EFENDİ KELİMESİNDEN
EFENDİ KELİMESİNDEN HAREKETLE NASREDDİN
HOCA’NIN KİMLİĞİ HAKKINDA GÖRÜŞLER[1]
ÖZET
Dildeki kelimeler toplumdilbilim açısından
incelendiği zaman ilginç sonuçlar ortaya çıkmaktadır. Bu incelemeler, genelde
kabul edilmiş ama delillendirilmesinde sıkıntı duyulan müphem konulara ışık
tutabilmektedir. “efendi” kelimesi de bunun güzel örneklerinden biridir.
Bu kelime Yunanca kökenlidir. Anadolu
Selçukluları döneminde Bizans Yunancasından Türkiye Türkçesine geçmiştir.
Türkiye Türkçesi kanalı ile de Türkmence, Özbekçe, Kırgızca ve Uygurca gibi
Türk yazı dillerine yerleşmiştir. Türk dünyasının genelinde bilinen ve sevilen
bir tip olan Nasreddin Hoca, özellikle Türkmenistan’da, Özbekistan’da,
Tacikistan’da, Kırgızistan’da ve Çin’in Uygur bölgesinde “efendi” diye
adlandırılmaktadır.
Bu yazıda, “efendi” kelimesi ve anlamlarından
hareketle, Nasreddin Hoca’nın nereli olduğu, yaşadığı dönem ve fıkralarının
yayılma yönü üzerinde durulmuştur. Ayrıca Nasreddin Hoca’nın Ahi Evren olduğu
iddiası da sorgulanmıştır.
Anahtar Kelimeler: efendi, Nasreddin Hoca, Ahi Evren, toplumdilbilim, fıkra
ABSTRACT
Interesting results arise when the words in
language is analysed in socio-linguistik. This analyses can throw light on a
cloudy subject which is unproven but accepted in general. Efendi words is one
of the good examples of this.
This word is Greek origin. ît came down from
Byzantine Empire Greek to Turkey Turkish in Anatolia Seljuk period. ît settled
down t oto Turkish literary Languages as Turkoman Turkish, Uzbek Turkish, Kirghiz
Turkish, and Uyghur Turkish through the channel of Turkey Turkish.
The Nasreddin Hodja is a chracter who is known
and liked in almost all Turkish World. The Nasreddin Hodja has been designated
by being “efendi” in Turkmenistan, Uzbekistan, Tajikistan, Kyrgyzistan, and
region of Uygur in China.
In this study, it was mentioned that where was
the Nasreddin Hodja from and period which was Nasreddin Hodja live and
direction of anecdote spreading by taking into consideration of “efendi” words
and its means. Moreover, allegation of the Nasreddin Hodja was Ahi Evren
ascertained.
Keywords: efendi, the Nasreddin Hodja, Ahi Evren, socio-linguistik, anecdote
Dilden hareketle toplumun özellikleri hakkında
bir takım belirsizlikleri, açıkça söylenmemiş olanları ortaya çıkarabilmekte,
varsayılanları delillendirebilmekteyiz. Bu anlamda dil toplumun gününün ve
dününün bir yansıtıcısı olarak görünmektedir. Bir örnekle açacak olursak;
Kıbrıs’a Anadolu’dan göç edenlerin göçü ile ilgili tüm ayrıntılar Osmanlı
arşivlerinde kayıtlıdır (Orhunlu, 94; Gökçe, 4). Bu arşivdeki bilgiye, Hasan
Eren’in Kıbrıs’ta kullanılan dar bölge kelimelerin Anadolu’da hangi bölgelerde
kullanıldığını
Rıdvan ÖZTÜRK
ortaya koyan çalışmasında da ulaşılmıştır
(Eren). Bölge ağız özellikleri, ses yapısı, bölgeye has kullanılan ekler veya
kelimeler, vurgulamalar gibi özelliklerin gerisinde akrabalık yapısının, aynı
boydan, aynı soydan gelmenin olduğunu söylemek mümkündür. Burada “efendi”
kelimesinden hareketle, kelimenin seyrini ve bu seyirle birlikte kavramın
yönünü göstermeye çalışacağız.
“EFENDİ” KELİMESİ HAKKINDA KISA BİLGİ
Türkiye
Türkçesinde “efendi” kelimesi
Türkçe Sözlük’te “efendi” kelimesinin
genellikle unvan olarak kullanılışı ön plana çıkar. Eskiden eğitim görmüş
kişilerin özel adlarından sonra kullanılan, günümüzde ise “bey” unvanından
farklı özel adlardan sonra kullanılan ikinci derece bir unvan olarak
belirtilmiştir. Yine “koca” ve mecazi olarak da “saygıdeğer, ince, çelebi” gibi
yan anlamları da bulunmaktadır. Ünlem olarak da kullanılan bu kelimenin asıl
anlamı “buyruğu yürüyen, sözü geçen kimse; adam, bey, bay”dır.
“efendi” kelimesi söz dizimi içinde isim,
sıfat, zarf, ünlem, doldurma söz olarak kullanım alanı bulmuştur: efendibaba,
efendi efendi, efendi gibi yaşamak, efendiden bir adam, efendim nerede ben
nerede, efendime söyleyeyim; efendim, efendicağızım; efendice, efendilik.
(Tietze, 690; TDK 1988, 432-433).
Esas itibariyle resmiyet, devlet görevliliği
anlamlarını ifade eden bu kelime, zamanla bu resmi sıfatın beraberinde
bulundurması gereken saygı, tahsilli olma ve halka yakın olma gibi özelliklere
sahip olan kişileri ifade etmede de sıfat veya unvan olarak kullanılmıştır.
Efendi kelimesinin
kökeni ve geçmişi hakkında
Efendi kelimesinden bahseden gerek sözlükler
olsun, gerekse ansiklopedik bilgiler veren yayınlar olsun kelimenin Yunanca
asıllı olduğu konusunda hemfikirdirler. Yunanca (Rumca) asıllı olan kelime; efendi—
Oyun afthentis auösvTyç bey, efendi, saygı hitabı — EYun authentes
reşit ve mümeyyiz kişi, vekil olmayan, asil anlamlarında olup, < authentein
sorumluluk ve yetki sahibi olmak kökünden türenmiştir. (Nişanyan, Tietze, 690)
Yine Yunanca Türkçe Sözlük’te “efendi”
kelimesi; kirios “bey, beyefendi, sayın, bay, koca, centilmen, mazbut,
sahip” ve arhondas “bey, ağa, hâkim, baş, reis, hükümdar, emir”
anlamlarına geldiği görülmektedir. (YTS 115, 415) arhondas kelimesinin
kökü olan “arhondia” kelimesi de soylu görünüş, asalet anlamlarındadır
(YTS 115). Başlangıçta mutlak hakim veya bir kölenin ya da cariyenin sahibi
olan kimse demekti. (Banarlı, 123).
Kelimenin geçmiş dönemlerindeki kullanılışı ile
ilgili kaynaklarda verilen bilgilerden hareketle , “efendi” kelimesinde şu
genel özellikleri tespit edebiliriz:
1.
Kelime
Türkçeye Anadolu’da Selçuklular döneminde Bizans Yunancasından geçmiştir.
Bu konu ile ilgili en geniş bilgiyi Köprülü
vermektedir. Köprülü, özellikle Jean Psichari’nin* ve ve Jean Deny’nin
“efendi” kelimesi hakkında verdiği izahatları kelimenin epeyce tetkik
edilmesine rağmen, kelimenin Anadolu Türkçesine ne zaman geçtiğinin o zamana
kadar tespit edilemediği için bu hususta bilgi vereceğini bildirir:
“efendi kelimesine gelince, Bizans’tan
Türklere geçtiği muhakkak olan ve şimdiye kadar epeyce te t. kik edilen bu
kelime hakkında burada izahata girişecek değiliy. Yalnız, bu kelimenin Anadolu
Türkçesine ne zaman geçtiği şimdiye kadar tespit edilemediğinden, bu hususta
kısaca bilgi vermek istiyoruz: Anadolu’da XII- XIV. Yüzyıllarda kullanıldığı, o
devir eserlerinden anlaşılan “efendi” kelimesini “İbn Battuta” yazdığı gibi,
Eflaki Menakıbi’nde deyine bu kelimeye rast geliyoruz; bunlardaki kullanılış
tarzı, kelimenin Rumca aslına tamamıyla uyuyor. ” (Köprülü 169)
2.
Kelimenin
XI-XII. yüzyıllarda kullanıldığı metin örnekleri görülmemektedir. Bu durum, bu
yüzyıllarda Anadolu’da Türkçe eserlerin bulunamayışı ile de ilgilidir. Ancak,
Bizans müesseselerinin etkilerinden biri olarak “efendi” kelimesinin
gösterilmesi ve tespit edilen ilk yazılı metinlerden itibaren bu kelimeye
rastlanması kelimenin Bizans’la ilk temasın hemen ardından alıntılanmış
olduğuna işaret etmektedir.
Oğuzların Anadolu’yu yurt edinmelerine paralel
olarak Türklerle Bizanslılar arasında dil, kültür, devlet düzeni ve yapılanması
ile ilgili etkilenmelerin olduğu görülmektedir. Batılı kaynaklarda bu
etkilenmenin daha çok Bizans etkilemesi şeklinde olduğu kanaati hâkimdir.
Mesela Rambaud ve Scala’ya göre:
Bizans’taki doğuya ve batıya mahsus iki
“domestique des scholae”, Osmanlılardaki “Anadolu ve Rumeli
beylerbeylikleri”nin modelidir; “vezır-ı azam”, “granddomestique”tir; “kapudan
paşa”, “megaduc”tür; “reisülküttab”, “grandlogohete”tir; “defterdar”lar “logotkete'lerdir;”
kadı asker”, “juge du camp”dır”. İstanbul Eparchia’sının şehremaneti olarak
muhafazası, ellerindeki gümüş değneklerde gümüş zincirler şıkırdayan çavuşlar,
çavuşbaşılar, “kanun, defterdar, gümrük, efendi” kelimeleri ve inşaat ve
techizata ait birçok tabirler, sikkeler ve ölçülerin bir kısmı hep Bizans’tan
alınmadır” (Köprülü.22, 27)
Köprülü, “Bizans Müesselerinin Osmanlı
Müesselerine Tesiri” adlı eserinde, Anadolu Türklerinin bilhassa XI-XII.
yüzyıllarda kuvvetli Bizans tesiri altında kalmalarının pek tabii olduğunu,
Osmanlılar devrinde Bizans’tan Türklere [3] [4]
geçtiği iddia olunan şeylerin mühim bir kısmını
ise XI-XII. yüzyıllarda aramanın daha doğru olduğunu kabul eder. Rambaut ve
Scala gibi araştırıcıların Bizans etkisi olarak belirttiği müesseseleri tek tek
ele alarak işleyen Köprülü, bu fikirlere katılmadığını beyan ederek, pek mahdut
şeylerde mesela Osmanlı denizciliğinin gelişmesinde, “alay” ve “efendi”
kelimeleri gibi bir iki noktada Bizans etkisinin olduğunu, bu etkilerin de
İstanbul fethinden çok önce, Anadolu Selçukluları zamanında vukua gelmiş
olabileceğini belirtmektedir (Köprülü 175, 198).
3. Kelime esas itibariyle bir resmiyet,
devlet görevliliği karşılığında kullanılmıştır. Şehzadelere, padişahlara veya
beylerin kardeşlerine efendi denilmesi kelimenin anlamında resmiyetle birlikte
bir asaleti de göstermektedir. Selçuklular zamanında da görülen bu özellik,
Osmanlı devrinde de devam etmiştir:
“Kastamonu Emirinin kardeşine “Efendi”
unvanı veriliyordu. II. Mehmed’in Galata ahalisine vermiş olduğu meşhur Rumca
fermanda dahi, Fatih ’in kendisi için “Efendi” unvanını kullandığını
görüyoruz.. XV. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak “Efendi” kelimesinin
münevver sınıfa mensup okumuş adamlara verildiğini söyleyebiliriz.. ” (Köprülü
169—170)
“Osmanlı sarayının kuruluşunda padişahlar da
kendilerine Efendi unvanını verirlerdi. Nitekim bu deyim bir hitap olarak
imparatorluğun yıkılışına kadar devam ettiği gibi, Osmanlı sarayını takliden
kurulan Arap saraylarında Efendinâ şekli ile devam etmiştirfMehmet Ali Paşa
sülalesinde olduğu gibi). Şehzadeler ise, XVIII. Yüzyıldan sonra Çelebi Sultan
yerine Efendi lakabiyle anılmışlardır.” (TA 373-374).
4. Kelimedeki resmiyet ifadesi, devlet
görevliliği ifadesi, Osmanlı döneminde askeri terminolojide de kendisini
göstermektedir:
“Osmanlı devrinde ağa, bey, paşa gibi devlet
memurlarına verilen bir unvandı. Efendi Kapısı ve Efendi Dairesi (yeniçeri
kâtibinin bürosu), Yeniçeri Efendisi, (Yeniçeri kâtibi), Efendiler (Hazine-i
hümayundaki dört yazıcı), Efendi (Şehzade), hanımefendi, beyefendi, Efendimiz
(hükümdar ve derecesine göre hâkim, vali, nazır vb.) gibi deyimler
türetilmiştir.” (TA 373).
5. Kelimenin resmiyet ve asalet
anlamlarının bu değerde görülen kişilere de verilmesi onların gerektirdiği
okuryazarlık, tahsil durumu, saygıdeğerlik, halkın beğenisini ve sevgisini
kazanmışlık gibi özellikleri de ifade edecek şekilde kullanımlarını beraberinde
getirmiştir.
Mevlana’nın kızı “Melike Hatun” daha ziyade
“Efendi-Poulo= Efendimizin kızı” lakabıyla anılıyordu. (Köprülü 169)
“XVI. yüzyıldan itibaren Efendi kelimesi
daha çok tahsilli (özellikle medrese) kimselere izafe olundu. Bunun sonunda
okuma yazma bilenlere teşmil edildi ve bir nevi rütbe anlamı kazandı.” (TA
374).
“Tanzim attan sonra sivil ve askeri rütbeler
tesbit olunurken siviller arasında bâlâ (b. Bk.) derecesine kadar ve askerler
arasında binbaşıya kadar Efendi unvanının tevcihi uygun görülmüştü. Halk
arasında ise öğrencilere Efendi (tahsil yapmakta oldukları için), yakınlık ve
saygı ifadesi olarak efendibaba, efendi birader ve Rumeli ağzında aynı deyimler
özellikle gelin için kaynata ve kayınbirader yerine kullanılmıştır.” (TA 374).
6. Kelimenin din ulularına da izafe
edilmesi, onların anlatımında kullanılması ikinci dereceden görülmektedir.
Kelimenin dini mahiyetli olarak kullanılmasının daha geç döneme ait olduğunu ve
gerçek anlamının ne olduğunu Şeyhülislam Ebussuut Efendi’nin verdiği bir
fetvada daha bariz bir şekilde görülmektedir:
‘Efendi tabiri Türki söz müdür ve manası ne
demektir? Zeyd efendi demek kafırane bir sözdür. Vakit olur ki efendi Allah ’a
da derler, böyle diyen kâfir olur dese Zeyd’e ne lazım olur? Beyan buyurup
mesap oluna.
Elcevap, Allahu a’lem. Efendi lafzı Türki
lügat ile kefere lügati müşterektir. Sabun gibi. Manası kulun ve cariyenin
maliki demektir. Gayri nesnenin malikine efendi denmez- Hak teala hazretine
efendi demek hatadır. Esmaullah-ı tevkfiyedir. İzin-i şer’i olmıyıcak ıtlak
olunmaz”’ (Pakalın 1983, 506)
Fetvaya
muhalif olarak “efendi” kelimesinin Tanrı için kullanılmasının tasavvuf
edebiyatında görülmesi sonraki dönemlerin özelliği olmalı. Tasavvuf ananesinde
seslenişe karşılık cevap ünlemi olarak “efendim” denildiğinde “efendimiz Allah”
denilmesi veya "Efendiler efendisi" ifadesi ile de, herşeyin terbiye
edicisi ve yegâne sahibi, maliki olan Allahu Teâlâ’nın kastedilmesi (Banarlı
123, tasavvuf) bunu açıkça göstermektedir.
“Cenabı hakka Efendi denmesi Ebussuud Efendi
(b. Bk.)nin fetvası ile ççasaklanmıs ise de Resulullah’tan itibaren din
ulularına bu deyimle hitap etmek âdet olmuştur: Peygamber Efendimiz, Resulullah
Efendimiz, pirim efendim, şeyhimiz efendi hazretleri vb gibi. Efendi deyimi
resmi yazışmalardan 26 Kasım 1934 tarih ve 2590 sayılı, efendi bey, paşa gibi
elkap ve unvanlara dair kanunla kaldırılmış bulunmaktadır. (TA 374)”
7. Efendi kelimesi zaman içerisinde önce
“çelebi” kelimesi ile yan yana, sonra “çelebi” kelimesinin yerine kullanılır
olmuş (Banarlı 124), bu kullanılışa ters orantılı olarak da “çelebi”
kelimesinin anlamında bir daralma ortaya çıkmıştır:
‘XV. Yüzyılın ikinci yarısından sonra tahsil
ve terbiye görmüş insan manasına olarak kullanılmaya başlamıştır. Yavaş yavaş
Çelebi sözünün yerini almıştır, ilmiye sınıfına mensup olanlarla diğer ricalin
de bu şekilde hitap olunmuştur. ” (Sertoğlu, 94).
Efendi kelimesinin
Mevlana’nın Divan-ı Kebir’inden hareketle anlamları
Selçuklu dönemine ait Anadolu’da verilen en
eski eserlerin Farsça olduğu bilinmektedir. Bu eserlerde zaman zaman Türkçenin
izini sürmek de mümkün olmaktadır. Mevlana’nın veya zamandaşlarının dilinde yer
yer Türkçe kelimelerin, ibarelerin ve hatta Türkçe kısa cümlelerin yer aldığı
görülmekte, mülemmalı söyleyişlere rastlanmaktadır. Her ne kadar “efendi” kelimesi,
başka yazarlar ve şairler tarafından da kullanılmış ise de,[5] sonraki
dönem metinlerinde kelime; Mevlana’nın şiirlerinde geçtiği sıklıkta geçmemekte,
anlam olarak da bütün anlamlarını bir arada ifade etmekten uzak kalmaktadır.
Ayrıca En yakın tespit edilen Eflaki (Ö. 1360) ile karşılaştırdığımızda
kelimenin Türkçede kullanımını ortalama yüz yıl kadar geriye götürmüş oluyoruz.
Mevlana’nın (1207—1273) Divan-ı Kebir adlı
eserinde geçen “efendi” redifli şiirlerde kelimenin sıklıkla kullanılmış
olması, kelimenin ne anlamlar ifade ettiğini belirlememize yardımcı olmaktadır.
Şimdi bu beyit numaralarını da yanlarında vermek suretiyle şiirlerden hareketle
“efendi” kelimesinin anlamlarını belirleyelim (Gölpınarlı, 55—57, 560—563):
a.
Efendi,
dirlik ve düzeni sağlayan kişidir. (747). Toplu bulunulan meclis, pazar gibi
yerlerin düzenleyicisidir (767).
b.
Efendinin
belli bir mekânı vardır. Efendinin damı, efendinin
evi, efendinin tuzağı vardır. Suçluların
kollarını, kanatlarını, ayaklarını bağlar (7395-7397, 7418, 7421, 7425).
c.
Efendi
gece gezen, gece birilerini arayabilen bir vasıftadır (7405). Bazen keşiş
kılığında siyahlar giyerek elinde sopa ile, bazen bir garip Arap görünümünde
tebdilikıyafet edip gezer (7407).
d.
Efendi
güçlüdür; ister doğulu olsun, isterse batılı olsun herkes ondan tir tir titrer
(7415). “koy” dese kurt kuzuyu bırakır. Aslanları avlayacak güçtedir (7408).
Varlığı ile gölgeyi yok eden güneştir,. Sayesinde kazalardan, belalardan emin
olunur (766).
e.
Efendinin
adı, efendinin varlığı, her şeyin olması gerektiği şekilde olmasını sağlar;
süde öz, şekere tat, ay ve güneşe ışık verir (7428). Sadece efendi, değil, onun
sıradan kulları bile özel mi özel canlardır, ateş görünümlü ışıktır (7432).
f.
Efendi
birden fazla dil bilir. Hangi dille söylerse söylesin dili şirindir (7408).
Efendiden bahsedilirken kullanılan Türkçe kelimeler onun kimliği hakkında yol
gösterir. Efendinin “ev”i vardır (7425), “toy” düzenler (7420) ve “koy” diye
buyruk verir (7422).
g.
Efendi
cimri değildir, cömerttir. Devamlı bağışlarda bulunur, sofrası Halil İbrahim
sofrası gibidir (7423). Padişahlar bağış alır, efendi bağış bağışlar (7429).
Efendinin borcunu kimse ödeyemez. Bunun için
Karun’un hâzinesi, gökteki yıldızlar, kutlu ülke
hatta can bile verilse ödenemez (7399,7433).
h.
Efendinin
yüzü aydınlıktır (7398), görmek için peşinden koşulacak güzelliktedir (7416);
tatlı ve alımlı yüzü canlara Kabedir (7430). Saçları gölge verecek kadardır
(762). Yüzünün mushafından Kasas suresi okunur (763). Gözleri nergis gözdür
(764—765).
i.
Efendi,
ayağı öpülecek mertebededir, kul sahibidir (761). Onları nimetlerle besler
(751). Kulları da özeldir (7432).
Mevlana’nın LXIX numaralı (748—771) gazeli
genel anlam itibariyle “efendi”nin yukarıda sıraladığımız anlamlarına uygun
gelmekle birlikte; görevinin, güzelliğinin, vasıflarının pek de farkında
olmayan birine bunları hatırlatma tarzında kısmen sitemkârane bir üslup ile
söylenmiştir. Bu şiirin sonunda sitem edilen kişi “A Tebrizli, Tanrı Şemsi,
zamanın Musa’sı sensin. Gönlümün Turdağına, va’de verilen çağda gitmişsin a
efendi” şeklinde belirginleştirmiştir. Buradan hareketle “a efendi” denilen
kişinin Tebrizli Şems olduğu kanaatine gidilebilir. Yine “Ey efendi Çelebi”
diye seslendiği kişiye “Hoş geldin, gel yukarıya” diyen kişi için “efendi”
kelimesi bir dostu, tanıdığı ifade eder (7406).
Bütün bunlardan
hareketle şöyle bir “efendi” portresi oluşturabiliriz:
“Efendi, hizmetinde kulları bulunan, dirlik
düzeni sağlayan, güçlü, gerektiğinde bu gücünü kullanarak suçluları tutuklayan,
bunun için zaman zaman tebdilikıyafet eden, sözü geçen, güvenilir biridir.
Belli bir mekânı olan efendi, tir tir titreten
gücüne rağmen, müşfik ve cömerttir. Sofrası gibi eli de açıktır. Devamlı
bağışlarda bulunur. Onun hakkını ödemek mümkün değildir.
Yüzü aydınlık, beyaz ve güzeldir. Saçları kısa
değildir. Sakalı, yüzünde Kasas suresi gibidir, seyrektir.
Efendi, birden fazla dil bilir, ama onu
yansıtan, dilinden dökülen kelimeler Türkçedir.”
Bu bilgiler ışığı altında, “efendi”nin genel
özelliklerini de göz önüne alarak Nasreddin Hoca’nın tarihî şahsiyetinde
aranması gereken vasıfları ortaya koymaya çalışalım. Bu bağlamda da Ahi Evren
Hace Nasirüddin Mahmud el- Hoyî’nin Nasreddin Hoca olabilirliği konusunu
tartışalım:
1. İsimlerdeki benzerlik bunların aynı şahıs
olduklarını gösterir mi? Şüphesiz bu geçerli bir delil değildir. Aynı dönemde
aynı adda birçok kişi bulunabilir. Araştırıcıların en çok yanılgıya düştükleri
noktaların başında sadece Nasreddin, Nâsırüddin, Nasîrüddin gibi isimlere
takılıp kalması, bunu destekleyici diğer vasıflara daha az itibar etmeleri tam
sonuca ulaşmalarına engel olmuştur Ahi Evren’in adı içinde geçen Nasirüddin
ibaresi de tek başına bizi sonuca götürmekten uzaktır. Başka araştırıcıların da
bu isim üzerinde yoğunlaşmaları, onları Nasreddin isminde birçok tarihî
şahsiyete yönlendirmiştir. Bunlar arasından, İ. H. Danişmend’in bir yazma
Selçukname’ye dayanarak Nasreddin
Hoca olarak belittiği (Danişmend 221, Altundağ
111) 2. Mesud zamanında müstevlilik (maliye görevlisi) hizmetinde bulunmuş olan
Kastamonu beyi Çobanoğullarından Yavlak Arslan’nın oğlu Nasîreddin Mahmud,
efendi tiplemesine uygun görünmektedir. Halkın büyük sevgisini kazanmış,
meziyetleri ve seciyesi dolayısıyla övülmeye değer bu kişi, Moğol ordularının
başındaki veliaht Geyhatu’nun güven ve takdirini kazanarak onun birçok zulmünün
önlemiş, bu yüzden halkın güven ve takdirini kazanmıştır. Ancak bu devirde
benzer özellikte dört Nasreddin’in bulunması bu kişinin tarihi şahsiyetini
gölgelemektedir (Tecer 40—41). İ.H. Danişmend’in Kastamonu beyi Yavlak
Arslan’ın oğlu Nasireddin Mahmud’u Nasreddin Hoca olarak sunmasını İ.H. Konyalı
kabul etmemektedir. Ancak Konyalı, bu görüşüne delil olarak özellikle 1476
yılında Fatih döneminde tutulan bir vakıf kaydını delil olarak göstermektedir.
Akşehir’de bir vakıf kaydedilirken “vakf-ı Mevlana Nasreddin ...” ifadesi
kullanılmıştır. Bu kişi emir, vezir ve müstevfi olsaydı “Elemirü’l- kebir” gibi
bir ifade kullanılırdı diyerek Yavlak Arslan oğlu Nasireddin Mahmud’un,
Nasreddin Hoca olamayacağını kesin bir vesika ile ispat ettik demektedir
(Konyalı 257—258). Akşehir merkezli düşünmediğimiz zaman bu görüşün sadece bir
isim benzerliği olabileceği ihtimali gündeme gelmektedir. Köprülü’nün “efendi”
kelimesinin ilk kullanıldığı yerler arasında, Kastamonu emirinin kardeşine
efendi denilmesinden bahsetmesi bizi Selçuknamede belirtilen şahsa doğru
yönlendirmektedir. Nasreddin Hoca’nın kimliği araştırılırken Nasreddin, Nasirüddin,
Hoca Nasır, Nusreddin gibi isimler kadar “efendi” kelimesi üzerinde de
durulması gerekir. Çünkü “efendi” kelimesi bu anlamda hangi Nasreddin’in efendi
yani hoca olduğunu da gösterecektir. Akşehir’de türbesi bulunan Nasreddin’in de
bu anlamda gerçekten Hoca olup olmadığı tartışmaya açıktır. Türk dünyasının hiç
azımsanamayacak bir bölümünde Nasreddin Hoca karşılığında kullanılmakta olan
efendi kelimesi bize Nasreddin Hoca’nın tarihi kimliğini belirlemede ipucu
vermenin yanı sıra, onu ne kadar tereddütsüz tarihi derinliğe
götürülebileceğimizi göstermektedir. Kelimenin Türkçeye geçiş zamanını Bizans
Selçuklu ilişkileri temelinde gördüğümüz zaman bunu en erken 11. yüzyılın son
çeyreği olabileceğini söyleyebiliriz. Ahi Evren’in yaklaşık iki yıl kadar süren
vezirliği ile Kayseri’de sürdürdüğü kadılık görevi; Maliye görevlisi ve Moğol
zulmüne karşı etkin olabilen Nasireddin Mahmud’a göre efendi müessesesine daha
uygun görünmektedir. “efendi” makamı, vezirden alt, kadıdan daha üst bir makam
olmalı.
2. Nasreddin Hoca olarak aradığımız tarih
tiplemesinde sadece zekilik, hazırcevaplık gibi bariz mizah özelliklerinin yanı
sıra, bilgelik, kadılık gibi özelikler de hep aranagelmişitir. Bu özelliklere
“efendi” kelimesinin terim anlamı da ilâve edilmelidir. Efendi kelimesinde
tespit edilen resmiyet, basit bir kadılık ile geçiştirilebilecek kadar hafif
görülmemelidir. Hüküm vermek kadar bu hükmü fiili olarak uygulamayı veya
uygulatmayı da sıfatında barındırmalıdır. Yine bu resmiyet Akşehir, Kırşehir
vb. gibi dar bir alanda değil, ülkenin genelini ilgilendiren geniş bir alanda
olmalıdır. Bu ölçekte bir makamı elbette o dönemin tarihini inceleyenler daha
net olarak ortaya koyacaklardır. Ama bizim burada söyleyebileceğimiz şey; bu makamda olan kişinin resmiyeti
olduğu, bu resmiyetin en azından sıradan bir kadılık olamayacağı, yürütme
yetkisinin de olduğu ve halkla içiçeliğinin bulunduğu bir makam olduğudur. Bu
makam sahibinin ekonomik gücü de (yardım ve ihsanda bulunma) olmalıdır. 12—13.
yüzyıllarda “efendilik” makamına uygun bir görevde bulunmuş, adı Nasreddin veya
bu söyleyişe benzer söyleyişlerde olan tarihi şahsiyetler arasında aranabilir.
Selçuklu müesseseleri tarihi, özellikle de “efendi”ler bu gözle
incelenebilirse, elle tutulur verilere ulaşılabilir kanaatindeyiz.
3. Nasreddin Hoca’yı “efendi, ependi,
apendi” şeklinde adlandıran Türk bölgelerine baktığımızda 50—90. boylamlar ile
40. enlemin iki yanını içine alacak şekilde bir alanı göstermektedir. Bu alan,
İran’ın kuzeyinde ve daha üst tarafta ise Hazar’ın alt doğu sahillerinden
başlayıp Türkmenistan, Özbekistan, Tacikistan, Kırgızistan ve Doğu Türkistan’ı
içine almaktadır. Anadolu merkezli olan “efendi” kelimesinin Anadolu’da ve
İran’da Nasreddin Hoca karşılığında kullanılmayıp bu bölgelerin doğuya doğru
devamı olan bölgelerde kullanılması ilginçtir. Bilindiği ve yukarıda da temas
ettiğimiz ölçüde Anadolu’da “efendi” kelimesi varlığını devam ettirmektedir.
Ancak Nasreddin Hoca’yı ifade etmemektedir. Özellikle Osmanlı döneminde uzun
süre kullanılmış olan terminolojik anlamlarına baktığımızda bizim Selçuklu
döneminde özellikle 12— 13. yüzyıllarda aranılması gerekir dediğimiz efendilik
makamına ve vasıflarına uygun bir kullanılış alanı olduğu görülmektedir. Burada
efendi kelimesinde anlam genelleşmesi ve anlam genişlemesi olması sonucu,
kelime tek kişiyi veya tek makamı anlatmaktan çıkarak daha geneli anlatır
konuma geçmiştir. Bu değişme sürecinde efendi diye bilinen veya vasfedilen
şahsın da bir başka özellikle anılması, vasfedilmesi ortaya çıkmıştır. Diğer
coğrafyalarda Nasreddin Hoca’nın “Hoca, Koca” diye unvanlandırılması, anılması,
Nasreddin Hoca tiplemesinin bu bölgelere yukarıda enlem ve boylamlarını
verdiğimiz bölgeye göre daha sonra yayıldığını veya Anadolu sahasındaki, bu
anlam ve unvan değişmesinin daha sonra bu bölgeleri de etkilemesi ile
alakalıdır.
4. İran’da gerek “efendi” kelimesinin
gerekse “hoca” kelimesinin öne çıkamaması da yine tarihi olaylar ve
anlayışlarla doğrudan ilgilidir. İran’da da Nasreddin Hoca fıkraları yaygındır.
Ancak burada Molla Nasreddin denilmektedir. Tipleme aynı olduğu hâlde, hem
doğusundan hem de batısından farklı olmak üzere İran’da ayrı bir kelimenin
kullanılması buradaki tipin Nasreddin Hoca tipi olmadığını göstermez. İran’daki
Fars asılılar Molla Nasreddin’in İsfahan ahalisinden “Meşhedî” adlı halis bir
İranlı olduğuna inanmaktadır (Dakuki, 116). Yine İran’da Nasreddin Hoca’nın 13.
yüzyılda yaşamış olan Horasan’a bağlı Tus kentinde doğan Nasirüddin Tusi
(1201—1274) ile aynı kişi olması ihtimali ileri sürülmüştür (İmran 35). Hulagu
Han’a danışmanlık yapan ve hoca unvanı ile de bilinen bu âlim şahsiyetin
“efendi” olarak nitelendirilmesi kelimenin terim anlamına pek uymamaktadır.
Arada böyle bir isim değişikliği karakterin değişmesinden ziyade karakterin
ifade ettiği muhite sıcak bakmamakla ilgili olmalıdır. Siyasi tarih
incelendiğinde Osmanlı- İran, İran-Türkistan çekişmeleri, savaşları ile bu
bölgelerdeki dini anlayış farklılıklarının bize bu sahiplenmedeki ad
değişikliğini izah edeceğini düşünüyorum. Bu
farklılığın bizi ilgilendiren bir başka boyutu ise şudur: Anadolu merkezli olan
“efendi” kelimesinin İran’ın doğusunda kullanıldığı hâlde, İran’da
kullanılmaması bu geçişin yukarıda değinilen Osmanlı-İran, İran- Türkistan
çekişmelerinin olmadığı bir dönemde olduğunu gösterir. Bu çekişmenin olmadığı
dönem ise, Selçuklu, Cengiz ve onun devamı mahiyetindeki Timurlular dönemidir.
Anadolu sahasında Timurlular dönemine gelmeden “hoca” isimlendirmesinin
şekillenmiş olması gerekir.
5. Nasreddin Hoca, “efendi” kelimesinin
Türkçeye ilk geçiş döneminde ve geniş bir kitleyi ilgilendiren bir görev olarak
da terminolojik bir karşılığı bulunduğu bir zaman diliminde yaşadığı düşünülen
bir şahıs olmalıdır. Bu şahıs etrafında anlatılanlar, dinleyenler tarafından
Anadolu’dan Çin’e kadar olan bir coğrafyaya yayarak götürmüşlerdir. Bu yayma
işinde şüphesiz en etkili olanlar uzun süre Anadolu’da yaşadıktan sonra
Azerbaycan’a ve Türkistan’a dönmek zorunda kalan kitleler olmuştur. Nasreddin
Hoca fıkralarındaki Timur düşmanlığının Anadolu coğrafyası dışında da var
olması bu şekilde izah edilebilir (Tatar 462, 467).
“Moğolların Anadolu’daki hâkimiyeti
esnasında muhtelif vesilelerle Anadolu’ya bir takım Moğol-Tatar kitleleri
gelerek müsait sahalarda aşiret halinde yaşamışlar ve Anadolu’da... kah o
tarafa kah bu tarafa yardım ederek çapulculuk suretiyle nim müstakil bir göçebe
hayatı sürdürmüşlerdir.” (Köprülü 2005, 15). Timur’un Anadolu’ya yerleşmiş olan
Tatarlardan otug bin çadırı, Agerbaycan ve İrak’tan göçürdüğü halkı Kayar ve
Isıg Göl civarına yerleştirmiştir. (Çağ 208). Anadolu’dan göçüp Safevî
devletinin hizmetine giren Anadolu Türkmenleri ve Ahiler özellikle Agerbaycan
bölgesinde ve Ageri Türkleri arasında Nasreddin Hoca motifinin yaygınlaşması ve
yerleşmesini sağlamışlardır. (Bayram 241—242).
Dolayısıyla Nasreddin Hoca’nın tarihî şahsiyeti
aranacaksa bu muhakkak Anadolu bağlantılı olarak yapılmalıdır. Böyle bir
şahsiyet Anadolu doğumlu olmayabilir, ama Anadolu’da kullanılan bir unvanı, kendisini
yansıtacak ölçüde kullanacak kadar Anadolu’da kalmış veya Anadolu ile ilgili
olması gerekir. Onun için Hoca Nasirüddin Tusi gibi ad benzerlikleri “efendi”
ölçeğine vurulduğu zaman bu tiplemenin dışında kalmaktadır.
6. Yine Fars lügatlerinde “efendi”
kelimesinin Türk lügatlerinde olduğu gibi yer almaması şahsın milliyeti
noktasında da ışık tutmaktadır. Kelimenin diğer Türk lehçelerine de Batı
Türkçesinden geçtiği bilinmektedir (Pakalın 506). Tarih lügatlerinin yanı sıra,
normal kelime lügatlerinde de kelimenin Anadolu kökenli olduğu
bildirilmektedir: Özbek Türkçesinde kelimenin Yunanca asıllı Türkçe bir kelime
olduğu gösterilmiş, Türkiye Türkçesindekine benzer anlamlar sıralandıktan sonra
dördüncü anlam olarak da Hoca Nasreddin’i belirttiği bildirilmiştir. (Ma’rufov
I, 63). Yine aynı şekilde Uygur Türkçesinde de kelimenin Yunanca asıllı olduğu
gösterildikten ve Türkiye Türkçesindeki anlamlarına benzer anlamlar verildikten
sonra Özbek lügatinde olduğu gibi dördüncü anlam olarak Hoca Nasreddin’nin
sıfatı veya lakabı gibi açıklamada bulunulmuştur (Yakut 68). Azeri Türkçesi
lügatinde de efendi kelimesinden bahsedilirken
verilen bilgiler yukarıda belirtilen görüşleri teyit eder niteliktedir. Lügatte
kelimenin Yunanca asıllı olduğu belirtildikten sonra eski dilde Sünni
ruhanilere verilen lakap olduğu ve yine geçmişte Türk aydınına seslenme için
kullanıldığı bildirilmektedir. Kelimenin Nasreddin Hoca ile ilgisinden
bahsedilmemektedir (Abdullayev II, 302).
7. Nasreddin Hoca, bazılarına göre
Horasanlı (Tus şehrinden) (îmran 35), bazılarına göre Buharalı (Cabbarov 47),
bazılarına göre Doğu Türkistanlı (Kurgan 85) olarak gösterilmiştir. Hoca’ya
vatandaş olarak sahip çıkan bölgelere bakıldığında da yine en eski Nasreddin
Hoca fıkralarının yayılma alanları efendi kelimesinin yayılma alanı ile
uygunluk göstermektedir. Bir kısım kaynaklarda Nasreddin Hoca fıkralarının ve
dolayısıyla da Nasreddin Hoca’nın Anadolu’dan Türkistan’a, Hindistan’a Timuroğullarının
yardımıyla ulaştığı belirtilmektedir (Holthoer 93). Bu durum bazı araştırıcılar
tarafından da farklı bir yaklaşımla teyit edilmektedir:
“Nasreddin Hoca fıkralarını Kazan
baskılarına 1837 yılında İstanbul’da 1838, 1840 ve daha sonraki yıllarda Bulak’ta
neşredilen Letaif adlı kitap kaynaklık etmiştir... Nasreddin Hoca fıkralarının
Türk dünyasında tanınmasında Kazan yayımlarının yanı sıra Türkistan’da
1862—1863 yıllarında Osmanlı Türkçesinden Çağatay Türkçesine aktarılması da
etkili olmuştur.” (Özkan 19— 20). Ekim ihtilalinden önce Taşkent ve Buhara’da
taşbasma ile basılan “Letaif-i Hoca Nasreddin” adlı kitapta Nasreddin Efendinin
Rum (Türkiye) de yaşadığı yazılıdır. Tatarca “Letaif Hoca Nasreddin”de de
Hoca’nın Anadolu’da yaşadığı belirtilir (Koçar 123).
8. Bayram, Ahi Evren’in “Letaif-i hikmet”
ve “Letaif-i Giyasiyye” adlı eserlerinde geçen birçok hikâye ve mazmun Hoca
fıkrası olarak anlatılmaktadır. Mesela Pertev Naili Boratav’ın elyazması
Nasreddin Hoca veya Nasreddin Hoca latifelerinden devşirdiği 143/207, 123/129,
158/258, 228/478, 183/336, 226/479 fıkralar. Ayrıca M. Arslan B. Paçacıoğlu’nun
“Letaif-i Nasreddin Hoca”sında geçen 166, 325 numaralı hikâyeler “Letaif-i
hikmet”ten alınmıştır, demektedir (Bayram 230, 233—236).
Ahi Evren’in yazmış olduğu tespit edilen
eserlerdeki Nasreddin Hoca fıkraları ile örtüşen latifeler, onun Nasreddin Hoca
olduğunu göstermez. Nasreddin Hoca fıkralarında zaman zaman farklı şahsiyetlere
ait latifelerin karıştığı görülmektedir. Bazı Nasreddin Hoca fıkralarında
olduğu gibi, “Ye kürküm ye” adlı temel geleneksel Nasreddin Hoca fıkrası “Da
Zhi Du Lun” adlı eserin 14. bölümündeki eski bir Hint hikâyesine dayanmaktadır
(Bi Xun 731). Üstelik kişinin kendi eserinde anlattığı hikâyelerin kahramanı
konumuna geçmesi pek muhtemel görünmemektedir
9. Nasreddin Hoca fıkralarında Hoca’nın
eşinden yakınmasını anlatan fıkralarla bağlantı kuran Bayram, Ahi Evren’in eşi
Fatma Bacı’dan bahisle: “Fatma Hanım Bacıyan-ı Rum örgütünün lideri olup
görevinden dolayı eşine gereken ilgiyi gösterememesi, sık sık evinde
bulunamamasına yol açmıştır. Moğolların Kayseri’yi işgalinde esir düşmüş, 14—15
yıl esarette kalmıştır. Esaretten sonra
kocasının yanına dönmüştür. Ahi Evren’in ölümünden sonra bir evlilik yapmış, bu
evlilikten çocukları olmuştur. Ahir ömründe Hacı Bektaş’a sığınmış, Hacı Bektaş
onu kendisine bacı edinmiş ve himayesine almıştır. Hoca da sık sık eşinden
yakınmıştır. İşte Fatma Hanım’ın bu durumu Hoca’nın hanımı tipinin ortaya
çıkmasına yol açmıştır.” demektedir (Bayram 232—233).
Her ne kadar bu sebepler böyle bir tipin ortaya
çıkmasında uygun bir zemin yaratacak gibi görünüyor ise de, Ahi Evren’in hayatı
ve zamanı ile ilgili olarak Bayram’ın verdiği bilgiler uyumlu değildir. Ahi
Evren’in en az 90 yaşında iken öldürüldüğü düşünülürse Fatma Hanımla ne zaman
evlenmiş olmalı. Anadolu’ya geldiği 1204 yıl ile Kayseri’de Kadı bulunduğu 1214
yılı aralığında bir tarihte (hatta on on beş yıl daha sonra bile) evlendiği
düşünülse, bilgilerde çelişki görülmektedir. Fatma Hanım, Evren ile evlendiği
zaman 14—15 yaşında olsa bile onun ölümünden sonra başka biri ile evlenip bu
evlilikten çocukları olması yaş bakımından pek mantıklı görülmüyor.
10. Mevlana’nın Mesnevi’sindeki on kadar
hikâyede ve bu hikâyeler etrafındaki açıklamalarda Ahi Evren Nasirü’d-din’den
bahsettiğini ve yerdiğini tespit etmiş bulunuyorum. Divanı-ı kebir’de ise
sadece bir defa onun adını Nasirü’d-din olarak anmıştır. On sekiz şiirde de
gene onun bir takım meslekî sıfatlarını ve özelliklerini anarak aleyhinde
bulunmuştur. Ayrıca beş şiirde de Ahi Evren’in talebesi olan ve onun yanında
yer alan oğlu Alau’d-din Çelebi hakkında yazmıştır... Mesnevi’de ve Divan-ı
kebir’de “hace, cuha, ejder, mar, muhannes (eşcinsel), hadım, ebter
(zürriyetsiz), kundeh, pelid (çirkef), margir (yılan avcısı), hırsız gibi kötü
sıfatlarla ve tahkir edici sözlerle onu insafsız bir biçimde kötülemektedir..
Bütün bu sözlerle hep aynı kişiyi hedef aldığı açık olarak fark edilmektedir.
İşte o kişi Ahi Evren diye bilinen Hace Nasirü’d- din’dir. Mevlana zaman zaman
muhalifini mesleği ile de anmaktadır. Onu dabbağ (derici), ahi, yılancı,
danişmend (bilge), ve hace gibi meslek bildiren sözlerle anmakta ve
hicvetmektedir (Bayram 82—83).
Mevlana’nın Mesnevisi’nde ve Divan’ında geçen
ve yukarıdaki paragrafta verilen kötü sıfatlardan hareketle belli bir şahsı
bulmak biraz zorlama olarak görülür. Bir ahlak kitabı, hikmet kitabı gibi
düşünülen bu eserlerde benzeri ifadeler fazlasıyla geçecektir. Kişinin yaşadığı
devir itibariyle etrafındakilere uygun hikâyeler anlatması tanımlamalarda
bulunması gayet tabiidir. Bu bizi her zaman doğru sonuca götürmeyebilir.
Bayram’ın aynı kişiye yönelik olarak belirttiği sıfatlar gerçekten Ahi Evren’i
kötülemek için kullanılmış olabilir. Ancak bizim yukarıda Mevlana’nın
şiirlerden hareketle belirlemeye çalıştığımız ve sonraki dönemlerdeki
kullanımına uygun anlamlarda olan efendi kelimesi, Divan-kebir’den işlediğimiz
şiirlerde Ahi Evren’i kastederek olumsuz bir gözle tavsif edecek şekilde
kullanılmamıştır.
11. Bayram, “Ahi Evren’in fizikî özellikleri
Mevlana’nın onu kastederek söylediği şiirlere göre Hace Nasirü’d-din iri
cüsselidir. Yüzü ve sesi kadın yüzü ve sesine benzemektedir. Kaşı açık olup
kösedir. Suratı ekşidir. Eşcinseldir.” (Bayram 108—109) .Bu şekilde vasfedilen
kişinin yine Mevlana’nın “efendi” redifli şiirlerinden hareketle resmini
çizmeye çalıştığımız efendi tiplemesine uymadığı görülecektir.
12.
Bu da bize muhtemel
Mevlana-Ahi Evren çekişmesinin dışında kalmış üçüncü bir şahsı Nasreddin Hoca
olarak aramamız gerektiğini göstermektedir.
Abdullayev: B.T. ABDULLAYEV, vd. Azerbaycan Dilinin İzahlı Lüğeti,
c.II, Bakü 1980.
Altundağ: Şinasi ALTUNDAĞ, “Nasreddin Hoca’nın İlim Cephesi Hakkında”, Nasreddin
Hoca Kitabı, İstanbul 2005,107—114.
Banarlı: Nihat
Sami BANARLI, Türkçenin Sırları,
Bayram: Mikâil
BAYRAM, Sosyal ve Siyasi boyutlarıyla Ahi Evren-Mevlânâ Mücadelesi, Konya 2005.
Bi xun: Bi
XUN, “Hoca Nasrettin ve Hint Hikâyeleri” (Çev. Alimcan İnayet), Prof. Dr.
Fikret Türkmen Armağanı, İzmir 2005.
Cabbarov: Toramirza CABBAROV, “Türkistan Menbalarına Göre Nasreddin Hoca”,
Nasreddin Hoca’nın Dünyası, Ankara 1996, 45—49.
Çağ: Doğuştan
Günümüze Büyük İslâm tarihi, C.9, çağ Yayınları, İstanbul 1988.
Dakuki: İbrahim
DAKUKÎ, “Irak Türkmenlerinde ve Araplarda Nasreddin Hoca”, Nasreddin Hoca’nın
Dünyası, Ankara 1996, s. 113—117.
Danişmend: İsmail Hami DANİŞMEND, “Nasreddin Hoca Kim?”, Nasreddin
Hoca Kitabı, İstanbul 2005, s. 219—224.
Eren: Hasan
EREN, “ Kıbrıs Ağzının Kökeni”, Milletlerarası Birinci Kıbrıs Tetkikleri
Kongresi (14—19 Nisan 1969) Türk Heyeti Tebliğleri, Ankara 1971, s. 347-359
Gökçe: Turan
GÖKÇE, “1572 Yılında İç-il Sancağından Sürülüp Kıbrıs’a İskân Edilen Aileler”,
Türk Dünyası İncelemeleri Dergisi, sa.2, İzmir 1997, s.1- 78
Gölpınarlı: Abdülbaki GÖLPINARLI, Mevlânâ Celâleddîn Dîvân, İstanbul
1974.
Holthoer: Rostislav HOLTHOER,”Nasreddin Hoca-Finlandiya’daki Zaman Ötesi Doğulu
Kozmopolit”, Nasreddin Hoca’nın Dünyası, Ankara 1996, 93-98.
İmran: İmran
BABAYEV- Paşa EFENDİYEV, “Azerbaycan’da Nasreddin Hoca Fıkraları İle İlgili
Çalışmalar”, Nasreddin Hoca’nın Dünyası, Ankara 1996, s. 33-36.
Koçar: Çağatay
KOÇAR, “Türkistan halk Edebiyatında Nasreddin Hoca”, Türkistan İle İlgili
Makaleler, Ankara 1991, 119-134.
Konyalı: İbrahim
Hakkı KONYALI, “Nasreddin Hoca”, Nasreddin Hoca Kitabı, İstanbul 2005,
s.225-262.
Köprülü: M.
Fuad KÖPRÜLÜ, Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri, Akçağ
Yayınları, 2.bs. Ankara 2004.
Köprülü 2005: M. Fuad KÖPRÜLÜ, Anadolu’da İslamiyet (Haz. Metin Ergun),
Ankara 2005.
Kurgan: Şükrü
KURGAN, “Çin’deki Nasreddin Hoca”, Nasreddin Hoca’nın Dünyası, Ankara 1996,
85-89.
423
Rıdvan ÖZTÜRK
Ma’rufov: Z. M. MA’RUFOV, Özbek Tilining İzahli Lugati, c.I, Moskova 1981.
Nişanyan: Sevan NİŞANYAN, www.nisanyan.com/sozluk/ (25.05.2006)
Orhonlu: Cengiz
ORHONLU, “Osmanlı Türklerinin Kıbrıs Adasına Yerleşmesi (1570—1580)”,
Milletlerarası Birinci Kıbrıs Tetkikleri Kongresi (14— 19 Nisan 1969) Türk
Heyeti Tebliğleri, Ankara 1971,s. 91—97
Özkan: İsa
ÖZKAN: Huca Nasretdin Mezekleri, Nasreddin Hoca Fıkraları, Anakara 1999.
Pakalın 1983:
Mehmet Zeki PAKALIN, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, C.1,
İstanbul 1983s. 506
Sertoğlu: Midhat SERTOĞLU, Osmanlı Tarih Lügati, 2.bs., İstanbul 1986“efendi”,
Türk Ansiklopedisi, C.XIV, Ankara 1966, s.
TA: “efendi”,
Türk Ansiklopedisi, C.XIV, Ankara 1996, s. 373-374
Tasavvufî: www.tasavvufalemi.com/sayfa.php?yaziNo=465. (04.03.2006).
Tatar:
Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatları Antolojisi, C. 17, Tatar Edebiyatı, Ankara
2001.
TDK: Türkçe
Sözlük, C.I, Ankara 1988.
Tecer: Ahmet
Kutsi Tecer, “Nasreddin Hoca”, Nasreddin Hoca Kitabı, İstanbul 2005, 33-45.
Yakut: Abliz
Yakut, Genizat Geyurani vd., Uygur Tilining İzahlik Lugiti (Kıkartilmisi),
Şincang Helk Neşriyati, 1999.
YTS: Leonidas
KARATTZAS, Faruk TUNCAY, Yunanca Türkçe Sözlük, Atina 1994.
424
[1] Bu yazı, 27 Haziran — 1 Temmuz
2006 tarihleri arasında Gaziantep’te düzenlenmiş olan “VII. Milletlerarası Türk
Halk Kültürü Kongresi”nde sunulan bildirinin düzenlenmiş şeklidir.
[2] Yrd. Doç. Dr., Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesi
Psichadnin
“Efendi, Philologie et Linguistique”, Melanges offerts a Louis Havet, Paris
1909, s. 387—427 adlı yazısını temin etmek mümkün olmadı. Ancak Köprülü’nün
bahsettiği kadarı ile Psichari’nin de kelimenin Anadolu Türkçesine ne zaman geçtiği
hakkında bir bilgi vermediği anlaşılmaktadır. (Köprülü 169)
[4] Bkz. Eflaki (Ö. 1360),
Ferecbade (1451), Baki (16. yy, ), Şeyh Galip (18. yy), İzzet Molla (19.yy) vb.
413
[5] Bkz. Eflaki (Ö. 1360),
Ferecbade (1451), Baki (16. yy, ), Şeyh Galip (18. yy), İzzet Molla (19.yy) vb.
416
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar