Dürüstlükten Ödün Verme...Gör Bak ki...Neler Olur
Bu video kime hitap etmez ki...
Allah için dinleyin
Anlayana sivri sinek saz...anlamayana davul zurna az...
işçini kandırmayacaksın
tedarikçini kandırmayacaksın
müşterinin kandırmayacaksın
Devleti dekandırmayacağız
Bu 4 temel esastır
Bunlardan birisi yıkılırsa bu masanın 4 bacağı gibi orada istediğiniz
şeyi yapamazsınız
bizde bunu yaptığımız için Gün geçtikçe büyüdük
Daha Fazlası Videoda...
Byung-Chul Han: “Bilgi Birikimi Tecrübeden Gelir, Bizlerse Bugün Amatörlüğün Korkusuyla Yaşıyoruz”
ERİŞİM:
https://www.cins.com.tr/2019/02/byung-chul-han-bilgi-birikimi-tecrubeden-gelir-bizlerse-bugun-amatorlugun-korkusuyla-yasiyoruz/
Güney Koreli yazar, kültür kuramcısı ve filozof
Byung-Chul Han, yalnızca bir kaç cümleyle günlük hayatımızın temelini oluşturan
düşünce yapılarını çürütüyor. Tabii bu tutumuyla hem alkışlanıyor hem de
eleştiri oklarının hedefi oluyor. Ünlü filozofla 2014 yılında Almanya’nın ünlü
bilim dergisi Zeit Wissen (Zeit Bilim) için gerçekleştirilen
ve onun; modern hayatın insan zihnini ve bedenini esir alan pratikleri,
özgürlük-esaret karşıtlığında sıkışmış insan iradesi ve mutluluk hakkındaki
düşüncelerini oldukça başarılı bir şekilde ortaya koyan bu söyleşiyi, Ayşe
Serra Kolcu Cins okuru için çevirdi.
SÖYLEŞİ: NİELS BOEİNG – ANDREAS
LEBERT
CİNS İÇİN ÇEVİREN: AYŞE SERRA KOLCU
Bugün “bilgi birikimi” bile ortadan kalkmış durumda,
sadece bilgi var. Bilmek bilgiden tamamen farklı bir olgu. Bilgi birikimi ve
hakikat kulağa modası geçmiş geliyor. Ayrıca bilgi birikiminin hem geçmişi hem
de geleceği içine alan farklı bir zaman çizgisi var. Şimdi, şu an bilginin
geçiciliği üzerine kurulu. Hem bilmek tecrübeden gelir. Ustaların bilgi
birikimi olur. Bizler bugün amatörlüğün korkusuyla yaşıyoruz.
“PÜRÜZSÜZLÜK GÜNÜMÜZÜ ŞEKİLLENDİRİYOR”
Buraya gelmeden önce neredeydiniz?
Her zaman olduğu gibi masamın başında.
Şu anda ne üzerinde çalışıyorsunuz?
Güzellik üzerine yeni bir kitap yazıyorum. Botho
Strauss’un röportajını okuduktan sonra yazmaya karar verdim. Kendisine neyi
özlediği sorulduğunda Botho Strauss “sadece güzellik” diyerek cevap verdi.
Başka hiçbir şey söylemedi, “Güzelliği özlüyorum” dedi sadece ama ben ne demek
istediğini anladım. Sonra güzellik hakkında bir kitap yazmaya karar verdim.
Yani bu sıralar güzellik üzerine düşünüyorsunuz.
Düşünceleriniz neye benziyor peki?
Düşünmek benzerlikleri anlamaktır. şuanda yaşadığım
bir olayla geçmişte yaşadığım olaylar arasındaki veya aynı anda gelişen olaylar
arasındaki benzerlikleri bir anda fark ettiğim çok oluyor. Bunlar arasındaki
ilişkilerin izini sürüyorum.
Peki sizce güzellik nedir?
Şuanda yaşanan ve şimdide popüler olan şeyler
arasındaki benzerlikleri fark ediyorum. Örneğin, ağda, Jeff Koon’un heykelleri
ile iPhone arasındaki benzerlik gibi.
Vücudunuzdaki tüylerden kurtulmayı bir akıllı telefon
ve sanatçıyla mı karşılaştırıyorsunuz?
Bu üçü arasındaki ortak özelliği görmek oldukça kolay: pürüzsüzlük. Bu
pürüzsüzlük günümüzü şekillendiriyor. LG’nin çıkardığı G-Flex ‘i biliyor
musunuz? Bu telefonun oldukça özel bir kaplaması var: eğer çizilirse bu
çizikler zamanla geçiyor, bir nevi kendi kendini iyileştirebilen organik cilt
gibi. Bu sayede akıllı telefonunuz tamamen pürüzsüz kalabiliyor. Bunu görünce
kendi kendime bir nesne üzerindeki birkaç çiziğin ne önemi var ki diye
düşündüm. Yüzey pürüzsüzlüğü için bunca çaba neden? Bu sorunun cevabı bize
pürüzsüz akıllı telefon, pürüzsüz cilt ve aşk arasındaki ilişkiyi veriyor.
Aşk mı? Biraz daha açıklayabilir misiniz?
Akıllı telefonun pürüzsüz yüzeyi kırılgan olmayan,
bütün hasarlara karşı dayanıklı bir cilt gibi. Ama aşk böyle değil. Bugünün
dünyasında bizde zarar görmekten kaçmıyor muyuz? Kırılgan olmak istemiyoruz,
karşımızdakine zarar vermekten ya da herhangi bir acı çekmekten sürekli
kaçınıyoruz. Aşk çok fazla bağlılık gerektiriyor, ama biz bağlanmaktan
kaçıyoruz çünkü bağlılık acıyı beraberinde getiriyor. Tutkudan kaçıyoruz ve
âşık olmak canımızı çok acıtıyor.
Aşık olmak artık yasak, Fransızca da aşık olmak
“tomber amoureux” şelkinde ifade ediliyor yani “aşka düşmek”. Bu düşüş
fazlasıyla olumsuz, ve kesinlikle kaçınılması gereken bir acı. Başka bir
bağlantı da ayrıca dikkatimi çekiyor…
“Beğenme” çağında yaşıyoruz. Facebook’ta “Beğenmeme”
gibi bir seçenek yok, yalnızca “beğenme” seçeneği var ve “beğenme” iletişimi
hızlandırırken, “beğenmeme” yavaşlatıyor. Buna paralel olarak zarar görmek de
iletişimi yavaşlatıyor. Artık sanat bile kimseye zarar vermemek üzerine
ilerliyor.
Jeff Koons’un heykellerinde ise hiçbir zarar, hiçbir
kırılma, çatlak, yarık, sivri uç hatta birleşme yerinin izi bile yok. Her şey
yumuşak pürüzsüz bir şekilde akıyor. Her ayrıntı yuvarlanmış, cilalanmış ve
pürüzsüzleştirilmiş; Jeff Koons’un sanatı pürüzsüz yüzeyler. Bugünün dünyasında
beğenilme kültürü üzerine. Aynı örnekleri siyaset için de verebilirim.
Siyasetin pürüzsüz olduğunu mu kast ediyorsunuz?
Politikacılar da artık vaatte bulunmaktan
kaçınıyorlar. Beğenilme siyasetine evriliyoruz. beğenilme siyaseti için kimi
örnek verebiliriz? Angela Merkel olabilir. Bu kadar popüler olmasının
sebebi de bu. Ne herhangi bir görüşü var ne de vizyon sahibi. Fukushima’daki
nükleer felaketten sonra birden nükleer enerjiye karşı oluverdi. Sabun gibi
kaygan da diyebiliriz kendisi için. Yani günümüzde karşımıza çıkan gerçekten
pürüzsüz bir siyaset.
Pürüzsüz cilt, pürüzsüz sanat ve pürüzsüz siyaset
arasında ilginç bir bağ var. Halbuki siyaset çoğunlukla vizyon ve bağlılık
gerektirir. Gerektiğinde zarar vermelidir. Ama bugünün pürüzsüz politikası bunu
yapmıyor. Sadece Angela Merkel için konuşmuyorum, hiçbir siyasetçi bunu
yapabilecek güçte değil. Hepsi sistemin sevilebilir uşakları. Sistemin bozuk
yerlerini tamir ediyor ve sanki bu sisteme bir alternatif getirilemez
görüntüsünü çiziyorlar. Halbuki siyasetin alternatif sunması gerekir, yoksa
bunun diktatörlükten farkı kalmaz bugün neo-liberalizm diktatörlüğünde
yaşıyoruz. Neo-liberalizmde herkes girişimcidir. Marx zamanında kapitalizmin
işleyiş şekli tamamen farklıydı. Ekonomi fabrika sahipleri ve fabrika
çalışanlarından ibaretti, ve hiçbir fabrika çalışanı girişimci değildi.
Dışarıdan bir sömürü söz konusuydu. Bugün biz kendi kendimizi sömürüyoruz.
Örneğin ben, kendimi ifade ettiğimi zannederken kendimi sömürüyorum.
“ÖZGÜRLÜK KİSVESİ ALTINDA DAHA ÜRETKEN BİR SİSTEM VAR
ARTIK”
Dolayısıyla neoliberalizm terimi sol kesimin
silahı olarak değerlendiriliyor.
Doğru değil. Neo-liberalizm toplumun bugün içinde
bulunduğu hâli çok güzel tanımlıyor, çünkü özgürlük sömürüsü üzerine kurulu.
Sistemin derdi üretkenliği arttırmak, o yüzden artık başkalarını sömürmenin
yerini kendini sömürmek aldı, çünkü artık özgürlük kisvesi altında daha verimli
ve daha üretken bir sistem oluşturulabiliyor.
Yaptığınız çıkarımlar pek iç açıcı değil. Kendi
kendimizi sömürüyor ve ne aşkta ve siyasette hiç risk almıyoruz, üstelik ne
zarar görmeye ne de zara vermeye tahammülümüz yok.
Üzgünüm, ama gerçek bu.
Bireyler bu toplumda mutluluğa nasıl erişebilirler?
İdeallerimize daha mı bağlı olmalıyız?
Sistem bunu olmasını zorlaştırıyor. Ne
istediğimizi bile bilmiyoruz. İhtiyacım olarak kabul ettiğim şeyler aslında
benim ihtiyaçlarım değil. İndirimli kıyafet mağazası olan Primark’ı buna bir
örnek. İnsanlar Primark’a gitmek için anlaşıp tek bir arabayla gidiyorlar,
çünkü Primark her yerde yok. Oraya vardıklarındaysa mağazayı, deyim yerindeyse,
yağmalayıp çıkıyorlar. Geçenlerde gazetede bir kız hakkında yazılmış bir
makaleye denk geldim. Alexanderplatz [Berlin] daki C&A’nın yanına Primark
açılacağını öğrenince sevinçten çığlık atıp eğer burada bir “Primark varsa
artık hayatım mükemmel demektir.” demiş. Peki bu hayat onun için gerçekten
mükemmel mi yoksa bu tüketim sisteminin yarattığı bir illüzyon mu? burada tam
olarak ne olduğuna bir göz atalım. Bu kız yüzlerce kıyafet satın alacak, her
biri 5 Euro olsa, ki bana sorarsanız bu tamamıyla delilik, çünkü Bangladeş gibi
ülkelerde bu giyim fabrikalarında göçük altında ölen insanlar var. Bu gibi
kızlar yüzlerce kıyafet alıyor ama asla hepsini giyemiyorlar. Peki onlarla ne
yaptıklarını biliyor musunuz?
YouTube’da toplu alışveriş videolarında gösteriyorlar.
Kesinlikle, reklam yapıyorlar!
Aldıkları kıyafetleri giyip mankencilik oynadıkları bir sürü video çekiyorlar.
her YouTube videosu yarım milyon kez izleniyor. Tüketiciler kıyafet ve diğer
şeyler satın alıyorlar ama aldıkları bu ürünleri kullanmıyor sadece reklamını
yapıyorlar, bu reklamlar da tüketimi çoğaltıyor. Diğer bir deyişle, burada
eşyaların kullanımından bağımsız mutlak bir tüketimden bahsediyoruz. Şirketler
tüketicilerine reklam yaptırıyor. Artık kendileri reklam bile yaptırmıyorlar.
Onlar için mükemmel işleyen bir sistem var.
Bunu protesto mu etmeliyiz?
Primark açılıyor ve hayatımı mükemmel
kılıyorsa ona neden onu protesto etmem gereksin ki?
Yeni kitabınız Psychopolitik’de “Özgürlük
bir dönem olarak geride kalacak” diyorsunuz. Neden?
Özgürlük zorlamanın zıttıdır. Eğer
“özgürlük” adı altında bilinçaltınıza yönelik bir zorlamaya maruz kalıyorsanız
bu, özgürlüğün sonuna gelindi demektir. Bu yüzden şu anda bir krizin içindeyiz.
Zorlamayı özgürlük olarak algıladığımız bir özgürlük krizinin içindeyiz
dolayısıyla direnmek imkânsız. Beni bir şeyler yapmaya mecbur kılan dış bir güç
olsa, buna karşı koyabilirim. Ama artık karşımda beni zorlayan karşı bir güç
kalmamışsa direnme imkânım da yok demektir. Bu yüzden kitabımın giriş
cümlesi olarak: “beni isteklerimden koruyun” demeyi seçtim; bu cümlem sayesinde
sanatçı Jenny Holzer beni meşhur etti.
Yani kendimizi kendimizden korumalıyız?
Eğer bir sistem özgürlüğüme saldırıyorsa, karşı koymam
gerekir. Ama şimdiki sistemin kalleşliği özgürlüğe saldırmayıp onu araç haline
getirmesinde. Örneğin, 1980 yılında yapılan sayımda, protestolar olmuştu.
Hatta hükümet binasına bomba atılmıştı. İnsanlar sokaklara çıktı çünkü
karşılarında devlette onların izni olmadan haklarındaki bilgileri almak isteyen
bir düşman vardı. Bugün, daha önceki dönemlerden paylaştığımızdan çok daha
fazla bilgiyi kendi elimizle dışarıyla paylaşıyoruz. Neden bununla ilgili hiçbir
protesto yok? Çünkü önceye göre daha özgür hissediyoruz. O zaman insanlar
özgürlüklerine saldırıda bulunulduğunu ya da özgürlüklerinin kısıtlandığını
düşündüler ve bu yüzden sokaklara çıktılar. Bugünse kendimizi özgür hissediyor
ve kendi isteğimizle kendi bilgilerimizi dışarıya veriyoruz.
Belki akıllı telefonlar istediğimiz yere gitmemize
yardım ettiğindendir. Yararının zararından fazla olduğunu düşünüyoruz.
Belki de, ama toplumun bu yapısının ortaçağ
feodalizminden hiçbir farkı yok. Yaşadığımız bu şey kölelik. Facebook gibi
dijital derebeyleri bize toprak verip bize işlediğiniz sürece bu toprak bedava
sizin olabilir. Biz de bu toprağı deli gibi işliyoruz. Sonunda da derebeyleri
gelip hasadı topluyor. Bu bir iletişim sömürüsü. Birbirimizle iletişim kuruyor
ve kendimizi özgür hissediyoruz. Derebeyleri de bu iletişimden para kazanıyor
ve gizli servisler bu iletişimi kontrol ediyor. Sistem aşırı verimli. Buna
karşı bir protesto yok çünkü özgürlüğü sömüren bir sistemin içinde yaşıyoruz.
Bu durumla kişisel olarak nasıl başa
çıkıyorsunuz?
Herkesin yaptığı şekilde. Tabii ki
ben de internete bağlı olmadığımda rahatsız hissediyorum. Ben de bir kurbanım.
Bir profesör ve bir yazar olarak Bütün bu dijital iletişim olmadan işimi
yapamam. Bir bütün olarak herkes bu işin içinde.
Peki Big Data teknolojilerinin rolü ne?
Rolü oldukça önemli çünkü Big Data sadece bilgileri
görüntülemek değil özellikle insan davranışlarını kontrol etmek için
kullanılıyor. Ve eğer insan davranışı kontrol ediliyorsa özgür olarak
verdiğimizin kararların tamamı manipüle edilmiş demektir, bu durumda Big
Data nedeniyle özgür irademiz tehlike altındadır.
Big Data’nın yeni bir toplum sınıfını yükselişe
geçirdiğini yazmışsınız.
Bugünün dijital toplumu sınıfsız bir
toplum değil. Acxiom data şirketini ele alalım mesela: insanları
kategorilere ayırıyor. En alt kategorinin ismi “ziyan”. Acxiom yaklaşık 300
milyon ABD vatandaşının yani neredeyse ülkenin tamamının bilgilerini satıyor.
Şu ana kadar ABD vatandaşları hakkında FBI (ABD Federal Soruşturma Bürosu)’dan
hatta büyük ihtimalle NSA (Ulusal Güvenlik Teşkilatı)’den bile daha fazla şey
biliyorlar.
Acxiom’da insanlar 7 kategoriye ayrılıyor ve perakende
mal gibi kataloglarla pazarlanıyorlar, her türlü ihtiyacınız için bir tane
alabiliyorsunuz. Pazar değeri yüksek olan tüketiciler “Kayan Yıldızlar” grubuna
giriyor. Yaşları 26 ila 45 arasında değişen, dinamik, sabahları koşuya giden,
çocuksuz ama evli olabilir, vegan hayat tarzını benimseyen, seyahati seven,
televizyonda Seinfeld insanlar bunlar. Big Data bu şekilde
toplumda yeni bir sınıf oluşturuyor.
Peki “ziyan” sınıfında kimler var?
Market değeri düşük olanlar. Kredi almak
için uygun olmayanlar mesela. Jeremy Bentham’ın ideal hapishanesi olan
Panoptikon’un yanı sıra sosyolog Zygmunt Bauman’ın “ban-opticon” olarak
tanımladığı bir sistemle karşı karşıyayız. Panoptikon sistemdeki mahkumların
görüntülendiği bir sistem, ban-opticon ise bu saldırgan sistemin dışında olan
insanları istenmeyen olarak tanımlayıp onları dışlayan bir ölçü. Klasik
Panoptikon disiplin için kullanılırken, ban-opticon her nasılsa sistemin
güvenliğini ve verimliliğini sağlamaya yarıyor. NSA (Ulusal Güvenlik
Teşkilatı)’ nın ve Acxiom’un birlikte çalışması ise ayrı bir konu, sonuçta biri
istihbarat diğeri ise özel sektör.
“İNSANLAR ÇOKTAN ZOMBİYE DÖNÜŞMÜŞ”
“Ziyan” sınıfının sonunda yeterli çoğunluğa
ulaşıp kontrol edilmekten kurtulması mümkün mü?
Hayır değil. Çünkü bu insanlar öne
çıkmıyorlar, utanıyorlar, işsizlik maaşıyla geçiniyorlar mesela. Sürekli korku
hissetmek zorunda bırakılıyorlar. İş arayanların bu kadar korkarak
yaşayabilmeleri resmen delilik. Ban-opticon içinde hapsedilmişler, kendi korku
hapishanelerinden çıkamıyorlar. İş arayan bir çok insan tanıyorum, hepsi çöp
muamelesi görüyorlar. Dünyanın en zengin ülkelerinden biri olan Almanya’da bu
insanlara serseri muamelesi yapılıyor. Onurları ellerinden alınıyor. Bu
insanlar tabii ki protesto yoluna gitmiyorlar çünkü durumlarından utanıyorlar.
Durumlarından toplumu sorumlu tutmaktansa kendilerini suçluyorlar. Bu sınıftan
hiçbir politik hareket beklenemez.
Oldukça moral bozucu. Bunların hepsi ne zaman
bitecek?
Ne olursa olsun, durum böyle devam
edemez, en nihayetinde doğal kaynakların sınırlılığı buna izin vermez. Petrolün
belki de en fazla 50 yılı var. Almanya’da bir kandırmacanın içinde yaşıyoruz.
Kaynaklarımızın çoğunu dışarıdan alıyoruz. Şu anda bilgisayarlarımızı,
giysilerimiz, ve telefonlarımızı Çin üretiyor. Ama Pekin çöle git gide daha çok
yaklaşıyor ve havası nefes alınamayacak kadar kirli. Kore’deyken Seul’e doğru
gelen sarı toz bulutları gördüm. Maske takmazsanız bu tanecikler ciğerlerinize
zarar veriyor. İslerin ilerleyiş biçimi oldukça korkutucu. Bu durum bir süre
daha yolunda gidebilir ama bu nasıl bir hayat? Ya da vücutlarındaki bütün
değişimleri tansiyonlarını, kan şekerlerini, yağ oranlarını saat başı ölçen ve
bu bilgilerin hepsini internete koyan insanları düşünün! Buna kendini takip
deniyor. Bu insanlar çoktan zombi olmuş, Georg Büchner’in Danton’s
Death’de dile getirdiği gibi ipleri bilinmeyen güçler tarafından kontrol
edilen kuklalara dönüşmüşler.
“MUTLULUK HEDEFLEYECEĞİMİZ BİR DURUM DEĞİLDİR”
Profesör Han, Güney Kore’de ilk olarak metalürji
üzerinde eğitim aldınız. Gelecek vaat eden bir metal teknisyeni olan Byung-Chul
Han nasıl bir filozof ve önde gelen bir sistem eleştirmen oldu?
Ben teknoloji delisiyim. Çocukken
radyoları, diğer elektronik ve mekanik aletleri kurcalamaya bayılırdım. Aslında
elektrik ya da makine mühendisi olmak istiyordum ama metalürji oldu. Oldukça
hevesli bir teknisyen ve tamirciydim.
Peki neden bıraktınız?
Çünkü bir keresinde kimyasal bir deney
yaparken bir patlama oldu. Hala izleri duruyor. Neredeyse ölüyordum ya da en
iyi ihtimalle kör kalabilirdim.
Bu nerede oldu?
Seul’de evimde. Ben Öğrenciydim. Bütün gün tamir,
kaynak ve lehim işleriyle uğraştım. Çekmecelerim kablolarla, ölçülerle ve
kimyasallarla doluydu. Bir nevi simyacıydım. Metalürji modern simyacılık
aslında. Ama patlamanın olduğu gün bıraktım. Hâlâ bir şeyleri tamir ediyorum
ama artık kablolarla uğraşmıyorum ya da demir lehimlemiyorum. Düşünmek de bir
nevi tamircilik gibi. Üstelik düşünmek de patlamaya yol açabilir. Düşünmek en
tehlikeli eylemdir, atom bombasından bile daha tehlikeli. Çünkü dünyayı
değiştirebilir.
İnsanlara zarar vermek istiyor musunuz?
Hayır. Mevcut durumu anlatmak için böyle söyledim. Bir
şeylerin gerçek yüzünü görmek zordur. Ben bu yüzden daha çok görmeye ve görerek
öğrenmeye çalışıyorum. Gördüklerimi de yazıyorum. Kitaplarım bazılarına zarar
veriyor olabilir çünkü ben insanların görmek istemediklerini yazıyorum. Acımasız
olan ben ya da yaptığım çıkarımlar değil yaşadığımız dünya. Merhametsiz, deli
ve absürt.
Mutlu bir insan mısınız?
Ben bu soruyu sormuyorum.
Yani bu soru sorulmamalı mı?
Aslında bu anlamsız bir soru.
Hedefleyebileceğiniz bir durum değildir. Bu terimi tanımlamanız lazım. Mutluluk
derken neyi kast ediyorsunuz?
Basitçe: dünyada olmaktan keyif alıyorum,
evdeyken dünyayla bağlantılı hissediyorum, dünyadan zevk alıyorum, iyi uyuyorum.
En sonuncuyla başlayalım. Benim iyi
uyuyamıyorum. Filozof Wilhelm Schmidt ile birlikte dünden önceki gün
katıldığımız iyi yaşam üzerine bir sempozyumda the Goldberg
Variations isimli parçayı açtım. Bach Goldberg Variations’ı
ciddi uykusuzluk sıkıntısı çeken bir Kont için besteledi. Seyircilere Marcel
Proust’un Kaybolan Zamanın İzinde kitabının ilk cümlesini
hatırlattım. Türkçesi şöyle: “Uzun bir zaman boyunca, erken yattım.” Ama
Fransızcasında aslında şöyle “Longtemps je me suis couché de bonne heure”. “Bonheur” mutluluk
demek. Yani doğru çevirisi şu: “Uzun bir zaman boyunca yatağa mutlu girdim.”
Seyirciye iyi uyumanın mutluluğun bir işareti olduğunu söyledim. Ben de
uykusuzluk çekiyorum.
Uyuyamadığınızda ne yapıyorsunuz?
Ne yapıyorum? Öylece yatıyorum. Diğer
bir noktaya değinirsek: dünyada olmaktan zevk alıyor muyum? Bu sahte dünyada
olmaktan nasıl zevk alınabilir ki? Mümkün değil ve dolayısıyla mutlu değilim.
Çoğunlukla dünyayı anlamıyorum. Bana çok absürt geliyor. Absürtlüğün içinde
mutlu olamazsınız. Bence mutlu olmak için bir çok illüzyona ihtiyaç var.
Nelerden zevk alırsınız?
Dünyadan zevk alamıyorum.
Lezzetli bir dilim pasta mesela?
Ben pasta yemem. Lezzetli bir öğün bana zevk verebilir
ama Berlin ve Almaya’da yemek bir problem. Görünüşe göre Almanlar iyi yemekten
anlamıyor. Belki Protestanlıktan gelen bir şeydir, duyulara olan düşmanlıktan.
Asya’da yemeğin tamamen ayrı bir yer vardır, buradakinden çok daha yüksek bir
yerde tutulur. Almanya’dakinin tersine insanlar yemek için çok para harcarlar.
Japonya mesela, orada yemek bir kült bir estetik biçimidir. Özellikle de
yemeğin inanılmaz derecede taze olması. Pirincin kokusunun da mutlulukla bir
alakası olabilir.
Bu söyledikleriniz mutluluğun bir tanesi gibi geliyor
kulağa. 30 yıldır Almanya’da yaşıyorsunuz. Bununla nasıl başa çıkabiliyorsunuz?
Ben buna başa çıkmak demezdim.
Almanya’da yaşamayı seviyorum. Buranın sakinliğini seviyorum, Seul’de bu
sakinliği bulamam. Alman dilini özellikle seviyorum, kelimeleri de öyle.
Kitabımı okuyan herkes bunu görebilir. Burada kullanarak rahatça felsefe
yapabildiğim bir dilim var. Evet burada beni mutlu eden şeyler var. Yemek
bunlardan bir tanesi değil ama Glenn Gould’un çaldığı Bach besteleri öyle.
Saatlerce Bach dinliyorum. Bach, Schubert’in Winterreise’ı ya da
Schumann’ın Dichterliebe’si olmasaydı Almanya’da bu kadar uzun süre
kalır mıydım bilmiyorum. Felsefe eğitimim boyunca çok şarkı söylerdim özellikle
de Schumann ve Schubert şarkılarını, bir çok şan dersi de aldım. Piyano
eşliğinde Winterreise söylemek çok keyifli…
“DİL SUSTURULUYOR”
Yani güzellik var! Dünyayı yerden yere vurmaya
bayağı bir vakit ayırıyorsunuz.
Belki de. Öğrencilerimi gerçekten umutsuzluğa
sürüklüyorum, çünkü derslerimde hep bu problemleri anlatıyorum. Son dersimden
bir önceki dersimde bugün çözüm üzerine düşüneceğiz dediğimde aralarından beni
alkışlayanlar oldu. Bizi umutsuzluktan kurtaracak!
Ne kadar güzel. Çözüm bizim de sizinle birlikte
üzerinde durmak istediğimiz bir başlık.
Çözüm üzerinde ben de kafa yormak
istedim ama bunu yaparken ortaya sadece daha çok sorun çıktı.
Aman ne güzel… Peki başka ne sorunlar var?
Günümüzde dil yok sadece suskunluk ve
acziyet var. Dil susturuldu. Diğer yandan da muazzam bir gürültü var, iletişim
gürültüsü; öte yandan inanılmaz bir kelime yoksunluğu söz konusu, kelimesizlik
sessizlikten farklı bir şey. Sessizlik çok şey anlatır. Sessizliğin bir dili
vardır. Durgunluk da çok şey anlatır ve bir dil olarak kabul edilebilir. Ama
gürültünün ve kelime yoksunluğunun dili yoktur. Günümüzde var olan tek şey
kelime yoksunu, gürültülü bir iletişim, ki bu da büyük bir sorun teşkil ediyor.
Bugün “bilgi birikimi” bile ortadan kalkmış durumda sadece bilgi var. Bilmek
bilgiden tamamen farklı bir olgu. Bilgi birikimi ve hakikat kulağa modası
geçmiş geliyor. Ayrıca bilgi birikiminin hem geçmişi hem de geleceği içine alan
farklı bir zaman çizgisi var. Şimdi, şu an bilginin geçiciliği üzerine kurulu.
Hem bilmek tecrübeden gelir. Ustaların bilgi birikimi olur. Bizler bugün
amatörlüğün korkusuyla yaşıyoruz.
“FELSEFE DE YAVAŞ YAVAŞ POZİTİF BİR BİLİME DÖNÜŞÜYOR”
Bilimde yaşananlarla ilgili ne düşünüyorsunuz?
Bugün bilim bilgi birikimi oluşturuyor mu?
Bilim adamları artık bilgi birikiminin
toplumsal içeriği hakkında kafa yormuyorlar. müspet araştırmalar yapıyorlar.
Her türlü bilme eylemi bir güç ilişkisi içinde gerçekleşir; ve güç ilişkileri,
yeni kapasiteler yeni bilgi birikimleri ve yeni söylemler ortaya çıkarırlar.
Bilgi her zaman güç yapısının içinde yer alır. Bir gücün etkisi altında
olduğunuzun farkına varmadan ve bilginin bağlamsallığı üzerine kafa yormadan
öylesine müspet araştırma yapmaya kalkmazsınız. Artık bağlamsallık üzerine
düşünülmüyor. Felsefe de yavaş yavaş pozitif bir bilime dönüşüyor. Toplumla
değil yalnızca kendisiyle ilgileniyor. Topluma karşı kör olmaya başlıyor.
Bütün akademik eğitim sisteminden mi
bahsediyorsunuz?
Aşağı yukarı evet. Şimdinin bilimi
Google’da araştırma yapmak, kimse eylemlerinin sonucunu düşünmüyor. Beşeri
bilimler eylemleri eleştirmek üzerine yoğunlaşmalı, ama kimse bunu yapmıyor.
Duygular üzerinde yürütülen bir çok araştırma var örneğin. Bu araştırmalardan
birinde yer alan bilim insanlarına bunu neden yaptıklarını sormak istiyorum.
Eylemleri üzerine düşünmüyorlar.
Sizin öneriniz nedir?
Bu, beşeri bilimlerin toplumun hangi
yönüyle ilgilendiğine bağlı. Kendi araştırmamızın toplumsal arka planını açık
bir biçimde anlamalıyız, çünkü bütün bilgiler sistemin güç ilişkilerinin birer
parçasıdır. Neden bugün duygular üzerinde yürütülen bu kadar çok araştırma var?
Belki de duygular artık üretken güç olarak görüldüğü için. Duygular kontrol
aracı olarak kullanılıyor. Duyguları etkilerseniz, insan davranışını
bilinçaltını kullanarak kontrol edebilir ve manipüle edebilirsiniz.
Şimdi de komplo teorisyeni gibi konuştunuz. Daha fazla
zekâ ile daha iyi bir sistem oluşturmak mümkün müdür?
Zekâ (intelligence) sözcüğü intel-legere kökünden
gelir, satır aralarını okumak, farklılaşmak anlamlarına gelir. Zeka sistem
içinde farklılaşma eylemidir. Zekâ yeni bir sistem yeni bir dil oluşturamaz.
Zihin zekâdan tamamıyla farklıdır. Çok zeki bilgisayarların insan zihnini
taklit edebileceğine inanmıyorum. Bütünüyle zeki bir makine tasarlayabilirsiniz
ama bu makine asla yeni bir dil icat edemez, bence. Makinenin bir zihni yoktur.
Hiçbir makine ona verilen girdiden daha fazla çıktı üretemez. Yalnızca hayat
denen mucize girdisinden fazla ve tamamen farklı bir çıktı ortaya koyabilir.
Hayat ruhtur. Makinelerden farklıdır. Ama her şeyin otomatiğe geçtiği ve
algoritmalarla yönetildiği yerde hayat tehlikeye düşer. Ray Kurzweil gibi
post-humanistlerin düşlediği ölümsüz makineleşmiş insan artık insan değildir.
Belki teknolojinin yardımıyla bir gün ölümsüz olabileceğiz ama o zaman hayatı
kaybedeceğiz. Hayatın kendisi pahasına ölümsüzlüğü elde edeceğiz.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar