Print Friendly and PDF

ALTINCI SİFR [FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] OTUZ BEŞİNCİ KISMI

 


Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla

ALTMIŞ DOKUZUNCU BÖLÜM

Namazın Sırlarının Bilinmesi

Nice namaz kılanın namazından yoktur payı Mihrabı görmek, yorulmak ve cefadan gayrı.

Kimisi vardır, farz ya da nafile bile kılsa

Daima karşılıklı konuşma halindedir.                            _

Nasıl olmaz ki! Hakkın sırrı, onun i marnıdır!

Cemaat bile olsa, hiç kuşkusuz, ulaşmıştır menzile.

Namazda (başka eylemleri) yasaklayan, getirilen tekbirdir O yoksa, kişinin (fiillerde) serbest kalması ya da uzak durması birdir

Namazı sona erdiren ise, (imama) tabi isen (yanındakine) selamdır. Çünkü namaz kılan ‘isra gecesinde’yüce (mertebeden) döner

Bu iki makam arasında bulunmaz bir gaye Gaybın sırları ise hissedilmez ve görülmez.

Namaz vaktinden uyuyan var ya!

Vaktin biriciği, teki ve kutbudur, o istiva etmiştir.

Namazda unutma ve gaflet helal kılındı

Rahman insana hatırlattığında, unuttuğunu telafi eder

Bir yere gitmek üzere binekli ise

Farz namazının yarısı eksiltilir (yolcu namazı)

Sabah namazıyla akşam namazı ise başka!

Çünkü sabah ve akşam vaktinde gizli bir sır vardır

Tekliği nedeniyle, yüce çifti muhafaza et ki İlk Şamlının elde ettiğini elde edesin!

Yalnız kılmak ile cemaatle kılmak arasmda yirmi yedi (derece) vardır Namaz kılan, Tuva’da (mukaddes vadi) bulunursa.

Bayram namazını sakın unutma, onun namazında bulun Aydınlatıcı güneş doğup yükseldiğinde.

Cuma namazına giderken aceleyle yola koyul Yüce yarışta yarışanlardan olursun

İki aydınlık cismin (güneş ve ay) tutulması gerçekte Ey yiğit! Nefsinin varlığının önünde perde çlmasıdır

Yağmur duasına çıkan kişi elbisesini ters çevirir Seni hasta eden halleri beğenilenlerle değiştir

İşte istenilen ihlaslı ibadetler bunlardır

İnsan için çaba gösterdiğinden başka bir şey yoktur.

Allah Teâlâ, Ruhu’l-kuds ile sana yardım etsin, bilmelisin ki, ‘salât’ keli­mesi, üç kişiye tamlama yapılırken iki anlamla da dördüncü bir kişiye tamlama yapılır. Birincisi genel, İkincisi ise genel olmayan [özel] an­lamdadır. Salât, Hakka genel anlamıyla tamlama yapılır. Genel anlamda salât, rahmet ve merhamet etmek demektir. Allah Teâlâ, kendisini er-Rahîm diye nitelediği gibi kullarını da onunla nitelemiş ve erhamü’r-râhimîn, ‘merhametlilerin en merhametlisi’ demiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyu­rur: ‘Allah Teâlâ merhamedi kullarına merhamet eder.’ Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘O size salât eder.’1W Allah Teâlâ kendisini ‘yusalli’, yani salât edici olmakla ni­teledi. Allah Teâlâ, karanlıklardan ışığa çıkarmakla size merhamet eder. Başka bir ifadeyle, sapkınlıktan hidayete, bedbahdıktan muduluğa çıkarmakla size merhamet eder.

Salât, müminler için dua etmek, merhamet ve mağfiret dileme an­lamıyla meleklere tamlama yapılır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ ve melek­leri size salât eder.''170 Meleklerin salât etmesi, zikrettiğimiz şeydir. Allah Teâlâ melekler hakkında şöyle buyurdu: ‘Onlar iman edenler için bağışlanma di­ler.,m Şöyle derler: ‘Tövbe edip senin yoluna uyanları bağışla ve onları ce­hennem azabından koru.'-72 Başka bir ayette ise, ‘onları günahlardan ko­ru'173 dedikleri bildirilir. Allah Teâlâ’m! Hakkımızda meleklerin salih duasını kabul eyle!

Salât, insanlara rahmet, dua ve -daha sonra zikredeceğimiz üzeredince bilinen özel fiiller anlamında izafe edilir. Böylece insanlık, salât denilen şeyin bu üç mertebesini kendinde toplar. Allah Teâlâ bize emrederken şöyle der: ‘Salâtı yerine getirin (ikame).'17* Salât melek, insan, hayvan, bitki, maden vb. gibi Allah Teâlâ’dan başka bütün yaratıkların her birine, kendisine farz kılındığı ve belirlendiği üzere izafe edilir. Allah Teâlâ şöyle bu­yurur: ‘Göklerde ve yerde bulunan her şeyin ve kuşların Allah Teâlâ’yı teşbih ettiği­ni görmez misin? Hepsi kendi salâtmı ve teşbihini bilmiştir.'175 Böylece Allah Teâlâ, salâtı her şeye izafe etmiştir. Teşbih, sözlük anlamıyla salât demek­tir.

Abdullah b. Ömer -ki bir Arap idiyolculukta nafile namaz kıl-, mazdı. Bunun sebebi sorulunca şöyle yanıt vermiş: ‘Teşbih ettiğimde tamamlamış oldum.’ Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Yedi gökler, yer ve onlarda bu­lunanlar Allah Teâlâ’yı teşbih eder. Her şey O'nun övgüsünü teşbih eder.'176 Keşif sahibi olan ve bizim görmediğimizi gören Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e hitap ederken şöyle buyurur: ‘Göklerde ve yerde olan her şeyin: güneşin, ayın, yıldızların, dağların, ağaçların ve hayvanların Allah Teâlâ’ya secde ettiğini görmez misin?’177 Burada Abdullah b. Ömer’in -Allah Teâlâ ondan razı olsunderin anlayışına dikkat ediniz! O, yolculukta namazın yarısının düşürülmesiy­le kulunun vazifesini hafifletmek istediğini anladığında, Hakkın bu ko­nudaki maksadına uyarak, nafile namaz kılmayı uygun görmemiştir. İş­te bu, ruhsal bir anlayıştır.

Yolculukta nafile kılan kimse ise, Allah Teâlâ’nın maksadının namazı dü­şürmek değil, farzı düşürmek olduğunu kabul etmiş kimsedir. Yolcu farzı tam kılsaydı, bu durumda onun farzı iki rekât, diğer kıldığı ise, na­file olurdu. Çünkü Ailah, peygamberinin diliyle, yolcuya ancak iki rekât farz kılmıştır. Yolculukta nafile kılan kişi kendisinden sadece farz ibade­tin düşürüldüğünü kabul edince, yolculukta nafile İçilmiştir. ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, binek üzerinde yolculukta nafile namaz kılardı.’ Böylece bu görüşü benimseyen insan, yolcudan düşürülmek istenen namazın farz namaz olduğunu anlamış, yolculukta nafile namaz kılarken de Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e uymuştur. Çünkü Allah Teâlâ bize, ‘sizin için Allah Teâlâ’nın peygamberinde en güzel örnek vardır178 buyurur.

Farz ve nafile ile farzlar arasında bulunan müekked sünnetler ola­rak, namazlar sekiz tane olduğu gibi insanın sorumlu organları da sekiz tanedir. Çünkü sıfatlar diye ifade edilen nispetleriyle beraber zat sekiz olur. Bunlar zat, hayat, ilim, irade, kelam, kudret, işitmek ve görmektir. Sorumlu insan canlı, bilen, dileyen, konuşan, güç yetiren, duyan ve gö­ren bir zattır. Sorumlu uzuvlar, başka bir ifadeyle insanın kendileriyle yapmak veya yapmamakla sorumlu olduğu organlar da sekizdir: Kulak, göz, dil, el, mide, cinsel organ, ayale ve kalp. Yapılmaları farz ve müekked sünnet olarak tespit edilmiş sekiz namaz şunlardır: Beş vakit namaz, gecede vitir namazı, Cuma-namazı, bayram namazları, küsuf namazı [güneş ve ay tutulmasında kılman namaz], yağmur duası nama­zı, istihare ve cenaze namazı.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e salât getirmek duaya dahildir. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, ona nasıl salât edeceğimizi, başka bir ifadeyle nasıl dua edece­ğimizi bize öğretmiştir. Bu meyanda, vesile ve övülmüş makam’a ulaş­ması için kendisine dua etmemizi emretti. Allah Teâlâ izin verirse, bu bölüm­de şartlarıyla tamamlanmış olarak bütün bu namazların bölümlerini zikredeceğiz. Ayrıntıların içeriklerine ise girmeyeceğiz. Çünkü böyle yapmak konuyu uzatır. Biz, sadece temizlik bahsinde açıkladığımız gi­bi, ana konular yerine geçen bölümleri zikretmek istiyoruz.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemden gelen güvenilir bir rivayete göre namaz, İs­lâm’ın dayandığı esasların İkincisidir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘İslâm beş şey üzerine kurulmuştur: Allah Teâlâ’dan başka ilah olmadığına ta­nıklık etmek, namaz kılmak, zekât vermek, oruç tutmak ve hacca git­mek.’ Sahabe buradaki bağlacın [ve] içerdiği ihtimalle, peygamberin sı­ralamayı gözettiğini anlamıştır. Bu nedenle, hadisi ‘hac ve oruç tutmak’ şeklinde rivayet edenler olduğunda, meseleyi bilen sahabe buna tepki göstermiş ve ‘oruç tutmak ve hacca gitmek’ diye düzeltip orucu öncelemiştir. Böylece Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin sıralamayı amaçlı yaptığını ve kendişinden ancak telaffuz ettiği şeyi aktarmamıza dikkat çektiğini anladık. Çünkü bazı âlimler, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin söylediği hadisi anlam yoluyla aktarmayı caiz görmüştür.

O halde namaz (salât), İslam’ın dayandığı esaslar içinde İkincidir ve yarışta ikinci gelen anlamındaki musalli kelimesinden türetilmiştir. ‘Musalli’ yarışta öndekini takip eden demektir. Dinin ilkelerinde önde giden kelime-i şehadet, ikinci ise namazdır. Allah Teâlâ, zekâtı namazdan sonra zik­retmiştir. Çünkü zekât temizlenme, arınma demektir. Böylece zekât namaza uygun olmuştur. Çünkü Allah Teâlâ namazı ancak temiz iken kabul eder. Zekât, malların arındırılmasıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onu arındı­ran, kurtuluşa ermiştir.’179 Kastedilen, Allah Teâlâ’nın yaratılışını düzenlediği nefistir. Allah Teâlâ, nefsi Allah Teâlâ’nın emirlerine bağlanmakla temizleyenlerin kurtuluşa ereceğini kastetmektedir. Namazın şartlarından biri ise, elbi­senin, bedenin ve namazın kılınacağı herhangi bir yerin ya da seccade­nin temizlenmesidir. Şari, zekâttan sonra ise orucu zikretmiştir. Çünkü Allah Teâlâ, Ramazan orucu tamamlandığında fıtır zekâtını [fıtra] farz kıl­mıştır. Böylece geride sadece hac kalmıştır.

Kuşkusuz tevhit şehâdetini ve namazın sıhhat şartı olan namaz te­mizliğini zikrettik. Şimdi ise, Allah Teâlâ izin verirse, bu bölümde de namazı zikredeceğiz. Önce farz namaz ve onun ayrılmaz özelliği olan gerekler, şardar; fiil ve sözlerindeki kuralları zikredeceğiz. Bundan sonra ise, hal­lerin gerektirdiği namazları zikredeceğiz.

Destek ve yardımı, sadece Allah Teâlâ’dan bekleriz!

FASIL

Vakitler

Vakiderden söz ederken sadece namaz vakiderini değil, ister ibade­te ait olsun ister ibadet dışı olsun, vakit olması bakımından vakti kaste­diyorum. Sana vaktin anlamını ve yorumunu açıkladığımızda ibadeder için belirlenmiş vakiderden söz etmeye başlayacağız. Şöyle deriz:

Vakit, belirlenen şeyin -ki varsayım ve takdir etmek demektirvar­lığını kabul etmeyen bir durumdaki belirlemeden ibarettir. Küre şekünde bir başlangıç ya da orta ya da son takdir eder ve varsayarız. O ise, kendiliğinde ve hakikatinde, bilfiil ilk olma ya orta ya da son olma du­rumunu kabul etmez. Böylece onun hakkında kabul ettiğimiz şeyi, bir varsayım ve takdir olarak kabul ederiz.

O halde vakit, başlangıcında Allah Teâlâ’nın kendisini yarattığı gibi daire­sel olması nedeniyle zamanda takdir edilmiş bir varsayım demektir. Bu yönüyle zaman, küreler gibidir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Zaman Allah Teâlâ’nın kendisini yarattığı ilk haline döndü.’ Bu hadiste Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, Allah Teâlâ’nın zamanı dairesel (daire şeklinde) yarattığını belirtmiştir. Vakider ise zamanda takdir edilmiştir.

Allah Teâlâ, Adas Feleğini yaratıp Felek döndüğünde, gün ortaya çık­mamış ve varlığı zuhur etmemiştir. Bu durumda o, testide bulunmaz­dan önce nehirde bulunan testi suyu gibiydi. Allah Teâlâ o felekte on iki var sayımsal yer belirleyip takdir edince, onları o felekteki burçlar diye isim­lendirdi. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Göğe yemin olsun ki.,,ao Gök (sema) de­nilmesinin nedeni, onun yukarımızda olmasıdır. ‘Burçlar sahibi göğe,’181 Burçlar, söz konusu belirlenmiş ve varsayılmış şeylerdir. Bir şahıs durur ve üzerinde bu felek döner. Bu şahısta söz konusu varsayımları kendile­rindeki bazı belirtilerle görebileceği bir göz yaratılmıştır. Böylelikle, o şahısta bu alametler sayesinde bu var sayımların [Felekte tespit edilmiş burçlar] bir kısmı diğerlerinden ayrışır; söz konusu alameder, burçlara delil olarak yaratılmışa. Böylece şahıs, gözünü onlardan bir varsayım [noktasına], yani alamete diker. Sonra Felek, bakan kişinin gözünü dik­tiği bu varsayılmış alametie döner ve kişiden gizlenir. O ise, alamet kendisine gelinceye kadar bulunduğu yerde durur. Böylece, feleğe göre değil, bakana göre, Felek’in bir dönüş tamamladığı anlaşılır. İşte bu dönüşü, gün diye isimlendirdik.

Sonra Allah Teâlâ, yedi göğün dördüncüsünde Arapça’da şems [güneş] diye isimlendirilen büyük cisimli (cirm), aydınlık bir yıldız yarattı. Fe­lek, kişinin bulunduğu yeryüzü perdesinin ardından, güneş vasıtasıyla bakan kişiye doğar. Doğduğu yer meşrık [doğu, doğum yeri], doğuş şuruk diye isimlendirilir. Çünkü bu aydınlık yıldız oradan doğmuş ve bakan kişinin içinde bulunduğu havayı onunla aydınlatmıştır. Feleğe bakan kişi, kendisine yaklaşıncaya kadar, o yıldızın hareketini gözüyle takip eder. Bu yaklaşma, istiva [tepe noktasında bulunma] diye isim­lendirilir. Sonra, yıldız istiva çizgisinden aşağı inmeye başlar. Bu inme, daha önce belirttiğimiz gibi, güneşe göre değil, bakan kişiye göre sağa doğru iniştir. Bakan kişinin gözünde güneşin istiva noktasından ilk ay­rılışı, ‘zeval’ (kayboluşu) ve ‘dülûlc’ (batışı) diye isimlendirilir.

Güneşin cismi kayboluncaya kadar insan gözüyle onu takip eder. Güneşin gözden kaybolması batış, gözün güneşin kaybolup havanın ka­rardığını gördüğü yer ise, mağrip, yani batıdır. Güneşin doğuşundan ba­tışına kadar havanın aydınlanma süresi, kendisinde ışık yayıldığı için nehar, yani gündüz diye isimlendirilir. Nehar nehr kelimesinden türetil­miştir. Nehr, suyun aktığı yatağındaki yayılması demektir. Böylece güneş diye isimlendirilen yıldız doğu denilen yerden yeniden doğuncaya kadar, bakan kişi karanlıkta kalır. Söz konusu yer, güneşin bir önceki gün doğ­duğu yere bitişik başka bir yerdir ki, o derece diye isimlendirilir.

Güneşin batımından doğumuna kadar geçen karanlık süre, gece di­ye isimlendirilir. O halde gün, gece ve gündüzün toplamıdır. Her gün bu yıldızın doğduğu yerler ise, dereceler diye isimlendirilir.

Sonra, güneş denilen bu aydınlık yıldızın kuşatıcı felekte takdir edilmiş ve varsayılmış noktalarda derece derece yer değiştirdiği görülür. Böylece bir takım doğuşları kat eder ki, bunlar günler diye isimlendiri­lir. Güneş bu varsayım noktalarından birini kat etmeyi tamamladığında başka bir noktayı kat etmeye başlar. Ta ki, on iki burcu kat eder. Sonra, bu burçları kat etmek için başka bir dönüşe başlar. Böylece her varsa­yım noktasının kat edilmesinin başlangıcı ile bitimi, ay diye isimlendirilirken; bütünün kat edilmesi sene diye isimlendirilir.

Ey kardeşim! Gece, gündüz, ay, senenin vakider diye ifade edilen bu şeyler olduğu ve vakiderin saader ve daha küçük birimlere kadar in­diği sana açıklanmış oldu. Bütün bunların dışta bir varlığı yoktur, onlar bir takım nispet ve izafederden ibarettir. Var olan ise, vakit ve zaman değil, felek ve yıldızın kendisidir. Bunlar, yani vakider ise, felekte takdir edilmiş şeylerdir. Zamanın bu vakiderin varsayıldığı mevhum bir şey olduğu da açıklanmış oldu. O halde vakit, var olan bir şeyde -ki o felek­tirmevhum bir varsayımdır. Yıldız [güneş] ise, o feleğin ve yıldızın hareketini varlığı olmayan ve zaman denilen mevhum bir şey içinde varsayılan bir takdirle kat eder.

O halde, Allah Teâlâ’nın bu feleğin altına giren mekânlı varlıklar için zarf yaptığı zamanın hakikatini sana açıklamış oldum. Söz konusu felekte vakider belirlenir ve tayin edilir. Böylece ‘şöyle yaratıldı ve falan vakitte ortaya çıktı’ denilir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Senelerin hesabını öğrenin diye, her şeyi ayrıntısıyla açıkladık.,m Kendisinden başka ilah bulunmayanı tenzih ederim!

Zamanın ve vaktin anlamını öğrendikten sonra, onu ezeli öğren­mede dikkate almalısın. Başka bir ifadeyle, zamanın bilgisinden ezelin bilgisine geçmeli ve intikal etmelisin. Ezel, Allah Teâlâ’yı nitelediğin ve âdeta O’nun adına zaman saydığın şeydir. Sınırlı ve yaratılmış bir varlık ol­duğun halde, senin için zaman, bu nispede dışta gerçekliği olmayan gö­reli bir durum olduğuna göre, ‘Allah Teâlâ ezelde konuştu’, ‘Ezelde buyurdu ki’, ‘ezelinde şunu takdir etti’ gibi senin veya başkasının ifadelerinde ezel, Allah Teâlâ’nın varlığı için bir sınır olmaktan kat be kat uzaktır. Senin hakkında zamanın uzadığı vehmedildiği gibi, Allah Teâlâ hakkında da ezelin uzadığı vehmedilir. Halbuki böyle bir düşünce, aklın ve doğru düşün­cenin yargısı değil, vehim gücünün yargısıdır.

Çünkü ezel lafzının anlamı, Allah Teâlâ hakkmda başlangıcın olmasını reddetmektir. Başka bir ifadeyle, O’nun varlığının başlangıcı yoktur. Bi­lakis O, başlangıcın ta kendisidir. Allah Teâlâ hakkmda hükümran olacak bir ilklik (evveliyet, başlangıç) yoktur ki, Allah Teâlâ onun ihatası altına girsin ve onun nedenlisi olsun. Vehim gücünün ve akimın verdiği yargıları ayırt et! Bu konudaki açıklamaların çoğu bundan kaynaklanır.

Hakk ezeli olarak eşyayı takdir etti (denilir), fakat, ‘ezeli olarak var etti’ denilemez. Bu ifade iki bakımdan imkânsızdır: Allah Teâlâ’nın var eden olması, var edilenin bulunmasına bağlıdır. Bir şey mevcut ise, artık var edilemez. Allah Teâlâ, kendisi bakımından varlıkla nitelenmemiş şeyi var eder. O ise, yok olandır. Şu halde madum [yok] olan mevcudun, ezeli olarak mevcut olmak özelliğine sahip olması imkânsızdır. Çünkü o, kendisini var eden bir yaratıcıdan var olmuştur. Ezel ise, kendisiyle ni­telenen kimseden başlangıcı nefyetmektir [olumsuzlama], O halde âle­min ezeli bir varlığa sahip olması imkânsızdır. Onun varlığı, yaratıcı­sından kazanılmıştır ki, o da Allah Teâlâ'tır.

Alemin ezeli olarak mevcut olduğunu söylemeyi imkânsızlaştıran ikinci neden şudur: Ezel, başlangıcı reddetmek demektir. Hakk ise, ezel özelliğiyle nitelenmiştir. O halde, âlemin varlığının ezel ile nitelenmesi imkânsızdır. Bu ifade, varlığını Allah Teâlâ’dan kazanmadığı halde, ‘Âlem, Allah Teâlâ’dan varlık kazandı’ demene döner. Çünkü evvellik [başlangıç, ilk ol­mak], âlemin ezeli olmasını ortadan kaldırmıştır. Böylece âlemin bu olumsuz nitelikle -ki o ezeldirnitelenmesi imkânsızlaşmıştır. Onunla nitelenen Hakk için ise, ‘Hakk yaratıklarını ezelde yaratmıştır’ denilmesi imkânsız değildir. Burada yarattı, takdir etti demektir. Çünkü takdir etmek, bilgiye dayanır. Bu ifadedeki yaratma var etmek anlamında alı­nırsa, böyle bir ifade imkânsızdır. Çünkü fiil, ezeli olamaz.

O halde, zamanda olduğu gibi ezelde de takdir sabittir. Zaman, varlığı olmayan mevhum (varlığı hayal ve vehimde gerçekleşen) bir şeydir. Ezel de varlığı olmayan olumsuz (selbî) bir niteliktir. Çünkü o, Allah Teâlâ’nın aynı olmadığı gibi, Allah Teâlâ’dan başka bir şey de yoktur. O halde ezel, Haktan başka ve Hakk için zarf olan dışta mevcut bir şey değildir. Öyle olsaydı, daha önce belirttiğimiz tarzda zarf olması bakımından zaman bizi sınırladığı gibi ezel de Hakkı sınırlardı. Anlayasın!

Vakitlerin anlamını tanımladıktan sonra ibadetlerin vakitleriyle ne­yin kastedildiğini açıklamaya geçebiliriz. İbadetlerden namazın vakiderini açıklayacağız.

FASIL

Namaz Vakitleri

Şöyle deriz: Namaz vakitlerinin bir kısmı belirli, bir kısmı ise belir­sizdir. Belirsiz vakit, unutanın hatırlama ve uyuyanın uyanma vaktidir. Çünkü bu iki kişinin namaz vakti, unutmuş ise hatırlama ya da uyuyorsa uyandığı vakittir. Belirli vakit ise, ikiye ayrılır: özel (muhallas) vakit ve ortak vakit. Özel vakit, bütün namazlarda geniş vaktin ortası; sabah na­mazının son vakti ve öğle namazının da ilk vaktidir. Çünkü zikrettiğimiz vakitlerde, diğer dört namazın vakiderinde olduğu gibi, başka bir nama­zın ortaklığı söz konusu değildir. Ortak vakit, öğle ve ikindi namazları vb. gibi iki namaz arasındaki vakittir. Bu konuda şeriat alimleri arasında görüş ayrılığı vardır. Allah Teâlâ izin verirse, ayrıntılı olarak tek tek namazların vakitlerinden söz ederken bunları yeri geldiğince zikredeceğiz.

(Meselenin batındaki anlamına gelirsek) [Namaz kılan anlamında­ki] Musalli’nin yarışta ikinci gelen olduğunu söylemiştik. İslâm’ın esas­larını belirten hadiste salât [namaz] ise, kelime-i şehadetten sonra ikinci mertebede yer alır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Namazı (salât) kendimle ku­lum arasında ikiye ayırdım.’ Böylece Allah Teâlâ, namazdaki kulunu ilahi tak­simde ikinci yapmış ve farz veya nafile belirlemeksizin mutlak olarak ‘namaz’ demiştir. Biz ise, vaktin bir kısmının belirli, -ki bu, değerlen­dirmede farz ibadet vaktidirbir kısmının ise belirsiz olduğunu söyle­miştik. Bu da, değerlendirmede, nafile namazdır. Rabbinin huzurunda daimi namazını kılan ve hareket ve de duruşlarında yakaran arif, belirli ya da belirsiz bir vakte sahip değildir. Bilakis arif, vaktin sahibidir [sahibü’l-vakt]. Bu müşahedeye sahip olmayan kimse ise, Rabbini zikrederkenki bilincine (huzur) göredir.

Şu var ki sürekli huzurda bulunan arif, bu huzurdan farz olanlar ile Allah Teâlâ’nın emri olmaksızın gönüllü olarak yerine getirdiklerini içinde bul­duğu artış ve lütfa göre ayırt etmez ise, makamı eksik; sürekli huzur ha­linde bulunduğu için de hali yetkin kimsedir. Çünkü herhangi bir ba­kımdan olan huzur değil, genel anlamda huzur, hallerden biridir. Çün­kü özel bir bakımdan huzur, kâmil adamlara özgüdür. Birincisi, vakideri ayırt etmeyen ariftir. Böyle bir arif, (Haktan gafil kalmayan) huzur ehlindendir. Halde kendinden geçtiği için, ona göre huzurun herhangi bir yönü arasında fark yoktur. Onun durumuna örnek olarak, insanın sebebini bilmeden tattığı bir hazzı verebiliriz, ikinci kişi ise, kâmil ve varlığın hükmüne göre huzuru sürekli olan kimsedir. Örnek olarak, haz olması bakımından hazzı bulan kimseyi verebiliriz. Bu kişi, sürekli ve haz olması bakımından haz alır. Söz gelimi, bilginin tadından ya da cin­sel ilişkinin tadından ya da mizaca uygun herhangi bir şeyin tadından haz alır. Bu hazzı tadan kimse, söz konusu hazlar arasındaki ayrım ve farkı da bilir. Çünkü Hakkın isimleri, bilgilerin dallarına göre, her an ve her nefeste velilerin kalplerinde farklılaşır. Böylece kâmil arif, her nefes ve zamanda o nefes ve zamanın kendisine özgü ismin tecellisinden ver­diği bilgi bakımından Rabbi hakkında sahip olmadığı bir bilgiyi elde eder.

Vakitleri özel ve ortak vakitler diye ayırdığımıza göre, bilmelisin ki: Bu yolda [Allah Teâlâ’ya giden yol, tasavvuf yolu] vakit, halinde kendisiyle olduğun şey demektir. İyi, kötü bilgi ve cehalet gibi hangi bir şey ile olursan, senin vaktin odur. Dolayısıyla vakit, irtibadı değildir. Zamansal vakider de, Allah Teâlâ’nın onlarda her şahıs hakkında meydana getirdiği şeye bağlıdır. Vakitlerden özel olanlar, hükmünde herhangi bir ortaklık bulunmadan sana gelen her isimdir. Ortak olan ise, iki ya da daha çok yönü olan her isimdir. Birinciye örnek olarak el-Hayy [hayat sahibi, canlı] ismini verebiliriz. Çünkü bu isim hayata özgüdür. Aynı şekilde, el-Alîm de bilgiye özgüdür. Ortak kısım olan İkincisi ise, ortak Vaktin benzeridir. Bu kısma örnek olarak, el-Hakim ismini verebiliriz. Bu is­min el-Alîm ismine dönük bir yönü olduğu gibi el-Müdebbir ismine dönük bir yönü de vardır. Çünkü el-Hakim isminin iki hükmü vardır: Birincisi, durumların konumları hakkındaki hükmü; İkincisi ise, du­rumları bilfiil yerli yerine koyma hükmüdür. Bir şeyi yerli yerine koy­mayan nice âlim bulunduğu gibi eşyayı bir bilgiden değil, tesadüf eseri yerli yerine koyan nice kimseler vardır.

Binaenaleyh el-Hakim, durumların konumlarını bilerek, onları kendi mekânlarına yerleştirmeyi bilen demektir. O halde, vakti [hali] hikmet olan kimse, ortak vakitte bulunur. el-Kâdir [güç yetiren] ve benzeri gibi tek bir durumu gösteren isimde bulunan ise, özel vakitte bulunuyor demektir. İşte bunlar, bedensel namazlarında ortaya çıkan vakitlerine benzer olarak, manevi namazlarında ariflerin vakitleridir.

FASIL

Öğle Namazının Vakti

Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Namaz müminler üzerine vakti belirlenmiş ola­rak farz kılındı,’183 Başka bir ifadeyle ister genişletilmiş ister daraltılmış olsun, namaz belirli bir vakitte farz kılınmıştır. Çünkü vakit belirlidir ve ayette geçen mevkut kelimesi bunu zorunlu kılar. O halde, farz bir na­mazı kendisi için belirlenmiş vaktinin dışına çıkaran kimse -ki ister unu­tan, ister hatırlayan olsun aynıdıronu asla kaza edemez ve borcunu ödemiş olmaz. Çünkü bu durumda kişi, farz namazı kılmamıştır. Çün­kü vakit, o namazın sıhhat (geçerlilik) şartlarından biridir. Dolayısıyla, tövbe ettikten sonra nafile namazlarını artırmalıdır. Yoksa bize göre, namazın sıhhat şartı olan vakit çıktığı için, kaza kılması söz konusu de­ğildir.

Unutanın ve uyuyanın vakti ise, unuttuğunu hatırlama ve uyku­sundan uyanma vaktidir. Böyle bir insan namazı kılarsa, dilin verdiği anlama göre değil fakihlerin yorumuna göre kaza namazı kılan diye isimlendirilmez. Çünkü dilde kaza eden [namazı vakti çıktıktan sonra kılan] ve eda eden [namazı vaktinde kılan] dilde ayırt edilmez. Dolayı­sıyla namazı eda eden herkes, üzerindeki sorumluluğu yerine getirmiş demektir. Şu halde o, Allah Teâlâ’nın eda etmesini istediği şeyi eda etmekle ka­za etmiştir.

Öğle namazının vaktine gelince, şeriat âlimleri kendisinden önce namazı kılmanın caiz olmadığı öğle vaktinin zeval [güneşin tepe nokta­sından batmaya yönelmesi] olduğunda görüş birliğine varmış, fakat iki konuda görüş ayrılığına düşmüşlerdir: Bu iki konu, öğlenin genişletil­miş vaktinin sonu ve namaz kılmanın en sevap olduğu vaktin zamanı­dır. Öğlen vaktinin sonuna gelince; bazı âlimlere göre bu vakit, her şe­yin gölgesinin kendisi kadar olduğu zamandır. Bu görüşü benimseyen­lerin bir kısmı, bu sürenin -ki o öğle vaktinin sonudurikindi vaktinin başı olduğunu iddia etmiştir. Bazı âlimler ise, bu vaktin özellikle öğle vaktinin sonu olduğunu iddia etmiştir. Onlara göre, ikindinin vakti gölgenin iki kata çıktığı vakittir ve gölgenin bir ile iki kat olduğu süre arasmda öğlen namazının kılınması uygun değildir.

Öğle namazını kılmanın en uygun olduğu vakte gelince; bazı âlim­lere göre, namazı yalnız kılan kimse için en uygun vakit, vaktin başıdır. Bazı kimselere göre ise, hava çok sıcak değil ise vaktin başlangıcı hem yalnız hem de cemaade namaz kılan için üstündür. Bazı bilginlere göre, yalnız ve cemaatle kılınırken, sıcakta ve soğukta, vaktin başlangıcı daha üstündür. Her görüşün burada zikredemeyeceğimiz kanıtları vardır. İs­tiva (tepe noktasmda bulunma), yaptığı işte bir tercih olmaksızın, başka bir ifadeyle amelini hangi niyetle yerine getirdiğini tercih etmeksizin kulun [ameline] bakma mahallinde durması demektir: Acaba kul olması yönünden ameliyle yükümlü olduğu kulluk hakkını mı yerine getirmeyi dikkate almıştır? Yoksa bu ibadede efendisinin ve Rabbinin hakkını ye­rine getirmeyi mi dikkate, almaktadır? Bu durumda kul, herhangi bir tercihte bulunmaksızın, istiva halindedir. Güneş batıya döndüğünde ise, zeval bu esnada kula, rububiyetin kulluk karşısında Hakk ettiği nimetlendirme karşılığında Allah Teâlâ’ya ibadet etmeyi tercih ettirir. Bu nimetlendirme, güneşin doğumundan istiva vaktine kadar olan süredir. Kul, bu nimete şükür olarak Allah Teâlâ’ya ibadet eder.

Kul, kendisinden gizlenmek ve perdelenmek isteyerek güneşin ze­valine ayrılık gözüyle bakarsa, hor, muhtaç, kırık ve müşahedeyi talep etmek üzere Allah Teâlâ’ya ibadet eder. Bu durumda kul, batıncaya kadar gü­neşi gözler. Batışından sonra ise, akşam namazı ve şafak kaybolana ka­dar nafilelerle güneşin eserlerini gözler. Şafak batınca, güneşin eseri de kaybolur. Böylece kul, dileyerek, ağlayarak ve yakararak, gece karanlı­ğında kalır. Kul, güneşin ışığıyla aydınlandıkları için gecenin yıldızlarını gözler ve fecrin doğumuna kadar niyaz eder, Hakka yalvarır. Böylece kul, gelişin eserlerini ve duasının kabulünü görür. Bunun için de, şükür niyetiyle Allah Teâlâ’ya ibadet eder. O, duasının kabulünün eserlerini görmüş­tür: Bu nedenle sabah namazını vaktinde kılar ve güneş doğuncaya ka­dar zikirle murakabe eder.

Güneş alaca karanlığından beyazlaşıp göz ile aydınlık araşma giren yerin buharlarının oluşturduğu başkalaşma ortadan kalkınca -ki bunlar doğal nefeslerdirkul istiva vaktine (güneşin tam tepede olduğu zaman) kadar şükretmek üzere ayağa kalkar. Böylece, alaca karanlık kaybolana kadar şükür ve sevinç ibadetini sürdürür. Bundan sonra ise, sabır, yok­sunluk ve yaşadığı sürece ayrılığı bekleme ibadetine yönelir. Şü halde kul, her zaman iki ibadet arasındadır. Çünkü o, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin ‘Gü­neşi gördüğünüz gibi Rabbinizi göreceksiniz’ buyurduğunu işitince, bunu ibadetinde, yani farz ve nafile namazlarında şükür ve yoksunluk olarak dikkate almıştır. Başka bir ifadeyle kul, nimet ve bela, sıkıntı ve rahatlık arasında ibadet eder.

Mümin, korkusu ve umudu eşit olan kimsedir (istiva). Dolayısıyla kul, zeval (yani, tepe noktasından batıya kaydığı) vaktinden şafağın sökme vaktine kadar ‘Rabbine korkarak dua ederken’, fecrin doğumuna kadar güneşin doğup istiva (tepe nokta) çizgisine varıncaya kadar ‘umut ederek’ dua eder. Bu umut, bundan sonra artık perde olmasın diyedir. İşte, ariflerin ibadetleri böyledir.

Öğle namazının geniş vaktinin sonu, bu vakte özgü ilahi ismin son hükümleridir. Söz konusu isim, ez-Zâhir ismi olduğu gibi zevalin [gü­neşin tepe noktasından batıya yönelmesi] başlangıcında farz ibadete özgü olan da, el-Evvel (ilk) ismidir. Bu süre, her şeyin gölgesi o şeyin kendisi kadar -ki bu vaktin sonuduroluncaya dek devam eder. Kul içinde olduğu o , vakitte kendisine özgü ibadeti yerine getirip onun tam karşısında bulunduğunda bir benzeri haline gelecek şekilde ismin gere­ğini ifa ettiğinde, başka bir ifadeyle ilahi ismin o vakitte kendisine özgü bir hükmü kalmayıp bütün eseri kulda gözükünce, o ismin kuldaki hükmü de tamamlanır. Böylece öğle vakti çıkar ve ikindi vakti girer. Bu ise, iki isim arasmda başka bir ismin hükmüdür. İki isim arasında bö­lünmeyen mevhum bir fark vardır ki, bu fark, dışta mevcut olmaksızın akılda vardır. Söz konusu fark, bu iki isim arasında berzahtır.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem sahih bir hadiste şöyle buyurur: ‘Diğerinin vakti girmeden bir namaz vakti çıkmaz.’ Kastedilen, başka bir delilden bildi­ğimize göre, dört namazdır. Çünkü sabah namazının vakti çıktığında, güneş tepe noktasından batmaya yönelene kadar öğle namazının vakti girmez. Öğle, ikindi, akşam, yatsı ve sabah namazlarının vakideri ise böyle değildir. Bunu bilmelisin. Gün, yirmi dört saattir ve dört çeyrek­ten oluşur. Her çeyrek, altı saattir. Güneşin doğumundan öğlene kadar olan günün çeyreği, altı saattir ve bu sürede tam olarak belirlenmiş farz bir namaz vakti yoktur. Tam olarak dememin nedeni, uyuyan ve unu­tan kimseleri dikkate almamdır. Çünkü vakit, namazın o vakitte gerçek­leşeceğini belirlememiştir. Aksine unutan için vakti belirleyen şey hatır­laması, uyuyan için ise, uyanmaktır. Hatırlama ve uyanma ister nama­zın vaktinde ister başka bir zaman gerçekleşsin aynıdır. Bu nedenle bu konuda ifadeyi tashih ettik ve ‘tam olarak’ dedik.

Çünkü yazdığım her şeyde tavrım, aynı anlamı gösteren lafızlardan belirli bir lafzı tercih ettiğimde bunun bir nedenden kaynaklanmasıdır. Bir harf ilave etmişsem, onun da bir sebebi vardır. Dolayısıyla benim maksadıma göre, sözümde herhangi bir anlamsızlık yoktur. Bir insan böyle bir zanda bulunursa, onun hata saydığı şey, bende değil, benim amacımdadır. Vakit, güneşin tepe noktasından batmaya yöneldiği an­dan ikinci gündeki doğumuna kadar, kendilerinde farz kılınmış belirli namazlara eşlik eder. Farz namazlar geldiğinde, hiç kuşkusuz kendisi için belirlenmiş vakitte meydana gelir. Gün gibi insan da, dört çeyreğe bölünmüştür. Bunların üçü, tıpkı günün dört çeyreğinden üçü gibi, özel amellerle Allah Teâlâ’ya tahsis edilmiştir. İnsanın dört çeyreği zahiri, bâtı­nı -ki o kalbidirlatifesi -Ki o hitabm muhatabı olan ruhudurve tabiatidir. İnsanın zahiri, kalbi ve ruhundan hiç biri, kendileriyle ilgili iba­detten asla ayrılmazlar, ya itaat ederler ya da asi olurlar.

Dördüncü çeyrek ise, insanın tabiatıdır. O, güneşin doğum zama­nından tepe noktasından batmaya yöneldiği vakte kadarki günün kıs­mına benzer, insan, bu sürede serbest olarak doğasıyla tasarruf eder ve ibadetlerde diğer çeyrekleri kendisine katmak istemedikçe üzerinde bir sorumluluk yoktur. Böylece mubah olan şeyleri yapar ve onlarm mubah olduğuna inanır. Bu durumda o, güneşin doğumundan zeval vaktinin başlangıcına, başka bir anlatımla istiva vaktine kadar namaz kılan kim­seye benzer. Dolayısıyla kul, bu vakitte namazdan engellenemez. Bu vakit, beş namazdan herhangi biri için belirli-zorunlu vakit değildir. Öğle namazının en faziletli vaktine gelince; daha önce belirttiğimiz gi­bi, bu vakit üzerinde görüş ayrılığı vardır. Alimlerin hepsi ya da büyük bir kısmı, vaktin başlangıcı olduğunda ittifak etmiş, fakat hallerinde gö­rüş ayrılığına düşmüştür.

Bilmelisin ki: İlk (başlangıç), eşyanın en faziletlisi ve üstünüdür. Çünkü o, hiçbir şeyden oluşmadığı gibi her şey ondan oluşur. İlk, her­hangi bir şeyden oluşsaydı, kendisine genel anlamda ille denilemezdi. Ay­nı şekilde, kul da böyledir: Kul, kendi varlığının ilk oluşu bakımından değil, Rabbinin ilk oluşu bakımından Rabbine ibadete koşar. Çünkü ku­lun varlığının başlangıcı, kendisinden önceki pek çok ilkten sonradır. Pek çok ilk derken, sebepleri kastediyorum. Hakk ise, ilk oluşunun sebebi ol­mayan ilk Sebep’tir. Arif herhangi bir başlangıcın önceleyemeyeceği bu ilklikte Hakka ibadet ettiğinde, onun ibadeti, buradan ilk yaratılmıştan kendi varlığına kadar Allah Teâlâ’nın bütün yaratıklarının ibadetine yayılır. Söz konusu olan, var olanların yaratılışında etkin olan ilk olmadır!

Arif, ister sorumlu uzuvlarından özel bir nitelikle ibadet etsin ister bütün uzuvlarıyla ibadet etsin, bu durumda Allah Teâlâ’ya faziletli vakitte iba­det etmiş demektir. Birinciye örnek, yalnız başma namaz kılmak; İkin­ciye örnek ise, cemaat namazı ya da sıcak vakitte, başka bir ifadeyle, korku ve mücahedesinin şiddetlendiği vakitte, özleminin tutuştuğu, vecd, kendinden geçme ve külfet halinde; ya da soğukta, yani bilgisi, inancının serinliği ve soğukluğu halinde ibadet etmektir. Hangi halde olursa olsun ilk olmak, kul için daha fazileüidir. Çünkü Allah Teâlâ şöyle bu­yurur: ‘Koşunuz’, ‘gayret ediniz.’ Ayrıca, bu Hakk sahip olan kimseleri övüp şöyle buyurur: ‘Onlar iyiliklere koşanlar dır."84 Binaenaleyh ibadet­lerin ille vakitlerine koşmak, en ihtiyatlı davranış olduğu gibi aynı za­manda teldif halinde kullardan istenilen şey de budur. Bu sakınma ve ihtiyat nedeniyle, mubahlık ya da mendupluk ifade eden hal karinesin­den olmaksızın ilahi emir geldiğinde, farza yorumlanır. Aynı şekilde, mekruhluğu ifade eden bir karineden soyut olarak geldiğinde yasakla­ma, harama yorumlanır. Emirde farzlık, yasakta ise haram hükmünden kendilerini çıkaran bir karine olmadıkça, emir ve yasak ifadelerinde söy­lediğimiz görüşe aykırı bir durum yoktur.

Kardeşim! Genel olarak vakitlerin ve teşvik edilen vakiderin yoru­munu açıklamış olduk. Bu açıklamayı ise, şeriat âlimlerinin bu bahisteki görüşlerini belirttikten sonra yaptık. Böyle yapmamızın amacı, duyusal varlığında zahirî ibadet ile aklındaki bâtınî ibadeti birleştirip, cem ve vücud ehlinden olmandır. Çünkü Allah Teâlâ’nın belirlediği yönden Allah Teâlâ’ya giden yolu aradığında, yolu belirleyen Allah Teâlâ, senin gayen olur. Doğanın hükmünden soyutlanarak nefsinin duruluğu ve onun âlemine katılmak bakımından talep ettiğinde ise, nefsinin gayesi özel olarak ruhsal âleme katılmak olur. Buradan onun adına ruhların şeriatları ortaya çıkar ve gayesi Hakk oluncaya kadar o şeriadara göre ve onlarla sülük eder. Bu dunun, Allah Teâlâ kendisine ömür verirse böyledir; salik ölürse, Hakkın ga­ye olduğunu asla bilemeyecektir.

Bu yol için kayıtsız ‘Mutlak Halvet’ diye bir bölüm ayırdık; mümin ona göre amel eder ve inancı artar; kâfir, Hakkın sıfatlarını işlevsizleştiren (muattıl), Allah Teâlâ’ya şirk koşan ve münafıklar gibi mümin olmayan kimseler de, onunla ve ona göre ibadet eder. Böyle bir insan, o eserde ortaya koyduğumuz ve gerekli gördüğümüz esaslara göre amel ederse, kendiliğinde gerçeğe uyan bir bilgi elde eder. Söz konusu bilgi, sahibi daha önce muattıladan ise, Allah Teâlâ’nın varlığına inanmasının sebebi, müş­rik ise Allah Teâlâ’nın birliğine inanmasının, kâfir ise Allah Teâlâ’ya inanmasının, iki yüzlü ya da kuşkucu ise, ihlas kazanmasının sebebi olur. Binaenaleyh, bu halvete girip belirttiğimiz üzere bu şardarla amel eden kimse, zikret­tiğimiz sonuçlan elde eder. Bildiğim kadarıyla, benden önce herhangi bir kimse böyle bir kitap yazmadı, yazmışsa ve bana ulaşmamışsa, bu konuda suçlanamam. ‘Allah Teâlâ hikmeti dilediğine verir.’ Çünkü tarikat eh­linden tam keşif sahibi olan herhangi bir insanın bunu bildiğinden eminim. Fakat bunu zikretmemiştir. Tarikat ehlinden, sınırlı halvetlerin dışında bu mutlak halvete dikkat çeken kimseyi görmedim. Kardeşimiz, dostumuz, Ebu’l-Abbâs Ahmed b. Ali ibn Meymûn b. Âb et-Tevzerî, sonra el-Mısrî, şimdi Mekke’de yaşayan ve Kastalânî diye bilinen zat bu konuyu sormasaydı, onu açıklamak benim de aklıma gelmezdi. Belki, bizden öncekilerin aklına da gelmiş, fakat soran olmadığı için, mutlak halvete dikkat çekmemişlerdir.

FASIL-VASIL

İkindi Namazının Vakti

Şeriat bilginleri, öğle namazının son vaktiyle birlikte ikindi nama­zının başlangıç vakti ve ikindi namazının son vakti hakkında görüş ayrı­lığına düşmüştür. Bu meyanda bazı âlimler, ‘ikindi namazının vaktinin girmesi, bizzat öğle namazının çıkma vaktidir’ der. Bu vakit, her şeyin gölgesinin o şeyin bir katı olduğu vakittir. Bu görüşü benimseyenler ise, kendi aralarında görüş ayrılığına düşmüştür. Bazı bilginler, ‘bu va­kit, iki namazla birlikte ortaktır ve onun ölçüsü kendisinde -mukim [yerleşik, yolculuk yapmayan] isedört rekât, yolcu ise iki rekât namaz kılmaktır’ demiştir. Bazı âlimler ise, öğle namazının çıkması, ‘şimdi ikindi namazının girmesi olan’ vakittir demiştir. Bu ise, bölünmeyen zamandır.

Cebrail’in Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e imamlık yaptığını bildiren bir hadiste şöyle denilir: ‘Cebrail, ikinci gün öğle namazını birinci gün ikindi na­mazını kıldığı vakitte kılmıştı.’ Başka bir sahih hadiste ise, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğu bildirilir: ‘Öğle namazının vakti, ikindi na­mazının vakti girmeden çıkar.’ Başka bir hadiste ise ‘Bir namazın vakti, başka bir namazın vakti girmeden çıkmaz’ buyrulmuştur. Birinci hadis, vakitte ortaklığı belirtirken diğer iki hadis, ‘bölünmeyen zamanı’ verir­ler ki, o da şimdiki andır. Böylece ortaklık, ortadan* kalkar. Burada, üygulama namaz hakkındaki vakti öğrenmeyi güçleştirdiği için, söz fiilden üstündür. Çünkü uygulama, kendi anlayışına göre, sahabenin ifadesidir.

/

Peygamberin ifadesi ise, sahabenin söylediğine aykırıdır ve onunla Ceb­rail’in Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ile birlikte namaz kılması fiiline karşı hüküm vermiştir. Böylece Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin sözü, râvinin yorumladığı uygu­lamanın yorumcusu haline gelir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin sözünü esas almak, Allah Teâlâ’nın bize emridir. Nitekim şöyle buyurur: ‘Peygamber size ne verirse onu alınız.’185

Bu ve benzeri meselelerde, bir görüş ayrılığı tasavvur etmemek yerindedir. Fakat Allah Teâlâ bu noktalardaki görüş ayrılığım, kulları için bir rahmet, kendilerini sorumlu saydığı hususta bir genişlik yapmıştır. Halbuki zamanımızdaki fakihler, [Allah Teâlâ’nın genişlik yaptığını] sınırlamış ve âlimleri taklit edenler için şeriatın genişlettiği şeyleri daraltmışlardır. Taklitçi Hanefî mezhebinden ise, ona ‘işine geldiğinde Şafii’nin ruhsa­tını arama’ dedikleri gibi her mezhebin taklitçisine aynı şeyi söylemiş­lerdir. İşte bu, dindeki en büyük kısıdama ve güçlüklerden biridir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ size dinde güçlük yaratmamıştır,’186

Şeriat, müçtehidin hükmünü kendisi ve taklitçisi için onaylamıştır. Zamanımızın fakihleri ise, bu konuda direnmiş ve bu durumun dinle oynamaya yol açacağını iddia etmişlerdir. Bu, onların tam bir bilgisizli­ğidir. Halbuki -yemin olsun ki!iş, onların zannettiği gibi değildir. Bu­nunla birlikte onlar, kendilerinin müçtehit olmadığını onaylar ve içtihat derecesine ulaşmadıklarını kabul ederler. Söz konusu fakihlerin imamla­rından, böyle bir yola girdikleri nakledilmemiştir. Böylelikle, içtihat ye­teneğine sahip olmadıklarım söylemekle bizzat kendilerini yalanlarlar. Çünkü taklit edenlere yasaklamadıkları şey, içtihat sayesinde olabilir. Körlükten ve sapmaktan Allah Teâlâ’ya sığınırız!

Allah Teâlâ, peygamberini âlemlere sadece rahmet olarak göndermiştir. Hangi rahmet bu önemli sıkıntıyı, acıklı durumu çözmekten daha bü­yük olabilir? İkindi namazının çıkma vaktine gelince, bazı âlimlere gö­re, her şeyin gölgesinin kendisinin bir misli olduğunda ikindi namazı­nın vakti çıkar. Bazı âlimlere göre ise, ikindi namazı güneş sararmadan çıkar. Bazı âlimler ise, güneşin ışınlarıyla birlikte batmasıyla ikindi na­mazının vaktinin çıkacağını söyler ki, ben de bu kanaatteyim. Kendile­riyle ahlâklanan Allah Teâlâ ehlinde ilahi isimlerde ortaklık ve ortaklığın bu­lunmadığı isimler hakkındaki değerlendirme daha önce zikredilmişti. Bu değerlendirme, genel olarak bütün namazlarda dikkate alınabilir. Bu bölümdeki diğer değerlendirme ise, bölünmeyien zaman anlamındaki an ve güneşin sararması hakkındaki değerlendirmedir.

An, iki vakti ayırt eden şeydir. Bunun yorumu ise, anın iki ismi, başka bir ifadeyle onların hükümlerini -ki her birinin hükmünden bir ortaklık anlaşılmazayıran sebep olmasıdır. Böylelikle iki isimden her birinin hükmü, tek başına ortaya çıkar. İşte bu, bize göre, ‘vakıf teri­minin tanımıdır. Çünkü sülük eden insan, tam olarak hakkını yerine ge­tirdiği ve zevk, ahlâklarıma ve ahlâk bakımından gerçekleştirdiği bir makamdan, elde etmek istediği başka bir makama intikal ettiğinde, iki makam arasında bir şekilde vakfe eder [durur]. Bu vakfenin hükmü, her iki makamın da, başka bir anlatımla ayrıldığı makam ile ulaşmak istedi­ği makamın hükmünün dışındadır. Salike iki makam arasındaki bu du­ruşta -ki adeta iki zaman arasındaki an gibidir-, intikal edeceği maka­mın adabı ve Hakka karşı nasıl davranması gerektiği öğretilir. Bunlar açıklandıktan sonra ise, bilgi sahibi olarak, intikal ettiği makamın hük­müne girer.

Bu yolda makamlar, namaz, zekât, oruç, hac, cihat vb. gibi şeriat­taki diğer amellere benzer. Bu amellerden her birinin kendine özgü bir bilgisi olduğu gibi her makamın da kendisine özgü bir adap ve davranı­şı vardır. Muhammed b. Abdülcabbar en-Nifferi, ‘el-Mevakıf ve’l-kavl’ diye isimlendirdiği kitabında bunları açıklamıştır. Ben de kitabın büyüle kısmını gördüm. Söz konusu kitap, değerli bir kitaptır ve makamların adabı hakkındaki bir takım ilimleri içerir. Mevkıf başlığının altında şu­nu söyler. Sözgelimi ilim mevkıfı’na intikal ederken -ki o kitaptaki mevkıflardan biridir‘ilim mevkıfı [ilim durağı]’ der, ardından şöyle söylerr ‘Beni ilim mevkıfında durdurdu ve dedi ki: Ey kulum! Timin emrine girme. Seni benden başkasına delil ol diye yaratmadım.’ Ardın­dan ekler: ‘Bana dedi ki: Gece benimdir, okunan Kur’an için değil. Ge­ce benim içindir, övgü ve hamd etmek için değil.’ Salik, Hakkın kendi­sini durduğu bütün makamları tamamlayıncaya kadar böyle devam eder. Gireceği makam tanıtıldığında, o makama girer. Böylece durduğu esnada o makamda Hakkın karşısında nasıl davranacağını öğrenir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Beni Rabbim edeplendirdi, ne de güzel edeplendirdi.’ İşte bu, iki namaz arasındaki an gibidir. Allah Teâlâ ehlinden zevk ehli, o makamda durdurulur, o özel günde Allah Teâlâ karşısında yerine getirmeleri gereken namazın adabı verilir. Her günkü namazda da böy­le yapılır.

ikindi vaktinin çıkmasının diğer sınırı olan güneşin sararmasının yorumuna gelince, öncelikle şunu bilmelisin ki: Sararma, güneşe bakan insanın gözünde gerçekleşip bunun etkisiyle güneşin ışığında olduğu hükmünü verdiği, göz ile güneşin saf algılanışı arasına perde haline ge­len yeryüzü buharlarından kaynaklanan bir başkalaşmadır. Bunun yo­rumu, kulun nefsinde Hakkın isminin hükmünde meydana gelen geçici-nefıs kaynaklı düşüncelerdir. Kul, bunları saf olmayan bir şekilde, Hakka nispet ettiği gibi kendi nefsine de saf olmayan bir şekilde nispet eder. Bu durum, edepli ve edepten yoksun herkeste gerçekleşir.

Edepli olandan meydana gelmesine gelince; edepli kişi, ışığın ken­diliğinde sararmadığını ve başkalaşmadığını bilen insan demektir. Bu bilme, ilahi ismin hükmünün saf olduğunu, nefsin onun karşısında bir hükme sahip olmadığını bilmek demektir. Sararma, belki de o kişide, örf ya da dince ayıp sayılan bir ismin (sonucu ve eserinin) ilişmesidir. Arif, bu eksikliği kendisine -fakat Allah Teâlâ’nın dilemesiylenispet ederek Hakkın mertebesini o hükümden tenzih eder. Şöyle der: cHasta oldu­ğumda, bana şifa veren O’dur.187 Söz konusu olan, örf bakımından ayıp olan şeydir. Böylece hastalığı kendisine izafe etmiştir, çünkü hastalık ona göre bir ayıptır; iyi olduğundan dolayı da şifayı Rabbine nispet etmiştir.

Bu niyetle beraber, lafızda ortaya çıkan şey, onu hasta eden ilahi ismin hükmünün izalesidir. Hz. Halil, bu kadar bilgiyi öğrendiğinde, kendisini hasta eden isme şöyle nida etti: ‘Rabbim! Kıyamet günü benim hatamı bağışla.,m Burada, hata ettiğini belirtmektedir. Bununla beraber, hastalığı kendisine nispet ederek onu hasta eden ilahi ismin hükmüne nispet etmemekle edepli olmak istemiştir. Onun amacı, örfe göre, in­sanlarca eksik sayılan şeyin ilahi bir ismin hükmüne izafe edilmemesi ile Hakkın karşısında edepli davranmaktır. Bu itiraftan ise hükmün ilahi isme ait olduğu ortaya çıkar. Hz. İbrahim ise, söz konusu ismin mak­sadıdır. Bu arif, bu meselede iki edebi birleştirir: Hastalığı kendisine nispet etme edebi ve bu hastalığın ilahi ismin hükmünden kaynaklandı­ğını bilme edebi. Gerçi bunu açıkça belirtmemiştir, fakat bu durum, ‘Rabbim! Kıyamet günü hatamı bağışla’ deyişinde zımnen ve kapalı olarak yer almıştır. Burada hatanın mahiyeti belirtilmemiştir. Ayette geçen yevme’d-din [din günü] ise, kıyamet günü demektir.

‘Onu bana şeytan unutturdu189 ayetinde de aynı şey söz konusudur. Bu ifade, Hz. Musa’nm maiyetindeki delikanlının Musa’ya söylediği sözdür. Gerçekte ise, bu esnada kendisinde hükümran olan ilahi bir isim ona bunu unutturmuştur. Genç [Yuşa] ise, unutmayı o isim karşı­sında edebin gereği olarak, şeytana izafe eder. Söz konusu isim, balığın canlı olduğunu Musa’ya haber vermesini unutturmuştur. Çünkü Allah Teâlâ bilgisinin takdir ettiği fazla yürümeyi tamamlamak istemiştir. Bu yü­rümeyle o mesafeyi aşar ve Hızır’m bulunduğu mekâna ulaşmasını sağ­lar. ‘İzlerini takip ederek geri döndüler.’190 Başka bir ifadeyle, o mekâna dönüp orada Hızır’ı buluncaya kadar izlerini takip ettiler. Orada onu buldular. Bu durum, devrinde yeryüzündeki insanların en bilgilisi ol­duğuna dair iddiasıyla, bilgiyi kendisine izafe ederek Musa’nm sınırı aşmasma karşı Allah Teâlâ’nın bir uyarısı ve ikazıydı.

Hz. Musa bilgili olsaydı, Hakkın delil olmasını -ki o ‘balığın bir yol bulması’ olayının aynıydıbilirdi. Fakat bunu bilemedi. Yuşa ise onu anladı. Allah Teâlâ, Musa’ya haddi aştığını göstermek için, ona bunu bildir­meyi unutturdu. Bu durum, yaratıkları hakkında ilminde Allah Teâlâ’ya dön­dürülmez. Kıssa devam eder. Hikâyede çocuğun öldürülmesiyle ilgili söylenen ‘İstedik ki191 ifadesinde güneşin ışığına giren sararmanın yoru­muyla ilgili hususlar vardır. Ayette zamir, ilahi isme ve Hızır’a döner. İlahi isme dönmesi, bu öldürmede ebeveyne ve çocuğa olan merhamet­ten kaynaklanır. Hızır’a dönmesi ise, onun ‘kısas olmaksızın masum bir canı öldürmüş’ olmasından kaynaklanır. Dolayısıyla fiilin görünüşü, bir zulümdür ve bu nedenle Hızır zamirde Allah Teâlâ ile kendisini ortak yap­mıştır. Fiilin görünüşte Allah Teâlâ’ya nispetinde ise, sararma, yani saygı mak­sadıyla Hızır isminin Allah Teâlâ ile beraber zamire ortak olması itibariyle bir başkalaşma vardır. Hızır şöyle der: ‘Ben onu kendiliğimden yapmadım.’192 Yani Hakk, bana kendisi karşısında nasıl bir saygı takınmak gerektiğini öğretmişti [dolayısıyla kendiliğimden bir şey yapmam].

Böylece, ‘an’ ve ‘güneşin sararması’nın yorumunu açıklamış oldum. Bu yorumu iki zamanı ayıran an ve en-Nûr isminden saf ışığa karışan sararmayı gördüğün her şeye uygulayabilirsin: Sözgelimi Allah Teâlâ ‘göklerin ve yerin nuru193 olduğunu belirtir. Burada nur derken kastettiği şeyi öğ­retmek için, Allah Teâlâ kendisine tamlama kabul etmeyen Mutlak Nur adını vermeyip ‘göklerin ve yerin nuru’ demiştir. Öyleyse öğretim ve bildir­me niyeti, mutlak nurun tamlama almasını sağlamış, ‘gökler ve yer’ ifa­desiyle nuru mudaklığından [çıkararak] sınırlamıştır. Nurunu [yere ve göklere] tamlama yapınca, nitelik bakımından mutlak nur derecesinden aşağı kalmıştır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Nurunun örneği.’194 Başka bir ifadeyle, göklere ve yere tamlama yapılmış nurunun özelliği ‘bir kandile benzer."95 Benzetme, lambanın ve onun maddesinin (başka bir yorumla yağın lambanın yanışına yardım etmesi) zikredilişine kadar sürer. Böyle olsa bile, bir kandilin ışığın özelliği nerede, gökleri ve yeri aydınlatan ışığın özelliği nerede?

Allah Teâlâ, bu ayette tamlamalı olarak kendisine vereceğimiz isimlerde nasıl bir edebi gözetmemiz gerektiğini öğrettiği gibi tamlamasız olarak verdiğimizde de hangi saygıyla hareket etmemiz gerektiğini bize bil­dirmiştir. Tamlamalı isimlere örnek olarak şu ayeti verebiliriz: ‘Allah Teâlâ di­lediği kimseyi kendi nuruna ulaştırır.’196 Burada Allah Teâlâ, nuru başkasına de­ğil, kendisine tamlama yapmıştır. Allah Teâlâ, lambayı tamlamayla sınırlan­mış nurunun bilgisine ulaştıran bir kılavuz yaptığı gibi göklere ve yere tamlama yaptığı nurunu da mutlak nurunun bilinmesine ulaştıran bir kılavuz yaptı ve ifadesini şöyle tamamladı: ‘İşte Allah Teâlâ örnekleri böyle ve­rir."97 Ardından ise, böyle örneldemelerden bizi men ederek şöyle bu­yurur: ‘Allah Teâlâ hakkmda örnekler vermeyiniz. Allah Teâlâ bilir, siz bilmezsiniz-’198

‘Allah Teâlâ’ bütün ilahi isimleri toplayan ve bütün anlamları içeren isimdir. Örnekler ise, belirli bir isme özgü olarak verilebilir. Toplayıcıkuşatıcı isim olan Allah Teâlâ ismi için örnek verdiğimizde, örnek örneklenenle örtüşmez. Çünkü örnek özel, örneklenen ise geneldir. Bu du­rumda ise, hiç kuşkusuz, bilgisizlik meydana gelir. Bu nedenle, bu ba­kımdan [Allah Teâlâ ismi yönünden] örnek vermemiz yasaklandı. Örneğin kendisiyle örtüştüğü özel bir isim belirlersek, örnek verebiliriz ve bu durumda seçtiğimiz özel isim için örnek vermek geçerli olur. Allah Teâlâ zik­rettiğimiz ayette böyle yapmış ve şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ."99 Bu isim için örnek vermemiş, başka bir ismi belirlemiştir ki o da ‘Göklerin ve yerin nuru’200 ismidir. Ardından tamlama yapılmış bu nur ismi için lambayı örnek verdi. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ, siz de böyle yapın demiştir. ‘Allah Teâlâ [ismi] için örnekler vermeyiniz.’ Çünkü ben vermedim. Artık anlayınız.

Allah Teâlâ, bize ve size hitabının bağlamlarını öğretsin! Bizi öğrettiği adapla edeplenen insanlardan eylesin. O, sevdiklerine karşı lütufkârdır.

FASIL-VASIL

Akşam Namazının Vakti

Şeriat bilginleri, akşam namazının vakti konusunda görüş ayrılığına düşmüştür: Acaba akşam namazının diğer vakitler gibi geniş [genişle­tilmiş] bir vakti var mıdır, yok mudur? Bazı bilginler, akşam namazının vaktinin geniş olmayan tek bir vakit olduğunu kabul etmiştir. Bazı bil­ginler ise, vaktinin genişletilmiş olduğunu kabul etmiştir. Bu vakit, gü­neşin batımından şafak batımı arasındaki süredir. Ben de, bu kanaatte­yim.

Bu konudaki bâtını yorum şudur: Bu konudaki görüş ayrılıklarının kaynağı, akşam namazının tek, tekin ise aslı bakımından bir olmasıdır. Bu nedenle, birlikteki ilişkiyi gözetmenin gereği olarak* akşam namazı­nın tek vaktinin olması gerekir. Namazlar ilk kez farz kılındığında Ceb­rail Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e imamlık yaparken, akşam namazını iki günde aynı vakitte kıldığı rivayet edilir. Melek tekliğe ve birliğe insanlardan daha yakındır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in bildirdiği gibi, akşam namazı gündüz na­mazlarının vitridir [tek]. Bu ise, gece namazı vitrinin ilave edilmesinden önceydi. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, ‘Allah Teâlâ namazlarınıza namaz kattı’ buyurarak vitir namazını zikretmiştir: ‘Ey Kur'an ehli! Vitir namazını kılınız’ bu­yurur. Şari, vitir namazını farzlara benzetmiş ve kılınmasını emretmiş­tir. Bazı âlimler, vitri farzın aşağısında ve sünnetin üzerinde vacip bu­namaz sayarak terk edenleri günahkâr kabul etmiştir. Bu insan meseleyi ne güzel incelemiş ve ne derin kavramıştır!

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’nın geceleyin kılınan vitir namazını emredip onu içlerinde gündüzün vitir namazı olan akşam namazının bulunduğu farz namazlara eklediğini görünce, şöyle dedi: ‘Allah Teâlâ tektir, teki sever.’ Böylece, akşam namazı gündüzün vitir namazı olsa bile, vitir namazını gece namazının vitri diye sınırlayarak ‘Allah Teâlâ tektir ve teki sever’ dedi. Başka bir ifadeyle, Allah Teâlâ kendisinden dolayı teki sever. Bize ise, çift ola­lım diye, iki vitir namazını kılmayı emretti. Çünkü yaratılmış için teldik imkânsızdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: çHer şeyi çift yarattık.’201 Mutlak birlik, sadece Allah Teâlâ’ya gerekir.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, ikileşmeyi kabul etmeyen teklik sırf kendisine öz­gü olsun diye, Allah Teâlâ’nın gündüzdeki vitir namazını çift yapmak üzere ge­cedeki vitir namazını emrettiğini görmüştür. Çünkü, gece namazının tekliği gündüz namazının tekliğini çift yaptığı gibi Hakkın tekliğini çift yapacak başka bir ilah yoktu. Bu durum ‘her şeyi çift yarattık202 ayetinin hükmüne girer. Allah Teâlâ, biri diğerinin tekliğini çiftleştiren iki tek yarattı. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem vitir namazını nafile namazlara katmayıp ‘Allah Teâlâ namazınıza namaz kattı’ demiştir. Kastedilen, farzlardır. Ardın­dan onları ümmetine emretmiştir.

Cebrail’in imamlığının ardından Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e namazın vakitle­ri sorulmuş, o da, iki gün insanlara namaz kıldırmıştır. Birinci gün vakiderin başlangıçlarında namaz kıldırırken, ikinci gün içlerinde akşam namazının da bulunduğu beş vakit namazın son vakitlerinde namaz kıldırmıştır. Sonra soruyu soran sahabeye şöyle demiştir: ‘Vakit bu ikisi­nin [başlangıç ve son vakit] arasındaki süredir.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem diğer namazlar gibi akşam namazı için de iki vakit belirlemiş ve onu -kendisi tek olsa bileçift namazlara katmıştır. Akşam namazı, gece namazındaki vitri [tekliği] çift yapmak üzere tektir. Böylece akşam namazının vaktini de diğer namazlar gibi genişletmiştir. Bu rivayet, Cebrail’in peygambe­re imamlığından sonra olduğu için güvenilmesi gereken bir rivayettir. Dolayısıyla, rivayeti kabul etmek gerekir.

Sahabe, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in davranışlarından en yeniyi ve sonu dikka­te alırdı. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘namazları ilk vakitlerinde kılmaya koşardı’, doğru! Fakat bu durum, namazın başlama ve son vakti içeren iki vaktinin olmadığını göstermez. Peygamber bunu açıklamış ve tasrih etmiştir. Ona düşen, sadece tebliğ etmek ve açıklamaktır, o da görevini yerine getirmiş­tir. Allah Teâlâ, ona merhamet etsin ve esenlik versin. İşte bu ‘Hakka ve en doğru yola ulaştırır’ ayetinin yorumu ve değerlendirilmesidir.

Yatsı Namazının Son Vakti

Şeriat bilginleri, yatsı namazının vakti hususunda iki yerde görüş ayrılığına düşmüştür. Söz konusu iki yer, namazın ilk ve son vakideridir. Bazı bilginler, yatsı namazının ilk vaktinin şafağın kızıllığının batması olduğunu söyler ki, ben de bu görüşteyim. Bazıları ise, yatsı namazının ilk vaktinin [şafaktaki] kızıllıktan sonra gözüken beyazlığın batma vakti olduğunu söyler. Şafak, iki tanedir ve o görüş ayrılığa yol açan şey de budur. İlk şafak, doğru şafaktır. Sonraki beyazlıkta ise -ki o ikinci şafaktırkuşku vardır. Çünkü ikinci şafak, ‘kurdun kuyruğu’ gibi olan yalancı fecre benzeyebilir. Yalancı fecir, gecenin uzantısıdır ve Şari onu geceden saymıştır. Bu fecir göründüğünde, sabah namazı kılınamayacağı gibi oruç tutacak insan da yemekten men edilemez. Bununla birlikte söz konusu fecir, göründüğünde sabah namazının kılınabildiği ve oruç tutanın artık yemek yiyemeyeceği ‘açılmış fecre’ de benzeyebilir.

Bana göre en güçlü görüş, söz konusu fecrin göründüğünde sa­bah namazının kılınabildiği ‘açılmış fecre’ benzemesidir. Bunun nede­ni onun kızıllığıyla güneşin doğumuna bitişmesidir. Bu fecir, yalancı fecir gibi karanlık nedeniyle kesilmez. Gecenin başındaki beyazlık da,' kızıllığa bitişiktir. Kızıllık kaybolduğunda, geride beyazlık kalır. Ge­cenin parçasi olan fecir ile sabah aydınlığının kızıllığı arasında olduğu gibi beyazlık ile kızıllık arasında az bir karanlık olsaydı, onu yalancı fecre katar ve hükmünü geçersiz sayardık. Allah Teâlâ en iyisini bilir ya, ak­şam vaktinin girişinde beyazlığın kaybolmasını dikkate alan görüş, en doğrusudur.

Şari’nin [Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem] kızıl şafağın batımından sonra gelen be­yazlıkta namaz kıldığı sabittir. Bu nedenle biz de burada dururuz. Çün­kü, her ikisi de batımı veya doğumunda güneşin etkilerinden olsa bile, Şari gecenin başlangıcındaki beyazlık ve kızıllığı, gecenin sonundaki beyazlık ve kızıllığı dikkate aldığından farklı bir şekilde dikkate alabilir. ‘Aydınlandığında sabaha yemin olsun,m ayetinde kast edilen şey ise, bana göre, kesilmesi nedeniyle uzamış fecirdir. İnsanın nefesi de kesilir, son­ra nefesleri birbirine bitişir.


Yatsı namazının vaktinin bitimine gelirsek, kimi bilginlere göre ge­cenin üçte biri iken bazı âlimlere göre ise gece yarısına kadar sürer. Ba­zılarına göre ise, fecrin doğumuna kadardır. Ben de, bu görüşteyim. Kimin söylediğini ve nerede gördüğümü hatırlamasam bile, şöyle bir ifadeye rastladım: Yatsı namazının son vakti, fecrin doğumuna kadar bile uyumasan, uyumadığın süreye kadar devam eder.

Bu konudaki bâtınî değerlendirmeye gelirsek, yatsı namazının ilk ve son vaktini şöyle yorumlayabiliriz: Allah Teâlâ âlemi üç mertebeye ayırdığı gibi namaz vakiderini de üç vakte ayırdı. [Âlemin bir mertebesi olan] Şehadet âlemi -ki o duyu ve görünme âlemidirgündüz namazı mesa­besindedir. Şehâdet âleminin ve duyunun sağladığı Hakka kanıt olmak ve âleme bakan isimler yönünden Hakka münacat edilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, böyle bir konuda şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ kulunun diliyle ‘Allah Teâlâ kendi­sine hamd edeni duydu.’204 der.’ Kastedilen, namazdaki hamddir. Kul, bu­rada Hakkın yerini almıştır ve bu durum, [âleme bakan isimlerden] ezZâhir ismi bakımından gerçekleşir. Hakk ‘kendisine hamd edeni Allah Teâlâ duydu’ diyen kulun suretiyle zuhur eder. Aynı şey, Allah Teâlâ’nın Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e bir bedevi için söylediği ‘Allah Teâlâ’nın kelamını duyması için onu komşu edin’ ayeti için geçerlidir. Bedevi, Peygamberin ağzından ses ve harfler işitecekti. Allah Teâlâ ise, ‘onlar benim kelamımdır’ diyerek kendisine izafe etti. Böylece Hakk, kelamını okuyan kimsenin suretiyle şehâdet âleminde zuhur eder.

Allah Teâlâ gayb âlemini ise, akıl âlemi olarak yarattı. Bu âlem, yatsı na­mazı gibidir. Gece namazı, şafak batınımdan fecrin doğumuna kadar sürer. Namaz kılan kişi, bu namazda gayb âlemi, akıl ve düşüncenin ve­risi olan kesin kanıtlar ve delillerle Rabbine yakarır. Söz konusu delalet, gece ibadetlerini yapan kimselerin bildiği özel bir bilgiden kaynaklanan özel bir delalettir. Gece namazı, perdelerle çevrelenmiş sırların ve gizli bilgilerin sahipleri olan aşıkların namazıdır. Allah Teâlâ da, onlara bu vakte yakışan ve o âlemde bulunan ilimleri verir. Söz konusu vakit, peygam­berlerin [ruhlarının] ve beşeri ruhların misal [suretlerine girmiş]-ilahi ayetleri ve ruhsal, yakınlığı görmek üzere yükseldikleri vakittir. Bu vakit, bağışlanma dileyenler, tövbekarlar, dua eden ve dilekte bulunanlar için Hakkın istiva makamından bize en yakın göğe inme vaktidir. Binaena­leyh o vakit, kıymetli bir vakittir. ‘O namazı cemaatle kılan kimse, sanki gecenin yarısını ibadetle geçirmiş gibidir.’ Bu hadiste, ‘yatsının vakti gece yarısına kadardır’ diyen kimseyi [doğrulayan] bir koku vardır.

Allah Teâlâ, manaların duyusal suretlere inmesi demek olan tahayyül ve berzah âlemini de yarattı. Manalar, kazanmış oldukları duyusal suretler nedeniyle gayb âleminden olmadıkları gibi şehadet âleminden de değil­lerdir. Çünkü onlar, soyut anlamlardır ve bu suretlerle görünmeleri ise, kendiliğinde manaya değil, onları algılayana ilişen geçici bir durumdur. Örnek olarak, bilginin süt, dinin kayıt, imanın ip suretinde görülmesini verebiliriz.

Bu âlem, namaz vakideri içinden akşam namazıyla sabah namazı­nın vaktine benzer. Bu vakitler, ne gece ne de gündüzden sayılabilen iki vakittir. Dolayısıyla onlar, gece ve gündüz uçları arasındaki iki berzah­tır. Çünkü gece ve gündüz zamanı, döngüseldir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Geceyi gündüze, gündüzü geceye girdirir (tekvir).’205 [Ayette geçen] Tekvir, sarığın sarılması demektir. Gece ve gündüzden her biri diğeri­nin ortaya çıkmasıyla gizlenir. Nitekim Allah Teâlâ ‘geceyi gündüzde örter206 buyurur. Gündüzü de, gece gizler. Bu vakitte namaz kılan kimse, tecel­liler, tecellilerin çeşitlenmesi ve sahih haberlerde yer aldığı üzere suret­ten surete girme hakkında berzahlar âleminin Allah Teâlâ hakkında verdiği kanıdara göre Rabbine münacat eder. Şu var ki, akşam namazının ber­zah olması, kulun şehâdet âleminden gayb âlemine çıkmasıdır [çıkma­sının örneğidir], Böylece kul, teldik özelliğindeki bu berzaha uğrar ve oradan gayb âleminin şehâdet âlemini kabul etmesinin sırlarını öğrenir. Bu durumda [gayb âlemi karşısında] şehadet âlemi, hayale suret veren duyu mesabesindedir. Hayal duyunun verilerini fikir gücüyle alır ve akledilirlere katar. Çünkü hayal, söz konusu şeylerin duyuda sahip ol­dukları yoğun suretleri inceltmiştir. Böylece suretler, bu berzah vasıta­sıyla incelir [ruhanileşir]. Bunun nedeni ise, ‘akşam namazının tek ol­masıdır.’ Çünkü fiil, teke ait olabilir: Tek, gayb ve akıl âlemi kendisini kabul etsin diye, [şehadet âleminden gelen yoğun] suretleri incelten ve latifleştiren şeydir. Akıl yoğun suretleri kabul edemediği gibi gayb de şehadeti [olduğu haliyle] kabul etmez. Öyleyse, gayb âleminin kendisini kabul edebilmesi için, [aradaki bir] berzahın yoğun ve kesif suretleri latifleştirmesi ve seyreltmesi gerekir.

Fecir berzahının durumu da böyledir. O, gayb âleminin [ya da gayb âlemine ait şeylerin] şehâdet ve duyu âlemine çıkmasıdır. Dolaysıyla, onun hayal berzahına uğraması kaçınılmazdır. Hayal berzahı ise, fecrin doğumundan güneşin doğumuna kadar süren sabah namazının vaktidir. Öyleyse bu vakit, gayb âleminden olmadığı gibi şehâdet âle­minden de değildir. Hayal olan ve güneşin doğumuna kadarki fecir vakti diye ifade edilen [gayb ile şehadet arasındaki] bu berzah, kendile­rine gecenin ait olduğu soyut-akledilir anlamları alır. Hayal, kendi âle­minde bu anlamları kesifleştirir ve latif ve seyrek olan söz konusu şeyle­re kendi tahayyülünden bir yoğunluk giydirir. Artık, [hayalin yoğunlaş­tırdığı] bu anlamlar ile duyu âlemi arasında karşılıklı bir ilişki gerçekle­şir. Böylece, daha önce latif ve seyrek-ruhsal bir suret iken, duyuda yo­ğun bir suret ortaya çıkar. İşte bu, berzahın edesinin bir yönüdür: Aklediliri gecenin sonunda duyulura, duyuluru ise gecenin başında akledilire çevirir.

Buna şöyle bir örnek verebiliriz: Bir evin akılda akledilir-latif bir sureti bulunur. Hayal bu surete baktığında, kendi gücüyle onu biçim­lendirir, ayrıştırır ve akıldaki latifliğinden [uzaklaştırarak] onu yoğun­laştırır. Sonra taş, toprak, kerpiç gibi yapımcı-mühendisin tahayyül et­tiği bütün unsurları toplayarak organlar onu yapmaya koyulur. Böylece ev, daha önce dilenen her sureti kabul edebilen latif ve akledilir bir su­ret iken, duyuda gözün gördüğü yoğun bir suret olarak inşa edilir. Ev, kazandığı sınırlanmayla her surete girebilme gücünü yitirir. [Örnekle açıklanan konuya dönersek] [Suret kazandırılmasıyla] Gündüzü de, gündüzün uzunluğu ölçüsünde o surede sınırlanmış olarak bırakır.

Ahiretteki günde olduğu gibi, gündüzün bir bitimi yoksa, suretin de bitimi olmaz. Gündüz, dünya günündeki gibi, sona ererse, suret de günün süresine göre bu süreyle sınırlanmış olarak kalır. Örnekteki dün­ya günlerine dönersek, dünya günlerinin süresi derece derecedir. Bir gün vardır yirmi dört saatten, bir gün vardır bir aydan, bir gün vardır bir seneden, bir gün vardır otuz seneden oluşur. [Suretin sınırlı kaldığı] Belirli bir vakte kadar süren bu süre, söz konusu suretin ömrü diye ifa­de edilir. En sonunda akşam vakti gelir. Bu kez [gündüz ile gece ara­sındaki] berzah, [duyudan] aldığı sureti latifleştirir ve seyreltir. Onu duyu âleminden alır ve akıl âlemine ulaştırır. Böylece suret, geldiği yönden tekrar latiflik ve seyreklik haline döner. İşte bu ‘dönen dolab’ın hareketi böyledir .

Sırlarını açıkladığımız bu anlamları kavrayıp öğrendiğinde, dünya­nın, ölümün, ahiretin bilgisini; her mahalle özgü zaman ve hükümleri­nin bilgisini öğrenirsin. Allah Teâlâ, bize ve size hükmünü açıklasın. Bizi kendisini bilmede sabit kadem yaptığı kullarından etsin!

Gece üç bölümden oluştuğu gibi insan da üç âlemdir. Birincisi, in­sanın duyü âlemidir. Bu, birinci üçte-birlik bölümdür. İkincisi, hayal âlemidir ki o da, ikinci üçte-birdir. Üçüncüsü ise, insanm mana yönü­dür. Bu da, yaratılışının gecesinden nasibi olan üçüncü üçte biridir. Hakk, bu kısımda iner ve ‘kulumun kalbi beni sığdırdı’ anlamındaki kut­si hadiste belirtilen durum budur. ‘Allah Teâlâ, sizin suretlerinize bakmaz’ ifadesi ise, birinci üçte birlik bölümdür. ‘Amellerinize de bakmaz’ ise, ikinci üçte birlik bölümdür. ‘Kalplerinize bakar’ ise, diğer üçte birlik bölümdür. Böylece ifade, bütün geceyi içerir.

‘Vaktin sonu ilk üçte birlik bölümdür’ diyen kimseler, duyu yönü­ne ait üçte biri dikkate almıştır. ‘Vaktin sonu gece yarısına kadardır’ -ki o ikinci üçte birin ortasıdırdiyenler ise, ikinci üçte biri dikkate almış­tır. O ise, insanın hayal âlemidir. Çünkü o, latifleştirme ve yoğunlaş­tırmada amelin mahallidir. [Vaktin] Fecrin doğumuna kadar olduğunu söyleyenler ise, insanm mana âlemini dikkate almıştır. Herkes, kendisi­ne gözüken şeye göre hareket etmiştir. Bununla beraber, fecrin doğu­muyla yatsı namazının vaktinin çıktığında görüş birliğine varılmıştır. Öyleyse, görüş birliği nedeniyle, vaktin sonunun fecrin doğumuna ka­dar olduğu açıktır. Vaktin güneşin doğumuyla çıkacağında da görüş birliği vardır. İbn-i Abbas da bizim söylediğimizi söyler: Yatsı namazı­nın son vakti, fecrin doğumudur.

FASIL-VASIL

Sabah Namazının Vakti

Bütün bilginler, sabah namazının vaktinin fecrin doğumu, vaktin sonunun ise güneşin doğumu olduğunda görüş birliğine varmış, en fa­ziletli vaktinin hangisi olduğu üzerinde ise görüş ayrılığına düşmüştür. Kimi bilginler, en faziletli vaktin alacakaranlık olduğunu iddia ederken kimi bilginler, gecenin sonundaki karanlığın daha üstün olduğunu söy­lemiştir. Ben de, bu görüşteyim.

Meselenin bâtınî yorumu şudur: Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin ‘Allah Teâlâ’nın gö­rülmesi’ hakkındaki ifadesini -ve ayetigözle görmeye değil, Ehl-i Sün­net kelamcılarından kimi akılcıların iddia ettiği gibi, bilgi ve akılla gör­meye yorumlayan kimseler, en faziletli vaktin gecenin son karanlığı ol­duğunu düşünenlere benzer. Şeriatta görmeyle ilgili yer alan ifadeyi gözle görmek şeklinde anlayıp gözle görmenin ilahi kata zarar verme­yeceğini, yönün görmeyi değil [görme organı] gözü sınırlayacağını ka­bul edenler ise, sabahın en faziledi vaktini alacakaranlık kabul edenlere benzer. Alacakaranlık, güneşin doğumu için bir rekât kaldığı ya da gü­neşin ortaya çıkmasıyla birlikte selam verildiği vakittir.

Buradaki sır şudur: Şeriatta yer alan [Allah Teâlâ’yı] görmeyi gözle gör­meye değil, bilmek şeklinde yorumlayan bilginler, [namazın en üstün vaktinin] sabah aydınlığını kabul edenlere benzer. Şeriatta kıyamet gü­nü Allah Teâlâ’yı görmekle ilgili yer alan ifadeyi gözle görmek şeklinde yorum­layan çoğunluk ise, gecenin son karanlığını sabah namazının en faziledi vakti sayanlardır.

Sabah vaktinin bâtınî anlamındaki en güzel yorum bu olduğu gibi en genel ve en üstün yorum da budur. Bu vaktin başka yorumları daha vardır. Fakat zikrettiğimiz yorum, bütün bâtınî yorumlarını kendinde toplar. Halbuki bizim bıraktığımız o yorumlar, zikrettiğimiz yorumu içermez. Bu nedenle biz, sadece bu yorumla yetindik.

‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’207

Otuz beşinci kısım sona erdi. Onu otuz altıncı kısım takip edecektir.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar