OTUZ ÜÇÜNCÜ SİFİR 2.Bölüm
YENİDEN
YARATMA MERTEBESİ
el-Muîd İlahi İsmi
Suretlerde yeniden
yaratma ve
iade başlangıç gibi Başkadan hiçbir
şey eklenmez onlara
ilke ekleme olurdu
o; hâlbuki koruyucudur o Zararla
zikredileni korur durur
iade olmasaydı
talep etmezdik biz işlerde ve kabirlerde kalkarken
Çünkü Allah
Teâlâ’nın güzel isimleri bizi talep eder Sadık haberde bize söylendiği gibi
Ben yüzlerin
döndüğü bir mülk değilim Beşer ve melekler ortaya çıktığında
Bu mertebenin sahibi Abdulmuîd diye
isimlendirilir. Allah Teâlâ ibda’ eden ve iade edendir (başlatan ve
yenileyendir). Başlatma ve yenileme Allah Teâlâ’ya ait iki hükümdür. Allah
Teâlâ bir şeyi kayboluşunun ardından yenilerken benzerleri yaratarak onu
yeniler ve iade eder. Bu itibarla Allah Teâlâ iade edendir, yoksa giden ve
kaybolanın aynısını yenilemez. Böyle bir şey olamaz ve varlık böyle bir işin
olamayacağı kadar geniştir! Allah Teâlâ kendisiyle nitelenmiş olduğu hali
yeniler. Hakkın yaratmış olduğu her varlığın yaratılışı tamamlanmıştır. Söz
konusu varlık Allah Teâlâ’ya bakar ve başka bir varlığın yaratılışına
yöneldiğini görür. İş sürekli böyle devam eder durur! Öyleyse Allah Teâlâ
el-Mübdi ve el-Muîd, yani başlatan ve yenileyendir. Allah Teâlâ her işi
başlatan (yaratan) ve onun şe’nini ve işini yenileyendir. Bu yönüyle Allah
Teâlâ herhangi bir işte hüküm sahibi olan valiye
benzer: Hükmü sona erdiğinde, o şeye göre, ondan ayrılmış, işini tamamlamış,
başka bir varlıktaki hükmüne intikal etmiştir. Bir varlıkta iadenin ve
yenilemenin hükmü budur, bunu anlayınız! elMübdi’nin hükmü ise böyle değildir. Allah
Teâlâ her şeyi yaratarak ibda eder, sonra onu yeniler, yani yaratmış olmak
itibarıyla hüküm O’na döner. Bu durum ‘Allah
Teâlâ halkı ibda eden sonra iade edendir’119 ayetinde belirtilir; yani Allah
Teâlâ halkı iade eder (yaratmayı yeniler). Başka bir ifadeyle var etmeyi murat
ettiği bir varlıkta dilediklerini yaratır ki bu, halk yani yaratmaktır. Çünkü
halk belirli yerlerde mahlûk yani yaratılmış anlamında kullanılır. Mesela cBu
Allah Teâlâ’nın halkıdır’ denilir. Bazen halk fiil anlamında kullanılır. Misal
olarak ‘Onları göklerin yaratılışına şahit
tutmadım’120 ayetini
verebiliriz. Burada hiç kuşkusuz Allah Teâlâ fiili kastetmektedir, çünkü
herhangi bir yaratılmışın fiili yoktur, dolayısıyla onda Allah Teâlâ’nın
fiilinin görüleceği bir hakikat yoktur. Bu bakımdan yaratılmış, fiili
olmayandır ve her varlık Allah Teâlâ’dan ancak üzerinde bulunduğu durumu
müşahede edebilir. Bazen halk daha önce söylediğimiz üzere -fiil anlamında
değilyaratılmış anlamında kullanılabilir. Bu nedenle ‘O
halkı ibda eden sonra iade edendir’121 ayetinde geçen halk kelimesiyle
fiilin kastedildiğini söyledik; ayette mahlûk kastedilmemiştir. Çünkü
yaratılmışın kendisi varlıktan kaybolmamıştır. Bununla kendi başına var olan
cevheri kastediyorum; o sadece dünyadan berzaha göçmüştür. Nitekim daha sonra
berzahtan haşir yerine, oradan cennete veya cehenneme geçer. Hâlbuki söz konusu
varlık kendi hakikati bakımından yok olmamış ve sonra da var olmamıştır. Bu
durumda iade ve yenilenme onun hakkında gerçekleşir. Demek ki ‘iade’ bir varlıktan
başka bir varlığa, bir makamdan başka bir makama, bir yerden başka bir yere
intikal etmek ve göçmek demektir. Bu bakımdan ahirette üzerinde yaratılacağımız
suret dünyadaki surete sadece isimde benzerdir. Bu nedenle ahiret sureti bir
başlangıç ve yeniliktir. Dünyadaki suret tekrarlanmış olsaydı, hükmü de onunla
beraber tekrarlanırdı. Çünkü her yaratılışın hükmü kendine aittir ve onun
hükmü yenilenmez; dolayısıyla o yaratılmış (veya yaratılış) yenilenmez. Cevher
ise onun kendisidir, başkası değildir. Cevher Allah Teâlâ’nın kendisini yaratmış
olduğu andan itibaren mevcuttur ve yok olmaz. Allah Teâlâ kendisinde bekasını
sağlayan özellikleri yaratarak onun varlığını muhafaza eder. O halde iade ancak
Hakkın bu yaratılmışta -yaratmayı tamamladığı işlere görebaşka bir (iş)
yaratmaya dönmesidir. ‘Sonra onu başka bir şekilde
yaratırız'122 Burada
‘onu iade ederiz’ dememiştir. Bununla birlikte Allah Teâlâ dilerse bunu yapar.
Nitekim ayette ‘dilerse onu yeniler’ demiş, fakat bunu dilememiştir. O halde
her ne zaman fariğ kalırsa başa döner ve başlangıç hükmüne yönelir. Bu hüküm
ilâhı bir hükümdür ve her zaman devam eder. O halde iadenin hükmü Hakkın
dışında değildir ve onun hükmü -yaratılmış halkta değilHakta ortaya çıkar. Âlem
var olmasının ardından Allah Teâlâ’nın kendisi adına yaratmış olduğu yeni
hallerde yer değiştirir. Hakk sürekli yaratır ve yaratmaya döner, sonra
yaratır. Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur, O her şeyi yaratandır.
İHYA
-DİRİLTMEMERTEBESİ
el-Muhyî İlahi İsmi
el-Muhyî hayat veren demek Dürülmüş
elbisenin yeniden yayılması gibi
Bana hayat verir denildiğinde 'Hayat
veren Rabbim’ dedim
O benim efendim ve dayanağım Rüşdü taşkınlıkla izale eden
Ona gelip bir şey dilediğimde Bana
karşı yumuşaklığını artırdı
Bir fıayır ve dilekte değilim Bir
şey için dua ettiğimde
Bu mertebenin sahibi Abdulmuhyî diye
isimlendirilir. O her şeye hayat verendir. O halde her şey canlıdır, çünkü her
şey, Allah Teâlâ’nın hamdini tespih ederken O’nu -ister ölü olsun ister
olmasınancak canlı bir şey tespih edebilir. Bu itibarla her şey hayat
sahibidir. Eşyadaki hayat Hakkın hayatmdan onların üzerlerine yayılan bir
feyizdir. Her şey sübût halinde canlıdır ve hayatiyeti olmasaydı ‘oV123 sözünü duyamazdı. Bu söz, şanına
yaraşır şekilde, Allah Teâlâ’ya aittir ve onun neticesinde her şey var
olmuştur. Allah Teâlâ hayat verendir, çünkü eşyadaki hayat, güneşin ışığının
mekânlara yayılması gibi, el-Hayy isminin feyziyle ortaya çıkmıştır. Ne sübût
ne (dıştaki) varlık halinde hiçbir şey bu hayattan ve feyizden uzak kalamaz.
Her iki halde de hayat eşyaya eşlik eder. Bu nedenle Hz. İbrahim ‘Ben
yok olucuları sevmem’124 demiştir. İlah ‘yok olucu’ bir
şey olmadığı kadar el-Hayy da Allah Teâlâ’nın isimlerindendir; hâlbuki ölüm
O’nun isimlerinden biri değildir. Allah Teâlâ hayat veren ve öldürendir. Ölüm
gerçekte olduğu gibi keşif ehline göre hayatın bir şeyden alınmasıyla ortaya
çıkmaz; ölüm bir valinin azledilip başka bir valinin görevlendirilmesidir,
çünkü âlemin valisiz kalması mümkün değildir. Vali âlem bozulmasın diye onun
maslahatlarını gözetir ve korur. Böylece ölüm ancak intikal ve azledilmekten
ibaret olduğu için İlâhî bir hakikate dayanabilmiştir. Onun dayandığı ilâhî
hakikat ise Hakkın bir şeyden başka bir şeye intikal ediciliğidir. Hakkın
ayrıldığı bir şeyde -kendisinden ayrıldığı yöndenbir hükmü kalmaz. Onunla
yegâne işi onun kendisini (ve cevherini) yaratmasıdır. Onunla meşguliyeti ve
işin tamamlanmaması ancak varlığının bekasının bağlı olduğu işlerin
yaratılmasında ortaya çıkar. İşte âlemde ölümün dayanağı bu İlâhî hakikattir.
İman ve keşif ile sabit olduğuna göre, ölüye soru sorulur, o da cevap verir.
Ey perdeli insan! Bu sorgu esnasında
kişinin ölü olduğu hükmünü verirsin. Bir rivayette ölünün kabrinde sorguya
çekileceği ve ‘ölü’ adının sorguyu düşürmeyeceği sabittir, çünkü intikal
mevcuttur. Ölüm esnasında canlı olmasaydı, sorguya çekilmezdi. O halde
anladıysanölüm hayatın zıttı değildir!
ÖLÜM
MERTEBESİ
el-Mumît (Öldüren) İlahi İsmi
Pek çok kavim
cehaletle ölür
Mal, makam
nedeniyle pek çok kişiye göre canlıdır onlar
Büyük bir hastalığa
tutuldum, ölürüm onunla
Şifa nasıl bulurum? Hastalık çetin
Efendimizden
başkasında gayem olsaydı
İlacını arayacağım
bir hastalığım olmazdı
Allah Teâlâ benim
Rabbim! O’na bedel aramam
Cömertlik ve ilka
beni engellemez.
Bu mertebenin sahibi Abdulmumît diye
isimlendirilir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onlardan
birisine ölüm geldiğinde...’125 Başka
bir ayette ‘Öldüren ve hayat veren Allah Teâlâ’dır’126 ve ‘De
ki, sizi ölüm meleği öldürür’127 der. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem ümmeti içinden Cehenneme girecek bir gruptan söz ederken Allah
Teâlâ’nın orada onları öldüreceğini söylemiştir. Ölüm dünya menzilinden ahiret
menziline intikal demektir; yoksa ölüm gerçekte hayatın bir şeyden ayrılması
anlamına gelmez. Allah Teâlâ gözümüze perde çekmiş, dolayısıyla o varlığın
canlılığını idrak edemeyiz. Allah Teâlâ yolunda öldürülen şehitlerin canlı
oldukları ve rızıklandıkları naslarda yer almış, Şâri Teâlâ bize onlara ‘ölü’
dememizi yasaklamıştır. O halde bize göre ölü, sadece intikal ederken hayatı
sürekli ona eşlik eder. Bedeni yöneten vali -ki ruhturAllah Teâlâ’nın valilik
günlerince yönetimiyle yükümlü kıldığı bu memleketten ve mülkten uzaklaşır.
Bize göre ölü canlı olduğunu bilir; senin onun canlı olmadığı hakkındaki hükmün
onun durumunu bilmemenden kaynaklanır. Başka bir neden ise ölümden önce hareket
etmek, konuşmak, tasarrufta bulunmak gibi özelliklerini gözleyerek verdiğin
hükümdür. Bu intikal esnasında ölü, tasarruf edebilen değil, tasarrufa konu
olandır. Bu durum Allah Teâlâ’nın bize gerçeğin bu şekilde olduğu hakkındaki
bir uyarısıdır. İnsan tasarrufta bulunduğunu iddia ederken de tasarruf insana
değil, Allah Teâlâ’ya aittir. Bununla birlikte bu ölü gerçekte -sözüyle olmasa
bilehaliyle tasarruf eder. Onun sana tasarrufu olmasaydı, kendisini yıkamaz
veya kefenlemezdin. Yine de Şâri sana bu işleri emretmiş ve seni sorumlu
tutmuştur. Ölünün şendeki en büyük tasarrufu budur; bu tasarruf ise sana bu işi
yapmanı emredendeki tasarrufudur. O halde ölü dirilerde tasarruf ederken onlar
bunun farkında değillerdir. Aynı zamanda ölü sende de tasarruf eder ve sen
bunun farkında olmaz, onun sende hükmü kalmadığını zannedersin. Belki de ölünün
ölümle şendeki hükmü, hayada, yani ölüm yokken şendeki hükmünden daha güçlüdür.
Demek ki ölüm belirli bir tarzda gerçekleşen özel bir intikal ve göçmedir ve
bir intikal olması itibarıyla ölüm İlâhî ve özel bir hakikate dayanır. Ölümün
ahiret hayatında cehennemde hükmü olduğundan da kuşkuya kapılmamak gerekir. Allah
Teâlâ cehennemde ateşin günahları karşılığında kendilerine isabet ettiği bir
kavmi öldürür, sonra onlara hayat verir. Bu durum, ölümün kurban edilmesinden
öncedir. Cehennem ehli cehennemde ve cennet ehli cennette kalıp kapıların
kapanmasının ardından ölümün getirilmesi kaçınılmazdır. Kapıların kapanmasından
sonra ölüm parlak bir koç suretinde getirilir. Bu ise kullar hakkındaki nihai
hükmün rahmet olacağına dair en güçlü delildir. Ölümün kurban edilme vakti
acıların sona ereceği vakittir. Ölüm cennet ile cehennem arasında durdurulur,
her iki yerin sakinleri onu görür ve tanırlar. Cennedikler ölümü görmekle
nimetlenir; ölüm onların daimi mutluluklarının sebebidir. Buna mukabil cehennem
ehli onu gördüklerinde içinde bulundukları durumdan çıkmak hakkındaki bir
umutla nimedenirler; belki ölüm onları dünyadan olduğu gibi ahiretten çıkartır
diye umarlar. Hâlbuki bedbahdık süresinin sona yaklaştığından haberleri yoktur.
Sonra elinde bir bıçak olduğu halde Hz. Yahya gelir ve ölümü iki grubun
gözlerinin önünde kurban eder. Cennet ehli hayadarını sürdürürken cehennem ehli
orada ne ölür ne sağ olarak kalırlar. Nitekim uyuyan hakkında ‘ne ölüdür ne
diridir’ denilir. Onların cehennemdeki nimeti uyuyanın nimetine benzer. Allah
Teâlâ uykuyu bir dinlenme vesilesi kılmıştır. Rahatlık ise rahmetten
kaynaklanır, gazaptan değil! Cehennemlik olan kişi büyük ateşe yaslandığı
sürece bedbaht kalmaya devam eder. ‘Sonra
orada ne ölür, he hayat bulur.’128 ‘Sonra’ edatı Cehenneme yaslandıktan
sonra getirilmiştir. Onun yaslanmasıyla ‘ne ölür ne hayatta kalır’ denilen
durum arasında hiçbir hakikatin vermeyeceği bir ölçü vardır. Burada bağlaçlar
da kullanılmıştır. Böylece ölümün kurban edilmesiyle hüküm kendisine ulaşır.
Onun rahatlığı uyuyanın rahadığıdır ve bu nedenle ne ölür ne hayatta kalır.
Yani bu rahatlık sürekli eşlik eder, bunu bilmelisin! O halde dünyada ölüm
mümin için bir müjdeyken kâfir için hüsrandır. Ölümün ahirette kurban edilmesi
her iki grup için bir müjdedir. Benî-Dabbe kabilesinden bir bedevi şöyle der:
Biz Benî-Dabbe’yiz! Vuruşma
şiddetlenince ölüm bize baldan tatlıdır
Biz ölümün çocuklarıyız! ölüm bize
ulaşınca Ecel yaklaştıktan sonra ölümden korku duymayız
Şair ölümden aldığı hazzı bal yiyenin
hazzına benzetir. Bu mertebe hakkmda bu kadar açıklama -düşünen ve basirede
gören içinyeterlidir. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
HAYAT
MERTEBESİ
el-Hayy İlahi İsmi
Hayat bedenin değil kalbin hayatıdır
Rahman’ın ebediliğime indirdiği bir tat
İnsanların bedenlerinden başka bir
şeyi yok Bedenler onlara göre
bütün dayanak
Helak olurlar, akıl perdeler onları
Apaçık bir sınır ve tanımda olsalar bile
Tasarrufta
olgunlukları yok
Rüşdü taşkınlıkla
satın alırlar
Taşkınlık onlara
göre asıl
Bu nedenle Hakkın
varlığından habersiz görürsün onları
Bu mertebenin sahibi Abdulhayy diye
isimlendirilir. Bu nitelik ilahi bir niteliktir. Ayette ‘Allah
Teâlâ kendisinden başka ilah olmayandır, Hayy ve Kayyum’dur’129,
‘Yüzler hayy ve kayyuma döner’130 buyrulur. ‘Kayyum olmak’ el-Hayy’ın
ayrılmaz özelliklerinden olduğu için ayette beraber zikredilmişlerdir. O halde
bilinen her şey canlıdır, çünkü bilinen (malum) kendisini bilene bilgiyi
verendir; yoklukta olsa bile böyledir. Bilgiyi ancak niteliği canlılık olan
verir. ‘İnsanların çoğu bilmezler.’131 Çünkü onlar görmezler. el-Hay/a ait
olan hayat güneşin ışığı gibidir.
Gördüğü her şeyi nurlandınr
Nurlandırmak onun
tasavvurudur
Emrin hükmü vardır
onda
Verdiğini verir,
tekrarlamaz
Onlar lütfundanfark
edilmez
Gördüğün şeyler
oldukları
el-Hayy zatı gereği gördüğü her şeyin
kendisiyle hayat bulduğu isimdir; hiçbir şey O’ndan habersiz kalmaz ve her şey
O’nunla hayat bulur.
KAYYUMLUK
MERTEBESİ
el-Kayyum İlahi İsmi
el-Kayyum’a
dönerim, istemem başkasını
Gedikler kapandı
Umulur ki bir cömertlik elde ederim,
onu görmem Bizimle kaybolur ve intikal eder
Fikirler yok olduğunda
Zatım onları hayalde yeniden
tasarlar
Ardından gelir kendilerine yürüyünce
Fikirsiz olarak kavuşur ve ulaşır
Bu mertebenin sahibi Abdulkayyum diye
isimlendirilir. Kayyum olmak el-Hay/ın özelliklerinden olduğu için her durumda
kendisine eşlik eder; biri zikredildiğinde öteki de onunla beraberdir. Allah
Teâlâ her nefs üzerinde o nefsin kazandığı şeylerle ‘kaimdir’. Bilinen her şey
canlıdır, dolayısıyla her şey kayyumdur; yani bir kaimlik özelliği vardır. O
şey kaim olmasaydı, onu bilene kendisi hakkında bilgi vermezdi. Onu bilen ise
söz konusu bilgiye göre yaratılışını ona vermiştir. Allah Teâlâ bir şeye ancak
kendisi hakkındaki bilgisini verirken, o şeye dair bilgisi ondan ortaya çıkar.
Demek ki onun varlığına bir ilavenin veya (verdiği bilgiye göre) eksikliğin
bulunması söz konusu değildir. Bu durum kaçınılmaz olarak böyledir. Bu nedenle
Hz. Musa ‘Rabbimiz her şeye yaratılışını verdi’132 diyerek Allah Teâlâ’nın bilgisini
ihata edici özelliğine dikkat çekmiştir. Böyle bir bilgi Rablik iddia etmesine
rağmen Firavun’da bulunmuyordu. Firavun ise Hz. Musa ile Harun’un ne
söylediklerini anlamış, susmuş, söz ettikleri kimsenin Hakk olduğu ortaya
çıkmıştır. Bununla birlikte başkanlık sevdası onu gerçeği itiraf etmekten
engellemişti.
Varlığımızda bizimle kaim olan Ey
dostum! Bizimle kaim oldu
iyice incelersen anladığın şeyi
Dilersen hakkımızda dilersen
lehimizde hüküm ver
Cömertlik bizde ikilenmedi Deki
cömert benim
Bizden başkasından nimet görmedik,
bakınız!
Sözümü düşünün, apaçık bulursunuz onu
Kayyum olmak, zatı gereği, her şeye
yayılmış bir niteliktir. Bu nedenle Allah Teâlâ bize ‘Allah
Teâlâ için ibadet etmek üzere kaim olunuz’133 demiştir. Bu nitelik bize sirayet
etmeseydi, Allah Teâlâ bize böyle bir emir vermezdi. Biz de emre göre
davrandık, Allah Teâlâ için ve O’nun vasıtasıyla ‘kaim olduk (ibadetleri yerine
getirmek üzere ayağa kalktık)’. İçimizden bazıları bunu gözüyle görürken
bazıları inanarak müşahede eder. Bu itibarla ‘kayyum olmak’ insanın
ulaşamayacağı bir ahlaktır diyenlere şaşılır! Bu görüştekiler kayyum olmanın
Hakkın özelliklerinden olduğunu ileri sürerler; hâlbuki kayyum olmak,
yaratılmış için daha uygun bir özelliktir. Bu özellik yaratılmışa yayılmış
olduğu gibi İlâhî isimler de bu özellik nedeniyle zuhur etmiş, yaratılmış olan
Hakkın kendisini kaim kılmasını bu özellik nedeniyle sağlamıştır. Yaratılmışta
böyle bir nitelik bulunmasaydı, yaratılmış zuhur etmeyeceği gibi (bir misal
olarak) harfleri ‘kaim kılan’ elif harfi de ortaya çıkmayacaktı. Elif harfi
diğer harfleri kaim kılarken (bilfiil var ederken) kendisi bir harf değildir.
Bu itibarla elif, harfleri izhar edendir. Aynı zamanda elif onlara benzemez.
Elifin uzaması zatı gereği sonsuza kadar sürerken onun hükmü harfin varlığına
bağlı olarak sonsuzdur. Çünkü onun yolunda bilkuvve ve istidat olarak diğer
harflerin mahreçleri ve menzilleri bulunur. Elif mahreçlerden herhangi
birisine vardığında, onun hangi harf olduğunu görmek üzere, kendisine bakar ve
harfi izhar eder ve bu yer o harfin mahreci diye isimlendirilir, elif de onu
bilir. Bu itibarla elif harfi söz konusu harfi meydana getirendir. Bu durum ‘Sizi
imtihan edeceğiz, ta ki öğrenelim’134 ayetinde belirtilir. Nefse yayılmış
kayyumluk özelliği olmasaydı harfler zuhur etmeyecekken harflerdeki kayyumluk
özelliği olmasaydı kelimeler harflerin birleşimiyle meydana gelmeyecekti. Bunu
bir misal vermek üzere söyledik. Bu misal var olanların Hakkın nefesinden
meydana gelişlerini açıklar, bunu bilmelisin. Elinizdeki kitabın nefes
bölümünde bu husus zikredilmişti.
Bilmelisin ki, bu bölümü yazdığım
gece rüyamda sarı renkte bir yaprak gördüm. Yaprak Hakk’tan bana gelmiş, her
iki yüzünde de bir yazı yazılmıştı. Yazı herkes tarafından görünemeyecek
şekilde gizliydi. Ben de rüyada ayın ışığından yararlanarak onu okudum. Bir
kısmı şiir bir kısmı nesirdi. Okumayı tamamlamadan uyandım. Bu gördüğümden
daha garip ve neredeyse anlaşılmayacak durumdaki yazıdan kapalı bir şey
görmemiştim. Yazıdan anladıklarımın bir kısmı şimdi zikredeceklerimdir. Yazı
benden başka birisiyle ilgiliydi. Bu durum uykuda bana belirtildi ve yazının
hakkında olduğu şahıs bana söylendi, ben de kendisini tanıdım. Adeta Hicaz
toprağında Mekke ile Medine arasında ortaya çıkan bir yerdeydim:
Allah Teâlâ’nın emri her durumda
delildir Büyük izzeti gösterir; inkâr fayda vermez
Allah Teâlâ’nın kitabı gelir ve
bildirir O’ndan geldiğini; kasıt budur kesinlikle
Emir Allah Teâlâ’ya ait, bana
gelmezden de Kaderi uygulamak üzere geldikten sonra da
Yâdıyla kalbin hayat bulduğu kimse
münezzeh Şükür ve hamd O’na ait
Kulum bu halde olunca onun
kendisiyim Böyle olmazsa kul senin kulundur, ey kul!
Yapraktaki nesir yazısına gelirsek,
uyandığımda onu unutmuştum. Fakat kendilerinden faydalanılacak birtakım işlere
dair Haktan gelen bir müjde olduğunu biliyorum. O değerli bir bilgiydi ve dünya
sebeplerinden tasavvur edilmiş olarak hatırımda kalmıştı. O hususlarda Allah Teâlâ’nın
rızkı genişler, elinde bu nimetin bulunduğu ve Allah Teâlâ’nın kendisinde sabit
kıldığı kimse O’na şükreder. Allah Teâlâ söylediklerimize vekildir.
VİCDAN
-VECD/VÜCÛDMERTEBESİ 'OL (KÜN)' SÖZÜNÜN MERTEBESİ
el-Vâçid İlahi İsmi
Varlık Hakkın
cömertliğine bağlı
Hepimiz onda mutlu
ve gıpta edilecek bir haldeyiz
Varlıkları var eden himmeti Cömertliğe bağlı varlıktır o
O’nun yanındaki benim yanımda
olsaydı onu söylerdim Fakat ben mü flisim, bu nedenle şart koşarız
Elçi gönderirken Musa’ya şart
koşulduğu gibi Rablerinin elçisi olarak zorbalara giderken umutsuzca
Onların içinden iflas etmiş bir
halde gelmişti Amaçlarına erememiş, fakat itidali koruyarak
Bu mertebenin sahibi Abdulvacid diye
isimlendirilir. O hiçbir şeyin karşısında direnemeyeceği kimse olduğu gibi
aynı zamanda eşyadan da müstağni olandır. Bir şeyi talep edip talebi
gerçekleşmez ve mevcut olmazsa, talebin önceden engeli bulunduğu ortaya çıkar,
çünkü hiçbir şey O’na karşı koyamaz. Misal olarak Ebu Cehil’den Allah Teâlâ’nın
mutlak birliğine, peygamberine ve O’nun katından gelen vahye iman etmesi
talebini verebiliriz. Ebu Cehil’in talep edilen işe olumlu cevap vermemiş
olmasından görünen husus, Hakkın ondan talep edilen işi ‘vacid’, yani var edici
olmadığı ve engellemenin O’ndan kaynaklandığıdır, çünkü Allah Teâlâ ona tevfik
nasip etmemiştir. ‘Dileşeydi hepinize hidayet ederdi.’135 Allah Teâlâ kün (ol)
sözüyle el-Vacid’dir. İrade bir şeyin varlığına iliştiğinde, ‘ol’ denilen
hiçbir şey bu söze direnemez. Allah Teâlâ imana Ebu Cehil’in veya iman etmemiş
insanların idrak mahallinde ‘ol’ diye emir verip kişiyi iman etmekle yükümlü
tutsaydı, Ebu Cehil vb. kimselerin idrak mahallinde iman ortaya çıkardı.
Allah Teâlâ’nın el-Vacid olması, ‘ol’
sözüyle gerçekleşir. ‘Ol’ emrinin dışındakiler ise vicdan mertebesinden
değildir. Allah Teâlâ emaneti göklere, yerlere, dağlara arz etmiş, onlardan
emaneti taşımalarını istemiş, onlar ise emaneti taşıyanlara yönelik Allah
Teâlâ’nın kınaması nedeniyle emaneti taşımaktan çekinmişlerdir. Bu kınama
bağlamında Allah Teâlâ emaneti taşıyanları -mübalağa kipiylezalim ve cahil
diye isimlendirmiştir; emaneti taşıyan kendisine karşı zalim iken emanetin
kadrini bilmeyendir. İşte kul bu niteliğe ulaşıp (Abdülvacid olduğunda),
mümkünlerden hiçbirisi onun karşısında direnemez. O mertebeye ulaşmanın delili
ise Hakkın o kişinin dili olmasıdır. Bundan başka bir şey söz konusu değildir.
Böyle bir insan bir şeyi irade ettiğinde o şey mudaka meydana gelir.
Binaenaleyh bu makama ulaşan insan her şeyi bulan/meydana getirendir (vâcid).
Böyle bir Hakk sahip iken varlığını ve meydana gelmesini irade ettiği bir şeyde
tevakkuf meydana gelirse, söz konusu şey o kişiye karşı direnmiş demektir. O
kişinin karşısında böyle bir varlık, Hakkın O’na iman etmeyeceği hakkında ezeli
bilgisinde hüküm verilen (Ebu Cehil gibi) kimsenin durumuna benzer. O makama
eren kişi Allah Teâlâ vasıtasıyla konuşsa bile, böyle bir konuşma Hakkın
kulunun vasıtasıyla konuşması gibidir. Hakkın kulun diliyle konuşmasma misal
olarak ‘Allah Teâlâ kulunun diliyle kendine hamd edeni duydu (semiAllah Teâlâu
li-men hamidehu)’ der. ‘Allah Teâlâ her söz söyleyenin dilindedir’ ifadesinin
bazı yorumları da bu anlamdadır. Allah Teâlâ dilediği bir kulunun diliyle bir
söz söyleyip bir şeyi emrettiğinde, verilen emir bazen gerçekleşir, bazen
gerçekleşmez. Fakat Allah Teâlâ bizzat bir şeye ‘ol’ diye emir verirse, zorunlu
olarak o şey meydana gelir:
‘Allah Teâlâ buyurdu’ dersen, bu söz
doğru
‘İnsanlar dedi’ dersen, söz
insanların
O sözü‘ben söyledim’ diye iddia etme
İnsanların suretinde Allah Teâlâ’yı
aklında tut
Kimin söylediğini bilmezsin ki sen!
Allah Teâlâ ile diyenin üzerinde bir
sorumluluk yok
Eksiklik ve kusur vekillik nedeniyle
ortaya çıkar ki, vekillik ortaklık demektir. Hakk vasıtasıyla söz söyleyen
O’nun vasıtasıyla emir verendir. Böyle bir durumda emir bazen gerçekleşir,
bazen gerçekleşmez. Mertebe ise birdir. İtaat edilen kul -Hakk vasıtasıyla
olmaksızınemir verirse, emir mutlaka gerçekleşir, çünkü bu durumda kişi birlik
nedeniyle saf ihlas haline ulaşmıştır.
Şöyle ki: Emir veren veya söz
söyleyen itaat edilen kişi, ‘Hakk ile’ demeksizin bir söz söyleyip emir
verdiğinde, onu bilenin ‘alim’ oluşunda bir asd olması bakımından, bulunduğu
hakikate göre söz söylemiş ve emir vermiş olduğu için bir birliğe sahiptir.
Bilgi zatı gereği bilene tesir eder ve bilgiyle ilişkide bilen -kendindeki
farklılık nedeniyle* farklılaşır. Böyle birisine hiçbir şey karşı koyamaz.
Onun halleri arasında emredilen işin gerçekleşmesi bulunursa, o şey dile
getirildiği üzere gerçekleşir. Çünkü böyle bir insan ancak üzerinde bulunduğu
durumu dile getirmiştir.
Meselenin özü ve hakikati şudur: Allah
Teâlâ kulunun diliyle ‘yap’ der, o şey olur veya olmaz. Çünkü kulun zahiriyle
veya bâtınıyla kendi kendine bir söz söyleyebilmesi mümkün değildir. Bu
itibarla her konuşan Allah Teâlâ vasıtasıyla konuşur, zira her şeyi konuşturan
O’dur. Derilerimiz ‘Her şeyi konuşturan Allah Teâlâ bizi
konuşturdu’136
diyeceklerdir. Mümkün bulunduğu hal hakkında Allah Teâlâ’ya bilgi vermiştir. Allah
Teâlâ’dan başkasının bir şeyi yaratması mümkün değildir ve yaratma sadece O’na
ait bir iştir. Kulun konuşması ve himmeti ise Allah Teâlâ’nın onda yarattığı
bir iştir. Bu itibarla kul ancak Allah Teâlâ vasıtasıyla konuşmuş, himmet
sahibi olmuştur. Dolayısıyla mümkün O’nunla bir olmamıştır. Allah Teâlâ
kulunun diliyle bir şeyi yaratmayı emredip de o şey bazen gerçekleşir ve bazen
gerçekleşmezse, bu durumda kul ‘ortaklık’ yoluyla konuşmuş sayılır. Bu nedenle
istediği veya emrettiği iş bazen gerçekleşir, bazen gerçekleşmez. Ortaklık
olmaksızın konuşmuş olması durumunda gerçekleşir. Bu durum ‘Allah
Teâlâ dileseydi’137
ayetinde belirtilir. Hâlbuki Allah Teâlâ dilememiştir ve burada lev edatı
kullanılmıştır. Kul kendiliğiyle konuşmuş olsaydı da böyledir. Hâlbuki kul
kendiliğiyle konuşmaz, Rabbi vasıtasıyla konuşur. Konuşma Rabbe aittir. Konuşma
kulun diliyle Rabbe ait olduğunda, bazen sözden bir yaratma ve eser ortaya
çıkar, bazen çıkmaz. Bu sözü iyi düşünmelisin! Çünkü o zihinden hemen kaybolur
gider. Asıl ilke gözünden kaybolmayacak şekilde tasavvur edilmezse, bilgi
zihinden silinir.
İşin özeti şudur: Kul her zaman Allah
Teâlâ vasıtasıyla konuşur ve bu durumda talep edilen şeyin gerçekleşmesi
zorunlu değildir. Allah Teâlâ kulu vasıta edinmeksizinkonuştuğunda, o söz
mutlaka meydana gelir ve bunun böyle olması kaçınılmazdır. Kul ancak takdir
yoluyla müstakil kalabilir. Bu durum -Hakkın iradesi hakkında ‘olsaydı’
dediğimiz gibikul için ‘olsaydı’ demektir. Hâlbuki böyle bir şey olmamıştır.
Bilmelisin ki, talep eden herkes
sahip olmadığı bir şeyi arar ve talep eder; elde bulunan aranmaz. Hakk
mümkünden onun yaratılışını (tekvin) talep eder. Onun yaratılışı kendinde
mevcut değildir, çünkü mümkün yokluk halinde var olan bir şey değildir. Tekvin
sabit varlıkta -ki o şeydirbulunan bir şey değildir. Allah Teâlâ onu irade
ettiğinde, kendisine ‘ol der, o da olur’138
Allah Teâlâ o şeyde tekvinin bulunmasını irade etmiştir, çünkü tekvin onda
bulunan bir şey değildir. Demek ki Allah Teâlâ tekvini kendisi için değil,
kendisinde bulunmayan o şey için irade etmiştir. Allah Teâlâ zatı gereği
mevcuttur, bu nedenle eşyayı (ve onun varlığını) -kendisi için değileşya için
irade eder. Eşya O’nun katında olduğu gibi her şeyin hâzineleri de O’nun
katindadır ve hazineler ancak sakladıklarıyla birlikte hazine olabilirler.
Binaenaleyh eşya Allah Teâlâ’nın katında ‘sübût’ halinde saklanmıştır. Allah
Teâlâ onları yaratmak istediğinde, hâzinelerden kendilerini indirir, onlara
var olmayı emreder. Bu durumda mümkün hakikatler, varlık elbisesi giyer,
kendileri için dışta var olurlar. Bununla birlikte onlar Allah Teâlâ’nın
bilgisinde veya onlara dair bilgisine her zaman görünür bir haldedirler.
Buradan Allah Teâlâ’nın talep edenin nezdinde bulunmayan bir şeyi talep ettiği
anlaşılır, Bu talep o anda var olmayan bir şeyin tekvin edilmesidir.
el-Vacid’in gerçek anlamı budur. Raciz şöyle der:
Vicdan sevgisiyle şiir söyle
Sufılere göre vecdden meydana gelip
zikirle elde edilen vücûd da bu
konuyla ilgilidir. Vücûd (bulmak, var olan şey) sufılerin vecd esnasında
nefislerinde buldukları Allah Teâlâ hakkındaki bilgi demektir.
TEVHİD
MERTEBESİ
el-Vahid, el-Ahad İlahi İsmi
Birle ilahını,
bütün fiiller Allah Teâlâ’nın
Unutma sakın,
görmezden gelme
Şirkten sakın, şirk
eksiklik
Otoritesini giydirir sana, senden başka var
olan bir şey değil o
‘Başka’ varlığı
olmayan bir şey
Sabit dur, senin
evin ilga edilmez ve yıkılmaz
Büyük bir lezzeti
var onun yine de
Cinsellik hazzı
gibi bütün uzuvlarımızı kaplar
Allah Teâlâ biliyor
ki zikrettiğim mısralarda
Doğru sözler
söylemekteyim, Allah Teâlâ, Allah Teâlâ!
Bu mertebenin sahibi -isim
kastedildiğindeAbdulvahid diye isimlendirilirken sıfat kastedildiğinde
Abdulahad’dır. Bu itibarla vahdaniyet, ahadiyetin birde -yani vahid’debilfiil
bulunmasıdır. Bu durumda o ahadiyet olmadığı gibi vahid (bir) de değildir. Bu
durum cismaninin cisim olmamasına benzer. Cismani cisimde bulunmakla varlığı
ortaya çıkan bir şey veya bir cevherdir; cevher bulunduğu mahal cisimler olan
ve sıfadarın kendisiyle bilfiil var olduğu şeydir. Ruh ve ruhani ilişkisi de
öyledir. O halde vahdaniyet ahadiyet ile vahid arasındaki gerçek bir bağ ve
nispettir. Bir şeye ‘bir’ denilmesi onun zatından kaynaklanabilir; böyle bir
şey bileşik değildir ve bu durumda (bir) şeydir. Bileşik ise ‘şey’ diye
isimlendirilmez ve iki şey veya bileşikliğin ulaşacağı sayıya göre şeyler
olabilir. Bu sayede eşya meydana gelir. Bununla birlikte onun hakkında
‘toplamın birliği’ ve ‘terkibin birliği’ nedeniyle ‘şey5
denilebilirken toplamdaki her bir şeyin birliği bakımından ‘bir’ denilmez.
Bazen bir, bir şeyin mertebesidir. Allah Teâlâ ulûhiyetinde bir olandır, demek
ki Allah Teâlâ mertebesi bir olandır. Bu nedenle bize kendisinden başka ilah
olmadığını bilmemizi emretmiş, genel olarak zata ilişkin bir bilgi vermemiştir.
Zatın mutlak birliği akılla bilinir. Fakat varlıkta her yönden bir olan biri
var mıdır, yok mudur? Bu hususta durmak lazımdır. Kadim veya hâdis olmak üzere,
her şeyin birliği, hiç kuşkusuz akılla öğrenilir ve biraz aklı ve doğru
düşüncesi olan kimse bu konuda itirazda bulunmaz. Sonra bu bir (vahid) hakkında
düşünürsün ve hakkında en düşüğünün mertebe birliği olduğu bazı hükümler
verirsin. Bir varlık bulunacağı herhangi bir mertebeden yoksun kalamaz. Bu
itibarla her şey, ya müessirdir veya tesire konu olan (müesser-fih) veya her
ikisi veya onlardan birisi değildir. Müessir faillik mahalli iken müesser-fıh
edilgenlik mahallidir. Varlıkta ancak bir toplam bulunabileceği gibi aklî
taksimden de toplam meydana gelir. Bu itibarla tesirde müstakil bir şey
yoktur. Çünkü tesiri kabul edenin kendisine tesiri olduğu gibi müessirin de
onda bir tesiri vardır. Münfail olan kendisine etki etmeyi talep etmesi bakımından
onu talep edici değildir. Böylece talep edilen şey ondan talep ettiği şeyi
meydana getirir. Bu ise mümkünün vacibe ve faile tesiridir. Çünkü onu fiile
zorlamış, o da fail olmuştur. Ayette ‘Bana
dua ettiğinde duasına karşılık veririm’139 denilir.
Burada istek ve dua icabetin sebebidir. Bununla birlikte kendinde herhangi bir
yeni durum ortaya çıkmaz, çünkü Allah Teâlâ hâdislerin bulunacağı bir yer
değildir.
Burada nispederin varlığını ortaya
koymuş olduk. Njspetler, şeriat tarafından ‘isimler’ diye ifade edilmiştir.
Her ismin kendine mahsus bir manası vardır. Hakkın zatına nispet edilen bu mana
kelamcılara göre sıfat diye isimlendirilirken muhakkiklere göre ‘nispet5
diye isimlendirilir. Binaenaleyh varlıkta her bakımdan bir olan bulunmadığı
gibi bütün yönlerde de bir olan bulunur ve bunun böyle olması kaçınılmazdır.
Sonra bir ile ahad (mutlak bir) arasındaki nispetin aklî anlamına göre
nispetler meydana gelir. Çünkü nispetler birbirlerinden ayrışırlar: İrade
nispetiyle kudret nispeti, kelamla hayat ve bilgi nispetleri birbirinden
farklıdır. el-Âlim ismi el-Kadir isminin vermediği bir anlamı verirken el-Hakim
diğer isimlerin vermediği bir anlamı verir. Bütün bunları nispet veya isim veya
sıfat kabul edebilirsin. En doğrusu isim olmalarıdır, çünkü şeriat, Allah Teâlâ
hakkında sıfat veya nispet tabirini kullanmamış, isim tabirini kullanarak
şöyle demiştir: ‘En güzel isimler Allah Teâlâ’ya aittir.’140 Bu isimler nispetlerden ibarettir.
Onlarm gerçek bir varlıkları var mıdır, yok mudur? Bu konuda akılcılar arasında
görüş ayrılığı bulunmaktadır. Bize göre ise onların dışta var olmayan aklî
hakikatlere verilmiş isim ve nispetler olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur.
Binaenaleyh İlâhî zat onlarla çoğalmaz, çünkü bir şey hüküm, izafet ve
nispetlerde değil, ancak gerçekte var olanlar nedeniyle çoğalabilir. Her şeyin
kendine mahsus bir birliği (ahadiyet) vardır ve bu sayede ona bir denilir.
Ebu’l-Utahiyye şöyle der:
Her şeyde ona ait bir ayet var
Onun bir olduğunu gösterir
Karineleri dikkate almazsak, ikinci
mısradaki zamir birinci mısradaki onun
zamirine dönebileceği gibi zikredilen şey kelimesine de dönebilir. Bu durumda
Ebu’l-Utahiyye adeta şöyle der: Her şeyde o şeyin bir olduğunu gösteren ve o
şeye ait olan bir ayet vardır. Zamir Allah Teâlâ’ya da dönebilir. Bu durumda
anlam, her şeyde o şeyin kendisini var edenin birliğini gösteren bir delil
vardır demek olur. O’nun o şeyi yaratmada bir ortağı yoktur. Hiç kuşkusuz
şairin maksadı buydu. Peki bu alamet ve delalet nedir? Bu delaletin yaratanın
birliğini kendisine verdiği âlim'kimdir? Bilmelisin ki delalet, her şeyin
mutlak birliği demektir. Oriun birin birliği veya çokluğun birliği olması
durumu değiştirmez. Her mümkünün birliği -isimleri çok olsa bileHakkın
birliğinin bir delilidir. Her isim ise öteki ismin gösterdiğinden başka bir
anlamı gösterir. Buradan Hakkın kendindeki birliğiyle isimlerinin çokluğunun
birliği ortaya çıkar. Binaenaleyh varlıktaki her şey, Hakkın isim ve zatında
bir olduğunu gösterir, bunu bilmelisin!
Ne bir tevhid var ne
çokluk
Söylediğimiz
anlamda hepsi; bak! doğruyu görürsün
Artık istediğini ve beğendiğini
söyle Kesin bir cem’ ve fark zuhur etmiş
İş yaratılmış ve yaratanda Dilersen
‘Hakk’ dilersen ‘halk’ de
SAMEDİYET
MERTEBESİ
es-Samed İlahi İsmi
Sırtımı rüknüme ve dayanağa yasladım
İnsanların Rabbi el-Müheymin, es-Samed’e
Dedim, bütün emellerin bitiş noktası Uzakta ve yakında hüküm sana ait
Bir kitap okudum, bana şunu öğretti:
Hiçbir zaman bir
gücüm olmayacak
Avucumu onun üzerinden çekmiş olsam
Gözlerim bir’e baksaydı
Ben öyle bir
bilginin varisiyim ki
Keşif ve gözlem
ilimleri sürekli bende bulunur
Bu mertebenin sahibi Abdussamed diye
isimlendirilir. Söz konusu mertebe hakkında Mevakiu’n-Nücum
kitabımızın kalp organı bahsinde samedanî tecelliden söz ederken genişçe
açıklama yapmıştık. Burada ise -Allah Teâlâ izin verirseonunla ilgili bazı
hususları zikredelim.
Samediyet mertebesi iltica ve dayanma
mertebesi demektir. Başka bir ifadeyle muhtaç olan her şeyin belirli bir şeye
dayandığı mertebedir. Dayanmanın sebebi, muhtaç olan şeyin muhtaç olduğu
varlığın bu mertebede bulunduğunu bilmesidir. Bu mertebedeki müstağnilik ancak
(başka varlıkların) muhtaçlığınca sebep teşkil eden bu varlıklara bağlıdır.
Acaba bu mertebenin kendinden kaynaklanan bir müstağniliği var mıdır, yok
mudur? Kendinde müstağnilikle ilgili olarak ayette ‘Allah
Teâlâ âlemlerden müstağnidir’141 denilir. Bu konu burada ele alınması
gerekli olmayan bir konudur. Bu mertebeyle ilgili değinilmesi gereken husus,
yoksulların kendilerine muhtaç olmasına yol açan bu şeylerin kendi
hâzinelerinde varlığa sahip olup olmadıklarıdır. Bu hâzinelerle ilgili olarak
ayette ‘Her şeyin hâzinesi bizim katımızdadır’142 buyrulur. Hâzinede bulunanlar
hâzinenin ta kendisidir. İşi hakkıyla öğrendiğinde (bilirsin ki): Hakk her
şeyin O’nun katında bulunması itibarıyla esSamed’dir. Fakat hazineler (İlâhî
ilimde) sabit halde bilinen şeylerden ibarettir, çünkü onlar, Allah Teâlâ’nın
katında sabittir. Allah Teâlâ onları bilir, görür, onlarda bulunanları da
görür, onlardan dilediklerini izhar eder, diledikleri kalır. Bütün bu süreçte
onlar yine de hâzinelerde kalırlar. Bu nedenle onların sınırlı ve sonlu
oldukları zannecülse bile gerçekte onlar sınırlı değillerdir. Bu itibarla
fakirlerin en fakiri, hâzinelerde saklanan o eşyadır, çünkü onlar, hâzinelerde
varlığa çıkıp bizatihi ‘zevk’ yoluyla onu görmek isterler. Çünkü onlardan var
olan şeyler, var olmayana ihtiyaç duygusunu onlara kazandırırlar. Bu nedenle
onlar var olmayanın (madum) vekili olarak kendisini var etmesi üzere Allah
Teâlâ’ya muhtaç kalırlar. Veya o varlığa muhtaçlıkta hâzinede olan şeye
yardımcıdır. Bu ikinci durum insanın içinden kendisinde bulunmasını istediği
herhangi bir şeye dair duyduğu taleptir.
Bilmelisin ki, Hakkın katındaki
hazineler iki kısımdır: Birinci tür, mevcut varlıkların saklandığı gerçek
hâzinelerdir. Bunlar, bir kişinin yanında bulunan cariye, oğlan, at, elbise ev
veya herhangi bir şey mesabesindeki varlıklardır. Onların sahibi o şeyler için
hazineyken o şey hâzinede saklanılandır. Her ikisi birden Allah Teâlâ’nın
katindadır, çünkü bütün eşya Allah Teâlâ’nın elindedir. Mesela Ömer Zeyd’in
elindekinin kendisinde bulunması için Allah Teâlâ’ya muhtaç olur. Allah Teâlâ
ise Zeyd’in kalbine o şeyi vermesi veya satması veya onu değersiz görmesi veya
nahoş karşılayıp Ömer’e bırakması duygusunu ilham eder. Böyle bir şey
Allah Teâlâ’nın katındaki
hâzinelerden sayılır. Bütün bunlarda âlem birbirinin hâzinesidir ve o da
hâzinede olanın kendisidir. Alem kendisinde saklanılan şeyin hazinesiyken
intikal bir hâzineden ötekine geçmek demektir. Herhangi bir şey Allah
Teâlâ’nın katından inmiş değildir ve her şey O’nun katında saklanmıştır. Allah
Teâlâ gerçekte her şeyin hâzinesidir ve hiçbir şey O’nun dışına çıkmaz. Hakkın
dışında olanlar ise hâzinededir; bir kısmı başka hâzinelere çıkarlar.
Binaenaleyh hâzinelerin muhtaçlığı, hâzinelerden hâzinelere doğru olan bir
muhtaçlıktır. Hepsi de Allah Teâlâ’nın elinde ve O’nun katindadır. Allah Teâlâ
bütün işlerin kendisine döndüğü ve dayandığı es-Samed’dir.
Bu mertebeyle birlikte tevekkül
edenler tevekkül vaktinde itimat ettikleri şeye bağlanırlar. Bir kısmı Allah
Teâlâ’ya tevekkül ederken, bir kısmı sebeplere bağlanır. Bununla birlikte
sebepler kendilerine itimat edene hainlik edebilirken Allah Teâlâ kendine
tevekkül edip işini havale edeni yarı yolda koymaz.
Bütün oluş samed
Her hakikat ehad
Bilinen ve inkâr
edilen
Hepsi dayanmış
Hakk bizim
kalplerimizde
Saklanmış ve
birleşmiş
Tey ki ile hüküm
verir
Ebedi hâzinelerde
Bir engeli yok
Her şey kendisinde
toplanır
Varlığımdan bana
ulaşır
-Düşünürsenyardım
Bilmelisin ki, hazineler Allah
Teâlâ’nın katindadır. Sen de bir hâzinesin ve sen de O’nun katındasın. Bununla
birlikte kalbin O’nu sığdırır.
Allah Teâlâ senin katında, sen Onun
katındasın. Aynı zamanda sen kendi katmdasın. Demek ki samediyette senin de bir
payın vardır, çünkü Allah Teâlâ için hâdis bilgi ancak senin vasıtanla ortaya
çıkabilir. Bu durumda o bilgide Allah Teâlâ sana döner, çünkü o bilgi seninle
ortaya çıkar. Sen ancak seninle ortaya çıkabilecek bir hususta samed’sin
(iltica edilen) . Senin için ve başka kim için gerçekleşmişse samediyet bu
mertebeden ortaya çıkmıştır. Fakat Rabbinin yasaklama sınırında dur ve
peygamberinin diliyle herhangi bir hususta sana verdiği emirleri iyice düşün! Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem sana namazda kıbleye karşı bir sütre edinmeni
emreder. Sütreyi biraz sağa veya sola koymalı ve doğrudan ona yönelmemelisin.
Sütreyle ilgili bu hüküm, Allah Teâlâ’dan başkasına yönelmek hakkındaki ilâhî
gayretin neticesidir. Burada samediyet için âlemde belirli bir yön de ortaya
çıkar. Şâri’nin işaret etmiş olduğu bu ölçüye göre mümin adına samediyet
(niteliği) gerçekleşir. Cahil insan ise doğrudan sebeplere yönelir, sağa ve
sola yönelmeyi Hakkın samediyetinin tersi yapar. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem namaz kılanın önüne koyduğu sütrenin biraz sağa veya sola
yerleştirilmesini emrederken güçlü ve zayıf sebebe dikkat çeker. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem sağa koymakla güçlü sebebe, sola koymakla daha
zayıf sebebe dikkat çeker. Bütünüyle Allah Teâlâ’nın dışında kalan ise
sağdakinin sahibidir. Haktan kendisine bir tecellinin parıldadığı kimsenin
sebebe bağlılığı zayıflar, onu daha zayıf tarafa koyar. Her halükarda sebep
bulunmalıdır ve insan Allah Teâlâ’dan başkasına tam olarak yönelmemelidir.
Dikkatini çektik ve sana tavsiyede bulunduk.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola
ulaştırır.’
İKTİDAR
MERTEBESİ
el-Kâdir, el-Kadîr
ve el-Muktedir İlahi İsmi
Bana değerimi
bildiren kişi
önemsediğimizi
izhar etseydi bize
Benim el-Bari’niri
katındaki değerim
Ateşe girmekten daha büyük benim için
Pek çok asker getirilse bile , .
Onu getiririm ve
iyileri
Asabe ve hayırlı efendiler
içinde
Masum ve mahfûz bir
halde
Eve girerken beni
ayırt eder
Sağır ve hür
kullardan
Bu mertebenin sahibi Abdulkâdir,
Abdulkadîr ve Abdulmuktedir diye isimlendirilir. Allah Teâlâ ‘O
her şeye kadirdir’143, ‘De ki O size göndermeye kadirdir’144,
‘Biz kadiriz’145, ‘Muktedir bir melikin
katında’146
buyurur. Bu mertebenin yegâne tesiri Hakkın var olmasını irade ettiği mümkünlere
varlık vermesidir. Allah Teâlâ o şeye ‘ol’ der, iktidarını ‘ol’ sözüyle gizler,
onu iktidar üzerinde bir örtü yapar. Mümkün ise farkında olmadığı yönden İlâhî
iktidardan meydana gelir ve var olmak üzere süratle hareket eder, var olur.
Böylece kendisine ‘ol’ diye emredenin sözünü duyar ve o emre itaat eder. Emre
uymuş olmakla da Allah Teâlâ tarafından övülür. Binaenaleyh mümkünde
gerçekleşen ilk iş, duyup var olmak üzere Allah Teâlâ’ya itaattir. Ondan
meydana gelen her günah arızî olarak meydana gelirken kendisinde asıl olan
duymak ve itaat etmektir. Nitekim gazap da öyledir! Öncelik rahmete aittir ve
rahmet öncelik sahibi olduğu gibi mümkünün itaati de önce ve sonda gelendir.
İşin sonu her zaman öncekinin hükmüyle aynıdır. Varlıkta öncelik rahmete
aittir ve her mümkünde işin sonuçta rahmete varması kaçınılmazdır. Bununla
birlikte mümküne bedbahtlık hali ilişebilir.
Mümkün asıl itibariyle itaatkâr
olduğu gibi doğan herkes de fıtrat üzere doğar; fıtrat Allah Teâlâ’ya kulluğu
ikrar demektir. Binaenaleyh fıtrat ‘itaat üzere itaattir’. Mümkünün asıl
itibarıyla bir gücü olmayıp yegâne özelliği kabul olunca, sayesinde Allah
Teâlâ’nın iktidarına ulaşabileceği ve kendini yokluktan varlığa çıkartacak bir
hakikate sahip değildir. Çünkü Allah Teâlâ’dan başka fail yoktur. Eşya Allah Teâlâ’yı
ancak kendilerinden ve üzerinde bulundukları duruma göre müşahede edebilirler.
Mümkün ise asıl itibarıyla -bazı akılcılara göreherhangi bir iktidara sahip değildir.
Dolayısıyla varlığa çıkışlarını gözlemlemeleri ve müşahede etmeleri mümkün
değildir. Nitekim Allah Teâlâ yaratılış halini kastederek ‘Onları
göklerin ve yerin yaratılışına veya nefislerinin
yaratılışına şahit tutmadım'’147 der. Daha önce de söylediğimiz gibi,
bazı akılcılara göre mümkünün herhangi bir şekilde iktidarı ve gücü yoktur. Bu
nedenle Allah Teâlâ’nın kudretini gizleyip; mümkün, duymak ve itaat etmekle
karşılık versin diye onu emir kipinde sözle (ol diye) ifade ettiğini belirttik.
Dolayısıyla Hakkın gözü sürekli rahmetiyle mümküne bakar ve ondan bu asıl
davranış beklenir. Bununla birlikte sözün madumda (yok olan), özellikle de asıl
bakımından iktidarı olmayanda bir hükmü yoktur. Peki durum nasıl açıklanacaktır?
Bu durum teklifin suretine benzer. Fiil Allah Teâlâ’ya aittir. Mümkün asıl
itibariyle Allah Teâlâ’nın emrini duyan ve ona itaat eden olduğuna göre ‘emre
uymak sırrı’ onda kalmıştır. insana Allah Teâlâ’nın emrine karşı çıkmayı
söyleyen şeytanın vesvesesi gelir. Şeytan ona emir verirken ‘karşı çık’ demez,
sadece Allah Teâlâ’nın yasaklamış olduğu bir şeyi yapmasını emreder veya onu Allah
Teâlâ’nın yapmasını emrettiği bir şeyi yerine getirmekten alıkoyar. İnsan bu
konuda Allah Teâlâ’dan gelen emirden habersiz kalır, şeytanın verdiği emre
hızla icabet eder. Çünkü daha önce söylediğimiz üzere insanın ilk yaratılışta
fıtratının gereği emre uymak ve bağlanmaktır. Aynı şekilde insan kendisine
gelen meleğin ilhamını da kabul eder. Melek ona Allah Teâlâ’nın emrine itaati
veya güzel ahlaka uymayı ilham eder. İnsanın yapmak veya terk etmek hususunda
iki ilham arasında kalmasına gelirsek, bu esnada insan İlâhî tereddüt hükmünün
altındadır. Allah Teâlâ tereddüdü kendisine nispet etmiştir. Mümkün ise
tereddüt ederken Hakkın tecelligahıdır. Âlemdeki her tereddüt Hakkın
tereddüdünün ta kendisidir. Bu sayede Allah Teâlâ dilediği işleri uygular ve
infaz eder, hükmü ise ya itaat veya günah şeklinde fiilde ortaya çıkar. Nitekim
kul Allah Teâlâ’dan herhangi bir işi irade ve talep eder. Allah Teâlâ ise
isteğini kendisine vermez ve onun talebini yerine getirmez. Bu da suretin sahih
olabilmesi için kendisine ait bir niteliktir. Çünkü suretin tamam olmasının bir
tezahürü hilaf ve vifak, yani uyumsuzluk ve uyum tarzındaki karşıtlığın da
onda bulunmasıdır. Allah Teâlâ kulun her isteğini yerine getirmiş olsaydı, hiç
kuşkusuz kul Hakkın kendisinden talep ettiği her işi yerine getirecek olurdu.
Kul emredilen ve yasaklanan her konuda Rabbine olumlu karşılık vermiş olsaydı,
O da kuluna herhangi bir işi meydana getirmek hususunda kulun aklına gelen her
talebe olumlu karşılık verirdi. Hal söylediğimiz gibi olunca, mümkün İlâhî
surette bulunmuştur. Dolayısıyla her iki tarafta da uyma ve karşı çıkmanın
gerçekleşmesi kaçınılmazdır! Kulun Hakkın emrine karşı çıkmış olması Hakkın
kulun duasına icabet etmeyişinin karşılığıdır. Böylece iki nüsha veya iki suret
arasında karşıtlık gerçekleşmiş, suretiyle ortaya çıktığı için kitap ümm, yani ana
olabilmiştir. Böyle olmasaydı hata olurdu; doğru ise daha iyidir.
O halde mümkünden muhalefetin ortaya
çıkması surette bulunma bakımından daha doğrudur. Bu itibarla ana
kitapta ancak hakikat olan işler bulunabilir. Demek ki bulunduğu her
yerde uyumsuzluk ve muhalefet (hilaf) haktır. Bu sırrın ne kadar garip
olduğuna ve her şeye kâdir iken Allah Teâlâ’nın kudretini nasıl gizlediğine
bakınız! O halde muktedirin hükmü kâdirin hükmünden farklı bir hükümdür.
İktidar eşyanın sebepler vesilesiyle ortaya çıkışında el-Kâdir’in hükmüdür.
Sebepler ise kudreti elde etmekle nitelenmiş olanlardır. Öyleyse sebepler
muktedirdir, yani iktidarı icra etmek üzere kullanılan şeylerdir. Yoksa
gerçekte Hakk’tan başka bir şey yoktur! O bir sebep vesilesiyle veya sebeple
-dilediğini söyleyebilirsineşyayı yaratandır. Bu durum ‘Dikkat
ediniz! Yaratma O’na aittir’148 ayetinde belirtilir. Allah Teâlâ’nın
bir sebep vasıtası olmaksızın yarattığı işler ise ‘Dikkat
edin yaratma ve emir
O’na aittir, âlemlerin Rabbi münezzehtir’149 ayetinde ifade edilir. Bu nedenle Allah
Teâlâ ehli sözlerinde halk âlemi ve emir
âlemi diye iki terim kullanmışlardır. Halk âlemi dediklerinde, Allah
Teâlâ’nın sebepler vesilesiyle yarattıklarını kastederler. Bu durum ‘Ellerimizle
yaptığımız’150
ayetinde belirtilir; eller sebepler demektir. Bu izafet bir şereflendirme
izafeti, daha doğrusu gerçek bir izafettir. Emir âlemi ise sebep vesilesiyle
yaratılmamış olan işlere işaret eder. Allah Teâlâ emir âlemi bakımından Kâdir
iken halk âlemi yönünden Muktedir’dir. İşin açıklaması budur.
Şöyle denilir: ‘Komutan hırsıza
vurdu.’ Veya ‘Komutan hırsızın elini kesti.’ Kesmek bir görevlinin vasıtasıyla
gerçekleşmişken kesme emri komutandan çıkmış, bu nedenle kendisine nispet
edilmiş, bu durumda komutan ‘muktedir’ diye isimlendirilir. Vurma fiilini doğrudan
yapsaydı, kâdir olurdu. Çünkü burada bıçak veya onun dışında eli kesmesini
sağlayan bir araç yoktur. Allah Teâlâ bir araçla yaratırsa Muktedir, araç
olmaksızın yarattığında Kâdir’dir. Kudret iktidardan daha gizlidir. Bununla
birlikte iktidar kâdirin halidir. Bu yönüyle o isimlendirmek ile
isimlendirilenin aynı şey olmasma benzer. Bunu anlamalısın! ‘Allah
Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’
TAKDİM
MERTEBESİ
el-Mukaddim (Öne Geçiren) İlahi
İsmi
Ben öne geçenim,
bilgi ve marifette
Benim önümdekini
bilirim, O da mağfiret eder bana '
Sahip olduğum
bilgi yetseydi elde malik olurdum Ellerim çalışmak
üzere açılmış iken
el-Mukaddim’in
kulu, dua ederim ve bilir beni
Dua ettiğimde bana
görünmez ve zuhur etmez
Benimle yarışınca
yitirmem ben kendisini
En büyük hiledir benim
için bu durum
Allah Teâlâ onu benim işime amade
kıldı Dağı görmekle yüz çevirmem ben O’ndan
Bu mertebenin sahibi Abdulmukaddim
diye isimlendirilirken (mümkünün varlığını yokluğuna) tercih edenin varlığı
delille bu mertebeden sübût bulur; tercih eden Allah Teâlâ’dır. Şöyle ki:
Mümkünler yaratmaya nispetle veya yaratmanın onlara nispeti itibarıyla aynı
seviyededirler. Bu itibarla mümkünlerden birisinin ötekinden önce gelmesi
belirli bir nedenle tercih edenin varlığına delildir; yoksa önce gelmek, mümkünün
kendinden kaynaklanmaz. Buradan tercih edenin olması gerektiğini anladık.
Tercih eden bir mümkünü diğerlerinden önce getirendir. Böyle bir delil talep
edilen hususta Eş’ari’nin zamanla delil getirmesinden güçlü bir delildir.
Eş’ari şöyle der: ‘Belirli bir zamanda var olan herhangi bir mümkünün o
zamandan önce veya sonra var olması mümkündür.’ Eş’ari ancak zamanın hükmü
altına girenlerden söz eder. Ona göre zaman mevcut bir şeydir, fakat zaman
içinde var olmaz. Demek ki zamanın kendisi zamana dâhil olmayan şeylerdendir ve
bu nedenle delaletini yitirir. Bizim vardığımız görüş ise ister zamanda olsun
ister zamanda olmasın varlığa sahip her şeyin hükmü altına girebileceği bir
görüş olduğu için daha yetkin ve sağlam bir delildir.
Allah Teâlâ âlemde izhar ettiklerini
izhar ettikten sonra, âlemde birtakım mertebeler belirlemiştir. O mertebeler
de hakikatleri kendileriyle görünüp onlara yerleşmeyi gerektiren varlıklara
göre aynı nispettedir. Bir şahıs o mertebelerden birisine ulaşıp diğerlerinden
önce gelirse, onu öne geçiren, el-Mukaddim diye isimlendirilir. Misal olarak
insan türünde halifeliği verebiliriz. Her insan halife olmaya kabiliyetli olsa
bile Allah Teâlâ dilediklerini bu konuda öne geçirir, başkaları o zaman içinde
geri kalır. Bu konuda bir tereddüt yoktur. Aynı durum peygamberlik, risalet,
komutanlık ve bütün mertebeler için geçerlidir. Hepsi böyle cereyan eder. ‘Allah
Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola
ulaştırır.’
GERİDE
BIRAKMA MERTEBESİ
el-Muahhir İlahi İsmi
Sen dilediğini hikmetiyle geride
bırakan el-Muahhir’sin
Bilinmez ki hangi hikmetle geride
bıraktın
Öne geçmeye
ehil olsaydı bir şey bazen izhar edip
Bazen gizlemezdin onu
Allah Teâlâ bilir ki bizde bulunan
gayret nedeniyle
Güç yetirenıem, zikret sen
Garip âlemin bir meziyeti olsaydı
benim nezdimde
Şükrünü yerine getirirdim, nankör
olmazdım ona
Fakat gözlerimizden
gizledi onu
Kendisinde
bulunduğunda hayrete düşüren bir nur
Bu mertebenin sahibi Abdulmuahhir
diye isimlendirilir. Allah Teâlâ kulunu bir mertebeden geride bırakmak
isterse, bu fiil, bu mertebeden gerçekleşir. Artık başkası o mertebede öne
geçerken geride kalan hiçbir zaman onun önüne geçemez. Sonra geride kalması
istenilenin öncelikte hükmünün olmadığı belli olunca, geride kalan kalır. Allah
Teâlâ geride kalanlardan dilediğini öne geçirdiğinde ise O’nun öne geçirmesiyle
kişi öne geçmiş olurken geride kalanlar da kaşıdı olarak değil dolaylı olarak
kalır. Kimse kasıtla geride bırakılmadığı gibi kasıtla öne de geçirilmemiş,
gerçekleşen her iş dolaylı olarak gerçekleşmiştir. Bu yönden meydana gelen her
iş bu mertebeden ortaya çıkmıştır. O da hüküm bakımından değilgeride olmanın
mahsus olduğu diğer yönden meydana gelir. Bu sayede öne geçmede ve geride
kalmada kasıdılık ve kastın olmayışı bir araya gelmiştir. Bu nedenle
el-Mukaddim ve el-Muahhir esma-i hüsna arasında çift zikredilmiştir. .
İLK
OLMAK MERTEBESİ
el-Evvel İlahi İsmi
Zikri için kulları toplayan Hakk
münezzeh Urübe gününde, el-Evvel seçti onu
Allah Teâlâ onunla kullarının
varlığını mühürledi Şeriat ve akla göre tevil ediniz
Söylediğimi, bir hikmet söyledim ben
En yüce makam örttü onu
Yüce mekânından tevazu gösterince
Aşağıdaki zatında gizler onu
el-Müheymin O; kuşku yok O ihsan
eden; kullarına karşı el-Cevâd
Bu
mertebenin sahibi Abdulevvel diye isimlendirilirken bazen ebu’l-vakt (vaktin
babası) diye kinaye yoluyla da söylenir. Bu kinaye vakitlerin kendisini tafsil
ettiği ed-Dehr diye isimlendirilen zamanın önceliği hakkında nefislerdeki
tasavvurla ilgilidir. Böylece Abdulevvel’in künyesi ebu’l-vakt olur.
Nitekim Âdem’in künyesi de ebu’l-beşer’dir
(insanlığın babası). Âdem diğer insanların babası olduğu gibi Evvel de
vakitlerin babasıdır. İlk olmak (evvellik) mertebesi vasıtasıyla her türdeki
ilk şahıs ortaya çıkmıştır. Bu itibarlar insan türünde, Âdem; cennetler
arasında, Adn cenneti; ruhlar arasında, ilk akıl; cisimler arasında, arş;
rükünler arasında, su; şekiller arasında, daire ortaya çıkmıştır. Sonra iş
âlemdeki tikellere doğru iner ve mesela ‘Kader hakkında Basra'da konuşan ilk
kişi Ma'bed el-Cuhenî'dir’ veya ‘Allah Teâlâ yolunda ilk ok atan kişi Sa'd b.
Ebi Vakkas'tır’ denilir. İnsanlık âleminde söylenen ilk şiir de şudur: ,
Beldeler değişmiş, beldedekiler de
Yeryüzü kapkara bir tozla kaplanmış
Bu şiirin Kabil kardeşi Habil’i
öldürdüğünde Hz. Âdem tarafından söylendiği aktarılır. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem ise ‘Haksız yere öldürülen herkesin günahının vebali Âdem’in
oğlu üzerindedir, çünkü o haksız yere öldürme âdetini çıkaran ilk kişidir’ der.
Bizim ilkler (evveliyat) hakkında Yunan şehirlerinden Malatya’da veya Mekke’de
-Allah Teâlâ daha iyisini biliryazmış olduğumuz nefis bir risâlemiz vardır,
insanlar için yapılan ilk ibadet evi Kâbe’dir. Mertebe bakımından gelen ilk
İlâhî isim el-Hayy’dır. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
SONRA
GELME MERTEBESİ
el-Ahir İlahi İsmi
Allah Teâlâ ne İlk
ne Son’dur zira .
Dönen âlemi korumak
irade eder
Alem kendini
koruyamaz
Yaratılmış aciz
diye nitelenmiş
el-Ahir ismiyle korur âlemi Allah Teâlâ
Bir ötekine
bağlansın diye
Bize her şey bir
devir (döngü) demiş
İlk sona bağlanmış
O zatını bize
göstermiş
Bâtın ve zahir
suretinde
Bu mertebenin sahibi Abdulahir diye
isimlendirilir. Onun sınırı birinciden sonra gelen İkinciden başlayarak en
aşağıdakine kadar uzar. Allah Teâlâ el-Ahir diye isimlendirilendir, çünkü O hiç
kuşkusuz ilk olmak mertebesinden sonra gelmek hükmüne de sahiptir. Sonra gelen
birinci olmayı Hakk ettiği halde geride kalışının en basit ve açık nedeni zamandır,
çünkü her bakımdan kendisinde ehliyet vardır. Birinin geride kalıp ötekinin öne
geçmesinin hükmü zamana aittir. Buna misal olarak Hz. Ebu Bekir’in, Hz.
Ömer’in, sonra Hz. Osman’ın, sonra Hz. Ali’nin -Allah Teâlâ hepsinden razı
olsunhalife olmalarını verebiliriz. Her birisi öncelik sahibi olduğu gibi
halifeliğe de ehildirler. Birinin önce gelip diğerinin sonra gelmesinde
halifeliğin şartı olan herhangi bir üstünlük etkili olmamış, burada söz konusu
olan tek âmil zamandır. Allah Teâlâ’nın bilgisinde Hz. Ebu Bekir’in Hz.
Ömer’den önce, Hz. Ömer’in Hz. Osman’dan önce Hz. Osman’ın Hz. Ali’den önce vefat
edeceği sabittir. Hepsinin Allah Teâlâ katında bir değeri ve hürmeti vardı ve
bu nedenle Allah Teâlâ hepsini fiilen gerçekleştiği üzere halife kılmış, eceli
daha önce gelenleri öne almıştır. Benim görüşüme göre, önce halife olan kişi,
diğerlerinden üstün olduğu için halife olmamıştır. En iyisini Allah Teâlâ bilir
de, önceliğin ecellerle ilgili olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü iki halifeye biat
edilmiş olsaydı, bu konudaki nas nedeniyle, öteki öldürülecekti. İnsanlar Hz.
Ebu Bekir’e biat etmeden diğer üçünden birine biat etmiş olup Allah Teâlâ’nın
bilgisinde Hz. Ebu Bekir’in halife olacağı takdir edilmiş olsaydı, halife
olmazdı. Üçten biri görevinden alınıp Hz. Ebu Bekir yerine getirilseydi,
azledilene saygısızlık olur, görevinden almaya çalışan kişi Hakk ettiği bir işi
ondan zorla almış sayılır, hevaya uymak, zulüm işlemek ve halifeye karşı haddi
aşmak suçlarını işlemiş olurdu. Buna mukabil görevinden alınmasaydı Hz. Ebu
Bekir halife olmaksızın onun halife olduğu dönemlerde vefat etmiş olacaktı.
Hâlbuki Allah Teâlâ’nın bilgisinde böyle takdir edildiği için Hz. Ebu Bekir’in
halife olması gerekecekti. Bu nedenle eceli önce geldiği için diğer
arkadaşlarından önce halife olması zorunlu olmuştur. Aynı şey Ömer
İbnu’l-Hattab, Hz. Osman, Hz. Ali ve Hz. Hasan için geçerlidir. Önce halife
olanlar bu göreve diğerlerinden daha layık olmadığı gibi geride kalan da ehil
olmadığı için geride kalmış değildir. İnsanlar bunu anlamamıştır. Allah Teâlâ
halifelerin ecellerini izhar edip halifelikteki sürelerini gösterdikten sonra,
bizce, önceliğin ecellere bağlı olduğu belli olmuştur. Ya da bu hususta bizim
bilmediğimiz Allah Teâlâ katında başka bir neden vardır. Allah Teâlâ onların
hepsi için halifelik mertebesini muhafaza etmiştir. Geride kalmak ve önce
gelmenin hükmü budur.
İlk olmak Allah Teâlâ’ya aittir,
çünkü Allah Teâlâ her şeyi yaratandır. Son olmak da Allah Teâlâ’ya ait bir
niteliktir, çünkü Allah Teâlâ ‘Bütün
iş O’na döner’151 buyurur.
Başka bir ayette ‘O’na döndürüleceksiniz’152,
başka bir ayette ‘Dikkat edin işler Allah Teâlâ’ya
döner’153
denilir. Demek ki Allah Teâlâ Evvel olduğu gibi aynı zamarida Ahir’dir. Evvel
ile Ahir arasında ise bütün İlâhî isimlerin mertebeleri ortaya çıkar.
el-Ahir’in hükmü her işin kendisine dönmesiyle gerçekleşir. Binaenaleyh Allah
Teâlâ evvel olduğunda insan-ı kâmil ahir olur, çünkü o ikinci mertebededir ve
halifedir. Aynı zamanda tabii yaratılışı bakımından da sonra gelir (ahir),
çünkü insan son türeyendir. Allah Teâlâ onun halife ve imam olmasını irade
edince âlemi yaratmış, hazırlamış, düzenlemiş, itidal vermiş, gerçek bir
memleket olarak tertip etmiştir. Alem cemaat olmak üzere istidad kazandığında, Allah
Teâlâ insanın tabii cismini (beden) yaratmış, İlâhî ruhtan üflemiş, onu kendi
suretinde yaratmıştır. Bunun nedeni insanı halife olarak yaratmış olmasıdır.
İnsan cismiyle ortaya çıkmış, ona Adem denilmiş, Allah Teâlâ kendisini
yeryüzüne halife olarak görevlendirmiş, melekler ile onun arasında Allah
Teâlâ’nın kitabında bize aktardığı hususlar gerçekleşmiş, Allah Teâlâ imamlığı
kıyamete kadar Âdem’in oğullarına bırakmıştır. İnsan İlâhî surete göre son
olduğu gibi tabii doğal ve kevnî suret itibarıyla da sondur. O halde Âdem hem
nefs hem cisim bakımından sondur. İnsan âlemin işinin kendisine dönmesi
itibarıyla sondur. Bu itibarla insan maksat olan varlıktır. Dünya onunla mamur
olduğu gibi bilfiil onunla var olur. İnsan kendisinden ayrıldığında dünya yok
olur, gökler parçalanır, yıldızlar dağılır, güneş söner, dağlar yürütülür,
develer yavrularını düşürür, denizler kaynar, dünya yurdu bütünüyle harap olur,
insanın oraya göçmesiyle birlikte mamurluk bu kez ahirete intikal eder, cennet
ve cehennem mamur Hakk gelir. Artık dünya bir yer olmaktan çıkar ve sadece
cennet ve cehennem vardır. Demek ki ilk, yani evvel ismi birinciye aittir ve
orası dünya hayatıdır; ahir, yani son ismi ise otelcine aittir ki o da
ahirettir. Allah Teâlâ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e ‘Ahiret
senin için ilkinden daha iyidir’154 diye hitap etmiştir. Çünkü ahir(-et;
sonra gelen) ardında bir amacın bulunmadığı yerdir. Bü anlamıyla ahir-et, gaye
demektir. O dereceye ulaşan kişi başka bir yere intikal etmez. Dolayısıyla ahir
(veya ahiret) sübût, beka ve devamlılık özelliğine sahiptir. Evvel ise öyle
değildir ve o gaye demek olan ahir’e varana kadar bütün mertebelerde intikal
eder; oraya ulaşınca durur. Bu nedenle Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ahiret
senin için ilkinden daha iyidir, Rabbin sana verecek ve sen razı olacaksın.’155 Allah Teâlâ ona beka, devamlılık,
kendisinden ayrılmanın olmadığı sürekli nimet vermiştir. Bu da söz konusu
mertebenin hükmünün bir neticesidir. ‘Allah
Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’
ZUHUR
MERTEBESİ
ez-Zahir İlahi İsmi
Zuhuru teyit eden bir şartı var
Ancak baskın ve galip olan izhar eder onu
Hurileri de
kapsayan o genç kızlar
Gözyaşlarını siler götürür, kalpleri heyecanla
doldurur
Gelirler ve orta boyda olduklarını
söylerler Orta boyların en üstünü gitmiş olandır
Onu elde edeyim diye sayfalar
tükettim Reddetti, bu nedenle sıfatı kaybolmuş
O güzel göz sahibi herkese görünse bile
İhtişamı kör eder
herkesi; bu nedenle onun gözü perdedir
Bu mertebenin sahibi Abduzzâhir diye
isimlendirilirken lakabı Allah Teâlâ’nın emriyle zuhur edendir (ez-zahir
bi-emrillah). Bu mertebe Allah Teâlâ’ya aittir, çünkü O -yaratıkları nedeniyle
değilkendi nedeniyle zuhur edendir. Başkası O’nu idrak edemez. Bu mertebenin
bize vermiş olduğu bilgi, Allah Teâlâ’nın güzel isimlerinin hükümlerinin
zuhuru ve Hakkın varlığında kendi hakikatlerimizin hükümlerinin zuhurudur. Allah
Teâlâ zuhur edenin ardında bulunur. Dolayısıyla ne bizim hakikatlerimiz, ne
görülecek şekilde Hakkın kendisi ve ne isimleri idrak edilebilir! Hâlbuki
belirli bir şeyi gördüğümüzden tereddüde kapılmayız. Gördüğümüz ise
gözlerimizin şahit olduğudur. Dolayısıyla ancak hakikatlerimize ait hükümleri görürüz.
Bu hükümler Hakkın varlığında bizim için ortaya çıkmış, Hakk da onların
mazharı olmuştur. Bizim hakikatlerimiz ise -suretlerin aynada görülmesi
gibiortaya çıkmıştır. Aynadaki suretler görenin kendisi değillerdir, bunun
nedeni yansımanın gerçekleştiği yerin onlardaki hükmüdür. Onlar göründükleri
yerin kendisi de değillerdir, çünkü onların hükmü aynanın hükmünden farklıdır.
Ortada idrake konu olacak üçüncü bir şey de yoktur; hâlbuki idrak
gerçekleşmiştir! Hal böyleyken idrak edilen nedir? İdrak eden kimdir? Alem
kimdir? Hakk kimdir? Zuhur eden kimdir? Mazhar kimdir-nedir? İzhar eden kimdir?
Bunlar nispederdir denilirse, (bilinmelidir ki) onlar var olmayan şeylerdir.
Bununla birlikte görmenin sebebi idrak edilebilecek şekilde görülenin
istidadıdır. Bu sayede madum görülür. Madumun görüldüğünü kabul ettik! Öyleyse
gören kimdir? Görülen de bir nispet ise görmeye istidadı olduğu kadar görülmeye
de istidatlı olmalıdır. Nispet değilse gerçek bir şey (vücûdî) olmalıdır. Bu
durumda gören olduğu gibi görülen de olmalıdır, çünkü bizi göreni biz de
görürüz. Görülenin bize görülmesi yönüyle bir nispet olduğunu söylediğimizde,
şöyle deriz: Görülen bizi görüyor olması bakımından var olan bir şeydir.
Nitekim kendimizin de onu idrak ettiğimizi söyleriz. O halde tek bir şey vardır
ve bu nedenle o şey hakkında hayrete düşeriz. Biz kimiz? O kimdir? Bir kısmımız
şöyle der: ‘Bana kendini göster, sana bakayım.
Beni göremeyeceksin’156 Allah Teâlâ kendinden haber verirken
‘Allah Teâlâ’nın gördüğünü bilmez mi?157 buyurur. Allah Teâlâ’nın haberi
doğrudur. Kuşkusuz Allah Teâlâ âlemdeki bazı kimselerin Allah Teâlâ’nın
gördüğünü bildiklerini haber vermiş, sonra bağlaç ve istidrak edatıyla (fakat)
şöyle demiştir: ‘Fakat bak dağa, dağ yerinde durursa
beni göreceksin,’158 Allah Teâlâ dağa tecelli etmiş, dağ
parçalanmıştır. Dağın, Hakkı görmek nedeniyle mi yoksa görmenin öncesinde mi
parçalandığını bilmiyorum. Belki de görmeden önce parçalanmıştır. Bu hadise
nedeniyle Hz. Musa bayılmış, ayıldığında ‘Seni
tenzih ederim, tövbe ettim’159 demiştir. Yani
görmeyi talep etmediğim önceki halime döndüm. ‘Ben
ilk iman edenim.’160 Yani ‘Sen
beni göremeyeceksin’161 ayetini ilk tasdik eden benim. Çünkü
bu hüküm doğrudan ilk kez bana inmiş, ben de ona ilk iman eden oldum; ardından
onu duyan herkes kıyamete kadar ona iman etmede .bana tabi olacaktır. O halde Hakk
görmeyi talep eden (Musa için) veya dağ için zuhur etmemiştir. Dağ O’nu
görseydi veya Hz. Musa O’nu görseydi, sabit kalır, parçalanmaz ve bayılmazdı.
Çünkü Allah Teâlâ varlıktır, dolayısıyla ancak varlık (vücûd) verir. Bütün
hayır O’nun elindedir ve varlık bütünüyle hayır ve iyilik demektir. Allah Teâlâ
görülen olmayınca, bayılma ve parçalanma ortaya çıkmıştır. Bunlar, fena
halleridir; fena ise yokluğa benzer. Hakk bir cevheri yok etmez, fakat onda
izafi bir yokluk meydana gelebilir. Bu izafi yokluk, zihab (gitmek) ve intikal
diye ifade edilir. Allah Teâlâ seni bir halden başka bir Hakk taşır ve
götürürken her iki halde de senin hakikatin bakidir. Başka bir ifadeyle Allah
Teâlâ seni bir yerden ötekine taşırken hakikatin her birisinde ve o ikisinin
arasında bakidir. Bu durum ‘Dilerse sizi götürür, başkalarını
getirir’162
ayetinde belirtilir. O halde getirmek, kudret sıfatına bağlıyken götürmek
-özel bir iş olması bakımındanirade sıfatına bağlıdır.
Bu kadar açıklama ve tafsilat tafsili
olmayan bir hususta olmaz. Tafsil edilenin özelliği varlık değildir. Biz madumu
(var olmayanı) muhal, yani varlığı imkânsız olan ve mümkün diye tafsil ederiz.
Bununla birlikte o madumdur. Açıklanması gereken husus bu tafsili kimin
yapacağıdır. Bu konuda konuşmak ise gören ve görülen hakkında daha önceki
açıklamalarımıza benzer. Biz ne söyleyelim ve neye dayanalım? İşi her ne olursa
olsun bulunduğu hal üzere bırakmak görüşündeyiz. Çünkü gayeler gerçekleşmiş, idrakler
husul bulmuş, hazlar hakim olmuştur. Bunun yanı sıra müşahede sürekli ve ondan
nimedenmek mevcuttur. Yokluk veya varlık, Hakk veya halk -her ne olursa
olsunmuhtaç olduğumuz hususları nakıs kılmadıkça hiç önemli değil. Bu hususlara
dair İlâhî haber gelseydi, onlar hakkında konuşmak ve düşünmek, hakikate
-bulunduğu hal üzerebir şey eklemez veya ondan bir şey eksiltmezdi. Çünkü
İlâhî emir geldiğinde, hitabı duymak üzere bir kulağın, bunun yanı sıra bir
anlayışın, medlûlün, konuşanın ve dinleyenin bulunması gerekir. Bunlar zaten
içinde bulunduğumuz durumun ta kendisidir. Onları terk daha iyidir. Biz de
herkesin söylediğini söylüyoruz. Bu hususta bütün iş hayrettir. Hepsi doğrudur,
hiç biri bâtıl değildir! Çünkü o zihinde, dışta ve bütün idraklerde gerçekleşmiştir.
Bu itibarla kabule (silm, yani barış) yönelmek insan adına daha iyidir. ‘Barışa
yanaşırsanız. • •’163 Yani bâtını yoruma ve işaredere
yönelirseniz demektir. Seni ilgilendirmeyen işler hakkında nazarî düşünmeye
sevk edecek bu fikirleri, Allah Teâlâ burada işaret ehlinin düşmanları
mesabesine yerleştirmiştir. ‘Barışa
yanaşırsanız.. -’164 Kastedilen işi
bulunduğu hal üzere bırakarak aşırıya gitmemek için sulhu tercihtir. Çünkü sen
ancak Allah Teâlâ’nın bir ayeti olması itibarıyla onun hakkında ileri gidersin.
Hâlbuki Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ’nın ayetleri
hakkında aşırı gidenlerden yüz çevir ta ki onlar başka bir söze geçinceye kadar!’165 Kastedilen yemek, içmek, cinsel
ilişki ve tasarrufta bulunduğumuz meşru işlerle ilgilenmektir. Söz konusu
işler ahiretteki saadete ulaştıran işlerdir. ‘Bu işler nedir?’ diye sorarsan
şöyle deriz: Bunu bilmiyoruz. Biz sadece bize söylenen ve emredilene göre
hareket ederiz. Çünkü yalan söylemedik, sadece geçen her şeyin Hakk olduğunu
gördük. Öyle ki hiçbiri hakikatten fariğ ve boşalmış değildi. Allah Teâlâ bize
bunu emretmiş, peygamberine de şöyle demiştir: ‘Ona
yönel ve Allah Teâlâ’ya tevekkül et!’166 Akıllı ‘Allah Teâlâ’nın emrini
duyduk ve uyduk’ der. Bu davranış insana rahatlık kazandırır.
Zuhur, zuhur edenden başkası değil
Bâtınlık gizlenenden başkası değil
Gidiş nereye, kalış nereye?
Karar nereye? Yerleşme yeri neresi?
Bizden O’na, O’ndan bize
Hepsi kaza ve kaderin hükmüyle
Geçmişin peşinden ağlama
Hiçbir şey geçmiş değil gizlenen
kötü olmadı
Var olan her şey
izafi
İzafe edilenden geç
ve bâtına bak
De ki: İrade edene göre irade
edersin Varlık böyle zuhur eder
BÂTINLIK
MERTEBESİ
el-Bâtın İlahi İsmi
Str nedir? Hakikatin kendinde bâtın olduğu Açıklık izhar eder
onu her göze
Bâtınlık ve sırrın hikmeti olmasaydı
Allah Teâlâ kimseyi diğerine
üstün kılmazdı
Allah Teâlâ onu eksiklikten salim
iken üstün kılar Vehimlerden ve başkalardan da emindir o
Bedeni bakımından biri ona ulaşsa
Fikir yoluyla Allah Teâlâ’nın cömertlik ehli ulaşırdı
Yaratıklar O’nun suretinde olmasaydı
Ruhları ve suretleri ihtiva edemezdik biz
Meleklerin yüzleri secde ederek bize
döndü Ruhları ve suretleri içerdik diye
Bu nedenle
hallerini hep değiştirdi .
Faydada ve zararda
her ne olursa olsun
Bu mertebenin sahibi Abdulbâtın diye
isimlendirilir. Allah Teâlâ ‘O
ilktir, sondur, zahirdir, bâtındır'167 buyurur. Zuhur O’na mahsus olduğu
kadar bâtınlık da bize mahsustur. Bununla birlikte bâtınlık da O’na mahsustur.
O kendisi nedeniyle bâtın olmadığı gibi kendisine de bâtın değildir. Aynı
zamanda Allah Teâlâ bizim sebebimizle zuhur edici değildir. Allah Teâlâ’nın
kendisiyle kendisini nitelendirdiği bâtınlık, bizim hakkımızdadır. Binaenaleyh
O duyuda ve manada idrakimiz karşısında bâtın kalmayı sürdürür. Çünkü ‘O’ııun benzeri
hiçbir şey yoktur.’168 Biz ise O’na vermemiz uygun
düşmeyecek ve kendisi için kullanamayacağımız misalleri idrak edebiliriz.
Bunları Allah Teâlâ için kullanamayız, çünkü onların misal olmasını sağlayan
nispet ve ilişkilerini bilemeyiz.
Bâtınlık tekvin ve doğumun
gerçekleştiği bir mahaldir ve türeyenler ondan meydana gelmişlerdir. Bu
nedenle Hâk el-Bâtın ismiyle nitelenmiştir. Yani âlem bâtın olması bakımından
O’ndan zuhur etmiştir. Biz de Allah Teâlâ’ta bâtın bir halde bulunuyorduk. Bu
bilgiyi vehimle değilakla göre kabul etmelisin! Onu akla göre kabul edersen,
ardından sahih bilgi gelir; hayal ve vehim olarak kabul edersen ‘Doğurmamıştır’169 ayeti karşına çıkar. Akıllı insanın
böyle bir ret ile karşılaşacağı işe girişmesi doğru değildir. O bilgiyi
-tahayyül olmaksızınakılla kabul ettiğinde, işin gerçeğini öğrenirsin.
Varlığımızda dayanacağımız bir ilkenin bulunması zorunludur. Bunun nedeni
mümkün olmamızın varlığımızı yokluğumuza tercih edecek bir mureccihi (tercih
eden) gerekli kılmasıdır. Allah Teâlâ aramızda münasebet bulunmadığı için
bizden bâtındır. Biz ise varlığımız, bütünümüz ve tafsilimizle birlikte imkân
hükmünün altında bulunuruz. Herhangi bir şeye münasip olsaydık, o şeyde imkân
özelliğiyle nitelenmiş olur, bu durumda Hakk ‘imkân’ hükmünün altına girerdi.
Hâlbuki Hakk zatı bakımından kendisi nedeniyle zorunludur. Böylece Allah Teâlâ
ile aramızda ‘münasebet’ bulunmamıştır. Allah Teâlâ bize benzer ve münasip
olmayınca, biz de O’na münasip olmadık. Hâlbuki bizim O’na dayanmamız kaçınılmazdır.
Bu yönüyle bir açıdan münasebet yokken bir açıdan münasebet vardır. Allah
Teâlâ âlemden müstağnidir, çünkü O’nun bilinmeyi sevmiş olması, bilinmemesi
demektir. Bizim O’nun hakkındaki bilgimizin tanımı budur. Bu itibarla Allah
Teâlâ bilinmiş olsaydı, bâtın olmazdı; hâlbuki Allah Teâlâ zuhur etmeyen
bâtındır! Bunun yanı sıra Allah Teâlâ, ikinci yorumda, mümin kulunun kalbinde
bulunması bakımından da bâtındır. Mümin kulun kalbi O’nu sığdıran yerdir.
Binaenaleyh Allah Teâlâ kulda bâtın bir halde bulunur. Kul kendi bâtınını
müşahede edemeyeceği gibi aynı zamanda kalbinde bâtın ve gizli olarak bulunanı
da müşahede edemez. Binaenaleyh her iki açıdan da biz Hakkı göremeyiz.
Kutsi hadiste buyrulduğu üzere, Allah
Teâlâ kulun duyma gücü, görme gücü vb. güçleri haline gelir. Kul gözüyle görürken
artık gördüklerini rabbi vasıtasıyla görür, fakat güçlerinden hiçbir şeyi
görmez. Allah Teâlâ ise onun güçleridir, dolayısıyla kul Rabbini bu durumda da
göremez. Burada bilgi ve görme arasında bir fark ortaya çıkar: Biz imanla ve
onun kalplerimizdeki nuru vasıtasıyla Allah Teâlâ’nın bizim güçlerimiz olduğunu
biliriz, hâlbuki gözümüzle görmeyiz. Bu nedenle O’nu idrak edemeyeceğimizi
idrak ederiz. Gözler Allah Teâlâ’yı idrak edemez! Hakk bizim görme gücümüz
olduğunda, kendi kendini idrak edemez, çünkü bizim gözümüz olduğunda
perdelenmiş olur. Gerçek böyle olunca, O’nu görmemiz daha uzak bir ihtimal
olur. Allah Teâlâ ‘Gözler O’nu idrak edemez, O gözleri idrak
eder’170
buyurur. Göz kendisiyle idrak gerçekleşsin diye yaratılmıştır, yoksa gözün
kendisi idrak edilmez! Allah Teâlâ ‘O’nu
idrak edemez’171
buyururken üçüncü tekil şahıs zamiri kullanılmıştır. Gayb gözle ve müşahedeyle
idrak edilemez. Gayb bâtındır; idrak edilmiş olsaydı ‘gayb’ olmaz ve bâtın
kalmazdı. Fakat Hakk (kendisini idrak edemeyen) gözleri idrak eder. Çünkü her
iki tarafta da gaybetin gerçekleşmesi gerekli değildir. Başka bir ifadeyle
senin görmediğin birinin seni görmemesi ve senden gaib olması zorunlu değildir.
Bazen böyle bir durum olabilir, bazen olmaz. Ayetin yorumunda başka bir husus
daha vardır: Allah Teâlâ kendisini kendisiyle idrak eder, çünkü O hüviyetiyle
kulun görme gücüdür ve göz ancak görme gücüyle idrak eder. Bu durumda Allah
Teâlâ kullara izafe edilen gözdür. Allah Teâlâ şöyle der: ‘O gözleri
idrak eder.’172 Allah
Teâlâ gözlerin kendisidir ve hiç kuşkusuz kendini idrak etmiştir. Bu nedenle Allah
Teâlâ’nın zuhur ettiğini veya kendisi nedeniyle zuhur eden olduğunu belirttik. Allah
Teâlâ kendine bâtın olmaz. Ardından ayeti tamamlayarak ‘O latiftir’173 der.
Kastedilen gözlerin O’nu idrak edemeyişidir. Allah Teâlâ gözleri idrak edici
olması bakımından Latiftir. Yani Allah Teâlâ’nın gözleri idrak etmiş olması,
kendini idrak etmesidir, çünkü gözlerin kendisidir. Bu ise latifliğin ve inceliğin
son derecesidir. ‘Habîr'dir.’ Burada zevk bilgisine işaret eder. Yani bu durum
zevk yoluyla öğrenilir. Delillerin getirilmesi bu bilgiye fayda vermez. Şu var
ki delil, delil getirenin kendisi olursa, bu bilgi zevk demektir. Hakkın görme
gücü olduğu kul, kendini Hakk vasıtasıyla görürken Hakkı gözüyle görür. Hakk
onun görme gücü olmuştur ve böylece her iki şeyi birden idrak eder.
Kimde bâtın ise Onda yerleşmiştir
-ı v
' ‘ . _ .
Bu sözümüzü kim
bilir? '.
Gören veyafetanet sahibi
Gördüğümü görür o Kalbiyle
zannederek
Hakk seni görür bil Perdelerin
arasından
Sen ise göremezsin O’nu Belki O
olursan görebilirsin
Burada Müslim’de yer alan cO'nu görmesen de O seni
görür’ hadisine işaret vardır.
‘Sen görmesen de O’nu’
Hatta görmemiş olsan bile
Kim bu hükme sahipse Dediğim
gibiyse, görür O’nu
Zatım O’nun mazharı Dilersen
‘manzarası’ de
Varlığımda bulununca ~
Ben O’nun makberi olabildim
Varlığın sahibi geldi de İzhar
edeyim ben O’nu diye .
Ariflerin kalpleri Hakkın kabirleri
olduğu kadar onların bedenleri tecelli ettiği yerlerdir. Allah Teâlâ kendisi hakkındaki
marifetin mahalli olmaları itibarıyla kullarının kalplerinde bulunur. Sonra
kulları O’nun saygınlığına riayet etmez, belirlediği sınırlarda durmazlarsa Allah
Teâlâ kalplerde ‘kabirdeki bir ölü’ gibi durur. Başka bir ifadeyle Allah
Teâlâ’nın kalplerde hükmü ve tesiri olmaz. Buna mukabil insanlara karşı Hakkı
perdeleyen örtü ve kilit olması itibarıyla kabrin O’nun üzerinde hükmü olur.
Aynı durum tabiatın hükmü için geçerlidir: Tabiat şeriata aykırı bir şekilde
ortaya çıktığında, şeriat insan tabiatında ölmüş sayılır. Hakk (ve hakikat) da
rüyada böyle zuhur eder: Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’i bir rüyada
İşbiliyye Camiinin duvarlarında ölmüş olarak görmüştüm. Caminin yeri hakkında
bir soruşturma yaptığımda, yerin zorla alınmış olduğunu öğrendim. Anladım ki
rüyada gördüğüm, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şeriatının orada
ölmüş olmasıydı, çünkü orası şerî ölçüye göre istimlâk edilmemişti. Hakk gafil
insanların kalplerinde ölmüş ve defnedilmiştir ve o kalplerde Hakk sanki
onlarda yokmuş gibi bulunur. ‘Allah
Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’’
TÖVBE
-GÜNAHTAN İTAATE DÖNMEKMERTEBESİ
et-Tevvab İlahi İsmi
Dikkat edin! Tövbe dönmek demek
Tövbe ederek hakikate dön ve yönel
Bir yerde birine tabi olursan Tabi olduğun durumda kalırsın
Zuhur bir şekilde O’na ait ise Bir açıdan da gizlenme O’na
aittir
Bizden O’na doğru olan yönlerde
hareket O’ndan bize ait olan ikamet ve sükûn
Benden başka bir yardımcı yok O’na
Dilerse yardım eder ve destek olur
Bu mertebenin sahibi Abduttevvab diye
isimlendirilir. Tövbe edenler bu mertebeden tövbe eder. İlk dönüş O’na aittir.
Sonra dönsünler diye Allah Teâlâ kullarına ‘döner’. Binaenaleyh Allah Teâlâ
kullara ancak onlar kendisine dönsün diye döner. Hakkın sebep olduğu her iş mutlaka
gerçekleşmiş demekken Allah Teâlâ hakkında kullanılan her umut ifadesi ‘vaki’
anlamındadır. Bu itibarla ilk dönüş Allah Teâlâ’nın kula dönmesidir ve bu
dönüşte kula kendisine dönüş imkânı ihsan eder. Kul tövbe ederek Hakka
döndüğünde, birinci dönüşün ardından Hakk tekrar kula döner; ikinci dönüş
‘kabul’ maksadı taşır. Allah Teâlâ kullarının günahlarını kabul etmezken tövbe
ve itaatleri kabul eder ki, bu da O’nun kullarına rahmetinin bir neticesidir. Allah
Teâlâ günahları kabul etmiş olsaydı, itaatler O’nun katında bulunduğu kadar
günahlar da şahidik mertebesinde O’nun katında bulunurdu. Hâlbuki Allah Teâlâ
kullarından ancak kabul ettiklerini görür. O ise ancak itaaderi kabul eder.
Dolayısıyla kullarından kendi katında sevimli ve güzel sayılanları kabul
ederken günahlardan yüz çevirir, onları kabul etmez. Günahkâr günahını Allah
Teâlâ’ya yaklaşmak maksadıyla işlememiştir; O’na yaklaşmak maksadıyla işlemiş
olsaydı, bu davranış, bilgisizlik, Allah Teâlâ’ya karşı iftira ve açık bir
küfür olurdu. Allah Teâlâ kendi katında şahidik ve müşahede mertebesinde
bulunmasınlar diye, günahları kabul etmez. Bu itibarla ilâhî divanda kul
meleklerin önünde yaptığı kötülüklerle ilgili hesaba çekilir. Allah Teâlâ kulun
hesaba çekilmesini emrettiğinde, divan sahibi meleklere günahlarının silinmesini
emreder. ‘Allah Teâlâ güzeldir ve ancak güzeli kabul eder.’ Her insanın da
yapıp işlediği güzel bir işinin olması gerekir, çünkü her insan, -hangi tarzda
olursa olsungüzel ahlaka sahipken güzel ahlak bütünüyle Allah Teâlâ katindadır.
Bu itibarla her kulun O’nun katında şefaatçisinin olması gerekir. Divandakiler
hesabı tamamladıklarında, kullar üzerinde onların bir otoritesi yoktur.
Emredilen işleri yerine getirdiklerinde, işlerini bitirirler ve emir Allah
Teâlâ’ya döner. Nitekim ‘Bütün emir/iş O’na döner’17*
buyurur. Kul rabbinin katında ancak O’nun kabul ettiğini bulur ve katında
bulunan işler nedeniyle O’na şükreder. Allah Teâlâ da kula kerem gösterir, onu
nimetlendirir. Kul şöyle der: ‘Rabbim! Bana ikram et!’ Bu esnada kul, Allah
Teâlâ’nın katında kendisinden kabul edip de onun üzerinde bulunduğu güzel
ahlaktan başka bir şey bulunup bulunmadığını bilmez. Bu nedenle kul hangi yerde
bulunursa bulunsun, o güzel ahlakı Allah Teâlâ katında bulunduğu sürece kul
için sabit ve yerleşik bir nimeti olacaktır. O da sürekli Allah Teâlâ katında
bulunur. Bu nedenle de kul nefsinin hissedeceği bir nimette olacaktır. Buna
mukabil başkası onun azap çektiğini görürken o kişi kendinde nimet içindedir.
Bu durum bu konuyla ilgilidir. Tövbekârın cezalandırılması söz konusu
olduğunda, onu başka bir isim değil, sadece el-Hakim ismi cezalandırır;
cezalandırmadığında ise onun hakkında hüküm er-Rahim ismine aittir. Allah Teâlâ
‘Tevvab ve Rahim’dir.’175 Bu ayet bir grup insan hakkında
geçerliyken başka bir grup hakkında ‘Tevvab
ve Hakim’dif176
geçerlidir. Hepsi Hakkın vekilleridir.
Tövbe/dönüş önce Allah
Teâlâ’dan
Bu tövbe kulu tövbekar kılar
Kul tövbe ettiğinde
Hakk tekrar ‘tövbe eder’
Kul Hakkın sıfatına vekil . Hakkın naibi, o
Herkesin hali böyle
Affı talep için tövbe edenlerin hali
Tövbelerin en büyüğü nedir?
Tövbeye tövbedir
Tövbe ettiğinde ise sen
Fiil sahibi olmaktan
yüzünü çevir ,
. Hakkı bulursun işte o zaman . Versin diye talep edersin O’ndan
Tövbesi
sahih ve geçerli bir kul, Allah Teâlâ’nın kendisine -kul tövbe etsin diye
değilcürüm işlesin diye döndüğü kuldur! Sen de kerem göstermek üzere
affedersin. Bu sayede suç işleyeni bağışlamak üzere kendisine dönmen bir
karşılık ve ceza olmaz. Buna mukabil senin bağışlamanla birlikte kendisine
dönen ve pişman olan bizzat suçlugünahkâr olur. Suçlu-günahkârın tövbesi ve
pişmanlığı olmaksızın, sen bağışlamaz ve mağfiret etmemişsen ikinci dönüşteki
ihsan ve minnet nerededir? Allah Teâlâ’nın dönüşü birinci dönüş gibi ihsan ve
lütuf dönüşü olmalıdır. Bu durum ‘Sonra
onlara döner’177
ayetinde ifade edilir. Yani onlar tövbe etsin diye kendilerine döner. Bu
birinci tövbe bir ihsan tövbesidir. Allah Teâlâ tövbelerinin ardından mağfiret
etmek üzere kullarına döndüğünde, bu ‘tövbe’ bir karşılık ve cezadır ve İlâhî
ihsan bunda uzak bir yorumla bulunabilir. Bu yorumda kul tövbe ederken
tövbesini sağlayan ilk İlâhî tövbeye dönmüş demektir. İhsan tövbesi ceza
tövbesinden kolaydır. Bu tövbe sadece nimet olsun diye veren elMuhsin’in ve
el-Vahid’in dönüşüdür. el-Muhsin alda ve şeriata göre zorunlu bir neden
olmaksızın sadece nimet vermek üzere ihsan eden el-Cevâd’dır. .
Güzel
ahlakla ahlaklanmak isteyenlere bu kadar işaret ve açıklama yeterlidir! Allah
Teâlâ keremi nedeniyle kendi üzerine rahmeti yazmıştır. Mutlak kerem sahibi
kötülüğe iyilikle karşılık verendir, çünkü ihsan eden ihsanı ihsanla alandır.
Bu durumda ihsan edenin fazileti ve erdemi ortaya çıkmaz:‘İhsan
edenler üzerinde bir yol yoktur.’178 Bunu anla ve hakikatine ulaş ki,
gerçeğe eresin! ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.’ . . .
AF
MERTEBESİ
el-Afuvv İlahi İsmi
Suçluyu affettim!
Bu affımız sürekli
Kolay bir iştir
bize evine yerleşmek isteriz affetmekle
Oraya yerleşince
dedi ki: Kim o? Dedim ki:
Komşunun komşusunu ağırlaması gerekir
Miskin komşunun hakkını yerine getirmekten
aciz kalırsa Kendi evinde kalır
Orada kaim olunca, koruma
gerçekleşmiştir Onu korur, sıkıntı vermez kendisine
Sanki onun için dolunay gibidir On
beşinci gecede doğmuş bir ay gibi
Bu mertebenin sahibi Abdulafuvv diye
isimlendirilir. Allah Teâlâ ‘Hiç
kuşkusuz Allah Teâlâ A/uvv ve Gafur’dur’179
buyurur. Bu mertebe iki zıddı birleştirmesi nedeniyle celal mertebesine
benzerken bu mertebe de az ve çoğa aynı anda delalet eder. Nitekim kelimenin
dildeki ilk kullanımı bu zıtlığı bildirir. Celîl kelimesinin anlamı azametli
ve değersizi birleştirir. Hakkın mertebesinde ‘afuvv5 kanaate
benzer: Kanaat bir artış olmaksızın var olanla yetinmek anlamına gelirken fazla
ihtiyaca ilave demektir. İlahi mertebenin afuvv
niteliğiyle nitelenmiş olması gerekli olanı vermesi demektir ve cömert ve
hikmet sahibi olması nedeniyle bu dunun kaçınılmazdır. Allah Teâlâ bir
sınırlama olmayacak şekilde ihsan edici ve nimet verici olması itibarıyla ise
verdiklerini artırır. Bu esnada yetinmeye yol açacak şekilde ihtiyâçlar
daraltmayı gerektirmez. O halde atâ, yani
nimetlendirmek üzere vermek Hakkın cömerdik niteliğiyle vermesidir. İlletler ve
âmiller kendisinde etkili olmayacağı gibi Hakk da verirken bıkmaz. Sahih bir
hadiste şöyle denilir: ‘Allah Teâlâ siz bıkıncaya kadar bıkmaz. Siz
bıraktığınızda O da bırakır.’ Dilekten sonra verip malını harcayan, ‘karşılık’
olarak vermiş demekken şükredilsin diye veren ise hiç kuşkusuz hayrı kendisine
dönecek bir nedenle vermiş demektir. Şükürden sonra veren ise ‘uygun bir
karşılık’ olarak vermiştir. Bütün bu sınırlamaları ajuvv
mertebesi izhar ederken bu mertebede sınırlamanın bulunmadığı
mudaklığı da ajuvv mertebesi izhar
eder. Bu nedenle kelime, az ile çok hakkında kullanılabilir. Bu itibarla
sakalı kısaltmak anlamındaki i’jau’l-lihye tabiri
bu kelimeden türetilmiştir. İnsanlar sakalın kısaltılması hakkında şeriatın bu
lafızla neyi kastettiğinde görüş ayrılığına düşmüşlerdir: Acaba şeriat bıyık
gibi kısaltılmaksızın sakalın uzatılmasını mı kastetmiştir? Sakal kısaltılmazsa
uzar. Başka bir hadiste geçmesi nedeniyle de sakalın biraz kısaltılması da
kastedilmiş olabilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Bıyığı ve sakalı
kısaltınız’ demiştir. Bıyıkların kısaltılması makasla alınmaları demektir.
Belki sakalın kısaltılması -bütünüyle kesilmedenuçlarından alınması demektir.
Bu hükümden ‘De ki Allah Teâlâ’nın ziynetini haram
kılan kimdir?’180
ayetinde geçen İlâhî ziyneti anlayan sakalına bakar: Süs sakalın uzatılıp
hiçbir kısmının kesilmemesindeyse, sakalını bırakır; sakaldan bir miktar
almakla süs ve ziynet ortaya çıkacaksa -ki bu sayede sakal yüzle orantılı ve
yüzü süsleyecek bir şekilde ortaya çıkarsakalını bir miktar keser. Hadiste Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in sakalının uçlarını aldığı zikredilir. Böylece
sakalda afuvv’un azlık veya çokluk anlamına mı geldiği ortaya çıkmıştır:
Günahları cezalandırmaya gelirsek, Allah
Teâlâ ‘0 çoğunu
affeder (afuvv)’181 der.
Buna mukabil azı cezalandırır. Ayette afuvv cezalandırmanın
gerektirdiğini gösterir, fakat azlıkta olmalıdır. Azlık müddetin kısalığı
bakımından zamana işaret edebilir. Bu durumda Allah Teâlâ mağfiret eder, nimet
vermek üzere günahkâr Müslümandan elemi kaldırır. Bazen hâl ile meydana gelir
ve daha şiddetli elemlere göre acıları hafifler. Dikenin ayağa batması nerede,
yılanın ısırması nerede? Her biri de acı verse bile, iki acı arasında bir
ilişki yoktur. Az acı vardır, çok acı vardır. Azabı Hakk edenler -ki onlar
kendilerine ayrışın diye emir verilen ve ayrılan günahkârlardırCehennemlik
olanlardır. Onlar -kendi düşüncelerinden olmaksızınAllah Teâlâ’ya şirk koşan
kimselerdir. Onların el-Afuvv isminin tecellisine mazhar olmaları, bulundukları
zamanda gerçekleşir, çünkü cezalandırma zamanı sınırlıdır. Bu vakit ortadan
kalktığında ise bitimli olmayan zamanın hükmü onların üzerinde kalır. Onların
azap çekme zamanları işinin kendisine döndüğü bu zamana göre kısadır.
Binaenaleyh Allah Teâlâ azabı az
vermek itibarıyla el-Afuvv iken mağfireti ve bağışlamayı çok yapması
bakımından da el-Afuvv’dur. Çünkü Allah Teâlâ bize bağışlamayı ve affetmeyi
emretmiştir. Başka bir ifadeyle bize karşı suç işleyenleri bağışlamamız, onları
affetmemiz ve hatalarını görmezden gelmemiz bize emredilmiştir. Hal böyleyken Allah
Teâlâ böyle bir niteliğe bizden daha layıktır. Bu nedenle affedenlerin ecri Allah
Teâlâ’ya kalmıştır, çünkü O Afuvv ve Gafur’dur. Allah Teâlâ’nın mağfireti ne
tövbeye ne salih amele bitişmiş, bunun yerine ‘De
ki, ey kendilerine karşı haddi aşan kullarım! Allah Teâlâ’nın rahmetinden ümit kesmeyin,
Allah Teâlâ bütün günahları bağışlar, O Gafur ve Rahim’dir’182 denilmiştir. Burada mübalağa kipi
kullanmış, herhangi bir israfı ve haddi aşmayı belirlemediği gibi herhangi bir
yeri de belirlememiştir. O halde İlâhî rahmet ve mağfiretin kendine karşı haddi
aşan herkesi kuşatması kaçınılmazdır. ‘Allah
Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’
RE'FET
MERTEBESİ
er-Raûf İlahi İsmi
Raûftur, Rahim’dir, cezalandırmaz
kulları Umutla O’na gelen ve korkan kulları
Gafletle işledikleri günahlarını
Ahiret olsaydı zorlayıcı olarak
gelirlerdi
Affetmek istersen cezalandırma onu
Dilenerek ve boynunu büküp geleni
İstekten müstağni
kişi gelmiştir
Bu nedenle onu dilenci olarak görür
Muhtaçlığımız nedeniyle bizden aza
razı olur Affedici olması nedeniyle O’ndan dolayı zenginleşiriz
Bu mertebenin sahibi Abdurraûfdur. Allah
Teâlâ kulu Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’i ‘Müminlere
karşı raûf ve rahim’183 diye nitelemiştir. Ayette bu
niteliği imanla sınırlamışken, imanı herhangi bir şeye iman etmek diye
sınırlamamıştır. Demek ki bu sınırlama mutlaklıktaki bir sınırlamadır. Allah
Teâlâ iman sahibinin hakka ve bâtıla iman edebileceğini buyurur. Hakka iman
etmekle ilgili olarak ‘Ey iman edenler! Allah Teâlâ’ya ve
Peygamberine iman ediniz’184 der. Burada söylediklerini söylemiş,
onları mümin diye
isimlendirmiştir. Ayette kastedilenler, ancak bâtıla iman edenlerdir. Buna
mukabil Allah Teâlâ onlara Allah Teâlâ’ya -ki O haktırve peygamberine,
peygambere indirmiş olduğu kitap ile önceki peygamberlere indirdiği kitaplara
iman etmelerini emretmiştir. Bu durum ayette kastedilenlerin yalnızca ehl-i
kitap olmadığını gösterir, çünkü Allah Teâlâ onlara daha önceden indirilen
kitaba iman etmelerini de emretmiştir. Hâlbuki ehl
i kitabın âlimleri kitaba iman eden kimselerdi. Allah Teâlâ
burada inkârı sınırlamış, hâlbuki imanı sınırlamamış, ‘Allah
Teâlâ’yı inkâr eden’185 buyurmuştur. Böylece zikirde kuluna
iman etmeyi emrettiği hususta sınırlamış, küfrü ise imanda olduğu gibi mutlak
ve genel zikretmemiş, ‘ey iman edenler’ ayetinde onları nitelemiştir. Onlar
bâtıla iman etmiş olanlardır, çünkü Allah Teâlâ’ya iman edene ‘Allah Teâlâ’ya
iman edin’ denilmez; o zaten Allah Teâlâ’ya iman ederek mümin olmuştur. Gerçi
ayette Allah Teâlâ’ya yaklaşma amacıyla özel peygamberin sözü nedeniyle O’na
iman etmek de yorum dâhilinde kabul edilebilir. Bununla birlikte bu konuda işin
doğrusu ve hakikati vardığımız görüştür. Bilhassa Hakk ‘iman’ sözünü bâtıla
iman edenler için kullandığı gibi küfür sözünü de tağutu inkâr edenler hakkında
kullanmıştır.
Bilmelisin ki, kalplerde re’fet,
cezbe ve ilgiye benzer. Kelime ıslah etmek ve yumuşamak anlamından
türetilmiştir. Bu itibarla ilâhî re’fet kullara rahmet ve yumuşaklık göstermek
demektir ve bu nedenle de -bütün cezalarda değilbelirli bir cezayı uygulamada
yumuşaklık göstermek insanlara yasaklanmıştır. Söz konusu ceza zina eden bekâr
erkek ve kadın veya haklarında cezayı birleştirenlere göre dulla ilgilidir.
Âlimlerin çoğu bu görüşten farklı düşünür. Burada ‘Sizi engellemesin’186,
ifadesiyle görevlilere hitap edilir. ‘Allah
Teâlâ’nın dininde onlara karşı merhamet!’187 Allah Teâlâ’nın dini burada ceza
demektir. Sonra şöyle der:
‘Allah
Teâlâ’ya iman etmiş iseniz...>m Burada
tahsis eder, çünkü bâtıla iman edenler de vardır. ‘Ve ahiret
gününe...’189 Allah Teâlâ’nın ahiret gününde cezaları uygulamasına
işaret edilir. Allah Teâlâ adeta görevlilere ve yöneticilere şöyle der:
‘Dünyada şahiderin huzurlarında mahcup olmazdan önce kullarımı temizleyiniz!’
Bu nedenle onlar için ‘Müminlerden bir grup onlara şahit
olsun’190 der. Allah
Teâlâ ahirette o insanların cezalandırılmasının şahitlerin önünde
gerçekleşeceğine dikkat çeker. Bu durumda mahcubiyet daha artar. Demek ki
dünyada cezaların tatbiki daha gizlidir. Valinin cezayı uygulama emri hırsız
hakkında bir ibret olduğu gibi onlar hakkında da bir ibrettir. Allah Teâlâ ‘İtikâfa
girenler ve tavaf yapanlar için evimi
temizle’191 der. Haddi uygulamak da böyledir. Haddi uygulamak bir
ibret olmadığında temizlik sayılırken ibret olduğunda kendisinde temizlik
anlamının bulunması kaçınılmazdır. Çünkü suçlu insan dünyada cezalandırıldığı
ölçüde (temizlenerek) ahiretteki cezası düşer. Zâniden ‘ibret olmak’ hali
düşer, fakat hırsızdan düşmez. Hırsızın eli kesilir, çaldığına karşılık
engelli olarak kalır. Onun çaldığı başkasının malıdır. Elinin kesilmesi ise
geleceğe matuf bir engelleme ve zorlamadır. Başkasının hakkı da onun üzerinde
kalmıştır ve bu nedenle Şâri bu cezayı ibret kılmıştır. İbret kayıt demektir ve
eli kesilmişken sürekli kayıt altındadır. Buna mukabil Şâri, zina edenin
cezasında böyle bir şey yapmamıştır. Bir rivayette şöyle denilir: ‘Hükümde
dile getirilmemiş hususlar afiyettir.’ Yani silinmiştir, bir tesiri olmadığı
gibi bu konuda cezalandırma da yoktur. Çünkü Allah Teâlâ insanlara kitabında
ve peygamberinin dilinde kendilerine indirmiş olduğu hükümleri beyan etmiştir.
İMAMET
MERTEBESİ
el-Vali İlahi İsmi
imam vali demek kinaye değil
bu söz Çünkü ben bana benden görüneni biliyorum
Benim söylediğim bu sözü söylüyorum
Bulunduğum her halde; kinayesizce
Bü mertebenin
sahibi Abdulvali ve Abdulveli diye isimlendirilir. Abdulvali işleri kendi
başına yürüten demektir. Verdiği emirle bir başkası işleri yürütürse, böyle
biri vali veya imam değildir. Vali ve imam valilik göreviyle atanmış kimsedir.
Vali diye isimlendirilmesinin nedeni de -ihmal olmaksızınişleri yönetmesidir.
Başka bir ifadeyle yönetme görevini üstlendiği herhangi bir işte ihmalkârlık
göstermez. Görevi yerine getirmezse vali değildir. Öyle bir insan arzusuyla hüküm
verendir ve onun hakkında ‘Hevaya uyma, seni Allah Teâlâ’nın
yolundan saptırır’192 denilir. Binaenaleyh valinin
nefesleri, hareket ve tasarrufları sınırlıdır. Bu itibarla vali her durumda
hayır işindedir ve böyle olmak zorundadır, çünkü sürekli yaratandır. Bu nedenle
onu ancak fazilet, nimedendirme ve temizlemek amacıyla cezayı uygulamada görürsün.
Temizlemek bir hayırdır, çünkü gerçekte vali Allah Teâlâ’dır. Valilik için
görevlendirilen kişi ise Allah Teâlâ’nın hükmüne ve gösterdiği hakikate göre
hüküm verir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, bize bildirmek üzere, bir
duasında şöyle der: ‘Bütün hayır senin ellerindedir.’ Allah Teâlâ ancak hayrı
yönettiği gibi hayrı emreder. Cezalandırırken ve ödüllendirirken O’ndan ancak
hayır meydana gelir. Ardından şöyle der: ‘Kötülük sana ulaşamaz!’ Vali kötü bir
iş meydana getirmez; hatta kötülük ulaşamayacağı için kötü bir iş de yapmaz.
Demek ki vali Hakkın görevlendirdiği kişi olduğunda kötülük kendisine ulaşamaz.
Hakkın görevlendirmesini göz ardı edip arzusuna göre hüküm verdiğinde, Allah
Teâlâ’nın yolundan sapar ve hesap gününü unutmasının karşılığında şiddetli azap
görür, İlâhî hüküm divânı kendisini hesaba çeker ve cezalandırır. Bu itibarla
şaki, yani bedbaht, temizlenmesi ahiret yurduna tehir edilen demekken saîd,
yani Mutlu insan ise dünyada temizlenen kimsedir. Böyle biri ya tövbe ederek
veya insafla veya dünyada ona verilen cezayla temizlenir ve üzerinde Hakk
bulunmadan ahirete gider. Bazen dünya üzerinde yürürken de üzerinde günah
bulunmaz. Bunun nedeni Allah Teâlâ’nın onu sürekli sınaması ve bu sınamaların
onun kefaretine dönüşmesidir.
Hakkın valisi kim?
Bütün iyilikleri tek tarzda yöneten
kişi
Bir işten ayrılmaz o
Başka bir işe geçmek üzere hükümsüz
Hüküm verirken nuru vardır Geceleyin
dolunayın nuruna benzer
İstekleri çoğalıp karartınca
ortalığı Hüküm vermek üzere felak gibi gelir
Karanlığı senden açar gider Sen
karanlığın açıldığını görürsün
Başka bir şiirde şunları söyledik:
Allah Teâlâ’ya sığıntn, felak’ın
rabbine Gece basan karanlığın şerrinden
O bize döner her vakit Şafak vakti
bize yöneldiği gibi
Karanlık bastığında geceleyin Ay
yükselir ve ortaya çıkar
O gün zatlarınızda yolculuk
edersiniz Beni müşahede ederken derece derece
Yarattığı nedeniyle Allah Teâlâ’ya
hamdolsun Bizi önce su sonra nutfe olarak yarattı
Yaratılmışların en yaratılmışıyım
Mudğa halinde sonra alak’a çevirdi
Onun vesilesiyle
bizi var etti
Bize tahsis ettiği bütün
sevgiyi de öyle yarattı
Aziz
dostum! Sana tavsiyede bulundum, dinde aşırıya gitme ve Allah Teâlâ hakkında
doğrudan başka söz söyleme, yaratıkları hakkında da sadece doğruyu söyle! Çünkü
bir insan olmak bakımından sen yaratılmışlar üzerinde valisin. .
Bir işi yönetirken :
Onda hakkıyla bulun
Hakikatli vali olan kişi Doğruluk
oturağındadır
Onu hakikat üzere görürsün Hakk ile
halk arasında hükmederken
Bir mertebe ki kulak verir herkes , :
• ' i ' . .
Akıl ve söz sahibi
herkes
Fena nedeniyle fani olmuş Beka
nedeniyle baki
Fani olduğunda çıkar gelir Zıddın hükmü baki kılar onu
Allah Teâlâ, dostu Hz. İbrahim’e
‘Şeni insanlar için imam kıldım’193 buyururken talebi olmaksızın onu
imam kılmıştır. Buradan Hz. İbrahim’in hiçbir şekilde zalim olmadığını anladık,
çünkü imamlık Allah Teâlâ’nın ona verdiği bir lütuf ve ahitti. Hz. İbrahim
Rabbine ‘Zürriyetimden de’194 demiş, Allah Teâlâ ise ‘Zalimler
benim ahdime ulaşamaz’195 diye karşılık vermiştir. Allah
Teâlâ bize Hz. İbrahim’in dinine uymayı emretmiştir. Bunun
nedeni masumiyetin o dine bitişmiş
olmasıdır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem komutan olmak isteyenin
kendi haline bırakılacağını, isteği olmaksızın komutanlığın verildiği kişiye
de yardım edileceğini, Allah Teâlâ’nın onu destekleyecek bir melek
göndereceğini söylemiştir; melek teklif âleminde meşru hükümlerde hatadan
korunmuştur. Hz. İbrahim hanif, yani Hakka yönelen ve her işinde O’na teslim
olan ve boyun eğen birisiydi. O bulunduğu her yerde hayrı işleyen birisiydi.
Bana şöyle denildi: ‘Kâmil insan,
İlâhî isimler arasında hüküm verendir.’ Kâmil vali hasımlaştıklarında Mele-i
a’lâ arasında da hüküm veren insan olduğu gibi İlâhî isimler arasında hakikate
göre hüküm verir. Bu nedenle melekler Adem’e secde etmekle memur oldular, çünkü
itiraz aslmda hasımlaşmak demektir ve hasım ise güçlüdür. İmamet ve halifelik
Hz. Âdem’e verilip melekler ona secde ettiğinde, yaratılışı nedeniyle kibre
kapılarak kendi mertebesinin üstün olduğunu ileri süren İblis saygısızlığıyla
cezalandırılmıştır. İblis öncelikle kendini bilmemişken başkasını hiç
bilememiştir. Hiç kuşkusuz ki bu makam, mertebenin yüksekliği nedeniyle övünme
ve böbürlenmeye yol açar. Övünme ve böbürlenme ise Allah Teâlâ sebebiyle bile
olduğunda çetin bir hastalıktır. Allah Teâlâ o hastalık için şifa verici bir
ilaç indirmiş, imama Kâbe’ye secdeyi emretmiştir. İmam bu ilacı içtiğinde,
kendini beğenme hastalığından kurtulur ve Allah Teâlâ’nın dilediğini yapan
olduğunu bilir. Anlar ki, Allah Teâlâ onu meleklerin önüne mertebesinin
üstünlüğü nedeniyle kendisine vermiş olduğu bir nitelikle geçirmemiş, kendisine
itiraz eden meleklere edep öğretmek amacıyla böyle yapmış, kendisi ise bir
beşer olarak kalmayı sürdürmüştür. Bunun yanı sıra Kâbe’ye secde ederken de
onun kendisinden üstün olmadığını da öğrenir: Kâbe’ye secde etmek insanın
mertebesinden kaynaklanan hastalığı tedavi eden bir ilaçtır. Binaenaleyh Allah
Teâlâ kendisinde hastalık gelmezden önce Âdem’in sağlığını korumuştur. Nitekim
tıbbın bir yönü de sağlığın korunmasıdır. Bu itibarla sağlığın korunması bir
yerde hastalığa karşı önlem almak demektir. Çünkü Hz. Âdem hastalığa elverişli
bir göreve getirilmiştir. Böylece Âdem Kâbe’ye secde ederken mertebe
itibarıyla ondan üstün olduğunu bildiği gibi meleklerin de kendisine -onlardan
üstün olduğu için değilAllah Teâlâ’nın emri nedeniyle secde ettiklerini de
bilir. Allah Teâlâ bu emri meleklere onları sıkıntıya düşürecek bir durumun
ortaya çıkmasına karşılık onlara olan inayetiyle vermiştir. Melekler itiraz
ederken hayrı amaçladıkları için Allah Teâlâ hastalıklarına karşı ilacı süratle
terkip ederek onlara inayet göstermiştir. İlaç, Hz. Âdem’in onlara İlâhî
isimleri öğretip meleklere ona secde etmelerinin emredilmesidir. ‘Herkesin
belli bir makamı vardır.’ Meleklere secde emredilmiş, onlar da emre uymuş,
sürade emri yerine getirmişler, Allah Teâlâ da onları ‘verdiği
emirlerde Allah Teâlâ’ya asi olmazlar, emredileni yaparlar’196 diyerek övmüştür. Buna mukabil
Adem’e ise yasak koymuş, o ise yasağa karşı gelmiştir. Şair şöyle der:
Taşkınlık yapan
kınayıcı olarak taşkınlık etmez
Rabbi onu seçer,
tövbe eder ve doğru yolu bulur
CEM'MERTEBESİ
el-Cami İlahi İsmi
Cem’ vücûd (varlık, bulmak) demek
Cem’de ayrılık ve bölünme yok
Ayrılık nerede?
İttifakın olduğu
şeyde -
Bizde hüküm vermek
O’na ait Varlığımızdaki hüküm O’nun
O’nun üzerinde biz hüküm veririz
O’nun tasarrufu mutlaktır
Mertebenin sahibi Abdulcami diye
isimlendirilir. Allah Teâlâ ‘İnsanları
kuşku bulunmayan günde toplayandır (cami')’197 der. Bunun yanı sıra Allah Teâlâ âlem
hakkındaki bilgisiyle kendisi hakkındaki bilgiyi de kendinde cem’ eder ve
toplar ve bu sayede âlem Hakkın suretinde ortaya çıkar. Bu nedenle Hakkın
varlığın ta kendisi olduğunu söyledik. Allah Teâlâ bütün âlemi bu mertebeden
kendi hamdini tespih etmek ve O’na secde etmek özelliğinde birleştirir ve
toplar; bunun istisnası azabı Hakk eden insanların çoğunluğudur. Onlar gayr-i
meşru bir tarzda Allah Teâlâ’ya secde ederlerken Allah Teâlâ gerçekte (manada)
kendisine secde etmiş olsa bile böyle birini cezalandırır. Bunu anlamalısın!
Bu mertebeden ‘cinslerin cinsi’
ortaya çıkar: Cinslerin cinsi malum (bilinen), sonra zikredilen, sonra şeydir.
Binaenaleyh cinslerin cinsi, hiçbir bilinenin dışında kalmadığı en genel
cinstir: Bu itibarla ne halk, ne Hakk, ne mümkün, ne vacip, ne muhal onun
dışındadır. Sonra en genel cins bu türlere doğru bölünür ve ayrışır. Başka bir
ifadeyle üzerindeki için tür, altındaki için cins diye ayrılır. Böylece son
türe varıncaya kadar gider. Son türün ardından niteliklerinin dışında başka bir
tür yoktur. Burada ise bireylerin varlıkları ortaya çıkar. Bütün bunlar cem’
demektir ve hepsi bu mertebedendir. Cem’in en azı iki ve daha fazlasıdır.
Varlık cem’ ve çoklukla meydana gelmeseydi, isimlerin, sıfatların, nispederin,
izafetlerin ve sayının hükmü ve çokluğu ortaya çıkmazdı. Bununla birlikte
mutlak birlik her çokluğa eşlik eder. Binaenaleyh birde çokluğun bulunması
kaçınılmaz olduğu gibi çoklukta da birin bulunması kaçınılmazdır: Her birisi
arkadaşıyla beraberdir.
Allah Teâlâ bu mertebeden ‘Bulunduğunuz
her yerde O sizinle beraberdir’198 der. Beraberlik musahebet ve eşlik
etmek demektir ve o da çokluktur. Başka bir ayette ‘Üç
kişilik bir topluluk yoktur ki dördüncüsü O olmasın veya dört veya beş kişi’199 denilir. Ayette ‘az’ derken bir, çok
derken sonsuza kadar giden sayılar kastedilir. Bir kişi varsa Allah Teâlâ İkincisidir,
çünkü Allah Teâlâ onunla beraberdir. Bu durumda çokluk O’nunla ortaya çıkar. Bu
itibarla Allah Teâlâ el-Cami’dir (toplayan ve çoğaltan). Sonra Allah Teâlâ bire
eklenen her sayıyla o sayının lafzı olmaksızın beraberdir. Yani Allah Teâlâ
için ‘üç kişinin üçüncüsü’ denilemez; hâlbuki ‘ikinin üçüncüsü’, ‘üçün
dördüncüsü’, ‘dördün beşincisi’ denilebilir. Çünkü Allah Teâlâ herhangi bir
şekilde izafe edildiği kimselerle aynı cinsten değildir. ‘O’nun
benzeri bir şey yoktur ve O duyan ve görendir’200
Bu mertebe cem’ hakkında süreklilik
sahibidir ve ancak birleştirici ve çoğaltıcı olarak anlaşılabilir. Bu nedenle
bu mertebenin yegâne tesiri cem’dir (çoğaltmak ve toplamak). Ayrışan da ancak
cem’ olmak üzere ayrışır. Daha önce delilin medlûle zıt olduğunu öğrenmiştin.
Delili kullanan kişinin -ki delili inceleyendirkendisinde ve kendisiyle beraber
olduğunda, delillendirilenle beraber olmaz. Allah Teâlâ hakkındaki delilin kendi
nefsin ve âlemdir. Ayette ‘Onlara ayetlerimizi göstereceğiz’201 denilir. Bize delil olduklarını
göstereceğiz demektir. ‘Ufuklarda ve nefislerinde...’202 Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem şöyle der: ‘Kendini bilen Rabbini bilir.’ Allah Teâlâ seni kendine delil
kılmıştır. Senin kendinle cem’ halin ve farkın ise kendinle cem’ olmuş iken
ondandır. Sonra Allah Teâlâ Ebu Yezid’e şöyle der: ‘Kendini terk et ve gel!’
Kendinden ayrılmış olman O’nunla cem’ olmak maksadı taşır. O’na olan delili
incelemediğin sürece O’nunla bir olamazsın. Delile baktığında O’nunla cem’ olduğunu
öğrenirsin, çünkü O senin görmen ve duymandır! Sen de O’nu talep ederken
O’nunla birsin. Her kim talep ederse, O’nunla bir iken talep etmiştir. O
kendini seninle cem’ edendir, çünkü O seni sever. Bu durum eldekini talebin
halleri arasında en garip olandır.
Hal oyun oynar
durur
» '
Bizim onda bir yolumuz var
O bizim meydanımız
Onda eğlenir ve
oynarız.
Gelinler nikahlanır
onunla
İçeriz ve eğleniriz
İşi yapışına
bakınız!
Ondan haz alın
Bir talebimiz yok
bizim
O’nun bizde talebi
var
Sürekli olan iş Hakkın âlemle beraber
olmasıdır. Bu nedenle varlıkta ve yoklukta cem’ (toplam, çokluk) süreklidir. Allah
Teâlâ yokluğu halinde mümkünle beraber olduğu gibi var olurken de onunla beraberdir.
Binaenaleyh bulunduğumuz her yerde Allah Teâlâ bizimledir. Demek ki tevhid,
var olmayan akledilir bir iştir (birlik dışta değil, akıldadır). Çokluk, yani
cem’ ise hem mevcut hem akıldadır. ‘Erkeklerin kadınlar üzerinde bir derecesi
vardır.’ Bu derece varlık derecesidir. Allah Teâlâ’nın muradı mutlak birlik ve
tevhit olsaydı, âlemi yaratmazdı. Alemi var ederken kendisine ortak
koşulacağını biliyordu. Sonra âleme kendini birlemeyi emretmiştir. Allah
Teâlâ’ya dönen iş O’nun kendi fiillidir. Hiç kuşkusuz Allah Teâlâ vardı ve
kendisiyle beraber varlıkla nitelenmiş hiçbir şey yoktu. Demek ki Allah Teâlâ
‘şirk’ âdetini ilk çıkartandır! Çünkü Allah Teâlâ âlemi varlıkta kendine ortak
kılmıştır. Alem gözünü açtığında, varlıkta kendisine ortak görmüştür. Bunun
anlamı âlemin tevhide bir zevkinin bulunmadığıdır. Böyleyken tevhidi nasıl
bilebilir ki? Aleme ‘Yaratıcım birle’ denildiğinde, bu hitabı anlamamış, hitap
tekrarlanmış, pekiştirilmiş ve ‘sen Bir’den sudur ettin’ denilmiştir. Alem ise
‘Ne dediğini bilmiyorum, ben ortaklık ve şirkten başka bir şey anlamıyorum?’
demiş, şöyle eklemiştir: ‘Kendisiyle aramda münasebetin bulunmadığı birinden
meydana gelmem mümkün değil! Arada bir bilgi nispeti, kudret nispeti
bulunmalıdır. Allah Teâlâ kâdir ise buradan ikinci bir ortaklık anlaşılır. Bu
da benim Allah Teâlâ’nın kudretini ve varlığımdaki tesirini kabul
yeteneğimdir. Öyleyse ben Bir’den sudur etmedim: Bir şeye gücü yeten zat ile
O’nun gücünü ve tesirini kabul edenden sudur ettim. Veya -sebepleri kabul
edenlerin görüşüne göreilletin hükmü ve tesiriyle malulün kabul etmesinden
ortaya çıktım. Bu nedenle ben varlıkta birliğe ‘zevk’ yoluyla aşina değilim.’
Yaratıcımı birleme arzusuyla hareket
ettim
Fakat benim kabiliyetim istediğime
engel
Keşke bir müşahede bulunsaydı!
Keşke onu ikame edeni görseydim
Ulaşılması imkânsız bir işe yöneldim
ben Onun elde edilmesini adetler engeller
Bakınız! Allah Teâlâ işin çokluk ve
cem’ olduğuna, buna mukabil kendisinin de el-Cami (toplayan) olduğuna ‘Her
şeyi çift yarattık’203 ayetinde dikkat çeker. Allah Teâlâ
kendisinin bir şey olduğunu bilirken Âdem’i de kendi suretinde yaratmış, onunla
birlikte ‘çift’ olmuş, sonra Âdem’den Havva’yı yaratmış, bu sayede Âdem’e
yaratılış ilkesini öğ-
• A •
retmeyı murat etmiştir. Bunun yanı
sıra Adem onun kimi çift yapıp kimin de kendisini çift kıldığını öğrenir.
Binaenaleyh yaratılmış olduğu surette Havva’nın yaratılmış olması, Âdem’in
çift oluşuna bir şey eklememiştir. Bu çift olma Havva’yı izhar etmiş, Havva bu
çift olmak halinden doğan ilk kimse olmuştur. Nitekim Allah Teâlâ da Âdem’i iki
eliyle yaratmış, O’nun çift olmasından ise kudret ve kabul eli meydana gelmiş,
Âdem onlarla zuhur etmişti.
Bir idi çift oldu Onunla dalgalandı
durdu
Toprak unsuru
nedeniyle düşük idi ’
Üflemek sayesinde zirveye ulaştı
Beni efendi olarak yerleştirdi ve
geldi Elçileri bana bölük bölük
Ey muvahhid! Nereye gidiyorsun? Senin
tevhidin şirk koştuğunun delilidir. Çünkü tevhid ancak muvahhidden ortaya
çıkabilir. Bu durumda muvahhid ve muvahhad, yani birleyen ve birlenen çokluktur.
O halde varlıkta şirkin bulunması kaçınılmazdır. Demek ki müşrik güçlü bir
dayanağa dayanmıştır ve bu nedenle zatı gereği gazabın biteceği yerde rahmete
erecektir. Böylelikle en güçlü olan rahmetin otoritesi ortaya çıkar, çünkü
nimet yurdu belirlenmiştir. Şair şöyle der:
Korku vaktinde güven ne tatlı şey
Güvenin tadını ve hazzını güvendeki
insan ne bilsin! Onun değerini ancak korku vaktinde güven bulan insan
anlayabilir. Böyle biri kendine gelen güvenin tadını bulur. Bu nedenle cennet
nimeti de dünya nimetleri gibi her nefes yenilenir. Bununla birlikte ahiret
hayatında bu nimetin kendisinde yenilendiği kimse nimeti hissederken,
‘benzerlerin’ yaratılışını müşahede eder. Dünyada benzerlerin yaratılışı
müşahede edilemez veya hissedilemez. ‘Onlar
yeniden yaratılış hakkında kuşkudadır.’204
O halde cehennem ashabının hazzı, diyarı müşahede ettikleri
için pek yücedir. Gülistandaki bir güle şaşılmaz! Şaşılacak olan Hz. İbrahim’de
olduğu gibi ateş içindeki bir güldür. O ise ateşin ortasında nimet ve haz alır.
Hz. İbrahim ateşin ona ulaşmasından korunmuş ve himaye edilmişti. Bu nedenle
düşmanları gözleriyle onu ateş olarak görürken kendisi ateşi -Allah Teâlâ’nın
emriyleserin ve esenlikli olarak bulmuştur. Hz. İbrahim’in düşmanlan kendisine
bakarken ona hücum edememişlerdir. Bakınız! Cennet nahoş işlerle çevrilmiştir. Allah
Teâlâ bunu ehli hakkında nimetin artması için böyle yapmıştır. Çünkü kurtuluş
ve başarı nimeti nimetlerin en büyüğüdür.
İnsan nimettensin diye yaratıldı
İnsana ancak öğrensin diye gösterdi
Hakkın varlığı halkında Bu varlık
bir ikramdır sadece
Azap ile nimetlenir bir grup
Zıddını görmeseydi bunu kabul
etmezlerdi
MÜSTAĞNİLİK
VE ZENGİNLİK MERTEBESİ
el-Ğani İlahi İsmi
Dikkat edin!
el-Ğani zatı gereği zengin olandır
Bütün cemal
sıfatlarında da kimseye muhtaç değildir O
Kulun varlığı kendisinden kaynaklanmış olsaydı
Hibelerinin yüceliği
nedeniyle mertebeleri de yücelirdi
Fakat Hakkın
varlığı onların varlıklarını sildi
İzhar ettiği
kelimeler ve hakikatler Allah Teâlâ’ya ait
Bunu diyorum ve
sözüm doğrudur, yalan değil!
O’nun ihsanlarından
nasiplenmek istedim ben
Hakkı arif olan
kişi hürmet eder bana
İfa etmezden önce
de ecrini veririm
Bu mertebenin sahibi Abdulğani ve
Abdulmuğni diye isimlendirilir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah
Teâlâ âlemlerden müstağnidir.’205 Başka
bir ayette ‘O zengin eden ve fani kılandır’206 der. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem bu mertebeden ‘Zenginlik mal çokluğu değil gönül zenginliğidir’
demiştir. Tacirleri düşün! Ömrü boyunca kendisine, hatta bakmakla yükümlü
olduğu insanlara yetecek kadar mala sahip olduğu halde gönül zenginliğine sahip
olmayan kimseler görürsün. Gönül zenginliği bir yana, öyle biri son derece
muhtaçtır, içindeki boşluğu kapatmak üzere tehlikeli yerlere gidecek kadar
imkânı olsa bundan çekinmezdi. Hâlbuki tacir sürekli gönül zenginliğinin
peşindedir de bunun farkında değildir.
Bilmelisin ki, zenginliğin ilk
derecesi var olanla yetinmek ve ona kanaat göstermektir. Bu itibarla gönül
zenginliğinden başka bir zenginlik yoktur. Başka bir ifadeyle zengin, Allah
Teâlâ’nın kendisine gönül zenginliği verdiği kişidir, fazla mala sahip olan
değildir. Malı fazla olduğu halde fakirlik insan üzerinde hüküm sahibidir.
Öyleyse insan zatı gereği fakirdir, çünkü mümkündür; dolaylı olarak ise
zengindir, çünkü üzerinde yaratıldığı suret nedeniyle zengindir. Bu durum insana
nispetle ortaya çıkan bir haldir. Bununla birlikte insan Hakkın âlemi yaratma
maksadıdır. Kâmil olduğunda insanın iki yönü veya yüzü vardır: Birincisi Allah
Teâlâ’ya bakan yüzü, diğeri ise âleme bakan yüzüdür. Bu itibarla insan-ı kâmil
âleme âlemden müstağni olarak bakarken Rabbine ise kendisine muhtaç olmakla
bakar. Bu iki yön nedeniyle insanın Allah Teâlâ katında vecîh, yani
saygın olamayacağı söylenmiştir, çünkü insan O’nun katında her zaman fakir ve
zelildir. Buna mukabil âlemde vecîh ve izzet sahibidir. Rabbi hakkında bilgisi
olmayan hayvan insan ise sürekli âleme muhtaçtır. Bununla birlikte İlâhî
gayret, ‘Ey insanlar! Siz Allah Teâlâ’ya
muhtaçsınız, Allah Teâlâ zengin ve övülendir’207 ayetiyle âleme muhtaçlığı ortadan
kaldırmıştır. O halde kendisini ‘âlem’ olarak görürken âlemden müstağnilik
tadını tadan kişide bu şartın belirli ölçüde gerçekleşmiş olması gerekir. Başka
bir ifadeyle böyle bir insan Allah Teâlâ’nın müstağniliğinden bolca bir nasip
elde etmiştir. Bununla birlikte kendi hakkındaki en yüce makamdan da
perdelenmiştir, çünkü âlem onun tarafından görülürken ondan müstağni kalmakla
nitelenir. Müşahede ettiği Hakk olsaydı, âleme bakarken Allah Teâlâ’ya
muhtaçlıkla nitelenmiş olup kendisi adına en üstün makamı elde ederdi. O makam Allah
Teâlâ’ya sürekli muhtaçlık makamıdır. Bu makamda insan Rabbine bağlanır. Buna
mukabil müstağnilik aşırı yakınlığı bildirir: Aşırı yakınlık ise aşırı uzaklık
gibi perdedir. Allah Teâlâ’nın kendisini yaratması bakımından varlık sırrını
öğrenen kişi, işaret ettiğimizi anlar. Arif yakınlık ve uzaklık arasındaki
belirli bir mesafede ve ölçüde bulunduğunda, gayeye ermiş demektir. Bu hususta
tam şeref insana mahsustur, çünkü şeref ancak iki ucu bir araya getiren
‘berzahtakiler’ adına meydana gelebilir. Allah Teâlâ -iman yoluylabize şah
damarından daha yakın olduğunu bildirmiştir. Fakat bu aşırı yakınlığa rağmen
biz O’nu göremeyiz. Allah Teâlâ bize vahiyle Arş’a istiva ettiğini bildirmiş,
bu aşırı uzaklığa rağmen genel itibarıyla O’nu yine göremeyiz. Kim Hakkı
müşahede eder ve görürse, O’nun (âlemle) beraberliğinde kendisini müşahede
etmiştir. Bu durum ‘Her nerede olursanız Ö sizinle beraberdir’208 ayetinde belirtilir. Hakkın
görünmesinin ifadesi Budur.
Bir şey görüldüğünde ancak bu
makamdan ve bu nitelikle görülür. Allah Teâlâ seni müstağni kıldığında, hiç
kuşkusuz, en yakın makamda seni uzak kılmış demektir; muhtaç kıldığında ise
uzaklıktayken yakınlaştırmış demektir.
Ey uzaklığın
yakınlaştırdığı
Ey yakınlığın
uzaklaştırdığı
Nefsimin arzusundan
beni kurtar
Ben hasret ve özlem
içindeyim
O’nun hakkında
endişeliyim
Köle etti sevgi
beni
Bir tek gayem var
artık:
Razı etmek
Sevgiliyi
Birini sevdiğimde
ben
Şaşarım ve hayret
ederim ona
Şaşırma ve
perdelenme!
Benim kalbim heva
için kalptir
Fakirliği ve korkuyu da içeren
âlemdeki zenginlik bu mertebeden ortaya çıkar. Bununla birlikte bu zenginlikte
böbürlenme ve iftihar da bulunur. Bu itibarla zenginlikteki fakirliğe gelirsek,
bu fakirlik daha çoğunu istemekten kaynaklanır. Zenginlikteki korku ise
eldekinin kaybolması ve başkası tarafından ele geçirilme endişesidir. Zenginlikteki
iftihar ve böbürlenme, insanların onu müşahede etmesi, sahip olduklarını elde
etmek üzere o uğurda çalışmaları demektir. Hal böyleyken zenginlik ve fakirlik arasında
bulunan birisi nasıl iftihar edebilir? Fakirlik geride bir sevinç bırakmazken
zenginlik geride hüzün bırakmaz. Kuşkusuz zenginlik bu iki hükümle bu iki
nitelikten soyutlanmış oldu. Zenginlerin en zengini, günlük yiyecek bile
olmasa, Allah Teâlâ’nın zengin ettiklerinden yine O’nun vasıtasıyla müstağni
kalabilendir. Bununla birlikte Allah Teâlâ’nın bakmakla yükümlü tuttuğu ve
beslenmelerini karşılamak zorunda olduğu ailesi nedeniyle üzülebilir. Böyle
bir zenginliğe ancak edebi bilip şeriata uyan, şeriatın onun için belirlediği
hükmü bilen iffetli insan değer verebilir. Zaten ediplerin yolu sadece bilgide
derinleşip Allah Teâlâ’dan bilgi almanın hakikatlerine ulaşan muhakkiklerin
fark edebileceği gizli bir yoldur. Allah Teâlâ kullarının muhtaç olduğu
işlerden gafil kalmadığı gibi ehli de Allah Teâlâ’nın kendilerine söylemiş
olduğu işlerden gafil kalmaz. Allah Teâlâ onlara, karşısında huzur sahibi olup
gaflete düşmemeyi emreder. İnsan-ı kâmil ailesinin geçimini elde etmek üzere
hırsla çalışırken görülürken, perdeli insan bu hırsm inancının zayıflığından
kaynaklandığını zanneder. Aynı durum onun mal biriktirmesinde geçerlidir.
Biriktirmek Allah Teâlâ karşısında Allah Teâlâ’nın belirlemiş olduğu sınırda
durmak üzere edebe hakkını vermek amacı taşır. O halde alim insan ‘Bilgisinin
nurunun verasının (kuşkulu işlerden uzak kalmak) nurunu söndürmediği’ edep ile
arasına perde koymayan kimsedir. Allah Teâlâ’nın sınırlarını aşan ise kendine
zulmetmiş, kendine zulmeden de başkasına karşı daha da zalim davranmış demektir.
Bu mertebedeki sırlara dikkat ediniz!
Hakkın bir niteliği demek olan zenginliği âlemin zenginliği içinde müşahede
eden biri sadece Hakkı görmüş olur. Bu esnada kabul ve yönelme ancak O’nun
niteliğine yöneliktir. Nasıl olur da böyle biri kınanıp da kendisine şöyle
denilsin -(Abese suresine atıfla)‘Zengin olanı gördün mü? Sen onu himaye
edersin.’ Hiç kuşkusuz Allah Teâlâ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
kimi himaye ettiğini ve kimin adına bunu yaptığını bilir. O her şeyi bilendir.
Himaye eden Hakk
vasıtasıyla himaye eder Himaye eden Hakk için himaye eder
Ayet kınamadı onu O
yaratılmışla zuhur etti
Her tecelligahta
tecelli eden Bütün ufuklarda tecelligahları haizdir
Bu mertebe hakkında uyanık olmalısın!
Onda gizli bir tuzak, inceden inceye bir aldanış vardır. Çünkü zenginlik genel
nezdinde saygın bir durumdur; her nerede ve her kimde gözükürse zenginlik
saygı görür. Seçkinler (arifler) ise fakirliği dikkate alırlar. Onların bütün
değeri ve şerefleri fakirliktir. Bu nedenle Allah Teâlâ’nın karşısında sürekli
müşahede halindedirler. Allah Teâlâ ise doğruyu söyler, doğru yola ulaştırır. Allah
Teâlâ (Abese suresinde) Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’i kınarken
oradakilerden dolayı veya bu bilginin ulaşıp da Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in ne yaptığmı anlamayacak insanlar nedeniyle kınamıştır. Onlar Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in davranışının gerçek sebebini anlasalardı, Allah
Teâlâ kendisini kınamayacağı gibi onlardan da peygamberin kölelerle oturması
nedeniyle bir nefret ve tiksinti duygusu ortaya çıkmayacaktı. Tiksinmek onların
ilah edindikleri şeye kul olmalarının anlamından gafil olmalarından kaynaklanmıştı.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem âmâ kişiden ancak bir tefeül tarzında
yüz çevirmişti. Allah Teâlâ o meclise âmâyı getirmişti, bunun nedeni Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in sohbet ettiği önderlerin körlüğünü beyan
etmekti. Gerçi Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu durumu biliyordu,
fakat onların imana gelmeleri için hırslıydı ve Allah Teâlâ’nın emrettiği
tebliğ yükümlülüğünü ifa etmek istiyordu. Ayrıca fakirlik, yaratılmış nefsin
bir özelliğidir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem delil olduğunu
biliyordu: Delil ile medlul ise bir araya gelmez. O Hakkın zenginliği üzerinde
bir delildir. Bu delil önderlerin suretinde tecelli etmiş, bu durum, âmâdan yüz
çevirip zenginlere yönelmek şeklinde tezahür etmişti. Bütün bunlara rağmen
âmânın kırıklığını gidermek ve o zenginlerin bilgisizliğini ortaya koymak için
kınama gerçekleşmiştir. Allah Teâlâ âmânın kalbini onarmış, zenginleri ise
nefislerindeki durumlarına göre yeryüzünde büyüklük taslamak iddiasından aşağı
indirmiş, onlar da kırılmış, bu İlâhî azarlama nedeniyle nefislerinde
gerçekleşen kırıklık ölçüsünde büyüklüklerinden uzaklaşmışlardır. Bu kadar
açıklama yeterlidir.
VERMEK VE ENGELLEME MERTEBESİ
el-Mu'ti ve
el-Mâni' İlahi İsmi
Vermek ve engelleme mertebesi
Perdesi olmayan bir mertebe
Kardeşim! Vermeye bir bak Engellemenin aynı olarak görürsün
Böyle görünce adil hüküm verirsin Böyle olmazsan zalim
olursun
Geçip giden kişi gibi olma
Arzusuna uymuş ve
yolundan gitmiş kişi gibi
Verenin Allah Teâlâ olduğunu bilen
insan, O’nun izni olmaksızın, Allah Teâlâ’dan başkasına şükretmez. Allah Teâlâ
şöyle der: ‘Bana ve anne babana şükret.'209
‘Niçin vermedin’
desem ben
‘Niçin vermedin’
cümlesine de varlık vermiş olursun
Yalan söyleme inkâr
da etme
Çünkü sürekli verensin .
Nankör olma, kalk ayağa ve şükret
Verenin nimetlerine şükret
Bunu söylemediği sürece Allah
Teâlâ’nın kulu hata etmiş olur
Bu mertebenin sahibine Abdulmu’ri
denilir. Ayette ‘Allah Teâlâ insanlara rahmetini
açtığında, onu tutacak yoktur’210 denilir.
Allah Teâlâ verirse engelleyecek yok
Engellerse verebilecek yok
Ey nefsim! Allah Teâlâ öyle
cömerttir ki O’na gelirsen elde edersin
Seni çağırdığında süratle koş
Gitmeye çalış, ağır davranma
Emre koşarken korku duyma Sürünerek
batarak da olsa koş
Ondan ayrıl ve gafil kalma Çünkü
ciddiyet öfkede
Hakka bağlan ve rabt ol Hayır
bağlanmadadır.
Emre bağlanma sen Cimrilik tutmada
Şart için talep edilen ol Şarttan
ayrılma sakın
Bir çizgide ol ve devam et
Fakat Rahman ile aynı çizgide yürüme
Yüzeye yönelme sakın Noktadayken ona
bakma
Hakk ile nitelenmiş ol Yakınlık ve
uzaklık olmaksızın
Kabzederken onu fark etmezsin
Bastığında om bilmezsin
Onu görürsen açıkça Kıyıdan gitmeye
devam et
De ki, ey sırrımın varış yeri!
Bana payımı hakkıyla verdin
Çiftler olarak
indirdiğinde Sürekli bir yaratılışla
Belki arzu ettiğin
gelir sana Arzuyla beklediğin doğru haber
Bu mertebenin sahibi bir açıdan
Abdulmâni’ diye de isimlendirilir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘O tutarsa, artık gönderecek kimse yoktur.’211
Bilmelisin ki, men’, yani engelleme
mertebesi sensin! Çünkü İlâhî cömerdik kayıtsız iken men’ ise kabul etmemek
anlamına gelir. Kabul etmemenin nedeni, mizaca yatkın olmamaktır ve bu nedenle
tabiat onu kabul etmez. Bununla birlikte sen (herhangi bir işi) kabulden yoksun
kalamazsın. Öyleyse İlâhî vergiden ancak istidadının gerektirdiği şeyi kabul
etmişsindir. Senin adına meydana gelip de seni üzen işler, ancak senin kabulünden
meydana geldiği gibi senin için nimet olan işler de kabulünden ibarettir.
Bununla birlikte verilen feyzi, bir elem ve nimet olmaksızın, sadece mutlak ve
sırf varlık olarak kabul edenler de vardır. Şöyle bir soru sorabilirsin: ‘Allah
Teâlâ kendini tutmak (imsak) özelliğiyle nitelemiştir ve tutmak engellemek
demektir.’ Şöyle deriz: ‘Allah Teâlâ kendini bir vakitte ‘tutmak’ özelliğiyle
nitelemişken acaba sen her türlü ikramdan mahrum mu kalakaldın?’ Şöyle
diyecektir: ‘Hayır! Ben Allah Teâlâ’nın verdiği nimetteydim ve İlâhî cömertlik
bir nimet vermede ısrar eder.’ İşte bu nedenle kabul etmiş olduğu nimet sende
bulunurken diğerlerini kabul etmedin. Şunu diyebilirsin: ‘Allah Teâlâ yağmuru
tuttuğu gibi benim gayemin maksadına ulaşmasını da engeller.’ Buna karşılık
şöyle deriz: Allah Teâlâ bir işi tutarken veya bırakırken, bir açıdan ihsanda
bulunur, fakat gaye sahibi bu ihsanı bilemez. Allah Teâlâ ona bir gaye vermiş,
fakat yağmur duası etmesi için -meselayağmurdan mahrum bırakmıştır. Bu durumda
insan muhtaç bir şekilde zatî ibadeti yerine getirir. Allah Teâlâ ona kendisi
için daha uygun bir işi vermiştir. İşte böyle bir ihsan ‘kerem vergisi’
demektir. Binaenaleyh sen cehaletine bakmamalı, senin hakkındaki maslahatlara
dair bilgisine dikkat etmelisin! Bu durumda Hakkın engellemesinin bir verme ve
ihsan olduğunu anlarsın. ‘Engellemesi’ bile vergi olan birine nasıl olur da
Veren değil de Engelleyen diye bakarsın? Allah Teâlâ niçin el-Mâni’ diye
isimlendirildi? Çünkü sen maksadına ulaşamadın diye O’nu engelleyici (el-Mâni’)
saydın. Hâlbuki sen ancak başka bir maslahat nedeniyle engellendin. Şöyle
diyebilirsin: ‘Bilmeyeni de Allah Teâlâ bilmekten engellemiştir.’ Şöyle deriz:
Burada büyük bir hata vardır. Allah Teâlâ’yı bilmek imkânsızdır, dolayısıyla
O’na dair bilgi O’nu bilmemektir. Allah Teâlâ’yı bilenlerin bilgisi budur.
Onların dışındaki akılcılara gelirsek, her biri Rabbini bildiğini iddia eder.
Hâlbuki herkes kendi rabbini bilmiştir. Hiçbir akılcının ‘Allah Teâlâ beni
kendisi hakkındaki bilgiden engelledi’ dediğini göremezsin. Bu itibarla herkes
kendi inancıyla mutlu, sevinmiş kendinde rabbini bildiğini iddia eder.
Gerçekte de öyledir! Herkesin bilgisi rabbi hakkındaki bilgisinden olan
payıdır. O halde varlıkta Allah Teâlâ hakkında bilgiden engellenmiş kimse
yoktur; ne O’nu bilmeyen ne bilen engellenmiştir! ‘Hepsi
namazını ve tespihini bilmiştir.,2U Yani
kime namaz kıldığını, kime tespih ettiğini herkes bilir. Bu bağlamda ‘Allah
Teâlâ bana kendisi hakkında bilgi vermedi’ deyip de daha fazlayı talep ve
kastedenler de vardır. Bu söz de bir engelleme değildir, çünkü hal, ancak
artışı temin eder. Bunun nedeni sonsuzun varlığa girmesinin imkânsızlığıdır. Allah
Teâlâ’yı bilmek isteyen de sonsuzdur ve Allah Teâlâ her nefes -farkında olunan
ve olunmayanbir bilgiyi ona ihsan eder. O kişi şöyle der: ‘Allah Teâlâ kendisi
hakkında bende bulunan bu bilgiyi üzerimde baki kıldı.’ Yaratma kesintisiz bir
şekilde sürer; Yaratmanın sürekliliği, o şahsa göre, varlıkta bir engel
bulunmadığmda her şey için geçerlidir. Böyle düşünmesinin nedeni, bir şeyin
mevcut olmadığı durumda onun imkân halini dikkate almış olmaktır. Böyle bir
insan gerçeği bilmiyordun Çünkü işlere sadece mümkün oluşları bakımından
bakılmaz; bunun yanı sıra (varlıklarını yokluğa) tercih eden Hakkın onlara dair
bilgisinin öncelik ve sonralık şeklindeki hükmü ve gereğiyle bakılmalıdır.213
Bu itibarla varlıkta boşluk yoktur; boşluk olsaydı, engelleme de mümkün
olabilirdi. Varlıkta sadece ‘engelleme’ ve ‘verme’ tarzında tezahür eden
vermek vardır! ‘Rabbinin ihsanı sınırlı değildir,’214
Engellemesinin bir yönü ikram O da
bir cömertlik
O’nun keşfi perdedir Çünkü O irade
edilendir
O’nun zatı perdeli İdrak edilmiş değil
Hiçbir şeyi irade etmez Evet! İrade
de edilmez
İş sürekli ve daimi Uygun bir
şekilde akar gider
Onun yolu dosdoğru Doğruluğa
ulaştırır
Men’, yani engelleme mertebesi
verirken engellemeyi de izhar eder. Bu itibarla engelleme tâbi ve ikincildir.
Çünkü bir yer beyaz ise oraya beyazlığı verir. Bir mekâna beyazlığın verilmesi
onun zıddı olan rengin engellemesi demektir. Fakat ilâhı iradenin konusu
beyazın yaratılmasıdır ve dolaylı olarak da onun zıddmm orada bulunması
imkânsız olmuştur. Bu durum dıştaki her zıt için böyledir.
Olumsuzlamaher varlıkta ve oluşta
ilke Engelleme budur, anladıysanız
Varlıkta onun bir payı yok Ne
mahrumsun ne engellendin
Olumsuzlama (selb) hükümleri bilfiil
var olmuş Nispet edildiğinde, gözde var olmuşlar
Zengin bir hükümdar gibi, bunu bil Sen
bilirsen haberdar olursun
ZARAR MERTEBESİ
ez-Zârr İlahi İsmi
Zarar ve zorlanma
aşina olunca bana
Zarar hep eşlik
eder bana ve benimle beraber olur
Bana geldiğinde nefsim onunla ünsiyet eder Zarar veren zararı gideren Allah Teâlâ’dır
Bana gelen zarardan haz alırım,
şikâyet etmem Bu nedenle taleplerim kolaylaşır bana
Her vakit beni
diniyle hesaba çeker
Benim sevdiğim
talebim olunca, elde ederim onu
Her şeyi kuşattığımda, bütün
genişliğiyle daralır Yeryüzü bana, dar gelir artık
Bu mertebenin sahibi Abduzzârr (zarar
verenin kulu) diye isimlendirilir. Bu itibarla Allah Teâlâ ve insan-ı kâmil
birbirine kumadır. Çünkü
ilahi surette yarattığından başka hiç kimse O’nunla sureti hakkında niza
etmemiş ve tartışmamıştır. İlk zarar veren O’dur, çünkü kendine ‘zarar’
vermiştir. İnsandan kimse başka ilahlık iddia etmemiştir. Bu ise iki suret
arasında gerçekleşen manevi zarardır. ‘Sen atmadın’215 ona ‘zarar vermiştir’. ‘Attığında...’216
burada da kendisi zarar görmüştür. Çünkü olumsuzlarsa fiilin sahibine verirken,
olumlarsa kendine zarar verir. Bununla birlikte bir olumlama ve olumsuzlama
gerekir ve demek ki zarar, kaçınılmazdır! Binaenaleyh Allah Teâlâ, suretin
birliği nedeniyle, iki surete de ‘zarar verendir’. Çünkü birisi surete
yerleştiğinde, ötekinin hükmü suretten ayrılır. Kendine zulmettiğinde, zarar
vermiş olur; kendisi nedeniyle zulmettiğinde ise benzerine zarar verir. ‘O’nun
mislinin benzeri bir şey yoktur.’217 Ki misli O’dur.
Bu mertebe sırrı ince bir mertebedir,
çünkü söz konusu sır Hakk ile insan-ı kâmil arasındadır. Alemdeki her zarar
maksada ulaşmayı engellemek demektir. Bu, asla kıyasla ortaya çıkmış arızî bir
durum iken bu varlıkta kesinleşmiş bir durumdur. Şâri dünya ve ahiretin
birbirine kuma olduğunu beyan etmiştir; birini razı edersen ötekini
kızdırırsın. Birinci zat malum olduğu gibi öteki de malumdur. ‘Ahiret
senin için daha hayırlıdır.’218 Çünkü
ahiret senin .varlığın demektir. ‘İlkinden..,’219
Orası zuhur etmekle seni yok ederek seni yokluğa irca eder. Ahiret ise ilkini
(dünya) yok etmez; kendisi zuhur ettiğinde dünya orada içkin halde bulunur.
Birincisinde, yani dünyada bir temyiz ve ayrım yoktur ve iki zıt bir arada
bulunur. Ahiret ise öyle değildir ve bu özelliğiyle dünyadan ayrışır. ‘Bir
grup cennete, bir grup cehenneme...’220 Dünyada kendisinde bulunan acı
nedeniyle azap çeken kişi haz alabilir, çünkü o iki zıddı bir araya getirmede
dünyayla aynı özelliktedir. Ahirette ise öyle bir hükme sahip değildir. ‘Bir
grup cennete, bir grup cehenneme!’221
‘Bugün, ey mücrimler, ayrılın.’222
Sen ahiret demeksin! Öyleyse sen,
senin için daha hayırlısın! Çünkü bu hazzı ancak kendi varlığında tadabilirsin.
Bu itibarla bir varlık ancak kendinde bulunan bir şeyden haz alabileceği gibi
ancak kendisinde bilfiil bulunandan acı duyabilir.
Fayda mertebesi zarar mertebesi
demek Her beşerde böyledir bu iş
Zarar kalksa beşer olmazdı
Suretlerde ortaklık gerçekleşmezdi
Koca demek, her bir eşine hakkını
verebilen kişi demektir. Verilen Hakk nedeniyle başkası zarar görürse, bu
durum insaflı olmamaktan kaynaklanır. Burada iki suret arasında bulunan koca
daha önce açıkladığımız gibi hakikatü’l-hakaik (hakikatlerin hakikati)
mesabesindedir. Hakikatü’l-hakaik, hâdis olanda hâdis, kadîmde ise kadîm olarak
bulunan makul bir varlıktır. Bu durum ‘isimlerde ortaklık’ şeklinde ortaya
çıkar. Allah Teâlâ seni kendisini isimlendirdiği isimlerle isimlendirmiştir.
Fakat tümel hakikat (hakikatü’l-külliyye) Hakk ile halkı bir araya getirir.
Sen alimsin, O da âlemdir. Fakat sen hâdissin (zaman içinde yaratıldın). Bu
nedenle bilginin seninle ilişkisi, zamanlı ve hâdis bir ilişkidir. Buna
mukabil Allah Teâlâ kadîmdir ve bilginin O’nunla ilişkisi kadîm bir ilişkidir.
Her durumda bilgi tek bir şeydir ve bulunduğu kimsenin niteliğiyle
nitelenmiştir. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar