldü. Fransa, denizcilik tarihine ‘’şanlı bir zafer’’ yazdıklarını açıkladı. İngilizler temkinliydi; bir yanlışlık olmuş gibi davrandılar. Osmanlı’nın Mora’dan çekilmesi için bu da yeterli olmadı. Bu kez İbrahim Paşa üzerindeki baskılar artırıldı. Sonunda İbrahim Paşa ikna edildi ve isyanı bastıran ordu Mora’dan çekildi. Osmanlı hala Yunanistan’ın bağımsızlığını kabul etmiyordu. Artık tek yol kalmıştı: Savaş. Rusya’nın saldırısı(1828) bu koşullar altında başladı ve Osmanlı’nın yenilgisiyle sonuçlandı. Edirne Antlaşması’nın imzalanması Yunanistan’a bağımsızlık, Sırbistan’a da özerklik getirdi. Osmanlı’dan koparılan bu ilk ülkenin kralı da Almanya’dan geldi; BAVYERA PRENSİ OTTO, beyaz bir atın üzerinde muzaffer bir komutan gibi Atina’ya girdi. Antlaşmada adına ‘’bağdaşmazlık ilkesi’’ denen yeni bir anlayış da yüzünü gösterdi: Buna göre, ‘çatışmaları önlemek için ‘’Mora’daki Türklerin çıkarılması öngörüldü. Özerkleştirilen Sırbistan’daki Türklerin de, Belgrad ve bir iki kale hariç ülkeden sürüldüler. 

BALKANLAR’I KANA BOĞACAK, İLERİDE MÜDAHALEYE GEREKÇE OLUŞTURACAK OLAN DA İŞTE BU BATILI İLKEYDİ. BAĞIMSIZLIK FİTİLİNİ TUTUŞTURAN HER BALKAN HALKINA, AYNI TOPRAKLARI PAYLAŞAN TÜRK VE MÜSLÜMANLARI SÜRME, GEREKİRSE YOK ETME İŞARETİ VERİLMİŞTİ.

93 HARBİ VE RUSLARIN YAPTIĞI TÜRK SOYKIRIMI

TARİHİMİZE 93 HARBİ DİYE GEÇEN BU SAVAŞ, BALKANLAR’DA SİVİLLERİN DOĞRUDAN HEDEF ALINDIĞI İLK SAVAŞTI. 

Mesele toprak kayıplarının çok ötesindeydi. Kaybedilen topraklarda ve sonradan Bulgaristan olacak ülkede yaşayan Türkler, toptan kıyıma ve sürgüne tabi tutulmuşlardı. Bir milyonun üzerinde insan sürgünlerin önünde yollara düşmüş ve bunların yüz binlercesi can vermişti. Bulgaristan, Türklerin en yoğun yaşadıkları Balkan ülkesiydi. Savaştan önce, yani 1877’de, sonradan Bulgaristan olacak Tuna Vilayeti ile Edirne vilayetinin Filibe ve İslimye sancaklarında yaşayan Türklerin (aralarında Çerkezlerde vardı) sayısı 1 milyon 500 ila 1 milyon 700 bin civarındaydı ve toplam nüfusun yarıya yakınını oluşturuyordu. Bulgarların sayısı kimi kaynaklara göre Türklerden biraz daha az, kimine göre biraz daha fazlaydı. Osmanlı, Rus, İngiliz, Fransız kaynakları her iki halkın nüfusunun aşağı yukarı aynı olduğunda birleşiyordu. Tarihçi Justin McCarthy, Türk nüfusunun 1 milyon 500 bin olduğunu söylüyor. Nüfusla ilgili kaynakları değerlendiren Ömer Turan ise savaştan önce Bulgar olmayanların (1 milyon 949 bin), Bulgarlardan (1 milyon 793 bin) daha çok olduğunu, Bulgar olmayanların yüzde doksanını da Türklerin oluşturduğunu söylüyor: Buna göre, Türkler 1 milyon 600 bin civarındaydı. Rum, Ulah, Yahudi, Ermeni gibi Bulgar olmayan toplulukların sayısı da 350 bin kadardı. Demek ki, ‘’Bulgar devletinin kurulması hazırlıklarının yapıldığı bölgede Bulgarlar çoğunluğu teşkil etmemektedirler.’’ Bu durum işgal sonrasını planlayan Rus Prens Panslavist Çerkaski’nin başkanlığında kurulan Bulgaristan Mülki İdare Teşkilatı’nca da tespit edilmişti. Örneğin Tuna Vilayeti’ne bağlı Ruscuk, Sofya, Tulça ve Varna sancaklarında Türkler; Vidin ve Tırnovo’da ise gayrimüslimler çoğunluktaydı. Diğer Hıristiyan unsurlar dışta tutulunca, hiçbir yerde Bulgarların, etnik bir grup olarak çoğunluğu sağlayamadıkları anlaşılıyordu. Tarihçi Turan, Bulgaristan Mülki İdare Teşkilatı’nın Tuna ve Edirne vilayetlerindeki Türkleri ve Müslümanları ‘’def etmeyi ve yok etmeyi’’ amaçlayan ‘’nüfus ihtilali’’nin, bölgenin bu demografik durumunun tespitiyle planlandığını belirtiyor. Açıkçası katliam ve sürgünlerin nedeni kurulacak Bulgar devletinin Slav çoğunluğa dayanması fikriydi ve önceden planlanmıştı. Savaş ve ardından yürütülen saldırılarla Türk nüfusun bir milyon kadarı topraklarından sürüldü. Bunun 515 bini sığındıkları topraklarda kaldı. Sığıntıların 105 bini Edirne’ye, 60 bini Selanik’e, 140 bini Kosova ve Manastır’a, 120 bini İstanbul’a, 90 bini de Anadolu’ya yerleştirildi. Bazıları da savaştan sonra geri döndü. Bulgaristan’ın 1887 yılı nüfus sayımına göre kalan Türklerin sayısı 672 bindi. Savaştan sonra da 52 bin Türk’ün Osmanlı Ülkesine göç ettiği kayıtlıydı. Bunlara Osmanlı ellerinde kalmış 515 bin de eklendiğinde, başlangıçtaki 1 milyon 500 bin rakamına ulaşmak mümkün oluyordu. Tarihçi Ömer Turan da Türk nüfusun savaştan sonra yarı yarıya azalarak 800 bin kişiye düştüğünü belirtiyor. Bunun 515 bini göçmen olarak Osmanlı Topraklarına yerleştirildiğine göre, 250 binden fazla (McCarthy’ye göre tamı tamına 261 bin) Türk’ün akıbeti meçhuldü.Meçhul değildi aslında, nüfus tablolarında ‘’telefat’’ hanesinde gösterildiğine göre, bu insanlar ölmüştü. Peki, bu kadar insan nasıl öldü? Bir kısmı kuşkusuz, savaşlarda ve çatışmalarda can vermişti. Ama ezici çoğunluğu katliama uğramıştı, sürgün sırasında açlık, hastalık ve soğuğa kurban gitmişti. 

VAHŞİ TÜMEN

Bu katliamın sorumlusu Rus ordusu, bu ordunun Rus kazaklarından oluşturulmuş dehşetengiz birliği Vahşi Tümen ile Bulgar çeteleri idi. Vahşi Tümen, Rus düzenli ordusunun ardı sıra gelerek, Bulgar çetelerle işbirliği halinde Türk köylerine kıyım ve yağma saldırıları düzenlediler. Sivil halkın dehşete kapılıp korku içinde topraklarını terk etmeleri için her türlü şiddete ve rezilliğe başvurdular. Düzenli ordu da onlardan geri kalmadı; geçtikleri her yer ‘’çöle döndü’’.Bulgar çetelerinin sırtına ise daha da kirli görevler yüklenmişti. Osmanlı ordusunun ikmal yollarına sabotaj ve saldırılar düzenlemek sıradan işleriydi. Asıl görevleri köy basmak, tecavüz ve yağmaydı. Rusların cinayetten imtina ettiği durumlarda, kuşatılmış köylere girip kıyıma kalkışmaktı. Sürülenler geri dönmesin diye köyleri ve çiftlikleri yakıp yıkmaktı. Türklerin ‘’tarlalarını, evlerini, besi hayvanlarını ve her türlü mallarını ellerinden almak’’tı. En canice eylemleri ise savaş meydanlarındaki yaralı Osmanlı askerleri ve esirlere son darbeyi indirmekti.Yapılanlar öyle yaygındı ki, diplomatlar ve gözlemciler, yaşananların ‘’istisna değil, olağan’’ olduğunu bildiriyordu. Justin McCarthy, Ölüm ve Sürgün adlı yapıtında ‘’Olayların çoğunda Müslümanlara zulmeden Bulgarların sıradan köylüler olduğunu’’ söylüyor. ‘’Hatta bazen, halkı karma olan köylerde yüzyıllardan beri babaları dedeleri Müslümanlarla yan yana yaşamış olan köylülerdi. Bunların o çeşit eylemlere girişmelerinin nedeni, Müslümanlara karşı nefret ediyor olmaktan ya da milliyetçilikten çok, mal kapma hevesiydi.’’ O yüzden sadece Müslümanların değil, Yahudilerin de malları talan edildi.Savaştan önce ‘’Türk vahşeti’’ne ilişkin haberleri yapan Batılı gazetecilerin muhabirleri ortak bir bildiri kaleme almak gereğini duydular. Aralarında Times, New York Herald, Republique Français, Frankfurter Zeitung, Daily Telegraph gibi büyük yayın kuruluşlarının da bulunduğu 21 gazete ve derginin muhabiri ‘’Bulgaristan’ın suçsuz Müslüman ahalisine karşı işlenmiş insanlık dışı eylemlerin bir özetini imzaya bağlamayı görev’’ saymışlardı. Olaylardan Rus ordusunun sorumlu tutan gazeteciler ‘’kurbanların büyük çoğunluğunun kadınlarla çocuklar olduğunu’’ da bildiriyordu. Ayrıca bölgede görev yapan Batılı devletlerin konsolosları, bağlı oldukları bakanlıkları olaylar hakkında günü gününe bilgilendirmişlerdi. Örneğin Burgaz’daki İngiliz Konsolosu Brophy, ‘’Türk yönetiminin en kötü olmuş haline kıyasla dahi, sözde büyük bir Avrupa devletinin (Rusya) yönetimi altında durumun eskisine göre on kat daha fazla kötü olduğunu’’ görmüş ve pek büyük şaşkınlığa kapılmıştı. Edirne konsolosu Blunt, Türklerin yaşadığı kıyımları derlemişti. Bir başkası, ‘’Rusların kararlı benimsedikleri amacın, bütün Müslümanları ülkeden sürüp çıkarmak’’ olduğunu tespit etmişti. Bu tanıklıklar ve araştırmacı Bilal Şimşir’in yayımladığı sayısız İngiliz belgesi, bu büyük kıyımın büyük devletlerin gözü önünde işlendiğini gösteriyor.Kıyımın bir başka boyutu da Osmanlı uygarlığının izleriyle ilgiliydi. Ekrem Hakkı Ayverdi’ye göre bugünkü Bulgaristan topraklarında, Türk evleri ve dükkânları dışında, 3 bin 339 Osmanlı mimari eseri vardı. Bunların 2 bin 356’sı cami, 415’i eğitim yapısı, 174’ü tekke ve zaviye, diğerleri de han, hamam, hastane, çeşme, köprü gibi yapılardı. Çoğu savaş sırasında, geri kalanlar da savaştan sonra şehir planlarını bozdukları gerekçesiyle yerle bir edildi. Örneğin Filibe şehrinde 33, Sofya’da 82 cami bulunmaktaydı. Savaş sonrasında her iki şehirde de birer cami kalmıştı. Yüzyıllardır hakim unsur olarak yaşadıkları topraklar üzerinde Türkler, birdenbire azınlık durumuna düşmekle kalmamışlar, mal ve mülklerini, camilerini, okullarını, hatta mezarlıklarını bile kaybetmişlerdi.Gene de Bulgaristan’daki Türklerin sayısı, Bulgarlar için hala tehdit edici düzeydeydi. Bosna-Hersek’in bazı bölgelerinde, Balkan ülkelerinin gözlerini diktiği ve her birinin üzerinde hak iddia ettiği Makedonya (Kosova, Manastır, Selanik vilayetleri) ile Trakya’da ise Türk ve Müslümanlar mutlak çoğunluktaydı. Müslüman nüfusu rahatsız ederek uzaklaştırma siyaseti, o yüzden, savaştan sonra da devam etti. Makedonya’da sivil halka yönelik çete (çentiklerin) saldırılarının ardı arkası kesilmedi. Bulgaristan’ın 1885’de Doğu Rumeli’yi, Avusturya’nın da 1908’de Bosna-Hersek’i ilhakı üzerine, Hıristiyanların yönetimi altında bulunmayı kabul etmeyen Müslümanlar dalgalar halinde Türkiye’ye göçtü. Karadağ’da neredeyse tek bir Müslüman kalmadı. Öte yandan Ege adalarındaki Türkler de bir daha dönmemek üzere Anadolu’ya taşınıyordu. Örneğin Girit’te, 1821’de Türklerin sayısı 160 bindi. Bu sayı 1876’da 95 bine, 1897’den sonra 33 bine düştü. (Onlar da mübadelede göçmek zorunda kaldı.) Sonuçta bütün bu bölgelerden, savaştan sonra gerçekleşen göçlerle yaklaşık 340 bin kişi daha Osmanlı ellerine sığındı.Balkanlar’ın Müslüman nüfusu eriyordu. Son darbeyi Balkan Savaşları vuracaktı; ama bir farkla: Bu kez ÖLDÜRÜLENLERİN SAYISI GÖÇ EDEBİLENLERDEN, İSTANBUL VE ANADOLU’YA SIĞINABİLENLERDEN ÇOK DAHA FAZLA OLACAKTI

BULGARİSTAN TÜRKLERİNİN TARİHLE HESABI BİTMEDİ

1876 yılında Deliorman topraklarına giren Ruslar, yüzlerce yıl sürecek olan adı konmamış bir soykırımı başlattılar. Bu tarihten itibaren, Bulgaristan Türkleri denilen insanların yok edilme süreci kesintisiz devam etti. Genelde Avrupa’yı özelde ise Balkanları Türksüzleştirme planı acımasızca uygulandı. Ruslar bu işin katilliğini yaparken diğer Avrupalı devletlerde patronluğunu üstlendiler. Zulme uğrayan Türkler, zalim gösterildi. Fanatik Hıristiyan gazeteciler ve bilim adamları Türklerin Balkanlarda katliam yaptıklarını anlattılar kendi kamuoylarına. Dünya aldatıldı. Soykırıma uğrayan insanlara kimse acımadı, yardım etmedi, arka çıkmadı. Dökülen kanlar yerde kaldı. Acılar hapsedildi. Bulgaristan Türklerine yapılan soykırım adsız kaldı, yok farz edildi. 

Evet, adı konmadı bu soykırımın, Aslında soykırımdan da ötedir yapılanlar. Kültür, Bulgaristan Türklüğünün kültürü de soykırıma tabi tutuldu. Köyler, tarlalar, kasabalar yakıldı. Deliorman’ın her taşına sinmiş Türk ruhu sökülüp atılmak istendi. Bu coğrafyada Türklerin yaşadığına dair hiçbir şey bırakılmamalıydı. Tarih bile yeniden yazılmalıydı. Yeni yazılan tarih kitaplarında Türk ismi geçmemeliydi. Burada Türkler değil zorla Müslümanlaştırılmış Slavlar yaşadı denmeliydi. Tarih de soykırıma uğradı. İnsan haklarını koruduklarını söyleyen sahtekarlar da bu işin finansörlüğünü yaptılar. Onlar için en iyi Türk ölü Türk’tü nasıl olsa. 

Deliorman insanı kuşaklar boyu yaşadı soykırımı. Sindirildi. Her başkaldırışında yalnız bırakıldı, terk edildi, aldatıldı. Soykırıma uğradığı bile unutturuldu. Hafızlar silindi. Hiçbir şey yaşanmamış, acılar çekilmemiş gibi yaşandı günler. Tarih bilinci yok edildi. Araya demirperdeler, yüreklere çelikperdeler çekildi. Kardeşlik edebiyatı altında, çekilen acıların hesabı görülmedi, görülmek istenmedi. 

Bulgaristan Türklerine soykırım uygulandı. Bir kere değil, On kere değil, Yıllarca, günlerce, aylarca. Soykırımı uygulayanlar ise kanlı ellerini yıkayarak, rahat köşelerinde günlerini gün ettiler. Soykırımı yapanlar suçsuz gösterildi. Adalet yerini bulmadı. Batının yeniçerileri Türk aydınları da halkımızı uyuttu. Kardeşlik edebiyatı yaparak, gözlerimize, kalplerimize perde çektiler. Hesap görülmedi. Vicdanlar karardı. 

Bulgaristan Türklerinin tarihle hesabı bitmemiştir. Tarih ve insanlık Bulgaristan Türklerine borçludur.  

Avrupa kıtasında yerel kültürlerin, eski uygarlıkların hala varlıklarını sürdürebildiği tek yer Balkanlardır. Hani nerde Gotlar, Saksonlar, Goller. Yoklar, Hıristiyan Avrupa bu kültürleri yok etti. İnsanları tek tip haline getirdi. Balkanlarda ise arkaik kültürün bütün unsurları yaşıyor. Türkler Balkanlardaki her milletin kültürünü korudu. Günümüze taşıdı. Balkan insanı tek tip değildir. Her millet kendi kültürünü günümüze kadar yaşattı. 1 milyon Makedon’un bile devleti var. Ulah kültürü, Çingene kültürü yaşamını devam ettiriyor. 

Balkan milletlerini koruyan, arka çıkan, yobaz Katolik yayılmacılığına ve acımasızlığına karşı yıllarca o insanlara sahip çıkan Türklere ise reva görülen nedir? Kan, gözyaşı, haksızlık. Kim verecek bunun hesabını? Kimler ödeyecek bu borcu?  

Bulgaristan Türklerine yapılan adı konmamış soykırımının hesabı ödenmelidir artık. İnsanlık bu utançtan kurtulmalıdır. Yıllarca saklanan gerçekler konuşulmalıdır. Milletimizi uyutan aydınlar, bizden sandığımız yabancılar. Siz daha da suçlusunuz. Kardeşlik palavralarıyla bir halkın ruhuna pranga vurdunuz. Sahipsiz bıraktınız. 

İnsanlığın emaneti olan kültür eserlerini korumak için cart curt konuşuyorsunuz. Aklınıza gelmiyor mu? Balkanlardaki binlerce yıllık Türk eserleri yok ediliyor. Büyük Osmanlı medeniyetinin 500 yıl süresince yaptığı abideler tek tek yok ediliyor. Türk adı silinmeye çalışılıyor.Siz hala bize masal anlatıyorsunuz. Bu millet sizle de hesaplaşmalıdır. Hem de ilk önce sizle hesaplaşmalıdır. 

Bulgar demir yollarının internet sitesine girerseniz görürüsünüz ve anlarsınız Türk adından ne kadar korktuklarını. Osmanlı devleti ilk demiryolunu Rusçuk-Varna arasında döşemiştir. Mithat Paşa Tuna valisiyken yapılmıştır bu demiryolu. Bulgarlar demiryolları tarihini yazarken, Bulgaristan’da döşenen bu hattın Bulgaristan topraklarındaki ilk demiryolu güzergahı olduğunu belirtirler. Ama bu hattı döşeyen Osmanlılardan ve Mithat Paşa’dan tek söz dahi etmezler. Bulgarlara göre bu hattı uzaylılar yapmış herhalde. Bizim demiryolları tarihine baktığımız da ise İzmir-Aydın arasındaki demiryolunun İngilizler tarafından yapıldığını yazar. Anlayış farkını görebiliyorsunuz değil mi? Bulgarlar bugün dahi kullandıkları bu demiryolunu yapan bir insanı bile, sadece Türk olduğu için görmezden gelebiliyor. 

İşte tarih soykırımı budur. Unutturmak istiyorlar. Türk adını Balkanlardan silmek istiyorlar.  

Türklerin halk oyunları meşhurdur. Dünyanın hangi bölgesinde yaşarsa yaşasın Türk topluluklarının kendine özgü müzikleri ve halk oyunları vardır. Bu konuda tek istisna Bulgaristan Türkleridir. Anlayamıyorum. 500 sene boyunca egemen olan yaşamış bir milletin evlatlarının doğru dürüst bir halk oyunu bile yok. Acaba böyle mi? Türkler 500 sene boyunca eğlenirken Bulgar oyunları mı oynadılar? Tabi ki  hayır! Kendi halk oyunları, müzikleri vardı. Ama Bulgar Faşizmi bu kültürü yok etti. İnsanların hafızalarından bu oyunlar silindi. Bulgar idareciler, Deliorman Türklerinin, Rodop Türklerinin folklorunu araştırmak için destek olmak bir yana yok etmek için uğraştılar. Biz de boş verdik.  

Balkan derneklerinin gecelerine gidiyorum. Bulgaristan Türklerinin halk oyunları diye sergilenen, Deliorman folkloru diye ortaya konan bir şey yok. Biz bu kadar kültürden yoksun bir topluluk muyuz?  Değiliz tabi ki. Dernek idarecileri boş işlerle uğraşacaklarına Deliorman folklorunu, Rodop folklorunu araştırmak için çabalamaları gerekir. Biz bunu yapmazsak başkaları hiç ilgilenmez. Türk aydınlarının büyük çoğunluğunun derdi başkalarının, başka milletlerin haklarını savunmaktır. Deliorman kültürü, Rodop kültürü onların hiçbir zaman derdi olmadı. O zaman bizim silkinmemiz lazım. Bizim. Buradan Balkan Türk kültürünü yaşatmak için kurulan derneklerin idarecilerine sesleniyorum. Tüzüklerinizde yazan maddelere uygun hareket edin. Eğer bu kültüre hizmet etmeyecekseniz koltuklarınızdan kalkıp, işlerinizin başına dönün. Hem bize hem kendinize zarar vermeyin. Ben artık Balkan derneklerinin gecelerine gidince kendi halk oyunlarımı seyretmek, kendi müziklerimi duymak istiyorum.

Bakınız:

https://acikbilim.yok.gov.tr/bitstream/handle/20.500.12812/444175/yokAcikBilim_9005670.pdf?sequence=-1

EĞER GEÇMİŞİN GERÇEĞİNİ DAHA İYİ ANLAMAK İSTİYOSANIZ YAKIN TARİHE BAKIN …

KİM MAZLUM VE KİM ZALİM


BULGARİSTAN TÜRKLERİ

14. yy. sonlarında bugünkü Bulgaristan topraklarının Osmanlı İmparatorluğuna dahil edilmesi ile birlikte bu topraklara Anadolu’nun çeşitli yerlerinden göçler de başlamış ve Bulgaristan’ın her yerinde Türk-Müslüman köy ve kasabaları oluşturulmuştur. Osmanlı döneminde Rumeliye bir çok insan kaynağından iskan yapıldığı görülmektedir.

 

Bunlar:

 

  1. Konyarlar, Türkmenler ve Yörükler

  2. Tokat – Konya civarından Anadolulu halk kesimi

  3. 16.y.y. Teke (Antalya) isyanı sonrasında Balkanlara göç ettirilen Müslüman Türk Nüfusu

 

Ancak Bulgaristan’daki Türk topluluğuna Osmanlı’dan önce Bulgaristan topraklarına yerleşmiş olan Kuman, Kıpçak ve Peçenek Türklerinin bakiyeleri de katıldılar. Pomak Türkleri bu kalıntıları oluşturmaktadırlar. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde Kırım’dan göç ettirilen Tatar Türkleri de Bulgaristan’daki Türk nüfusuna dâhil oldular.

 

Bulgaristan Osmanlı İmparatorluğu’nun en önemli bölgelerinden biri olmuş ve bu bölgede eğitime, ziraata ve sanayiye büyük önem verilmiştir. Ancak tarihte 93 Harbi olarak bilinen 1877-1878 Rus-Türk Harbinden sonra Rumeli Vilayetinde Bulgaristan devleri oluşturulmuş ve Bulgaristan Türklerinin trajediler ile dolu göç ve çilekeş hayatı başlamıştır. Esas olarak baktığımızda Bulgaristan Türkleri tarihi de 93 Harbinden sonra başlamaktadır.

Bulgaristanda yaşayan Türk nufusla ilgili kesin rakamlar hiç bir dönemde kesin olarak verilmemiştir. Bulgaristan istatiklerine güvenilmemediginden dolayi Bulgaristan’daki kesin Türk nufusu bilinmemektedir. Çeşitli kaynaklara göre 1877 den önce Bulgaristan da Türk nufusu % 54,7′ sini teşkil ediyordu. Bulgar resmi istatistiklerinin 1892 yilinda Bulgar Prensliginde yaşayan Türkler 634.258 düştügünü göstermektedir. 1905 – 1910 yillarinda 600.000 ‘e inmiştir. Bulgaristan’nin Türk nufusun yaşadigi birçok bölgeyi de topraklarina katmiş olmasina ragmen, artmasi gereken Türk nufusun, aksine azaldigi görülmektedir.

 

1919 -23 Mart 1920 ‘de yeni seçimler yapıldı ve bu kez Bulgaristan çiftçi partisi tek başına iktidara geldi. Stanboliyski’nin temel hedefi, Bulgaristan’nı modern bir tarım ülkesi haline getirmekti ve bu amacı gerçekleştirmek için, bir dizi reform başlatmıştır. Yeni bir toprak reformu yapıldı. Köylere sağılık ve eğitim hizmetleri getirilmişti. Aleksandır Stanboliyski yönetiminde Bulgaristan Türkleri ilk kez bu dönemde 1919 – 1923 yıllarında, Bulgaristan Türk Azınlığı biraz rahat nefes almış oldu. Bulgar hükümet olarak da burada yaşıyan Türklere karşı görevleri bulunduğunu açıkça kabul etmiştir. Sofya Hükümetinin, Türk azınlığına karşı açıkça tutum değiştirmesinin nedenlerinden biri, Türklere Bulgarların Dünya savaşında silah arkadaşlığı etmiş, birlikte savaşıp birlikte ölmüş olmalarıdır. Bu arada Bulgaristanın imzaladığı 27.X.1919 Neuilly Anlaşmasında ,, azınlıkların korunması ” başlıklı bir altbölüm vardı ( bölüm III, altbölüm IV, madde 49 , 57 ) Stanboliyski’nin imzaladığı anlaşmada Bulgaristan Türk azınlığının bütün milli haklarını güvence altına almıştı. Birinci dünya savaşı sonunda Bulgar Hükümetinin Türk azınlığına karşı eski düşmanca tutumu değişmişti. Bu değişme Türk okullarındada açıkça görüldü. Milli Eğitim Bakanı Stoyan Omarçevski idi. 20 Mayıs 1920 de bakanlık sandalyesine oturmuştur. Eğitim alanında reformlara başlamıştır ve 21.Temmuz 1921 de yeni bir milli eğitim yasası çıkarttmıştır.

Bulgaristan Hükümeti kırk yıldan beri sanki ilk Türk azınlığına karşı sorumluluğu olduğunu hatırlıyordu. Türklerle ilgili en önemli karar, Türk okulları için de ” OKUL FONLARI ” oluşturulmasıydı. Şimdi ilk kez Türk okullarına da tarla, çayır, koru gibi gelir getirecek emlak ayrılmasına karar veriliyordu. Bakanın en olumsuz tutumu, Türkçe okul kitapları konusunda görüldü. Bu konuda yeni Bakan da eski Hükümetlerin politikasını sürdürdü. Bu konuda anlayışsız ve sertti. 1923 -1939 yılları arasında 198.688 Türk göç etmek zorunda kalmıştır. Bu Hükümet bir darbeyle 1923 yılında devrildi. Askerlerden destek alan Tsankov halk itifakı kurdu ve 09.VI.1923’te bir darbe gerçekleştirildi. Bunun sonucunda Stanboliyski kurşuna dizildi.

Tsankov yeni hükümette başbakan oldu. 1923 yılı sonlarında ulusal meclis için yeniden seçim yapıldı. Demokratik birliği çoğunluğu aldı. Çar görevden Tsankov’u aldı ve yerine Liapchev getirildi. Geçen 1921/22 ders yılında Bulgaristan Türk okullarının sayısı 1713 idi. Bunlarda 2.113 öğretmen görev yapıyor idi ve 60.540öğrenci ders görüyordu. Okullarda biri öğretmen okulu 39 ‘u ortaokul (progimnaziya idi)

Türk Bulgar göçü ilk kez düzenli bir duruma getirildiği için, bu anlaşmanın büyük önemi vardı. 27 Kasım 1919 Neuilly Barış Anlaşması ve 24 Temmuz 1923 Lozan Anlaşması ile azınlıkların haklarının korunmasına ilişkin hükümlerin Bulgaristanda yaşayan Türk azınlığa da tanınması hükmünü de getiren 18.Ekim 1925 tarihli ” Türkiye Bulgaristan Dosluk Anlaşması ve Türk Bulgar ikamet sözleşmesi ” ile Türk vatandaşlarına Bulgaristan da, Bulgar vatandaşlarına da Türkiye’de oturup yerleşme ve iki ülke arasında serbesçe gidip gelme hakkı tanınıyordu. Ayrıca iki ülke arasında isteğe bağlı göçlerde hiç bir engel çıkarılmaması, göçmenlere yanlarında taşınabilir mallarını serbestçe getirme hakkı tanınması, mallarını getirmemiş (tasviye edilmemiş) olanların ise göç tarihinden itibaren bir yıl içinde tasviye yapabilmeleri hükme balanıyordu.

Osmanlı İmperatorluğu Bulgaristandan çekilişinden sonra, oradaki topraklar işgal edilmiş ve çok sayıda Türk kardeşlerimiz esaret altına alınmış. Böylece Osmanlı ile Bulgaristan (o zaman prenslik) arasında çözümlenmesi gereken bir mesele Türk azınlık meselesi ortaya çıkmıştır. Ancak Bulgaristanda yöneticilerin politikası gereğince Türklerin soykırıma tabi tutulmuş, dilleri, dinleri, isimleri değiştirerek eritmeye çalışmış veya göçe zorlanmıştır. Bu baskılar karşısında zaman, zaman büyük dalgalar halinde cereyan eden Türk göçleri, kaynayan bir yara gibi günümüze kadar süregelmiştir.

Bulgaristandan Türkiyeye göç 1877 -78 Osmanlı – Rus savaşında başlamıştır. Bulgaristanda yaşıyan Bulgarlar ” Tek millet bir Slav devleti ” kurabilmek için, Türkleri ya buradan söküp atmak, ya da kalanları kılıçtan geçirmek, gerektiği düşüncesinden kaynaklanmıştır.

Rusların yaptığı zülümden ve katliamdan kurtulmak üzere, Rumeliden 1 milyon civarında Türk perişan bir halde göç etmek zorunda kalmıştır geride kalan malları ise Bulgarlar tarafından yamalanmıştır. 1912 – 1913 yılıBalkan Savaş’ larındada aynı olaylar tekrarlanmıştır, Türkler yine göç etmek zorunda kalmıştırlar.

18.X.1925 tarihinde “Ankara Türk Bulgar ikamet sözleşmesi” imzalanarak bu konunun düzenlenmesine gidilmiştir. Buna ramen o zamanki devlet yöneticileri Kuzeyde Rodna zaştita (Vatan korumasi) ve Güneyde Trakya komiteleri adlariyla kurulmuş olan teşkilatlar Türklere karşi saldirya geçmişler. Çeşitli baskilarla göçe zorlanmişlardir

Türk hâkimiyetinin sona erdiği yıllarda Bulgaristan da bulgarlar, Türkçe olan yer adlarını bulgarcaya çevirmişlerdir.

1943 yılında Bulgaristan da yer adları üzerine küçük bir eser yazmış olan bulgar toponimisti Vasil Mikov kitabında bunu yazmıştır. Onun bildirdiğine göre bulgaristanda ki yer adları 1903’te toplu olarak gözden geçirilmiş daha sonra 1934′ te içişleri Bakanlığının emri üzerine 1600 Türk kökenli yerleşmenin adı Bulgarcaya çevrilmiştir Mikovun eseri 1943 te yayınlanmıştır. Şehirlerden hariç dağı, tepe, akarsu ve ovaların bile adları değiştirilmiştir.

1944 yılında Bulgaristan da Millietçilik ve ırkçı davranışları reddetiğini açıklayan komunst rejimin iktidar olmasına rağmen, Türklere reva görülen baskı zülüm ve vahşetin yine aynı tempolarda, üstelik daha planlı, daha şiddetli bir şekilde uygulandığnı görmekteyiz. Türklerin asimile edilebilmesi için öncelikle sayılarının azaltılmasına gidilmiştir. Rodop illerinde 333.321 Türk; 50.967 Bulgar ve 10.720 Rum nufusunun yaşadığı belirtilmektedir. Bulgaristan da bulgarların düşüncesi ise tek bir slav topluluğu yaratmaktı idi. Bu yüzden bulgar idarecileri 1910 yılında uzman subayların hazırlamış oldukları plandan faydalanarak çok yönlü propaganda ve baskı faliyetlerinde bulunmuşlardır.

Pomak Türklerine gayri Türk ile gayri Müslüman düşüncesini aşılamak, bilinçaltına yerleştirmek ve bunları diğerlerinden ayırıp, böylece parçalanmak istendi.

1945 yılından sonra azınlıklara, özellikle de Türk halkına karşı insanlık dışı ve hukuka aykırı soykırım tatbikatı sürdürülmüştürBaskılar öncelikle Pomak Türklerinden başlanmıştır. Paşmaklı, Selvi, Tırnova, Plevne v.s. buralarda Türk isimleri değitirilmeye başlanmış.

8.IX.1946 da yapılan referandumda halkın %92 si Bulgaristanın Cumhuriyet olmasında oy kullanınca, Kral ve Kraliçe ülkeyi terketmek zorunda kalmışlardı.

 

27 Ekim 1946 de yapılan seçimlerde Vatan cepheşi kazanmıştı. ve Sovyetler Birliğinden dönen Georgi Dimitrov, başbakanlığa getirildi. Aynı yılın sonlarında, hazırlanan anayasa kabul edilerek yürürlüğe girdi. Bulgaristandaki komunist rejim, yeni anayasa ile azınlık hakları güvenceye alındığı halde, 1.500.000 Türk nufusa ırkçı ve şoven baskıları sürdürmekten vazgeçmedi. Yeni recim bir yandan azınlıklara kültürel ve dini baskıları sürdürürken, bir yandan da ırk ve milliyet esaslarına dayanarak vatandaşları arasında ayrım yapmama konusunda yükümlülük altına giriyor,

1947 Paris Anlaşması’nı ve 1948 İnsan Hakları Evrensel Bildirgesini imzalıyordu.

İkinci dünya savaşından sonra Bulgaristanda yapılan nufus sayımına göre, bu ülkede iki milyon (2.000.000) Türk yaşadığı belirlenmişti. Türklerin kendi dillerinde eğitim görmeleri imkânı kademeli olarak ortadan kaldırıldı ve Türk okulları kapatıldı. Devlet okullarında Türkçe Dersleri ise üçte bire indirildi.

1948 yılında Bulgaristanda Bakanlar kurulunca Rodoplar, Pirin ve Stranca bölgeleri için 38 nolu kararname ile yürürle girmiş olan bu karar. Bu bölgede yaşıyan insanların hayat seviyelerini yükseltmek ve onları refaha kavuşturmak amaçlanmış. Sadece hedef kitle olarak Türkleri seçmişler, bu da bulgarlaşmayı kabul edenler bundan yararlanmaları öngörülmüştür. Esas amaç halkı maddi yönden zorlamak ve zafiyete düşürmek süretiyle bulgarlaştırma yönünde yürütülen propaganda kampanyalarını etkili kılmaktır.

10.08.1950 tarihinde Bulgaristan ( 29.05.1989 tarihli Jivkov beyanatına benzer bir tarzda) Türkiye ye 3 ay içinde 250.000 Türkü kabül etmesini isteyen bir nota vermiştir. Bulgaristan Hükümeti, çok sayıda Türkü ülkeden atmakla Türk sayısını azaltma yoluna gitmiştir. Türkiye ile Bulgaristan arasında karşılıklı verilen notalardan sonra

1951 yılında Bakanlar Kurulu 865, 1096 ve 1526 nolu kararnameler ile en fazla Türklerin yaşadığı Kırcaali, Hasköy, Şumnu, Rusçuk ve Varna illerinde il halk belediyelerinin çalışmalarını yeniden düzenlemeleri öngörülmüştür.  1951 yılında başka bir kararname ise Türklere kendi dillerinde eğitim yapmaya müsade etmiş dergi, gazete ve kitap çıkarma haklarını tanımış. Parti yetkilileri bu süretle, Türklere komunist ideolojisinin aşılanmasının ve benimsetilmesinin kolaylaşacağını düşünmüşlerdir, bundan dolayı da izin verilmiş. Türk asıllı öğretmenleri radyo, basın gibi yerlerde görevli olanları pedagoji okulları ile özel kurslarda eğitereek komunist ilke ve ülkülerini Türk azınlığına nakletmek ve benimsetmek üzere hazırlanmışlardır

Aynı amaçla sıkı kontröl altında yeni ışık, Eylülcu çocuk gazeteleri ve Yeni Hayat dergisi yayınlamışlardır. Sınırlı da olsa verilen bu haklar Türk Milli şuğurunun, Türk Milliyetçiliğinin ve Türkler arasındaki dayanışmanın gelişmesini sağlamıştır.

1950 -51 yılları arasında 154.393 kişi Türkiyeye göç etmiştir.  Türkiyeye gelen soydaşlarımızla bir anket yapılmış ve bu anket sorunlarına göre, göçmenlerin %11.1 kendi arzusuyla, %85.3′ ü Bulgaristanda yaşamasının imkansız olduğndan ve %3 ‘ü göçe zorlandıklarından dolayı Türkiyeye geldiklerini açıklamışlardır. İşte % 88.3 ‘ü Bulgaristanda baskı ve zülümlerden kurtulmak üzere yaşadı, doğuduğ büyüdüğü toprakları terkederek Türkiyeye göç etmek mecburiyetinde kalmışlar. Türkler Bulgarlara bakış her zaman daha fazla olmuştur. Türk nufusun gelecekte Bulgarları aşacağı korkusu, Jivkov rejimin 1970 – 72 ve 1984 – 85 yıllarında insanlık dışı yöntemlerle Türk azınlığını yok etmek politikasına yönelmiştir.

                1956 yili sayimlarda Pomak Türkleri’ de Bulgar olarak geçmişlerdir. Bulgaristan da Komunist rejimi başlangicindan bu yana hiç bir yerde resmi nufus Türkleri bir milyondan fazla göstermemiştir.

1956 yılında BKP Merkez komitesinin nisan plenumunda Jivkov’ un iş başına getirilmesinden sonra Bulgaristanda Türklere karşı yürütüğü politika değiştirilmemiştir. Bulgaristan Anayasasında verilen haklar hiç bir zaman uygulanmadığı gibi, şimdi ise verilen hüriyetler yavaş, yavaş kısıtlanarak kaldırılmıştır. Bu çerçevede, öncelikle okullarda Türkçe eğitim kısıtlanmış Türk okulları gün geçtikçe azaltılmaya başlanmış ve böylece tamamen kapatılmaya kadar bile gitmiş. Türkçe gazete, dergi ve kitapların basını durdurulmuştur.

1959 yılından itibaren Türklerin kendi dilleriyle eğitim yapabilmeleri imkânı tamamen ortadan kaldırıldı. Böylece “tek uluslu Bulgar Devleti” yaratma politikasının planları yapıldı ve buna karşı çıkanların ölüme veya hapse mahküm edilmeye başladılar.

1959 yılından itibaren Türklerin kendi dilleriyle eğitim yapabilmeleri imkânı tamamen ortadan kaldırıldı.Bulgar Komunist Partisi Merkez Komitesi Politbürosunun 1969 yılında yayınladığı 549 sayılı ” Terörle dil, din, milliyet değiştirme” kararı ile bütün azınlıkların isim ve dinlerini değiştirme kampanyası başlatılmıştı.

 Daha 10.04.1968 tarihlerinde Varna’da Parti aktifinin önünde Bulgaristan komunist partisi Merkez Komite’nin sekretarı Venelin Kotsev konuşmasında bu endişeyi dile getirmiştir. Ve şunu söylemiş: 2000 li yıllarda Bulgarlar azınlıkta kalacaktır, bunun için önlemler alınmalıdır. Bu nedenlerden dolayı Bulgaristan’ daki Türklerin nufusunu azaltmak için, elinden gelen her şeyi yöneticiler yapmıştırlar.

1964 yılında bulgaristan idarecileri tehlike olarak gördükleri Türkleri bir an önce Bulgaristan toplumu içinde eritmek gayesini gütmüşlerdir. Amaçları Türkiyenin propagandasının etkisinde kalmamaları cehalletten süratle kurtulmaları ve ilerici birer vatandaş olmaları için; bulgarca konuşmaları, Bulgar adlarını kabul etmeleri ve bulgar geleneklerine göre yaşamaları gerektiği tarzında yoğun propaganda kampanyaları yürütmüşlerdir. Ancak istedikleri hedefe ulaşamamışlardır. 1964 yılında alınan bu karar doğrultusunda ve bunu sıkı bir uygulamaya koyulmasına rağmen, Türkleri eritmek, inançlarından vazgeçirmek koparmak ve birlik ve beraberlini yok etmek mümkün olmamıştır. Buna takriben 1969 kararı gelmiş.

1969 yılında Priobştavane / bütünleşme/  birleşme kararı alınmış ve tatbikata konulmuş. Karara göre eğer azınlıkları kendi başlarına bırakılırsa istenilen birlik sağlanmayacak, sosyalizm ile komunizm zedelenecek ve bu ilerici sstemin getirdiği haklardan eşit olarak faydalanılamıyacaktır. Bu yüzden en kısa zamanda herkez bulgarlaşmayı kabul edecek ve Komunizmin sağladığı bütün hüriyetlerden istifade ederek arzu ettiği gibi yaşayacaktır. Amaçları ise bulgaristanda tek Millet bir bulgar slav topluluğu yaratmaktır. Bu arada bu kararın girmesiyle birlikte Türk okullarının kapatılması, Türkçe konuşanlara baskı yapılması ve Türklerin yaşadığı yerlerde ana dillerini konuşmalarının yasaklanması dikatleri çeken hususlardır. Bulgaristan Türkleri de bu baskıların artmasıyla benliklerine daha fazla sarılmış ve kendi aralarında kenetlenmişlerdir.

1970 yılına kadar Bulgaristanda Türkçe yayınlanan 95 gazete ve 13 derginin hemen hemen hepsi kaapatıldı. Türkçe gazete sayısı 4’e, dergi sayısı 2’ye düşürüldü. Müslüman çocuklarını komunizmi ve ateğizmi benimsetme çalışmalarına başlandı.

1970 yılında BKP Merkaz komitesi ve politbüro yetkilileri 549 sayılı gizli tehdiş ile Milliyet ve Din değiştirme kararını almışlardır. Bu karardan sonra bulgarlaştırma faliyetleri hızlandırılmış zaman zaman kanlı katliamlara da dönüştürülmüştür.

1971 de yeni bir Anayasa hazırlandı ve Todor Jivkov Devlet Konseyi Başkanlığına getirildi. Yeni bir ulusal meclis seçildi, Stanko Todorov Başbakan oldu. Bulgaristanda Türk azınlığı asimile etme çalışmaları Jivkov döneminde giderek yoğunlaştı.

1984 yılında Bulgaristanda Türklere karşı sürdürülen baskılar bütün ülke çapında yeniden şidetlenerek doruk noktasına ulaşmıştır ve bulgaristan da kalan Türk Milletini tarihten silmek istenmiştir. Bu tür benzer bir örneğin dünyanın hiç bir yerinde devletlerde görmek mümkün değildir. Bulgaristan bu tür uygulamalarıyla devletlerarası hukuk kurallarına ve insan hakları evrensel Beyannamesini ayaklar altına aldığı gibi kendi anayasasınıda ihmal etmiştir. Bu arada dünya da buna sessiz kalmıştır.

19.04.1985 tarihinde Alman ikinci televizyonu ( ZDF ) tarafından Bulgaristanda devlet terörü ile sürdürülen din ve milliyet değiştirme uygulamaları konusu kamuoyuna açıklanmıştır. Bulgaristanda Türk köylerin kuşatıldığını, Türklere isim değiştirmek için baskı yapıldığnı, karşı gelenlerin tutuklandığnı Mestanlı da direnme neticesinde şidetli çatışmaların meydana geldiğini belertmiştir.

Amerikanın sesi radyosu 27.05.1985 tarihli haber programında, Bulgaristan da yapılan incelemelerde Bulgarlaştırma kampanyasında meydana gelen olaylarda Kırcaali de 500 Türkün öldürüldüğünü, 1000 kişi tutuklanarak kampa gönderildiğini, ayrıca 26.12.1984 tarihlerinde Mestanlı da da kanlı olayların sürdüğünü söylemiştir.

1989 yılının 19. Mayısta Djebelde bir grup insan ayaklanmış ve “Özgürlük istiyoruz, Türklüğümüzden vaz geçmeyiz, İsimlerimizi isteriz, İnsan gibi bizlerde bu dünyada yaşamak istiyoruz.” sloganları atmışlar. Böylece Bulgaristan Türkleri Komunizmin sonunu getirmiş oldular. Bunun arkasından Rusyada Türk Cumhuriyetleri bağmsızlığına kavuşmuş oldular.

                1984 yılında isim deiştirme olayları esnasında 3.300.000 kimliğin değiştirildiği ortaya çıkmıştır. Bu arada bir de hatırlatma yapalım, 1984 yılında Pomak Türkleri yoktu, onların 1970 – 72 yılında değiştirilmişlerdi. Onlarıda sayisi en az 1.000.000 olduğunu dusunur ‘sek işte Bulgaristanda Türklerin nufusu. Yani Bulgaristanın yarısının bile üstünde.

 

1989 yılında Türkler barışçı yollarla kendi haklarını yeniden kazanmak ve onurlu bir hayat sürdürebilmek için açlık grevlerine başlamış protestolar, yürüyüşler düzenlenmişler ve seslerini yükseltmeye başlamışlardır. Böylece Jivkovu ve komunizmin düşürülmesini sağlamış oldular. Türklerin üzerine Bulgaristan yetkililerinin verdiği emirlerle, asker ve polisler ateş açılarak çok sayıda Türkler yaralanmış ve öldürülmüştür. Todor İkonomovo, Kaolinovo’da olduğu gibi. Hadiseler kanlı bir şekilde bastırılmıştır. Daha sonra Türkleri evlerini terketmeye zorlamış ve kitleler halinde ülke dışında çıkarmaya başlamış.

Böylece Bulgaristanda yine etnik temizlik başlamış oldu. Bu da Bulgaristan da bir faciaya neden oldu, Kendi vatandaşlarını gayri insani şartlar altında sürgün etme yolunu seçmiş ve bir tehcir hadisesini başlatmıştır. Dünya kamuoyunu yanıltmak için ise, bu durumu “Turistik hareket” olarak tanıtmaya çalışmıştır.

Bu arada 3 ay içerisinde 340.000 kişi Türkiyeye göç etmiştir.  İnsanlık tarihinde karanlık çağlarına terkedilmesi gereken ve II. Dünya harbinden beri görünmeyen büyüklükteki bu tehcirin acıları şu anda bile yaşanmaktadır. Doğudu büyüdüğü yerleri bırakmak o kadar kolay değildir. Bunu ancak yaşayan bilir. Dünya yeniden insanlığa karşı işlenen bir suça şahit olmaktadır ve buna dur deyende bulunmamıştır.

Bulgaristan Türklerinin istediği tek şey vardı Türk olarak doğudu büyüdüğü yerlerde yaşamaktı.

 1989 yılında Jivkov iktidarının devrilmesi ile birlikte Bulgaristan’da demokrasiye geçiş başlamış ve bu geçiş hareketinde Bulgaristan Türkleri de yerini almıştır. Çoğunluğunu Türkleri oluşturduğu HÖH kurulmuş ve ilk yapılan genel ve yerel seçimlerden ülkenin 3.ncü büyük partisi olarak ortaya çıkmıştır. Böylece Bulgaristan Türkleri, Bulgaristan’ın siyasi, iktisadi ve sosyal hayatında aktif rol almaya başlamışlardır. HÖH, 1990 yılında yapılan genel seçimlerden büyük bir başarı ile çıkmış ve iktidar ortağı olmuştur. Aynı parti 1993 yılında DC-Bulgar istihbaratında çalışmış olanları devlet kademelerinden temizlenmesine karşı oy kullanarak HÜKÜMET DÜŞÜRMÜŞTÜR:

Bulgaristan’da hala Türkçe okuma yok, gazete, dergi, broşür dahi çıkmıyor. Türkçe TV-Radyo konuşulmuyor. Evet burası AB üyesi bir ülke…

https://bulturk.org.tr/v2/bulgaristan-turkleri/

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar