Print Friendly and PDF

Herkeslerden daha Sevgili






İnsanların hepsi bir değildir. Senin anlattığın Selma'nın nikahlısı gibi insanlar da bulunur, "Viyolonsel" hikâyesindeki gibi insanlar da... Ben kendim iyi insan olmayı isterim, fakat kötü olanlara da hayretle bakmam. Hatta kızmam bile, ancak kötüleri bana taalluk ederse kendimi müdafaa ederim. Şunu esas olarak kabul etmeliyiz ki insanların hemen ekserisi yalnız kendilerini düşünürler. Dünyadaki bütün felaketlerin, uygunsuzlukların bayağılıkların sebebi işte bu her şeyden evvel kendini düşünmek illetidir. İlk bakışta insana bir kurnazlık ve akıllılık gibi görünen bu hal hakikatte aptallıktır. Çünkü dünyada birinin başka bir insanın yardım ve alakasına muhtaç olmadan yaşaması mümkün olamayacağına, hatta en kötü hayvanlarda bile birbirine yardım etme hissi bulunduğuna göre, sadece kendin, düşünmek ve başkalarının da böyle yapmasını istemek kendi kendisinin kuyusunu kazmaktır. İnsan başkalarına yardım ettiği, başkalarını sevdiği kadar yükselir. Dünyada hayatın tek manası varsa o da sevmektir. Hatta mukabele edilmesini bile beklemeden sadece sevmek. Başka bir insanı bahtiyar edebilmek, kendin, bahtiyar edebilmekten daha güç fakat daha insanca , Bugün böyle düşünenlere saf, hatta enayi derler. Fakat ne derlerse desinler biz kalbimizin kafamızın doğru bulduğu şeyleri trafın ne dediğine bakmadan yapmalıyız. Hayatta en büyük saadet olarak şunu almak lazımdır bize yakın ve bütün insanlara yardım etmek , bize yakın ve uzak bütün insanların iyiliğine katkıda çalışmalıyız.





V i y o l o n s e l





Sabahattin Ali/ Viyolonsel, Meşale dergisinin 1 Ekim 1928
tarihli 7. sayısında yayımlanmış.





Güneş, yüzüne yeşil yelpaze tutan mahçup bir kadın gibi iri
yapraklı ağaçların arkasına saklanırken, muhtelif milletlere mensup bir seyyah
kafilesi -sarı otlardan yapılmış evleri arı kovanına benzeyen- bir zenci köyüne
girdiler.





Kabile reisi, yirmi seneden beri Afrika'nın bu sapa köşesine
uğramayan beyazları güzel karşılayabilmek için bütün boncuklarını, fildişinden
yapılmış ziynetlerini taktı, eline, üzeri işlemeli büyük yayını alarak
maiyetiyle beraber köyün ortasındaki meydanda bekledi.





Birtakım şatafatlı merasimden sonra seyyahlar, reisin
kulübesinde istirahat etmekteydiler ki, köyü dolaşmaya çıkmış olan melez tercüman
koşarak geldi, elli adım kadar ötede bir Avrupalı tarafından yapılmış olması
pek muhtemel olan tahta bir kulübe gördüğünü söyledi.





Golf pantolonlarının altına çoraplarını tekrar giymeye vakit
bulamayarak hep birden oraya koştular. Tercüman doğru söylüyordu. Bu,
intizamsız kerestelerden yapılmış bir yerdi ve önünde vahşi orman çiçeklerinden
vücuda getirilmiş bahçemsi bir meydanlık vardı.





Yanlarına gelen reis, binanın iki seneden beri aralarında
yaşayan bir beyaza ait olduğunu söyledi.





Tercümana sordular:





«Neredeymiş, kendisi?»





«Belli olmaz» dedi reis, «o, buradan çalgısını alır çıkar ve ne
zaman isterse o zaman gelir!»





«Ne çalgısı?»





«Büyük… âdeta bir timsah yavrusuna benzeyen bir çalgı…»





Seyyahlar birbirlerine sordular:





«Belki bir harp?..»





Reis:





«Bir değneğe gerilen at kıllarıyla çalınıyor!» dedi.





«Öyleyse bir kontrbas…»





«Yahut bir viyolonsel…»





«Evet, evet… Herhalde bir viyolonsel.»





Seyyahlar, reise tekrar sordular:





«O, bu çalgıyı nerede çalıyor?»





Elini uzatarak gösterdi:





«Ormanda!»





«Peki, bizi oraya götürür müsünüz?»





«Olmaz, o çalgısını çalarken hiç kimseyi istemez…»





Seyyahlar:





«Biz uzakta dururuz, kendisinin haberi olmaz!» dediler ve ısrar
ettiler.





Reis razı oldu. Alacakaranlıkta köyden çıkarak ormana doğru
yürüdüler. Yaklaştıkları zaman, kulaklarına tok bir viyolonsel sesi geldi.
Alman seyyah biraz dinledikten sonra:





«Sonbahar şarkısı!..» dedi.





Rus ilâve etti:





«Çaykovski'nin.»





Ormana girince reis durdu ve on adım kadar ileride, geniş
gövdeli baobap ağaçlarının altındaki karaltıyı gösterdi: «İşte!..»





Dikkatle baktılar ve dinlediler. Gölge hiç kımıldamadan, büyük
bir maharetle aynı parçayı çalıyordu.





Sesler, birbirine giren yapraklan titreterek dağılırken İngiliz
seyyah:





«Bu adamın ne olması mümkündür?» diye söylendi.





Fransız seyyah: «Bir
sanatkâr…» dedi, «ümidi kırılmış bir sanatkâr… Hakikî sanatın takdir
edilmediğini görerek insanlardan kaçan bir talihsiz.»





Rus: «Hayır,
bu belki cemiyetin haksızlıklarından kurtulmak için buraya gelen birisi ki,
sanatı kendisine teselli vasıtası yapmış…»
 diye
mütalâasını yürüttü.





Alman: «Bana
kalırsa»
 diye fikrini söyledi, «bu geniş arazide rahat
ve dertsiz yaşamayı, bu basit refahı, medeniyet dünyasının didişmelerine tercih
eden bir akıllı.»





«Zannediyorum ki» dedi
İngiliz, «vahşilerin
hükümdarlığını eline geçirmek için kendisine göre bir plân yapan ve onu sabırla
tatbik eden bir açıkgözdür bu ve belki de tehlikelidir.»





Gece olmuş ve ay çıkmıştı. Ay ışığı ormanın içindeki ufak bir
meydanlığı aydınlatınca, etrafına taşlar dizilen bir toprak yığınına dayadığı
viyolonseli gözlerini kapayarak çalan adamı daha iyi gördüler… Siyah, kıvırcık
sakallarının çerçevelediği yüzünde, nerede başlayıp nerede bittiği belli
olmayan çizgiler vardı. Alnına doğru dökülen dağınık saçları soluk yanaklarını
gölgeliyordu.





Seyyahlar sordular:





«Hep burada mı çalar?»





«Ve o toprak yığını nedir?»





«Burada çalar» dedi reis, «karısının başucunda…»





«Karısı da var mıydı?»





«Vardı ve öldü.»





Sustular. «Gidelim!» dediler. «Köye döndüğü zaman anlarız…»





Fakat ertesi sabah geri dönen adam, onlara kendi hayatı hakkında
hemen hemen hiçbir şey söylemedi.





«Bir vapur kazasından sonra buraya düştüm, karım da burada öldü…
Ve ben başka yere gitmek istemem» dedi.





Seyyahlar yollarına devam etmek için bu garip münzeviyi
terkettiler. Herbiri jurnalına başka başka şeyler yazdı, fakat hiçbirisi o
adamın asıl hikâyesine temas etmedi.





İşte o adamın hikâyesi:






Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar