DÖRDÜNCÜ SİFR ...FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN YİRMİ İKİNCİ KISMI
Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla
KIRK
BİRİNCİ BOLUM
Gece Ehlinin Bilinmesi, Tabakalarının Farklılığı, Mertebelerindeki
Farklılaşma. Kutuplarının Sırları.
Dikkat ediniz, gece ehli tenezzül ehlidir Miraçlar ehli
ve intikal ehli oldukları kadar
Niceleri himmet ile makama yükselir
Nicelen aşağılara katılmak için iner
Yaklaşmak ve sarkmak hükmüyle; o ikisi
Terakki ve algılamanın varlığındandır
Onlar hakkında ‘en hayırlı topluluk’
dersen Haklısın; kuşkusuz en cömert menzile yerleşmişlerdir
Onlar hakkında ‘fitnenin en kötüsü’ dersen
Haklısın; ne velidirler ne peygamber
Onlar, onlar değildir; ne onlar ne de
başkalarıdır Fakat onlar bir barınakta konaklarlar.
Bir yönden görünen bir yönden görünmeyen
yüce bir koruda. . Yağışlarda, güney ve kuzey arasında
Her birisi kararmış bir imamdır
Sabahladıklarında ise düşünceyle arzulara erenler
Bakış onlarmdır, başkası hükmünü bilmez Her taçtaki güç de onlara aittir
Allah Teâlâ, kendisinden bir ruh ile sana yardım etsin, bilmelisin ki: Allah Teâlâ, kendisi
için gayb neyse ehli için geceyi öyle yapmıştır. İnsan, gayb (bilinmezlik âlemi) perdesi nedeniyle Allah Teâlâ’nın yaratıklarındaki
fiilini göremediği gibi Allah Teâlâ’nın başkalarının üzerine çektiği gece
karanlığı perdesiyle de hiç kimse gece ehlinin ibadetlerinde Allah Teâlâ karşısındaki fıillini göremez. Onlar,
Allah Teâlâ için en hayırlı topluluk iken, kendi adlarına en kötü kimselerdir.
Onlar, peygamberlik kapısının kapandığı hükme bağlandığı için, teşri’
(başkasını bağlayıcı hüküm getiren) peygamberi değillerdir. Onların yanında
içlerinden kimseye veli denmez. Çünkü bu isimle, Allah Teâlâ ismi arasında
ortaklık anlamı vardır. Bu nedenle onlara ‘evliya’ denilir. Onlar, müjdelenmiş
olsalar bile bunu söylemezler.
Allah Teâlâ, geceyi ehlinin kuşandığı bir elbise yaptı. Bu elbise, onları
başkalarının gözlerinden gizler. Onlar,' gecenin yalnızlığında Maşukları ile
vakit geçirir: Hiç kimse görmeden Rablerine yakarırlar. Allah Teâlâ, gece ehli
rahat etsin diye onları gözetleyebileceklerin gözünde uykuyu perde yapmıştır.
Aynı zamanda, uyku insanlar için doğal bir rahatlıktır. İnsanlar, uyuduğunda
bu kimseler Rableri ile rahata erer ve kendisinden istedikleri tövbenin
kabulü, duaya olumlu karşılık verme ve günahın bağışlanması gibi işlerde
duyusal ve manevi olarak O’nunla baş başa kalırlar. O halde, insanların
uyuması gece ehli için bir rahatlıktır.
Allah Teâlâ geceleyin onlar için yakın göğe iner. Bu esnada Allah Teâlâ
ile aralarında herhangi bir felekî perde kalmaz. Allah Teâlâ’nın onlara
inmesi, kendilerine bir rahmettir. Allah Teâlâ, bir rivayette belirtildiği
gibi, yakın gökten onlara tecelli eder ve şöyle der: ‘Beni sevdiğini iddia edip
gece olduğunda uyuyan kimse yalancıdır! Bütün aşıklar sevdikleriyle yalnız kalmak
istemez mi? İşte ben kullarıma tecelli ettim. Dua eden yok mu? Duasını kabul
edeyim. Tövbe eden yok mu? Tövbesini kabul edeyim. Bağışlanmak isteyen yok mu?
Onu bağışlayayım.’ Fecir doğuncaya kadar böyle devam eder. .
Gece ehli, bu yalnızlık ve zaviyelerindeki bu gece sohbetinde o hazzı
elde eden kimselerdir. Onlar, Allah Teâlâ’nın kelamını okuyarak ayakta
duranlar, kelamında kendilerine söylediği şeye kulaklarını açanlardır. Allah Teâlâ,
‘ey insanlar’ dediğinde kulak verir ve ‘biziz o insanlar, Rabbimiz! Bu
hitabında bizden ne istiyorsun’ derler. Allah Teâlâ, onlara kendi dilleri üzere
indirmiş olduğu kelamını okuyarak, ‘Rabbirıizden korkunuz, kıyametin
sarsıntısı büyük bir olaydır’256 der.
Allah Teâlâ, tekrar ‘ey insanlar!’ diye nida eder. Onlar, ‘buyur
Rabbimiz’ der. Rab de onlara, ‘sizin için yeri döşek, göğü bina
yapan Rabbinizden korkunuz O gökten bir su indirmiş, onunla meyveleri sizin
için rızık olarak ortaya çıkarmıştır. Allah Teâlâ’ya bile bile ortak koşmayın5257 diye buyurur. Şöyle karşılık
verirler: ‘Ey rabbimiz, sen bize hitap ettin, biz de seni duyduk. Sen bize
anlattın, biz de anladık. Ey rabbimiz! Bizi başarıya erdir ve bize bizden
istediğin ibadet ve senden korkma gibi amelleri yapma fırsatı ver! Çünkü sen
olmaksızın bizim gücümüz kuvvetimiz yoktur. Biz kim oluyoruz da, Sen yüce
mertebenden inip bize nida ediyor ve bizden bir şey istiyorsun?
(Allah Teâlâ şöyle der) ‘Ey insanlar!’ Onlar karşılık verir: ‘Buyur.’ ‘Kuşkusuz Allah Teâlâ’nın vaadi
gerçektir. Dünya hayatı sizi aldatmasın.’258 Bunun üzerine şöyle derler: ‘Ey rabbimiz! Bize duyurdun, biz de duyduk,
bize bildirdin biz de öğrendik. Bizleri koru ve merhamet eyle. Yardım edilen
kişi, senin yardım ettiğin; desteklenen, senin desteklediğin; başarısızlığa
uğrayan ise senin başarısızlığa uğrattığın kimsedir.’
(Allah Teâlâ şöyle der) ‘Ey insan!’ Bunun üzerine içlerinden biri şöyle
der: ‘Buyur, ey Rabbim!’ ‘Seni cömert Rabbine karşı kışkırtan
nedir?’259 (İnsan şöyle karşılık verir) ‘Senin cömertliğin, ey Rabbim.’ Allah Teâlâ
şöyle der: ‘Doğru söyledin.’
(Allah Teâlâ şöyle der) ‘Ey iman edenler!’260 Onlar, karşılık verir: ‘Buyur, ey rabbimiz!’ ‘Allah Teâlâ’dan gerektiği gibi
korkunuz’,261 ‘Allah Teâlâ’dan korkunuz ve yumuşak söz söyleyiniz.’262 Şöyle derler: ‘Bize söylettiğinden başka ne sözümüz olabilir Ki? Sen
olmaksızın, hangi yaratılmışın bir gücü ve kuvveti vardır ki? Konuşmamızı seni
zikretmek, sözümüzü ise kitabını okumak yap!’
(Allah Teâlâ şöyle der) ‘Ey iman edenler!’
Onlar ‘buyur, rabbimiz!’ derler. ‘Siz kendinize bakınız. Doğru yolda
iseniz, sapıtan kimse size zarar veremez.’263 Şöyle derler: ‘Rabbimiz! Onu sana inanmanın mahalli
yaptığında, bizi kendi nefislerimiz ile şaşırttın. Şöyle buyurdun: ‘Ve nefislerinizde (sizin için ayetler
yarattı), görmez misiniz?’264 Başka bir ayette buyurdun Ki: ‘Onlara ayetlerimizi ufuklarda ve
nefislerde göstereceğiz. Böylece onun Hakk olduğu ortaya çıkacak:265 Ayeder, sadece gösterdilderi şey nedeniyle amaçlanır.
Onların gösterdiği ise sensin. Bu durumda sen, ‘kendinize balemiz’ derken,
adeta ‘bize bağlanın, bize karşı azimli ve candan isteldi olun’ demiş gibisin.
Ardından şöyle dedin: ‘Sapıtan kimse size zarar vermez.’266 Kastedilen, Hakkı düşünce gücüyle talep edip teorik
düşüncesinin ve aidinin hükmüne sokmak isteyerek şaşıran ve telef olan
kimsedir. ‘Siz doğru yolda olduğunuz zaman.’ Doğru yolda olmanız, Hakkın
kitabında ve peygamberinin diliyle Allah Teâlâ’dan öğrendiğiniz şeylerden
kaynaklanır. Böylece nefsimi size nitelediğim tarzda beni öğrenmiş olursunuz.
Bu durumda siz, beni ancak benim vasıtamla öğrenmiş olursunuz, bu nedenle de
sapıtmazsınız. Böylece benim rehberliğim ve yakınlığım, dosdoğru yolumuzda
yürümenizi sağlayan bir
-
nur haline gelir.
Fecir sökünceye kadar, namazda okudukları her ayette ve Allah Teâlâ’yı
zikrettikleri her zikirde gece ehlinin Allah Teâlâ karşısındaki davranışları
böyle sürer.
Gece ehlinden biri olan Muhammed b. Abdulcabbar en-Nifferi şöyle der: ‘Hakk
beni bilgi durağında durdurdu.’ Ardından, Hakkın bu durakta kendisine söylediği
şeyleri zikreder. Bunlar arasında şu vardır: ‘Ey kulum! Gece bana aittir,
okunan Kur’an’a ait değildir. Gece (bana) hamd etmeye ve övgüye değil, bana
aittir.’
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Gündüz senin uzun meşguliyetin
vardır:267 Geceyi gerçekte benim olduğu gibi
sen de bana tahsis et. Çünkü ben gece inerim. Gündüz işlerinle ilgilenirken
seni görmüyorum. Gece olup seni arayıp sana indiğimde ise, seni dinlenmek için
uyuyor bulurum. Dünya hayatında ise, sadece gece ve gündüz vardır. Seni gündüz
bulamadım. Onu sana bırakmış ve gündüz sana inmemiştim. Gündüzü sana teslim
etmiştim. Geceyi ise benim yaptım. Böylece sana hitap etmek, seninle konuşmak
ve ihtiyaçlarını gidermek için gece sana indim. Yine seni uyur buldum. Beni
sevdiğini iddia edip benim katımı tercih ettiğini
söylemene rağmen, bana karşı edepsizlik yaptın! Artık, önümde ayağa kaile
ve benden iste ki, istediğin şeyi sana vereyim.
(Geceleyin) Ben seni Kur’an oku diye (kalkmanı) istemedim ki, onun
anlamlarıyla ilgileniyorsun. Kur’an’ın anlamları seni benden ayırır. Bir ayet,
seni cennetime ve orada velilerime hazırladığım şeylere götürür. Peki, sen
cibinliklerdeki hurilerle cennetimdeyken ben nerede kaldım! ‘Onlar inci ve mercana benzer.’268
‘Onlar, minderleri ibrişimden olan sedirlere yaslanır.’269 ‘Tatlı ve
hoş bir su içirilir onlara.’270 Bir ayet seni meleklerin karşısında durdurur. Onlar her kapıdan sana
gelir ve ‘sabrınıza karşılık size selam olsun!’ ‘Ne güzel yerdir burası!’27' derler. Başka bir ayet ise, sana cehennemi bildirir. Cehennemde bana
isyan eden ve şirk koşanlara hazırladığım şeyleri görürsün. (Bu gibi insanlar) ‘Zehir ve kaynamış su içindedir, ne
soğuk ve ne de rahatlatıcı.’272 ‘Hayır! Onlar hutame’ye atılır. Sen
onu nereden bileceksin? Kalplere ulaşan Allah Teâlâ’nın yakıcı ateşi. O ateş
onlara musallat olmuştur.’273‘Uzatılmış direkler içinde.’274
Ey kulum! Sen bu ayeti okuyup düşünce ve
himmetinle bazen cennette, bazen de cehennemdeyken ben neredeyim? Başka bir
ayet okur ve o ayet seni şu ayette bildirilen Karia’ya götürür: ‘Karia’mn ne olduğunu nereden bileceksin?
O gün insanlar saçılmış çekirgeler gibidir. Dağlar hallaç pamuğu gibi atılır.’275 (Bu hali anlatan başka bir ayet ise şudur)
‘Onu gördükleri gün
hamile her kadın taşıdığım düşürür, insanları sarhoş görürsün, hâlbuki sarhoş
değillerdir. Allah Teâlâ’nın azabı çok şiddetlidir.’276 Başka bir ayette ise şunu görürsün: ‘O gün
kişi kardeşinden,
annesinden, babasından, eşinden ve oğlundan kaçar. Herkesin o gün kendisini
ilgilendiren bir işi vardır.’277
O gün Arş’ı ‘sekiz meleğin taşıdığını görürsün’ ve o gün ‘Rablerine arz
olunurlar’. Gece bana ait iken, (sen Kuran okurken bütün bunları düşündüğün
halde) ben nerede kaldım? Ey kulum! Gündüz senin işlerin vardır. Gecede ise,
Kur’an okumanın sana verdiği cennet, cehennem ve (amellerin) sunumu vardır. Sen
ise, ahiret-dünya-berzah arasında gidip gelirsin. Binaenaleyh sadece benimle
kalmak için ayırdığın vakti de kendine ayırmış oldun. Ey kulum! Gece benimdir,
övgü ve sena için değildir.
Sen ‘Onlar, Allah Teâlâ’nın nimet verdiği
peygamberler, doğrular, şehitler ve salıhler ile beraberdir’278 ayetini okursun. Böylece okurken onları
görürsün ve makamlarını, hallerini ve ‘mümin erkek ve kadınlara, ibadet
eden kadın ve erkeklere, doğru sözlü erkek ve kadınlara, sabreden erkek ve
kadınlara, ürperen erkek ve kadınlara, sadaka veren erkek ve kadınlara, oruç
tutan erkek ve kadınlara’279 verdiğim şeyleri düşünürsün. Böylece kitabımda
övdüğüm her grup karşısında övgü ve hamd ederek durursun. Peki (sen bunu
yaparken) ben nerede kaldım? Hani benimle baş başa kalacaktın?
Muhakkik-ariften başka hiç kimse beni bilememiş, ‘gece benimdir’ sözümün
değerini kavramamış ve sana niçin gece indiğimi anlayamamıştır. Böyle bir arifle, bir kardeşi karşılaştığında
kendisine şöyle der: ‘Kardeşim! Rabbinle baş başa kaldığında beni hatırla (bana
dua et)’ der. Söz konusu arif kul şöyle yanıt verir: ‘Seni hatırlarsam, O’nunla
yalnız kalamam ki?’ Böyle bir arif, benim gece yalcın göğe inmemin değerini,
niçin indiğimi ve kimi istediğimi anlayabilir. Ben de kitabımı kendi diliyle
ona okurum, o da dinler. İşte benim gece sohbetim budur. O kul ise, benim
kelamımdan haz alır. Kul Kuran’ın anlamlarıyla srnırh kaldığında ise, fileri ve
düşüncesiyle benden uzaklaşmıştır.
Yapması gereken şey, bana kulak vermek, kulağını benim sözümü (dinlemek
üzere) boşaltmaktır. Böyle yaptığında, bu okuyuşta kendisine okuduğum ve
duyurduğum gibi, sözümü ona açıklayan ve anlamını aktaran (tercüme) olurum.
Benim onunla gece sohbetim budur. Böylece bilgiyi, kendi düşünce ve
değerlendirmesinden değil, (doğrudan) benden alır.
Binaenaleyh böyle bir arif, cennet ya da cehennem veya hesap veya
amellerin sunumu veya dünya veya ahiretin zikredilmesine değer vermez. Çünkü
o, bunlara kendi aklıyla bakmadığı gibi, ayeti de kendi düşüncesiyle
incelemez. O, sadece tanık olduğu halde ve karşımda bulunduğunun bilincinde
olarak, söylediğime kulak verir. Muhakkik-arif, benimle beraberdir, onun
öğretim işini kendim üstlenirim ve ona şöyle derim: ‘Ey kulum! Bu ayede şunu,
başka bir ayetle ise şunu şunu kastettim.’ Fecr doğuncaya kadar böyle devam
eder.
Böylelikle arif, sahip olmadığı bilgileri tam bir kesinlikle elde eder.
Çünkü o, Kur’an’ı benden duymuş, açıklamasını ve anlamlarının yorumunu, bu
kelam, ayet ve sure ile neyi kastettiğimi benden işitmiştir. Böylece o,
dinlerken ve kulak verirken, karşımda saygılı bir şekilde durur. Bu esnada
onunla sohbet etmek istersem, huzur (bilinç) ve müşahede ile bana karşılık
verip kendisine söylediğim ve öğrettiğim her şeyi bana arz eder. Bunu
yapabilmesi, benden duyduğu şeyleri tam olarak almış olmasına bağlıdır.
Aldıklarını tam olarak almamışsa, bu konudaki eksiğini-gediğini telafi ederiz.
Böylece söz konusu kul, kendisine veya herhangi bir yaratılmışa değil, sadece
bana ait olur. Böyle bir kul benimdir ve gece, benim ile onun arasındadır.
Fecr doğduğunda ise, Arş’ımın üzerine istiva ederim, işleri yönetir,
ayeüeri ayrıştırırım. Kulum da, geçimine ve kardeşleriyle sohbet etmeye gider.
Kuşkusuz, yaratıklarımın içindeyken kendim ile kulum arasında bir kapı açtım: O
kapıdan ben kuluma, kulum da bana bakar. Yaratıklar ise, bunun farkında
değildir. Yaratıkların dilleriyle onunla konuşurum, onlar ise bunun farkında
değildir. Kulum, (bilgiyi) benden basireüe alır, insanlar ise bunu bilmez.
Onlar, kulumun kendileriyle konuştuğunu zanneder, hâlbuki o benden başkasıyla
konuşmaz. Onlar, kulumun kendilerine cevap verdiğini zanneder, hâlbuki o,
benden başkasma cevap vermez. Nitekim bu niteliğin sahibi biri şöyle der: '
Ey insanlar uyuduğundaki gece arkadaşım!
Gündüzde onların arasında benimle sohbet
eden!
Gece ehlinin gecelerinde nasıl olmaları gerektiğini sana açıklamış oldum.
Sen de onlardan biriysen, bu vesileyle sana da Allah Teâlâ ehline özgü edebi ve
Allah Teâlâ karşısında nasıl olmaları gerektiğini öğretmiş oldum.
Bilmelisin ki: Gece ehli bu konuda tabaka tabakadır. Buna göre, zahidin
gece Allah Teâlâ karşısındaki hali, zühd makamından, tevekkül edenin geceleyin
Allah Teâlâ karşısındaki hali, tevekkül makamındandır. Her makam sahibinin hali
de böyledir. Her makamın bir dili vardır ki o dil ilahi tercümandır. Onların mertebeleri de hal ve makamlara göre birbirlerinden
farklılaşır.
Gece ehlinin kutupları, duyulur ve hayalî maddelerden soyudanmış
anlamların sahipleridir. Onlar, herhangi bir sınır ya da son veya zıddın
varlığı bulunmaksızın, Hakk ile Hakk üzerinde Hakkın karşısında duran
kimselerdir. Gece ehlinin bir kısmı, yükseklik, terakki ve yalanlık sahibidir.
Böyle birini Hakk, yakın göğe inmişken, yolda karşılar ve kuluna yaklaşır,
elini üzerine koyar. Bu inişte Hakk, yükselen herkesin himmetini bulduğu yerde
karşılar.
Binaenaleyh Hakk, himmetlerin bir kısmını yalcın gökte, bir kısmını
ikinci gökte veya bu ikisinin arasında, bir kısmını üçüncü gökte ve bu ikisinin
arasmda, bir kısmını dördüncü gökte ve bu ikisinin arasmda, bir kısmını beşinci
gökte ve o ikisinin arasında, bir kısmını altıncı gökte ve o ikisinin arasında,
bir kısmını yedinci gökte ve o ikisinin arasmda, bir kısmını Kürşü’de ve o
ikisinin arasında, bir kısmını ille inişte Arş’ta ve o ikisinin (Arş ile Kürsü)
arasında karşılar. Arş, Rahman’ın istiva mahallidir. Hakk, kendisini
karşıladığı menzile göre, her himmete mana, marifet ve sırları verir. Sonra
O’nunla yalcın göğe iner. Böylece himmeder, Allah Teâlâ’nın önünde durur. Hakk,
gece ehli arasından zaviyelerinde kalıp miraç etmemiş (yükselmemiş) himmedere
bakar. Böylece Hakk, kendileri evlerinde ve zaviyelerinde oldukları halde,
namaz ve dualarında istedikleri şeye göre onlara bilgiler aktarır. Bu esnada,
yükseliş yollarında Hakkın kendilerini karşıladığı bu himmetler de, Allah
Teâlâ’nın bu kullarına söylediklerini duyar ve böylece kendilerinde bulunmayan
ilimleri elde eder. Çünkü himmederi yükselmemiş bu kimselere, Haktan istedikleri
bilgi ve sırlarda, -eksildikleri nedeniyleisteme gücüne sahip olmadıkları bazı
şeyler gelebilir. Binaenaleyh himmederi yükselmiş kimseler de, zaviyelerinde
bulunup himmederinin herhangi bir göğü ya da feleği aşmamış bu kimselerin
duasına Hakkın verdiği karşılığı duyduklarında, bu insanların duasına göre Allah
Teâlâ’dan bilgi elde ederler.
Bu meyanda, Arş’ın üzerinde Nefs (-i külli, tümel nefs) mertebesine
yükselen başka bir takım himmetier vardır. Söz konusu himmeder orada Hakkı
münezzeh varlık olarak bulur. Onların burada Hakkı bulması, O’nu ölçü ve miktar
âleminde bulmalarına benzemez. Böylelikle en nezih makamı en mukaddes menzili
ve belirlemenin sınırlayamadığı tasvire gelmeyen uzaklığı müşahede ederler.
Onların uzaklığı, bilgi uzaklığı ve anlayış mertebelerinin uzaklığıdır.
Hakk, bazı himmederi İlle Akıl’da karşılar. Bazılarını ise, Hakka yalcın
güçlü meleklerde karşılar. Bazı himmeder ise, O’nunla Amâ’da karşılaşırken
bazı himmeder Adem’in toprağının kalıntısından yaratılmış yerde O’nunla
karşılaşır.
Bu himmetler bu mertebelerde kendisine kavuştuklarında, onları bu
makamlara yükselmeye yönlendiren makamdan kendilerine susuzlukları ölçüsünde
(bilgiler) verir. Onlar da, Hakk ile beraber yakın göğe iner. Gerçekte ise,
onları yaleın göğe indiren ve onlarla beraber inen Allah Teâlâ’dır. Böylece
onlar, Hakkın bu himmetlere ihsan ettiği Arş’ı geçmeyen ilimleri alır. Her
gece böyle devam eder.
Sonra bu himmeder, Hakkın kendilerine ikram ettiği şeyi öğrenmiş olarak
iner ve mekânlarından henüz ayrılmamış himmetlerle bir araya gelirler. Onların farklı
tabakalarda bulunduklarını görürler. Bu bağlamda bir kısmında herhangi bir
şekilde yükselmeyle sınırlanmayan ilimleri bulurlar. Hakk, Amâ’da ya da yakın
gökte ya da bunların arasında bu diğer insanlarla beraber olduğu gibi aynı
zamanda (yerlerinden ayrılmayan) bu insanlara da şahdamarından daha yakındır. Allah
Teâlâ şöyle buyurur: ‘Her nerede olursanız olun, Allah Teâlâ
sizinle berberdir nm Şu halde Allah Teâlâ, her nerede olursa olsun, her himmetle beraberdir.
(Hakk ile beraber inenler) Onlar, mekândan ve akıl mertebelerinden münezzeh
yersel himmeder bulur. Söz konusu himmeder bu sayede herhangi bir mertebeyle
sınırlanmaz ve Hakkın kendilerine ihsan ettiği bu niteliğe yaraşır bilgilere
ulaşır. Söz konusu nitelikten Hakk kendilerine bu himmederi (terakki edenlerin
himmederini) hayrete düşüren bilgiler ihsan eder. Söz konusu bilgiler,
feleleî-mekânın olduğu gibi aklî-ruhsal sınırlamanın dışındaki mutlak ilimlerdendir. Onlar, doğa karanlığında bulunsalar bile, bu karanlığı
aydınlatan bir nura sahiptir. Bu nurun sebebi, onların müşahede sahibi
olmasıdır. Onlar, görülen şeylerin algılanmasının, göz nurunun aydınlanmış
cismin nuruyla birleşmesinden ibaret olduğunu bilen kimselerdir. Söz konusu
cisim, güneş veya lamba veya herhangi bir şey olabilir. Böylece görülenler
ortaya çıkar. Binaenaleyh aydınlanmış cisim bulunmasaydı, hiçbir şey ortaya
çıkmayacağı gibi göz olmasaydı dıştaki ışık bulunsa bile gözün algıladığı
hiçbir şey aydınlanmazdı.
Bu duruma şöyle bir örnek verebiliriz: Gece kararıp evinin kapısını
üzerine kapattığında, karanlık bir odada keşif sahibiyle yanında birinin
bulunduğunu düşünelim. Bu durumda o ikisi şeyleri görememede eşittir. Onlardan
biri bazı vakiderde keşf sahibi olabilir ve ona bir nur tecelli edebilir.
Kendisine tecelli eden bu nur göz ile birleşir ve bu sayede o karanlık evdeki
şeylerden Allah Teâlâ’nın göstermek istediklerinin bütününü veya bir kısmını
görür. O kişi, bunları gündüz veya lambayla gördüğü gibi görür. Kendisiyle
beraber bulunan arkadaşı ise karanlıktan başka bir şey göremez. Çünkü bu nur
kendisine tecelli edip gözünün nuruyla birleşerek karanlığın perdesini yırtmış
değildir. Durum belirttiğimiz gibi olmasaydı, bu keşif sahibi de herhangi bir
şey algılayamayan arkadaşı gibi olurdu ya da arkadaşı onun gibi olur ve böylece
karanlık odadaki şeyleri algılayabilirdi. Binaenaleyh bu durumda onun gibi
keşif ehli olur ya da onu bilgi nuruyla algılar. Çünkü keşif sahibi, gördüğünü
hayal nuruyla algılar. Uyuyan kişi, yanındaki arkadaşı uyanık olup hiçbir şey
görmediği halde, rüya gördüğü gibi keşif sahibi de böyledir. Keşf sahibine,
‘keşfinde herhangi bir karanlık gördün mü?’ diye sorsaydın, hiç kuşkusuz, sana
‘hayır’ derdi. Hatta şöyle karşılık verirdi: ‘Burası (sözü geçen karanlık oda)
öyle aydınlanmış Ki, sanki güneş batmamış diyecektim. Böylece şeyleri gündüz
algıladığım gibi algıladım.’
Bu mesele hiç kimsenin dikkat çektiğini görmediğim bir konudur. Biri
dildcat çekmiş ise de bana ulaşmamıştır. O halde bütün oluş, aslî varlığında
karanlıktır, dolayısıyla ancak iki nur sayesinde görülebilir. Binaenaleyh oluş,
bunu meydana getirir. Bu görüşü destekleyen bir örnek de, âlemin var
edilişidir. Alem, zatı yönünden yokluktur ve sadece kabul edici (pasif, edilginlik) olması yönünden varlık kazanır. Bu ise, onun mümkün
oluşundan kaynaklanır. Hakkın kudreti, onun var olmasını yokluğuna tercih
edendir. Mümkün, kabul özelliğini yitirseydi, var etme eylemini kabul etmeyen
imkansız gibi olurdu. Binaenaleyh imkansız ve mümkün, varolmanın tercih
edilmesinden önce yoklukta ortaktır. Aynı şekilde, mümkün (var etme eylemini)
kabul etmekle beraber, Hakkın kudreti olmasaydı bu yok olan şey -ki o
mümkündürvar olmazdı (ilahi iktidar ve mümkünün kabul özelliği ile aydınlanmış
cismin ışığı ve gözün ışığı arasındaki benzerlik). O halde yok olan hakikatlerin
varlıkta zuhur edebilmesi, onların kabul edici olması -ki bu gözün ışığına
benzer-, Hakkın ise, güç yetiren olmasına bağlıdır Ki bu da aydınlık cismin
ışığına benzer.
Böylelikle (var olmayan) hakikatler, tıpkı görünen şeyler gibi, iki nur
vasıtasıyla ortaya çıkmıştır. Öte yandan mümkün, her zaman kabul edici olduğu
gibi Hakk da sürekli ‘muktedir’ (iktidar sahibi) ve ‘irade eden’dir. Bu sayede
mümkünün varlığının bekası sağlanmış olur. Çünkü zatından dolayı mümküne ait
şey, yokluktur. Aynı şeldlde, gören kişinin görme ışığı sürekli gözünde
bulunduğu gibi güneş de ışık yaymayı sürdürür. Bu sayede görülenlerle ilgili
görme korunmuş olur. Onlar, yani görülenlere kendi zatlarından olan şey,
aydınlık değil karanlıktır.
Anlayabilirsen, bunu anla! Akıl sahiplerinin sapmasının ana nedeni budur.
Onlar, kendisini düşünmedikleri için bunun farkına varmazlar. Söz konusu durum,
akılcıların bilmediği Allah Teâlâ’nın sırlarından bir sırdır.
Bu meseleden Hakkın kadimliği ve âlemin sonradanlığı öğrenilir. Fakat bu
durum, kelamcıların düşündüğü yorumda ya da gerçek anlamıyla değil sözde
(lakapla) filozofların düşündüğü tarzda değildir. Çünkü (gerçek) hakimler, Allah
Teâlâ ehli olan peygamberler, veliler ve nebilerdir. Sözde filozoflar Allah Teâlâ’yı
sadece ilâh olarak düşündükleri için diğerlerine göre bilgiye daha yakın
kimselerdir. Akılcı kelamcılar ise, böyle değildir.
Gece ehlinin kutupları, hem keşif hem de meşguliyet balcımından gecenin
gündüzleri gibi olduğu kimselerdir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Sabah onlara uğrarsınız. Geceleyin
de. Düşünmez misiniz?’281 Geceleyin kendilerinden öğrendiğiniz şeyi sabah da öğrenirsiniz. Gece,
açık bilgisi olmayan kimselere göre gecedir. Işık sahibi için ise, gece ve
gündüz aynıdır. Ayette geçen ‘düşünmez misiniz’ ifadesinin anlamı budur.
Nefsin senin gece ehlinden olduğunu iddia ettiğinde, bak: Söylediğim
konuda nefsinin bir tecrübesi ve keşfi var mıdır, yok mudur? Ölçüt ve kriter
budur. Kur’an’da her geceye ait bir takım işler ve bilgiler vardır ki, onları
sadece Allah Teâlâ ehli bilebilir.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’
kirk İkinci bolum
Fütüvvet (Gençlik) ve Gençlerin (Fetâların) Bilinmesi. Menzilleri, Tabakaları
ve Kutuplarının Sırları.
Doğruluğun yiğitlerinde bıkkınlık olmaz
Onlar her türlü cömertlik ve değerden pay sahibidir
Halleri kendileriyle oturana taksim
edilmiştir
Onlar bir topluluğa karşı merhamet ve
vakar sahibidir
Denkleri geldiğinde, iyilik yapmaya onu
yeğlerler
Bu konuda yiğitler bir pişmanlık duymaz.
Gizli bilgilerle ilgili belirtiler
onlarındır
Simgesel olarak susam (en gizli bilgiden
kinaye) denmiş ilimler de onlarındır.
(İbn) Kasî’nin soyu ya da ondan öncekiler
gibi
Ya da onlarm içinden Allah Teâlâ’nın
öğrettiği kimseler gibi. .
Böylece onlar her yarışta birinciliği elde
etti
Onlar ahmağa ‘yeter, sus’ diye cevap
vermez
Onlara tahsis edilmiş bir bereket
sayesinde makamları yüceldi.
O makamın uğursuzluk. diye
isimlendirilecek bir zıddı yoktur
Rabbimin her iki eli de cömerttir
Çünkü topluluğun soylusu, en cömert
olanıdır
Efendi ailesine bir hediye verirse
Elbiseler içinde onlarm elbisesi alametli
olarak görünür.
(Gençlik
ve Kuvvet)
Fütüvvet (Gençlik), kuvvet makamıdır. Allah Teâlâ, doğada havadan daha güçlü bir şey
yaratmadı. Mümin insanın yaratılışı ise, havadan daha güçlüdür. Kutsi bir
hadiste bu durum dile getirilmiştir. Allah Teâlâ’nın yeryüzünü yaratıp
yeryüzünün hareketlenmeye başlamasından söz eden bir hadisin sonunda melekler
şöyle sorar: ‘Allah Teâlâ’m! Rüzgârdan daha güçlü bir şey yarattın mı?’ Allah
Teâlâ şöyle cevap verir: ‘Sağ eli ile verdiğini sol eli bilmeyecek şekilde
sadaka veren mümini yarattım.’ Bir ayette Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ kuvvet ve metanet sahibi
rızık verendir.3282 Böylece, karşısında nankörlerin bulunması nedeniyle, rızık vereni
kuvvet özelliğiyle nitelenmiştir. Şu halde rızık veren, kendisini inkâr etseler
de onlara rızık verir ve nankörlükleri nedeniyle rızkını, nimetini ve ihsanını
kesmez.
Bununla birlikte nimete karşı nankörlük, nimeti kesen engelleyici bir
sebeptir. Binaenaleyh kendisine verilen rızka karşı nankörlüğü var iken,
nanköre ancak güç sahibi rızık verebilir. Bu nedenle Allah Teâlâ rızık vereni
Kur’an’da, ‘güç ve metanet sahibi’ diye niteledi. Güçte metanetin bulunması,
gücü katmerleştirir. Böylece Allah Teâlâ, güç sahibi demelde yetinmemiş,
kendisini güçte metanet sahibi diye nitelemiştir. Çünkü gücün, sahibinde
çeşidi aşamaları vardır. Böylece Allah Teâlâ onu metanet sahibi olmak
özelliğiyle niteledi. Bu da fütüvvet ehlinin özelliğidir. Çünkü futüvvette
herhangi bir zayıflık bulunmaz.
Fütüvvet (Gençlik, yiğidik), çocukluk ve yaşlılık arasındaki bir dönemdir.
Bu dönem, insanın yetişkinlik çağından kırk yaşına ulaştığı ömrüdür. Allah
Teâlâ bu makam hakkında şöyle der: ‘Sizi zayıflıktan yaratıp zayıflıktan sonra güç
yaratan Allah Teâlâ’dır.’ İşte bu, fütüvvet halidir ve ldşi bu halde Genç (fetâ yiğit) diye isimlendirilir. Allah Teâlâ ona herhangi bir zayıflık
izafe etmedi. Ardından şöyle buyurur: ‘Güçten sonra zayıflık ve yaşlılık yarattı.’283 Buradaki zayıflık, ömrün sonuna kadar olan yaşlılık zayıflığı, yaşlılık
ise vakar, yani hareketteki zayıflıktan meydana gelen durağanlık ve ağır
başlılıktır. Çünkü vakar, ağırlık anlamına gelen vıkr kelimesinden türetilmiştir. Böylece Allah Teâlâ, bu ikinci zayıflık ile
vakardan ibaret olan yaşlılığı birleştirdi. Çünkü çocuk, zayıf olsa bile son
derece hareketlidir. Ayrıca çocuğun hareketinde görüş ayrıhğı vardır: Acaba
hareket doğadan mı yoksa ruhtan mıdır?
Hz. İbrahim’in bir yaşlıyı gördüğünde şöyle söylediği rivayet edilir:
‘Ey rabbim! Bu nedir?’ Allah Teâlâ şöyle buyurdu: ‘Vakardır.’ Bunun üzerine
İbrahim şöyle der: ‘Allah Teâlâ’m! Benim vakarımı artır.’
İşte bu, futüvvetin hali ve makamıdır. Bu makam ve halin mensupları, Gençler (Fityân yiğitier,) diye isimlendirilir. Onlar, bütün güzel huyları elde
etmiştir. Bir Genç (fetâ), elde ettiği huyları kullanacağı ve kendileriyle
görüneceği mahalli bilmedikçe güzel huylara sahip olamaz. Bu nedenle fütüvvet
ehli, geniş bilgi sahibidir. Makam ve hallerden söz ederken elinizdeki kitapta
onlara bir bölüm ayıracağız.
Genç olduğunu iddia edip belirttiğimiz konuda bilgisi olmayan kimsenin
iddiası yalandır. Bu iddianın yalan olduğu hemen ortaya çıkar. Binaenaleyh,
varolanların değerini ve ilahi mertebenin değerini bilen kimse Genç (feta) diye isimlendirilebilir. Bu bilgiyle, her varlığa layık olduğu şekilde
muamele eder, öne alması gerekeni önceler, ertelemesi gerekeni erteler.
Bu makamın ayrıntılarını ve Genç grubunun bu konudaki hükümlerini Fahr
Muhammed b. Ömer b. Hatîb er-Rey’e (Fahreddin er-Razi) yazdığımız Ahlâk
Risalesi’nde (Risaletü’l-Ahlâk) ifade ettik. Oradan fütüvvet bahsinden itimat edilmesi gereken esası bu
bölümde aktaralım. Şöyle ki: İnsan, güzel ahlâklarıyla âlemi kuşatamaz. Çünkü
bütün âlem, olması gereken şekilde değil, kendi arzu ve iradesine göre hareket
eder. Gayeler ve iradeler birbirinden farklı olduğuna göre, her amaç ve irade
sahibi, Gencin kendi amaç ve iradesine göre kendisine davranmasını ister.
Amaçlar ise, birbirine zıttır. Söz gelimi, Zeyd’in amacı Ömer’in Halid’i
dövmesi olabilir. Halid’in Zeyd’deki amacı ise, Ömer’e saldırması veya onu
dost edinmesi ve sevmesi olabilir. Binaenaleyh bir Genç, Ömer’e karşı ’
fütüvvetin gereğini yapacak olursa, Halid’e düşmanlık yapması gerekir. Bu
durumda Halid kendisini kınar, Ömer ise, onu fütüvvet ve iyi ahlâk sahibi
olmak özelliğiyle metheder. Halid’e düşmanlık yapmayıp onunla dost olur ve onu
severse, Halit onu över, Zeyd ise kınar.
Meselenin bu şekilde olduğunu görüp insanın bu dünyada veya herhangi bir
makamda iki zıt kişiyi hoşnut edebilmesinin alda ve âdete göre mümkün olmadığım
anladığımızda şuna hükmettik: Genç, kendi nefsinin arzusunu bırakıp efendisi ve
rabbi olan Yaratanına dönerek ‘ben bir kulum (köle)’ demelidir. Kula ise,
nefsinin veya efendisinden başkasınm hükmüne değil, sadece efendisinin hükmüne
uymak yaraşır. Böylece efendisinin razı olacağı işlere uyar, onun sınır ve
kurallarının çerçevesinde durur, kulluğunda efendisine ortak koşanlardan olmaz.
Böylece, kendisine belirlediği şeye göre efendisiyle beraber olur, kendisi için
çizdiği sınırda tasarruf eder. Bu davranışının da âlemdeki yaratıkların
amaçlarına uyup uymadığını önemsemez. Genç’in davranışı âlemdeki yaratıklardan
birinin amacına uyarsa, bu durum efendisine döner. Böylece, efendisinin katından
geldiği hakkında kanıt ve bilgi bulunan bir elçinin vasıtasıyla, efendisinin
divanından o kişi için bir onay çıkar. Elçi, bu onayın efendisinin onayı
olduğunu da ortaya koyar. Böylece o onayın karşısında hürmetle ayağa kalkar ve
efendisinin onayanı kabul eder. Bu onay ile birlikte, karşılıklı konuşma
vardır. Böylece kullara efendinin kendilerine söylemesini emrettiği şeyleri
anlatır. İşte bu, ortaya konulmuş olan şeriattır. Onaylama, Kur’an diye
isimlendirilen indirilmiş kitaptır. Elçi, Cebrail’dir. Meleğin Allah Teâlâ
katından konuşmayı ve hitabı ulaştırdığı teşrifatçı (kapı bekçisi) ise,
müjdeleyici Muhammed peygamber veya peygamberlik dönemindeki herhangi bir
peygamberdir. Böylece kullar, Efendilerinin onayının içerdiği ve karşılıklı
konuşmanın getirdiği Efendilerinin belirlediği sınırlara riayet eder.
Dolayısıyla onların kendiliklerinden bir sahipliği ve yönetim hakkı yoktur.
Efendisinin sınırlarında durup onun kurallarına uyan ve kıyas veya teorik
düşünceyle bir ekleme ya da teville eksiltme yapmadan getirdiği şeye muhalefet
etmeyen kimse (Genç diye isimlendirilir). O, hemcinsi olan insanlara
Efendisinin emrettiği şekilde muamele eder. Söz konusu insanlar, mümin veya
kâfir veya günahkâr veya veli veya münafık olabilir ki bu meyanda insan türleri
bu dört sınıfla sınırlıdır. Bu dört sınıf da derece derecedir. Mümin sınıfından
itaatkâr, isyankâr, veli, peygamber, melek, hayvan, bitki ve maden olduğu gibi
kâfir sınıfı içinde de müşrik olan ve olmayan vardır. Münafık ise, görünüşte
kâfirin derecesinden daha aşağıdadır. Çünkü münafık, cehennemin en alt
tabakasında bulunur. Kâfir ise, hem üstte hem altta olabilir. Günahkâr ise,
görünüşte itaatkâr müminin derecesinden günahı ölçüsünde daha eksiktir.
İşte efendisinin sınırlarında duran bu kimse, Genç’tir. Her insan,
kendisinden yaşça veya mertebe veya her ikisi bakımından daha büyük veya küçük
veya dengi olan biriyle oturur. Genç, bilgi veya yaşta büyüğüne hürmet eden
olduğu gibi aynı zamanda bilgi veya yaşça kendisinden küçüğe merhamet eden ve
bilgi veya yaşta dengini ise, kendisine üstün sayan kimsedir. Burada bilgi
derken özellikle mertebeyi kastetmekteyim. Bu nedenle, üstünlüğü nedeniyle
bilgiyi zikrettik. Söz gelimi hükümdar, yaşça olduğu gibi bilgi bakımından da
küçük olabilir. Yönettiklerinden bir şahıs ise, yaşça ve bilgi bakımından
kendisinden daha büyük olabilir. Hükümdar, Hakkın şeriatında kendisi için
belirlediği büyüğe saygının değerini ve bilginin üstünlüğünü biliyorsa, o
kişiye böyle muamele eder. Böyle yapmazsa, kötü yönetime sahip bir hükümdardır.
Genç, mertebenin değerini -ki örnekte söz konusu olan mertebe,
hükümdarlıktırve hükümdarın Allah Teâlâ’nın kulları içindeki vekili ve yeryüzündeki
halifesi olduğunu bilmeli ve bu bilgiye göre sultana muamele etmelidir. Bu
muamele, sevdiği ve sevmediği işlerde efendisinin belirlediği tarzda hükümdara
itaat etmesi ve emrini dinlemesidir. Sultanın adalet veya haksızlık bakımından övülmüş veya yerilmiş
özelliklere sahip olması durumu değiştirmez. Genç, Allah Teâlâ’nın farz
kıldığı sultanın hakkını yerine getirmelidir. Fakat Allah Teâlâ’nın sultana
karşı kendisi için zorunlu kıldığı hakkını (maslahatını karşılamak gibi)
istememelidir. Söz konusu Hakk, sultan vermediğinde, kendisine karşı
fütüvvetin, ona acımanın ve hükümdarlık mertebesine saygının gereğidir Genç’in
müsamaha gösterebileceği bir haktır. Kıyamet günü ise, o hakkı hükümdardan
talep edebüir.
Genç, hasmı olmayan kimsedir. Çünkü o, borcunu öder,
alacağını biralar, dolayısıyla hasmı yoktur. Genç, genel olarak anlamsız
hareketin meydana çıkmadığı kimsedir. Bunun anlamı, Allah Teâlâ’nın şöyle
buyurduğunu duymasıdır: ‘Göğü, yeri ve ikisi arasındakileri
batıl olarak (boş yere) yaratmadık.’2114 Genç’ten meydana gelen hareket, ‘o ikisi arasındaki’
kısmına girer. Allah Teâlâ’nın gök ve yer arasında yaratmış olduğu bütün
hareketlilerin hareketi de, aynı şekilde anlamsız değildir. Çünkü yaratan
hikmet sahibidir. Genç, bir hikmete göre hareket eden veya duran kimsedir.
Hareketlerindeki durumu böyle olan bir insanın elinde ya da ayağında veya burnunda
veya yemesinde veya dokunmasında veya duymasında veya görmesinde veya içindeki
hareketi anlamsız olmaz. Böylelikle Genç, kendisindeki her nefesi, o nefese
gereken şeyi ve efendisinin nefes hakkmdaki hükmünü bilir. Böyle bir şey ise
anlamsız olamaz.
Hareket başkasından olduğunda ise, Genç ona anlamsız
diye bakmaz. Çünkü Allah Teâlâ, onu yaratmış, başka bir ifadeyle takdir etmiş
ve belirlemiştir. Allah Teâlâ hareketi takdir ettiğine göre, hiçbir hareket
anlamsız ve boş değildir. Genç, bu fiiller âlemde gerçekleştiğinde her şeyin
Hakkın takdiri olduğunun bilincindedir. Genç’e bu hareketlerdeki hikmetin
bilgisi de gösterilirse, bu durum çok daha iyidir ve böyle bir Genç ilahi
inayete mahzar olmuş kimsedir. Onlardaki hikmetin bilgisi kendisine gösterilmese
bile, söz konusu şeylerin belirlenmiş, Allah Teâlâ’ya nispet edilen ve sadece Allah
Teâlâ’nın bildiği bir sırrın bulunduğu şeyler olduklarını bilmek yeter. Bu
kadarhk bir bilgi büe, Genç’i Allah Teâlâ karşısında edebe sevk eder.
Böyle bir davranış, ancak fütüvvet ehline ait olabilir.
Onlar, nefislerin doğaları ve alışkanlıklar üzerinde hükümran olan güçlü
kimselerdir. Bu makamda bu gruptan sadece Melâmîler (kendilerini kınayanlar) bulunabilir. Çünkü Allah
Teâlâ, onları kendi nefislerine yönlendirmiş ve kendisinden bir ruh ile
nefislerine karşı onları desteklemiştir. Tam tasarruf (nefsi yönlendirme),
geçerli yargı ve galip hüküm onlara aittir. Onlar, kul suretindeki
hükümdarlardır. Yüce topluluk onları tanır, insan ve cinlerden başka herkes,
onların kıymetini kabul eder. İnsanların ve cinlerin ise sadece bir kısmı bunu
kabul eder. Çünkü kıskançlık bunu kabul etmelerini engeller..
Gençlerin tabakaları ise, zikrettiğimiz şekilde, Allah Teâlâ’nın
hareketlerdeki bilgisini bilenler ve Allah Teâlâ’nın o konudaki ilmini tam
olarak bilmeyenler diye ikiye ayrılır. Yine de bu kısımdakiler, Allah Teâlâ’nın
kendilerine öğretmediği bir durum bulunduğunu bilir. Onlarm menzili ise, bu bölümün
başında söylediğimiz gibi, ‘sonra Allah Teâlâ zayıflığın
ardından kuvvet yaratır’285 ayetinde belirtilen güçtür. Bu var edişe ilahi
hakikatlerden başka bir ayet daha benzer. O da şu ayettir: ‘Allah Teâlâ güç ve metanet sahibi
rızık verendir.’J86 .
O halde fütüvvet ehli, kendilerine kötülük etseler
bile, yaratıklara iyilikle muamele eder. Bu tavır, kendisini ve nimetini inkâr
eden kimselere Allah Teâlâ’nın rızık vermesine benzer. Onlar, arzuları
kendilerine baskın gelmediği ve nefsin yaratılış özelliği olan övülmeyi,
teşekkür almayı ve tanınmayı sevmek gibi özelliklerden arındıkları için,
nefislerine karşı büyüle güç sahibidirler.
Allah Teâlâ, İbrahim’in kavminin sözlerini aktarırken
şöyle demiştir: ‘İbrahim denen bir gencin o
(tanrı)ları diline doladığım işitmiştik’287 Fütüvvet böyle bir şey olduğu için, Allah Teâlâ
onların dillerinde İbrahim peygamberin fütüvvetini söyletmiştir. Çünkü İbrahim,
Allah Teâlâ uğruna hakkıyla mücadele vermişti. İbrahim, kendilerinden
kurtulmak niyetiyle, onları putların büyüğüne yönlendirdiğinde, kendilerine ‘konuşabilirlerse onlara sorun’2™ demiştir. İbrahim, onları azarlamak amacıyla böyle
demiştir. Bu nedenle onlar, kendilerine dönmüşlerdir ki bu durum ‘işte bu, İbrahim’e kavmine karşı
verdiğimiz delilimizdir’289 ayetinde dile getirilmiştir.
İbrahim’in bu ifadesi, fiili büyüklerine izafe ettiği
için lafızlar âleminde yalan diye isimlendirilmiştir. Gerçekte büyüle, Allah Teâlâ’dır.
Allah Teâlâ, İbrahim’in eli vasıtasıyla putları kıran faildir. Çünkü İbrahim’in
eli, Allah Teâlâ’nın kendisiyle tuttuğu eldir. Nitekim Allah Teâlâ kutsi bir
hadiste kendisinden böyle haber vermiştir (Allah Teâlâ sevdiği kulun tutan eli
olur vs.). Böylece Allah Teâlâ, müşriklerin ilâhları zannettikleri putları
kırmıştır. Müşriklerin bu putlar için ‘sadece bizi Allah Teâlâ’ya
yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz’290 dediklerini görmez misin? Böylece, taptıkları
putlardan büyük bir ilâhın var olduğunu kabul etmişlerdir. Aynı zamanda O,
yaratanların en güzeli, bağışlayanların en merhamedisidir.
İbrahim’in söylediği şey, onun inancına göre doğruydu.
Müşrikler ise, ‘onu büyükleri yapmıştır’’291 ifadesiyle İbrahim’in neyi kastettiğini yanlış
anlamıştır. ‘Büyükleri’ derken İbrahim’in kastettiği Allah Teâlâ’tı ve onlara
karşı kanıt getirmek istemişti. O, inançlarda mevcuttur. Putların
ilâh olması ise, onların zannına bağlıdır. Bu ayet üzerinde biraz durmalıyız.
İbrahim ‘bu’ diyerek başladı Ki ‘benim bu sözüm’
demektir. Burada haber düşmüştür ve hikâyenin bağlamı onu gösterir. ‘Konuşabilirlerse, onlara sorunuz.’292 Onlar size bildirecektir. Putlar konuşsaydı, o esnada
kırma fiilini İbrahim’e değil, Allah Teâlâ’ya nispet ederlerdi. Çünkü
yoldaşlarımız olan keşif ehline göre şu gerçek sabittir: Allah Teâlâ cansızları
(donuk, cemâd), bitkileri ve hayvanları kendisini bilme ve O’nun övgüsünü
teşbih etme özelliğiyle yaratmıştır. Şu halde putlar, Allah Teâlâ’dan başka
fail görmez. Bu özellikte yaratılmış biri, fiili Allah Teâlâ’dan başkasına
nasıl nispet edebilir ki?
Böylece İbrahim, ‘putlar konuşmuş olsalardı fiili Allah
Teâlâ’ya nispet edeceklerdi’ diye onlar hakkında Rabbinden açık bir kanıta
sahipti. Çünkü İbrahim, ister konuşsun ister sussunlar, sadece kanıt bağlamında
‘onlara sorun’ demişti. Pudar konuşmayınca, onlara ‘duymayan, görmeyen, size, Allah
Teâlâ’ya ve kendisine karşı fayda vermeyen şeylere niçin tapıyorsunuz’ der.
Konuşsalardı, ‘Allah Teâlâ bizi parça parça etmiştir’ diyeceklerdi. Pudarın
bundan başkasını söylemesi mümkün değildi.
Çünkü pudar, ‘bize bunu yapan büyüle puttur’ deselerdi,
hiç kuşkusuz yalan söylemiş olurlardı. Bu durumda sözleri, küfürleri hakkında Allah
Teâlâ’dan bir onay ve İbrahim’in sözünün inkarı olurdu. Çünkü büyük put onları
parça parça etmemişti.
İbrahim için ‘bizi o parçaladı’ deselerdi, fiili
İbrahim’e izafe etmede doğru söylemiş olurlardı, büyüle put geride kaldığı için
de bu sözleri Allah Teâlâ’nın birliğine delil olmazdı. Bu durumda, İbrahim’in
sözüyle delaleti amaçlamış olması geçersizleşirdi. Böylece, ‘bu bizim kavmine karşı İbrahim’e
verdiğimiz delilimizdir’’293 ayeti gerçekleşmemiş ve doğru olmamış olurdu. Hâlbuki
daha önce ifade ettiğimiz gibi, putlar konuşsaydı sözlerinde, konuşmasalardı
susmalarında Allah Teâlâ’ya ait bir delil vardı.
Peygamberlerin amacının da böyle olması gerekir. Onlar
bilginlerdir. Bu nedenle puta tapanlar, kendilerine dönmüş ve şöyle
demişlerdir: ‘Sizler zalimlersiniz.’ Sonra başlan öne eğilmiş ve şöyle
demişlerdir: ‘Bunların konuşamadığını biliyorsun’. Bunun üzerine Allah Teâlâ
böyle kimselere şöyle demiştir: ‘Yonttuklarınıza mı tapıyorsunuz.’294
Nefsini yaratanı uğruna değil, yaratanının mutlak
birliği uğruna satması (feda etmesi), Hz. İbrahim’in futüvvetindendi. Çünkü
ortak koşan insan, yaratanın varlığını reddetmez, sadece mutlak birliği reddetmeye
yönelir. O halde, bu makama ancak fütüvvette kutup sahibi olan kimse
yerleşebilir. Bu makam o kişinin etrafında döner.
‘Musa (yanındaki) Gence dediğinde’295 ayeti de, fütüvvettendir. Hz. Musa yanındaki gence
Arapçada fetâ kelimesiyle ifade edilen İbranice bir isim vermiştir.
Söz konusu genç Hz. Musa’ya hizmet ediyordu, Musa ise, o vakitte kapının teşrifatçısı idi. Çünkü Musa, o ümmet içinde şeriat getiren ve
onların peygamberiydi. Her ümmetin özel ilahi bir kapısı vardır. Şeriatlarını
getiren peygamber, kendisinden Allah Teâlâ’nın huzuruna girdikleri bu kapının
teşrifatçısıdır. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem ise, diğer peygamberlerden
farklı olarak, peygamberliği genel olduğu için teşrifatçıların teşrifatçısıdır.
Diğer peygamberler ise, Adem’den son peygamber ve resule kadar, Hz. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellem’in teşrifatçılarıdır.
Burada, ‘onlar Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in
teşrifatçılarıdır’ dedik. Bunun nedeni, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
şu ifadesidir: ‘Adem ve diğer peygamberler sancağımın altındadır.’ Onlar,
yaratılış âleminde Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in vekilleridir. Hz.
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem ise, bedeni yaratılmazdan önce, bu durumu
bilen soyut bir ruhtu. Kendisine sorulmuş: ‘Ne zaman peygamber idin?’ Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem cevap vermiş: ‘Âdem, su ve toprak arasındayken ben
peygamber idim.’ Yani Âdem var edilmezden önce. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi
ve sellem’in temiz bedeninin ortaya çıkma vakti geldikten sonra ise, diğer
ilahi hizmetkârlardan hiçbir vekilin hükmü kalmaz. Onlar, peygamber ve
nebilerdir. Şu var ki onların yüzleri, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
makamının bilfiil varolmasına yönelmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem de, efendisinin ve göndereninin izniyle, onların şeriadanndan
dilediklerini onaylamış, kaldırması ve geçersiz kılınması emredilmiş
şeriatları ortadan kaldırmıştır.
Meseleyi bilmeyen kimse, Hz. Musa’nın da Hz. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellem gibi kendi şeriatıyla müstakil peygamber olduğunu
zannedebilir. Hâlbuki Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur:
‘Musa yaşıyor olsaydı, bana uymaktan başka bir çaresi olmazdı.’ Kuşkusuz Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem doğru söylemiştir.
Genç, her zaman hizmet menzilinde bulunur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem şöyle buyurur: ‘Kavmin hizmetkârı onların efendisidir.’ Hizmeti
efendilik olan kimse, tam bir kuldur. Fütüvvet ehli, kendisine fütüvvetin
gereğine göre davranılan insanın bir yandan Allah Teâlâ katındaki derecesi,
öte yandan zayıflığına göre derece derecedir. En üstünü, bu açıdan en zayıf
kimseye karşı fütüvvetin gereğini yapandır. Aynı zamanda en üstünleri, diğer
bakundan Allah Teâlâ nezdinde en üstün olan insana karşı fütüvvetin
gerektirdiği davranışla muamele eden kimsedir. En zayıf kimseye karşı
fütüvvetin gereğiyle muamele eden kimse, ziyafet veren birine benzer. Söz
konusu kişiye şeyhi sofrayı konuklara yaklaştırmasını emreder. O da, sofrada
bulunan karınca nedeniyle konuklara sofrayı getirmede ağırdan alır. Fütüvveti
gereği, karıncaları sofradan kovmayı uygun görmez. Çünkü fütüvvetin bir gereği
de, onu hayvanlarda uygulamaktır. Böylece, karınca sofradan kendiliğinden ve
bu şahsın zorlayıcı bir davranışı olmaksızın çıkıncaya kadar bekler. Çünkü
fütüvvet ehli, metanetlidir. Onların zorlaması, ancak kendi nefislerine
yönelik olabilir. Binaenaleyh gücü olmayan kimsenin fütüvvetinden söz
edilemeyeceği gibi kudreti olmayanın bağışlaması da söz konusu olamaz. Ağırdan
alınca, şeyhi kendisine şöyle der: ‘Kuşkusuz iyice tetkik ettin.’
İşte en zayıfı gözetmek (fütüvveti) budur. Fakat söz
konusu kişi bu esnada ikramda geciktiği için konuklara karşı fütüvvetin
gereğini yapmamıştır. Bu nedenle bölümün başında, gayelerin farklılığı
nedeniyle hiç kimsenin güzel huyları genele yaygınlaştıramayacağını
kaydetmiştik. Genç, birini hoşnut ettiğinde diğerini öfkelendireceği, gayeleri
farklı iki şahsa bakar: Bu iki şahsa bakmasının nedeni, içinde bulunulan vaktin
hükmüne ve şeriattaki Hakk hangisinin daha yakın olduğunu öğrenmektir. Vaktin
hükmüne ve şeriattaki Hakk daha yalcın olan kimseye, fütüvvetin gereği olan
davranışla muamele eder. Bulunduğu vakit, başkasına karşı da Allah Teâlâ’nın
razı olacağı şekilde fütüvvetin gereğini yerine getirmeye imkan verirse onu da
yerine getirir; imkan vermiyorsa, (ilkine'karşı olan davranışıyla) hiç kuşkusuz
makama hakkını vermiş ve fütüvvet ehli olmuştur. Bu kişinin mertebesinde himmet
vasıtasıyla fiil varsa, mertebesinde bulunuyorsa, birine karşı fütüvvetin
gereğini duyusal, diğerine karşı ise himmet vasıtasıyla yerine getirebilir.
Şeyhimiz Ebû Abbas el-Ureybî’nin yanındayken biri
huzuruna girdi. İyiliği yaymanın mahiyeti hakkında görüş alış verişinde
bulundular. Adam şöyle dedi: ‘Efendimiz! Yalcın olanlar iyiliğe daha layıktır.’
Şeyh duraksamadan yanıt verdi: Tabii ki, Allah Teâlâ’ya yalcın olanlar.’
Ebû Abdullah Muhammed b. Kasım b. Abdülkerim et-Temimî
elFasî Ebû Abdullah ed-Deklcâlc’tan şöyle aktarır. -Adı geçen şeyh Fas
şehrindeydi ve himmet ile fiili müzakere ediyorlardı. -Ebû Abdullah şöyle
demiş: ‘Kimsenin dedikodusunu yapmadığım gibi benim bulunduğum mecliste de
kimsenin gıybeti yapılmadı.’ İşte bu, himmet vasıtasıyla eticinin bir türüdür.
Ebû Abdullah, gıybet edip günah kazanmak alışkanlığındaki bir insanı
-dedikodudan men etmeksizinbulunduğu mecliste gıybet ettirmeyerek ona karşı
fütüvvetin gereğini yapmıştır. Aynı zamanda, huzurunda sevmeyeceği bir şekilde
zikredilen kimseyi de sevimsiz bir özellikle anmayarak fütüvvet göstermiştir.
Ebû Abdullah, bu konuda vaktinin efendisiydi. Onun menkıbelerini şeyhimiz Ebû
Abdullah b. Abdülkerim el-Müstefâde fî-Zikri’s-Sâlihîne
ve’l-Ubbâd biMedîneti Fâs ve-mâ Yelîhâ mine’l-Bilâd adlı kitabında derlemiştir.
Ey kardeşim! Şunu öğrenmiş olmalısın: Genç, yaratıklara muamele ederken, imkanı ve kudreti
ölçüsünde gücünü Hakkı razı edecek şekilde harcayan kimsedir.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’
KIRK
UÇUNCU BOLUM
Kuşkulu Şeylerden Sakınanların Kutuplarından Bir Grubun Bilinmesi Bu Makamın
Genel Durumu
Ben hatmü’l-velâyeyim (veliliğin sonu, mührü), hiç
kuşkusuz Mesih ile birlikte, Haşimî’ye vâris olarak
Aynı zamanda ben soylu Ebû. Bekir’im
Her beden ve ruh sahibiyle savaşırım
Uzun ve keskin kargılarla '
Ve fasih Kur an’m dile getirmesiyle .
Apaçık vahiy hakkında benimle tartışan
Her aklın belgesi bana çetin gelir
Ben ver anın sahibiyim, vera daha
yüksektir
Sahih habere göre, hallerden.
Doğruluk adamları bana onda yardım etti
Bilgilerin açıldığı vera sahibi olan
adamlar.
Onlar farzı ve mendubu yerine getirir.
Mubah olanın saltanatını ise dışarıda
bırakırlar.
(Vera, Kuşkulu Şeylerden
Sakınmaktır)
Vera, vera ehli ve veranın terkinden makam ve hallerinden, Allah Teâlâ
izin verirse kitabın ileriki bölümlerinde bahsedeceğiz. Bu bölümle ilgili husus
ise, veranın kutuplarından bir grup ve onların genel makamlarından söz etmekle
sınırlıdır.
Bilmelisin ki: Ebû Abdullah Hâris b. Esed el-Muhâsibî
bu makamın avamındandı. Ebû Yezid e-Bestami ve bizim devrimizde şeyhimiz Ebû
Medyen ise, makamın seçkinlerindendi. Bu meyanda vera sahiplerinin
kutuplarının en üstün verası, lafzı kullanışta ortaklıktan sakınmaktır. Çünkü
vera, yasaklardan ve yasaklayan yönünden içinde kuşku bulunan her şeyden
sakınmak demektir. Vera sahibi, bu kuşkudan dolayı o şeyden uzak durur. Söz
konusu şeyler, şüpheliler diye ifade edilir. Bunun anlamı o şeyin, Kitap veya
Sünnet veya icma gibi açık nassın bu ismi almasını sağlayan bir özellik
nedeniyle haram olduğunu bildirdiği şeye benzerliğinin olmasıdır. Örnek olarak,
zaruret hali olmadıkça, domuz eti yemenin yasaklanmasını verebiliriz. Domuz
eti yemek insana yasaklanmıştır. Bu nedenle, ‘haram ismini almasını gerektiren
hal nedeniyle’ dedik. Nitekim zorda kalan kişi, haram ile sorumlu değildir. O
halde domuz etini yemek, zorda kalan kimse için helaldir ve bu konuda görüş
ayrılığı yoktur.
Yasaklamanın anlamı, yasaklanan şey hakkında kuşkuya
mahal vermemektir. Onlar, yasaklamaya ait bazı haller bulunduğunu ve hiçbir
şeyin özü gereği haram kılınmadığını görmüştür. Bu nedenle Şâri Teâlâ haramlığı
haller üe sınırlamıştır. Hal nedeniyle yasaklamak, yasaklanan şeye nüfûz eder.
Binaenaleyh özü gereği haram olan bir şey, sakınılmada daha önceliklidir. O
halde, bâtınen-bilerek, o şeyden sakınmak şarttır. Bazen, zahir durumda özü
gereği yasak olan bu şey, kendisine eklenen bir hal nedeniyle helal olabilir.
Hiçbir zaman helal olmayacak ve kendisini helal kılan bir ayetin gelemeyeceği
haramlık ise, kendileriyle ilâh olduğu Hakkın nitelikleriyle nitelenmektir.
Öyleyse lafız olarak verilseler bile, anlam bakımından
bu ilahi isim ve niteliklerden (onları yaratıklara vermekten) sakınmak şeriat
ve alda göre vaciptir. Binaenaleyh, bu isimlerin ancak okuma niyetiyle herhangi
birine verilmesi uygun olabilir. Bu durumda, onları veren kişi okuyan ve
aktarandır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Size içinizden bir peygamber gelmiştir.
Sıkıntıya düşmeniz ona zor gelir. Size karşı düşkündür (aziz), müminlere karşı
raûj ve rahimdir:296 Böylece Allah Teâlâ, peygamberini aziz, raûf ve rahim diye isimlendirmiş, biz de Allah Teâlâ’yı, kendini
isimlendirdiği gibi isimlendiririz. Gerçekte ise, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem’in rabbi karşısında hor, ürperen, sızlayan ve tövbekâr bir kul
olduğunu biliriz. Buna göre, ilahi mertebeye layık sahih yönden Hakka verilen
lafızların herhangi bir yaratılmışa verilmesi, başkası değil sadece Allah Teâlâ’nın
vermiş olması durumunda uygun olabilir. Böyle bir şey mubah olsa bile, vera,
özellikle bu meselede olmak üzere mubahtan sakınmak demektir. Binaenaleyh vera
sahibi, bu durum kendisine mubah kılınmış olsa bile, bu lafızları yaratıklar
hakkında kullanmaz. Bu gibi isimleri Hakkın veya peygamberinin verdiği bir
kimseye verirse, bu durumda o, sadece okuyan veya bu ismi verişte Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’den aktaran biri ve tercüman olabilir.
Bu adamlara göre, veranın bir özelliği de peygamber ve
resullere tahsis edilmiş şeylere inip, kendileri hakkında veya peygamber ve
resul olmayan kimseler hakkında peygamberlere özgü bir lafzı kullanmaktan
çekinmektir. Bu nedenle, Allah Teâlâ’nın peygamberleri olmayan elçiler hakkında vârisler veya tercüman lafzını kullanır ve
şöyle derler: Falan sultandan falan sultana şöyle şöyle diyen tercüman ulaştı.
Öte yandan, veranın ve Allah Teâlâ karşısında saygının gereği olarak, gönderen
ve gönderilen hakkında da melik (hükümdar) ismini kullanmayıp ona sultan demişlerdir. Çünkü melik Allah Teâlâ’nın isimlerinden
biridir. Böylece edep, hürmet ve veranın gereği olarak, bu lafızdan sakınıp sultan demişlerdir. Çünkü sultan, Allah Teâlâ’nın isimleri
arasında yer almaz. Onlar sultanın katından gelen elçiye de, resul değil, tercüman adını verir. Çünkü resul ismi Allah Teâlâ’nın
peygamberlerine verilebilir. Böylece Allah Teâlâ’nın peygamberlerine karşı
edebin gereği olarak resul ismini ilahi peygamberlik ve risaletin özelliği
sayarlar. Hâlbuki bu lafzı kullanmak mubahtır ve bu lafzı kullanmak
yasaklanmamıştır. Fakat onu kullanmaları zorunlu değildir. Binaenaleyh Allah
Teâlâ’nın kendi katındaki konumu halamından bizden daha büyük olduğunu bize
bildiği kimse karşısında edebe riayet etmek, daha öncelildidir. Bunu ise, ancak
vera sahibi edepliler bilebilir.
Bu kimselerin verada başka bir mertebeleri daha vardır:
Onlar, varolanlar arasında çekişmenin gerçekleştiği her işten sakınır ve hemcinslerinden
ve makamlarından olmayan kimselerin kendilerine ortak olamayacağı bir yol
ararlar. Dolayısıyla vera sahipleri, nefislerinde özdeşleşip nitelendikleri ve
Allah Teâlâ’dan dünya ve ahirette kendisiyle çağrılmayı sevdilderi herhangi
bir konuda başkasıyla çekişmezler. Söz konusu olan, sahip oldukları ilahi
huylardır. Onlar, Allah Teâlâ’nın kullarına merhamet, şefkat, lütufkârlık,
cömertlik, Allah Teâlâ’ya tevekkül ve sınırlarını korumak gibi ibadetlerin
anlamlarıyla özdeşleşip dışlarında ise bu fiillerin hükümleri görünse bile,
üzerlerinde gözüken her şeyi kendi fiilleri değil Allah Teâlâ’nın fiili, kendi
elleriyle değil, Allah Teâlâ’nın eliyle gerçekleşmiş sayarlar. Bu fiil
nedeniyle övülen kimse, fiilin övgüsünün failiyle ilgili olması gerektiğini
(bilir). Fiilin faili biz değil, Allah Teâlâ’dır. Böylece onlar, iyi fiillerinden
olduğu gibi iyi huylarından da bütünüyle yüz çevirir. Şeriata ve örfe göre
kötülenmiş her özelliği ise, Allah Teâlâ’ya karşı edebin ve insana şifa veren
vera’nın gereği olarak, kendi nefislerine izafe ederler. Nitekim Hızır, yaptığı
görünüşteki kötü davranışı hakkında ‘istedim ki’,297 iyi fiili hakkında ise ‘rabbin istedi ki’298 demiştir. Hz. İbrahim de şöyle buyurmuştur: ‘Hasta olduğumda.’299 Hâlbuki ‘beni hasta ettiğinde’ dememiştir. Allah Teâlâ,
bize öğretme amacıyla şöyle buyurur: ‘Sana isabet eden her kötülük
nejsindendir.’300 Bununla birlikte Hakk, bu bildirimde onların sözlerini
aktarır, fakat yine de onda öğretime dildeat çeker. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’in bir duasında söylediği şey, bu ayette uyarının bulunduğu
hakkındaki görüşümüzü destelder. ‘Allah Teâlâ’nn! Bütün iyilik senin
elindedir’ şeldinde buyurmuş ve .‘bütün’ kelimesi ile pekiştirme yapmıştır.
Bütün (kül), dilde kuşatmayı gerektiren bir kelimedir. Ardından şöyle demiş:
‘Kötülük ise sana ulaşamaz.’ Bunu ise pekiştirmemiş ve sadece belirlilik
talaşıyla yetinmiş, böylece Allah Teâlâ karşısında edebin ve hakikatin gereği
olarak, kötülüğü Allah Teâlâ’ya izafe etmemiştir. Bu mesele, özellikle Allah
Teâlâ ehline göre, en kapalı konulardan biridir.
Bu meyanda akılcılara gelince, onlardan her grup, kendi
inancına göre delil saydığı şeyin verisine dayanır. Allah Teâlâ ehli ise,
şeriatın maksatlarını anlamanın kendilerine hâkim olduğu ve şeriat karşısında
onun maksadına göre hareket eden kimselerdir. Bu durum, mecazen değil gerçek
anlamda kendisiyle ilahi mertebeye hürmet gösterdikleri vera ve saygının
neticesidir. Allah Teâlâ, saygılarından dolayı, kitaplarını ve peygamberlerinin
getirmiş olup akılların tek başına algılayamadığı veya algılayabildiği şeyleri
anlamalarını sağlamıştır. Akıllar söz konusu hususların bir kısmını kendi
başlarına anlayabilse de, onlar bunları da kendi düşüncelerinden değil, Allah
Teâlâ’dan alırlar. Böylece, bütün bunlardan söz konusu inayet sayesinde bu
nitelikle nitelenmemiş ve bu makama ulaşmamış kimselerin anlamadığı şeyleri
anlamışlardır.
Vera sahiplerinin hali böyle olunca, işlerinde ve
hareketlerinde sıradan insanların (avam) yollarını tutmuşlardır. Bu nedenle
onlarm üzerinde sıradan insanlardan ayrışmalarını sağlayan belirtiler görünmez
ve âlemde konulmuş sebepler gizlenir. Söz konusu sebeplerle gizlenen kimse, bu
nedenle övgüye mazhar olmaz. Bu insanlara, tevekkül, zühd, vera gibi
kendilerini sıradan insanların iyilik ve itaatlerinden ayıran özel bir övgü adı
verilmez. Bununla birlikte onlar vera, tevekkül, zühd, güzel ahlâk, kanaat,
cömertlik ve başkasını tercih etme özelliklerine sahiptir. Bütün bunlardan ve
benzeri ayrıcalıklı isimlerden, bu tabakadan olan Allah Teâlâ adamları
sakınmıştır.
Onlar, Allah Teâlâ ehlinin ıstılahında vera sahipleri diye isimlendirildi. Çünkü vera, sakınma ve ölçüp
biçmek (tedebbür) demektir. Mensuplarının veradaki durumunu bildirirken, bu
makam hakkında bütün hakikatleri kendinde toplayan Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellemin sahibinin ne güzel söylediğini hatırla! ‘Sana kuşku veren şeyi
kuşku vermeyene bırak!’ Başka bir hadiste ise, şöyle buyurur: ‘Fetva sahipleri
sana fetva verse bile, sen fetvayı kendi kalbine sor.’ Böylece Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem, kendisini sığdırdıkları Allah Teâlâ’nın
kalplerdeki sırrını bildiği için, onları bu makamı elde etmede kalplerine
yönlendirmiştir. Kalplerde sadece murakabe ehlinin bildiği ilahi bir
korunmuşluk vardır ki, Allah Teâlâ onu kalplerde örtmüştür. Böyleleri, soru
sorsa ve böyle bir konuda soru sordukları âlimler ve insanlar tarafından
inceleyen ve soruşturan kimseler oldukları bilinse, parmakla gösterilecek
şekilde şöhret kazanırlardı. Ayrıca, onların ihlaslı bir dindarlık sahibi
olduğuna inanılırdı. Örnek olarak Bişr-i Hafî ve benzerlerini verebiliriz.
Bişr, o makamın kutuplarından biriydi. Bu makam ile bilinir ve bu makam sahibi
olduğu kabul edilirdi.
Bişr-i Hafî’nin kız kardeşi din imamlarından birine -Ki
o Ahmed b. HanbePdigeceleyin Zâhiriyye’nin meşalelerinin ışığı altında
sokaktayken kendisiyle karşılaşanlara okuduğu gazeli sormuş, sorduğu soruyla
onun da vera ehli olduğu anlaşılmıştır. ‘Kalbine fetva sor’ hadisine göre
davransaydı, rabbine bile sormayacağını bilirdi. Bu durumda o gazeli bırakır
veya gazel okumayı terk ederdi. Sorulan imam, Ahmed b. Hanbel kendisine fetva
vermiş ve bize aktarıldığı ve kitaplarda yazıldığı üzere onu bu duyarlılığı
nedeniyle övmüştür.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kalplerimizdeki
bir ölçütü bize vermiştir. Bunun nedeni, Allah Teâlâ’dan ve sahibinden başka
kimsenin bilmeyeceği şekilde, makamlarımızın başkasından gizlenerek sadece Allah
Teâlâ’ya tahsisini sağlamaktır. Bu durum, ‘Dikkat edin, halis din Allah
Teâlâ’ya aittir’301 ayetinin hükmüne bağlıdır. Binaenaleyh övülen veya
kötülenen herhangi bir ortaklık tarzının bulunduğu her din, Allah Teâlâ’ya ait
halis din değildir. Burada ortaklığın konusu Bişr el-Hafî’nin
kız kardeşinin sorusundaki gibi övülen bir şey olabileceği gibi kötü bir şey de
olabilir. Bunlar, kesinlikle halis din değildir. Çünkü başkalarınca yerilen Allah
Teâlâ için yapılan bir dindarlık olamaz.
Bu makamın adamları, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellemin ifadesinden kulun kalbini dildcate almasını ve onu (başkalarına soru
sormak yerine) gizlenmesini isteyerek kalbine yönlendirdiğini görmüştür. Bunun
üzerine bu hali gerçekleştirmeye çalışmış, ona yönelmiş ve Şâri’den bizim
adımıza istenilen kurtuluşun makamı gizlemede bulunduğunu anlamışlardır.. Bu
konudaki çalışmaları ve onunla tahakkuk etmeleri ise, kendilerine bu hususta
dayandıkları ilahi hakikati vermiştir. Bu ilahi hakikat, Hakkın dünyada bütün
kullarına görünmekten sakınmasıdır. Böylelikle onlar da, yaratıklarından
perdelenmede rablerine uymuşlardır.
Söz konusu kimseler, bu dünya hayatının gizlenme yeri
olduğunu ve Allah Teâlâ’nın dini tanımlarken belirlilik takısı kullanmakla yetinmeyip
onu halis diye nitelediğini öğrenmişlerdir. Bunun için,
kendisinde herhangi bir ortaklığın bulaşmadığı bir yol aramış, her mertebeye
edebin, hikmetin, şeriatın ve uymanın gereği olarak, o mertebenin Hakk ettiği
davranışla muamele etmişlerdir. Onlar, farkına varılmayan vera örtüleri ile
yaratıklardan gizlenmiştir. Söz konusu şey, dinin zahiri ve aşina olunan bilgidir.
Onlar, zahirde genelin dinden anladığından başka bir yoldan gitselerdi, sıradan
insanlardan farklılaşır ve iş onların amaçladığı gibi olmazdı. Böyle
yapmadıkları için, onların isimleri sıradan insanların isimleri olmuştur. Bu
kimseleri Allah Teâlâ övdüğü gibi aynı zamanda mukaddes ilahi isimler,
melekler, peygamberler ve nebiler, canlılar, bitkiler, cansızlar ve Allah Teâlâ’nın
hamdini teşbih eden her şey onları över.
İnsan ve cinlere gelince, Halden bildirdilderinden
başka insan ve cinler onları bilemez. Hakkın bildirdikleri ise, onları över,
fakat izhar etmezler. Haldcın bu adamları tanıtmadığı kimseler ise, onlara
sıradan insanlara davrandıkları gibi davranır. Onları sadece haklarındaki amaçlarına
göre zikrederler. Binaenaleyh sıradan insanların bilmediği makam onlarındır. Allah
Teâlâ’nın onları övmesi, Allah Teâlâ için ihlâslı olmaya çalışıp dinini sadece
O’na tahsis etmiş olmalarından kaynaklanır. Allah Teâlâ, herhangi bir varlık
onları sahiplenemediği ve O’ndan başka bir rabbin kulluklarında hükmü
bulunmadığı için, onları övmüştür. İlâhi isimlerin övmesi ise, bu isimleri
algılayıp eddlerini bildikleri halde, herhangi bir varolanda isimler
vasıtasıyla etki etmeyişlerinden kaynaklanır. Böyle yapsalardı, ilahi isme ait
söz konusu eser ile yâd edilirlerdi ki, bu eser ismin üzerine perde haline
gelirdi. Bunu yapmayıp ellerinde meydana gelen eseri gerçekte eserin sahibi
olan ilahi isme izafe ettikleri için, ilahi isimlerin hepsi onları övmüştür.
Meleklerin onları övmesi ise, ‘Biz senin övgünü teşbih ediyor ve seni takdis ediyoruz’302 gibi ifadelerde fiil olarak değil nispet olarak
kendilerine nispet ettikleri şeylerde, meleklerle çekişmeyişlerinden
kaynaklanır. Bu adamlar şöyle der: ‘Senden başkasının güç ve kuvveti yoktur.’
Böylece onlar, Allah Teâlâ’ya hürmet görevlerini ifa ederken kendilerine ait
herhangi bir iddiada bulunmaz ve onu Allah Teâlâ’ya nispet ederler. Bu nedenle
de melekler onları över. Çünkü bu Hakk rağmen, onlar melekleri yaralamaz.
Babaları Âdem hakkındaki suçlama nedeniyle onlara sataşmadıkları gibi meleklerin
karşısında saygılı davranırlar. Üstelik Hakkın mertebesini tercih edip doğru
bilgiye ulaşmaları nedeniyle melekleri mazur sayarlar. Çünkü meleklerin
Âdemoğulları hakkında söylediği kan dökmek, bozgunculuk yapmak gibi işler hiç
kuşkusuz gerçekleşmiştir. Bunun bilinen bir sırrı vardır.
Peygamber ve resullerin onları övmesinin nedeni,
onların peygamberlik ve risaletin kendilerine ait olduğunu iddia ettikleri
şeyi onlara teslim etmeleri, kendilerine inanmaları, kendi hallerinde
peygamberliğin parçalarıyla nitelenmiş olmalarına rağmen kuşkuya
kapılmamalarıdır. Fakat bu nitelenmeye rağmen onlar nebi ve resul diye
isimlendirilmez. Onlar, peygamberlerin izlerine adım adım uymada samimi
davranırlar. Rivayet edildiğine göre, imam Ahmed b. Hanbel -ki o vaktinin
efendisi, uyulan ve rehber alınan biriydikabak yemezmiş. Bunun nedeni, Allah
Teâlâ’nın peygamberinin kabağı nasıl yediğini bilmeyişiydi. Bu durum, onun
bütün hareket ve duruşlarında, bütün eylem ve hallerinde peygamberin
hallerinin keyfiyetine uyma gücünü gösterir. Ahmed’in böyle yaptığı şöhret
bulmuştur. Çünkü İmam Ahmed, söz, amel ve hal ile tebliğ ve irşatta vârislik
makamındaydı. Çünkü bu davranış, duyanın nefsine daha güçlü bir şekilde
yerleşir. Şu halde Ahmed ve benzerleri, bu ümmet için şeriatın koruyucularıdır.
Canlıların, bitkilerin ve cansızların onları övmesi
ise, bu sınıftaki insanların anlamsız denilen fiillerle anlamsız olmayanları
ayırt edebilmelerinden kaynaklanır. Binaenaleyh onların içinde bir insan,
sahibi nezdinde abes sayılan (yoksa hareket ettirenin nezdinde değil) bir hareketle
hareket etse, o abes hareketi gören ve gözleyen kimse, hareketin sahibinin Allah
Teâlâ’dan gafil olduğunu anlar. Bu grup, hayvan veya bitki veya cansızda abes
bir hareketin olamayacağını bilir. Hükümdarların avcılık yapması ve ihtiyacı
olmadığı halde sadece dinlenmek, oyun ve eğlence için avcılık yapanların davranışları
da anlamsız hareket kısmına dâhildir. Böylece bu sınıflardan zikrettiğimiz bu
İçimseler söz konusu adamları överler.
Allah Teâlâ şöyle
buyurur: ‘Her şey O’nun
övgüsünü teşbih eder, fakat siz onlarm teşbihini anlamazsınız. Allah Teâlâ hilm
sahibidir.’ Yani, yaptığınız
davranışlarınız nedeniyle hemen cezalandırmadığı için size süre verendir. ‘Örtendir.’303 Çünkü Allah Teâlâ, sizden bu
yaratıkların teşbihini gizlemiştir. Dolayısıyla onu anlayamazsınız. Allah Teâlâ,
katında azaba uğramış olarak ölen kimse hakkında şöyle buyurur: ‘Gök ve yer onlara anlamamıştır:3Dİ
Böylece, gök’ ve
yeri Allah Teâlâ ehline ağlamakla nitelemiştir. Mümin, her şeyin teşbih
ettiğinden ve teşbih eden her şeyin canlı ve akıllı olduğundan kuşku duymaz.
Bir rivayette, kıyamet günü serçenin gelerek ‘Rabbim!
Şu adama sor, beni boş yere niçin öldürdü?’ diye soracağı bildirilmiştir.
Yararsız yere bir ağaç kesen veya Allah Teâlâ’nın yaratıklarından birinin bir
faydası olmaksızın bir taşın yerini değiştiren kimse de böyledir. Allah Teâlâ,
bu varlık türlerine bu bilgileri verince, onları söz konusu adamları övme
özelliğiyle niteledim. Bu durum, onlardan bizzat gözleyerek ve keşf yoluyla
öğrenilir. Nitekim sahabe taşların ve yemeğin (Allah Teâlâ’yı) teşbihini duyuyordu.
Onlar herhangi bir harekette anlamsızlık bulmuyordu. Bilakis onlar, bu gibi
şeylerden büsbütün sakınırdı. İnsan ve cinlerin büyük kısmı bu bilgilere sahip
olmadığı için, söz konusu insanların mertebelerini anlamamış, dolayısıyla
onları övmemiş ve onlara ilgi göstermemiştir. Bu nedenle Allah Teâlâ istisna
yapmaksızın âlemdeki her şeyin Allah Teâlâ’ya secde ettiğini bildirmişken
insanları istisna etmiş ve şöyle buyurmuştur: ‘Göklerde ve yerde olan her
şeyin, güneşin, aym, yıldızların, dağların, ağaçların ve canlıların Allah
Teâlâ’ya secde ettiğini görmez misin?’ Burada istisna yapmamışken, ‘insanların çoğu secde eder’305 diyerek istisna yapmıştır.
Bu makam ehlinin özelliklerinden sana belirttiklerimi
öğrenip onların yoluna katıldığında, kurtuluşa erenlerden olursun.
‘Allah Teâlâ hakla söyler ve doğruya ulaştırır.’ Yirmi
ikinci kısım sona erdi.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar