Print Friendly and PDF

Şu Getirdiğim Anahtarla Mahzen Açılmazsa

 



LIII

“Tercî-i Bend”

Aceb servî aceb mâhî aceb yâkut-u mercânî

Aceb cismî aceb aklî aceb ışkıy aceb cânî

Şaşılacak bir selvisin; şaşılacak bir Ay; şaşılacak bir yakut, şaşılacak bir mercan. Şaşılacak bir bedensin, şaşılacak akıl; şaşılacak bir aşksın, şaşılacak bir can.

Acayip bir ilkbahar lûtfusun, acayip bir av beyi. Bakışında ne var, dudaklarını ne diye oynatıyorsun, dilinde ne var?

Şaşılacak kadar lezzetli, şeker mi şeker bir helvasın; elemsiz, kedersiz bir beysin; şaşılacak kadar yüce bir aysın; gökyüzünü döndürüyorsun sen.

Şaşılacak şeylerden de daha şaşılacak bir şey sin, bütün gizli şeylerden haberin var; kötülüklerden amandasın, devâlar bulmada tedbir sahibisin sen.

Tatlılıkta hadden de aşırısın; Akl-ı Küll gibi yol görürsün; öfkesizlikte, kin tutmayışta Tanrı yarlıgamasına benzersin sen.

Ne de Tanrı’ya mensup güzellik; her evin barkın mumu, ışığı; ne de akıllı usta, ne de Tanrı’ca güneş.

Şu topallara ne de güzel kanatlar vermedesin; şu gönülleri daralanlara ne de hoş neşeler bağışlamadasın; bütün padişahlar, çavuşlar gibi kuldur, kurbandır sana, sense padişahsın.

Neye bir zararın dokunursa, o can bulur; öyle bir hal alır ki aşkından yüzlerce perişanlığa uğrar.

Dünyanın yarısı gülüp durmada, yarısı ağlamada; çünkü ballar balısın sen, çünkü ayrılık zehrisin sen.

Aşk ağzı gülmede, aşk gözü ağlamada; ağzın yediği helva pek tatlı, öbürünün helvasıysa gizli.

Gönlü, canı yelpazele, darmadağın olmuş, daralıp kalmış gönlü ferahlandır; zindanda kalmış şu c anlara zindanı gül bahçesi yap.

Şu getirdiğim anahtarla mahzen açılmazsa tercî ile bir başka anahtar getireyim de aydınlatayım.

*

Güzelim bir ordugâhta bayrağın dikildiği yersin sevgili; padişahlar padişahısın sen; güzellerse ancak senin tuğranı y azanlardır.

Alımın, tatlılığın temelisin; aşk sofrasını yayansın; zaten o usta helvacıdan başka kim yapabilir bu çeşit helvayı?

Dünyayı yakıp yandırsan, göğü yere döksen herkes razıdır; bilir ki yüzlerce renklerle gene sen bezersin.

Şimdi kâinat, renk renk çiçeklerle açılıp saçılmıştır; sen geliyorsun diye neşesinden ellerine kına y akmıştır yeryüzü.

Gel, yanı başıma otur da evvelce nasıl gülüyorduy sam gene güleyim; tat, neşe madeni gene nurlar bağışlamaya koyuldu diyeyim.

Böylesine bir gül bahçesinin devleti sayesinde, gülüş eldeki peşin akçe; sen mi daha güler yüzlüsün, ben mi? Fakat ben de kim oluyorum? Efendi sensin.

Gül bahçesi sensin, bülbülüm ben; elde eden sensin, bir şeyim yok benim; gel aşağılara da, yücelere de yüzlerce gürültü düştü.

Olgun sensin, noksan benim; doğruluk düzlük sensin, özü doğru benim; düğün sensin, oynayan benim; aşağılık benim, yüce sensin.

Maşallah, sen geldin mi, ikilik kalkar gider; sarhoşlukla, delilikle tasarruflar, tedbirler dökülür, yok olur.

A ay yüzlüm, sen biz olursun, biz sen oluruz; ben miyim, sen misin, bilmem, şekerde sensin, şekerler çiğneyen de sensin, çiğne, hoş çiğniyorsun.

Vaadinde vefa edersin, verginde bekleme yoktur; güzelim bağışların, vergilerin, ne veresiyedir, ne de y arına bağlı.

A sevgili, üçüncü tercî ile gönlümüze şeref ver; şarap kadehini döndür, bütün gönülleri bir et.

*

Esenlik sana a köylü, o ambarda nelerin var? Böylesine tek başına ne geziyorsun, şu ovaya ne ekmektesin?

* Ne de güzel yüzlü padişahsın; yüzünü gören, Uhud Dağı olsa çevikleşir, uçar.

Bana sözler söylüyorsun; ne diyorsun? Güzel sözler elbette, huyun da güzel zaten; konuğunun gönlünü alıyorsun, sarhoşlarının başlarını kaşıyorsun sen.

A ayıptan, noksandan tertemiz sâkî, bâzı kere casuslukla gelirsin; bâzı kere hastanın halini hatırını sorarsın; bâzı kere de üzüm sıkarsın sen.

Gâh eteği ıslaklarla uzlaşmak için etekten vazgeçersin; gâh da olur, bunlardan çekilirsin; kim bilir, ne alışveriştesin sen?

Esenlik sana, maşallah o boya bosa; aferin o ay yüze, o akıllıca yağmaya.

Esenlik size a o padişahı, o hakanı özleyenler; sonsuz esenlik o sınıkları onaranın kürsüsüne.

Ne padişahtır o, ne padişahtır; askerin neşesidir o; ne aydır o, şu lacivert gökyüzünde ne aydır o.

Yeni konukları seyret, yürü, bir altın tencere koy; biliyorsan aş pişir; yoksa dağlarda, bellerde bir tavşan ol.

Ne bunu, ne de onu yapamazsan, yürü de kendini kurban et bâri; kendini de kurban edemezsen bil ki leşsin.

Sus, az afsun oku, sarhoşların tadı yok sende; a can, ne tadın tuzun var, ne de tuzlaya komşusun sen.

Öylesine bir çöle eriştim ki varlıklar orda bitmede, gelişmede; oraya sarho şluktan başka bir şey yağmıyor; o yanda sarhoşluklar var ancak.

 

Kaynak: Cilt 6

Mevlânâ Celâleddin-Divân-ı Kebîr-Hazırlayan : Abdülbâkiy GÖLPINARLI

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar