Print Friendly and PDF

OTUZ ÜÇÜNCÜ SİFİR 2.Bölüm

Bunlarada Bakarsınız

 


YENİDEN YARATMA MERTEBESİ

el-Muîd İlahi İsmi

Suretlerde yeniden yaratma ve iade başlangıç gibi Başkadan hiçbir şey eklenmez onlara

ilke ekleme olurdu o; hâlbuki koruyucudur o Zararla zikredileni korur durur

iade olmasaydı talep etmezdik biz işlerde ve kabirlerde kalkarken

Çünkü Allah Teâlâ’nın güzel isimleri bizi talep eder Sadık haberde bize söylendiği gibi

Ben yüzlerin döndüğü bir mülk değilim Beşer ve melekler ortaya çıktığında

Bu mertebenin sahibi Abdulmuîd diye isimlendirilir. Allah Teâlâ ibda’ eden ve iade edendir (başlatan ve yenileyendir). Başlatma ve yenileme Allah Teâlâ’ya ait iki hükümdür. Allah Teâlâ bir şeyi kayboluşunun ardından yeni­lerken benzerleri yaratarak onu yeniler ve iade eder. Bu itibarla Allah Teâlâ iade edendir, yoksa giden ve kaybolanın aynısını yenilemez. Böyle bir şey olamaz ve varlık böyle bir işin olamayacağı kadar geniştir! Allah Teâlâ kendisiyle nitelenmiş olduğu hali yeniler. Hakkın yaratmış olduğu her varlığın yaratılışı tamamlanmıştır. Söz konusu varlık Allah Teâlâ’ya bakar ve başka bir varlığın yaratılışına yöneldiğini görür. İş sürekli böyle de­vam eder durur! Öyleyse Allah Teâlâ el-Mübdi ve el-Muîd, yani başlatan ve yenileyendir. Allah Teâlâ her işi başlatan (yaratan) ve onun şe’nini ve işini yenileyendir. Bu yönüyle Allah Teâlâ herhangi bir işte hüküm sahibi olan valiye benzer: Hükmü sona erdiğinde, o şeye göre, ondan ayrılmış, işini tamamlamış, başka bir varlıktaki hükmüne intikal etmiştir. Bir varlıkta iadenin ve yenilemenin hükmü budur, bunu anlayınız! elMübdi’nin hükmü ise böyle değildir. Allah Teâlâ her şeyi yaratarak ibda eder, sonra onu yeniler, yani yaratmış olmak itibarıyla hüküm O’na döner. Bu durum ‘Allah Teâlâ halkı ibda eden sonra iade edendir119 ayetinde belirtilir; yani Allah Teâlâ halkı iade eder (yaratmayı yeniler). Başka bir ifadeyle var etmeyi murat ettiği bir varlıkta dilediklerini yaratır ki bu, halk yani yaratmaktır. Çünkü halk belirli yerlerde mahlûk yani yara­tılmış anlamında kullanılır. Mesela cBu Allah Teâlâ’nın halkıdır’ denilir. Bazen halk fiil anlamında kullanılır. Misal olarak ‘Onları göklerin yaratılışına şahit tutmadım120 ayetini verebiliriz. Burada hiç kuşkusuz Allah Teâlâ fiili kastetmektedir, çünkü herhangi bir yaratılmışın fiili yoktur, dolayısıy­la onda Allah Teâlâ’nın fiilinin görüleceği bir hakikat yoktur. Bu bakımdan yaratılmış, fiili olmayandır ve her varlık Allah Teâlâ’dan ancak üzerinde bu­lunduğu durumu müşahede edebilir. Bazen halk daha önce söyledi­ğimiz üzere -fiil anlamında değilyaratılmış anlamında kullanılabilir. Bu nedenle ‘O halkı ibda eden sonra iade edendir121 ayetinde geçen halk kelimesiyle fiilin kastedildiğini söyledik; ayette mahlûk kastedilmemiştir. Çünkü yaratılmışın kendisi varlıktan kaybolmamıştır. Bununla kendi başına var olan cevheri kastediyorum; o sadece dünyadan ber­zaha göçmüştür. Nitekim daha sonra berzahtan haşir yerine, oradan cennete veya cehenneme geçer. Hâlbuki söz konusu varlık kendi haki­kati bakımından yok olmamış ve sonra da var olmamıştır. Bu durum­da iade ve yenilenme onun hakkında gerçekleşir. Demek ki ‘iade’ bir varlıktan başka bir varlığa, bir makamdan başka bir makama, bir yer­den başka bir yere intikal etmek ve göçmek demektir. Bu bakımdan ahirette üzerinde yaratılacağımız suret dünyadaki surete sadece isimde benzerdir. Bu nedenle ahiret sureti bir başlangıç ve yeniliktir. Dünya­daki suret tekrarlanmış olsaydı, hükmü de onunla beraber tekrarlanır­dı. Çünkü her yaratılışın hükmü kendine aittir ve onun hükmü yeni­lenmez; dolayısıyla o yaratılmış (veya yaratılış) yenilenmez. Cevher ise onun kendisidir, başkası değildir. Cevher Allah Teâlâ’nın kendisini yarat­mış olduğu andan itibaren mevcuttur ve yok olmaz. Allah Teâlâ kendisinde bekasını sağlayan özellikleri yaratarak onun varlığını muhafaza eder. O halde iade ancak Hakkın bu yaratılmışta -yaratmayı tamamladığı işlere görebaşka bir (iş) yaratmaya dönmesidir. ‘Sonra onu başka bir şekilde yaratırız'122 Burada ‘onu iade ederiz’ dememiştir. Bununla birlikte Allah Teâlâ dilerse bunu yapar. Nitekim ayette ‘dilerse onu yeniler’ demiş, fakat bunu dilememiştir. O halde her ne zaman fariğ kalırsa başa döner ve başlangıç hükmüne yönelir. Bu hüküm ilâhı bir hü­kümdür ve her zaman devam eder. O halde iadenin hükmü Hakkın dışında değildir ve onun hükmü -yaratılmış halkta değilHakta ortaya çıkar. Âlem var olmasının ardından Allah Teâlâ’nın kendisi adına yaratmış olduğu yeni hallerde yer değiştirir. Hakk sürekli yaratır ve yaratmaya döner, sonra yaratır. Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur, O her şeyi yaratan­dır.

İHYA -DİRİLTMEMERTEBESİ

el-Muhyî İlahi İsmi

el-Muhyî hayat veren demek Dürülmüş elbisenin yeniden yayılması gibi

Bana hayat verir denildiğinde 'Hayat veren Rabbim’ dedim

O benim efendim ve dayanağım Rüşdü taşkınlıkla izale eden

Ona gelip bir şey dilediğimde Bana karşı yumuşaklığını artırdı

Bir fıayır ve dilekte değilim Bir şey için dua ettiğimde

Bu mertebenin sahibi Abdulmuhyî diye isimlendirilir. O her şeye hayat verendir. O halde her şey canlıdır, çünkü her şey, Allah Teâlâ’nın hamdini tespih ederken O’nu -ister ölü olsun ister olmasınancak canlı bir şey tespih edebilir. Bu itibarla her şey hayat sahibidir. Eşya­daki hayat Hakkın hayatmdan onların üzerlerine yayılan bir feyizdir. Her şey sübût halinde canlıdır ve hayatiyeti olmasaydı ‘oV123 sözünü duyamazdı. Bu söz, şanına yaraşır şekilde, Allah Teâlâ’ya aittir ve onun neti­cesinde her şey var olmuştur. Allah Teâlâ hayat verendir, çünkü eşyadaki hayat, güneşin ışığının mekânlara yayılması gibi, el-Hayy isminin feyziyle ortaya çıkmıştır. Ne sübût ne (dıştaki) varlık halinde hiçbir şey bu hayattan ve feyizden uzak kalamaz. Her iki halde de hayat eşyaya eşlik eder. Bu nedenle Hz. İbrahim ‘Ben yok olucuları sevmem’124 demiştir. İlah ‘yok olucu’ bir şey olmadığı kadar el-Hayy da Allah Teâlâ’nın isimlerindendir; hâlbuki ölüm O’nun isimlerinden biri değildir. Allah Teâlâ hayat veren ve öldürendir. Ölüm gerçekte olduğu gibi keşif ehline göre hayatın bir şeyden alınmasıyla ortaya çıkmaz; ölüm bir valinin azledilip başka bir valinin görevlendirilmesidir, çünkü âlemin valisiz kalması mümkün değildir. Vali âlem bozulmasın diye onun maslahat­larını gözetir ve korur. Böylece ölüm ancak intikal ve azledilmekten ibaret olduğu için İlâhî bir hakikate dayanabilmiştir. Onun dayandığı ilâhî hakikat ise Hakkın bir şeyden başka bir şeye intikal ediciliğidir. Hakkın ayrıldığı bir şeyde -kendisinden ayrıldığı yöndenbir hükmü kalmaz. Onunla yegâne işi onun kendisini (ve cevherini) yaratmasıdır. Onunla meşguliyeti ve işin tamamlanmaması ancak varlığının bekası­nın bağlı olduğu işlerin yaratılmasında ortaya çıkar. İşte âlemde ölü­mün dayanağı bu İlâhî hakikattir. İman ve keşif ile sabit olduğuna göre, ölüye soru sorulur, o da cevap verir.

Ey perdeli insan! Bu sorgu esnasında kişinin ölü olduğu hükmü­nü verirsin. Bir rivayette ölünün kabrinde sorguya çekileceği ve ‘ölü’ adının sorguyu düşürmeyeceği sabittir, çünkü intikal mevcuttur. Ölüm esnasında canlı olmasaydı, sorguya çekilmezdi. O halde anladıysanölüm hayatın zıttı değildir!

ÖLÜM MERTEBESİ

el-Mumît (Öldüren) İlahi İsmi

Pek çok kavim cehaletle ölür

Mal, makam nedeniyle pek çok kişiye göre canlıdır onlar

Büyük bir hastalığa tutuldum, ölürüm onunla

Şifa nasıl bulurum? Hastalık çetin

Efendimizden başkasında gayem olsaydı

İlacını arayacağım bir hastalığım olmazdı

Allah Teâlâ benim Rabbim! O’na bedel aramam

Cömertlik ve ilka beni engellemez.

Bu mertebenin sahibi Abdulmumît diye isimlendirilir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onlardan birisine ölüm geldiğinde...’125 Başka bir ayette ‘Öldüren ve hayat veren Allah Teâlâ’dır126 ve ‘De ki, sizi ölüm meleği öldürür127 der. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ümmeti içinden Cehenneme girecek bir gruptan söz eder­ken Allah Teâlâ’nın orada onları öldüreceğini söylemiştir. Ölüm dünya men­zilinden ahiret menziline intikal demektir; yoksa ölüm gerçekte haya­tın bir şeyden ayrılması anlamına gelmez. Allah Teâlâ gözümüze perde çekmiş, dolayısıyla o varlığın canlılığını idrak edemeyiz. Allah Teâlâ yolunda öldürülen şehitlerin canlı oldukları ve rızıklandıkları naslarda yer al­mış, Şâri Teâlâ bize onlara ‘ölü’ dememizi yasaklamıştır. O halde bize göre ölü, sadece intikal ederken hayatı sürekli ona eşlik eder. Bedeni yöneten vali -ki ruhturAllah Teâlâ’nın valilik günlerince yönetimiyle yü­kümlü kıldığı bu memleketten ve mülkten uzaklaşır. Bize göre ölü canlı olduğunu bilir; senin onun canlı olmadığı hakkındaki hükmün onun durumunu bilmemenden kaynaklanır. Başka bir neden ise ölümden önce hareket etmek, konuşmak, tasarrufta bulunmak gibi özelliklerini gözleyerek verdiğin hükümdür. Bu intikal esnasında ölü, tasarruf edebilen değil, tasarrufa konu olandır. Bu durum Allah Teâlâ’nın bize gerçeğin bu şekilde olduğu hakkındaki bir uyarısıdır. İnsan tasar­rufta bulunduğunu iddia ederken de tasarruf insana değil, Allah Teâlâ’ya aittir. Bununla birlikte bu ölü gerçekte -sözüyle olmasa bilehaliyle tasarruf eder. Onun sana tasarrufu olmasaydı, kendisini yıkamaz veya kefenlemezdin. Yine de Şâri sana bu işleri emretmiş ve seni sorumlu tutmuştur. Ölünün şendeki en büyük tasarrufu budur; bu tasarruf ise sana bu işi yapmanı emredendeki tasarrufudur. O halde ölü dirilerde tasarruf ederken onlar bunun farkında değillerdir. Aynı zamanda ölü sende de tasarruf eder ve sen bunun farkında olmaz, onun sende hükmü kalmadığını zannedersin. Belki de ölünün ölümle şendeki hükmü, hayada, yani ölüm yokken şendeki hükmünden daha güçlüdür. Demek ki ölüm belirli bir tarzda gerçekleşen özel bir intikal ve göçmedir ve bir intikal olması itibarıyla ölüm İlâhî ve özel bir hakika­te dayanır. Ölümün ahiret hayatında cehennemde hükmü olduğundan da kuşkuya kapılmamak gerekir. Allah Teâlâ cehennemde ateşin günahları karşılığında kendilerine isabet ettiği bir kavmi öldürür, sonra onlara hayat verir. Bu durum, ölümün kurban edilmesinden öncedir. Cehen­nem ehli cehennemde ve cennet ehli cennette kalıp kapıların kapan­masının ardından ölümün getirilmesi kaçınılmazdır. Kapıların ka­panmasından sonra ölüm parlak bir koç suretinde getirilir. Bu ise kullar hakkındaki nihai hükmün rahmet olacağına dair en güçlü delil­dir. Ölümün kurban edilme vakti acıların sona ereceği vakittir. Ölüm cennet ile cehennem arasında durdurulur, her iki yerin sakinleri onu görür ve tanırlar. Cennedikler ölümü görmekle nimetlenir; ölüm onların daimi mutluluklarının sebebidir. Buna mukabil cehennem ehli onu gördüklerinde içinde bulundukları durumdan çıkmak hakkındaki bir umutla nimedenirler; belki ölüm onları dünyadan olduğu gibi ahiretten çıkartır diye umarlar. Hâlbuki bedbahdık süresinin sona yaklaştığından haberleri yoktur. Sonra elinde bir bıçak olduğu halde Hz. Yahya gelir ve ölümü iki grubun gözlerinin önünde kurban eder. Cennet ehli hayadarını sürdürürken cehennem ehli orada ne ölür ne sağ olarak kalırlar. Nitekim uyuyan hakkında ‘ne ölüdür ne diridir’ denilir. Onların cehennemdeki nimeti uyuyanın nimetine benzer. Allah Teâlâ uykuyu bir dinlenme vesilesi kılmıştır. Rahatlık ise rahmetten kaynaklanır, gazaptan değil! Cehennemlik olan kişi büyük ateşe yas­landığı sürece bedbaht kalmaya devam eder. ‘Sonra orada ne ölür, he hayat bulur.’128 ‘Sonra’ edatı Cehenneme yaslandıktan sonra getirilmiş­tir. Onun yaslanmasıyla ‘ne ölür ne hayatta kalır’ denilen durum ara­sında hiçbir hakikatin vermeyeceği bir ölçü vardır. Burada bağlaçlar da kullanılmıştır. Böylece ölümün kurban edilmesiyle hüküm kendisi­ne ulaşır. Onun rahatlığı uyuyanın rahadığıdır ve bu nedenle ne ölür ne hayatta kalır. Yani bu rahatlık sürekli eşlik eder, bunu bilmelisin! O halde dünyada ölüm mümin için bir müjdeyken kâfir için hüsran­dır. Ölümün ahirette kurban edilmesi her iki grup için bir müjdedir. Benî-Dabbe kabilesinden bir bedevi şöyle der:

Biz Benî-Dabbe’yiz! Vuruşma şiddetlenince ölüm bize baldan tatlıdır

Biz ölümün çocuklarıyız! ölüm bize ulaşınca Ecel yaklaştıktan sonra ölümden korku duymayız

Şair ölümden aldığı hazzı bal yiyenin hazzına benzetir. Bu merte­be hakkmda bu kadar açıklama -düşünen ve basirede gören içinyeterlidir. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

HAYAT MERTEBESİ

el-Hayy İlahi İsmi

Hayat bedenin değil kalbin hayatıdır Rahman’ın ebediliğime indirdiği bir tat

İnsanların bedenlerinden başka bir şeyi yok Bedenler onlara göre bütün dayanak

Helak olurlar, akıl perdeler onları Apaçık bir sınır ve tanımda olsalar bile

Tasarrufta olgunlukları yok

Rüşdü taşkınlıkla satın alırlar

Taşkınlık onlara göre asıl

Bu nedenle Hakkın varlığından habersiz görürsün onları

Bu mertebenin sahibi Abdulhayy diye isimlendirilir. Bu nitelik ilahi bir niteliktir. Ayette ‘Allah Teâlâ kendisinden başka ilah olmayandır, Hayy ve Kayyum’dur’129, ‘Yüzler hayy ve kayyuma döner130 buyrulur. ‘Kayyum olmak’ el-Hayy’ın ayrılmaz özelliklerinden olduğu için ayette beraber zikredilmişlerdir. O halde bilinen her şey canlıdır, çünkü bilinen (ma­lum) kendisini bilene bilgiyi verendir; yoklukta olsa bile böyledir. Bilgiyi ancak niteliği canlılık olan verir. ‘İnsanların çoğu bilmezler.’131 Çünkü onlar görmezler. el-Hay/a ait olan hayat güneşin ışığı gibidir.

Gördüğü her şeyi nurlandınr

Nurlandırmak onun tasavvurudur

Emrin hükmü vardır onda

Verdiğini verir, tekrarlamaz

Onlar lütfundanfark edilmez

Gördüğün şeyler oldukları

el-Hayy zatı gereği gördüğü her şeyin kendisiyle hayat bulduğu isimdir; hiçbir şey O’ndan habersiz kalmaz ve her şey O’nunla hayat bulur.

KAYYUMLUK MERTEBESİ

el-Kayyum İlahi İsmi

el-Kayyum’a dönerim, istemem başkasını

Gedikler kapandı

Umulur ki bir cömertlik elde ederim, onu görmem Bizimle kaybolur ve intikal eder

Fikirler yok olduğunda

Zatım onları hayalde yeniden tasarlar

Ardından gelir kendilerine yürüyünce Fikirsiz olarak kavuşur ve ulaşır

Bu mertebenin sahibi Abdulkayyum diye isimlendirilir. Kayyum olmak el-Hay/ın özelliklerinden olduğu için her durumda kendisine eşlik eder; biri zikredildiğinde öteki de onunla beraberdir. Allah Teâlâ her nefs üzerinde o nefsin kazandığı şeylerle ‘kaimdir’. Bilinen her şey canlıdır, dolayısıyla her şey kayyumdur; yani bir kaimlik özelliği var­dır. O şey kaim olmasaydı, onu bilene kendisi hakkında bilgi vermez­di. Onu bilen ise söz konusu bilgiye göre yaratılışını ona vermiştir. Allah Teâlâ bir şeye ancak kendisi hakkındaki bilgisini verirken, o şeye dair bilgisi ondan ortaya çıkar. Demek ki onun varlığına bir ilavenin veya (verdiği bilgiye göre) eksikliğin bulunması söz konusu değildir. Bu durum kaçınılmaz olarak böyledir. Bu nedenle Hz. Musa ‘Rabbimiz her şeye yaratılışını verdi132 diyerek Allah Teâlâ’nın bilgisini ihata edici özelli­ğine dikkat çekmiştir. Böyle bir bilgi Rablik iddia etmesine rağmen Firavun’da bulunmuyordu. Firavun ise Hz. Musa ile Harun’un ne söylediklerini anlamış, susmuş, söz ettikleri kimsenin Hakk olduğu ortaya çıkmıştır. Bununla birlikte başkanlık sevdası onu gerçeği itiraf etmekten engellemişti.

Varlığımızda bizimle kaim olan Ey dostum! Bizimle kaim oldu

iyice incelersen anladığın şeyi

Dilersen hakkımızda dilersen lehimizde hüküm ver

Cömertlik bizde ikilenmedi Deki cömert benim

Bizden başkasından nimet görmedik, bakınız!

Sözümü düşünün, apaçık bulursunuz onu

Kayyum olmak, zatı gereği, her şeye yayılmış bir niteliktir. Bu nedenle Allah Teâlâ bize ‘Allah Teâlâ için ibadet etmek üzere kaim olunuz133 demiş­tir. Bu nitelik bize sirayet etmeseydi, Allah Teâlâ bize böyle bir emir ver­mezdi. Biz de emre göre davrandık, Allah Teâlâ için ve O’nun vasıtasıyla ‘kaim olduk (ibadetleri yerine getirmek üzere ayağa kalktık)’. İçimiz­den bazıları bunu gözüyle görürken bazıları inanarak müşahede eder. Bu itibarla ‘kayyum olmak’ insanın ulaşamayacağı bir ahlaktır diyenle­re şaşılır! Bu görüştekiler kayyum olmanın Hakkın özelliklerinden olduğunu ileri sürerler; hâlbuki kayyum olmak, yaratılmış için daha uygun bir özelliktir. Bu özellik yaratılmışa yayılmış olduğu gibi İlâhî isimler de bu özellik nedeniyle zuhur etmiş, yaratılmış olan Hakkın kendisini kaim kılmasını bu özellik nedeniyle sağlamıştır. Yaratılmışta böyle bir nitelik bulunmasaydı, yaratılmış zuhur etmeyeceği gibi (bir misal olarak) harfleri ‘kaim kılan’ elif harfi de ortaya çıkmayacaktı. Elif harfi diğer harfleri kaim kılarken (bilfiil var ederken) kendisi bir harf değildir. Bu itibarla elif, harfleri izhar edendir. Aynı zamanda elif onlara benzemez. Elifin uzaması zatı gereği sonsuza kadar sürerken onun hükmü harfin varlığına bağlı olarak sonsuzdur. Çünkü onun yolunda bilkuvve ve istidat olarak diğer harflerin mahreçleri ve men­zilleri bulunur. Elif mahreçlerden herhangi birisine vardığında, onun hangi harf olduğunu görmek üzere, kendisine bakar ve harfi izhar eder ve bu yer o harfin mahreci diye isimlendirilir, elif de onu bilir. Bu itibarla elif harfi söz konusu harfi meydana getirendir. Bu durum ‘Sizi imtihan edeceğiz, ta ki öğrenelim134 ayetinde belirtilir. Nefse yayıl­mış kayyumluk özelliği olmasaydı harfler zuhur etmeyecekken harf­lerdeki kayyumluk özelliği olmasaydı kelimeler harflerin birleşimiyle meydana gelmeyecekti. Bunu bir misal vermek üzere söyledik. Bu misal var olanların Hakkın nefesinden meydana gelişlerini açıklar, bunu bilmelisin. Elinizdeki kitabın nefes bölümünde bu husus zikre­dilmişti.

Bilmelisin ki, bu bölümü yazdığım gece rüyamda sarı renkte bir yaprak gördüm. Yaprak Hakk’tan bana gelmiş, her iki yüzünde de bir yazı yazılmıştı. Yazı herkes tarafından görünemeyecek şekilde gizliydi. Ben de rüyada ayın ışığından yararlanarak onu okudum. Bir kısmı şiir bir kısmı nesirdi. Okumayı tamamlamadan uyandım. Bu gördüğüm­den daha garip ve neredeyse anlaşılmayacak durumdaki yazıdan kapalı bir şey görmemiştim. Yazıdan anladıklarımın bir kısmı şimdi zikredeceklerimdir. Yazı benden başka birisiyle ilgiliydi. Bu durum uykuda bana belirtildi ve yazının hakkında olduğu şahıs bana söylendi, ben de kendisini tanıdım. Adeta Hicaz toprağında Mekke ile Medine arasında ortaya çıkan bir yerdeydim:

Allah Teâlâ’nın emri her durumda delildir Büyük izzeti gösterir; inkâr fayda vermez

Allah Teâlâ’nın kitabı gelir ve bildirir O’ndan geldiğini; kasıt budur kesinlikle

Emir Allah Teâlâ’ya ait, bana gelmezden de Kaderi uygulamak üzere geldikten sonra da

Yâdıyla kalbin hayat bulduğu kimse münezzeh Şükür ve hamd O’na ait

Kulum bu halde olunca onun kendisiyim Böyle olmazsa kul senin kulundur, ey kul!

Yapraktaki nesir yazısına gelirsek, uyandığımda onu unutmuş­tum. Fakat kendilerinden faydalanılacak birtakım işlere dair Haktan gelen bir müjde olduğunu biliyorum. O değerli bir bilgiydi ve dünya sebeplerinden tasavvur edilmiş olarak hatırımda kalmıştı. O hususlar­da Allah Teâlâ’nın rızkı genişler, elinde bu nimetin bulunduğu ve Allah Teâlâ’nın kendisinde sabit kıldığı kimse O’na şükreder. Allah Teâlâ söylediklerimize vekildir.

VİCDAN -VECD/VÜCÛDMERTEBESİ 'OL (KÜN)' SÖZÜNÜN MERTEBESİ

el-Vâçid İlahi İsmi

Varlık Hakkın cömertliğine bağlı

Hepimiz onda mutlu ve gıpta edilecek bir haldeyiz

Varlıkları var eden himmeti Cömertliğe bağlı varlıktır o

O’nun yanındaki benim yanımda olsaydı onu söylerdim Fakat ben mü flisim, bu nedenle şart koşarız

Elçi gönderirken Musa’ya şart koşulduğu gibi Rablerinin elçisi olarak zorbalara giderken umutsuzca

Onların içinden iflas etmiş bir halde gelmişti Amaçlarına erememiş, fakat itidali koruyarak

Bu mertebenin sahibi Abdulvacid diye isimlendirilir. O hiçbir şe­yin karşısında direnemeyeceği kimse olduğu gibi aynı zamanda eşya­dan da müstağni olandır. Bir şeyi talep edip talebi gerçekleşmez ve mevcut olmazsa, talebin önceden engeli bulunduğu ortaya çıkar, çün­kü hiçbir şey O’na karşı koyamaz. Misal olarak Ebu Cehil’den Allah Teâlâ’nın mutlak birliğine, peygamberine ve O’nun katından gelen vahye iman etmesi talebini verebiliriz. Ebu Cehil’in talep edilen işe olumlu cevap vermemiş olmasından görünen husus, Hakkın ondan talep edilen işi ‘vacid’, yani var edici olmadığı ve engellemenin O’ndan kaynaklandı­ğıdır, çünkü Allah Teâlâ ona tevfik nasip etmemiştir. ‘Dileşeydi hepinize hida­yet ederdi.’135 Allah Teâlâ kün (ol) sözüyle el-Vacid’dir. İrade bir şeyin varlı­ğına iliştiğinde, ‘ol’ denilen hiçbir şey bu söze direnemez. Allah Teâlâ imana Ebu Cehil’in veya iman etmemiş insanların idrak mahallinde ‘ol’ diye emir verip kişiyi iman etmekle yükümlü tutsaydı, Ebu Cehil vb. kim­selerin idrak mahallinde iman ortaya çıkardı.

Allah Teâlâ’nın el-Vacid olması, ‘ol’ sözüyle gerçekleşir. ‘Ol’ emrinin dı­şındakiler ise vicdan mertebesinden değildir. Allah Teâlâ emaneti göklere, yerlere, dağlara arz etmiş, onlardan emaneti taşımalarını istemiş, onlar ise emaneti taşıyanlara yönelik Allah Teâlâ’nın kınaması nedeniyle emaneti taşımaktan çekinmişlerdir. Bu kınama bağlamında Allah Teâlâ emaneti taşı­yanları -mübalağa kipiylezalim ve cahil diye isimlendirmiştir; emane­ti taşıyan kendisine karşı zalim iken emanetin kadrini bilmeyendir. İşte kul bu niteliğe ulaşıp (Abdülvacid olduğunda), mümkünlerden hiçbirisi onun karşısında direnemez. O mertebeye ulaşmanın delili ise Hakkın o kişinin dili olmasıdır. Bundan başka bir şey söz konusu değildir. Böyle bir insan bir şeyi irade ettiğinde o şey mudaka meyda­na gelir. Binaenaleyh bu makama ulaşan insan her şeyi bulan/meydana getirendir (vâcid). Böyle bir Hakk sahip iken varlığını ve meydana gelmesini irade ettiği bir şeyde tevakkuf meydana gelirse, söz konusu şey o kişiye karşı direnmiş demektir. O kişinin karşısında böyle bir varlık, Hakkın O’na iman etmeyeceği hakkında ezeli bilgisinde hüküm verilen (Ebu Cehil gibi) kimsenin durumuna benzer. O makama eren kişi Allah Teâlâ vasıtasıyla konuşsa bile, böyle bir konuşma Hakkın kulunun vasıtasıyla konuşması gibidir. Hakkın kulun diliyle konuşmasma misal olarak ‘Allah Teâlâ kulunun diliyle kendine hamd edeni duydu (semiAllah Teâlâu li-men hamidehu)’ der. ‘Allah Teâlâ her söz söyleyenin dilindedir’ ifadesinin bazı yorumları da bu anlamdadır. Allah Teâlâ dilediği bir kulunun diliyle bir söz söyleyip bir şeyi emrettiğinde, verilen emir bazen gerçekleşir, bazen gerçekleşmez. Fakat Allah Teâlâ bizzat bir şeye ‘ol’ diye emir verirse, zorunlu olarak o şey meydana gelir:

‘Allah Teâlâ buyurdu’ dersen, bu söz doğru

‘İnsanlar dedi’ dersen, söz insanların

O sözü‘ben söyledim’ diye iddia etme

İnsanların suretinde Allah Teâlâ’yı aklında tut

Kimin söylediğini bilmezsin ki sen!

Allah Teâlâ ile diyenin üzerinde bir sorumluluk yok

Eksiklik ve kusur vekillik nedeniyle ortaya çıkar ki, vekillik ortak­lık demektir. Hakk vasıtasıyla söz söyleyen O’nun vasıtasıyla emir ve­rendir. Böyle bir durumda emir bazen gerçekleşir, bazen gerçekleş­mez. Mertebe ise birdir. İtaat edilen kul -Hakk vasıtasıyla olmaksızınemir verirse, emir mutlaka gerçekleşir, çünkü bu durumda kişi birlik nedeniyle saf ihlas haline ulaşmıştır.

Şöyle ki: Emir veren veya söz söyleyen itaat edilen kişi, ‘Hakk ile’ demeksizin bir söz söyleyip emir verdiğinde, onu bilenin ‘alim’ olu­şunda bir asd olması bakımından, bulunduğu hakikate göre söz söy­lemiş ve emir vermiş olduğu için bir birliğe sahiptir. Bilgi zatı gereği bilene tesir eder ve bilgiyle ilişkide bilen -kendindeki farklılık nedeniy­le* farklılaşır. Böyle birisine hiçbir şey karşı koyamaz. Onun halleri arasında emredilen işin gerçekleşmesi bulunursa, o şey dile getirildiği üzere gerçekleşir. Çünkü böyle bir insan ancak üzerinde bulunduğu durumu dile getirmiştir.

Meselenin özü ve hakikati şudur: Allah Teâlâ kulunun diliyle ‘yap’ der, o şey olur veya olmaz. Çünkü kulun zahiriyle veya bâtınıyla kendi kendine bir söz söyleyebilmesi mümkün değildir. Bu itibarla her ko­nuşan Allah Teâlâ vasıtasıyla konuşur, zira her şeyi konuşturan O’dur. Deri­lerimiz ‘Her şeyi konuşturan Allah Teâlâ bizi konuşturdu136 diyeceklerdir. Mümkün bulunduğu hal hakkında Allah Teâlâ’ya bilgi vermiştir. Allah Teâlâ’dan başkasının bir şeyi yaratması mümkün değildir ve yaratma sadece O’na ait bir iştir. Kulun konuşması ve himmeti ise Allah Teâlâ’nın onda ya­rattığı bir iştir. Bu itibarla kul ancak Allah Teâlâ vasıtasıyla konuşmuş, himmet sahibi olmuştur. Dolayısıyla mümkün O’nunla bir olmamış­tır. Allah Teâlâ kulunun diliyle bir şeyi yaratmayı emredip de o şey bazen gerçekleşir ve bazen gerçekleşmezse, bu durumda kul ‘ortaklık’ yoluy­la konuşmuş sayılır. Bu nedenle istediği veya emrettiği iş bazen ger­çekleşir, bazen gerçekleşmez. Ortaklık olmaksızın konuşmuş olması durumunda gerçekleşir. Bu durum ‘Allah Teâlâ dileseydi137 ayetinde belirti­lir. Hâlbuki Allah Teâlâ dilememiştir ve burada lev edatı kullanılmıştır. Kul kendiliğiyle konuşmuş olsaydı da böyledir. Hâlbuki kul kendiliğiyle konuşmaz, Rabbi vasıtasıyla konuşur. Konuşma Rabbe aittir. Ko­nuşma kulun diliyle Rabbe ait olduğunda, bazen sözden bir yaratma ve eser ortaya çıkar, bazen çıkmaz. Bu sözü iyi düşünmelisin! Çünkü o zihinden hemen kaybolur gider. Asıl ilke gözünden kaybolmayacak şekilde tasavvur edilmezse, bilgi zihinden silinir.

İşin özeti şudur: Kul her zaman Allah Teâlâ vasıtasıyla konuşur ve bu durumda talep edilen şeyin gerçekleşmesi zorunlu değildir. Allah Teâlâ kulu vasıta edinmeksizinkonuştuğunda, o söz mutlaka meydana gelir ve bunun böyle olması kaçınılmazdır. Kul ancak takdir yoluyla müs­takil kalabilir. Bu durum -Hakkın iradesi hakkında ‘olsaydı’ dediğimiz gibikul için ‘olsaydı’ demektir. Hâlbuki böyle bir şey olmamıştır.

Bilmelisin ki, talep eden herkes sahip olmadığı bir şeyi arar ve ta­lep eder; elde bulunan aranmaz. Hakk mümkünden onun yaratılışını (tekvin) talep eder. Onun yaratılışı kendinde mevcut değildir, çünkü mümkün yokluk halinde var olan bir şey değildir. Tekvin sabit varlık­ta -ki o şeydirbulunan bir şey değildir. Allah Teâlâ onu irade ettiğinde, kendisine ‘ol der, o da olur’138 Allah Teâlâ o şeyde tekvinin bulunmasını irade etmiştir, çünkü tekvin onda bulunan bir şey değildir. Demek ki Allah Teâlâ tekvini kendisi için değil, kendisinde bulunmayan o şey için irade etmiştir. Allah Teâlâ zatı gereği mevcuttur, bu nedenle eşyayı (ve onun varlığını) -kendisi için değileşya için irade eder. Eşya O’nun katında olduğu gibi her şeyin hâzineleri de O’nun katindadır ve hazineler ancak sakladıklarıyla birlikte hazine olabilirler. Binaenaleyh eşya Allah Teâlâ’nın katında ‘sübût’ halinde saklanmıştır. Allah Teâlâ onları yaratmak iste­diğinde, hâzinelerden kendilerini indirir, onlara var olmayı emreder. Bu durumda mümkün hakikatler, varlık elbisesi giyer, kendileri için dışta var olurlar. Bununla birlikte onlar Allah Teâlâ’nın bilgisinde veya onlara dair bilgisine her zaman görünür bir haldedirler. Buradan Allah Teâlâ’nın talep edenin nezdinde bulunmayan bir şeyi talep ettiği anlaşılır, Bu talep o anda var olmayan bir şeyin tekvin edilmesidir. el-Vacid’in gerçek anlamı budur. Raciz şöyle der:

Vicdan sevgisiyle şiir söyle

Sufılere göre vecdden meydana gelip zikirle elde edilen vücûd da bu konuyla ilgilidir. Vücûd (bulmak, var olan şey) sufılerin vecd esna­sında nefislerinde buldukları Allah Teâlâ hakkındaki bilgi demektir.

TEVHİD MERTEBESİ

el-Vahid, el-Ahad İlahi İsmi

Birle ilahını, bütün fiiller Allah Teâlâ’nın

Unutma sakın, görmezden gelme

Şirkten sakın, şirk eksiklik

Otoritesini giydirir sana, senden başka var olan bir şey değil o

‘Başka’ varlığı olmayan bir şey

Sabit dur, senin evin ilga edilmez ve yıkılmaz

Büyük bir lezzeti var onun yine de

Cinsellik hazzı gibi bütün uzuvlarımızı kaplar

Allah Teâlâ biliyor ki zikrettiğim mısralarda

Doğru sözler söylemekteyim, Allah Teâlâ, Allah Teâlâ!

Bu mertebenin sahibi -isim kastedildiğindeAbdulvahid diye isimlendirilirken sıfat kastedildiğinde Abdulahad’dır. Bu itibarla vah­daniyet, ahadiyetin birde -yani vahid’debilfiil bulunmasıdır. Bu du­rumda o ahadiyet olmadığı gibi vahid (bir) de değildir. Bu durum cismaninin cisim olmamasına benzer. Cismani cisimde bulunmakla varlığı ortaya çıkan bir şey veya bir cevherdir; cevher bulunduğu ma­hal cisimler olan ve sıfadarın kendisiyle bilfiil var olduğu şeydir. Ruh ve ruhani ilişkisi de öyledir. O halde vahdaniyet ahadiyet ile vahid arasındaki gerçek bir bağ ve nispettir. Bir şeye ‘bir’ denilmesi onun zatından kaynaklanabilir; böyle bir şey bileşik değildir ve bu durumda (bir) şeydir. Bileşik ise ‘şey’ diye isimlendirilmez ve iki şey veya bileşikliğin ulaşacağı sayıya göre şeyler olabilir. Bu sayede eşya meydana gelir. Bununla birlikte onun hakkında ‘toplamın birliği’ ve ‘terkibin birliği’ nedeniyle ‘şey5 denilebilirken toplamdaki her bir şeyin birliği bakımından ‘bir’ denilmez. Bazen bir, bir şeyin mertebesidir. Allah Teâlâ ulûhiyetinde bir olandır, demek ki Allah Teâlâ mertebesi bir olandır. Bu nedenle bize kendisinden başka ilah olmadığını bilmemizi emretmiş, genel olarak zata ilişkin bir bilgi vermemiştir. Zatın mutlak birliği akılla bilinir. Fakat varlıkta her yönden bir olan biri var mıdır, yok mudur? Bu hususta durmak lazımdır. Kadim veya hâdis olmak üzere, her şeyin birliği, hiç kuşkusuz akılla öğrenilir ve biraz aklı ve doğru düşüncesi olan kimse bu konuda itirazda bulunmaz. Sonra bu bir (vahid) hakkında düşünürsün ve hakkında en düşüğünün mertebe birliği olduğu bazı hükümler verirsin. Bir varlık bulunacağı herhangi bir mertebeden yoksun kalamaz. Bu itibarla her şey, ya müessirdir veya tesire konu olan (müesser-fih) veya her ikisi veya onlardan birisi değildir. Müessir faillik mahalli iken müesser-fıh edilgenlik mahallidir. Varlıkta ancak bir toplam bulunabileceği gibi aklî taksimden de top­lam meydana gelir. Bu itibarla tesirde müstakil bir şey yoktur. Çünkü tesiri kabul edenin kendisine tesiri olduğu gibi müessirin de onda bir tesiri vardır. Münfail olan kendisine etki etmeyi talep etmesi bakımın­dan onu talep edici değildir. Böylece talep edilen şey ondan talep ettiği şeyi meydana getirir. Bu ise mümkünün vacibe ve faile tesiridir. Çünkü onu fiile zorlamış, o da fail olmuştur. Ayette ‘Bana dua ettiğinde duasına karşılık veririm’139 denilir. Burada istek ve dua icabetin sebebi­dir. Bununla birlikte kendinde herhangi bir yeni durum ortaya çık­maz, çünkü Allah Teâlâ hâdislerin bulunacağı bir yer değildir.

Burada nispederin varlığını ortaya koymuş olduk. Njspetler, şeri­at tarafından ‘isimler’ diye ifade edilmiştir. Her ismin kendine mahsus bir manası vardır. Hakkın zatına nispet edilen bu mana kelamcılara göre sıfat diye isimlendirilirken muhakkiklere göre ‘nispet5 diye isim­lendirilir. Binaenaleyh varlıkta her bakımdan bir olan bulunmadığı gibi bütün yönlerde de bir olan bulunur ve bunun böyle olması kaçı­nılmazdır. Sonra bir ile ahad (mutlak bir) arasındaki nispetin aklî anlamına göre nispetler meydana gelir. Çünkü nispetler birbirlerinden ayrışırlar: İrade nispetiyle kudret nispeti, kelamla hayat ve bilgi nis­petleri birbirinden farklıdır. el-Âlim ismi el-Kadir isminin vermediği bir anlamı verirken el-Hakim diğer isimlerin vermediği bir anlamı verir. Bütün bunları nispet veya isim veya sıfat kabul edebilirsin. En doğrusu isim olmalarıdır, çünkü şeriat, Allah Teâlâ hakkında sıfat veya nis­pet tabirini kullanmamış, isim tabirini kullanarak şöyle demiştir: ‘En güzel isimler Allah Teâlâ’ya aittir.’140 Bu isimler nispetlerden ibarettir. Onlarm gerçek bir varlıkları var mıdır, yok mudur? Bu konuda akılcılar ara­sında görüş ayrılığı bulunmaktadır. Bize göre ise onların dışta var olmayan aklî hakikatlere verilmiş isim ve nispetler olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. Binaenaleyh İlâhî zat onlarla çoğalmaz, çünkü bir şey hüküm, izafet ve nispetlerde değil, ancak gerçekte var olanlar nedeniyle çoğalabilir. Her şeyin kendine mahsus bir birliği (ahadiyet) vardır ve bu sayede ona bir denilir. Ebu’l-Utahiyye şöyle der:

Her şeyde ona ait bir ayet var

Onun bir olduğunu gösterir

Karineleri dikkate almazsak, ikinci mısradaki zamir birinci mısradaki onun zamirine dönebileceği gibi zikredilen şey kelimesine de dönebilir. Bu durumda Ebu’l-Utahiyye adeta şöyle der: Her şeyde o şeyin bir olduğunu gösteren ve o şeye ait olan bir ayet vardır. Zamir Allah Teâlâ’ya da dönebilir. Bu durumda anlam, her şeyde o şeyin kendisini var edenin birliğini gösteren bir delil vardır demek olur. O’nun o şeyi yaratmada bir ortağı yoktur. Hiç kuşkusuz şairin maksadı buydu. Peki bu alamet ve delalet nedir? Bu delaletin yaratanın birliğini kendisine verdiği âlim'kimdir? Bilmelisin ki delalet, her şeyin mutlak birliği demektir. Oriun birin birliği veya çokluğun birliği olması durumu değiştirmez. Her mümkünün birliği -isimleri çok olsa bileHakkın birliğinin bir delilidir. Her isim ise öteki ismin gösterdiğinden başka bir anlamı gösterir. Buradan Hakkın kendindeki birliğiyle isimlerinin çokluğunun birliği ortaya çıkar. Binaenaleyh varlıktaki her şey, Hak­kın isim ve zatında bir olduğunu gösterir, bunu bilmelisin!

Ne bir tevhid var ne çokluk

Söylediğimiz anlamda hepsi; bak! doğruyu görürsün

Artık istediğini ve beğendiğini söyle Kesin bir cem’ ve fark zuhur etmiş

İş yaratılmış ve yaratanda Dilersen ‘Hakk’ dilersen ‘halk’ de

SAMEDİYET MERTEBESİ

es-Samed İlahi İsmi

Sırtımı rüknüme ve dayanağa yasladım İnsanların Rabbi el-Müheymin, es-Samed’e

Dedim, bütün emellerin bitiş noktası Uzakta ve yakında hüküm sana ait

Bir kitap okudum, bana şunu öğretti:

Hiçbir zaman bir gücüm olmayacak

Avucumu onun üzerinden çekmiş olsam Gözlerim bir’e baksaydı

Ben öyle bir bilginin varisiyim ki

Keşif ve gözlem ilimleri sürekli bende bulunur

Bu mertebenin sahibi Abdussamed diye isimlendirilir. Söz konu­su mertebe hakkında Mevakiu’n-Nücum kitabımızın kalp organı bah­sinde samedanî tecelliden söz ederken genişçe açıklama yapmıştık. Burada ise -Allah Teâlâ izin verirseonunla ilgili bazı hususları zikredelim.

Samediyet mertebesi iltica ve dayanma mertebesi demektir. Başka bir ifadeyle muhtaç olan her şeyin belirli bir şeye dayandığı mertebe­dir. Dayanmanın sebebi, muhtaç olan şeyin muhtaç olduğu varlığın bu mertebede bulunduğunu bilmesidir. Bu mertebedeki müstağnilik ancak (başka varlıkların) muhtaçlığınca sebep teşkil eden bu varlıklara bağlıdır. Acaba bu mertebenin kendinden kaynaklanan bir müstağniliği var mıdır, yok mudur? Kendinde müstağnilikle ilgili olarak ayette ‘Allah Teâlâ âlemlerden müstağnidir141 denilir. Bu konu burada ele alınması gerekli olmayan bir konudur. Bu mertebeyle ilgili değinilmesi gereken husus, yoksulların kendilerine muhtaç olmasına yol açan bu şeylerin kendi hâzinelerinde varlığa sahip olup olmadıklarıdır. Bu hâzinelerle ilgili olarak ayette ‘Her şeyin hâzinesi bizim katımızdadır142 buyrulur. Hâzinede bulunanlar hâzinenin ta kendisidir. İşi hakkıyla öğrendiğin­de (bilirsin ki): Hakk her şeyin O’nun katında bulunması itibarıyla esSamed’dir. Fakat hazineler (İlâhî ilimde) sabit halde bilinen şeylerden ibarettir, çünkü onlar, Allah Teâlâ’nın katında sabittir. Allah Teâlâ onları bilir, görür, onlarda bulunanları da görür, onlardan dilediklerini izhar eder, diledikleri kalır. Bütün bu süreçte onlar yine de hâzinelerde kalırlar. Bu nedenle onların sınırlı ve sonlu oldukları zannecülse bile gerçekte onlar sınırlı değillerdir. Bu itibarla fakirlerin en fakiri, hâzinelerde saklanan o eşyadır, çünkü onlar, hâzinelerde varlığa çıkıp bizatihi ‘zevk’ yoluyla onu görmek isterler. Çünkü onlardan var olan şeyler, var olmayana ihtiyaç duygusunu onlara kazandırırlar. Bu nedenle onlar var olmayanın (madum) vekili olarak kendisini var etmesi üzere Allah Teâlâ’ya muhtaç kalırlar. Veya o varlığa muhtaçlıkta hâzinede olan şeye yardımcıdır. Bu ikinci durum insanın içinden kendisinde bulunmasını istediği herhangi bir şeye dair duyduğu taleptir.

Bilmelisin ki, Hakkın katındaki hazineler iki kısımdır: Birinci tür, mevcut varlıkların saklandığı gerçek hâzinelerdir. Bunlar, bir kişinin yanında bulunan cariye, oğlan, at, elbise ev veya herhangi bir şey mesabesindeki varlıklardır. Onların sahibi o şeyler için hazineyken o şey hâzinede saklanılandır. Her ikisi birden Allah Teâlâ’nın katindadır, çünkü bütün eşya Allah Teâlâ’nın elindedir. Mesela Ömer Zeyd’in elindekinin ken­disinde bulunması için Allah Teâlâ’ya muhtaç olur. Allah Teâlâ ise Zeyd’in kalbine o şeyi vermesi veya satması veya onu değersiz görmesi veya nahoş karşılayıp Ömer’e bırakması duygusunu ilham eder. Böyle bir şey

Allah Teâlâ’nın katındaki hâzinelerden sayılır. Bütün bunlarda âlem birbirinin hâzinesidir ve o da hâzinede olanın kendisidir. Alem kendisinde sak­lanılan şeyin hazinesiyken intikal bir hâzineden ötekine geçmek de­mektir. Herhangi bir şey Allah Teâlâ’nın katından inmiş değildir ve her şey O’nun katında saklanmıştır. Allah Teâlâ gerçekte her şeyin hâzinesidir ve hiçbir şey O’nun dışına çıkmaz. Hakkın dışında olanlar ise hâzinede­dir; bir kısmı başka hâzinelere çıkarlar. Binaenaleyh hâzinelerin muh­taçlığı, hâzinelerden hâzinelere doğru olan bir muhtaçlıktır. Hepsi de Allah Teâlâ’nın elinde ve O’nun katindadır. Allah Teâlâ bütün işlerin kendisine döndüğü ve dayandığı es-Samed’dir.

Bu mertebeyle birlikte tevekkül edenler tevekkül vaktinde itimat ettikleri şeye bağlanırlar. Bir kısmı Allah Teâlâ’ya tevekkül ederken, bir kısmı sebeplere bağlanır. Bununla birlikte sebepler kendilerine itimat edene hainlik edebilirken Allah Teâlâ kendine tevekkül edip işini havale edeni yarı yolda koymaz.

Bütün oluş samed

Her hakikat ehad

Bilinen ve inkâr edilen

Hepsi dayanmış

Hakk bizim kalplerimizde

Saklanmış ve birleşmiş

Tey ki ile hüküm verir

Ebedi hâzinelerde

Bir engeli yok

Her şey kendisinde toplanır

Varlığımdan bana ulaşır

-Düşünürsenyardım

Bilmelisin ki, hazineler Allah Teâlâ’nın katindadır. Sen de bir hâzinesin ve sen de O’nun katındasın. Bununla birlikte kalbin O’nu sığdırır.

Allah Teâlâ senin katında, sen Onun katındasın. Aynı zamanda sen kendi katmdasın. Demek ki samediyette senin de bir payın vardır, çünkü Allah Teâlâ için hâdis bilgi ancak senin vasıtanla ortaya çıkabilir. Bu du­rumda o bilgide Allah Teâlâ sana döner, çünkü o bilgi seninle ortaya çıkar. Sen ancak seninle ortaya çıkabilecek bir hususta samed’sin (iltica edi­len) . Senin için ve başka kim için gerçekleşmişse samediyet bu merte­beden ortaya çıkmıştır. Fakat Rabbinin yasaklama sınırında dur ve peygamberinin diliyle herhangi bir hususta sana verdiği emirleri iyice düşün! Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem sana namazda kıbleye karşı bir sütre edinmeni emreder. Sütreyi biraz sağa veya sola koymalı ve doğrudan ona yönelmemelisin. Sütreyle ilgili bu hüküm, Allah Teâlâ’dan başkasına yönelmek hakkındaki ilâhî gayretin neticesidir. Burada samediyet için âlemde belirli bir yön de ortaya çıkar. Şâri’nin işaret etmiş olduğu bu ölçüye göre mümin adına samediyet (niteliği) gerçekleşir. Cahil insan ise doğrudan sebeplere yönelir, sağa ve sola yönelmeyi Hakkın samediyetinin tersi yapar. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem namaz kılanın önüne koy­duğu sütrenin biraz sağa veya sola yerleştirilmesini emrederken güçlü ve zayıf sebebe dikkat çeker. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem sağa koymakla güçlü sebebe, sola koymakla daha zayıf sebebe dikkat çeker. Bütünüyle Allah Teâlâ’nın dışında kalan ise sağdakinin sahibidir. Haktan kendisine bir tecellinin parıldadığı kimsenin sebebe bağlılığı zayıflar, onu daha zayıf tarafa koyar. Her halükarda sebep bulunmalıdır ve insan Allah Teâlâ’dan başkasına tam olarak yönelmemelidir. Dikkatini çektik ve sana tavsi­yede bulunduk.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

İKTİDAR MERTEBESİ

el-Kâdir, el-Kadîr ve el-Muktedir İlahi İsmi

Bana değerimi bildiren kişi

önemsediğimizi izhar etseydi bize

Benim el-Bari’niri katındaki değerim

Ateşe girmekten daha büyük benim için

Pek çok asker getirilse bile                               ,                .

Onu getiririm ve iyileri

Asabe ve hayırlı efendiler içinde

Masum ve mahfûz bir halde

Eve girerken beni ayırt eder

Sağır ve hür kullardan

Bu mertebenin sahibi Abdulkâdir, Abdulkadîr ve Abdulmuktedir diye isimlendirilir. Allah Teâlâ ‘O her şeye kadirdir’143, ‘De ki O size gönderme­ye kadirdir144, ‘Biz kadiriz’145, ‘Muktedir bir melikin katında146 buyurur. Bu mertebenin yegâne tesiri Hakkın var olmasını irade ettiği müm­künlere varlık vermesidir. Allah Teâlâ o şeye ‘ol’ der, iktidarını ‘ol’ sözüyle gizler, onu iktidar üzerinde bir örtü yapar. Mümkün ise farkında ol­madığı yönden İlâhî iktidardan meydana gelir ve var olmak üzere süratle hareket eder, var olur. Böylece kendisine ‘ol’ diye emredenin sözünü duyar ve o emre itaat eder. Emre uymuş olmakla da Allah Teâlâ tarafından övülür. Binaenaleyh mümkünde gerçekleşen ilk iş, duyup var olmak üzere Allah Teâlâ’ya itaattir. Ondan meydana gelen her günah arızî olarak meydana gelirken kendisinde asıl olan duymak ve itaat etmektir. Nitekim gazap da öyledir! Öncelik rahmete aittir ve rahmet öncelik sahibi olduğu gibi mümkünün itaati de önce ve sonda gelen­dir. İşin sonu her zaman öncekinin hükmüyle aynıdır. Varlıkta önce­lik rahmete aittir ve her mümkünde işin sonuçta rahmete varması kaçınılmazdır. Bununla birlikte mümküne bedbahtlık hali ilişebilir.

Mümkün asıl itibariyle itaatkâr olduğu gibi doğan herkes de fıtrat üzere doğar; fıtrat Allah Teâlâ’ya kulluğu ikrar demektir. Binaenaleyh fıtrat ‘itaat üzere itaattir’. Mümkünün asıl itibarıyla bir gücü olmayıp yegâ­ne özelliği kabul olunca, sayesinde Allah Teâlâ’nın iktidarına ulaşabileceği ve kendini yokluktan varlığa çıkartacak bir hakikate sahip değildir. Çün­kü Allah Teâlâ’dan başka fail yoktur. Eşya Allah Teâlâ’yı ancak kendilerinden ve üzerinde bulundukları duruma göre müşahede edebilirler. Mümkün ise asıl itibarıyla -bazı akılcılara göreherhangi bir iktidara sahip de­ğildir. Dolayısıyla varlığa çıkışlarını gözlemlemeleri ve müşahede etmeleri mümkün değildir. Nitekim Allah Teâlâ yaratılış halini kastederek ‘Onları göklerin ve yerin yaratılışına veya nefislerinin yaratılışına şahit tutmadım'’147 der. Daha önce de söylediğimiz gibi, bazı akılcılara göre mümkünün herhangi bir şekilde iktidarı ve gücü yoktur. Bu nedenle Allah Teâlâ’nın kudretini gizleyip; mümkün, duymak ve itaat etmekle karşılık versin diye onu emir kipinde sözle (ol diye) ifade ettiğini belirttik. Dolayısıyla Hakkın gözü sürekli rahmetiyle mümküne bakar ve ondan bu asıl davranış beklenir. Bununla birlikte sözün madumda (yok olan), özellikle de asıl bakımından iktidarı olmayanda bir hükmü yoktur. Peki durum nasıl açıklanacaktır? Bu durum teklifin suretine benzer. Fiil Allah Teâlâ’ya aittir. Mümkün asıl itibariyle Allah Teâlâ’nın emrini du­yan ve ona itaat eden olduğuna göre ‘emre uymak sırrı’ onda kalmış­tır. insana Allah Teâlâ’nın emrine karşı çıkmayı söyleyen şeytanın vesvesesi gelir. Şeytan ona emir verirken ‘karşı çık’ demez, sadece Allah Teâlâ’nın ya­saklamış olduğu bir şeyi yapmasını emreder veya onu Allah Teâlâ’nın yapma­sını emrettiği bir şeyi yerine getirmekten alıkoyar. İnsan bu konuda Allah Teâlâ’dan gelen emirden habersiz kalır, şeytanın verdiği emre hızla icabet eder. Çünkü daha önce söylediğimiz üzere insanın ilk yaratılışta fıtratının gereği emre uymak ve bağlanmaktır. Aynı şekilde insan kendisine gelen meleğin ilhamını da kabul eder. Melek ona Allah Teâlâ’nın emrine itaati veya güzel ahlaka uymayı ilham eder. İnsanın yapmak veya terk etmek hususunda iki ilham arasında kalmasına gelirsek, bu esnada insan İlâhî tereddüt hükmünün altındadır. Allah Teâlâ tereddüdü kendisine nispet etmiştir. Mümkün ise tereddüt ederken Hakkın tecelligahıdır. Âlemdeki her tereddüt Hakkın tereddüdünün ta kendi­sidir. Bu sayede Allah Teâlâ dilediği işleri uygular ve infaz eder, hükmü ise ya itaat veya günah şeklinde fiilde ortaya çıkar. Nitekim kul Allah Teâlâ’dan herhangi bir işi irade ve talep eder. Allah Teâlâ ise isteğini kendisine vermez ve onun talebini yerine getirmez. Bu da suretin sahih olabilmesi için kendisine ait bir niteliktir. Çünkü suretin tamam olmasının bir teza­hürü hilaf ve vifak, yani uyumsuzluk ve uyum tarzındaki karşıtlığın da onda bulunmasıdır. Allah Teâlâ kulun her isteğini yerine getirmiş olsaydı, hiç kuşkusuz kul Hakkın kendisinden talep ettiği her işi yerine getire­cek olurdu. Kul emredilen ve yasaklanan her konuda Rabbine olumlu karşılık vermiş olsaydı, O da kuluna herhangi bir işi meydana getir­mek hususunda kulun aklına gelen her talebe olumlu karşılık verirdi. Hal söylediğimiz gibi olunca, mümkün İlâhî surette bulunmuştur. Dolayısıyla her iki tarafta da uyma ve karşı çıkmanın gerçekleşmesi kaçınılmazdır! Kulun Hakkın emrine karşı çıkmış olması Hakkın kulun duasına icabet etmeyişinin karşılığıdır. Böylece iki nüsha veya iki suret arasında karşıtlık gerçekleşmiş, suretiyle ortaya çıktığı için kitap ümm, yani ana olabilmiştir. Böyle olmasaydı hata olurdu; doğru ise daha iyidir.

O halde mümkünden muhalefetin ortaya çıkması surette bulunma bakımından daha doğrudur. Bu itibarla ana kitapta ancak hakikat olan işler bulunabilir. Demek ki bulunduğu her yerde uyumsuzluk ve mu­halefet (hilaf) haktır. Bu sırrın ne kadar garip olduğuna ve her şeye kâdir iken Allah Teâlâ’nın kudretini nasıl gizlediğine bakınız! O halde muk­tedirin hükmü kâdirin hükmünden farklı bir hükümdür. İktidar eşya­nın sebepler vesilesiyle ortaya çıkışında el-Kâdir’in hükmüdür. Sebep­ler ise kudreti elde etmekle nitelenmiş olanlardır. Öyleyse sebepler muktedirdir, yani iktidarı icra etmek üzere kullanılan şeylerdir. Yoksa gerçekte Hakk’tan başka bir şey yoktur! O bir sebep vesilesiyle veya sebeple -dilediğini söyleyebilirsineşyayı yaratandır. Bu durum ‘Dik­kat ediniz! Yaratma O’na aittir148 ayetinde belirtilir. Allah Teâlâ’nın bir sebep vasıtası olmaksızın yarattığı işler ise ‘Dikkat edin yaratma ve emir O’na aittir, âlemlerin Rabbi münezzehtir149 ayetinde ifade edilir. Bu nedenle Allah Teâlâ ehli sözlerinde halk âlemi ve emir âlemi diye iki terim kullanmış­lardır. Halk âlemi dediklerinde, Allah Teâlâ’nın sebepler vesilesiyle yarattıkla­rını kastederler. Bu durum ‘Ellerimizle yaptığımız150 ayetinde belirtilir; eller sebepler demektir. Bu izafet bir şereflendirme izafeti, daha doğ­rusu gerçek bir izafettir. Emir âlemi ise sebep vesilesiyle yaratılmamış olan işlere işaret eder. Allah Teâlâ emir âlemi bakımından Kâdir iken halk âlemi yönünden Muktedir’dir. İşin açıklaması budur.

Şöyle denilir: ‘Komutan hırsıza vurdu.’ Veya ‘Komutan hırsızın elini kesti.’ Kesmek bir görevlinin vasıtasıyla gerçekleşmişken kesme emri komutandan çıkmış, bu nedenle kendisine nispet edilmiş, bu durumda komutan ‘muktedir’ diye isimlendirilir. Vurma fiilini doğ­rudan yapsaydı, kâdir olurdu. Çünkü burada bıçak veya onun dışında eli kesmesini sağlayan bir araç yoktur. Allah Teâlâ bir araçla yaratırsa Muk­tedir, araç olmaksızın yarattığında Kâdir’dir. Kudret iktidardan daha gizlidir. Bununla birlikte iktidar kâdirin halidir. Bu yönüyle o isim­lendirmek ile isimlendirilenin aynı şey olmasma benzer. Bunu anlama­lısın! ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

TAKDİM MERTEBESİ

el-Mukaddim (Öne Geçiren) İlahi İsmi

Ben öne geçenim, bilgi ve marifette

Benim önümdekini bilirim, O da mağfiret eder bana '

Sahip olduğum bilgi yetseydi elde malik olurdum Ellerim çalışmak üzere açılmış iken

el-Mukaddim’in kulu, dua ederim ve bilir beni

Dua ettiğimde bana görünmez ve zuhur etmez

Benimle yarışınca yitirmem ben kendisini

En büyük hiledir benim için bu durum

Allah Teâlâ onu benim işime amade kıldı Dağı görmekle yüz çevirmem ben O’ndan

Bu mertebenin sahibi Abdulmukaddim diye isimlendirilirken (mümkünün varlığını yokluğuna) tercih edenin varlığı delille bu mer­tebeden sübût bulur; tercih eden Allah Teâlâ’dır. Şöyle ki: Mümkünler ya­ratmaya nispetle veya yaratmanın onlara nispeti itibarıyla aynı seviye­dedirler. Bu itibarla mümkünlerden birisinin ötekinden önce gelmesi belirli bir nedenle tercih edenin varlığına delildir; yoksa önce gelmek, mümkünün kendinden kaynaklanmaz. Buradan tercih edenin olması gerektiğini anladık. Tercih eden bir mümkünü diğerlerinden önce getirendir. Böyle bir delil talep edilen hususta Eş’ari’nin zamanla delil getirmesinden güçlü bir delildir. Eş’ari şöyle der: ‘Belirli bir zamanda var olan herhangi bir mümkünün o zamandan önce veya sonra var olması mümkündür.’ Eş’ari ancak zamanın hükmü altına girenlerden söz eder. Ona göre zaman mevcut bir şeydir, fakat zaman içinde var olmaz. Demek ki zamanın kendisi zamana dâhil olmayan şeylerdendir ve bu nedenle delaletini yitirir. Bizim vardığımız görüş ise ister za­manda olsun ister zamanda olmasın varlığa sahip her şeyin hükmü altına girebileceği bir görüş olduğu için daha yetkin ve sağlam bir delildir.

Allah Teâlâ âlemde izhar ettiklerini izhar ettikten sonra, âlemde birta­kım mertebeler belirlemiştir. O mertebeler de hakikatleri kendileriyle görünüp onlara yerleşmeyi gerektiren varlıklara göre aynı nispettedir. Bir şahıs o mertebelerden birisine ulaşıp diğerlerinden önce gelirse, onu öne geçiren, el-Mukaddim diye isimlendirilir. Misal olarak insan türünde halifeliği verebiliriz. Her insan halife olmaya kabiliyetli olsa bile Allah Teâlâ dilediklerini bu konuda öne geçirir, başkaları o zaman için­de geri kalır. Bu konuda bir tereddüt yoktur. Aynı durum peygamber­lik, risalet, komutanlık ve bütün mertebeler için geçerlidir. Hepsi böyle cereyan eder. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

GERİDE BIRAKMA MERTEBESİ

el-Muahhir İlahi İsmi

Sen dilediğini hikmetiyle geride bırakan el-Muahhir’sin

Bilinmez ki hangi hikmetle geride bıraktın

Öne geçmeye ehil olsaydı bir şey bazen izhar edip

Bazen gizlemezdin onu

Allah Teâlâ bilir ki bizde bulunan gayret nedeniyle

Güç yetirenıem, zikret sen

Garip âlemin bir meziyeti olsaydı benim nezdimde

Şükrünü yerine getirirdim, nankör olmazdım ona

Fakat gözlerimizden gizledi onu

Kendisinde bulunduğunda hayrete düşüren bir nur

Bu mertebenin sahibi Abdulmuahhir diye isimlendirilir. Allah Teâlâ ku­lunu bir mertebeden geride bırakmak isterse, bu fiil, bu mertebeden gerçekleşir. Artık başkası o mertebede öne geçerken geride kalan hiç­bir zaman onun önüne geçemez. Sonra geride kalması istenilenin öncelikte hükmünün olmadığı belli olunca, geride kalan kalır. Allah Teâlâ geride kalanlardan dilediğini öne geçirdiğinde ise O’nun öne geçirme­siyle kişi öne geçmiş olurken geride kalanlar da kaşıdı olarak değil dolaylı olarak kalır. Kimse kasıtla geride bırakılmadığı gibi kasıtla öne de geçirilmemiş, gerçekleşen her iş dolaylı olarak gerçekleşmiştir. Bu yönden meydana gelen her iş bu mertebeden ortaya çıkmıştır. O da hüküm bakımından değilgeride olmanın mahsus olduğu diğer yön­den meydana gelir. Bu sayede öne geçmede ve geride kalmada kasıdılık ve kastın olmayışı bir araya gelmiştir. Bu nedenle el-Mukaddim ve el-Muahhir esma-i hüsna arasında çift zikredilmiştir. .

İLK OLMAK MERTEBESİ

el-Evvel İlahi İsmi

Zikri için kulları toplayan Hakk münezzeh Urübe gününde, el-Evvel seçti onu

Allah Teâlâ onunla kullarının varlığını mühürledi Şeriat ve akla göre tevil ediniz

Söylediğimi, bir hikmet söyledim ben En yüce makam örttü onu

Yüce mekânından tevazu gösterince Aşağıdaki zatında gizler onu

el-Müheymin O; kuşku yok O ihsan eden; kullarına karşı el-Cevâd

Bu mertebenin sahibi Abdulevvel diye isimlendirilirken bazen ebu’l-vakt (vaktin babası) diye kinaye yoluyla da söylenir. Bu kinaye vakitlerin kendisini tafsil ettiği ed-Dehr diye isimlendirilen zamanın önceliği hakkında nefislerdeki tasavvurla ilgilidir. Böylece Abdulevvel’in künyesi ebu’l-vakt olur. Nitekim Âdem’in künyesi de ebu’l-beşer’dir (insanlığın babası). Âdem diğer insanların babası oldu­ğu gibi Evvel de vakitlerin babasıdır. İlk olmak (evvellik) mertebesi vasıtasıyla her türdeki ilk şahıs ortaya çıkmıştır. Bu itibarlar insan türünde, Âdem; cennetler arasında, Adn cenneti; ruhlar arasında, ilk akıl; cisimler arasında, arş; rükünler arasında, su; şekiller arasında, daire ortaya çıkmıştır. Sonra iş âlemdeki tikellere doğru iner ve mesela ‘Kader hakkında Basra'da konuşan ilk kişi Ma'bed el-Cuhenî'dir’ veya ‘Allah Teâlâ yolunda ilk ok atan kişi Sa'd b. Ebi Vakkas'tır’ denilir. İnsanlık âleminde söylenen ilk şiir de şudur:                                                                                        ,

Beldeler değişmiş, beldedekiler de Yeryüzü kapkara bir tozla kaplanmış

Bu şiirin Kabil kardeşi Habil’i öldürdüğünde Hz. Âdem tarafın­dan söylendiği aktarılır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise ‘Haksız yere öldürülen herkesin günahının vebali Âdem’in oğlu üzerindedir, çünkü o haksız yere öldürme âdetini çıkaran ilk kişidir’ der. Bizim ilkler (evveliyat) hakkında Yunan şehirlerinden Malatya’da veya Mekke’de -Allah Teâlâ daha iyisini biliryazmış olduğumuz nefis bir risâlemiz vardır, insanlar için yapılan ilk ibadet evi Kâbe’dir. Mertebe bakımından gelen ilk İlâhî isim el-Hayy’dır. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

SONRA GELME MERTEBESİ

el-Ahir İlahi İsmi

Allah Teâlâ ne İlk ne Son’dur zira .

Dönen âlemi korumak irade eder

Alem kendini koruyamaz

Yaratılmış aciz diye nitelenmiş

el-Ahir ismiyle korur âlemi Allah Teâlâ

Bir ötekine bağlansın diye

Bize her şey bir devir (döngü) demiş

İlk sona bağlanmış

O zatını bize göstermiş

Bâtın ve zahir suretinde

Bu mertebenin sahibi Abdulahir diye isimlendirilir. Onun sınırı birinciden sonra gelen İkinciden başlayarak en aşağıdakine kadar uzar. Allah Teâlâ el-Ahir diye isimlendirilendir, çünkü O hiç kuşkusuz ilk olmak mertebesinden sonra gelmek hükmüne de sahiptir. Sonra gelen birinci olmayı Hakk ettiği halde geride kalışının en basit ve açık nedeni za­mandır, çünkü her bakımdan kendisinde ehliyet vardır. Birinin geride kalıp ötekinin öne geçmesinin hükmü zamana aittir. Buna misal ola­rak Hz. Ebu Bekir’in, Hz. Ömer’in, sonra Hz. Osman’ın, sonra Hz. Ali’nin -Allah Teâlâ hepsinden razı olsunhalife olmalarını verebiliriz. Her birisi öncelik sahibi olduğu gibi halifeliğe de ehildirler. Birinin önce gelip diğerinin sonra gelmesinde halifeliğin şartı olan herhangi bir üstünlük etkili olmamış, burada söz konusu olan tek âmil zamandır. Allah Teâlâ’nın bilgisinde Hz. Ebu Bekir’in Hz. Ömer’den önce, Hz. Ömer’in Hz. Osman’dan önce Hz. Osman’ın Hz. Ali’den önce vefat edeceği sabittir. Hepsinin Allah Teâlâ katında bir değeri ve hürmeti vardı ve bu nedenle Allah Teâlâ hepsini fiilen gerçekleştiği üzere halife kılmış, eceli daha önce gelenleri öne almıştır. Benim görüşüme göre, önce halife olan kişi, diğerlerinden üstün olduğu için halife olmamıştır. En iyisini Allah Teâlâ bilir de, önceliğin ecellerle ilgili olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü iki halifeye biat edilmiş olsaydı, bu konudaki nas nedeniyle, öteki öldürülecekti. İnsanlar Hz. Ebu Bekir’e biat etmeden diğer üçünden birine biat etmiş olup Allah Teâlâ’nın bilgisinde Hz. Ebu Bekir’in halife ola­cağı takdir edilmiş olsaydı, halife olmazdı. Üçten biri görevinden alınıp Hz. Ebu Bekir yerine getirilseydi, azledilene saygısızlık olur, görevinden almaya çalışan kişi Hakk ettiği bir işi ondan zorla almış sayılır, hevaya uymak, zulüm işlemek ve halifeye karşı haddi aşmak suçlarını işlemiş olurdu. Buna mukabil görevinden alınmasaydı Hz. Ebu Bekir halife olmaksızın onun halife olduğu dönemlerde vefat etmiş olacaktı. Hâlbuki Allah Teâlâ’nın bilgisinde böyle takdir edildiği için Hz. Ebu Bekir’in halife olması gerekecekti. Bu nedenle eceli önce geldiği için diğer arkadaşlarından önce halife olması zorunlu olmuş­tur. Aynı şey Ömer İbnu’l-Hattab, Hz. Osman, Hz. Ali ve Hz. Hasan için geçerlidir. Önce halife olanlar bu göreve diğerlerinden daha layık olmadığı gibi geride kalan da ehil olmadığı için geride kalmış değildir. İnsanlar bunu anlamamıştır. Allah Teâlâ halifelerin ecellerini izhar edip halifelikteki sürelerini gösterdikten sonra, bizce, önceliğin ecellere bağlı olduğu belli olmuştur. Ya da bu hususta bizim bilmediğimiz Allah Teâlâ katında başka bir neden vardır. Allah Teâlâ onların hepsi için halifelik mertebesini muhafaza etmiştir. Geride kalmak ve önce gelmenin hükmü budur.

İlk olmak Allah Teâlâ’ya aittir, çünkü Allah Teâlâ her şeyi yaratandır. Son ol­mak da Allah Teâlâ’ya ait bir niteliktir, çünkü Allah Teâlâ ‘Bütün iş O’na döner151 buyurur. Başka bir ayette ‘O’na döndürüleceksiniz152, başka bir ayette ‘Dikkat edin işler Allah Teâlâ’ya döner153 denilir. Demek ki Allah Teâlâ Evvel olduğu gibi aynı zamarida Ahir’dir. Evvel ile Ahir arasında ise bütün İlâhî isimlerin mertebeleri ortaya çıkar. el-Ahir’in hükmü her işin kendisine dönmesiyle gerçekleşir. Binaenaleyh Allah Teâlâ evvel olduğunda insan-ı kâmil ahir olur, çünkü o ikinci mertebededir ve halifedir. Aynı za­manda tabii yaratılışı bakımından da sonra gelir (ahir), çünkü insan son türeyendir. Allah Teâlâ onun halife ve imam olmasını irade edince âlemi yaratmış, hazırlamış, düzenlemiş, itidal vermiş, gerçek bir memleket olarak tertip etmiştir. Alem cemaat olmak üzere istidad kazandığında, Allah Teâlâ insanın tabii cismini (beden) yaratmış, İlâhî ruhtan üflemiş, onu kendi suretinde yaratmıştır. Bunun nedeni insanı halife olarak yarat­mış olmasıdır. İnsan cismiyle ortaya çıkmış, ona Adem denilmiş, Allah Teâlâ kendisini yeryüzüne halife olarak görevlendirmiş, melekler ile onun arasında Allah Teâlâ’nın kitabında bize aktardığı hususlar gerçekleşmiş, Allah Teâlâ imamlığı kıyamete kadar Âdem’in oğullarına bırakmıştır. İnsan İlâhî surete göre son olduğu gibi tabii doğal ve kevnî suret itibarıyla da sondur. O halde Âdem hem nefs hem cisim bakımından sondur. İnsan âlemin işinin kendisine dönmesi itibarıyla sondur. Bu itibarla insan maksat olan varlıktır. Dünya onunla mamur olduğu gibi bilfiil onunla var olur. İnsan kendisinden ayrıldığında dünya yok olur, gök­ler parçalanır, yıldızlar dağılır, güneş söner, dağlar yürütülür, develer yavrularını düşürür, denizler kaynar, dünya yurdu bütünüyle harap olur, insanın oraya göçmesiyle birlikte mamurluk bu kez ahirete inti­kal eder, cennet ve cehennem mamur Hakk gelir. Artık dünya bir yer olmaktan çıkar ve sadece cennet ve cehennem vardır. Demek ki ilk, yani evvel ismi birinciye aittir ve orası dünya hayatıdır; ahir, yani son ismi ise otelcine aittir ki o da ahirettir. Allah Teâlâ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e ‘Ahiret senin için ilkinden daha iyidir154 diye hitap etmiştir. Çünkü ahir(-et; sonra gelen) ardında bir amacın bulunmadığı yerdir. Bü anlamıyla ahir-et, gaye demektir. O dereceye ulaşan kişi başka bir yere intikal etmez. Dolayısıyla ahir (veya ahiret) sübût, beka ve devamlılık özelli­ğine sahiptir. Evvel ise öyle değildir ve o gaye demek olan ahir’e vara­na kadar bütün mertebelerde intikal eder; oraya ulaşınca durur. Bu nedenle Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ahiret senin için ilkinden daha iyidir, Rabbin sana verecek ve sen razı olacaksın.’155 Allah Teâlâ ona beka, devamlılık, kendi­sinden ayrılmanın olmadığı sürekli nimet vermiştir. Bu da söz konusu mertebenin hükmünün bir neticesidir. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

ZUHUR MERTEBESİ

ez-Zahir İlahi İsmi

Zuhuru teyit eden bir şartı var Ancak baskın ve galip olan izhar eder onu

Hurileri de kapsayan o genç kızlar

Gözyaşlarını siler götürür, kalpleri heyecanla doldurur

Gelirler ve orta boyda olduklarını söylerler Orta boyların en üstünü gitmiş olandır

Onu elde edeyim diye sayfalar tükettim Reddetti, bu nedenle sıfatı kaybolmuş

O             güzel göz sahibi herkese görünse bile

İhtişamı kör eder herkesi; bu nedenle onun gözü perdedir

Bu mertebenin sahibi Abduzzâhir diye isimlendirilirken lakabı Allah Teâlâ’nın emriyle zuhur edendir (ez-zahir bi-emrillah). Bu mertebe Allah Teâlâ’ya aittir, çünkü O -yaratıkları nedeniyle değilkendi nedeniyle zuhur edendir. Başkası O’nu idrak edemez. Bu mertebenin bize ver­miş olduğu bilgi, Allah Teâlâ’nın güzel isimlerinin hükümlerinin zuhuru ve Hakkın varlığında kendi hakikatlerimizin hükümlerinin zuhurudur. Allah Teâlâ zuhur edenin ardında bulunur. Dolayısıyla ne bizim hakikatle­rimiz, ne görülecek şekilde Hakkın kendisi ve ne isimleri idrak edile­bilir! Hâlbuki belirli bir şeyi gördüğümüzden tereddüde kapılmayız. Gördüğümüz ise gözlerimizin şahit olduğudur. Dolayısıyla ancak hakikatlerimize ait hükümleri görürüz. Bu hükümler Hakkın varlığın­da bizim için ortaya çıkmış, Hakk da onların mazharı olmuştur. Bizim hakikatlerimiz ise -suretlerin aynada görülmesi gibiortaya çıkmıştır. Aynadaki suretler görenin kendisi değillerdir, bunun nedeni yansıma­nın gerçekleştiği yerin onlardaki hükmüdür. Onlar göründükleri yerin kendisi de değillerdir, çünkü onların hükmü aynanın hükmünden farklıdır. Ortada idrake konu olacak üçüncü bir şey de yoktur; hâlbuki idrak gerçekleşmiştir! Hal böyleyken idrak edilen nedir? İdrak eden kimdir? Alem kimdir? Hakk kimdir? Zuhur eden kimdir? Mazhar kimdir-nedir? İzhar eden kimdir? Bunlar nispederdir denilirse, (bilinmeli­dir ki) onlar var olmayan şeylerdir. Bununla birlikte görmenin sebebi idrak edilebilecek şekilde görülenin istidadıdır. Bu sayede madum görülür. Madumun görüldüğünü kabul ettik! Öyleyse gören kimdir? Görülen de bir nispet ise görmeye istidadı olduğu kadar görülmeye de istidatlı olmalıdır. Nispet değilse gerçek bir şey (vücûdî) olmalıdır. Bu durumda gören olduğu gibi görülen de olmalıdır, çünkü bizi gö­reni biz de görürüz. Görülenin bize görülmesi yönüyle bir nispet olduğunu söylediğimizde, şöyle deriz: Görülen bizi görüyor olması bakımından var olan bir şeydir. Nitekim kendimizin de onu idrak ettiğimizi söyleriz. O halde tek bir şey vardır ve bu nedenle o şey hakkında hayrete düşeriz. Biz kimiz? O kimdir? Bir kısmımız şöyle der: ‘Bana kendini göster, sana bakayım. Beni göremeyeceksin’156 Allah Teâlâ kendinden haber verirken ‘Allah Teâlâ’nın gördüğünü bilmez mi?157 buyurur. Allah Teâlâ’nın haberi doğrudur. Kuşkusuz Allah Teâlâ âlemdeki bazı kimselerin Allah Teâlâ’nın gördüğünü bildiklerini haber vermiş, sonra bağlaç ve istidrak edatıyla (fakat) şöyle demiştir: ‘Fakat bak dağa, dağ yerinde durursa beni göreceksin,’158 Allah Teâlâ dağa tecelli etmiş, dağ parçalanmıştır. Dağın, Hakkı görmek nedeniyle mi yoksa görmenin öncesinde mi parçalan­dığını bilmiyorum. Belki de görmeden önce parçalanmıştır. Bu hadise nedeniyle Hz. Musa bayılmış, ayıldığında ‘Seni tenzih ederim, tövbe ettim’159 demiştir. Yani görmeyi talep etmediğim önceki halime dön­düm. ‘Ben ilk iman edenim.’160 Yani ‘Sen beni göremeyeceksin161 ayetini ilk tasdik eden benim. Çünkü bu hüküm doğrudan ilk kez bana inmiş, ben de ona ilk iman eden oldum; ardından onu duyan herkes kıyame­te kadar ona iman etmede .bana tabi olacaktır. O halde Hakk görmeyi talep eden (Musa için) veya dağ için zuhur etmemiştir. Dağ O’nu görseydi veya Hz. Musa O’nu görseydi, sabit kalır, parçalanmaz ve bayılmazdı. Çünkü Allah Teâlâ varlıktır, dolayısıyla ancak varlık (vücûd) verir. Bütün hayır O’nun elindedir ve varlık bütünüyle hayır ve iyilik demektir. Allah Teâlâ görülen olmayınca, bayılma ve parçalanma ortaya çıkmıştır. Bunlar, fena halleridir; fena ise yokluğa benzer. Hakk bir cevheri yok etmez, fakat onda izafi bir yokluk meydana gelebilir. Bu izafi yokluk, zihab (gitmek) ve intikal diye ifade edilir. Allah Teâlâ seni bir halden başka bir Hakk taşır ve götürürken her iki halde de senin haki­katin bakidir. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ seni bir yerden ötekine taşırken hakikatin her birisinde ve o ikisinin arasında bakidir. Bu durum ‘Di­lerse sizi götürür, başkalarını getirir162 ayetinde belirtilir. O halde ge­tirmek, kudret sıfatına bağlıyken götürmek -özel bir iş olması bakı­mındanirade sıfatına bağlıdır.

Bu kadar açıklama ve tafsilat tafsili olmayan bir hususta olmaz. Tafsil edilenin özelliği varlık değildir. Biz madumu (var olmayanı) muhal, yani varlığı imkânsız olan ve mümkün diye tafsil ederiz. Bu­nunla birlikte o madumdur. Açıklanması gereken husus bu tafsili kimin yapacağıdır. Bu konuda konuşmak ise gören ve görülen hak­kında daha önceki açıklamalarımıza benzer. Biz ne söyleyelim ve neye dayanalım? İşi her ne olursa olsun bulunduğu hal üzere bırakmak görüşündeyiz. Çünkü gayeler gerçekleşmiş, idrakler husul bulmuş, hazlar hakim olmuştur. Bunun yanı sıra müşahede sürekli ve ondan nimedenmek mevcuttur. Yokluk veya varlık, Hakk veya halk -her ne olursa olsunmuhtaç olduğumuz hususları nakıs kılmadıkça hiç önemli değil. Bu hususlara dair İlâhî haber gelseydi, onlar hakkında konuşmak ve düşünmek, hakikate -bulunduğu hal üzerebir şey ek­lemez veya ondan bir şey eksiltmezdi. Çünkü İlâhî emir geldiğinde, hitabı duymak üzere bir kulağın, bunun yanı sıra bir anlayışın, medlûlün, konuşanın ve dinleyenin bulunması gerekir. Bunlar zaten içinde bulunduğumuz durumun ta kendisidir. Onları terk daha iyidir. Biz de herkesin söylediğini söylüyoruz. Bu hususta bütün iş hayrettir. Hepsi doğrudur, hiç biri bâtıl değildir! Çünkü o zihinde, dışta ve bütün idraklerde gerçekleşmiştir. Bu itibarla kabule (silm, yani barış) yö­nelmek insan adına daha iyidir. ‘Barışa yanaşırsanız. • •’163 Yani bâtını yoruma ve işaredere yönelirseniz demektir. Seni ilgilendirmeyen işler hakkında nazarî düşünmeye sevk edecek bu fikirleri, Allah Teâlâ burada işaret ehlinin düşmanları mesabesine yerleştirmiştir. ‘Barışa yanaşırsa­nız.. -’164 Kastedilen işi bulunduğu hal üzere bırakarak aşırıya gitme­mek için sulhu tercihtir. Çünkü sen ancak Allah Teâlâ’nın bir ayeti olması itibarıyla onun hakkında ileri gidersin. Hâlbuki Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ’nın ayetleri hakkında aşırı gidenlerden yüz çevir ta ki onlar başka bir söze geçinceye kadar!’165 Kastedilen yemek, içmek, cinsel ilişki ve tasar­rufta bulunduğumuz meşru işlerle ilgilenmektir. Söz konusu işler ahiretteki saadete ulaştıran işlerdir. ‘Bu işler nedir?’ diye sorarsan şöyle deriz: Bunu bilmiyoruz. Biz sadece bize söylenen ve emredilene göre hareket ederiz. Çünkü yalan söylemedik, sadece geçen her şeyin Hakk olduğunu gördük. Öyle ki hiçbiri hakikatten fariğ ve boşalmış değildi. Allah Teâlâ bize bunu emretmiş, peygamberine de şöyle demiştir: ‘Ona yönel ve Allah Teâlâ’ya tevekkül et!’166 Akıllı ‘Allah Teâlâ’nın emrini duyduk ve uyduk’ der. Bu davranış insana rahatlık kazandırır.

Zuhur, zuhur edenden başkası değil

Bâtınlık gizlenenden başkası değil

Gidiş nereye, kalış nereye?

Karar nereye? Yerleşme yeri neresi?

Bizden O’na, O’ndan bize

Hepsi kaza ve kaderin hükmüyle

Geçmişin peşinden ağlama

Hiçbir şey geçmiş değil gizlenen kötü olmadı

Var olan her şey izafi

İzafe edilenden geç ve bâtına bak

De ki: İrade edene göre irade edersin Varlık böyle zuhur eder

BÂTINLIK MERTEBESİ

el-Bâtın İlahi İsmi

Str nedir? Hakikatin kendinde bâtın olduğu Açıklık izhar eder onu her göze

Bâtınlık ve sırrın hikmeti olmasaydı Allah Teâlâ kimseyi diğerine üstün kılmazdı

Allah Teâlâ onu eksiklikten salim iken üstün kılar Vehimlerden ve başkalardan da emindir o

Bedeni bakımından biri ona ulaşsa Fikir yoluyla Allah Teâlâ’nın cömertlik ehli ulaşırdı

Yaratıklar O’nun suretinde olmasaydı Ruhları ve suretleri ihtiva edemezdik biz

Meleklerin yüzleri secde ederek bize döndü Ruhları ve suretleri içerdik diye

Bu nedenle hallerini hep değiştirdi .

Faydada ve zararda her ne olursa olsun

Bu mertebenin sahibi Abdulbâtın diye isimlendirilir. Allah Teâlâ ‘O ilk­tir, sondur, zahirdir, bâtındır'167 buyurur. Zuhur O’na mahsus olduğu kadar bâtınlık da bize mahsustur. Bununla birlikte bâtınlık da O’na mahsustur. O kendisi nedeniyle bâtın olmadığı gibi kendisine de bâtın değildir. Aynı zamanda Allah Teâlâ bizim sebebimizle zuhur edici değildir. Allah Teâlâ’nın kendisiyle kendisini nitelendirdiği bâtınlık, bizim hakkımızdadır. Binaenaleyh O duyuda ve manada idrakimiz karşısında bâtın kalmayı sürdürür. Çünkü ‘O’ııun benzeri hiçbir şey yoktur.’168 Biz ise O’na vermemiz uygun düşmeyecek ve kendisi için kullanamayacağı­mız misalleri idrak edebiliriz. Bunları Allah Teâlâ için kullanamayız, çünkü onların misal olmasını sağlayan nispet ve ilişkilerini bilemeyiz.

Bâtınlık tekvin ve doğumun gerçekleştiği bir mahaldir ve türeyen­ler ondan meydana gelmişlerdir. Bu nedenle Hâk el-Bâtın ismiyle nitelenmiştir. Yani âlem bâtın olması bakımından O’ndan zuhur et­miştir. Biz de Allah Teâlâ’ta bâtın bir halde bulunuyorduk. Bu bilgiyi vehimle değilakla göre kabul etmelisin! Onu akla göre kabul eder­sen, ardından sahih bilgi gelir; hayal ve vehim olarak kabul edersen ‘Doğurmamıştır169 ayeti karşına çıkar. Akıllı insanın böyle bir ret ile karşılaşacağı işe girişmesi doğru değildir. O bilgiyi -tahayyül olmaksı­zınakılla kabul ettiğinde, işin gerçeğini öğrenirsin. Varlığımızda dayanacağımız bir ilkenin bulunması zorunludur. Bunun nedeni mümkün olmamızın varlığımızı yokluğumuza tercih edecek bir mureccihi (tercih eden) gerekli kılmasıdır. Allah Teâlâ aramızda münasebet bulunmadığı için bizden bâtındır. Biz ise varlığımız, bütünümüz ve tafsilimizle birlikte imkân hükmünün altında bulunuruz. Herhangi bir şeye münasip olsaydık, o şeyde imkân özelliğiyle nitelenmiş olur, bu durumda Hakk ‘imkân’ hükmünün altına girerdi. Hâlbuki Hakk zatı bakımından kendisi nedeniyle zorunludur. Böylece Allah Teâlâ ile aramızda ‘münasebet’ bulunmamıştır. Allah Teâlâ bize benzer ve münasip olmayınca, biz de O’na münasip olmadık. Hâlbuki bizim O’na dayanmamız kaçı­nılmazdır. Bu yönüyle bir açıdan münasebet yokken bir açıdan müna­sebet vardır. Allah Teâlâ âlemden müstağnidir, çünkü O’nun bilinmeyi sevmiş olması, bilinmemesi demektir. Bizim O’nun hakkındaki bilgi­mizin tanımı budur. Bu itibarla Allah Teâlâ bilinmiş olsaydı, bâtın olmazdı; hâlbuki Allah Teâlâ zuhur etmeyen bâtındır! Bunun yanı sıra Allah Teâlâ, ikinci yorumda, mümin kulunun kalbinde bulunması bakımından da bâtındır. Mümin kulun kalbi O’nu sığdıran yerdir. Binaenaleyh Allah Teâlâ kulda bâtın bir halde bulunur. Kul kendi bâtınını müşahede edemeye­ceği gibi aynı zamanda kalbinde bâtın ve gizli olarak bulunanı da müşahede edemez. Binaenaleyh her iki açıdan da biz Hakkı göreme­yiz.

Kutsi hadiste buyrulduğu üzere, Allah Teâlâ kulun duyma gücü, görme gücü vb. güçleri haline gelir. Kul gözüyle görürken artık gördüklerini rabbi vasıtasıyla görür, fakat güçlerinden hiçbir şeyi görmez. Allah Teâlâ ise onun güçleridir, dolayısıyla kul Rabbini bu durumda da göremez. Burada bilgi ve görme arasında bir fark ortaya çıkar: Biz imanla ve onun kalplerimizdeki nuru vasıtasıyla Allah Teâlâ’nın bizim güçlerimiz oldu­ğunu biliriz, hâlbuki gözümüzle görmeyiz. Bu nedenle O’nu idrak edemeyeceğimizi idrak ederiz. Gözler Allah Teâlâ’yı idrak edemez! Hakk bi­zim görme gücümüz olduğunda, kendi kendini idrak edemez, çünkü bizim gözümüz olduğunda perdelenmiş olur. Gerçek böyle olunca, O’nu görmemiz daha uzak bir ihtimal olur. Allah Teâlâ ‘Gözler O’nu idrak edemez, O gözleri idrak eder170 buyurur. Göz kendisiyle idrak gerçek­leşsin diye yaratılmıştır, yoksa gözün kendisi idrak edilmez! Allah Teâlâ ‘O’nu idrak edemez171 buyururken üçüncü tekil şahıs zamiri kullanıl­mıştır. Gayb gözle ve müşahedeyle idrak edilemez. Gayb bâtındır; idrak edilmiş olsaydı ‘gayb’ olmaz ve bâtın kalmazdı. Fakat Hakk (ken­disini idrak edemeyen) gözleri idrak eder. Çünkü her iki tarafta da gaybetin gerçekleşmesi gerekli değildir. Başka bir ifadeyle senin gör­mediğin birinin seni görmemesi ve senden gaib olması zorunlu değil­dir. Bazen böyle bir durum olabilir, bazen olmaz. Ayetin yorumunda başka bir husus daha vardır: Allah Teâlâ kendisini kendisiyle idrak eder, çünkü O hüviyetiyle kulun görme gücüdür ve göz ancak görme gü­cüyle idrak eder. Bu durumda Allah Teâlâ kullara izafe edilen gözdür. Allah Teâlâ şöyle der: ‘O gözleri idrak eder.’172 Allah Teâlâ gözlerin kendisidir ve hiç kuşkusuz kendini idrak etmiştir. Bu nedenle Allah Teâlâ’nın zuhur ettiğini veya kendisi nedeniyle zuhur eden olduğunu belirttik. Allah Teâlâ kendine bâtın olmaz. Ardından ayeti tamamlayarak ‘O latiftir’173 der. Kastedi­len gözlerin O’nu idrak edemeyişidir. Allah Teâlâ gözleri idrak edici olması bakımından Latiftir. Yani Allah Teâlâ’nın gözleri idrak etmiş olması, kendini idrak etmesidir, çünkü gözlerin kendisidir. Bu ise latifliğin ve inceli­ğin son derecesidir. ‘Habîr'dir.’ Burada zevk bilgisine işaret eder. Yani bu durum zevk yoluyla öğrenilir. Delillerin getirilmesi bu bilgiye fayda vermez. Şu var ki delil, delil getirenin kendisi olursa, bu bilgi zevk demektir. Hakkın görme gücü olduğu kul, kendini Hakk vasıta­sıyla görürken Hakkı gözüyle görür. Hakk onun görme gücü olmuştur ve böylece her iki şeyi birden idrak eder.

Kimde bâtın ise Onda yerleşmiştir

            v ' ‘   .                        _      .

Bu sözümüzü kim bilir?                             '.

Gören veyafetanet sahibi

Gördüğümü görür o Kalbiyle zannederek

Hakk seni görür bil Perdelerin arasından

Sen ise göremezsin O’nu Belki O olursan görebilirsin

Burada Müslim’de yer alan cO'nu görmesen de O seni görür’ ha­disine işaret vardır.

‘Sen görmesen de O’nu’

Hatta görmemiş olsan bile

Kim bu hükme sahipse Dediğim gibiyse, görür O’nu

Zatım O’nun mazharı Dilersen ‘manzarası’ de

 Varlığımda bulununca                                                        ~

Ben O’nun makberi olabildim

Varlığın sahibi geldi de İzhar edeyim ben O’nu diye .

Ariflerin kalpleri Hakkın kabirleri olduğu kadar onların bedenleri tecelli ettiği yerlerdir. Allah Teâlâ kendisi hakkındaki marifetin mahalli ol­maları itibarıyla kullarının kalplerinde bulunur. Sonra kulları O’nun saygınlığına riayet etmez, belirlediği sınırlarda durmazlarsa Allah Teâlâ kalplerde ‘kabirdeki bir ölü’ gibi durur. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ’nın kalplerde hükmü ve tesiri olmaz. Buna mukabil insanlara karşı Hakkı perdeleyen örtü ve kilit olması itibarıyla kabrin O’nun üzerinde hük­mü olur. Aynı durum tabiatın hükmü için geçerlidir: Tabiat şeriata aykırı bir şekilde ortaya çıktığında, şeriat insan tabiatında ölmüş sayı­lır. Hakk (ve hakikat) da rüyada böyle zuhur eder: Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’i bir rüyada İşbiliyye Camiinin duvarlarında ölmüş olarak görmüştüm. Caminin yeri hakkında bir soruşturma yaptığımda, yerin zorla alınmış olduğunu öğrendim. Anladım ki rüyada gördüğüm, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şeriatının orada ölmüş olmasıydı, çünkü orası şerî ölçüye göre istimlâk edilmemişti. Hakk gafil insanların kalplerinde ölmüş ve defnedilmiştir ve o kalplerde Hakk sanki onlarda yokmuş gibi bulunur. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’’

TÖVBE -GÜNAHTAN İTAATE DÖNMEKMERTEBESİ

et-Tevvab İlahi İsmi

Dikkat edin! Tövbe dönmek demek Tövbe ederek hakikate dön ve yönel

Bir yerde birine tabi olursan Tabi olduğun durumda kalırsın

Zuhur bir şekilde O’na ait ise Bir açıdan da gizlenme O’na aittir

Bizden O’na doğru olan yönlerde hareket O’ndan bize ait olan ikamet ve sükûn

Benden başka bir yardımcı yok O’na Dilerse yardım eder ve destek olur

Bu mertebenin sahibi Abduttevvab diye isimlendirilir. Tövbe edenler bu mertebeden tövbe eder. İlk dönüş O’na aittir. Sonra dön­sünler diye Allah Teâlâ kullarına ‘döner’. Binaenaleyh Allah Teâlâ kullara ancak onlar kendisine dönsün diye döner. Hakkın sebep olduğu her iş mut­laka gerçekleşmiş demekken Allah Teâlâ hakkında kullanılan her umut ifade­si ‘vaki’ anlamındadır. Bu itibarla ilk dönüş Allah Teâlâ’nın kula dönmesidir ve bu dönüşte kula kendisine dönüş imkânı ihsan eder. Kul tövbe ederek Hakka döndüğünde, birinci dönüşün ardından Hakk tekrar kula döner; ikinci dönüş ‘kabul’ maksadı taşır. Allah Teâlâ kullarının günahlarını kabul etmezken tövbe ve itaatleri kabul eder ki, bu da O’nun kullarına rahmetinin bir neticesidir. Allah Teâlâ günahları kabul etmiş olsaydı, itaatler O’nun katında bulunduğu kadar günahlar da şahidik mertebesinde O’nun katında bulunurdu. Hâlbuki Allah Teâlâ kullarından ancak kabul ettiklerini görür. O ise ancak itaaderi kabul eder. Dolayısıyla kulların­dan kendi katında sevimli ve güzel sayılanları kabul ederken günah­lardan yüz çevirir, onları kabul etmez. Günahkâr günahını Allah Teâlâ’ya yaklaşmak maksadıyla işlememiştir; O’na yaklaşmak maksadıyla işle­miş olsaydı, bu davranış, bilgisizlik, Allah Teâlâ’ya karşı iftira ve açık bir küfür olurdu. Allah Teâlâ kendi katında şahidik ve müşahede mertebesinde bulunmasınlar diye, günahları kabul etmez. Bu itibarla ilâhî divanda kul meleklerin önünde yaptığı kötülüklerle ilgili hesaba çekilir. Allah Teâlâ kulun hesaba çekilmesini emrettiğinde, divan sahibi meleklere günah­larının silinmesini emreder. ‘Allah Teâlâ güzeldir ve ancak güzeli kabul eder.’ Her insanın da yapıp işlediği güzel bir işinin olması gerekir, çünkü her insan, -hangi tarzda olursa olsungüzel ahlaka sahipken güzel ahlak bütünüyle Allah Teâlâ katindadır. Bu itibarla her kulun O’nun katında şefaatçisinin olması gerekir. Divandakiler hesabı tamamladık­larında, kullar üzerinde onların bir otoritesi yoktur. Emredilen işleri yerine getirdiklerinde, işlerini bitirirler ve emir Allah Teâlâ’ya döner. Nite­kim ‘Bütün emir/iş O’na döner’17* buyurur. Kul rabbinin katında ancak O’nun kabul ettiğini bulur ve katında bulunan işler nedeniyle O’na şükreder. Allah Teâlâ da kula kerem gösterir, onu nimetlendirir. Kul şöyle der: ‘Rabbim! Bana ikram et!’ Bu esnada kul, Allah Teâlâ’nın katında kendi­sinden kabul edip de onun üzerinde bulunduğu güzel ahlaktan başka bir şey bulunup bulunmadığını bilmez. Bu nedenle kul hangi yerde bulunursa bulunsun, o güzel ahlakı Allah Teâlâ katında bulunduğu sürece kul için sabit ve yerleşik bir nimeti olacaktır. O da sürekli Allah Teâlâ katın­da bulunur. Bu nedenle de kul nefsinin hissedeceği bir nimette olacak­tır. Buna mukabil başkası onun azap çektiğini görürken o kişi kendin­de nimet içindedir. Bu durum bu konuyla ilgilidir. Tövbekârın ceza­landırılması söz konusu olduğunda, onu başka bir isim değil, sadece el-Hakim ismi cezalandırır; cezalandırmadığında ise onun hakkında hüküm er-Rahim ismine aittir. Allah Teâlâ ‘Tevvab ve Rahim’dir.’175 Bu ayet bir grup insan hakkında geçerliyken başka bir grup hakkında ‘Tevvab ve Hakim’dif176 geçerlidir. Hepsi Hakkın vekilleridir.

Tövbe/dönüş önce Allah Teâlâ’dan                                     

Bu tövbe kulu tövbekar kılar

Kul tövbe ettiğinde

Hakk tekrar ‘tövbe eder’

Kul Hakkın sıfatına vekil . Hakkın naibi, o

Herkesin hali böyle

Affı talep için tövbe edenlerin hali

Tövbelerin en büyüğü nedir?

Tövbeye tövbedir

Tövbe ettiğinde ise sen

Fiil sahibi olmaktan yüzünü çevir                                        ,

. Hakkı bulursun işte o zaman . Versin diye talep edersin O’ndan

Tövbesi sahih ve geçerli bir kul, Allah Teâlâ’nın kendisine -kul tövbe et­sin diye değilcürüm işlesin diye döndüğü kuldur! Sen de kerem göstermek üzere affedersin. Bu sayede suç işleyeni bağışlamak üzere kendisine dönmen bir karşılık ve ceza olmaz. Buna mukabil senin bağışlamanla birlikte kendisine dönen ve pişman olan bizzat suçlugünahkâr olur. Suçlu-günahkârın tövbesi ve pişmanlığı olmaksızın, sen bağışlamaz ve mağfiret etmemişsen ikinci dönüşteki ihsan ve minnet nerededir? Allah Teâlâ’nın dönüşü birinci dönüş gibi ihsan ve lütuf dönüşü olmalıdır. Bu durum ‘Sonra onlara döner177 ayetinde ifade edilir. Yani onlar tövbe etsin diye kendilerine döner. Bu birinci tövbe bir ihsan tövbesidir. Allah Teâlâ tövbelerinin ardından mağfiret etmek üzere kullarına döndüğünde, bu ‘tövbe’ bir karşılık ve cezadır ve İlâhî ihsan bunda uzak bir yorumla bulunabilir. Bu yorumda kul tövbe ederken tövbesini sağlayan ilk İlâhî tövbeye dönmüş demektir. İhsan tövbesi ceza tövbesinden kolaydır. Bu tövbe sadece nimet olsun diye veren elMuhsin’in ve el-Vahid’in dönüşüdür. el-Muhsin alda ve şeriata göre zorunlu bir neden olmaksızın sadece nimet vermek üzere ihsan eden el-Cevâd’dır. .

Güzel ahlakla ahlaklanmak isteyenlere bu kadar işaret ve açıklama yeterlidir! Allah Teâlâ keremi nedeniyle kendi üzerine rahmeti yazmıştır. Mutlak kerem sahibi kötülüğe iyilikle karşılık verendir, çünkü ihsan eden ihsanı ihsanla alandır. Bu durumda ihsan edenin fazileti ve er­demi ortaya çıkmaz:‘İhsan edenler üzerinde bir yol yoktur.’178 Bunu anla ve hakikatine ulaş ki, gerçeğe eresin! ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’             .              .              .

AF MERTEBESİ

el-Afuvv İlahi İsmi

Suçluyu affettim! Bu affımız sürekli

Kolay bir iştir bize evine yerleşmek isteriz affetmekle

Oraya yerleşince dedi ki: Kim o? Dedim ki:

Komşunun komşusunu ağırlaması gerekir

Miskin komşunun hakkını yerine getirmekten aciz kalırsa Kendi evinde kalır

Orada kaim olunca, koruma gerçekleşmiştir Onu korur, sıkıntı vermez kendisine

Sanki onun için dolunay gibidir On beşinci gecede doğmuş bir ay gibi

Bu mertebenin sahibi Abdulafuvv diye isimlendirilir. Allah Teâlâ ‘Hiç kuşkusuz Allah Teâlâ A/uvv ve Gafur’dur’179 buyurur. Bu mertebe iki zıddı birleştirmesi nedeniyle celal mertebesine benzerken bu mertebe de az ve çoğa aynı anda delalet eder. Nitekim kelimenin dildeki ilk kullanı­mı bu zıtlığı bildirir. Celîl kelimesinin anlamı azametli ve değersizi birleştirir. Hakkın mertebesinde ‘afuvv5 kanaate benzer: Kanaat bir artış olmaksızın var olanla yetinmek anlamına gelirken fazla ihtiyaca ilave demektir. İlahi mertebenin afuvv niteliğiyle nitelenmiş olması gerekli olanı vermesi demektir ve cömert ve hikmet sahibi olması nedeniyle bu dunun kaçınılmazdır. Allah Teâlâ bir sınırlama olmayacak şekilde ihsan edici ve nimet verici olması itibarıyla ise verdiklerini artırır. Bu esnada yetinmeye yol açacak şekilde ihtiyâçlar daraltmayı gerektirmez. O halde atâ, yani nimetlendirmek üzere vermek Hakkın cömerdik niteliğiyle vermesidir. İlletler ve âmiller kendisinde etkili olmayacağı gibi Hakk da verirken bıkmaz. Sahih bir hadiste şöyle deni­lir: ‘Allah Teâlâ siz bıkıncaya kadar bıkmaz. Siz bıraktığınızda O da bırakır.’ Dilekten sonra verip malını harcayan, ‘karşılık’ olarak vermiş demek­ken şükredilsin diye veren ise hiç kuşkusuz hayrı kendisine dönecek bir nedenle vermiş demektir. Şükürden sonra veren ise ‘uygun bir karşılık’ olarak vermiştir. Bütün bu sınırlamaları ajuvv mertebesi izhar ederken bu mertebede sınırlamanın bulunmadığı mudaklığı da ajuvv mertebesi izhar eder. Bu nedenle kelime, az ile çok hakkında kullanıla­bilir. Bu itibarla sakalı kısaltmak anlamındaki i’jau’l-lihye tabiri bu kelimeden türetilmiştir. İnsanlar sakalın kısaltılması hakkında şeriatın bu lafızla neyi kastettiğinde görüş ayrılığına düşmüşlerdir: Acaba şeriat bıyık gibi kısaltılmaksızın sakalın uzatılmasını mı kastetmiştir? Sakal kısaltılmazsa uzar. Başka bir hadiste geçmesi nedeniyle de saka­lın biraz kısaltılması da kastedilmiş olabilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Bıyığı ve sakalı kısaltınız’ demiştir. Bıyıkların kısaltılması makasla alınmaları demektir. Belki sakalın kısaltılması -bütünüyle kesilmedenuçlarından alınması demektir. Bu hükümden ‘De ki Allah Teâlâ’nın ziynetini haram kılan kimdir?’180 ayetinde geçen İlâhî ziyneti anlayan sakalına bakar: Süs sakalın uzatılıp hiçbir kısmının kesilmemesindeyse, sakalını bırakır; sakaldan bir miktar almakla süs ve ziynet ortaya çıkacaksa -ki bu saye­de sakal yüzle orantılı ve yüzü süsleyecek bir şekilde ortaya çıkarsakalını bir miktar keser. Hadiste Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in sakalının uçlarını aldığı zikredilir. Böylece sakalda afuvv’un azlık veya çokluk anlamına mı geldiği ortaya çıkmıştır:

Günahları cezalandırmaya gelirsek, Allah Teâlâ ‘0 çoğunu affeder (afuvv)’181 der. Buna mukabil azı cezalandırır. Ayette afuvv cezalan­dırmanın gerektirdiğini gösterir, fakat azlıkta olmalıdır. Azlık müdde­tin kısalığı bakımından zamana işaret edebilir. Bu durumda Allah Teâlâ mağfiret eder, nimet vermek üzere günahkâr Müslümandan elemi kaldırır. Bazen hâl ile meydana gelir ve daha şiddetli elemlere göre acıları hafifler. Dikenin ayağa batması nerede, yılanın ısırması nerede? Her biri de acı verse bile, iki acı arasında bir ilişki yoktur. Az acı var­dır, çok acı vardır. Azabı Hakk edenler -ki onlar kendilerine ayrışın diye emir verilen ve ayrılan günahkârlardırCehennemlik olanlardır. Onlar -kendi düşüncelerinden olmaksızınAllah Teâlâ’ya şirk koşan kimselerdir. Onların el-Afuvv isminin tecellisine mazhar olmaları, bulundukları zamanda gerçekleşir, çünkü cezalandırma zamanı sınırlıdır. Bu vakit ortadan kalktığında ise bitimli olmayan zamanın hükmü onların üze­rinde kalır. Onların azap çekme zamanları işinin kendisine döndüğü bu zamana göre kısadır.

Binaenaleyh Allah Teâlâ azabı az vermek itibarıyla el-Afuvv iken mağfi­reti ve bağışlamayı çok yapması bakımından da el-Afuvv’dur. Çünkü Allah Teâlâ bize bağışlamayı ve affetmeyi emretmiştir. Başka bir ifadeyle bize karşı suç işleyenleri bağışlamamız, onları affetmemiz ve hatalarını görmezden gelmemiz bize emredilmiştir. Hal böyleyken Allah Teâlâ böyle bir niteliğe bizden daha layıktır. Bu nedenle affedenlerin ecri Allah Teâlâ’ya kalmıştır, çünkü O Afuvv ve Gafur’dur. Allah Teâlâ’nın mağfireti ne tövbeye ne salih amele bitişmiş, bunun yerine ‘De ki, ey kendilerine karşı haddi aşan kullarım! Allah Teâlâ’nın rahmetinden ümit kesmeyin, Allah Teâlâ bütün günahları bağışlar, O Gafur ve Rahim’dir182 denilmiştir. Burada mübalağa kipi kullanmış, herhangi bir israfı ve haddi aşmayı belirlemediği gibi her­hangi bir yeri de belirlememiştir. O halde İlâhî rahmet ve mağfiretin kendine karşı haddi aşan herkesi kuşatması kaçınılmazdır. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

RE'FET MERTEBESİ

er-Raûf İlahi İsmi

Raûftur, Rahim’dir, cezalandırmaz kulları Umutla O’na gelen ve korkan kulları

Gafletle işledikleri günahlarını Ahiret olsaydı zorlayıcı olarak gelirlerdi

Affetmek istersen cezalandırma onu Dilenerek ve boynunu büküp geleni

İstekten müstağni kişi gelmiştir                                       

Bu nedenle onu dilenci olarak görür

Muhtaçlığımız nedeniyle bizden aza razı olur Affedici olması nedeniyle O’ndan dolayı zenginleşiriz

Bu mertebenin sahibi Abdurraûfdur. Allah Teâlâ kulu Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’i ‘Müminlere karşı raûf ve rahim183 diye nitelemiştir. Ayette bu niteliği imanla sınırlamışken, imanı herhangi bir şeye iman etmek diye sınırlamamıştır. Demek ki bu sınırlama mutlaklıktaki bir sınırlamadır. Allah Teâlâ iman sahibinin hakka ve bâtıla iman edebileceğini buyurur. Hakka iman etmekle ilgili olarak ‘Ey iman edenler! Allah Teâlâ’ya ve Peygambe­rine iman ediniz184 der. Burada söylediklerini söylemiş, onları mümin diye isimlendirmiştir. Ayette kastedilenler, ancak bâtıla iman edenler­dir. Buna mukabil Allah Teâlâ onlara Allah Teâlâ’ya -ki O haktırve peygamberine, peygambere indirmiş olduğu kitap ile önceki peygamberlere indirdiği kitaplara iman etmelerini emretmiştir. Bu durum ayette kastedilenle­rin yalnızca ehl-i kitap olmadığını gösterir, çünkü Allah Teâlâ onlara daha önceden indirilen kitaba iman etmelerini de emretmiştir. Hâlbuki ehl­

i    kitabın âlimleri kitaba iman eden kimselerdi. Allah Teâlâ burada inkârı sınırlamış, hâlbuki imanı sınırlamamış, ‘Allah Teâlâ’yı inkâr eden185 buyur­muştur. Böylece zikirde kuluna iman etmeyi emrettiği hususta sınır­lamış, küfrü ise imanda olduğu gibi mutlak ve genel zikretmemiş, ‘ey iman edenler’ ayetinde onları nitelemiştir. Onlar bâtıla iman etmiş olanlardır, çünkü Allah Teâlâ’ya iman edene ‘Allah Teâlâ’ya iman edin’ denilmez; o zaten Allah Teâlâ’ya iman ederek mümin olmuştur. Gerçi ayette Allah Teâlâ’ya yak­laşma amacıyla özel peygamberin sözü nedeniyle O’na iman etmek de yorum dâhilinde kabul edilebilir. Bununla birlikte bu konuda işin doğrusu ve hakikati vardığımız görüştür. Bilhassa Hakk ‘iman’ sözünü bâtıla iman edenler için kullandığı gibi küfür sözünü de tağutu inkâr edenler hakkında kullanmıştır.

Bilmelisin ki, kalplerde re’fet, cezbe ve ilgiye benzer. Kelime ıslah etmek ve yumuşamak anlamından türetilmiştir. Bu itibarla ilâhî re’fet kullara rahmet ve yumuşaklık göstermek demektir ve bu nedenle de -bütün cezalarda değilbelirli bir cezayı uygulamada yumuşaklık gös­termek insanlara yasaklanmıştır. Söz konusu ceza zina eden bekâr erkek ve kadın veya haklarında cezayı birleştirenlere göre dulla ilgili­dir. Âlimlerin çoğu bu görüşten farklı düşünür. Burada ‘Sizi engelleme­sin’186, ifadesiyle görevlilere hitap edilir. ‘Allah Teâlâ’nın dininde onlara karşı merhamet!’187 Allah Teâlâ’nın dini burada ceza demektir. Sonra şöyle der:

Allah Teâlâ’ya iman etmiş iseniz...>m Burada tahsis eder, çünkü bâtıla iman edenler de vardır. ‘Ve ahiret gününe...’189 Allah Teâlâ’nın ahiret gününde ceza­ları uygulamasına işaret edilir. Allah Teâlâ adeta görevlilere ve yöneticilere şöyle der: ‘Dünyada şahiderin huzurlarında mahcup olmazdan önce kullarımı temizleyiniz!’ Bu nedenle onlar için ‘Müminlerden bir grup onlara şahit olsun190 der. Allah Teâlâ ahirette o insanların cezalandırılmasının şahitlerin önünde gerçekleşeceğine dikkat çeker. Bu durumda mahcu­biyet daha artar. Demek ki dünyada cezaların tatbiki daha gizlidir. Valinin cezayı uygulama emri hırsız hakkında bir ibret olduğu gibi onlar hakkında da bir ibrettir. Allah Teâlâ ‘İtikâfa girenler ve tavaf yapanlar için evimi temizle’191 der. Haddi uygulamak da böyledir. Haddi uygu­lamak bir ibret olmadığında temizlik sayılırken ibret olduğunda ken­disinde temizlik anlamının bulunması kaçınılmazdır. Çünkü suçlu insan dünyada cezalandırıldığı ölçüde (temizlenerek) ahiretteki cezası düşer. Zâniden ‘ibret olmak’ hali düşer, fakat hırsızdan düşmez. Hır­sızın eli kesilir, çaldığına karşılık engelli olarak kalır. Onun çaldığı başkasının malıdır. Elinin kesilmesi ise geleceğe matuf bir engelleme ve zorlamadır. Başkasının hakkı da onun üzerinde kalmıştır ve bu nedenle Şâri bu cezayı ibret kılmıştır. İbret kayıt demektir ve eli ke­silmişken sürekli kayıt altındadır. Buna mukabil Şâri, zina edenin cezasında böyle bir şey yapmamıştır. Bir rivayette şöyle denilir: ‘Hü­kümde dile getirilmemiş hususlar afiyettir.’ Yani silinmiştir, bir tesiri olmadığı gibi bu konuda cezalandırma da yoktur. Çünkü Allah Teâlâ insan­lara kitabında ve peygamberinin dilinde kendilerine indirmiş olduğu hükümleri beyan etmiştir.

İMAMET MERTEBESİ

el-Vali İlahi İsmi

imam vali demek kinaye değil bu söz Çünkü ben bana benden görüneni biliyorum

Benim söylediğim bu sözü söylüyorum Bulunduğum her halde; kinayesizce

Bü mertebenin sahibi Abdulvali ve Abdulveli diye isimlendirilir. Abdulvali işleri kendi başına yürüten demektir. Verdiği emirle bir başkası işleri yürütürse, böyle biri vali veya imam değildir. Vali ve imam valilik göreviyle atanmış kimsedir. Vali diye isimlendirilmesinin nedeni de -ihmal olmaksızınişleri yönetmesidir. Başka bir ifadeyle yönetme görevini üstlendiği herhangi bir işte ihmalkârlık göstermez. Görevi yerine getirmezse vali değildir. Öyle bir insan arzusuyla hü­küm verendir ve onun hakkında ‘Hevaya uyma, seni Allah Teâlâ’nın yolundan saptırır192 denilir. Binaenaleyh valinin nefesleri, hareket ve tasarrufları sınırlıdır. Bu itibarla vali her durumda hayır işindedir ve böyle olmak zorundadır, çünkü sürekli yaratandır. Bu nedenle onu ancak fazilet, nimedendirme ve temizlemek amacıyla cezayı uygulamada görürsün. Temizlemek bir hayırdır, çünkü gerçekte vali Allah Teâlâ’dır. Valilik için görevlendirilen kişi ise Allah Teâlâ’nın hükmüne ve gösterdiği hakikate göre hüküm verir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, bize bildirmek üzere, bir duasında şöyle der: ‘Bütün hayır senin ellerindedir.’ Allah Teâlâ ancak hayrı yönettiği gibi hayrı emreder. Cezalandırırken ve ödüllendirirken O’ndan ancak hayır meydana gelir. Ardından şöyle der: ‘Kötülük sana ulaşamaz!’ Vali kötü bir iş meydana getirmez; hatta kötülük ulaşamayacağı için kötü bir iş de yapmaz. Demek ki vali Hakkın görevlendirdiği kişi olduğunda kötülük kendisine ulaşamaz. Hakkın görevlendirmesini göz ardı edip arzusuna göre hüküm verdiğinde, Allah Teâlâ’nın yolundan sapar ve hesap gününü unutmasının karşılığında şiddetli azap görür, İlâhî hüküm divânı kendisini hesaba çeker ve cezalandırır. Bu itibarla şaki, yani bedbaht, temizlenmesi ahiret yurduna tehir edilen demek­ken saîd, yani Mutlu insan ise dünyada temizlenen kimsedir. Böyle biri ya tövbe ederek veya insafla veya dünyada ona verilen cezayla temizlenir ve üzerinde Hakk bulunmadan ahirete gider. Bazen dünya üzerinde yürürken de üzerinde günah bulunmaz. Bunun nedeni Allah Teâlâ’nın onu sürekli sınaması ve bu sınamaların onun kefaretine dönüş­mesidir.

Hakkın valisi kim?

Bütün iyilikleri tek tarzda yöneten kişi

Bir işten ayrılmaz o

Başka bir işe geçmek üzere hükümsüz

Hüküm verirken nuru vardır Geceleyin dolunayın nuruna benzer

İstekleri çoğalıp karartınca ortalığı Hüküm vermek üzere felak gibi gelir

Karanlığı senden açar gider Sen karanlığın açıldığını görürsün

Başka bir şiirde şunları söyledik:

Allah Teâlâ’ya sığıntn, felak’ın rabbine Gece basan karanlığın şerrinden

O bize döner her vakit Şafak vakti bize yöneldiği gibi

Karanlık bastığında geceleyin Ay yükselir ve ortaya çıkar

O gün zatlarınızda yolculuk edersiniz Beni müşahede ederken derece derece

Yarattığı nedeniyle Allah Teâlâ’ya hamdolsun Bizi önce su sonra nutfe olarak yarattı

Yaratılmışların en yaratılmışıyım Mudğa halinde sonra alak’a çevirdi

Onun vesilesiyle bizi var etti

Bize tahsis ettiği bütün sevgiyi de öyle yarattı

Aziz dostum! Sana tavsiyede bulundum, dinde aşırıya gitme ve Allah Teâlâ hakkında doğrudan başka söz söyleme, yaratıkları hakkında da sadece doğruyu söyle! Çünkü bir insan olmak bakımından sen yara­tılmışlar üzerinde valisin.            .

Bir işi yönetirken                             :

Onda hakkıyla bulun

Hakikatli vali olan kişi Doğruluk oturağındadır

Onu hakikat üzere görürsün Hakk ile halk arasında hükmederken

Bir mertebe ki kulak verir herkes                                            , :

• ' i ' . .

Akıl ve söz sahibi herkes

Fena nedeniyle fani olmuş Beka nedeniyle baki

Fani olduğunda çıkar gelir Zıddın hükmü baki kılar onu

Allah Teâlâ, dostu Hz. İbrahim’e ‘Şeni insanlar için imam kıldım193 buyu­rurken talebi olmaksızın onu imam kılmıştır. Buradan Hz. İbrahim’in hiçbir şekilde zalim olmadığını anladık, çünkü imamlık Allah Teâlâ’nın ona verdiği bir lütuf ve ahitti. Hz. İbrahim Rabbine ‘Zürriyetimden de194 demiş, Allah Teâlâ ise ‘Zalimler benim ahdime ulaşamaz195 diye karşılık ver­miştir. Allah Teâlâ bize Hz. İbrahim’in dinine uymayı emretmiştir. Bunun


nedeni masumiyetin o dine bitişmiş olmasıdır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem komu­tan olmak isteyenin kendi haline bırakılacağını, isteği olmaksızın ko­mutanlığın verildiği kişiye de yardım edileceğini, Allah Teâlâ’nın onu destek­leyecek bir melek göndereceğini söylemiştir; melek teklif âleminde meşru hükümlerde hatadan korunmuştur. Hz. İbrahim hanif, yani Hakka yönelen ve her işinde O’na teslim olan ve boyun eğen birisiydi. O bulunduğu her yerde hayrı işleyen birisiydi.

Bana şöyle denildi: ‘Kâmil insan, İlâhî isimler arasında hüküm ve­rendir.’ Kâmil vali hasımlaştıklarında Mele-i a’lâ arasında da hüküm veren insan olduğu gibi İlâhî isimler arasında hakikate göre hüküm verir. Bu nedenle melekler Adem’e secde etmekle memur oldular, çünkü itiraz aslmda hasımlaşmak demektir ve hasım ise güçlüdür. İmamet ve halifelik Hz. Âdem’e verilip melekler ona secde ettiğinde, yaratılışı nedeniyle kibre kapılarak kendi mertebesinin üstün olduğu­nu ileri süren İblis saygısızlığıyla cezalandırılmıştır. İblis öncelikle kendini bilmemişken başkasını hiç bilememiştir. Hiç kuşkusuz ki bu makam, mertebenin yüksekliği nedeniyle övünme ve böbürlenmeye yol açar. Övünme ve böbürlenme ise Allah Teâlâ sebebiyle bile olduğunda çetin bir hastalıktır. Allah Teâlâ o hastalık için şifa verici bir ilaç indirmiş, imama Kâbe’ye secdeyi emretmiştir. İmam bu ilacı içtiğinde, kendini beğenme hastalığından kurtulur ve Allah Teâlâ’nın dilediğini yapan olduğunu bilir. Anlar ki, Allah Teâlâ onu meleklerin önüne mertebesinin üstünlüğü nedeniyle kendisine vermiş olduğu bir nitelikle geçirmemiş, kendisine itiraz eden meleklere edep öğretmek amacıyla böyle yapmış, kendisi ise bir beşer olarak kalmayı sürdürmüştür. Bunun yanı sıra Kâbe’ye secde ederken de onun kendisinden üstün olmadığını da öğrenir: Kâbe’ye secde etmek insanın mertebesinden kaynaklanan hastalığı tedavi eden bir ilaçtır. Binaenaleyh Allah Teâlâ kendisinde hastalık gelmez­den önce Âdem’in sağlığını korumuştur. Nitekim tıbbın bir yönü de sağlığın korunmasıdır. Bu itibarla sağlığın korunması bir yerde hasta­lığa karşı önlem almak demektir. Çünkü Hz. Âdem hastalığa elverişli bir göreve getirilmiştir. Böylece Âdem Kâbe’ye secde ederken merte­be itibarıyla ondan üstün olduğunu bildiği gibi meleklerin de kendisi­ne -onlardan üstün olduğu için değilAllah Teâlâ’nın emri nedeniyle secde ettiklerini de bilir. Allah Teâlâ bu emri meleklere onları sıkıntıya düşürecek bir durumun ortaya çıkmasına karşılık onlara olan inayetiyle vermiş­tir. Melekler itiraz ederken hayrı amaçladıkları için Allah Teâlâ hastalıklarına karşı ilacı süratle terkip ederek onlara inayet göstermiştir. İlaç, Hz. Âdem’in onlara İlâhî isimleri öğretip meleklere ona secde etmelerinin emredilmesidir. ‘Herkesin belli bir makamı vardır.’ Meleklere secde emredilmiş, onlar da emre uymuş, sürade emri yerine getirmişler, Allah Teâlâ da onları ‘verdiği emirlerde Allah Teâlâ’ya asi olmazlar, emredileni yapar­lar196 diyerek övmüştür. Buna mukabil Adem’e ise yasak koymuş, o ise yasağa karşı gelmiştir. Şair şöyle der:

Taşkınlık yapan kınayıcı olarak taşkınlık etmez

Rabbi onu seçer, tövbe eder ve doğru yolu bulur

CEM'MERTEBESİ

el-Cami İlahi İsmi

Cem’ vücûd (varlık, bulmak) demek Cem’de ayrılık ve bölünme yok

Ayrılık nerede?

İttifakın olduğu şeyde -

Bizde hüküm vermek O’na ait Varlığımızdaki hüküm O’nun

O’nun üzerinde biz hüküm veririz O’nun tasarrufu mutlaktır

Mertebenin sahibi Abdulcami diye isimlendirilir. Allah Teâlâ ‘İnsanları kuşku bulunmayan günde toplayandır (cami')’197 der. Bunun yanı sıra Allah Teâlâ âlem hakkındaki bilgisiyle kendisi hakkındaki bilgiyi de kendin­de cem’ eder ve toplar ve bu sayede âlem Hakkın suretinde ortaya çıkar. Bu nedenle Hakkın varlığın ta kendisi olduğunu söyledik. Allah Teâlâ bütün âlemi bu mertebeden kendi hamdini tespih etmek ve O’na secde etmek özelliğinde birleştirir ve toplar; bunun istisnası azabı Hakk eden insanların çoğunluğudur. Onlar gayr-i meşru bir tarzda Allah Teâlâ’ya secde ederlerken Allah Teâlâ gerçekte (manada) kendisine secde etmiş olsa bile böyle birini cezalandırır. Bunu anlamalısın!

Bu mertebeden ‘cinslerin cinsi’ ortaya çıkar: Cinslerin cinsi ma­lum (bilinen), sonra zikredilen, sonra şeydir. Binaenaleyh cinslerin cinsi, hiçbir bilinenin dışında kalmadığı en genel cinstir: Bu itibarla ne halk, ne Hakk, ne mümkün, ne vacip, ne muhal onun dışındadır. Sonra en genel cins bu türlere doğru bölünür ve ayrışır. Başka bir ifadeyle üzerindeki için tür, altındaki için cins diye ayrılır. Böylece son türe varıncaya kadar gider. Son türün ardından niteliklerinin dışında başka bir tür yoktur. Burada ise bireylerin varlıkları ortaya çıkar. Bü­tün bunlar cem’ demektir ve hepsi bu mertebedendir. Cem’in en azı iki ve daha fazlasıdır. Varlık cem’ ve çoklukla meydana gelmeseydi, isimlerin, sıfatların, nispederin, izafetlerin ve sayının hükmü ve çoklu­ğu ortaya çıkmazdı. Bununla birlikte mutlak birlik her çokluğa eşlik eder. Binaenaleyh birde çokluğun bulunması kaçınılmaz olduğu gibi çoklukta da birin bulunması kaçınılmazdır: Her birisi arkadaşıyla beraberdir.

Allah Teâlâ bu mertebeden ‘Bulunduğunuz her yerde O sizinle beraber­dir198 der. Beraberlik musahebet ve eşlik etmek demektir ve o da çok­luktur. Başka bir ayette ‘Üç kişilik bir topluluk yoktur ki dördüncüsü O olmasın veya dört veya beş kişi199 denilir. Ayette ‘az’ derken bir, çok derken sonsuza kadar giden sayılar kastedilir. Bir kişi varsa Allah Teâlâ İkin­cisidir, çünkü Allah Teâlâ onunla beraberdir. Bu durumda çokluk O’nunla ortaya çıkar. Bu itibarla Allah Teâlâ el-Cami’dir (toplayan ve çoğaltan). Sonra Allah Teâlâ bire eklenen her sayıyla o sayının lafzı olmaksızın bera­berdir. Yani Allah Teâlâ için ‘üç kişinin üçüncüsü’ denilemez; hâlbuki ‘iki­nin üçüncüsü’, ‘üçün dördüncüsü’, ‘dördün beşincisi’ denilebilir. Çün­kü Allah Teâlâ herhangi bir şekilde izafe edildiği kimselerle aynı cinsten değildir. ‘O’nun benzeri bir şey yoktur ve O duyan ve görendir200

Bu mertebe cem’ hakkında süreklilik sahibidir ve ancak birleştirici ve çoğaltıcı olarak anlaşılabilir. Bu nedenle bu mertebenin yegâne tesiri cem’dir (çoğaltmak ve toplamak). Ayrışan da ancak cem’ olmak üzere ayrışır. Daha önce delilin medlûle zıt olduğunu öğrenmiştin. Delili kullanan kişinin -ki delili inceleyendirkendisinde ve kendisiyle beraber olduğunda, delillendirilenle beraber olmaz. Allah Teâlâ hakkındaki delilin kendi nefsin ve âlemdir. Ayette ‘Onlara ayetlerimizi gösterece­ğiz201 denilir. Bize delil olduklarını göstereceğiz demektir. ‘Ufuklarda ve nefislerinde...’202 Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Kendini bilen Rabbini bilir.’ Allah Teâlâ seni kendine delil kılmıştır. Senin kendinle cem’ halin ve farkın ise kendinle cem’ olmuş iken ondandır. Sonra Allah Teâlâ Ebu Yezid’e şöyle der: ‘Kendini terk et ve gel!’ Kendinden ayrılmış olman O’nunla cem’ olmak maksadı taşır. O’na olan delili incelemediğin sürece O’nunla bir olamazsın. Delile baktığında O’nunla cem’ oldu­ğunu öğrenirsin, çünkü O senin görmen ve duymandır! Sen de O’nu talep ederken O’nunla birsin. Her kim talep ederse, O’nunla bir iken talep etmiştir. O kendini seninle cem’ edendir, çünkü O seni sever. Bu durum eldekini talebin halleri arasında en garip olandır.

Hal oyun oynar durur

» '

Bizim onda bir yolumuz var

O bizim meydanımız

Onda eğlenir ve oynarız.

Gelinler nikahlanır onunla

İçeriz ve eğleniriz

İşi yapışına bakınız!

Ondan haz alın

Bir talebimiz yok bizim

O’nun bizde talebi var

Sürekli olan iş Hakkın âlemle beraber olmasıdır. Bu nedenle var­lıkta ve yoklukta cem’ (toplam, çokluk) süreklidir. Allah Teâlâ yokluğu halinde mümkünle beraber olduğu gibi var olurken de onunla bera­berdir. Binaenaleyh bulunduğumuz her yerde Allah Teâlâ bizimledir. De­mek ki tevhid, var olmayan akledilir bir iştir (birlik dışta değil, akılda­dır). Çokluk, yani cem’ ise hem mevcut hem akıldadır. ‘Erkeklerin kadınlar üzerinde bir derecesi vardır.’ Bu derece varlık derecesidir. Allah Teâlâ’nın muradı mutlak birlik ve tevhit olsaydı, âlemi yaratmazdı. Alemi var ederken kendisine ortak koşulacağını biliyordu. Sonra âle­me kendini birlemeyi emretmiştir. Allah Teâlâ’ya dönen iş O’nun kendi fiillidir. Hiç kuşkusuz Allah Teâlâ vardı ve kendisiyle beraber varlıkla nitelenmiş hiçbir şey yoktu. Demek ki Allah Teâlâ ‘şirk’ âdetini ilk çıkartandır! Çünkü Allah Teâlâ âlemi varlıkta kendine ortak kılmıştır. Alem gözünü açtığında, varlıkta kendisine ortak görmüştür. Bunun anlamı âlemin tevhide bir zevkinin bulunmadığıdır. Böyleyken tevhidi nasıl bilebilir ki? Aleme ‘Yaratıcım birle’ denildiğinde, bu hitabı anlamamış, hitap tekrarlan­mış, pekiştirilmiş ve ‘sen Bir’den sudur ettin’ denilmiştir. Alem ise ‘Ne dediğini bilmiyorum, ben ortaklık ve şirkten başka bir şey anlamıyo­rum?’ demiş, şöyle eklemiştir: ‘Kendisiyle aramda münasebetin bu­lunmadığı birinden meydana gelmem mümkün değil! Arada bir bilgi nispeti, kudret nispeti bulunmalıdır. Allah Teâlâ kâdir ise buradan ikinci bir ortaklık anlaşılır. Bu da benim Allah Teâlâ’nın kudretini ve varlığımdaki tesi­rini kabul yeteneğimdir. Öyleyse ben Bir’den sudur etmedim: Bir şeye gücü yeten zat ile O’nun gücünü ve tesirini kabul edenden sudur et­tim. Veya -sebepleri kabul edenlerin görüşüne göreilletin hükmü ve tesiriyle malulün kabul etmesinden ortaya çıktım. Bu nedenle ben varlıkta birliğe ‘zevk’ yoluyla aşina değilim.’

Yaratıcımı birleme arzusuyla hareket ettim

Fakat benim kabiliyetim istediğime engel

Keşke bir müşahede bulunsaydı!

Keşke onu ikame edeni görseydim

Ulaşılması imkânsız bir işe yöneldim ben Onun elde edilmesini adetler engeller

Bakınız! Allah Teâlâ işin çokluk ve cem’ olduğuna, buna mukabil ken­disinin de el-Cami (toplayan) olduğuna ‘Her şeyi çift yarattık203 aye­tinde dikkat çeker. Allah Teâlâ kendisinin bir şey olduğunu bilirken Âdem’i de kendi suretinde yaratmış, onunla birlikte ‘çift’ olmuş, sonra Âdem’den Havva’yı yaratmış, bu sayede Âdem’e yaratılış ilkesini öğ-

                                                                               A                         

retmeyı murat etmiştir. Bunun yanı sıra Adem onun kimi çift yapıp kimin de kendisini çift kıldığını öğrenir. Binaenaleyh yaratılmış oldu­ğu surette Havva’nın yaratılmış olması, Âdem’in çift oluşuna bir şey eklememiştir. Bu çift olma Havva’yı izhar etmiş, Havva bu çift olmak halinden doğan ilk kimse olmuştur. Nitekim Allah Teâlâ da Âdem’i iki eliyle yaratmış, O’nun çift olmasından ise kudret ve kabul eli meydana gel­miş, Âdem onlarla zuhur etmişti.

Bir idi çift oldu Onunla dalgalandı durdu

Toprak unsuru nedeniyle düşük idi                 

Üflemek sayesinde zirveye ulaştı

Beni efendi olarak yerleştirdi ve geldi Elçileri bana bölük bölük

Ey muvahhid! Nereye gidiyorsun? Senin tevhidin şirk koştuğu­nun delilidir. Çünkü tevhid ancak muvahhidden ortaya çıkabilir. Bu durumda muvahhid ve muvahhad, yani birleyen ve birlenen çokluk­tur. O halde varlıkta şirkin bulunması kaçınılmazdır. Demek ki müş­rik güçlü bir dayanağa dayanmıştır ve bu nedenle zatı gereği gazabın biteceği yerde rahmete erecektir. Böylelikle en güçlü olan rahmetin otoritesi ortaya çıkar, çünkü nimet yurdu belirlenmiştir. Şair şöyle der:

Korku vaktinde güven ne tatlı şey

Güvenin tadını ve hazzını güvendeki insan ne bilsin! Onun değe­rini ancak korku vaktinde güven bulan insan anlayabilir. Böyle biri kendine gelen güvenin tadını bulur. Bu nedenle cennet nimeti de dünya nimetleri gibi her nefes yenilenir. Bununla birlikte ahiret haya­tında bu nimetin kendisinde yenilendiği kimse nimeti hissederken, ‘benzerlerin’ yaratılışını müşahede eder. Dünyada benzerlerin yaratılışı müşahede edilemez veya hissedilemez. ‘Onlar yeniden yaratılış hakkında kuşkudadır.’204 O halde cehennem ashabının hazzı, diyarı müşahede ettikleri için pek yücedir. Gülistandaki bir güle şaşılmaz! Şaşılacak olan Hz. İbrahim’de olduğu gibi ateş içindeki bir güldür. O ise ateşin ortasında nimet ve haz alır. Hz. İbrahim ateşin ona ulaşmasından korunmuş ve himaye edilmişti. Bu nedenle düşmanları gözleriyle onu ateş olarak görürken kendisi ateşi -Allah Teâlâ’nın emriyleserin ve esenlikli olarak bulmuştur. Hz. İbrahim’in düşmanlan kendisine bakarken ona hücum edememişlerdir. Bakınız! Cennet nahoş işlerle çevrilmiştir. Allah Teâlâ bunu ehli hakkında nimetin artması için böyle yapmıştır. Çünkü kurtuluş ve başarı nimeti nimetlerin en büyüğüdür.

İnsan nimettensin diye yaratıldı İnsana ancak öğrensin diye gösterdi

Hakkın varlığı halkında Bu varlık bir ikramdır sadece

Azap ile nimetlenir bir grup

Zıddını görmeseydi bunu kabul etmezlerdi

MÜSTAĞNİLİK VE ZENGİNLİK MERTEBESİ

el-Ğani İlahi İsmi

Dikkat edin! el-Ğani zatı gereği zengin olandır

Bütün cemal sıfatlarında da kimseye muhtaç değildir O

Kulun varlığı kendisinden kaynaklanmış olsaydı

Hibelerinin yüceliği nedeniyle mertebeleri de yücelirdi

Fakat Hakkın varlığı onların varlıklarını sildi

İzhar ettiği kelimeler ve hakikatler Allah Teâlâ’ya ait

Bunu diyorum ve sözüm doğrudur, yalan değil!

O’nun ihsanlarından nasiplenmek istedim ben

Hakkı arif olan kişi hürmet eder bana

İfa etmezden önce de ecrini veririm

Bu mertebenin sahibi Abdulğani ve Abdulmuğni diye isimlendiri­lir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ âlemlerden müstağnidir.’205 Başka bir ayette ‘O zengin eden ve fani kılandır206 der. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu mertebeden ‘Zenginlik mal çokluğu değil gönül zenginliğidir’ demiştir. Tacirleri düşün! Ömrü boyunca kendisine, hatta bakmakla yükümlü olduğu insanlara yetecek kadar mala sahip olduğu halde gönül zenginliğine sahip olmayan kimseler görürsün. Gönül zenginliği bir yana, öyle biri son derece muhtaçtır, içindeki boşluğu kapatmak üzere tehlikeli yerle­re gidecek kadar imkânı olsa bundan çekinmezdi. Hâlbuki tacir sürek­li gönül zenginliğinin peşindedir de bunun farkında değildir.

Bilmelisin ki, zenginliğin ilk derecesi var olanla yetinmek ve ona kanaat göstermektir. Bu itibarla gönül zenginliğinden başka bir zen­ginlik yoktur. Başka bir ifadeyle zengin, Allah Teâlâ’nın kendisine gönül zenginliği verdiği kişidir, fazla mala sahip olan değildir. Malı fazla olduğu halde fakirlik insan üzerinde hüküm sahibidir. Öyleyse insan zatı gereği fakirdir, çünkü mümkündür; dolaylı olarak ise zengindir, çünkü üzerinde yaratıldığı suret nedeniyle zengindir. Bu durum insa­na nispetle ortaya çıkan bir haldir. Bununla birlikte insan Hakkın âlemi yaratma maksadıdır. Kâmil olduğunda insanın iki yönü veya yüzü vardır: Birincisi Allah Teâlâ’ya bakan yüzü, diğeri ise âleme bakan yü­züdür. Bu itibarla insan-ı kâmil âleme âlemden müstağni olarak ba­karken Rabbine ise kendisine muhtaç olmakla bakar. Bu iki yön ne­deniyle insanın Allah Teâlâ katında vecîh, yani saygın olamayacağı söylen­miştir, çünkü insan O’nun katında her zaman fakir ve zelildir. Buna mukabil âlemde vecîh ve izzet sahibidir. Rabbi hakkında bilgisi olma­yan hayvan insan ise sürekli âleme muhtaçtır. Bununla birlikte İlâhî gayret, ‘Ey insanlar! Siz Allah Teâlâ’ya muhtaçsınız, Allah Teâlâ zengin ve övülendir207 ayetiyle âleme muhtaçlığı ortadan kaldırmıştır. O halde kendisini ‘âlem’ olarak görürken âlemden müstağnilik tadını tadan kişide bu şartın belirli ölçüde gerçekleşmiş olması gerekir. Başka bir ifadeyle böyle bir insan Allah Teâlâ’nın müstağniliğinden bolca bir nasip elde etmiş­tir. Bununla birlikte kendi hakkındaki en yüce makamdan da perdelenmiştir, çünkü âlem onun tarafından görülürken ondan müstağni kalmakla nitelenir. Müşahede ettiği Hakk olsaydı, âleme bakarken Allah Teâlâ’ya muhtaçlıkla nitelenmiş olup kendisi adına en üstün makamı elde ederdi. O makam Allah Teâlâ’ya sürekli muhtaçlık makamıdır. Bu makamda insan Rabbine bağlanır. Buna mukabil müstağnilik aşırı yakınlığı bildirir: Aşırı yakınlık ise aşırı uzaklık gibi perdedir. Allah Teâlâ’nın kendisini yaratması bakımından varlık sırrını öğrenen kişi, işaret ettiğimizi an­lar. Arif yakınlık ve uzaklık arasındaki belirli bir mesafede ve ölçüde bulunduğunda, gayeye ermiş demektir. Bu hususta tam şeref insana mahsustur, çünkü şeref ancak iki ucu bir araya getiren ‘berzahtakiler’ adına meydana gelebilir. Allah Teâlâ -iman yoluylabize şah damarından daha yakın olduğunu bildirmiştir. Fakat bu aşırı yakınlığa rağmen biz O’nu göremeyiz. Allah Teâlâ bize vahiyle Arş’a istiva ettiğini bildirmiş, bu aşırı uzaklığa rağmen genel itibarıyla O’nu yine göremeyiz. Kim Hakkı müşahede eder ve görürse, O’nun (âlemle) beraberliğinde ken­disini müşahede etmiştir. Bu durum ‘Her nerede olursanız Ö sizinle beraberdir208 ayetinde belirtilir. Hakkın görünmesinin ifadesi Budur.

Bir şey görüldüğünde ancak bu makamdan ve bu nitelikle görülür. Allah Teâlâ seni müstağni kıldığında, hiç kuşkusuz, en yakın makamda seni uzak kılmış demektir; muhtaç kıldığında ise uzaklıktayken yakınlaş­tırmış demektir.

Ey uzaklığın yakınlaştırdığı

Ey yakınlığın uzaklaştırdığı

Nefsimin arzusundan beni kurtar

Ben hasret ve özlem içindeyim

O’nun hakkında endişeliyim

Köle etti sevgi beni

Bir tek gayem var artık:

Razı etmek Sevgiliyi

Birini sevdiğimde ben

Şaşarım ve hayret ederim ona

Şaşırma ve perdelenme!

Benim kalbim heva için kalptir

Fakirliği ve korkuyu da içeren âlemdeki zenginlik bu mertebeden ortaya çıkar. Bununla birlikte bu zenginlikte böbürlenme ve iftihar da bulunur. Bu itibarla zenginlikteki fakirliğe gelirsek, bu fakirlik daha çoğunu istemekten kaynaklanır. Zenginlikteki korku ise eldekinin kaybolması ve başkası tarafından ele geçirilme endişesidir. Zenginlik­teki iftihar ve böbürlenme, insanların onu müşahede etmesi, sahip olduklarını elde etmek üzere o uğurda çalışmaları demektir. Hal böyleyken zenginlik ve fakirlik arasında bulunan birisi nasıl iftihar edebi­lir? Fakirlik geride bir sevinç bırakmazken zenginlik geride hüzün bırakmaz. Kuşkusuz zenginlik bu iki hükümle bu iki nitelikten soyut­lanmış oldu. Zenginlerin en zengini, günlük yiyecek bile olmasa, Allah Teâlâ’nın zengin ettiklerinden yine O’nun vasıtasıyla müstağni kalabilen­dir. Bununla birlikte Allah Teâlâ’nın bakmakla yükümlü tuttuğu ve beslen­melerini karşılamak zorunda olduğu ailesi nedeniyle üzülebilir. Böyle bir zenginliğe ancak edebi bilip şeriata uyan, şeriatın onun için belir­lediği hükmü bilen iffetli insan değer verebilir. Zaten ediplerin yolu sadece bilgide derinleşip Allah Teâlâ’dan bilgi almanın hakikatlerine ulaşan muhakkiklerin fark edebileceği gizli bir yoldur. Allah Teâlâ kullarının muh­taç olduğu işlerden gafil kalmadığı gibi ehli de Allah Teâlâ’nın kendilerine söylemiş olduğu işlerden gafil kalmaz. Allah Teâlâ onlara, karşısında huzur sahibi olup gaflete düşmemeyi emreder. İnsan-ı kâmil ailesinin geçi­mini elde etmek üzere hırsla çalışırken görülürken, perdeli insan bu hırsm inancının zayıflığından kaynaklandığını zanneder. Aynı durum onun mal biriktirmesinde geçerlidir. Biriktirmek Allah Teâlâ karşısında Allah Teâlâ’nın belirlemiş olduğu sınırda durmak üzere edebe hakkını vermek amacı taşır. O halde alim insan ‘Bilgisinin nurunun verasının (kuşkulu işlerden uzak kalmak) nurunu söndürmediği’ edep ile arasına perde koymayan kimsedir. Allah Teâlâ’nın sınırlarını aşan ise kendine zulmetmiş, kendine zulmeden de başkasına karşı daha da zalim davranmış demek­tir.

Bu mertebedeki sırlara dikkat ediniz! Hakkın bir niteliği demek olan zenginliği âlemin zenginliği içinde müşahede eden biri sadece Hakkı görmüş olur. Bu esnada kabul ve yönelme ancak O’nun niteli­ğine yöneliktir. Nasıl olur da böyle biri kınanıp da kendisine şöyle denilsin -(Abese suresine atıfla)‘Zengin olanı gördün mü? Sen onu himaye edersin.’ Hiç kuşkusuz Allah Teâlâ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in kimi himaye ettiğini ve kimin adına bunu yaptığını bilir. O her şeyi bilendir.

Himaye eden Hakk vasıtasıyla himaye eder Himaye eden Hakk için himaye eder

Ayet kınamadı onu O yaratılmışla zuhur etti

Her tecelligahta tecelli eden Bütün ufuklarda tecelligahları haizdir

Bu mertebe hakkında uyanık olmalısın! Onda gizli bir tuzak, in­ceden inceye bir aldanış vardır. Çünkü zenginlik genel nezdinde say­gın bir durumdur; her nerede ve her kimde gözükürse zenginlik saygı görür. Seçkinler (arifler) ise fakirliği dikkate alırlar. Onların bütün değeri ve şerefleri fakirliktir. Bu nedenle Allah Teâlâ’nın karşısında sürekli müşahede halindedirler. Allah Teâlâ ise doğruyu söyler, doğru yola ulaştırır. Allah Teâlâ (Abese suresinde) Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’i kınarken oradakilerden dolayı veya bu bilginin ulaşıp da Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ne yaptığmı an­lamayacak insanlar nedeniyle kınamıştır. Onlar Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in davranışının gerçek sebebini anlasalardı, Allah Teâlâ kendisini kınamayacağı gibi onlardan da peygamberin kölelerle oturması nedeniyle bir nefret ve tiksinti duygusu ortaya çıkmayacaktı. Tiksinmek onların ilah edin­dikleri şeye kul olmalarının anlamından gafil olmalarından kaynak­lanmıştı. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem âmâ kişiden ancak bir tefeül tarzında yüz çevirmişti. Allah Teâlâ o meclise âmâyı getirmişti, bunun nedeni Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in sohbet ettiği önderlerin körlüğünü beyan etmekti. Gerçi Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu durumu biliyordu, fakat onların imana gelmeleri için hırslıydı ve Allah Teâlâ’nın emrettiği tebliğ yükümlülüğünü ifa etmek istiyordu. Ayrıca fakirlik, yaratılmış nefsin bir özelliğidir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem delil olduğunu biliyordu: Delil ile medlul ise bir araya gel­mez. O Hakkın zenginliği üzerinde bir delildir. Bu delil önderlerin suretinde tecelli etmiş, bu durum, âmâdan yüz çevirip zenginlere yönelmek şeklinde tezahür etmişti. Bütün bunlara rağmen âmânın kırıklığını gidermek ve o zenginlerin bilgisizliğini ortaya koymak için kınama gerçekleşmiştir. Allah Teâlâ âmânın kalbini onarmış, zenginleri ise nefislerindeki durumlarına göre yeryüzünde büyüklük taslamak iddia­sından aşağı indirmiş, onlar da kırılmış, bu İlâhî azarlama nedeniyle nefislerinde gerçekleşen kırıklık ölçüsünde büyüklüklerinden uzaklaş­mışlardır. Bu kadar açıklama yeterlidir.

VERMEK VE ENGELLEME MERTEBESİ

el-Mu'ti ve el-Mâni' İlahi İsmi

Vermek ve engelleme mertebesi Perdesi olmayan bir mertebe

Kardeşim! Vermeye bir bak Engellemenin aynı olarak görürsün

Böyle görünce adil hüküm verirsin Böyle olmazsan zalim olursun

Geçip giden kişi gibi olma

Arzusuna uymuş ve yolundan gitmiş kişi gibi

Verenin Allah Teâlâ olduğunu bilen insan, O’nun izni olmaksızın, Allah Teâlâ’dan başkasına şükretmez. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Bana ve anne babana şükret.'209

‘Niçin vermedin’ desem ben

‘Niçin vermedin’ cümlesine de varlık vermiş olursun

Yalan söyleme inkâr da etme

Çünkü sürekli verensin                                               .

Nankör olma, kalk ayağa ve şükret Verenin nimetlerine şükret

Bunu söylemediği sürece Allah Teâlâ’nın kulu hata etmiş olur

Bu mertebenin sahibine Abdulmu’ri denilir. Ayette ‘Allah Teâlâ insanla­ra rahmetini açtığında, onu tutacak yoktur210 denilir.

Allah Teâlâ verirse engelleyecek yok Engellerse verebilecek yok


Ey nefsim! Allah Teâlâ öyle cömerttir ki O’na gelirsen elde edersin

Seni çağırdığında süratle koş Gitmeye çalış, ağır davranma

Emre koşarken korku duyma Sürünerek batarak da olsa koş

Ondan ayrıl ve gafil kalma Çünkü ciddiyet öfkede

Hakka bağlan ve rabt ol Hayır bağlanmadadır.

Emre bağlanma sen Cimrilik tutmada

Şart için talep edilen ol Şarttan ayrılma sakın

Bir çizgide ol ve devam et

Fakat Rahman ile aynı çizgide yürüme

Yüzeye yönelme sakın Noktadayken ona bakma

Hakk ile nitelenmiş ol Yakınlık ve uzaklık olmaksızın

Kabzederken onu fark etmezsin Bastığında om bilmezsin

Onu görürsen açıkça Kıyıdan gitmeye devam et

De ki, ey sırrımın varış yeri!

Bana payımı hakkıyla verdin


Çiftler olarak indirdiğinde Sürekli bir yaratılışla

Belki arzu ettiğin gelir sana Arzuyla beklediğin doğru haber

Bu mertebenin sahibi bir açıdan Abdulmâni’ diye de isimlendiri­lir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘O tutarsa, artık gönderecek kimse yoktur.’211

Bilmelisin ki, men’, yani engelleme mertebesi sensin! Çünkü İlâhî cömerdik kayıtsız iken men’ ise kabul etmemek anlamına gelir. Kabul etmemenin nedeni, mizaca yatkın olmamaktır ve bu nedenle tabiat onu kabul etmez. Bununla birlikte sen (herhangi bir işi) kabulden yoksun kalamazsın. Öyleyse İlâhî vergiden ancak istidadının gerektir­diği şeyi kabul etmişsindir. Senin adına meydana gelip de seni üzen işler, ancak senin kabulünden meydana geldiği gibi senin için nimet olan işler de kabulünden ibarettir. Bununla birlikte verilen feyzi, bir elem ve nimet olmaksızın, sadece mutlak ve sırf varlık olarak kabul edenler de vardır. Şöyle bir soru sorabilirsin: ‘Allah Teâlâ kendini tutmak (imsak) özelliğiyle nitelemiştir ve tutmak engellemek demektir.’ Şöyle deriz: ‘Allah Teâlâ kendini bir vakitte ‘tutmak’ özelliğiyle nitelemişken acaba sen her türlü ikramdan mahrum mu kalakaldın?’ Şöyle diyecektir: ‘Hayır! Ben Allah Teâlâ’nın verdiği nimetteydim ve İlâhî cömertlik bir nimet vermede ısrar eder.’ İşte bu nedenle kabul etmiş olduğu nimet sende bulunurken diğerlerini kabul etmedin. Şunu diyebilirsin: ‘Allah Teâlâ yağ­muru tuttuğu gibi benim gayemin maksadına ulaşmasını da engeller.’ Buna karşılık şöyle deriz: Allah Teâlâ bir işi tutarken veya bırakırken, bir açıdan ihsanda bulunur, fakat gaye sahibi bu ihsanı bilemez. Allah Teâlâ ona bir gaye vermiş, fakat yağmur duası etmesi için -meselayağmur­dan mahrum bırakmıştır. Bu durumda insan muhtaç bir şekilde zatî ibadeti yerine getirir. Allah Teâlâ ona kendisi için daha uygun bir işi vermiş­tir. İşte böyle bir ihsan ‘kerem vergisi’ demektir. Binaenaleyh sen cehaletine bakmamalı, senin hakkındaki maslahatlara dair bilgisine dikkat etmelisin! Bu durumda Hakkın engellemesinin bir verme ve ihsan olduğunu anlarsın. ‘Engellemesi’ bile vergi olan birine nasıl olur da Veren değil de Engelleyen diye bakarsın? Allah Teâlâ niçin el-Mâni’ diye isimlendirildi? Çünkü sen maksadına ulaşamadın diye O’nu engelleyici (el-Mâni’) saydın. Hâlbuki sen ancak başka bir maslahat nedeniyle engellendin. Şöyle diyebilirsin: ‘Bilmeyeni de Allah Teâlâ bilmekten engel­lemiştir.’ Şöyle deriz: Burada büyük bir hata vardır. Allah Teâlâ’yı bilmek imkânsızdır, dolayısıyla O’na dair bilgi O’nu bilmemektir. Allah Teâlâ’yı bilenlerin bilgisi budur. Onların dışındaki akılcılara gelirsek, her biri Rabbini bildiğini iddia eder. Hâlbuki herkes kendi rabbini bilmiştir. Hiçbir akılcının ‘Allah Teâlâ beni kendisi hakkındaki bilgiden engelledi’ dediğini göremezsin. Bu itibarla herkes kendi inancıyla mutlu, sevin­miş kendinde rabbini bildiğini iddia eder. Gerçekte de öyledir! Her­kesin bilgisi rabbi hakkındaki bilgisinden olan payıdır. O halde varlık­ta Allah Teâlâ hakkında bilgiden engellenmiş kimse yoktur; ne O’nu bilme­yen ne bilen engellenmiştir! ‘Hepsi namazını ve tespihini bilmiştir.,2U Yani kime namaz kıldığını, kime tespih ettiğini herkes bilir. Bu bağ­lamda ‘Allah Teâlâ bana kendisi hakkında bilgi vermedi’ deyip de daha faz­layı talep ve kastedenler de vardır. Bu söz de bir engelleme değildir, çünkü hal, ancak artışı temin eder. Bunun nedeni sonsuzun varlığa girmesinin imkânsızlığıdır. Allah Teâlâ’yı bilmek isteyen de sonsuzdur ve Allah Teâlâ her nefes -farkında olunan ve olunmayanbir bilgiyi ona ihsan eder. O kişi şöyle der: ‘Allah Teâlâ kendisi hakkında bende bulunan bu bilgiyi üzerimde baki kıldı.’ Yaratma kesintisiz bir şekilde sürer; Ya­ratmanın sürekliliği, o şahsa göre, varlıkta bir engel bulunmadığmda her şey için geçerlidir. Böyle düşünmesinin nedeni, bir şeyin mevcut olmadığı durumda onun imkân halini dikkate almış olmaktır. Böyle bir insan gerçeği bilmiyordun Çünkü işlere sadece mümkün oluşları bakımından bakılmaz; bunun yanı sıra (varlıklarını yokluğa) tercih eden Hakkın onlara dair bilgisinin öncelik ve sonralık şeklindeki hükmü ve gereğiyle bakılmalıdır.213 Bu itibarla varlıkta boşluk yoktur; boşluk olsaydı, engelleme de mümkün olabilirdi. Varlıkta sadece ‘en­gelleme’ ve ‘verme’ tarzında tezahür eden vermek vardır! ‘Rabbinin ihsanı sınırlı değildir,’214

Engellemesinin bir yönü ikram O da bir cömertlik

O’nun keşfi perdedir Çünkü O irade edilendir

O’nun zatı perdeli İdrak edilmiş değil

Hiçbir şeyi irade etmez Evet! İrade de edilmez

İş sürekli ve daimi Uygun bir şekilde akar gider

Onun yolu dosdoğru Doğruluğa ulaştırır

Men’, yani engelleme mertebesi verirken engellemeyi de izhar eder. Bu itibarla engelleme tâbi ve ikincildir. Çünkü bir yer beyaz ise oraya beyazlığı verir. Bir mekâna beyazlığın verilmesi onun zıddı olan rengin engellemesi demektir. Fakat ilâhı iradenin konusu beyazın yaratılmasıdır ve dolaylı olarak da onun zıddmm orada bulunması imkânsız olmuştur. Bu durum dıştaki her zıt için böyledir.

Olumsuzlamaher varlıkta ve oluşta ilke Engelleme budur, anladıysanız

Varlıkta onun bir payı yok Ne mahrumsun ne engellendin

Olumsuzlama (selb) hükümleri bilfiil var olmuş Nispet edildiğinde, gözde var olmuşlar

Zengin bir hükümdar gibi, bunu bil Sen bilirsen haberdar olursun

ZARAR MERTEBESİ

ez-Zârr İlahi İsmi

Zarar ve zorlanma aşina olunca bana

Zarar hep eşlik eder bana ve benimle beraber olur

Bana geldiğinde nefsim onunla ünsiyet eder Zarar veren zararı gideren Allah Teâlâ’dır

Bana gelen zarardan haz alırım, şikâyet etmem Bu nedenle taleplerim kolaylaşır bana

Her vakit beni diniyle hesaba çeker

Benim sevdiğim talebim olunca, elde ederim onu

Her şeyi kuşattığımda, bütün genişliğiyle daralır Yeryüzü bana, dar gelir artık

Bu mertebenin sahibi Abduzzârr (zarar verenin kulu) diye isim­lendirilir. Bu itibarla Allah Teâlâ ve insan-ı kâmil birbirine kumadır. Çünkü ilahi surette yarattığından başka hiç kimse O’nunla sureti hakkında niza etmemiş ve tartışmamıştır. İlk zarar veren O’dur, çünkü kendine ‘zarar’ vermiştir. İnsandan kimse başka ilahlık iddia etmemiştir. Bu ise iki suret arasında gerçekleşen manevi zarardır. ‘Sen atmadın215 ona ‘zarar vermiştir’. ‘Attığında...’216 burada da kendisi zarar görmüştür. Çünkü olumsuzlarsa fiilin sahibine verirken, olumlarsa kendine zarar verir. Bununla birlikte bir olumlama ve olumsuzlama gerekir ve de­mek ki zarar, kaçınılmazdır! Binaenaleyh Allah Teâlâ, suretin birliği nede­niyle, iki surete de ‘zarar verendir’. Çünkü birisi surete yerleştiğinde, ötekinin hükmü suretten ayrılır. Kendine zulmettiğinde, zarar vermiş olur; kendisi nedeniyle zulmettiğinde ise benzerine zarar verir. ‘O’nun mislinin benzeri bir şey yoktur.’217 Ki misli O’dur.

Bu mertebe sırrı ince bir mertebedir, çünkü söz konusu sır Hakk ile insan-ı kâmil arasındadır. Alemdeki her zarar maksada ulaşmayı engellemek demektir. Bu, asla kıyasla ortaya çıkmış arızî bir durum iken bu varlıkta kesinleşmiş bir durumdur. Şâri dünya ve ahiretin birbirine kuma olduğunu beyan etmiştir; birini razı edersen ötekini kızdırırsın. Birinci zat malum olduğu gibi öteki de malumdur. ‘Ahiret senin için daha hayırlıdır.’218 Çünkü ahiret senin .varlığın demektir. ‘İlkinden..,’219 Orası zuhur etmekle seni yok ederek seni yokluğa irca eder. Ahiret ise ilkini (dünya) yok etmez; kendisi zuhur ettiğinde dünya orada içkin halde bulunur. Birincisinde, yani dünyada bir tem­yiz ve ayrım yoktur ve iki zıt bir arada bulunur. Ahiret ise öyle değil­dir ve bu özelliğiyle dünyadan ayrışır. ‘Bir grup cennete, bir grup cehen­neme...’220 Dünyada kendisinde bulunan acı nedeniyle azap çeken kişi haz alabilir, çünkü o iki zıddı bir araya getirmede dünyayla aynı özel­liktedir. Ahirette ise öyle bir hükme sahip değildir. ‘Bir grup cennete, bir grup cehenneme!’221 ‘Bugün, ey mücrimler, ayrılın.’222

Sen ahiret demeksin! Öyleyse sen, senin için daha hayırlısın! Çünkü bu hazzı ancak kendi varlığında tadabilirsin. Bu itibarla bir varlık ancak kendinde bulunan bir şeyden haz alabileceği gibi ancak kendisinde bilfiil bulunandan acı duyabilir.

Fayda mertebesi zarar mertebesi demek Her beşerde böyledir bu iş

Zarar kalksa beşer olmazdı Suretlerde ortaklık gerçekleşmezdi

Koca demek, her bir eşine hakkını verebilen kişi demektir. Veri­len Hakk nedeniyle başkası zarar görürse, bu durum insaflı olmamaktan kaynaklanır. Burada iki suret arasında bulunan koca daha önce açıkla­dığımız gibi hakikatü’l-hakaik (hakikatlerin hakikati) mesabesindedir. Hakikatü’l-hakaik, hâdis olanda hâdis, kadîmde ise kadîm olarak bu­lunan makul bir varlıktır. Bu durum ‘isimlerde ortaklık’ şeklinde orta­ya çıkar. Allah Teâlâ seni kendisini isimlendirdiği isimlerle isimlendirmiştir. Fakat tümel hakikat (hakikatü’l-külliyye) Hakk ile halkı bir araya geti­rir. Sen alimsin, O da âlemdir. Fakat sen hâdissin (zaman içinde yara­tıldın). Bu nedenle bilginin seninle ilişkisi, zamanlı ve hâdis bir ilişki­dir. Buna mukabil Allah Teâlâ kadîmdir ve bilginin O’nunla ilişkisi kadîm bir ilişkidir. Her durumda bilgi tek bir şeydir ve bulunduğu kimsenin niteliğiyle nitelenmiştir. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar