Hiç gelme. asla, hiçbir zaman!
— Tüh, bunda bile bir
önsöz, hani şöyle edebi bir önsöz olmadan yapamayacağız, diye güldü İvan.
Oysaki yazarlık kim ben kim! Şimdi dinle.
Olay on altıncı yüzyılda geçiyor. O sıralar —okuldan da bilirsin
ya— şairler göktekileri yeryüzüne indirerek şiirlerine kahraman yapmayı âdet
edinmişlerdi. Dante bir yana, Fransa’da mahkeme kâtipleri, manastırlarda
rahipler Meryem Ana’yı, melekleri, ermişleri, İsa’yı, hatta Tanrıyı
temsillerinde sahneye çıkarmaya başlamışlardı. Pek safça şeylerdi bunlar.
Victor Hugo’nun Notre Dame’ın Kamburu’nda, XI. Louis döneminde, Paris’te,
veliahtın doğumu dolayısıyla belediye salonunda halka parasız olarak, Le bon
jugement de la tres sainte et gracieuse Vierge Marie[—] adında
tam ahlaki bir temsil verilir. Bakire Meryem sahnede görünür, bon jugement’ını
kendisi söyler. Bizde, Petro devrinde, bazen buna benzer, Tevrat’tan alınma,
dram şeklinde temsiller yazılırdı. Bu çeşit temsillerden başka ülkenin her
yanına pek çok şiir ve hikâye yayılmıştı. Yazarlar, gerek gördükçe ermişlerle
melekleri ve bütün gök âlemini konu olarak alıyorlardı. Manastırlarımızda bu
çeşit mensur şiirlerin başka dillerden çevrilenleri olduğu gibi, yenileri de
yazılıyordu. Üstelik bunlar Tatar istilası sırasında yapılıyordu! “Meryem
Ana’nın Cehennemi Dolaşması” manastır işi şiirlerin Yunancadan alınma
ömeklerinden biri. Bu ufak mensur şiirde cüretten yana Dante’den geri kalmayan
sahnelere rastlanır. Meryem Ana cehenneme iner, Başmeleklerden Mihayl onu
cezalarını çekenlerin arasında gezdirir. Kutsal Bakire günahkârlara çektirileni bir bir
görür. Orada ilginç bir durumla karşılaşır: Birtakım günahkârlar alevli göle
dalıp çıkmaktadır. Dalıp bir dakika görünmeyenler “Tanrının unuttuklarıdır...”
Ne derin, ne güçlü sözler! Bunları görüp dehşet içinde gözyaşlarına boğulan
Tanrısal Ana, Ulu Tanrının tahtı önünde diz çöker, cehennemde gördüğü bütün
günahkârları bağışlamasını diler. Tanrı ile arasında geçen konuşma da pek
ilginçtir. Yalvarıp yakardığı Tanrı, Kutsal Oğlunun ellerinde ve ayaklarındaki
çarmıha çivilendiği zamandan kalma izleri gösterir: “O’nun katillerini nasıl
bağışlarım?” O zaman Meryem Ana, bütün ermişlere, çilekeşlere, melek ve
Başmeleklere hep birlikte Tanrının ayaklarına kapanarak bütün günahkârların
kurtuluşu için yalvarmalarını söyler. Şiir şöyle bitiyor: Tanrı, bu yakarmaya
karşılık her yıl Kutsal Cuma ile Kutsal Üçlü yortusu[—]
arasındaki zamanda günahkârların
işkencesine ara vermeye razı olur. Cehennemdeki günahkârlar “Kararın haklı, Ulu
Tanrı!” diye şükrederler. Benim şiir de o zamanlar çıksaydı buna benzer bir şey
olurdu. Benimkinde de sahnede O’nu görüyoruz; ama konuşmuyor, bir görünüp
geçiyor. Yeniden hükümdarlığı ele almak için verdiği sözün üstünden on beş
yüzyıl geçti. On beş yüzyıl önce kitaplarda “Yakında geleceğim.”1751 sözleri
geçiyordu. Öte yandan, “Geleceği günü ve saati göklerdeki Babadan başka, hatta
Oğul bile bilemez” diye yazılıydı. Ama insanlar gene de eski imanları, eski,
içten duygulanmalarıyla O’nu bekliyorlar. Hatta daha büyük bir imanla, çünkü on
beş yüzyıldır gökten gelen işaretler de kesildi.
“Gökten işaret gelmez,
Ancak
kalbin dediğine inanmak!.. Doğrusu o zamanlar pek çok mucize olurdu, azizler
şifa dağıtmakta birbiriyle yarışırdı. Bazı olmuş hikâyelerde Gökler
Tanrıçasının[—] onları ziyarete geldiği de
yazılıydı. Ama tekin durmayan kör şeytan insanları dürterek mucizelerin
gerçekliğine karşı şüpheler uyandırmaya başladı. Tam o sırada Kuzeyde,
Almanya’da, yeni, korkunç, aykırı bir din türedi. “Meşale gibi kocaman bir
yıldız kaynaklara düştü, sular acıdı...”1—1 Doğru dinden ayrılan bu yolun
esasında, Tanrıya küfür sayılan mucizeye inanmazlık vardı, öte yandan gerçekten
insanların imanı bir kat daha güçlenmişti. İnsanların gözyaşları eskisi gibi
Tanrıya ulaşıyor, kullar eskisi gibi O’nu sayıyor, umut bağlıyorlardı, önceleri
olduğu gibi, özlem duyuyorlardı ona. İnsanlar yüzyıllardan beri imanla, ateşle,
“Bizi görün, ne olur büyük Tanrı!” diye yalvarırken, O da sonsuz merhametiyle
yalvaran kullarının dileğini yerine getirerek yeryüzüne inmeyi yüzyıllar
boyunca istedi. Bu arada bazen indiği; iyi, doğru kimseleri, çilekeşleri,
kutsal kişileri ziyaret ettiği oldu; hayatıyla ilgili yazılarda bunun sözü
geçiyor. Sözlerine bütün kalbiyle inanan Tütçev’in[—] dediği gibi,
“Çarmıhın yükü altında ezilen
Köle kılığında Gökler Kralı
Ana toprağımızı kutsayarak
Baştan başa dolaştı.”
Bunun yüzde yüz doğru olduğuna
inanıyorum. Böylece, bir an için bile olsa ıstıraplı, kederli, günahlara
batmış, ama gene de çocukça bir sevgi ile O’na bağlanan insanlara görünmek
istedi. Eserimde olay İspanya’da, Sevilla’da engizisyonun en kızışmış
zamanında, ülkede Tanrı adına her gün ateşler yakılarak,
Hain kâfirler yakılırken.”
geçiyor. Tabii O’nun bu
seferki gelişi, söz verdiği şekilde, dünyanın sonu yaklaşırken, göğün bütün görkemliliği
içinde “Doğudan Batıya kadar ışıldayan bir şimşek” halinde ani gelişi gibi
değildi, hayır. O, bir an için olsun, şafakları alevlere bürünmüş bir ülkede
evlatlarını görmek istiyordu. On beş yüzyıl önce yaptığı gibi, içi sonsuz
merhametle dolu, bir daha aralarında dolaşmayı, yanlarında olmayı istiyordu.
Güney şehrinin sıcak sokaklarından geçiyor. Henüz bir gün önce Büyük
Engizisyoncunun kralla saray halkı, şövalyeler, kardinaller, saray dilberleri
ve bütün Sevilla halkı huzurunda “muhteşem bir auto da fe” de, ad majorem
gloriam Dei[—] yüze yakın din sapığını yaktığı şehirdi
bu... Sessizce, belirsizce girdiği halde, ne garip, herkes tanıyor O’nu. Bu
kısım, yani neden tanındığını anlatan kısım, şiirin en güzel yeri olabilirdi.
Halk, önüne geçilmez bir kuvvetle O’na doğru akıp çevresini sarıyor, peşinden
gidiyor. Aralarından sakin, sonsuz merhamet dolu bir gülümsemeyle, kalbi sevgi,
gözleri aydınlık, Bilgi ve Kudret nuru dolu olarak geçiyor; ilerledikçe insan
kalplerinde sevgi yankıları uyandırıyor. Halka doğru ellerini uzatarak kutsuyor
onları. O sırada, O’na, hatta sadece elbisesine dokunanlara şifalı bir kuvvet
saçıyor. Kalabalık içinde küçük yaştan beri kör olan bir ihtiyar, “Rabbim, bana
şifa ver ki Seni görebileyim!” diye yalvarıyordu. O anda gözlerindeki perde
kalkıyor, kör adam O’nu görmeye başlıyor. Halk ağlayarak O’nun bastığı toprağı
öpüyor, çocuklar önüne çiçek atıyor, “Hosanna!”[—] diye
bağırıyorlar. Hepsi “O’dur, O; O’ndan başkası olamaz!” diye tekrarlıyorlar.
Sevilla başkilisesinin avlusuna girdiği zaman bir aile, ağlaşarak kiliseye açık
beyaz bir tabut getiriyor: içinde şehir büyüklerinden birinin biricik kızı
yatıyor; yavrunun ölüsü çiçeklerle süslenmiş. Kalabalıktan birisi, ölünün
ağlayan annesine, “O, çocuğunu diriltir!” diye bağırıyor. Tabutu karşılamaya
çıkan kilise papazı şaşkınlıkla etrafa bakıp kaşlarını çatıyor. Birdenbire ölü
çocuğun annesinin çığlığı duyuluyor; kadın O’nun ayaklarına kapanarak ellerini
uzatıyor. “Gerçekten sen, O’ysan, evladımı dirilt!” diye yalvarıyordu. Kafile
duruyor, küçük tabutu avluda, O’nun ayaklarının dibine bırakıyorlar. Merhamet
dolu bakışını ölüye çevirerek, yavaş yavaş, Talitha cumi, diyor, küçük kız
diriliyor. Tabutunda doğrulup gülümseyerek, hayretle etrafindakileri süzüyor.
Tabutuna konulan beyaz gül demeti hâlâ elinde. Halk şaşkına dönüyor, çığlıklar,
hıçkırmalar duyuluyor. Tam o anda şehir meydanından Büyük Engizisyoncu Kardinal
geçiyor. Doksanlık, ama dimdik yürüyen, uzun boylu bir adam bu. Kurumuş yüzünde
çukura batık gözleri hâlâ kor gibi yanıyor. O gün sırtında, bir gün önce Roma
dini düşmanları yakılırken giydiği göz alıcı kardinal elbisesi yok; hayır,
Büyük Engizisyoncu o anda eski, kaba bir rahip cüppesine bürünmüş. Kardinalin
az gerisinden yardakçıları, köleleri ve “kutsal” muhafızları geliyorlar. Büyük
engizisyoncu, kalabalığın önünde durarak olanları uzaktan seyrediyor. Her şeyi
görmüştür zaten. Tabutu O’nun ayakları dibine koyduklarını, kızın dirildiğini,
hepsini gördü. Kardinalin gür, kırçıl kaşları çatılıyor, bakışı kötü kötü
parlamaya başlıyor. Bir el işaretiyle muhafızlara O’nu yakalamalarını
emrediyor, ihtiyarın sözü o kadar geçiyor ve halk o derece uysal, sessizce boyun eğmeye
alışık ki, hepsi muhafızların önünde açılıyor. Muhafızlar ortalığı kaplayan
derin sessizlik içinde O’nu yakalayıp götürüyorlar. Daha sonra halk ihtiyar
engizisyoncunun önünde yerlere kadar eğiliyor; o, kalabalığı sessizce
kutsadıktan sonra yoluna devam ediyor. Muhafızlar, mahpusu engizisyon
mahkemesinin bulunduğu eski binadaki kemerli, dar, karanlık hapishaneye götürüp
kapatıyorlar. Gün batıyor; koyu, sıcak Sevilla gecesi defne, limon kokularıyla
doluyor... Hapishanenin demir kapısı zifiri karanlığa açılıyor. İhtiyar Büyük
Engizisyoncu, elinde meşaleyle içeri giriyor, kapı ardından hemen kapanıyor.
Yalnızdır. Eşikte durarak bir iki dakika mahpusun yüzünü dikkatle süzüyor.
Sonra ağır ağır yaklaşıp meşaleyi masaya koyuyor.
“Demek sensin! Sensin, öyle mi?” diyor.
Karşılık almayınca aceleyle, “Cevap versene, bir şey söyle!” diye ekliyor. “Ama
ne söyleyebilirsin, söyleyeceklerini çok iyi biliyorum. Zaten bundan önce
söylediklerine başka bir şey katmaya hakkın yok. Neden bize engel olmak
istiyorsun? Bize engel olmak için geldiğini kendin de biliyorsun. Ama yarın ne
olacağını biliyor musun? Senin kim olduğunu bilmiyor, bilmek de istemiyorum. O
musun, yoksa sadece O’nun benzeri misin? Kim olursan ol, hemen yarın hüküm
giydirip en azılı zındık olmak suçuyla yakacağım seni. Bugün ayaklarını öpen
halk, yarın bir göz işaretimle atılacağın ateşe odun taşımaya koşacak, bunu
biliyor musun?.. Gerçekten O musun?..” Bakışını mahpustan ayırmadan derin
düşünceye dalıyor. Sonra gözlerini O’ndan ayırmadan, “Evet, belki sen de biliyorsun
bunları,” diye ekliyor.
O zamana kadar sessizce dinleyen
Alyoşa, gülümsedi.
—
Doğrusu pek anlayamıyorum İvan, nedir bu? Dört başı mamur
bir hayal mi, ihtiyarın bir yanlışı mı, yoksa akla gelmez bir qui pro quo[—] mu?
İvan, güldü:
—
Sonuncusunu kabul et öyleyse... Mademki zamanın
gerçekliği seni bir nebzecik hayale dayanamayacak kadar şımartmış, qui pro
quo’dan yanaysan, öyle olsun.
Tekrar gülerek devam etti:
—
Ama ihtiyar doksanında olduğu için saplandığı fikirle
çoktandır aklını bozmuş olabilirdi. Mahpusun dış görünüşü onu etkileyebilirdi.
Hem bunlar, bir ayağı çukurda, bir gün önce yüz dinsizi yakmanın heyecanı
içinde bir ihtiyarın hezeyanı da olabilirdi. Ama bize göre qui pro quo ve
sınırsız hayalcilik aynı şey, değil mi? Asıl amacımız ihtiyara konuşma olanağı
sağlamaktır. Herif tam doksan yıldır içinde taşıdıklarını en sonunda açığa
vurma fırsatı buluyor!
—
Mahpus hep susuyor mu, sadece yüzüne bakıp ses çıkarmıyor
mu?
İvan gene güldü;
—
Evet. Zaten ihtiyar O’na önce söylediklerine başka şey
katmaya hakkı olmadığını bildirmişti. Bence, Roma Katoliğinin temellerinden
biri budur. Yani, “Sen her şeyi Babana devrettin, artık her şey O’nundur.
İstersen yeryüzüne bir daha hiç gelme ya da belirli bir süre için de olsa
işlerimizi karıştırma.”
Cizvitlerin yazıları, sözleri hep bu
anlama gelir. Din bilginlerinin kitaplarında da buna benzer şeyler okumuştum.
İşte bizim ihtiyar engizisyoncu da O’na, “Buraya geldiğin âlemin sırlarından
birini olsun bize açıklayabilir misin?” diye hem soruyor, hem O’nun yerine
karşılık veriyor: “Hayır, bunu yapmaya hakkın yok, çünkü bu seferki açıklaman
ilk gelişinde söylediklerine katılacak, bununla yeryüzünde bütün gücünle
savunduğun insan özgürlüğü tehlikeye düşecek. Söylediğin her yeni şey özgürlüğe
indirilmiş yeni bir darbe olacak, oysa daha bin beş yüz yıl önce insanların
inanç özgürlüğü Senin için her şeyin üstündeydi. ‘Sizleri özgürlüğe kavuşturmak
isterdim,’ diyen Sen değil miydin?” İhtiyar dalgın bir gülümsemeyle, “Şimdi
gördün bu özgür insanları,” diye ekledi. Sonra sert bakışını mahpusun yüzüne
dikerek devam etti: “Evet, yaptığımız iş bize pahalıya mal oldu, ama Senin
adını kullanarak sonunu getirdik. On beş yüzyıldır bu özgürlükle savaştık
durduk, ama bitti artık, kökünden hallettik. Buna inanmıyor musun? Bana sakin
sakin bakıyor, kızmayı bile küçüklük sayıyorsun. Ama şunu bil ki, insanlar
özgür olduklarına şimdi her zamankinden çok daha emindirler; oysa özendikleri
özgürlüğü kendi elleriyle bize teslim ediyorlar. Bizim eserimiz bu. Sen bunu,
böyle bir özgürlüğü istemiyordun, değil mi?”
Alyoşa, sözünü keserek,
—
Gene anlamadım, dedi. İhtiyar alay mı, şaka mı ediyor?
— Asla. Tam tersine,
özgürlüğe üstün gelmesini, bunu insanların mutluluğu uğruna yapmış olmasını,
hem kendisi, hem de yalanları için onurlu bir görev sayıyor. “Çünkü,” diyor,
“ancak şimdi (tabii engizisyonu kastederek) ilk kez insan mutluluğunu düşünmek
mümkün oldu. İnsanlar isyancıydı; isyancılar mutlu olabilirler mi?.. Seni uyarmaya
çalıştılar; uyarma, öğüt eksik değildi, ama dinlemedin, insanları mutluluğa
götüren biricik yolu teptin. Bereket, ayrılırken her şeyi bize bıraktın,
bağlayıp çözmek hakkını bize bırakmaya söz verdin, bu hakkı geri almayı
düşünemezsin artık, öyleyse ne diye bize engel olmaya geldin?”
— “Uyarma, öğüt eksik
değildi” ne demek? diye sordu Alyoşa.
—
İhtiyarın
söylediklerinin en önemli yeri bu işte. İhtiyar şöyle devam ediyor: “Korkunç
akıllı bir Ruh, yok etmeye ve yok olmaya kadir bir Ruh çölde seninle konuşmuş.[—] Kitaplarımıza göre, Seni doğru yoldan
çıkarmaya çalışmış. Aslı var mı bunun? Kabul etmediğin ve Kitapların ‘doğru
yoldan çıkarma’ diye adlandırdığı o üç sorudan daha özlü ne olabilir? Aslında
dünyayı kökünden sarsacak, gerçek mucize o gün, o üç kandırıcı sorunun
sorulduğu gün olmuştu: mucize, bu soruların ortaya atılmasındaydı! Sadece bir
deneme, bir varsayım olarak korkunç Ruhun sorduğu üç sorunun Kitabımızda
tamamen silindiğini, bunları yeniden Kitaplara yazdırmak için tekrar çalışmak,
hazırlıklar yapmak gerektiğini düşünelim ki, bu iş için dünyanın en akıllı,
olgun insanlarıyla devlet ve kilise büyükleri, bilginler, filozoflar, şairler
birleşmiştir. Onlara verilen mesele de şu: Düşünüp üç soru bulun. Ama öyle
sorular ki üç kelimeyle, üç cümleyle dünyanın ve insanların bütün geleceği
deyimlenebilsin. Yeryüzünde zekâ, akıl diye bildiğimiz ne varsa birleşerek
kudretli Ruhun Sana çölde sorduğu üç soruya güç ve derinlik bakımından benzer
bir şey sorabileceklerini düşünebilir misin? Yalnız bu soruların ortaya
atılmasındaki mucize karşısında geçici değil, ölümsüz, mutlak bir zekâ
bulunduğunu gösteriyor, insanlık bir bütün halinde derlenerek bütün geleceği topu topu üç soruya
sığdırılıyor. Bu sorular insan yaratılışının çözümlenmemiş ve tarihleşmiş
çelişmelerinin üç şeklidir. Daha önce bunu anlamak mümkün değildi, geleceğimiz
karanlıktı; ama şimdi, üzerinden on beş yüzyıl geçince görüyoruz ki bu üç
soruda her şey o kadar önceden kararlaştırılmış, söylenmiş ve yerine gelmiş ki
buna ne bir şey katılabilir, ne de eksiltilebilir. Kimin haklı olduğuna karar
yermek Sana düşer: Sen mi, Sana sorular soran mı?.. Birinci soruyu hatırla. Tam
değilse bile, anlamı aşağı yukarı şöyleydi. ‘İnsanlar âlemine gitmek istiyorsun
ve eli boş gidiyorsun. Onlar basitlikleri ve doğuştan gelme savruklukları
yüzünden bunu kavrayamayacak, hatta korkacaklar verdiğin sözden... Çünkü
insanoğlunun, insan toplumunun ezelden beri, özgürlükten çok yadırgadığı şey
olmamıştır! Şu çıplak, kızgın çöl taşlarını görüyor musun? Onları ekmek yap,
insanlar minnetle, uysal bir sürü halinde hem peşinden koşacak, hem nimetlerini
geri alırsın diye korkudan titriyeceklerdir.’ Ama Sen insanları özgürlükten
yoksun etmek istemedin, bu teklifi geri çevirdin; ekmek pahasına satın alınan
itaatin değersiz olduğunu düşündün. ‘Yalnız ekmekle yaşanmaz’ diye karşılık
verdin. Ama bir gün Toprak Ruhu, ölümlü dünyanın, yeryüzünün ekmeği sebebiyle
Senin üstüne yürüyecek, dövüşüp Seni yenecektir. İnsanlar da, ‘Bu hayvanın benzeri
yok, bize gökten, ateş indirdi!’ diye bağırıp onun peşinden koşacaklar; biliyor
musun bunu? Yüzyıllar geçecek, insanlar akıl ve bilim ağzıyla suçu ve tabii
günahı da bir yana koyarak ayakta kalanın yalnız açlık olduğunu haykıracaklar;
bunu da biliyor musun? Sana karşı isyan bayrağı çekip tapınağını yıkanlar o
bayrağa, ‘Karınlarımızı doyur, sonra bizden erdem iste!’ diye yazacaklar.
Tapınağının yerini yeni bir yapı, korkunç yeni bir Babil Kulesi alacak. Hoş o
da öteki gibi yarıda kalacak, ama yeni kulenin yapılmasına meydan vermemek
Senin elindeydi hiç değilse insanlığı bin yıl uğraşıp didindikten sonra
insanları bin yıllık ıstıraptan kurtarabilirdin. Çünkü kuleyle bin yıl uğraşıp
didindikten sonra insanlar nasıl olsa bize gelecekler. Bizi gene yeraltı mağaralarımızda
bulacaklar (çünkü tekrar tekrar baskı ve eziyet göreceğiz). Bizi bulunca,
“Doyurun bizi,” diye yalvaracaklar. “Bize gökten ateş indirmeyi vaat edenler
sözlerini tutmadılar.” O zaman kulenin yapısını biz tamamlayacağız. Çünkü ancak
onları doyuran yapacak bunu. Bu işi biz, hem Senin adını yalandan kullanarak
yapacağız. Biz olmasak bunlar kendilerini asla, asla doyuramazlar! İnsanlar
özgür kaldıkça dünyanın bütün bilgileri ekmek sağlamaz onlara. Sonunda
özgürlüğü ayaklarımızın dibine sererek, “Köleliğe razıyız, tek doyurun bizi!”
diyecekler, özgürlükle doyasıya dünya nimetinin bir arada olamayacağını
anlayacaklar ve bunu aralarında paylaşmaya asla yanaşmayacaklar. Ondan başka
ahlaksız, değersiz, isyancı oldukları için asla özgür olamayacaklarına kanaat
getirecekler. Sen onlara gökteki nimeti vaat etmişsin, ama tekrar söylüyorum,
zayıf, içi daima bozuk, ezelden soyluluktan yoksun insanoğulları gökteki
nimetleri yeryüzündekine üstün tutar mı hiç? Binlerce, on binlerce kişi göğün
ekmeği uğruna Senin ardından gitse bile, ölümlü dünyanın nimetlerinden
geçemeyen milyonlarca, milyonlarca insan ne olacak? Yoksa Sence, ancak büyük,
güçlü olan on binlerin değeri var da, denizde kum misali çok aciz, ama gene de
Seni sevenleri, ötekilere malzeme olarak mı bırakırsın? Yo, biz zayıf ve
acizlerin değerini biliriz! Kusurlu, isyancıdırlar, ama sonunda onlar da yola
gelir. Bize hayran olacaklar, başlarına geçip onları ürküten özgürlükten
kurtarmaya razı olduğumuz için bize Tanrı gözüyle bakacaklardır; özgür kalmaktan
bu derece korkar bunlar! Biz de Senin sözünle, Senin adına hüküm sürdüğümüzü
söyleyeceğiz. Yani tekrar aldatacağız onları, çünkü Seni bir daha yanımıza
yaklaştırmayacağız. Yalan söylemek zorunda olduğumuz için ıstırap duyacağız.
İşte Sana çölde sorulan birinci sorunun anlamı ve her şeye üstün tuttuğun
özgürlük uğruna çiğnediğin şey buydu. Oysa bu soruda dünyanın en büyük sırrı
gizliydi. Yeryüzü nimetlerini kabul etmekle gerek tek tek, gerekse toplu olarak
bütün insanların ezeli bir derdini halletmiş olurdun. Başı boş kaldıkça hemen
tapınacağı bir Tanrı bulmak insanoğlunun en büyük kaygısıdır. Ama önünde dize
gelecekleri tanrının değerinin su katılmadık cinsten olmasını da yüzde yüz
isterler, tanrının büyüklüğünü herkes kabul etmiş olmalı... Çünkü bu zavallı
yaratıkların tasası yalnız senin benim için tapınacağımız bir varlık bulmak
değil, herkesin ve ille hep birlikte, imanla baş tacı edecekleri birini
bulmaktır. İşte bu ortaklaşa tapınma ihtiyacı hem tek tek, hem toplu olarak
bütün insanların ta ilk yüzyıllardan beri başlıca ıstırap konusu olmuştur.
Toplu tapınma yüzünden birbirlerinin kanına girerlerdi. Kendilerine birtakım
tanrılar icat ederler, birbirlerine, ‘Tanrılarınızdan vazgeçin, bizimkileri
kabul edin; yoksa sizi de, Tanrılarınızı da yok ederiz!’ diye haber salarlardı.
Bu kıyamete kadar böylece sürüp gidecektir. Dünyadaki tanrıları tüketince, bu
sefer de putlara tapınmaya başlayacaklardır. İnsan doğasının bu temel sırrını
biliyordun, bilmemen mümkün değildi, ama insanların Sana kayıtsız şartsız tapınmasını
sağlayacak biricik gerçeği bu dünyanın nimetlerini temsil eden bayrağı,
göklerin ekmeği uğruna reddettin. Daha sonra yaptıkların da caba. Bunlar da hep
özgürlük uğrunaydı. Dedim ya sana, zavallı bir yaratık olan insanoğlunun baş
derdi, kendilerine doğuştan bağışlanan özgürlükten sıyrılıp bunu bir an önce
başkalarına devredebilmektir. Özgürlüklerini, vicdanlarını huzura kavuşturana
pekâlâ teslim edebilirler. Ekmek Senin elinde emin bir zafer bayrağı olurdu,
vereceğin ekmek uğruna insanlar önünde eğilirdi. Gerçekten, ekmek kaygısından
daha önemli bir dava düşünülemez. Yalnız bir başkası ekmek verdiğin kişinin
vicdanını çelerse, o zaman bu kimse uzattığın ekmeğe sırt çevirip vicdanını
çelenin peşinden gidecektir; bunda Sen haklıydın. Zira, insanların var
olmasının sırrı yalnız yaşamakta değil, yaşamalarının nedenindendir. Ne için
yaşadığını kesin olarak bilmeden insan yaşamayı kabul etmez, hatta dünya
nimetlerine boğulsa bile kendini yok etme yoluna gider. Bu böyleyken ne oldu:
Sen insanların özgürlüklerini ellerinden alacak yerde bunu daha da artırdın.
İnsanların iyiyle kötüyü diledikleri gibi seçme hakkına pek değer
vermediklerini; rahatı, hatta ölümü yeğlediklerini unuttun mu? İnsan için
vicdan özgürlüğü kadar çekici, ama o kadar da azap verici şey yoktur. Oysa Sen
vicdan huzuruna güvenilir bir temel sağlayacak yerde, en olmayacak, kararsız,
karanlık, insan gücünün üstünde birtakım şeyler peşine düştün. Bununla
insanları sevmezmiş gibi hareket ettin. Hem de kim yaptı bunu; hayatını onların
yoluna vermek için dünyaya gelen Sen! İnsan özgürlüğünü ele geçirecek yerde
artırdın, insanların iç âlemine sonsuzluğa kadar sürecek çeşitli acılar kattın.
Hiçbir baskının etkisinde kalmamış insan sevgisini arzuluyordun. Seni içten
severek çekici gücüne bağlanarak, kendiliklerinden, peşinden gelmelerini
istedin. Eski, sert yasalardan insan artık özgürlükle, gözlerinde yalnız Senin
hayalinle kendi başına karar verecekti. Fakat seçme özgürlüğü gibi ağır bir yük
altında ezilenlerin, Senin hayalini de, verdiğin gerçeği de iteleyip, hatta
Seni bile inkâra varacaklarını düşünmedin mi hiç? Sonunda gerçeğin Sende
olmadığını söyleyeceklerdir; böyle olmasa çeşitli kaygılar ve çözümsüz sorunlar
bırakarak onların endişelenip üzülmelerine sebep olmazdın. Böylece Sen kendin
krallığının temelini sarstın, bunda hiç kimseye suç bulma. Oysa Sana teklif
edilen bu muydu? Sana başkaldıran güçsüz isyancıların vicdanlarını, hem de
kendi mutlulukları için ebediyen bağlayan, etki altında tutan üç güç var:
mucize, sır ve otorite. Sen üçünü de teptin. Korkunç muzır akıl Ruhu Seni
tapınağın kulesine çıkarıp, gerçek Tanrı Oğlu olup olmadığını öğrenmek
isterken, ‘Kendini aşağı at,’ diyordu. ‘Zira, Kitaplarda, meleklerin O’nun yere
düşmesine vakit bırakmadan kollarına alarak göğe çıkaracakları yazılıdır.
Böylece Tanrı Oğlu olup olmadığını öğrenir ve Tanrı Babana olan inancını ispat
edersin.’ Ama Sen bu teklifi kabul etmedin, kanmadın, kendini aşağı atmadın.
Şüphesiz, bu, bir Tanrıya yakışır, gururlu, görkemli bir hareketti. Ama
insanlar, bu zayıf ruhlu, kendi arasında kaynaşıp duran sürü Tanrı değildir ki!
Kendini aşağı atmak için bir adım atar gibi olsaydın, kıpırdansaydın azıcık,
Tanrıya karşı gelmiş olurdun. O’na olan imanını kaybederdin, sonunda,
kurtarmaya geldiğin toprağa düşerek ölürdün. Seni iğfal etmeye uğraşan muzır
akıllı Ruhun da istediği olurdu. Ama tekrar söylüyorum: Sana benzeyen kaç kişi
çıkar? İnsanların böyle bir kötü çağrıya karşı koyabilecek güçte olduğuna bir
an olsun inanabildin mi? İnsan doğası mucizeyi reddedebilir mi? Hayatın korkunç
anlarında, iç âlemin en önemli, acı sorunları karşısında sadece sorunları
karşısında sadece yürekten gelen kararlarla yetinilir mi? Evet, Sen,
kahramanlığının Kitaplarda kalacağını, zamanın ve yeryüzünün en uzak
sınırlarına yayılacağını biliyordun. Senin peşinden giden insanların Tanrıya
bağlı oldukları için mucizeye ihtiyaçları kalmayacağını umdun. Ama insanın
mucizeyi inkâr eder etmez peşinden Tanrıyı da inkâr etmeye kalkacağını
bilemedin; oysa bu böyledir, çünkü insan Tanrıdan çok mucize arar. Üstelik
mucizesiz duramayacağı için bu sefer kendisi birtakım yeni mucizeler yaratmaya
kalkar. Üfürükçüler, büyücüler, kocakarılar önünde dize gelir. Yüz kere asi,
dinsiz ya da din sapığı olsa da yapar bunu. Halk, ‘Çarmıhtan inersen Sen
olduğuna iman getiririz!’ diye haykırışıp Seni alaya alırken çarmıhtan inmedin.
İnsanların imanını mucizeye bağlamak istemedin; özgür, açık bir inanç
peşindeydin. Kuvvet korkusundan ezilmiş kölelerin yaltaklanıcı hayranlığını
değil, özgür, içten gelme sevgiyi bekliyordun Sen. Ama bunda bile insanlara hak
ettiklerinden daha büyük değer vermiştin; yaratılıştan isyancı oldukları halde
sadece köledir onlar. Bak ve hükmünü ver. On beş yüzyıl geçti; git, gör onları.
Şu kendine kadar yücelttiklerinin halini gör! Yemin ederim, insan, onu bildiğinden
çok daha zayıf, basit bir yaratıktır. Senin yaptığını yapabilir mi, elinden
gelir mi? Ona bu kadar değer vermekle, hiç acımazmış gibi gücünün üstünde çaba
istedin ondan. Bunu Sen, insanları canından fazla seven Sen yaptın! Daha az
değer verseydin, onlardan isteklerin de daha az olurdu, görev yükünü
hafifletmekle sevgin onlara daha yakınlaşırdı. İnsanoğlu zayıf ve alçaktır.
Varsın her yerde bize karşı başkaldırıp isyanlarıyla övünsün. Çocukçadır, okul
çocuklarının böbürlenmesine benzer bu... Çıngar çıkarıp öğretmenlerini sınıftan
atan çocuklara benzerler: taşkınlığın sonunda nasıl olsa hesap vereceklerdir.
Bunlar da tapınakları yıkarak dünyayı kana boğacaklar, sonunda, akılsız
çocuklar ne derece yetersiz birer isyancı olduklarını, hiçbir sonuç elde edemeyeceklerini
anlayacaklardır. Ahmakça gözyaşları dökerek, halk edenin
onları asi olarak alay için yaptığını da kabul edecekler. Bunu acı bir
umutsuzlukla söyleyecekler; sözleri Tanrıya küfür olduğu için bahtsızlıkları
bir kat daha artacak. Gerçekten, insan doğasının kutsallığa küfre hiç tahammülü
yoktur, ergeç kendi kendini bu yüzden cezalandırır. Görüyorsun ya, insanların
bugünkü kaderi sadece huzursuzluk, kaygı ve mutsuzluktan örülmüş. Hem de
bunlar, özgürlükleri uğruna Senin çektiklerinden sonra oluyor! Büyük
Peygamberin hayalleri rumuzlu tasvirleri[—] arasında ölümden sonra ilk dirilmeyi
gören tanıkların sözü ediliyor; her kabileden on ikişer bin kişiymiş. Bu kadar
çok olduklarına göre, onlar da insanüstü, tanrılar gibi yaratıklar olsalar
gerek. Mademki onlar da Senin çektiğini çektiler, yıllarca kupkuru çölde,
çekirgeyle, bitki kökleriyle beslenerek yaşadılar, Sen de bu özgürlükle,
bağımsız sevgi çocuklarıyla, Senin adına yaptıkları olağanüstü fedakârlıklarıyla
şüphesiz övünebilirsin. Ama şunu unutma ki, onlar topu topu birkaç bin kişi ve
adeta tanrısal insanlardı. Ya geri kalanlar?.. Ayrıca öteki, zayıf insanlar
güçlü olanların çektiklerini çekmedilerse suçlu mu sayılacaklar? Zayıf bir ruh,
doğanın olanak verdiğinden daha ağır bir yükü kaldıramıyorsa ne yapsın? Senin
yalnız seçme kimseler, sadece onlar için geldiğin doğru muydu? Doğruysa bu,
bizim anlayamadığımız bir sırrı kabul etmek gerekiyordu. Sırrı kabul edince de
insanlara haklı olarak bu yolda söz ettik: ne kalbin serbestçe kararının, ne de
sevginin önemi olmadığını, gerekirse vicdanın sesini körleterek itaat
edecekleri sırrın ne olduğunu öğrettik onlara. Böyle yaptık işte. Senin eserine
başka şekil vererek temelini mucize, sır ve otoriteye dayandırdık. İnsanlar bir
sürü örnekte görüldüğüne göre, onlara azap vermekten başka işe yaramayan yükün yüreklerinden kalkmasına sevindiler,
rahat nefes alabildiler. Böyle yapmakta, bunları öğretmekte haklı değil miydik.
Söyle, insanların aczini kabul ederek, yaratılış zaaflarını, hatta günahlarını
hoşgörürlükle karşılayarak yüklerini hafifletmekle onlara sevgimizi göstermedik
mi? Şimdi buraya gelip bize ne diye engel olmak istiyorsun? Derin, içli
bakışını üzerime dikmiş neden yanık yanık seyrediyorsun beni? Hadi darıl bana.
Senin sevgini istemiyorum, çünkü ben de sevmiyorum Seni. Bunu ne diye
saklayayım? Kiminle konuştuğumu bilmiyor muyum sanki?.. Sen de Sana
söyleyeceklerimi biliyorsun, bunu gözlerinden okuyorum. Sırrımızı nasıl
saklarım Senden? Ama bunu ille ağzımdan duymak istiyorsan, hay hay, dinle: Biz
Seninle değil o’nunlayız, sırrımız bu işte! Hem çoktandır, sekiz yüzyıldır Seni
bırakıp o’ndan yana olduk. Tam sekiz yüzyıl önce Sana dünyanın bütün
krallıklarını göstermiş, bağışlamak istemişti; bu nimetleri nefretle teptin.
Biz aldık onları. Roma ile Sezar kılıcını o’nun elinden kabul edince kendimizi
yeryüzünün tek hakanı ilan ettik. Gerçi eserimizi henüz tamamlayamadık, ama suç
kimde? Evet, eserimizin başlangıcındayız, ama başladık ya!.. Tamamlanmasına
daha çok var, toprak ana çok çekecek daha, gene de biz amacımıza ulaşacağız;
dünyanın hâkimi olacak, sonra da bütün insanların mutluluğunu düşüneceğiz. Oysa
Sen Sezar kılıcını daha o zaman alabilirdin. Niçin teptin o son bağışı?..
Kudretli Ruhun sonuncu öğüdünü kabul etseydin, insanları yeryüzünde bütün
aradıklarına kavuştururdun. Onlara tapınacak, vicdanlarına bekçilik edecek,
hepsini uyumlu, barışsever karıncalar gibi birbirine bağlı bir kütle haline
getirecek bir varlık sağlamış olacaktın. İnsanların üçüncü ve son derdi,
evrensel birleşme ihtiyacıdır. Öteden beri yeryüzünde toplu olarak yaşama
çabası içindeydiler. Tarihleri büyük olan birçok ulus gelip geçti. Ama hepsi
büyüklükleri ölçüsünde bahtsız oldular. Çünkü insanların evrensel birleşme
ihtiyacını diğer uluslar arasında en çok onlar duydular. Bütün dünyayı elde
etmek isteğiyle yeryüzünden kasırga gibi gelip geçen Timur, Cengiz Han gibi
büyük fatihler belki de bilmeden hep insanların o yenilmez evrensel birleşme
ihtiyacını karşılamışlardı. Sen de Sezar hükümranlığını eline alarak evrensel
bir krallık kurar, dünyayı huzura kavuştururdun, çünkü insanlara vicdanlarını
ve ekmeklerini elinde tutanlardan başka kim hükmedebilir? Böylece Sezar kılıcı
bizim elimize geçti; sonra da Seni reddederek ötekinin peşinden gittik. Ama
akıl serbestliği, bilim ve yamyamlık hengâmesinin ardının alınmasına daha
yüzyıllar var... Çünkü bizi hesaba katmadan Babil Kulesi’ni yükseltmeye
başlayan insanın son yapacağı yamyamlıktır. O zaman karşımızda yerlerde
sürünerek ayaklarımızı yalayan, kanlı gözyaşları döken bir hayvan göreceğiz.
Hayvanın sırtına binerek, üzerinde ‘Sır’ yazılı kupayı kaldıracağız, işte
insanlar ancak o zaman huzura, mutluluğa kavuşacaklar. Sen seçtiklerinle
övünebilirsin ama topu topu bir tek sınıfa sahip olduğunu unutma! Oysa biz
herkesin derdine deva bulacağız. Öte yandan seçtiğin, seçilmeye layık, güçlü
kimselerden çoğu beklemekten yoruldu; ruhlarının, kalplerinin bütün güç ve
ateşini başka alanlara verdiler. Sonunda Sana isyan bayrağı açacakları yüzde yüz.
Bu bayrağı onlara Sen kendi elinle verdin. Oysa bizde herkes mutlu olacak,
bağışladığın özgürlük havasında her yerde yaptıkları gibi ne isyan edecek, ne
birbirlerine kıyacaklar. Evet, ancak özgürlüklerini ellerimize teslim ederek
gösterdiğimiz yoldan gidince tam anlamıyla özgür olacaklarına inandıracağız
onları. Peki, haklı mıyız yoksa yalan mı söylüyoruz? Verdiğin özgürlüğün onları
nasıl bir köleliğe, şaşkınlığa götürdüğünü hatırlayınca haklı olduğumuza
inanacaklar, özgürlük, fikir serbestliği ve bilim onları öyle içinden çıkılmaz
bir hale sokacak, öyle akıl ermez sırlarla karşı karşıya kalacaklardı ki,
isyancı ve haşin olanlar kendi kendilerini yok edecek; gene asi, ama güçsüz
olan başkaları birbirlerine kıyacaklardı. Sağ kalan üçüncüler, aciz ve bahtsızlar,
ayağımıza gelip, ‘Evet, haklısınız,’ diyecekler. ‘O’nun sırrı yalnız sizin
elinizde; size döndük, bizi kendimizden koruyun!’ Ekmeği elimizden alırken,
şüphesiz, bunun kendi el emekleri olduğunu, bizim mucize falan yaratmadan,
taşları ekmek yapmadan, sadece onlardan aldığımızı gene onlara dağıttığımızı
görecekler. Ama sevinçleri mutlaka ekmeğe kavuşmalarından çok, bunu elimizden
almalarından doğacak. Çünkü bundan önce ellerindeki ekmek taş haline gelirken,
bize sığındıktan sonra taşların ekmek olduğunu hatırlarında tutacaklar.
Kayıtsız şartsız itaat etmenin gerçek değerini çok, çok iyi anlayacaklar! Ama
bunu anlayana kadar insanlar mutsuzluktan kurtulamayacaklar. Bunun da en büyük
nedeni kim, söylesene! Sürüyü kim parçalayıp bilinmez yollara sürdü? Ama sürü
gene toparlanıp uslanacak, hem de son olarak artık. O zaman biz onlara,
yaratılışlarına göre, yani zayıf yaratıkların kaldırılabileceği sakin, kendi
halinde bir mutluluk bağışlayacağız. Gururdan vazgeçireceğiz onları. Sen, paye
vermekle gururu öğrettin onlara. Aciz, güçsüz çocuklar olduklarını, ama en
tatlı mutluluğun da çocuk mutluluğu olduğunu ispat edeceğiz. O zaman
pısırıklaşıp tıpkı korku içinde ana tavuğun kanatları altına üşüşen civcivler
gibi bize sokulacaklar. Milyarlık bir sürüyle baş edebildiğimiz için
kudretimize, zekâmıza hayranlık duyarak bizimle övünecekler. Akıllarını
yitirecek derecede hiddetimizden
korkarak çocuklar ya da
kadınlar gibi sulugöz olacaklar; ama bir işaretimizle gözyaşlarından neşeye,
gülmeye, temiz bir sevince ve mutluluk dolu çocuk şarkılarına geçecekler. Tabii
çalıştıracağız onları, ama işten artakalan zamanlarını çocuk oyunlarına
benzeyen şarkılar, korolar ve masum rakslarla dolduracağız. Hatta günah
işlemelerine de izin vereceğiz; zayıf ve acizdirler, günah işlemelerine izin
vereceğimiz için çocukça sevecekler bizi. İznimizle işlenen bütün günahların
bağışlanacağını; onları sevdiğimiz için buna göz yumarak günahlarının cezasını
üzerimize aldığımızı söyleyeceğiz. Alacağız da; onlar da Tanrıya karşı
günahlarının sorumluluğunu yüklendiğimiz için velinimetleri gözüyle bakacak,
tapacaklar bize... Bizden gizli hiçbir şeyleri olmayacak; karılarıyla,
metresleriyle yaşamaya, çocuk yapıp yapmamalarına hep bize gösterdikleri itaate
göre ya izin verecek ya da yasak edeceğiz. Sözümüze seve seve, candan gönülden
uyacaklardır. En koyu vicdan sırlarını, her şeyi, her şeyi bize taşıyacaklar,
biz de hepsine yol göstereceğiz. Kararlarımızı sevinçle kabul edecekler, çünkü
bu şekil onları bugünkü kendi başına özgürce karar verme azabından kurtaracak.
Böylece başlarında onları yöneten birkaç yüz bin kişinin dışında kalan
milyonlarca insan mutlu olacak. Yalnız sırların koruyucusu bizler mutsuz
olacağız. Yeni doğmuş milyarlık mutlu bir kuşağın yanında iyilikle kötülüğü
bilmek uğursuzluğuna uğramış yüz bin bahtsız bulunacak. Bu yüz bin Senin uğruna
sessizce, belirsizce sönüp gidecek, üstelik öbür dünyada da kaderleri sadece
ölüm olacak. Biz, iyiliklerini düşünerek sırlarınızı saklamaya devam edeceğiz.
Gökte alacakları ölümsüz ödüllerden söz açarak avutacağız onları. Ama ölümün
ötesinde bir şey varsa bile bunun onlar gibiler için olmadığını elbette
biliyoruz! Bazı söylenti ve kehanetlere göre, Sen yeryüzüne
bir daha gelip zaferler kazanacaksın. Başı dik, gücü yerinde müritlerinle
birlikte gelecekmişsin. O zaman, onlar yalnız kendilerini selamete çıkardılar,
biz hepsini kurtardık, diyeceğiz. Söylentilere göre, hayvana binmiş, ellerinde
sırrı tutan zaniyeyi isyan eden acizler alaşağı edip erguvan örtülerini
parçalayacaklar, mekruh gövdesini çıplatacaklarmış...[—] O zaman ben milyarlarca mutlu, günah bilmez kulu
göstereceğim Sana. Mutlulukları uğruna günahlarını kabullenen biziz. Senin
karşına çıkarak, ‘Elinden gelirse, cesaretin varsa suçlandır bizi!’ diyeceğiz.
Bil ki, Senden korktuğum yok. Bil ki, ben de çölde kaldım, çekirgelerle, bitki
kökleriyle beslendim, insanlara bağışladığın özgürlüğü ben de kutsadım, ben de
‘sayı doldurmak için’ güçlü yakınlarının saflarına katılmaya hazırlanıyordum. Ama
sonunda ayıldım, deliliğe hizmet etmek istemedim. Döndüm ve Senin eserini
düzelten kütleye katıldım. Gururlu olanlardan ayrılarak mutluluklarını sağlamak
için alçakgönüllülerin yanlarına döndüm. Sana söylediklerimin hepsi
gerçekleşecek ve hükümranlığımız kurulacaktır. Tekrar ediyorum, bu sürünün bize
nasıl itaat ettiğini, yarından tezi yok göreceksin. İşlerimizi karıştırmaya
geldiğin için yakacağım Seni, onlar da ilk işaretimle ocağı beslemeye
koşacaklar. Evet, yakılmayı en çok hak eden biri varsa, o da Sensin. Yarın
yakacağız Seni, Dixi.”[—]
İvan sustu. Coşmuştu, heyecanla
konuşuyordu. Sözünü bitirince gülümsedi.
Onu sessizce dinleyen Alyoşa da
ağabeyinin anlattıklarının sonuna doğru epey heyecanlanarak birkaç kere sözünü
kesecek gibi oldu, ama kendini tuttu. Sonra, birden, yerinden kopmuş gibi, yüzü
alevlenerek,
—
Ama... saçmalık bu!.. diye bağırdı. Şiir, tasarladığın
şekilde İsa’yı kötülemiyor, tam bir övgü bu! Özgürlük için söylediklerine kim inanır!
Böyle mi, özgürlüğü böyle mi, böyle mi anlamak gerekir? Ortodoks kilisesi
anlayışı bu, öyle mi? Sen Roma’nın, hatta hakçası bütün Roma’nın da değil,
Katolikliğin en kötü yanını, engizisyoncuları, Cizvitleri almışsın. Hem belki
onlar da senin şu engizisyoncu gibi hayalden çıkma tipler değildir. Neymiş o
üzerine aldığı günahlar? Kimmiş o sır küplüğü eden ve insanların mutluluğu
uğruna lanetlenmeye katlananlar? Kim görmüş onları? Evet, Cizvitler hakkında
söylenenler kötüdür, ama gerçekte şiirindekilere benzer mi?.. Hiç, hiç öyle
değildir onlar. Onlar, Roma’nın imparator olarak tayin ettiği ruhani bir
başkanla yönetilen, birleşik bir dünya hayali peşinde Roma ordusu üyelerinden
başkası değildir. İdealleri budur ve içlerinde ne sır, ne de yüksek özler taşırlar.
Sadece hükümranlık, adi, maddi zevkler peşindedirler. Bizim eski köleliği
andıran bir devir peşindedirler, o kadar. Belki Tanrıya bile inandıkları yok.
Istırap çeken engizisyoncun sadece bir hayal.
İvan gülerek,
—
Dur canım, Dur; amma da coştun! dedi. Hayal diyorsun,
olabilir. Elbette hayal. Ama müsaade et: sen şu son yüzyıllardaki Katoliklik
akımının sadece kirli çıkarlar peşinde yürüdüğüne, sırf hükümranlık isteğinden
doğduğuna gerçekten inanıyor musun? Yoksa bunları sana Paisiy Peder mi öğretti?
—
Hayır, hayır, tam tersine; Paisiy Peder de bir kere
seninkilere benzer şeyler anlattı bana.
Alyoşa birden toparlanarak,
—
Tabii tıpkı bunlar gibi değil, bambaşkaymış; diye ekledi.
—
“Bambaşkaydı...” Ama üzerinde durulacak şey bu. Şimdi
şunu sorayım sana: neden o senin Cizvitlerle engizisyoncular yalnız madde,
aşağılık çıkarlar için birleşmiş olsunlar? Niçin aralarından derin, büyük
acılar duyanlar, insansever bir cefakâr çıkmasın? Şu sadece maddi, bayağı
çıkarları arzulayanlar arasından ihtiyar engizisyoncum gibi birisinin çıktığını
düşün. Bu adam çölde bitki kökleriyle beslendi, nefsini yenmek için çırpındı;
bunları hep özgürlüğe, daha iyiye ulaşmak için yaptı, ömrü boyunca insansever
olarak kaldı. Tekâmüle ulaşınca gözlerindeki perde düştü: milyonlarca Tanrı yaratığının
haline bakarak sanki alay için yaratıldıklarını, daha iyiye doğru tek bir adım
atmadıklarını fark etti. Sahip oldukları özgürlükten hiç yararlanamayacaklarını
görmek huzurunu kaçırıyordu. Bu güçsüz isyancılar kuleyi asla
tamamlayamayacaklardı. Büyük idealcinin hayalinde yarattığı ahenk böyle kazlara
göre değildi. Bu yüzden döndü ve. akıllı insanlar safına katıldı. Bunda
olmayacak ne var sanki?
—
Kime, hangi akıllı insanlara katıldı? diye bağırdı
Alyoşa. Ne akıl, ne de bir sır var onlarda. Olan, öfkeyle inkârcılık o kadar;
sırları bundan ibaret. Senin engizisyoncu Tanrıya inanmıyor, sırrı bu, başka
şey değil!
— Öyle de olsa, ne çıkar!
Sonunda anlayabildin. Gerçekten öyle, gerçekten bütün sırrı sadece buydu. Ama
onun gibi ömrünce çölde nefsini öldürmeye uğraşıp insan sevgisinden bir türlü
vazgeçmemiş bir adam için azap değil miydi bu? Hayatının son günlerinde, kesin
olarak vardığı kanıya göre, şu “alay için” yaratılmış denemelik, “pişirilmemiş”
cılız asilere ancak büyük korkunç Ruhun öğütleri az çok bir düzen verebilirdi.
Bu kanıya, aklın yok olmaya götüren yolunu izlemek gerektiğini anlayarak vardı.
Bunun için yalanı hileyi bağrına basmak, insanları bile bile ölüme, yok olmaya
götürmek, yol boyunca da, nereye götürüldüklerini anlamasınlar, hiç olmazsa bu sürede
mutlu olduklarını sanarak avunsunlar diye, zavallı körleri durmadan kandırmak
gerekiyordu. Hem dikkat et, ihtiyar, yaşadığı sürece olanca imanıyla inandığı
O’nun adına yalan söyleyecekti! Bahtsızlık değil mi bu? Böylece, “sırf adi
çıkarlar için güçlü olmayı isteyen” bir ordunun başına onun gibi birinin
geçmesi faciadan başka neydi ki? Sana açıkça söylüyorum, böyle hareketlerin
başında her zaman bu ihtiyar gibi tiplerin bulunduğuna eminim ben. Kim bilir,
belki Roma Kilisesi büyükleri arasında da ona benzerleri çıkardı. Kim bilir,
belki de insanları kendince, inatla seven bu lanetlik ihtiyara benzer daha pek
çok ihtiyara rastlanır. Hem bu bir rastlantı olmayabilir; bir anlaşmaya
uyularak kurulmuş gizli bir birlik, aciz insanları mutlu kılmak amacıyla, sırrı
onlardan saklamak için kurulmuş bir birlik olabilir. Yüzde yüz vardır bu,
olmalı da... Öyle sanıyorum ki, masonluğun temeli buna benzer bir sırra
dayanmaktadır. Katolikler bu yüzden masonlardan nefret eder, onları rakip
sayar, düşünce bütünlüğünün dağılmasının nedeni görürler. Oysa sürünün başında
bir çoban bulunması mutlaka gerekli. Bende, görüşünü savunurken tek bir
eleştiri duymak istemeyen bir yazar hali var! Bırakalım bu konuyu artık.
Alyoşa, elinde olmadan, derin bir
acıyla,
— Belki sen de masonsun, dedi. Tanrıya
inancın yok!
Kardeşinin bakışında alaya benzer bir
anlam sezince, yere bakarak,
— Şiirin sonu nasıldı, yoksa
bitti mi? diye sordu.
—
Şöyle bitirmek istiyordum; “Engizisyoncu sözünü
tamamlayınca bir süre Mahpusun karşılık vermesini bekler. Sessizliği
sıkmaktadır onu. Mahpus derin, sakin bakışını ihtiyarın gözlerine dikerek onu
dinliyor, besbelli karşılık vermek istemiyordu. Ama ihtiyar sert, acı da olsa
bir karşılık bekliyordu. Birden Mahpus ona yaklaşarak kansız, doksan yıllık
dudaklarından sessizce öpüyor. Yanıtı bu oluyor... İhtiyar tepeden tırnağa
sarsılıyor. Dudakları kıpırdanıyor, kapıyı açarak, ‘Git ve bir daha gelme,’
diyor O’na. ‘Hiç gelme. asla, hiçbir zaman!..’ Mahpus şehrin karanlığında
kayboluyor.”
—
Aldığı buse
kalbini yaktığı halde fikrinden dönmüyor.
Alyoşa,
—
Sen de ondan
yanasın, değil mi? diye üzgün bir sesle bağırdı.
İvan
güldü:
—
Canım, seninki de
saçma. Ömründe iki şiir yazmamış aklı kıt bir üniversitelinin budalaca kalem
denemesini ne diye bu kadar ciddiye alıyorsun! Yoksa, benim buradan doğruca
Cizvitlere gidip, O’nun eserini düzeltenler safına katılacağımı mı sandın?
İlahi çocuk, bundan bana ne! Dedim ya sana: otuzumu bulayım bir, ondan sonra
kadehimi kırarım!
—
Peki, dedi Alyoşa
kederli bir tavırla, ya taze bahar yaprakları, aziz mezarları, mavi gök,
sevdiğin kadın?.. Nasıl yaşayacak, neyle seveceksin onları? Ruhun, kafan böyle
cehennemlik olmuşken mümkün mü? Yo, sen zaten onlara katılmaya gidiyorsun...
Yoksa dayanamaz, kendini öldürürsün.
İvan,
soğuk bir gülümsemeyle,
—
Bir güç var ki,
her şeye dayanır, dedi.
—
Karamazov gücü.
Karamazov alçaklığının gücü.
—
Yani sefahat
çamuruna batıp ruhunu boğarsın, öyle mi, bunu mu demek istiyorsun?
—
Belki bu da olur.
ama belki otuzuma kadar kaçabilirim, sonra da.
—
Nasıl kaçabilirsin,
ne şekilde? Şendeki düşüncelerle bu mümkün değil.
—
Bunu da
Karamazov’vari yaparım.
—
“Her şey
mubah”la, değil mi? Demek ne istersen yapabilirsin?
İvan,
kaşlarını çattı, yüzü birdenbire garip bir şekilde sarardı.
—
Sen de, Dmitri
ağabeyimizin saflıkla söylediği, dün Miusov’a pek dokunan sözleri hemen
kapıvermişsin.
Sonra
dudaklarını buruşturan bir gülümsemeyle,
—
Öyle. Mademki bu
sözü ettik, evet, “Her şey mubahtır!” diye ekledi, inkâr edecek değilim. Hem
Mitenka’nın açıklaması hiç fena değil.
Alyoşa
ses çıkarmadan ona bakıyordu. İvan, ani bir duygulanmayla,
—
Kardeşim benim,
dedi, buradan ayrılırken, şu koca dünyada hiç olmazsa sen varsın diye
düşünüyordum. Ama şimdi senin yüreğinde de bana yer olmadığını görüyorum,
sevgili keşişim! Ben “Her şey mubah” formülünden vazgeçmedikçe sen de beni
reddedeceksin, değil mi?
Alyoşa
doğruldu, kardeşine yaklaştı, sessizce dudaklarından öptü.
İvan,
birdenbire coşarak,
—
Oo, edebi
hırsızlık bu! diye bağırdı. Şiirimden çaldın bunu! Gene de sağol. Hadi kalk
Alyoşa, gidelim; vakittir, hem senin, hem benim için...
Çıkınca
lokantanın kapısında bir an durdular, İvan, kesin bir sesle,
—
Bak Alyoşa, dedi,
taze bahar yapraklarını sevecek halim olursa yalnız seni hatırlayarak seveceğim
onları. Senin bir yanda olduğunu bilmek bana yeter. Yaşama isteğimi
kaybetmeyeceğim. Bu kadarı yeter mi sana? İstersen bunu bir aşk ilanı say.
Şimdilik sen sağa, ben sola; çok konuştuk, yeter! Duydun mu, yeter. Demek
istediğim şu ki, yarın buradan gitmezsem (gideceğimi tahmin ediyorum ya), bir
daha karşılaşınca bu konuları açmayacağız. Bunu özellikle rica ediyorum.
İvan,
hırçın bir tavırla,
— Bir ricam daha var, diye ekledi. Dmitri ağabeyden de asla söz
açma. Mesele bitti, söylenecekler söylendi, değil mi? Ben de sana karşılık
olarak bir söz vereceğim: yaşım otuza gelip de “kadehimi yere çarpmak”
niyetinde olursam seninle bir daha konuşabilmek için nerede olursan ol,
Amerika’dan bile gelir, seni bulurum; ilerki halini merak ediyorum doğrusu.
Gördün mü, gayet ciddi bir vaat. Sahi söylüyorum, belki sekiz on yıl
birbirimizi göremeyiz. Şimdilik git de, şu senin Pater Seraphicus[—] sensiz
ölmesin bari. Sonra oyaladığım için kızarsın bana. Hadi hoşça kal. Öp beni bir
daha kardeşim... Ha şöyle, şimdi git!
İvan
birden hızla döndü ve bir daha arkasına bakmadan yürüdü. Durum biraz farklı
olmakla birlikte, Dmitri’nin dün Alyoşa’dan ayrılmasına benziyordu. Bu
benzetme, o anda pek hüzünlü, kederli olduğu halde, Alyoşa’nın kafasından
şimşek gibi geçti. Kardeşinin arkasından baktı. İvan’ın sallanarak yürüdüğü,
arkadan bakılınca sağ omzunun sol omzundan düşük olduğu dikkatini çekti. Oysa
önceleri bunu hiç fark etmemişti. Alyoşa ani bir hareketle dönerek manastıra
doğru koşmaya başladı. Hava iyice kararmıştı; ürkek gibi oldu, içinde yepyeni,
açıklayamadığı bir duygu kabarıyordu. Bir gün önceki gibi rüzgâr çıkmıştı.
Keşişhane korusunda çevresindeki yüzyıllık çamların iç karartan hışırtısı
duyuluyordu. Artık yürümüyor, nerdeyse koşuyordu. “Pater Seraphicus... Bu adı
da nereden buldu?” diye düşündü. “Ah İvan, zavallı kardeşim, seni bir daha ne
zaman göreceğim? İşte keşişhane! Tanrım!.. Evet evet, o, Pater Seraphicus
kurtarır beni. hem temelli olarak. kurtarır ondan!”
Alyoşa, hemen o sabah, daha birkaç saat önce, o gece manastıra
gitmemek pahasına bile Dmitri’yi bulmaya karar verdiği halde, İvan’dan
ayrılınca bunu nasıl unutabildiğine sonraları kendisi de şaşmıştı.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar