Print Friendly and PDF

OTUZUNCU SİFİR 1.Bölüm

Bunlarada Bakarsınız

 



Rahman ve Rahim Allah Teâlâ’nın Adıyla

ALTINCI FASIL

Kutupların Düsturları ve Muhammedi Makamları

DÖRT YÜZ ALTMIŞ İKİNCİ BÖLÜM

Muhammedi Kutuplar ve Onların Menzilleri

Yesribî kim; niteliğin zabtedemediği kişi Bir makam ve hal sınırlamaz onu

Hürdür o, her şeyden azade İçimizden kimse beyan edemez onu

Onun niteliği olduğunu ileri süren Varlığı ortaya çıktığında onu bilmeyen kişidir

Anladık ki onu bilmemiz sadece bir işaret Hakkındaki bilgimiz ve cehaletimiz de denk

Allah Teâlâ meleklerin ve Mele-i a’la’nın şöyle dediklerini bildirir: ‘Her birimizin belli bir makamı vardır.’256 Başka bir ayette ‘Ey Yesrib ehli!

Sizin makamınız yoktur257 denilir. Bu yönüyle ayet ‘O’nun benzeri bir şey yoktur258 ayetine benzer. Yani bu ayet öteki ayete benzer.

Kutuplar konusunun dayanağı Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Hepiniz çoban­sınız’ hadisidir. İnsan organları ve güçleri üzerinde bile bir çobandır. İnsanın güçleri taşradakiler ve şehirdekiler (bâdiye ve hadire) olmak üzere ikiye taksim edilir: Taşradakiler zahirî güçler, şehirdekiler bâtını güçlerdir.

Bilmelisin ki âlemde çok ve çeşitli işler vardır. Her bir şey, üzerin­de belirli bir işin döndüğü bir varlıktır ve söz konusu varlık üzerinde dönmekte olan işin kutbu diye isimlendirilir. Her şey bir ruh ve suret­ten bileşik olduğu gibi her kutbun da ruhu ve sureti olmalıdır. Onun ruhu üzerinde kutbu olduğu işin ruhu dönerken sureti üzerinde kutbu olduğu işin sureti döner. Kutbun birinci yönü -ki ruhturgüney diye isimlendirilirken diğeri -suretkuzey denen kısımdır. Bu itibarla âlem-: deki sınıflardan birisi insanlardır. Onlar, birincil değil, ikincil amaçla (dolaylı) âlemin varlığındaki maksattır. Birinci maksat, âlemin Allah Teâlâ’ya ibadet etmek üzere meydana gelmiş olmasıdır. Burada ibadet derken varlığın kemale (ermesi) için meydana gelen ‘marifet ibadetini’ (Hakkı bilerek ibadet etmek) kastediyorum. Alemdeki sınıfların her birinin içinde -kâmil değiltam olanlar bulunur. Bu yönüyle âlem ancak kâmil insanın varlığıyla kemale erer. Kâmilin dışındaki insanlar ise tanım itibarıyla hayvan-ı nâtık (düşünen canlı) diye isimlendirilen hayvan insanlardır. Kutuplar, kâmillerdendir.

Allah Teâlâ cisimsel ve cismani âlemi iki mertebeye yerleştirmiştir: Bir kısmı dünya diye isimlendirilen menzilken diğerine âhiret denilir. Her ikisinin sakinlerini insanlar ve cinler yapmıştır. Onlarda muteber olan­lar insanlar iken insanlar arasında muteber olanlar kâmillerdir. Onlar zikirleri ‘Allah Teâlâ’ (ismi) olan kimselerdir; bu zikre bir şey eklemezler. Allah Teâlâ zikri onların hem içlerinden hem halverierinde dille yaptı İdari zikirdir. Genel nezdinde onların zikirleri ise ‘La-ilahe illAllah Teâlâ (kelime-i tevhid, Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur)’ zikridir. Ardından sınırlı veya mutlak olmak üzere, ‘Subhanallah, Elhamdülillah’ gibi çeşidi zikirleri vardır. Aynı şekilde ‘Allah Teâlâu ekber, la-havle ve la-kuvvete illa billâh’ gibi zikirleri vardır. Âlemin varlık sebebi (maksat) olan bu sınıf ile önce dünya hayatı mamur olur. Allah Teâlâ dünyanın sakinleri adına kendisine ulaşacakları ve ‘ecel’ denilen süreler belirlemiştir. Müddetleri tamam­landığında, âhiret diyarına göçerler. Göç iki türdür: Bir kısmı dünya hayatından ayrılmak demek olan ölümle intikal eder ve öldükten sonra âhiret hayatıyla yaşarlar. Bir kısmı, ölmeden, dünya hayatındayken intikal eder. Bu kısım özellikle Allah Teâlâ yolunda öldürülen şehitler ile hakkında ‘ölüden daha üstün’ denilenlerdir; bununla birlikte ölülerin bir kısmından üstündür. Allah Teâlâ dünya hayatında insan türünde pek çok ümmetler yaratmış, her birine yaratılış gayelerini açıklamak üzere pey­gamberler göndermiş, peygamberler Hakkın yapmalarını istediği gö­revleri insanlara öğretmiş, bu görevleri yerine getirdiklerinde âhiret hayatında Allah Teâlâ katında elde edecekleri iyilikleri veya yapmadıklarında dünyada -ki bu ceza yöneticilerinin suçlarını öğrenmelerine bağlıdırve âhirette görecelderi cezayı onlara öğretmişlerdir. Sonra Allah Teâlâ insan­ların arasına bir derecelenme yerleştirmiştir: Bir kısmı üstün, bir kısmı ümmetin en üstünüdür ki, bu kısım, peygamberlerdir.

Ümmetler, ümmeti insanlar için çıkartılmış en hayırlı ümmet olan Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in ümmetiyle sona ermiştir. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in geli­şiyle birlikte peygamberlik sona erdiği gibi şeriatıyla da bütün şeriatlar sona ermiştir. Artık şeriat getirecek bir peygamber olmadığı gibi onun şeriatından sonra Allah Teâlâ katından indirilecek bir şeriat da yoktur. Bu­nun istisnası, onun şeriatının onaylamış olduğu üzere, ümmetinin âlimlerinin Kitap’tan ve Sünnet’ten hüküm çıkartmakla sınırlı içtihatla­rıdır; ‘sünnet’ derken peygamberin hadislerini kastediyorum, yoksa kıyas yoluyla elde edilen içtihadı kastetmiyorum. Kıyas derken -aslın asla kıyasını değilferin fere kıyasını kast ediyorum. Çünkü ferin asla kıyası içtihatla sabit olup istinbat yoluyla elde edilmiş bir hükümdür. Fakihler icmayı üçüncü asıl (kaynak) saydıkları gibi bu anlamıyla kıyası dördüncü kaynak sayarlar. Burada icma, birinci neslin icmaldir. Fakihlere göre birinci nesil bir konuda görüş birliğine varmışsa, o konuda bildikleri bir nassa başvurmuş olmaları gerekir. Söz konusu nas bize ulaşmamış olsa bile, onun varlığı hakkında kesin delile sahibizdir.

Çünkü birinci neslin hakkında nas bulunmayan bir konuda görüş bir­liğine varması mümkün değildir; yoksa düşünceleri ve yaratılışları birbirinden farklı olacağı için görüş ayrılığı kaçınılmaz iken belirli bir konuda görüş birliği gerçekleşmiştir. Bu durum, bize göre birinci neslin peygamberden gelen bir nassa sahip olduğuna dair (tereddüdü­müzü ortadan kaldıracak) kesin delildir. Birinci neslin icmaından sonra icmamn hükmü yoktur. Durum burada söylediğimiz gibi olunca, biz de Muhammedi kutupları zikretmekle meşgul olduk. Çünkü Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem kıyamet günü insanların efendisi olduğu gibi o ve ümmeti son gelen ve (maksat olmak bakamından) ilk olanlardır. Bu nedenle peygamberlerden Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’i, ümmetlerden de onun ümmetini dikkate aldık.

Bilmelisin ki Muhammedi kutuplar iki türdür. Bir kısmı onun peygamber olarak gönderilişinden sonra gelen kutuplarken bir kısmı peygamber olarak gönderilmesinden önceki kutuplardır. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in peygamber olarak gönderilmesinden önceki kutuplar, pey­gamberlerdir (resul) ve sayıları üç yüz on üçtür. Peygamber olarak gönderilişinden sonra gelip kıyamete kadar varlıkları sürecek kutuplar ise on iki kutup ile onların dışında kalan iki Hatem’dir. Hatem kitabın son bölümünde zikredileceği üzere fertlerdendir (efrad). Bu bölümden sonra on iki kutup hakkında -Allah Teâlâ izin verirseyeterli ölçüde açıklama gelecektir.

Peygamber olan Muhammedi kutupların menzillerine gelirsek, onların menzilleri hakkında konuşmamıza yol yoktur. Çünkü bizim bilgilerimiz zevk kaynaklı bilgilerdir. Hâlbuki peygamberlerin makam­ları hakkında zevkimiz yoktur. Bizim zevk (kaynaklı bilgimiz) bilhassa varisler hakkındadır. Dolayısıyla peygamberler hakkında ancak resul olan konuşabileceği gibi nebiler hakkında nebi veya resuller konuşabi­lir. Varisler hakkında ise resul, nebi ve veli veya onlardan birisi konu­şabilir. Hakkın öğrettiği ilahi edep budur. Binaenaleyh peygamberlerin mertebeleri ancak Genel Hatem’den öğrenilebilir. O, Allah Teâlâ’nın ahir zamanda genel veliliği (velayet-i âmme) kendisiyle bitireceği (mühür) Allah Teâlâ’nın ruhu Meryem oğlu İsa’dır. Bu husus sorulduğunda, Hz. İsa onlardan ve derecelerinden bilgi verebilir, çünkü kendisi de onlardandır. Bizim ise bu konuda konuşma imkânımız yoktur. Biz sadece nebi­lerin ve peygamberlerin varisleri olan ümmetin kutuplan hakkında konuşabiliriz. Bunun yanı sıra geçmiş ümmetlerin hepsinden hayırlı olmakla nitelenmiş -ki hem müminleri hem kâfirleri için geçerlidir bu üstünlüksonradan gelen Muhammed ümmetinin kutupları hakkında konuşabiliriz. Bu itibarla Muhammed ümmetinin kâfirleri diğer ümmederin kâfirlerinden daha kötü olduğu gibi müminleri de diğer ümmederin müminlerinden daha hayırlıdır. O halde Muhammed ümmeti (her iki yönden de) öncelik sahibidir. Nitekim Kureyş kabilesiyle ilgili bir ifadede onlarm iyilik ve kötülükte bütün kabileleri geçtiği söylenir. Bu nedenle Allah Teâlâ imameti onlara vermiştir. Adil de olsalar zalim de olsalar, imamlık onların hakkıdır. Adil olmaları, hem yönettikleri in­sanların hem kendi lehlerinedir; zalim olmaları, yönettiklerinin lehineyken kendi aleyhlerinedir. Yani Allah Teâlâ’nın ve yönettikleri insanların Hakkın hususundaki ihmalleri onların aleyhinedir. Seçilmiş bu Mu­hammed ümmetinin kutupları ise önceki ümmetlerin kutuplarından üstündür. Burada peygamberlerin izlerini takip eden ve onlara varis olan kutupları kastediyorum.

Sonra konumuza dönüp şöyle deriz: Muhammed ümmetinin ku­tupları kısım kısımdır. Burada her asırda bir tane bulunan kutuplardan söz etmiyorum, her asırda bir tane olan kutbu bunun ardından gelecek on iki kutup bölümünde zikredeceğiz. Şimdi Muhammedi kutupları zikrediyoruz. Onlar, belirli bir bölge veya yerde insan topluluğunun işlerinin etraflarında döndüğü kimselerdir. Misal olarak yedi bölgedeki bedelleri verebiliriz. Her bölgenin bir bedeli vardır ve o söz konusu bölgenin kutbudur. Başka bir misal olarak evtad-ı erbaa’yı (dört direk) verebiliriz. Onların dört yönü vardır ve Allah Teâlâ onların vasıtasıyla doğu­yu, batıyı, güneyi ve kuzeyi korur; her yönün bir direği vardır. Başka bir misal karyelerin kutuplarıdır. Her yerde Allah Teâlâ’nın velilerinden bir kutbun bulunması gerekir. Allah Teâlâ onun vasıtasıyla bulunduğu bölgeyi korur; bölgenin kâfir veya mümin olması durumu değiştirmez. Binae­naleyh o veli bölgenin kutbudur.

Makam sahipleri de öyledir. Bu yönüyle zahitlerin bir kutbu var­dır ve zühtte kendi devrindeki insanların işleri onun etrafında döner. Aynı şey tevekkül, muhabbet gibi diğer makam ve haller için gerekli­dir. Her sınıf içinde o sınıftan bir kutup bulunmalıdır ve makam o kutbun etrafında döner. Allah Teâlâ bana tevekkül sahiplerinin kutbunu tanıtmış, tevekkülün onun etrafında döndüğünü görmüştüm. Sanki o kutbu üzerinde dönen bir değirmene benziyordu. Tevekkül sahipleri­nin kutbu, Endülüs’e ait Mevrûr şehrinden Ustad Abdullah b. elMevrurî idi. Zamanında tevekkülün kutbu oydu. Çok şükür, Allah Teâlâ onu bana gösterdi ve tanıttı, onunla arkadaş oldum. Onunla bir araya gel­diğimde, daha önce Allah Teâlâ bana onu göstermiş olduğu için kendisini tanıdım. Bunun üzerine tebessümle Allah Teâlâ’ya şükretti. Zamanın kutbuyla da 593’te Fas’ta bir araya geldim. Allah Teâlâ bir vakıada onu bana göster­miş, ben de kendisini tanımıştım. Bir gün Fas’ta Bestan b. Hayyun ile bir araya geldik. O da cemaatin içindeydi. Becaye’den gelen bir eli çolak yolcuydu ve cemaatin dikkatini çekmeyen biriydi. Mecliste bi­zimle birlikte Allah Teâlâ ehli olan şeyhler bulunuyordu ve birisi de Ebu’l Abbas el-Hassar olmak üzere hepsi Allah Teâlâ yolunda muteber insanlardı. Cemaat sohbete başladığında hepsi bize karşı saygılı davranıyordu. Meclis bizim için toplanmiştı ve orada benden başka kimse tasavvuf ilmi üzerinde konuşmuyordu. Aralarında konuşsalar bile, konuyu bana havale ediyorlardı. Söz kutuplar bahsine geldi ve Kutub da cemaattey­di. Ben onlara şöyle dedim: ‘Kardeşlerim! Ben size zamanınızın kutbu hakkında bir sır söyleyeceğim.’ Bunun üzerine Allah Teâlâ’nın uykumda bana zamanın kutbu olarak göstermiş olduğu o adam bana döndü. Sohbet esnasında sıkça bana dönüyor ve bana karşı muhabbet izhar ediyordu. Bana dönüp şöyle dedi: ‘Allah Teâlâ’nın sana bildirmiş olduğu sırrı bize anlat, fakat vakıada-sana belirttiği şahsın adını verme!’ Sonra tebessümle şöyle dedi: ‘Allah Teâlâ’ya hamd olsun.’ Ben de Allah Teâlâ’nın bana Kutub’un du­rumu hakkında verdiği bilgileri anlatmaya koyuldum. Dinleyenler şaşırmıştı. Fakat adamın adını vermedim ve onu tarif etmedim, ikindi­ye kadar değerli kardeşlerimle çok hoş bir vakit geçirdik. Adama vakı­ada bana gösterilen kimsenin kendisi olduğunu söylemedim. Cemaat dağıldığında, Kutup yanıma geldi ve şöyle dedi: ‘Allah Teâlâ hayrını versin!

Allah Teâlâ’nın sana tanıttığı şahsın adını vermemekle ne iyi ettin! Allah Teâlâ’nın selamı, rahmeti senin üzerinde olsun!’ Meğerse benimle vedalaşmak üzere selam vermişti ve benim bu konuda bir bilgim olmamışa. O şehirde bir daha kendisini hiç görmedim.

Muhammedi kutuplar Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e mahsus hükümlerde ve hallerde Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e varis olanlardır. Bu haller, daha önceki bir şeraitte bulunmadığı gibi Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den önceki bir peygamberde de bulunmamıştır. Bu hal ve hükümler, önceki bir şeriatta bulunsalar bile onların kaynağı Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şeriatı olduğu gibi önceki bir peygamberde bulunsalar yine Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemde bulunmuş olurlar. Böyle bir insan bu durumda söz konusu özel peygamberin varisidir, fakat Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem üzerinden varistir. Bu kişi, bu ümmet içerisinde bulunsa bile, o peygambere nispet edilebilir ve (varis olduğu hal ve hüküm) Hz. Musa’dan ise Musevî, Hz. İsa’dan işe İsevî veya Hz. İb­rahim’den ise İbrahimî veya hangi resul veya nebiden ise ona izafe edilerek isimlendirilir. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e ise sadece kendisine mahsus hususlarda varis olanlar nispet edilebilir. Bu tahsiste (İsevî, Musevî gibi) farklılaşmayı sağlayan bir makamla sınırlanmamaktan daha genel bir durum yoktur. Muhammedi ancak belirli bir makamının olmama­sıyla farklılaşır. Başka bir ifadeyle onun makamı ‘la-makam’, makamın olmamasıdır. Bunun anlamı ifade edeceğimiz husustur, şöyle ki: İnsa­na hali baskın gelir ve sadece kendisine baskın gelen hali bilir. Bu du­rumda o Hakk nispet edilir ve o halle ortaya çıkar. Muhammedi’nin ise bütün makamlarla ilişkisi ilahi isimlerin Allah Teâlâ ile ilişkisiyle birdir ve dolayısıyla ona nispet edilecek bir makamda bulunmaz. Muhammedi her nefeste, her zamanda ve halde o nefes, zaman ve halin gerektirmiş olduğu surede bulunur ve bu nedenle onun sınırlılığı sürekli değildir. Çünkü ilahi hükümler her zamanda farklılaşır ve hükümlerin farklılığı nedeniyle kişi de farklılaşır. Allah Teâlâ ‘O her gün bir iştedir'259 buyu­rur. Muhammedi de öyledir. Bu değişim ‘Bu hususta kalbi (değişebilir olan) olan kimse için öğüt vardır'260 ayetinde belirtilir, hâlbuki ayette sınırlamak demek olan akıl dememiştir. Kalp her nefeste hallerde ve işlerde başkalaştığı için kalp diye isimlendirilmiştir.

Allah Teâlâ’nın kullarının bir kısmı, her nefes kendisinde başkalaşan şeyi bilirken bir kısmı ondan habersizidir. Muhammedi kutup veya da fert, her nefes bilgisiyle başkalaşan insandır. Nitekim her bir yaratılmış her nefes hal itibarıyla başkalaşır ve değişir. Binaenaleyh bu adam (kutup veya fert), kendisinde başkalaşan şeyi veya kendinde başkalaştığı du­rumu bilmekle farklılaşır, yoksa başkalaşmakla farklılaşmaz. Çünkü başkalaşma bütün âleme yayılan ve her insanda gerçekleşen bir du­rumdur. İnsanların çoğu bu hususu tam ve kesin olarak bilmeseler bile genel olarak bilirler. İnsanların dereceleri, kendisinde başkalaştıkları şeyi veya üzerlerinde başkalaştıkları durumu bilmeleriyle değişir.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’261

Bu bölümün izahı uzun sürse bile, söylediğimiz ve ima ettiğimiz hususlarla yetinmeyi uygun gördük. Şimdi kutupların makamlarını izhar edecek şekilde onların düsturlarından söz edeceğiz. Başarıya erdiren Allah Teâlâ’dır!

DÖRT YÜZ ALTMIŞ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Kendi Zamanlarında Âlemin Üzerlerinde Döndüğü On İki Kutbun Bilinmesi

Sayıda isimlerin sonu ,

Bileşik sayılarla birlikte on iki

O sayıyla nitelenendir O bir ile nitelenen

Onlar vasıtasıyla varlık korunur Varlıktaki sayı korunur

Varlıklarının hükümleri ortaya çıkmış Direksiz ayakta duran yerde

Rükünlerde hükümleri tamamlandı Onlardan babada ve oğulda

Allah Teâlâ Peygamberine şöyle hitap eder: ‘De ki O Allah Teâlâ tektir.’262 Allah Teâlâ kendisini tanıtıp şöyle demiştir: ‘En güzel isimler Allah Teâlâ’ya aittir. O isimlerle Allah Teâlâ’ya dua edin. İsimleri hususunda ilhada gidenleri bırakınız263 Bunun anlamı, isimlerinden sapanlar demektir. Daha doğru bir ifadey­le Allah Teâlâ’nın isimleriyle kastettiği anlamdan başka bir anlama saparlar. ‘Yaptıklarına karşılık onlara ceza verilecektir.’264 Yani bu konuda karşılık­ları verecektir. Herkes vahiy hakkındaki yönelimine göre cezalandırılır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Sana Rabbinden vahyedilene uy!’265 Allah Teâlâ şöyle demektedir: Onlar meyletti ve saptı diye sen meyletme! Ben seni baş­kasına uyasın diye değil, uyulasın diye yarattım. Bu nedenle nebilerden söz ederken Allah Teâlâ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e şöyle der: ‘Sen onların hidayetlerine uy!’266 Yani onların kendilerine uyma! Onların hidayederi, Allah Teâlâ’nın şeriatından başka bir şey değildir. Allah Teâlâ ‘Size dinde Nuh’a vasiyet ettiği şeyi şeriat yaptı267 buyurur. Burada başka peygamberleri de zik­retmiştir. Binaenaleyh bizim için Şâri, onlara da şeriat gönderen Allah Teâlâ’dır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şeriatını adı geçen peygamberlerden almış ol­saydı, tâbi (uyan) sayılırdı. Bunu anlamalısın!

MUHAMMED ÜMMETİNİN KUTUPLARININ SAYISI ON İKİDİR

Bu ümmetin kutuplan, on iki tanedir ve cisimsel ve cismani âlem dünya ve âhirette on iki burç üzerinde döndüğü gibi ümmetin işleri onların üzerinde döner. Allah Teâlâ iki diyarda oluş ve bozuluştan -ki âdete göre veya âdeti aşarak gerçekleşebilirmeydana gelecek şeylerle onları görevlendirmiştir. Fertlerin sayısı ise çoktur. İki Hatem onlardan, yani Efrad’dandır (fertler). Dolayısıyla kutup değillerdir. Kutuplar içerisin­de Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in kalbi üzerinde olan kimse yokken fertler arasın­da onun kalbi üzerinde olanlar vardır. Hatem olanlardandır ki, burada özel velayetin Hatem’ini kastediyorum (hatmü’l-evliyai’l-hassa).

On iki kutba gelirsek, onlar nebilerin kalpleri üzerindedir. Her bi­risi bir kalp, daha doğru bir ifadeyle kadem üzerindedir ki kadem (ayak) demek daha doğru bir ifadedir. İşbiliye’deki bir keşifte bunu böyle görmüştüm. Kalp yerine kadem demek, peygamberlere karşı daha saygılı davranmak demektir ve bizim makamımız edepli olmayı gerektirir. Ben hem kendi adıma hem Allah Teâlâ’nın kulları adına edebi yeğ­lerim. Şöyle deriz: Onların biricisi, Hz. Nuh peygamberin kademindeyken İkincisi Hz. İbrahim’in, üçiincüsü Hz. Musa’nın, dördüncüsü Hz. İsa’nın, beşincisi Hz. Davud’un, altıncısı Hz. Süleyman’ın, yedincisi Hz. Eyyûb’un, sekizincisi Hz. İlyas’ın, dokuzuncusu Hz. Lût’un, onuncusu Hz. Hud’un, on birincisi Hz. Salih’in ve on İkincisi Hz. Şuayb’ın kademindedir. Bütün peygamberleri ve nebileri gözle gördü­ğüm bir müşahede görmüş, onların içinden sadece Ad kavminin kar­deşi Hz. Hud ile konuşmuştum. Bütün müminleri de, yani yaşamış olanlarıyla kıyamete kadar gelecek müminleri Allah Teâlâ bana iki farklı zamanda temiz bir yerde göstermiş, ben de onları gözle görmüştüm. Peygamberlerle sohbet ettim, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in dışında onlardan yararlandım. Sohbet ettiklerimden birisi Hz. İbrahim idi. Ona Kuran-ı Kerim okudum. Hz. İsa’nın önünde tövbe ettim. Hz. Musa bana keşif ve açıklama bilgisiyle gece ve gündüzün değişmesinin bilgisini verdi. O bilgiye ulaşınca, gece ortadan kalktı ve tüm gün gündüze döndü. Artık benim için güneş doğmuyor ve batmıyordu. Bu keşif ile birlikte Allah Teâlâ bana âhirette bedbahtlıkla işim olmayacağını bildirmiş oldu. Hz. Hud’a bir meseleyi sordum. Sorduğum şey varlıkta Hud peygamberin bana söylediği şekilde gerçekleşti. Bu durum onların zamanına kadar­dı. Peygamberlerden ise Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem, Hz. İbrahim, Hz. Musa,

Hz. İsa, Hz. Hud ve Hz. Davud ile muaşeret ettim, diğerleriyle sohbet etmedim, sadece kendilerini gördüm.

Bilmelisin ki kutuplardan her biri âlemde belli bir süre kalır. Başka bir ifadeyle gönderildikleri kimseleri davet edişlerinin belirli ve tespit edilmiş süreleri vardır. Süre tamamlandığında, davetleri biter ve başka bir davetle birlikte onların daveti hükmünü yitirir. Nitekim şeriatlar da şeriatlar ile neshedilir. Onların davetleri derken, sahip oldukları âlem­deki hüküm ve tesirleri kastediyorum. Şimdi onların dünya hayatında­ki ömürlerinin müddetlerinden söz edelim. Onların birinin valiliğinde­ki ömrü, otuz üç sene ve dört aydır. Başka birisinin müddeti otuz sene, üç ay yirmi gün; birisinin müddeti, yirmi sekiz sene, üç ay ve on gün; birisinin müddeti yirmi beş sene; birisinin müddeti yirmi iki sene on bir ay, yirmi gündür. Başka birisinin müddeti on dokuz sene, beş ay, on gündür. Başka birinin süresi on sene sekiz ay; bir diğerinin süresi on üç sene ve on ay, yirmi gün; birinin süresi on bir sene, üç ay, on gündür. Başka birisini süresi iki sene, dokuz ay ve on gün; birisinin süresi sekiz sene, dört ay; birinin süresi beş sene, altı ay ve yirmi gün­dür. Onların düsturları tektir: Allah Teâlâ zikri! ‘Hu’ zamiri sükûnlu ve hemzenin tahkikiyledir. Başka bir düsturları yoktur. Bu kutupların dışındaki-karye,.yön,bölge (iklim) kutupları ve cemaatin şeyhleri pek çok türdür. Onların içinden bu bölümde zikredebileceklerimi zikrede­ceğim. Bunu yapmamın sebebi, ‘Allah Teâlâ’yı çok zikreden erkek ve kadın­lar...'268 ayetinde belirtildiği üzere, bu zikirde örf haline gelmiş tarzda zikre devam edenlere fayda teminidir. Böyle bir amaç taşımasaydık, bu kitapta onları söylememin veya belirtmemin faydası olmazdı. Şimdi kutupların halleri içinden anlatabileceklerimizi anlatalım. Halleri çok olsa bile, düsturları tektir. Düsturun tekliğinin nedeni, kutupluk ma­kamının tek olmasıdır. Öyleyse düstur şahsın değil, kutupluk makamı­nın düsturudur. Her birinin farklı olarak belirli vakitlerde düsturları vardır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Kıyamet yeryüzünde ‘Allah Teâlâ Allah Teâlâ’ diyen varken kopmaz.’ Burada âlemin işlerinin kendisine dayandığı kutbu kasteder. Ya da kendisi kutup olmasa bile, himmeti vesilesiyle Allah Teâlâ’nın âlemi koruduğu fert kalmayınca kıyamet kopar. Demek ki kıyamet kötü insanların üzerine kopar!

Kutuplardan Birincisi, Hz. Nuh’un Kademi Üzerindedir

Kuran-ı Kerim’den ona ait sure Yasin’dir. Bu itibarla her kutbun Kuran-ı Kerim’den bir suresi vardır. Bazen zikrettiklerimizin dışındaki kutupların da Kuran-ı Kerim’den bir sure veya ayederi olabileceği gibi bazen birden çok suresi olan da olabilir. Bazen bütün Kuran bir kutba ait olabilir. Böyle bir kutba misal olarak, Kuran-ı Kerim’i istizhar et­meden ölmemiş olan Ebu Yezid el-Bestamî’yi verebiliriz. Şimdi on iki kutba mahsus Kuran-ı kerim surelerini zikredelim.

Birinci kutba ait sure, Yasin suresidir. O kutup hükmü yönünden kutupların en kâmilidir. Allah Teâlâ zahiri ve batını sureti onda bir araya getirmiş, zahirde kılıçla ve batında himmetie halife kılınmıştır. Onun adını vermeyeceğim ve kendisini tanıtmayacağım, çünkü adını vermem yasaklandı ve yasaklanmanın sebebini de biliyorum. Kutuplar cemaati içinde kutupluğun gerektirildiği her şeyin kendisine verildiği. başka birisi yoktur. Bu yönüyle o, bütün isimlerin verildiği Hz. Adem’e ve cevamiü’l-kelim’in verildiği gibi Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e benzer. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in kademi üzerinde bir kutup olsaydı, ancak o olabilirdi. Bununla birlikte hiçbiri Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in kademi üzerinde değildir. Bunun istisnası bazı büyük ferderdir ve onların sayısı bilinmez. Onlar yaratıkİar içerisinde gizli olanlar ve Allah Teâlâ’yı bilen seçkinlerdir. Onlar tanınmaz ve bilinmez. Onların makamları, bildiklerini saklamak ma­kamıdır. Onların bilgisine kendilerini hayrete düşürecek kuşku girmez. Onlar Rableri hakkında kesin ve açık delil sahibi olanlardır. İşte ferderin (tekler) hali böyledir.

Tekrar bu kutup hakkındaki konuşmamıza dönersek şöyle deriz: Allah Teâlâ katında onun menzilleri, bu surenin ayetlerinin sayısıncadır; zaten her kutbun Allah Teâlâ katındaki menzilleri sahip olduğu surenin ayet­leri sayısıncadır ve onların sureleri bellidir. Ben de o sureleri genel olarak zikredip sonra Allah Teâlâ izin verirse (daha ayrıntılı olarak) zikrede­ceğim. Daha önce söylediğimiz üzere, birinci kutba ait sure Yasin’dir.

İkinci kutba ait sure İhlâs, üçüncüye Nasr, dördüncüye Kafirûn, beşin­ciye Zilzal, akıncıya Bakara, yedinciye Mücadile, sekizinciye Al-i İmran, dokuzuncuya Kehf suresi aittir. Bu kutup Deccal tarafından katle­dilecek ve Hz. İsa’ya yetişecek kutuptur. Onuncuya ait sure Enam, on birinciye ait olan sure ise Taha’dır. Bu kutup Hakkın vekilidir. Nite­kim Ebiı Talib de Mekkelilere Tövbe suresini okumak üzere Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin vekiliydi. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu sureyi okumak üzere Hz. Ebu Bekir’i göndermiş, sonra görüşünden vazgeçerek şöyle demişti: ‘Kuran’ı benden Ehl-i beytim’den birisi tebliğ etmelidir.’ Bunun üzerine Hz. Ali’yi çağırtmış, onu görevlendirmiş, Hz. Ebu Bekir’e yetişmiş. Mekke’ye ulaştığında, Hz. Ebu Bekir insanlarla hac yaptırtmış, Hz. Ali de onlara Tevbe suresini tebliğ ederek Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e vekâleten insanlara okumuştu. Bu durum Hz. Ebu Bekir es-Sıddîk’in halifeliği­nin sahihliğine olduğu kadar aynı zamanda Hz. Ali’nin de mertebesi­nin üstünlüğüne delil teşkil eder. On ikinci kutba ait sure, Mülk sure­sidir. Kutupların Kuran-ı Kerim’deki sureleri bunlardır. Bununla bir­likte ‘Allah Teâlâ eşi hakkında seninle tartışanın sözünü duymuştur269 diye baş­layan Mücadile suresinin ait olduğu kutbun suresi Vakıa suresidir. Fakat bu sureye büyük bir bağlılığı vardır. Aynı şey İhlas suresinin sahibi olan kutub için geçerlidir. Onların menzilleri de söylediğimiz şekildedir. Bu menziller, ayetlerin sayısı ve ayetleri zikreden ile onlarda zikredilenlerin durumuna bağlıdır. Bu yönüyle ayederdeki derecelen­me, gelmiş oldukları tarzdan öğrenilir. Ayetlerin üstünlüğü tilavette okuyanın durumuna bağlıdır, yoksa Allah Teâlâ’nın kelamı olmak bakımından ayetlerin üstünlüğünden söz edilemez, çünkü bu balamdan derecelen­me yoktur. Binaenaleyh üstünlük ve derecelenme kelamda değil, oku­nuşta gerçekleşir, bunu bilmelisin!

Bu kutbun haline gelirsek, o, zahirde ve batında âlemde müessir­dir. Allah Teâlâ onunla bu dini güçlendirir, onu kılıçla izhar eder, zulüm yapmaktan korur. O da Hakkın hadiselerdeki hükmü demek olan ada­lete göre hüküm verir. Bazen verdiği hükme karşı gelen mezhep taklit­çileri bulunabilir. Misal olarak Şafiî, Maliki, Hanefi, Hanbelî veya kutbun verdiği hükümle kendisiyle çeliştiği herhangi bir imama uyan­ları verebiliriz. Kutub mezhep imamlarının delillerinin gereğinin aksi­ne bir hüküm verdiğinde, taklitçiler onu suçlarlar. Böyle davranmakla hiç kuşkusuz Allah Teâlâ katında günahkâr haline gelirler ve bunun farkında bile olmazlar. Çünkü onlar herhangi bir müçtehidi suçlama hakkına sahip değillerdir. Onlara göre içtihatta isabet eden kişi, belirli olmayan bir kişidir (yani onu tam olarak bilemezler). Bu durumdaki biri, bazı kimselerin Usame ve babası Zeyd b. Harise’nin komutanlığı hakkında söz ettikleri gibi Müslüman âlimlerinden birisini suçlama hakkı yoktur. Onların komutanlığı hakkında ileri geri konuşulunca, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de bu konuda söylediklerini söylemiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in öne geçirip başkan yaptığı biri hakkında ileri geri söz edenler ve kendi düşüncele­rini Allah Teâlâ’nın peygamberinin düşüncesine yeğleyenler bulunabilirken, taklitçilerin kutup karşısındaki durumlarına şaşmamak gerekir. Onun şöhreti nerede, bu şöhret nerede? Batıl yolda olanlar hüsrana uğramış­tır. VAllah Teâlâi! Allah Teâlâ’ya ancak basiret üzere davet eden kişi davetçi olabilir, zan üzere davet edip zanna göre hüküm veren biri Allah Teâlâ’ya davet ede­mez. Böyle insanlar, Allah Teâlâ?ın Muhammed ümmeti adına genişlettiği imkânları daraltırlar. Allah Teâlâ ise böyle yapanların işlerini âhirette daraltır, kıyamet günü onların sorgu ve hesabını zorlaştırır. Onlar herhangi bir hadisede sıkıntıyı ortadan kaldırmak üzere mezhep değiştirmeyi zorlaş­tırır ve böyle bir davranışın dinle oynamak demek olduğunu zanneder­ler. Hâlbuki bu görüş nedeniyle kendilerinin dinden çıktıklarını bil­mezler. Allah Teâlâ’nm şeriatı daha geniş, hükmü daha genel ve fayda­lıdır. ‘Onları tutunuz. Onlar sorguya çekilecektir. Niçin onlara yardım etmiyorsunuz? Onlar bugün teslim olmuşlar dır.270 Bu durum kıyamette o insanların halidir. Onlara izin verilmez ki, mazeret beyan edebilsinler.

Bu kutbun makamı kemaldir ve bu nedenle herhangi bir nitelik kendisini sınırlamaz. O vaktin hâkimidir ve vaktin hükmüyle, yani zamanın gerektirdiği duruma göre zuhur eder. İrade onun hükmüne bağlıdır, o iradenin hükmüne bağlı değildir. O efendidir ve on özelliği vardır: Birincisi cezalandırmaya gücü yeterken bağışlamak demek olan hilimdir. Çünkü o himmet vesilesiyle tesirde bulunma gücüne sahiptir. Bu kutup kendisi nedeniyle hiçbir zaman öfkelenmez. Allah Teâlâ’nın yasakla­rı ihlal edildiğinde, hiçbir şey onun gazabının karşısında duramaz. O sadece Allah Teâlâ rızası için öfkelenir. İkinci özelliği Allah Teâlâ’nın yavaşlığı öv­müş olduğu işlerde teenni üzere harekettir. Bununla birlikte iyiliklere koşar. Bu kutup teenniyi arar ve nerede uygulanacağını bilir. Üçüncü özellik eşyada denge ve itidaldir. Vaktin talep ettiği bir hükme bir şey eklemez, çünkü zamanı ve hali kendisiyle ölçtüğü terazi elindedir, Böylece kendi halinden zaman nedeniyle alırken zamanından da hali nedeniyle alır. Buna göre yükseltir ve alçaltır. Dördüncü özelliği ted­birdir. Tedbir, hikmeti bilmektir. Kutub mertebeleri bilir ve mertebe­lerin talep ettiği işleri onlara verir. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in savaşta kendisine kılıç verdiği Ebu Dücane kılıcın hakkını vermiş, savaş safla­rının arasında cesarede yürümüş, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem onun bu böbürlene­rek yürüyüşüne bakıp şöyle demişti: ‘Böyle bir yürüyüşü Allah Teâlâ ve pey­gamberi sevmez, fakat burada değil!’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem hızlı yürürdü, sanki yokuş iniyor gibi yürürdü. Tedbir sahibi işler şehadet âleminde ortaya çıkmazdan önce onlara bakar ve gayb âleminde tasarruf sahibi­dir. Bu nedenle manalardan ancak hikmetin gerektirdiğini alır. O hik­meti bilen ve haberdar olandır: Mücmeli ve genel olarak izhar etmesi gerekeni mücmel, mufassal olarak izhar etmesi gerekeni de mufassal olarak izhar eder. Bunun yanı sıra muhkem olarak izhar etmesi gere­keni muhkem, müteşabih olarak izhar etmesi gerekeni de müteşabih olarak izhar eder. Beşinci özellik, tafsildir. Tafsil eşya arasında ortak özellikleri aşarak farklılığı ortaya çıkartan özellikleri bilmektir. Bu sa­yede her şey benzerinden, mukabilinden ve muhalifinden ayrılır. Bu kişi Alim, Hâbir, Muhsî, Muhit, Hâkim gibi ilahi isimlerden yakın anlamlı ve birbirine benzer isimlere bakar. Bütün bunlar özel isimler­dir ve hepsi Alim (bilen) manasında ortaktır. Bununla birlikte her biri arasında bir incelik ve hakikat farkı bulunur ve bu sayede bir isim öte­kinden ayrışır. Kendisiyle diğerleri arasında ortaklığın bulunduğu bütün isimlerde durum böyledir. Akıncısı ise adalettir. Adalet, taksim, hüküm verme, hakları sahiplerine ulaştırmada ortaya çıkan bir özellik­tir. Adalet, Allah Teâlâ’nın kendisinden zikretmiş olduğu üzere, ‘her şeye yaratılışını verdi’ ayetinde dile getirilir. Allah Teâlâ Hz. Musa hakkında da ‘Herkes meşrebini bilmiştir271 buyurur. Hz. Salih’in devesi hakkında da ‘Onun bir içme hakkı, sizin içme hakkınız vardır, belirli bir gün için272 buyurur. İki dünyada suç, had ve tazir arasındaki farklar, bu konuyla ilgilidir. Yedincisi ise edeptir. Edep her âlemdeki bütün hayırları bil­mek demektir. Edep kişiyi sedirde tutar. Ona (Hakk ile) karşılıklı otur­ma, O’nu müşahede, karşılıklı konuşma, sohbet, söz söyleme, halvet ve Hakkın nefsinde bulunana halk içindeki mertebelerde davranabilmeyi ihsan eder. Bu ve benzeri davranışlar edep demektir. Sekizincisi, rah­mettir. Kutub’dan ortaya çıkan rahmet, bütün zayıflara ve zorbalara bile ulaşır. Onun saygınlığı ve latifliği karşısında zalim, büyük, azamet­li herkes onu ağırlar ve son derece yumuşak, sevgi dolu ve şefkatle davranır. Dokuzuncusu hayâdır. Kutub yalanı karşısında yalancıdan hayâ eder, onun karşısında sözünü doğrulayan bir surette görünür. Buna mukabil onun yalan söylediğinden gafilmiş gibi hareket etmez. Bu durumda yalancı insan, söylediği sözün ona işlediğini ve kendi makamını ve söylediği sözü bilmediğine onu inandırır. Kutub ise ken­di işiyle meşgul olur. Sonra Rabbinin katında onun adına sadece hayır için vasıta olur ve kıyamette sorgu ve hesap vaktinde Allah Teâlâ ile arasın­daki işi bağışlaması için dua eder. Bir rivayette şöyle denilir: ‘Allah Teâlâ kıyamet günü yaşlı birini çağırır ve ona ‘Neler yaptın ^diye sorar. Yaşlı adam Allah Teâlâ’nın dilemiş olduğu yaklaştırıcı ibadederi zikreder. Allah Teâlâ ise onun yalan söylediğini bilir, fakat yine de cennete götürülmesini em­reder. Melekler ‘Ya Rab! Bu adam sözlerüıde yalancıdır’ dediklerinde Allah Teâlâ şöyle der: ‘Yalan söylediğini biliyorum, fakat yaşlı birini yalan­lamaktan hayâ ettim.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in bu kutsi hadisi Allah Teâlâ’dan bize aktarmasının sebebi, bizim de bu niteliğe sahip olmamızı sağlamaktır. Binaenaleyh biz, Hakk da bize öyle davransın diye böyle davranmaya daha da muhtacız. Onuncu nitelik, ıslahtır. Bunun en önemli yönü, arayı düzeltmektir. Bu durum ‘Onların arasını düzeltiniz273 ayetinde belirtilir. Bir rivayette şöyle denilir: ‘Allah Teâlâ kullarının arasını kıyamet günü bulur.’ Zalim ve mazlum yargılanmak ve haklarını almak üzere Rablerinin önünde durduklarında Allah Teâlâ o ikisine şöyle der: ‘Başlarınızı kaldırınız.’ Başlarını kaldırdıklarında, büyük bir iyilik görürler ve ‘Allah Teâlâ’m! Bu hayır kime aittir?’ diye sorarlar. Allah Teâlâ ‘Bana bedelini verene aittir’ der. Mazlum şöyle der: ‘Rabbim! Bu iyiliğin bedelini kim öde­yebilir ki?’ Allah Teâlâ ‘Sen falan kardeşini affedersen onun bedelini ödemiş olursun’ der. Bunun üzerine mazlum şöyle der: ‘Rabbim! Ben onu bağışladım.’ Allah Teâlâ da şöyle der: ‘Kardeşinin elini tut!’ Birlikte cennete girerler. Bu hadisten sonra Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şu ayeti okudu: ‘Allah Teâlâ’dan korkun, birbirinizin aranızı düzeltin.’274 Çünkü Allah Teâlâ kıyamet günü kul­larının arasını düzeltir.

On İki Kutuptan İkincisi Hz. İbrahim’in Kademi Üzerindedir

Onun suresi İhlâs’tır. Bu sure kendisini seveni cennete sokan, onu okuyanın da Kuran-ı Kerim’in üçte birini okumuş olduğu suredir. Ona ait menziller, bu surenin ayetlerinin sayısıncadır. Bu kutup kesin delil sahibidir. Nazari delil de ma’kûlat (akledilirler) meseleleriyle ilgilenme­sine imkân verir. Bu nedenle isabet eder, yanılmaz. Şöyle ki: insanlar verili bilgi hakkında görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Burada verili bilgi derken, akıllının kendi fikriyle idrak edip nazarî delilinin kendisine ulaştırdığı bilgiyi kast ediyoruz. Bazı insanlar, Allah Teâlâ bir insana vehbî delil verdiğinde, deliliyle birlikte onu verir demiştir. Böylece o kişi delili ve medlulü (delillendirilen) bilir. Fas’ta usul-i din (kelam) ve fıkıh meselelerinde müslümanların imamlarından biri olarak kendini gördüğüm Ebu Abdullah el-Kettani bu görüşteydi. Ben de kendisine şöyle dedim: Senin zevkin böyledir ve Hakk sana bilgiyi böyle vermiş­tir. Bu nedenle bilgin doğru olmakla birlikte hükmün doğru değildir. Allah Teâlâ bazen nazarî bilgiyle gerçekleşebilecek bilgi verir, fakat delili vermez; bazen insana deliliyle birlikte bilgiyi verir. Hz. İbrahim hak­kında Allah Teâlâ ‘Bu bizim delilimizdir, onu İbrahim’e kavmine karşı vermiş­tik275 buyurur. Hem bilginin hem delilin verildiği insan, delilli bilginin verilip delilin verilmediği kimseden üstündür. Bu yönüyle belirli bir delilin tahsisi şart değildir ve delil genel olarak verilir. Çünkü bir şey hakkındaki deliller birden çok olabilir; bir kısmı son derece açıkken bir kısmı kapalıdır. Mesela Hz. İbrahim’in ölüleri diriltme ve canlıları öldürme hakkındaki sorusu böyleydi. Bunun yanı sıra güneşin doğu­dan doğdurulmasını zikrederek hasmmın güneşi batıdan doğdurmasını istemişti. Her ikisi de maksada dair delillerdir.

Bu kutup ilahi emirle Allah Teâlâ’ya çağıranlardandır. Onun meskeni feza boşluğunda havadaki bir evdir. O bu evde bir kürsü üzerinde oturur ve yaratıklara bakar. Allah Teâlâ ehlinden ve seçkinlerinden bir grup onun ya­nında sürekli olarak ilahi birlik (ahadiyet-i ilahiyye), Bir’iri ahadiyeti ve nazari delillerle vahdaniyetin birliği hakkında O’nun kelamını okur durur. Bununla birlikte o bu vahdaniyet (hakkındaki bilgiyi) nazari düşünceden elde etmemiş, Allah Teâlâ ona bunu vehbi olarak böyle ihsan etmiştir. Onun hali sürekli huzurdur. Başkası hayrete düşmüşken o hayrete düşmez. Allah Teâlâ ona kendi katında bulunan hususları açıklamış­tır ve onun düşüncesi hayreti gerektirecek bir şeyle meşgul değildir. O Allah Teâlâ’nın karşısında kendini bütünüyle insanların ihtiyaçlarını yerine getirmeye adamıştır. İlahi isimleri tam olarak bilir. Hakkın katında benzerliğin olumsuzlanmasını kabul eder. Allah Teâlâ bana -kullarının sırla­rına haber vermeyi adet edindiği bir yollabu kutba kullara karşı mer­hamet özelliğinin verdiğini bildirmiştir. Bunun yanı sıra ona sıla-i rahim yapma (özelliği) vermiştir. Sıla-i rahmin bir gereği olarak, bir şey istemiş, Allah Teâlâ da isteğine olumlu karşılık vermemiştir. Bu mesele makamına kendinden sonra birisinin varis olmasıdır. Bu isteğe karşılık Allah Teâlâ ona şöyle demiştir: ‘Bu iş sana kalmamıştır. Halifelik makamı veraset yoluyla gerçekleşmez. Varislik bilgide ve mallarda olabilir.’ Halifeliğe gelirsek, her kavim içinde halife kendi zamanına göre halife­dir. Çünkü insanlar kendi zamanlarında daha çok babalarına benzerler. Allah Teâlâ hakkında yaratıkları ancak (kendisine verdilderi hakikatlerine dair) bilgide hüküm sahibidirler ve Allah Teâlâ’nın bu meseleyi bildirdiği kimseden başkaları böyle bir mertebeye sahip olduklarını da bilmezler. Allah Teâlâ’nın benim sohbetimle ona fetih ihsan ettiğini gördüm. Bunun neticesinde haller, bilgiler ve kerametler kazanmıştı. Allah Teâlâ bütün bun­ları ona Allah Teâlâ karşısındaki iyi davranışı nedeniyle ihsan etmiş, kazan­mış olduğu her şeyi benim vesilemle kazandığını bildirmişti. Benim ise bütün bu konulardan bir haberim yoktu. Ben sadece Allah Teâlâ’ya dua edi­yordum. Allah Teâlâ da duayı kabul edendir. ‘O gün Allah Teâlâ peygamberleri bir araya toplar ve size nasıl karşılık verildi diye sorar. Onlar, bizim bir bilgi­miz yoktur, sen gaybı en iyi bilensin derler.’276 Peygamberler doğru söy­lemiştir ve vakıa böyledir. Allah Teâlâ’nın bilgi öğrettiğinden başka kimsenin bilgisi yoktur. İlahi öğretimde bu ilahi yöntemin dışında sadece güçlü zan veya bilgiye veya tesadüf veya vehme bağlı olarak kesin karar ver­me söz konusudur. Bilgi ise yoktur. Çünkü bilgiye ulaştıran bütün yöntemlerde kuşku bulunur. Allah Teâlâ’nın kuşkuları öğretmiş olduğu temiz nefis, o yollardan bilgiye ulaşırken kesin bir kanaate varamayacağını bilir. Temiz nefis kesin bilgiye ancak ilahi yolla ulaşabilir. Bu durum ‘Allah Teâlâ’dan sakınırsanız, sizin için furkan yaratır’’277 ve ‘İnsanı yarattı, ona beyanı öğretti278 ayetlerinde belirtilir. O kendi nefsinde olanı beyan eder. Bu kutbun garip sırları vardır.

Üçüncü Kutup Hz. Musa’nın Kademi Üzerindedir

Onun suresi ‘Allah Teâlâ’nın yardımı ve fetih geldiğinde...’279 diye başlayan suredir. Onun menzilleri bu surenin ayetleri kadardır. Kuran’ın dörtte biri bu sureye aittir. Bu kutup direklerdendi (evtad), sonra kutupluğa taşınmıştır. İkinci kutup da imamlardanken sonra kutupluğa taşınmış­tır. Bu kutup gayret ve emek sahibidir. O Allah Teâlâ katinda yaratıklarla ilgilenmeyi bırakmaz. Allah Teâlâ ona menzillerin en büyüklerinden olan nida menzilinde ona on iki bin bilgiyi bir gecede zevk yoluyla ihsan etmiştir. Biz nida menzilini münazeleler bahsinde açıkladık. Ayrıca bu konuda, yani menzillerin tabaka ve sayıları hakkında müstakil bir kita­bımız daha vardır. Bu kutbun ilimlerinden birisi Allah Teâlâ’ya, Allah Teâlâ vasıta­sıyla muhtaçlık ilmidir. Bu ilim, değerli bir ilimdir. Kendisini zevk ettiğimde, onu tadan birini görmedim.

Bu işin manası ve sırrı şudur ki; Allah Teâlâ bu kutba şunu öğ­retmiştir: İlahi isimlerin mümkünlerin hakikatlerinde tesire olan ihti­yaçları, mümkünlerin ilahi isimlere olan ihtiyacından daha fazladır. Çünkü ilahi isimler eserlerinin ortaya çıkmasında bir otorite ve izzet sahibi olurlar. Buna mukabil mümkünlerde gerçekleşen eserlerden bazen zarar bazen fayda görüler ve bu nedenle mümkünler kendilerin­de gerçekleşecek tesir nedeniyle bir tehlike üzerindedirler. Muhayyer bırakılmış olsalardı, yokluk halinde kalmak onlara daha sevimli gelirdi. Çünkü onlar bu esnada hal ile gerçekleşen sübûtî müşahededirler ve sübûtta her bir hal ötekinden ayrılmış olarak haz alırlar. Çünkü sübût halinde bir hakikat (ayn) halleri bir araya getiremez. Buna mukabil varlık şeyliğinde bir hakikatte ortaya çıkarlar. Böylece bir vakit sağlıklı olan başka bir vakitte hasta olabilir; bir vakit afiyet içindeki insan aynı vakitte belaya maruz kalabilir. Sübûtta ise durum öyle değildir. Sübût halinde elem, elemi duyanın kendinde değil, elemin kendinde sabittir ve sabit olması nedeniyle de haz alır. Nitekim kendisini duyandaki varlığı nedeniyle de haz alacaktır. Bulunduğu yer ise ondan acı duyar. Elemin bir yerde bulunmasının gereği, sübûtun basit ve bir şeyde bulunmamak olmasıdır. Varlıkta ise terkip, başka bir ifadeyle cevher ve arazlar vardır. Arazın (burada elem) varlıktaki konumu sübûtta olduğu gibi her zaman nimet içinde olmaktır. Cevher ise öyle değildir: Araz haz almayı gerektirirse cevher haz alırken acı duymayı gerektirirse cevher acıyı hisseder. Buna mukabil sübût halinde onu hissetmez. Cevher sübût halinde nasılsa dışta da o duruma göre ortaya çıkar. Bütün cevherler için durum böyledir. Sübût halinde hangi durumday­sa, dışta var olurken o durum kendisine bakar. Bu esnada kendisinde araz bulunmaz. Binaenaleyh cevher zatı gereği haz alırken hal de zatı gereği haz alır. Hallerin halinin zevki, var olma nedeniyle değişmezken cevherin hali var olma nedeniyle değişir.

Bu kıymetli bir bilgidir. Hakikatler sübût halinde bu durumu an­cak halin kendilerine nazar etmesiyle bilirler. Fakat bir hal kendisine yüklem olduğunda, ondan acı duyup duymayacağını bilmez. Çünkü sübût halinde öyle bir mertebededir ki, orada acılar tadılmaz, bunun yerine sahibi onu üstlenir. Cevherin kendisine yüklem olan hal nede­niyle acı duyacağı bilinseydi, hiç kuşkusuz, sübût halinde ona bakmak­la da acı duyardı. Çünkü onunla niteleneceğini ve var olurken o halin kendisine araz olacağını bilir. Öyleyse sübût halinde onunla ülfeti ken­disi için bir nimettir.

Bu bilgi Allah Teâlâ’nın eşya hakkmdaki bilgisinin en büyük sırlarındandır. Ben onu ilahi zevk yoluyla müşahede ettim. ‘Zevk yoluyla’ deme­min nedeni şudur: Allah Teâlâ’nın kullarının bir kısmına Allah Teâlâ keşif yoluyla sabit hakikatleri öğretir ve onlar da zikrettiğiz şekilde komşuluk tarzıy­la onları görürler. Nazar söz konusu olduğunda onlarda hal veya yer görülemez.

Her zat tek başına                                                                  .

İttihat ve karışma olmaksızın

Hulûl ve intikal olmadan

İttifak ve inat da yok

Vücûd (var olmak, bulunmak) ile sübût (sabitlik) arasındaki farkı ve hakikatlerin (cevherler) varlıkta sahip olduklarıyla sübût halinde sahip oldukları hükümleri anladığında, bazı cevherlerin hal diliyle kendilerinde tesirin ortaya çıkmamasını isteyebileceklerini de öğrenmiş olursun. Bunun nedeni, onların söz konusu şeylere dair zevlderinin bulunmayışıdır. Sübût halindeki hakikatler hal yoluyla acının ve elemin zevkine maruz kalmış olsalardı, olgunlaşırlardı. Çünkü dışta var olduk­larında acılara ve eleme maruz kaldıklarında, bazen sabrederler bazen sabredemezler. Hâlbuki (ilahi bilgideki) sübût halinde elemi taşırken sabırdan yoksun olduklarını var saydık. Bu esnada onlarda hal diliyle bulunan şey, varlık talebine dönük ihtiyaçlarıdır. Bununla birlikte sübûtî sözle onu Haktan talep ederler. Hakikatier/cevherler dışta var olduklarında ise bazı kimselerden aktarıldığı üzere ‘keşke yaratılmamış olsaydım, keşke annem beni doğurmamış olsaydı, keşke annem kısır olsaydı’ vb. sözler söylerler. Binaenaleyh hakikatler isimlerden daha az muhtaçken ilahi isimler (tesire) daha güçlü bir şekilde muhtaçtır. Çün­kü onlar mümkünlere tesir etmekle nimedenirler. Bilhassa Hakkın kemali nedeniyle sahip olduğu doğrudan (zatî) sevinci müşahede eder­ler. Bu sevinç mümkünlerin sübût halinde O’nunla var olmalarından ortaya çıkar. Bununla birlikte (kemal sahibi olan) Allah Teâlâ onların tesi­rinden ve onlar nedeniyle meydana gelecek etkilenmeden (teessür) münezzehtir. Binaenaleyh Allah Teâlâ, hakikatler ister sübût halinde ister dışta var olsunlar, zatı bakımından kendilerinden etkilenmeyecek kadar yüce bir kemale sahiptir. Çünkü kendiliğinde sahip olmadığı bir bilgi­nin O’na eklenmesi mümkün değildir, hakikatler kendileri hakkındaki bilgiyi ezelde O’na vermiş, verdikleri bilgiye göre var olmuşlardır. Öyleyse sübût halindeki komşuluk dışta var olmaya sirayet eder. Bu yönüyle sübut halindeki komşuluk yakında olmak iken dışta var olur­ken bu komşuluk cevherdeki bir hal olarak ortaya çıkar. Bu da bu bil­gilerden biridir, onu bilmelisin!

Dördüncü Kutup Hz. İsa’nın Kademi Üzerindedir

Onun Kuran’dan suresi Kafirûn suresidir ve Kuran’ın dörtte biri ona aittir. Menzilleri, surenin ayederi kadardır. Bu kutup saklanmış ve gizlenmiş kimselerdendir. Sürekli tecelli ona aittir. Cem’ ve vücûd ile bilginin artışından söz eder. Bir kimsede bilgiyle arasına girecek kuşku gördüğünde, o konuda hakikat o kişi adına belli olsun diye, kuşkuyu ortadan kaldırır. Allah Teâlâ’nın dilemiş olduğu ilimlerden her bir makama ait altı yüz anahtarı vardır. Karışım ve itidalle gerçekleşen terkip ilmi ona aittir; sapma veya eksiklik veya artış bilmez. Onun meskeni Eryen kubbesidir. Allah Teâlâ’nın dilediği kimselerin dışındaki yaratıklardan uzak­laşmıştır ve ölene kadar Allah Teâlâ karşısında hoş ve temiz bir hayat yaşar. O direklerden birisiydi, sonra kutupluğa geçmişti. Şöyle der: ‘Varlık Hakk’ın varlığıdır. Cem’ ise Hakkın kadimlik ve hâdislik özelliklerini bir araya getirmesi demektir.’ Bu bilgi cem’ hakkında bilinmeyen sırlı bir bilgidir. Dünyadan ayrılmış olmalarına rağmen Allah Teâlâ’nın bana ken­dilerini gösterdiği Allah Teâlâ ehli arasında o kutbun dışında bu görüşü söyleyeni görmedim. Onun dile getirdiği bilgi, şeriatların Allah Teâlâ hak­kında söyledikleri bilgidir. Biz de onun cem’ olduğunu söylüyoruz. Yaratılmış hâdislik diye isimlendirilen niteliklerde iddia sahibidir ve zaten bu iddia nedeniyle onun cem’ olduğunu söyledik; aksi halde iş tektir. Bütün sıfadar kadimde kadim, yaratılmışta hadistir! Bu sayede sıfatlar onda ortaya çıkar. Hâlbuki daha önce zuhur etmemişlerdi. Böylece kendileriyle nitelenende sıfadar ortaya çıkar. Allah Teâlâ ‘Onlara Rablerinden hâdis bir söz geldiğinde. ..’280 ayetinde bunu belirtir. Burada Allah Teâlâ’nın kadim kelamından söz edilmektedir. Biz de bize nispet etse bile, O’na ait olanları O’nda topladık ve bunu yapan kişi cem’ ve vücûd sahibi diye isimlendirildi. Mümkünlerin hükmüne konu olan, Hakkın varlığıdır, başkası değildir! Kim cem’ halini böyle anlarsa, işleri olduk­ları hal üzere öğrenmiş demektir.

Kim cem’i böyle bilir

işin keyfiyetini öğrendi demek

Haktır, başkası yok Sakın kulak verme başkasına

Hz. Davud’un Kademi Üzerindeki Beşinci Kutup

Onun suresi Zilzal’dir ve Kuran’m yarısı ona aittir. Menzilleri su­renin ayetleri sayısıncadır. Hali tefrika, yani dağınıklık, makamı mu­habbettir. O sevgi nedeniyle hastadır ve ilacı da hastalığıdır. Onun başkasına geçecek bir ilmi yoktur. Bir tek İlahî ve kevnî sevginin sabit­liğinin bilgisi bunun dışındadır ve bu nedenle tefrika makamındadır. Bu kutup imamlardandı, sonra kutupluğa intikal etmiştir. Şöyle der: ‘Sevgi sabit olandır; yok olan hiçbir şey veya başkalaşan sevgi, sevgi değildir. Çünkü sevgi, herhangi bir şeyin onu ortadan kaldırmasına imkân vermeyecek kadar güçlüdür. İnsan üzerinde en etkiiı otorite olan gaflet bile sevgiyi sevenden ayıramaz. Sevgi kişide öyle yerleştir­miştir ki, insan sevgilisi nedeniyle kendinden habersiz Hakk gelir; hâl­buki seven başka biri nedeniyle sevgilisinden perdelenmez. Böyle biri seven olduğu gibi böyle bir hal de sevgi halidir.

Muhabbet hastalığı olmayan bir şey Çünkü bu hastalığın şifası yok  -

, Başka bir şeye yönelme sakın Söylediğine de kulak verme

Allah Teâlâ’nın sevgisiyle Allah Teâlâ’yı sevdik ve Hakkın sevgisi başkalaşmaz. Dolayısıyla yaratılmışın sevgisi de başkalaşmaz. Bu kutba şöyle denil­miş: ‘Bir yaratılmışın başka birini sevmesi değişir mi?’ Şöyle demiştir: ‘Hayır! Çünkü varlık özü gereği sevilendir. Zati muhabbet ise ortadan kalkmaz.’ Kendisine şöyle denilmiş: ‘Sevgisi başkalaşan itimseler gör­dük.’ Şöyle cevap vermiş: ‘Başkalaşan bir şey sevgi değil, iradedir. Sevgi ve muhabbet olsaydı, sabit kalırdı.’ Bakınız! Sevginin kendisi ye hükmü sabit olduğu için ‘vüdd (veya meveddet)’ (kalıcı sevgi) diye isimlendirilmiştir. Bu durum, sevende sevgiliden başka bir artığın kalmaması demektir. Bir fazlalık kalsaydı, sevgiyi ortadan kaldıracak şekilde tesirini icra edebilirdi. Sevginin sabit olmasının sebebi budur. Çünkü seven her şeyde sevgiliyi görür ve onu hiç yitirmez. Seven her­hangi bir şeyde sevgilisinden başka birini görebilseydi, hiç kuşkusuz, gördüğü şeyden sevgisini ortadan kaldıracak bir durum kendisine ili­şirdi. Böyle bir hal sevgide gerçekleşmez. Bu nedenle sevgisinde de­ğişme olan kimselerde iradenin hükmüyle sevginin hükmü birbirine karışmıştır. Her irade sahibi seven olmadığı gibi seven herkes irade sahibi değildir. Bunun yanı sıra her irade edilen sevgili olmadığı kadar her sevgili irade edilen değildir. Bu kutbun makamı, zikrettiğimiz makamdır. Onun işi gariptir ve halini açıklamak sözü uzatır; hâlbuki yöntemimiz özetlemektir.

' ..  1 ' Hz. Süleyman’ın Kademi Üzerindeki Altıncı Kutup

Onun Kuran-ı Kerim’den suresi Vakıa’dır. O, sürekli hayat sahi­bidir. Menzilleri, surenin ayederi kadardır. Hayat ve canlılık ilmi ona tahsis edilmiştir. O hallerinden her birini Rabbinden alır. Bu yönüyle onun halleri Rabbinin halleri olduğu kadar yöntemi (hidayeti) pey­gamberlerin yöntemidir. Allah Teâlâ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e diğer peygamberleri zikrederken şöyle buyurur: ‘Onlar Allah Teâlâ’nın hidayet ettiği kimselerdir. Sen ise onların hidayetlerine uy.’281 Hâlbuki ‘onlara uy5 dememiştir. Buradan Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in bize zikredilmiş olan veya zikredilmemiş bütün peygamberlere denk olduğunu anladık. Çünkü ayette zikredildiği üzere her peygamberin bir hidayeti vardır. ‘Her birisi için bir şeriat ve yöntem belirledik.’2*2 Allah Teâlâ şeriatlarını ortaya koyan, yöntemleri açıklayan ve bütün bunları Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’de toplayandır. Her kim Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’i görürse, hiç kuşkusuz, Allah Teâlâ’ya yakın herkesi görmüş demektir; kim onun yolundan giderse, bütün peygamberlerin yoluna uymuş demektir.

Allah Teâlâ için yadırganacak iş mi!

Bütün âlemi birde toplamak

Bu kutbun hallerinin Rabbinin halleri olduğunu söyledik. Bunun anlamı, kendinden söz ederken buyurduğu üzere, Hakkın her gün bir işte olmasıdır. Bu ise hallerin değişmesi ve farklılığı demektir. Bu ku­tup şe’nlerinde Hakkı gören kimselerdendir. Onlar, kendilerinde Hak­ka ait işlere (şuûnat-ı ilahiye) bakar ve onun (gereğiyle) hallenirler. Onlar, halleri hakkında bir basirete sahiptir. Kim bu durumdaysa, ilahi isimlerle ahlaklanan kimselerle bir değildir. Daha doğrusu böyle biri­nin zevkiyle ötekinin zevki birbirinden farklıdır. Böyle bir insan, hali bilinmeyen biridir, çünkü Hakkın mertebeleri gizlidir. Onu; ancak makamı işlerle hallenmek (telebbüs) olan bilir. Bu konudaki delil, Allah Teâlâ’dan başka yaratıcı bulunmayıp O’nun işleri yerli yerine koyarak onlara mertebelerini aşırmayan hikmet sahibi olduğu hususunda görüş birliğine varmamızdır. Âlemde ortaya çıkan her şey, yerli yerinde bir hikmettir. Biz bütün yaratılmışların ve (hatta) Allah Teâlâ ehlinin çoğunun varlıkta insan eliyle ortaya çıkmış herhangi bir fiil için şöyle dediğini biliriz: İnsan eliyle varlıkta ortaya çıkmış herhangi bir fiil şöyle olmuş olsaydı, yapılandan daha iyi ve daha güzel olurdu. Onlar bu sözü Hakk kaynaklı bir fiilin kendisinde ve elleriyle ortaya çıktığı kimseye karşı böyle derler. Acaba böyle bir söz söylemek, onlarm kendilerinden meydana gelen hususlarda Allah Teâlâ’nın hikmetini bilmemelerinden başka nedir ki? Böyle bir söz Allah Teâlâ ehlinden -sadece bilgisizlikleri nedeniyle değilAllah Teâlâ’dan gafil kalmaları nedeniyle meydana gelebilir. Hâlbuki onlara söylendiğinde, hatırlarlar. Buna mukabil böyle bir söz Allah Teâlâ ehlinden olmayanlardan -gaflet nedeniyle değilbilgisizlik nedeniyle ortaya çıkar. Böyle bir cahil, söz konusu fiili kınamaktan geri durmaz. Ta ki Allah Teâlâ’nın o fiil hakkındaki hikmeti herhangi bir vakit kendisine görünür ve bu durumda kendi bilgisizliğini anlar, bilgideki ve akıldaki eksikliğini kavrar. Allah Teâlâ ehlinden bu zevke sahip kimse görmediğim gibi özellikle bu hususta riyy (kanma) derecesine ulaşanı duymadım. Hâlbuki son derece açık ve anlaşılır bir zevktir. Fakat gayeler bunu kabullenmeyi engeller, arzular onu elde etmek üzere çalışmanın önüne geçer. Bu bilgiyi elde etmek istemeyen din ehli şöyle derler: ‘Şeriat bizden bazı şeyleri inkâr etmemizi istemektedir. Allah Teâlâ’nın fiili olduğunu bilsek bile, onu yapmamak yapmaktan iyidir.’ Bu insanların sözlerine karşılık şöyle deriz: ‘Haklısın! Fakat böyle bir itiraz benim derecemi anlayan birinden meydana gelmez. Çünkü ben o kişinin itiraz ederken Allah Teâlâ’nın ondaki hikmetini anlamadığını söyledim. Şeriatın itirazı nede­niyle bir konuya itiraz eden kimse, sadece Allah Teâlâ’nın karşı çıktığı bir hususu aktarandır (nâkil), yoksa gerçekte itirazcı değildir.’ Bir itiraz (şeriat yoluyla) Allah Teâlâ’dan meydana geldiğinde, zevk sahibi onun hik­metini ve menzilini bilir. Bu hal sahibi, marufu emreder, münkerden uzarlaştırır, hadleri uygular. Bununla birlikte bütün bunların hikmetini görür ve kendisine görünen ilahi şe’nlerde onları müşahede eder. On­ları özellikle yaratılışları esnasında müşahede eder. Bu hal sahibinin makamı budur. Bununla birlikte Allah Teâlâ ehlinin bir kısmı ilahi işleri Hakk onlarda bulunmazdan önce müşahede eder. Öyle biri insan, mümkün­lerin hakikatlerini Hakkın onları müşahede ettiği üzere -ki bu nedenle Hakk onlardan bir kısmını var etmek üzere belirler, başkalarını var et­mezyoklukları halinde müşahede eder. Bir kısmını yaratır dedik, çünkü Hakk mümkünleri ancak -ekleme ve çıkarma yapmaksızınyok­luk hallerinde bulundukları duruma göre yaratır. Allah Teâlâ ehlinin bir kısmı da işi duyu âleminde zuhurundan önce müşahede eder. Bu, baş­ka bir yaratmadır ve onu imam-ı mübin’de müşahede eder. İmam-ı mübin, silinme ve ispatı yani silme ve sabit kalmayı içeren Levh-i mahfuz’dur. Bu nedenle her şey ondadır. Bu nedenle bir şey önce yazıda var edilir. Bu keşif, Allah Teâlâ’nın mümkünlerin hakikatlerini varlıkta bulun­dukları durumda kendine gösterdiği kimsenin keşfinden aşağıdadır. Böyle bir keşif sahibi, Allah Teâlâ’nın eşya hakkındaki hükmüne göre eşya üzerinde hüküm verir. Duyu âleminde görünmezden önce, bu şe’nler pek çok idrak tarzıyla idrak edilirler. En üstünü, zikrettiğimizdir. Onun ardından Hakkın onları yaratırken müşahede edilmelerini idrak gelir. Bu müşahede, imam-ı mübin’de ve başka bir yerde kendilerini görmekten üstündür. Bu müşahedenin aşağısında, şe’nin tekvininden önce kul adına meydana gelen her türlü müşahede vardır. Bu durum ‘Gördüğüm her şeyle beraber Allah Teâlâ’yı gördüm’ diyenin halidir. Bu hal ‘Gördüğüm her şeyden önce Allah Teâlâ’yı gördüm’ diyenin halinden üstün­dür. Birinci hal tahkik ifadesidir. Öteki de tahkik bakımından benzeri olsa bile, aralarında fark vardır. Birinci ‘Ali’yi şu işi yaparken gördüm’ demeye benzerken ötekininki ‘Yapanı şöyle yaparken gördüm’ demeye benzer. Müşahede ettikleri hususta iki şahıs arasındaki fark budur. Çünkü özel isimler, isimlendirilen yokken karşılıklı konuşmak üzere ortaya konulmuştur. İsimlendirilen varken isimleri kullanmanın mana­sı yoktur. Bununla birlikte isimler yine de kullanılmış olurlarsa, bu durum ya halin gerektirdiği edepten veya haber verirken pekiştirme amacı taşır.

Bu kutbun hali hakkında duyduklarımı açıklamış oldum. Gerçi onun bildiğim pek çok hali vardır, fakat bütün kutuplarda yaptığımız üzere özet vermekle yetindik. Bütün hallerini açıklamaya vakit yeterli gelmeyeceği kadar böyle bir şey de imkân dâhilinde değildir.

Hz. Eyyûb’un Kademi Üzerinde Olan Yedinci Kutup

Onun suresi, Bakara suresidir. Bu sure Kuran ayetlerinin efendisi­ni (ayate’l-kürsî) içeren suredir. Menzilleri onun -ayetleri kadar değilharflerinin sayısı kadardır. Bu kutbun hali azamettir. Öyle ki, âlemin onu sığdıramayacağım görür. Çünkü onun zevki, Hakkın kalbine sığ­dığını görmektir. Bir rivayette Hakkın şöyle dediği aktarılır: ‘Beni yerim ve sığdıramadı, kulumun kalbi beni sığdırdı.’ Gerçi her kalp Hakkı sığdıramaz. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Göğüslerde bulunan kalpler kör öîur.’283 Böylece Allah Teâlâ kalplerdeki mekânını beyan buyurmuştur. Kul Hakkın kalbinde bulunuşunu müşahede edince,

âlem Hakkı sığdıramadığı gibi bu kulu da sığdıramaz. Alemin kendi karşısında dar gelişini müşahede etmesinin sebebi budur.

Musul’daki hadisçilerden birinden başka bu makama ulaşıp onu müşahede edeni görmemiştim. O bu mesabedeydi. Allah Teâlâ onu bir ko­nuya muttali kılmış, fakat ondaki sırrına muttali kılmamıştı. Bu hali kendisine açıklayacak birini arıyordu. İçinde bulunduğumuz altı yüz yirmi sekiz yılında Seyfüddin b. Alemüddin’e ait Halep’teki medrese­nin müderrisi olan İmam Necmeddin Muhammed b. Ebu Bekir b. Şayi el-Musulî benden kendisine söz etmişti. Bizimle bir araya gelmek istedi. Görüştüğümüzde bize halini söyledi, biz meseleyi kendisine açıkladık. Bunun üzerine sevindi, neşelendi. Kendisini anladığımı gö­rünce, bana halini izhar etti. Onu azamet makamından büyük bir nasip almış olarak buldum. Yine de bu hususta bu kutbun zevkinin aşağısındaydı. Çünkü bana ağzında balgam bulunduğunu fakat Hakkın bu­lunmadığı bir yer olmadığı için onu ağzından atamadığını söylemişti.. Üstelik balgamın tükürülmesi hakkında şeriatın edep bahsindeki hük­münü biliyordu ve bu nedenle hayret halindeydi. Onun benzeri başka birini Endülüs’ün İşbiliye şehrinde görmüştüm. Bize Hallac’ın bu makamdan ‘zevk’ ettiği ve bu nedenle makamın halinin onun üzerinde zuhur ettiği aktarılmıştır. Onun ‘azamet evi’ diye isimlendirilen bir evi vardı. Oraya girdiğinde, varlığıyla orayı doldurduğu görülürdü ve bu nedenle de simya ilmiyle ilişkilendirilmişti; hâlbuki insanlar Allah Teâlâ ehli­nin hallerini bilmedikleri için böyle düşünürler. Bu makamda temldn sahibi olanda o zevkin sahibi olduğunu gösteren bir hal zuhur etmez. Bunun yerine onun nitelikleri, bu makamın -haline değilhükmüne göre cereyan eder. Çünkü hal kerametleri ortaya çıkartır. Nitekim Mehasinü’l-Mecalis’in yazarı hallerin müritlere ait olduğunu söylerken bunu belirtmiş ve sonra da şunu eklemiştir: ‘Haller kerametlere aittir.’ Harikuladeleri kasteder. ‘Kerametler bu tasavvuf dilinin örfünde halde istikamet sahibi olmakla birlikte harikuladelerin gerçekleşmesi demek­tir. Ya da harikulade hemen ardından istikamet sahibi olmayı sağlar. Onlara göre bunun-böyle olması kaçınılmazdır.’ Kerametleri (hariku­lade) halde istikamet sahibi olmakla sınırlamanın sebebi, onların Allah Teâlâ’dan kula dönük keramet olmamasıdır. Azamet makamında bulu-

nanların en kâmili, hali bilinmeyen ve tanınmayandır. Bu kişi yapaca­ğını bilir ve ona bakan kimse hayrete düşer. Bununla birlikte o, kendi durumu hakkında Rabbinden bir delile ve basirete sahiptir. Bu imamın hallerini öğrenmek isteyen, Bakara suresinin sonuna kadar ayetleri ardışık olarak incelemelidir. Zira bu kutup onun ayetlerinin toplamı demektir. Razı olacağı işlere ulaştırmak Allah Teâlâ’ya kalmıştır.

Hz. İlyas’ın Kademindeki Sekizinci Kutup

Onun suresi, Al-i İmran’dır. Bu sure de beyazdır. Onun menzille­ri, ayetlerinin sayısıncadır. Birinci ve ikinci kutup derken, bir zaman sıralamasını kastetmiyorum, on iki kutup tamamlanıncaya kadar bir sayı dizilişinden söz ediyorum. Bazen on İkincisi veya bir başkası za­man itibarıyla ilk olabilir. Bunu belirtmemizin nedeni, kutupların za­manlarını Allah Teâlâ’nın öğrettiği insanlar burada ortaya koyduğumuz ku­tupların tertibini gördüklerinde bir zaman tertibinden söz ettiğimizi düşünmelerinin önüne geçmektir. Bu nedenle bu sıralamanın bir sayı dizilişi olduğunu belirttim.

Bu kutbun hali, ilahi kelamda müteşabihi bilmektir. Onun tevilini Allah Teâlâ’dan başkası bilemez. Bu kutup bilhassa O’nun öğretmesiyle müteşabihi öğrenir; zaten müteşabih sadece Allah Teâlâ’nın öğretmesiyle bilinebilir. Öğrendikten sonra müteşabih ayet o kişi adına muhkeme dönüşür. Böylece ayetin hangi yönünde benzerlik (teşabüh) bulundu­ğunu anlar ve münasebet bilgisi öğrenilir. Bu münasebet Allah Teâlâ ile benzerliğin ortaya çıkmasını sağlayan ilişkidir. Bütün teşbih ayetlerin­de bu durum geçerlidir. Ya da teşbih, gizli bir münasebetten kaynakla­nan ortak lafzın delaleti bakımından ortadan kalkar. Çünkü teşbihteki münasebet açıkken ortaklıkta gizlidir. Misal olarak bilgiye nur denil­mesini verebiliriz. Bilgi nur diye isimlendirilirken nür da nur diye isimlendirilir. Allah Teâlâ ‘Biz onu nur yaptık284 buyurur. Kastedilen vahiydir ve bilgi demektir. ‘Öyle bir nur ki dilediğimiz kulları onunla hidayete ulaştırırız.’285 Ortaklıkta ise göz (ayn) kelimesini misal verebili­riz. Göz diye isimlendirilen bütün varlıklarda münasebet gizlidir. Bu münasebet -Allah Teâlâ’nın bildirmesiylebu kutup için barizdir. Nazarî dü­şünceyle tevil yapanlar herhangi bir bilgiye sahip değillerdir. Bununla birlilikte onlar bazen tesadüf yoluyla bilgiye ulaşabilirler.

Bu bilgiden kadınların erkeklerin yarımları oluşunun mahiyeti öğ­renilir. Bakınız! Havva Adem’den yaratılmış ve bu nedenle iki hükmü olmuştur: Aslı bakımından sahip olduğu erkeklik hükmü ile dolaylı olarak sahip olduğu dişiliktir. Bu yönüyle Havva müteşabih sayılır. Çünkü insanlık, erkeklik ve dişiliğin toplamıdır. Kendisinde fail oldu­ğu kimse için, münfail, yani edilgenin karşısında failin yeri neredir? Bir şey ancak benzerinde fail olabilir. Bu, infialin (edilgenlik) önce bizzat failde gerçekleşmesi demektir. Böylece münfal (edilgen) olanın sureti failde ortaya çıkmıştır ve bu güç sayesinde münfail -her neysemeyda­na gelmiştir. Fail’e misal olarak el-Mübdi, el-Muhteri’ ve el-Hakk (isim­lerini verebiliriz). Daha önce âlem hakkındaki bilgiyi incelerken söyle­diğimiz üzere, bilgi bilinene tabidir ve bilgi bilenin bir sıfatıdır. Bilgiyi veren, malum, yani bilinen şeyin kendinde bulunduğu durumdur. Sonra bilen kişi bildiğini meydana getirir. Mesela el-Muhteri’ ismi misalsiz yaratılan diye isimlendirileni varlıkta izhar eder ve var eder. Allah Teâlâ’nın kadınları Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e sevdirmesinin anlamı buradan öğrenilir. Kim kadınları peygamberin onları sevdiği gibi severse, hiç kuşkusuz, infiali (edilgenliği) kendinde toplayan Allah Teâlâ’yı sevmiş demek­tir. Bu yönüyle malum (bilinen) bilgiyi verdiği için onun hakkında alim denildiği gibi Hakk da malum karşısında ilk münfaildir. Bu durum Hz. İsa’da Havva’nın Adem’den münfail oluşunun mukabilinde Mer­yem’den münfail olmak şeklinde ortaya çıkmıştır. ‘Burada kalbi olan için öğüt vardır.’286 Bunun yanı sıra ‘Ey insanlar) Sizi bir erkekten ve dişiden yarattık’287 ayeti buradan anlaşılır. Erkekten yaratılana misal Havva iken dişiden yaratılana misal Hz. İsa’dır. Erkek ve dişiden yara­tılmak ise Adem’in diğer çocuklarında tezahür etmiştir. Bu yönüyle onlar insanların yaratılış türlerini kendilerinde toplar.

Tasavvuf yoluna girdiğimde kadınları ve cinsel ilişkiyi en nahoş bulun yaratıklardan biriydim. Bu makamı müşahede edinceye kadar, neredeyse on sekiz sene bu halde kaldım. Allah Teâlâ’nın Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e kadınlan sevdirdiğini belirten bir hadisi öğrendikten sonra daha önce bu konudaki düşüncem nedeniyle azaba duçar kalmaktan endişelen­dim. Demek ki Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem doğası gereği onları sevmemiş, Allah Teâlâ’nın sevdirmesi nedeniyle sevmişti. Allah Teâlâ’ya samimiyetle yöneldiğim­de, Allah Teâlâ’nın peygamberine sevdirdiği bir şeyi nahoş bulmam nedeniyle cezalandırılma korkusu kalbimden silindi. Allah Teâlâ’ya yönelince, korkuyu benden aldı ve kadınları bana sevdirdi. Şimdi kadınlara karşı en şefkatli ve onların hakkını en çok gözeten insanlardan biriyim, çünkü bu ko­nuda bir basirete sahibim. Benim kadın sevgim doğal bir sevgiden değil, Allah Teâlâ’nın bana onları sevdirmesinden kaynaklandı. Kadınların kadrini ve değerini ancak Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e karşı yardımlaşıp ona itiraz eden iki eşi hakkında Allah Teâlâ’nın söylediğini bilen ve anlayan idrak edebi­lir. Nitekim Allah Teâlâ Tahrim suresinde bu durumu beyan etmiştir. Ar­dından iki eşinin yardımlaşmasının mukabilinde Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e yardım edecek kimseler olarak Allah Teâlâ kendisini, Cebrail’i ve müminlerin salihlerini zikretmiş, ardından melekleri eklemiştir. Buradaki farklılık, yardımlaşma sebebinin farklılığından kaynaklanır. Binaenaleyh ortada ancak Allah Teâlâ sayesinde izale edilebilecek bir durum vardır ve bu durum bir yaratılmışın yardımıyla izale edilemez. Bu nedenle Allah Teâlâ bize bazı hususlarda Allah Teâlâ’dan doğrudan yardım talebini, bazı konularda sabırla, bazı konularda namazla yardım istememizi emretmiştir. Bunu bilmeli­sin!

Bununla birlikte bazen bir iş vardır, o iş Allah Teâlâ’nın gücü dâhilinde olsa bile, Allah Teâlâ Cebrail’e o işi defetme ve uzaklaştırma gücü vermiş olabilir. Bu durumda Cebrail Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e eşlerinin kendisine karşı yardımlaşmasını ortadan kaldırmak, bu yardımlaşmadan vazgeç­melerini sağlamak ve üzerlerindeki hakkını yerine getirmelerini temin etmek üzere yardım etmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bizim sükût etmemiz gibi onların karşısında susmuş, işin sonunda ve başında emir o iki eşine ait olmuştur. Bu ise ilahi bir özelliktir. Çünkü onların hareketi nedeniyle hareket eden hareket etmiş, sakinleşmeleri nedeniyle hareket etmek isteyen sakinleşmiştir. Salih müminlerin Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e yar­dımı da böyledir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in iki eşinde öyle bir durum vardı ki, onun salih müminlerle ilişkisi başkalarına göre daha yakın bir ilişkiydi.

Bu durumda (o işin ortadan kaldırılması için) salih müminler Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e yardımcı olmuş, ardından melekler zikredilmiştir. Me­leklerin gelmesi ise insanlara amade kılınarak yaratılmış meleklerin geneline uygun bir hususla ilgilidir. Allah Teâlâ ilahi tertibe göre ancak me­lekler vasıtasıyla ortadan kaldırılabilecek işlerde onları yardımcı lalar. Bununla birlikte Hakk bir işi tek başına yapabilir ve onu yerine getire­cek kudrete sahiptir. Fakat bu durum akla göre böyle gerçekleşir. Allah Teâlâ ise vakıayı gerçekleşirken nasıl gerçekleşecekse öyle bildirmiştir. Vakıa O’nun söylediği üzere gerçekleşir. O’nun söylediği ise o surette gerçek­leşecek olanı bilmesiyken O’nun bildiği bilinenin kendiliğindeki duru­mu hakkında O’na verdiği bilgidir. Bilinen ezelde yokluk halinde ayn-ı sabitesini müşahede ederek o bilgiyi elde etmiştir.

Dostum! İşler/varlıklar, kalp ve anlayış sahibi için kendi hakikatle­rini nasıl izhar etmektedir. Allah Teâlâ bizi ve sizi O’ndan anlayanlardan kılsın. Onlar sayesinde (hakikati) Allah Teâlâ’dan anlayabilecekleri bir kalbe sahip olanlar ve O’nun hitabına kulak verenlerdir. Allah Teâlâ âlemde işlerini meydana getirirken kalp sahibi onları görür.

Hz. Lût’un Kademi Üzerinde Bulunan Dokuzuncu Kutup

Onun suresi Kehf iken korunmuşluk ve bağlanma ona aittir. Men­zilleri surenin ayetleri kadardır. Onun hali, yaygı üzerinden kovulmaya yol açacak edepsizlikten korunmaktır. Onun içinde bulunduğu vakit ve hal daima korunur. Onun ilmi, itisam, yani bağlanma ilmidir. Allah Teâlâ bağlanmayı iki yerde tespit etmiştir. Bu itibarla şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ’ya bağlanın!’ Diğeri ise O’nun ipine bağlanmakla ilgilidir. Bu durum ‘Allah Teâlâ’nın ipine topluca sarılın288 ayetinde belirtilir. İnsanların bir kısmı Allah Teâlâ’ya bağlanırken bir kısmı O’nun ipine bağlanır. Gerçekte Allah Teâlâ’nın ipine bağlanmak, Allah Teâlâ’ya bağlanmanın ta kendisidir. Bu kutup bu iki bağlanmayı (itisam) birleştirir. Bunların arasındaki fark şudur: Allah Teâlâ’nın ipi seni kendine yükseltecek bir yoldur. Misal olarak ‘Güzel söz O’na yükselir, salih amel O’na çıkartılır289 ayetini verebiliriz. Allah Teâlâ’nın ipi O’nun şeriatından başka bir şey değildir. İnsanların bu konudaki anla­yışları derece derecedir: Bir kısmı bir türlü, bir kısmı başka türlü anlar. Bu nedenle Allah Teâlâ onların bir kısmını ötekilerden üstün kılmıştır. Yolundan sapmayan kimse, korunmuş olandır. Yola bağlanmak ise itisam (korunmuş anlamındaki ismet ile aynı kökten; bağlanarak ken­dini korumak) demektir. İmanda kemale ulaşmış müminlerin hali böyledir. Böyle insanlar Allah Teâlâ’nın ipine sarılırken Allah Teâlâ’ya sarılırlar. Bu durum ‘Ancak senden yardım isteriz290 ve ‘Allah Teâlâ’dan yardım isteyiniz1291 ayetlerinde belirtilir. İkinci bağlanma türü olan Allah Teâlâ’ya bağlanmak ise Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in Allah Teâlâ’ya sığınmak hakkında buyurduğu ‘Senden sana sığınırım’ hadisinde belirtilir. Çünkü yaratıklarından hiçbiri Allah Teâlâ’ya karşı koyamayacağı için Allah Teâlâ’dan herhangi bir yaratılmışa sığınılamaz. İnsan kendisinin Hakkın suretinde yaratılmış olduğunu duyar ve bu noktada insan-ı kâmil ile hayvan insanı ayırt etmez. Ona göre insan ‘insan’ olmak itibarıyla ilahi surette yaratılmıştır. Hâlbuki gerçek onun zannettiği gibi değildir. ‘İnsan’ olmak itibarıyla insan sadece ilahi sure­ti kabul etmeye elverişlidir ve suret ona ihsan edildiğinde onu kabul etmesinin önünde engel. yoktur. Suret verildiğinde ise ilahi surette bulunur ve halifelerden birisi olarak kabul edilir. İlahi surette bulunan kişi ancak Hakkın o surette davrandığı gibi davranır. Bu yönüyle Hak­kın davranışı ve tasarrufu, âlemin kendinde ve içinde bulunduğu du­ruma mutabıktır. Yükümlü olan ve olmayan kısımlarıyla birlikte bütün yönleriyle âlemin kendinde bulunduğu durumu bilirsin! Yükümlü âlemdeki münker ve marufu (yadırganan/inkâr edilen ve kabul edilen) ancak halife bilebilir (veya maruf olarak görür). Söz konusu halife ilahi suretin sahibi olduğu gibi Hakk inkâr edilme hükmüne sahip olandır, kul bu hükme sahip değildir! Binaenaleyh Allah Teâlâ’ya bağlanan kişi İlahi surette olduğunda ancak inkâr edileceği bir yerde kendisiyle zuhur etmeye karşı O’ndan korunma talep edebilir. Söz konusu (inkâr edile­cek) nitelik onun özelliği olsa bile, herhangi bir yerde onunla görün­mesi yeya herhangi bir müşahede yerinde onunla ortaya çıkması söz konusu olmaz. Bu halifenin düsturu her yerde vaktin hüküm verdiği şekilde ortaya çıkmaktır. Edep denilen hal budur. Onun müşahede ettiği şey Allah Teâlâ’yı, Allah Teâlâ ile görmek, âlemi de Hakkın varlığı olarak görmek ise bir kişiyi inkârdan uzaklaştıracak daha güçlü bir durum yoktur. Fakat inkâr da bulunmalıdır. Bu makam kimin adına sabit olursa o kişi Hakk vasıtasıyla Hakk üzere ve Hakk nedeniyle inkâr eder ve değer vermez ve onun delili sabittir.

Hz. Hud’un Kalbi Üzerinde Olan Onuncu Kutup

Onun suresi Enam’dır. Bu sure nimetlerde/uzunluklar tamlık ve kemalin sahibidir. Menzilleri surenin ayetleri kadardır ve onun pek çok ilmi vardır. Bu ilimlerden birisi her yaratılmışın yaratılışında Hakk ettiği şeyi bilmektir. Her yaratılmışın Hakk ettiği mertebeler de kutubun bilgi­si dahilindedir. Yar atılış hakkı "Allah Teâlâ her şeye yaratılışını verdi292 ayetin­de zikredilir. Mertebelere ise ‘Allah Teâlâ’yı hakkıyla takdir edemediler293 aye­tinde dikkat çekilir. Başka bir ayette ‘Ey kitap ehli! Dininizde aşırılığa gitmeyin’29* buyrulur. Aşırılığa gitmek, mertebeye ilave yapmak veya onu eksiltmektir. Akıllıyı akılsızdan ayrıştıran özellik, her Hakk sahibine hakkını vermek ve her şeye yaratılışını vermektir. Bunu bilmeyen, Hakkı bilmeyen kişi demektir. Hakları bildiği halde bildiğiyle amel etmeyen, akılsızdır. Bu makam sahibinin aklının tam ve bilgisinin kâmil olması gerekir. İlahi koruma ve büyük inayet, bu demektir. Bu örnek yol üzerinde yürümek -ki yakınlık yoluduren sağlam yürüyüş ve sülüktür.

Allah Teâlâ âlemin yaratılışını ruh ve suret itibarıyla tamamlamış, her yaratılmışı mertebesine yerleştirmiş, âlemdeki her türün bireylerinin zuhuru için ruhani ve cismaııî bir kaynaşma meydana getirmiştir. Çünkü her türün bireylerinin (bir defada) varlığa girmesi imkânsızdır. Bu sayede fail Hakk’ın münfail âlem (edilgen) olan üzerindeki ihsanı ‘zevk’ yoluyla öğrenilir. Yaratılmışlar da Allah Teâlâ’nın kulları üzerindeki ihsanını öğrenip O’nun karşısında hakiki kulluğu nasıl yerine getire­ceklerini öğrenirler. Allah Teâlâ yaratma fiilini onlara nispet ederek şöyle buyurur: ‘(İsa) Çamurdan yarattığında...’295 Başka bir ayette ‘Yaratanla­rın en güzeli Allah Teâlâ mübarektir296 buyurur. Allah Teâlâ yaratıcıların bulundu­ğunu, kendisinin ise onların en güzeli olduğunu belirtir. Çünkü O yarattığını görerek yaratırken yaratan kullar var olanları tasavvur ede­rek bir şeyi meydana getirebilir. Başka bir ifadeyle benzerini meydana getirmek istediği şeyin suretine göre yaratabilir. Hakkın yaratması ise öyle değildir, çünkü Hakk bazen misalsiz yaratır, bazen bir yaratılmışı o yaratılmışın kendiliğinde ve dışta bulunduğu duruma göre yaratır. Bu durumda Allah Teâlâ ona ancak ‘taalluk (ilişme)’ denilecek şekilde varlık elbisesi giydirmiş demektir. Allah Teâlâ kimi mümkün varlıklar arasından dilediklerine keşif yoluyla vâkıf kılarsa, o kişi, varlıkları var etme gü­cünde değildir. Başka bir ifadeyle böyle bir insan, (ilahi bilgide) sabit mümkün hakikatin giyeceği varlık elbisesini giydirme gücüne -ki doğ­rudan olanı kast ediyorumsahip değildir. Fakat insanın himmeti var­dır. Himmet bir şeyi var etme iradesi değil, onun varlığını irade etmek demektir, çünkü o şeyi var etmesinin imkânsızlığını bilir. İnsanın himmeti o şeyin var olmasına yöneldiğinde, Hakkın ‘ol’ emri de ona ilişir (taalluk) ve varlık elbisesi, yaratılmışın sözü aracılığıyla Rabbinin yaratma sözünü duyar; o sözün yaratılışın dilinde söylenmesiyle (me­sela Hz. İsa vasıtasıyla) vasıtaların ortadan kalkıp doğrudan Hakk tara­fından söylenmesi birdir. Binaenaleyh yaratma sözü bir şeye iliştiğinde, o şey zorunlu olarak var olur. Himmetiyle bir şeyin meydana gelmesi­ne vesile olan insan konuşursa, onun hakkında şöyle denilir: ‘Falan kişi bir şey söyledi, sözünden falan meydana geldi.’ Kim bu durumu bilir­se, yaratmada kula düşen payı ve Hakka ait kısmı öğrenir. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘O yaratanların en güzelidir297 buyurur. ,

Herhangi bir mümkünün hakikati zuhur edince, kendi mertebesi ona özlem duyar. Çünkü onun mizacı söz konusu mertebeyi talep eder; burada ilk mertebeyi kastediyorum. Böylece müktesep istidat, istidadın veresine göre ulvi ve süfli bazı durumlar kazanır ve böylece âlemde o surede zuhur eder. Yabancı -ki hakikatlere dair bilgisi olma­yanı kastediyorumyaratılmışın istidadına bakar ve bu bakış söz konu­su şeyin (olması gerektiği) mertebenin aşağısmda bulunduğunu veya mertebesinin kendinde zuhur ettiği mertebenin üzerinde bulunduğunu söylemesine yol açar. Hâlbuki gerçekte durum bu kişinin gördüğü gibi değildir. Çünkü müessir istidat ancak yaratmada ortaya çıkar ve o zatî bir istidattır. Arızî, yani dolaylı istidadın ise herhangi bir etkisi ve hükmü yoktur. Aksine arızî istidat, zatî istidadın ortaya çıkarttığı bir rütbedir. Yaratılmışların çoğu bu kadar bir bilgiden bile habersizdir. Buna verilebilecek misal şudur: Bütün ilimleri öğrenip hepsini sağlam­ca kavramış birine değersiz bir mertebenin ve görevin verildiğini gö­rürler. Daha doğru bir ifadeyle böyle erdem ve ilimleri kendinde top­lamış birinin seviyesine yaraşmayan bir mertebenin verildiğini düşüne­lim. İnsanlar bu durumu gördüklerinde, onun mertebesinin aşağısında (bir görevde) olduğunu söylerler. Aslında böyle demelde ona karşı insaflı davranmamış olurlar. Çünkü onlar, söz konusu insanın merte­besinin daha önce elde ettiği erdemlerin ve sağlamca öğrendiği ilimle­rin ta kendisi olduğundan haberdar değillerdir. Sahip olduklarından birisi de -mesela vali isehükümdarın onu görevlendirdiği düşük gö­revdir. Vali değilse (insanlar bu kez) bütün bu faziletine rağmen, her­hangi bir makam elde edemedi derler ve onun mahrum kaldığını ileri sürerler. Hâlbuki mahrum değildir, sadece içinde bulunduğu yer böyle olmasını gerektirmiştir. Başka bir ifadeyle dünya hayatı saygın kişiye bazen saygıyla davranmayı gerektirirken bazen de saygına küçültücü davranmayı gerektirir. Buna mukabil bazen küçüğe küçümseyerek davranılırken bazen saygıyla davranılın Ahiret hayatı öyle değildir. Orada büyük büyüklük görürken hakir ve değersiz olan küçümsenir. İnsan derinden düşünürse, hiç kuşkusuz dünya hayatında Allah Teâlâ’nın şanına yaraşmayan sözleri söyleyenler olduğu kadar O’nun şanına yara­şan tenzihi ve övgüyü dile getirenlerin bulunduğunu da görürdü. Bi­naenaleyh (yukarıdaki misalde zikredilen) kul Haktan daha yüce ve büyük değildir. Mertebeleri bilen insan, âlemde işlerin nasıl gerçekleşe­ceğini öğrenir. Bütün işler, yani sağlıklı veya bozuk her iş, Allah Teâlâ’ya döner. Binaenaleyh makamlara bakmamalısın! Aklî düşüncenin gere­ğine göre değil, mertebelerin hükmüne göre davranan görevlendiren (Hakka) bak! Çünkü insan aklıyla düşünürken dünya hayatının böyle yapmayı gerektirdiğini gördüğü gibi âlemdeki her bir kişide bulunabi­lecek aklî imkânı bırakır. Çünkü görülende gerçekleşen imkân bilgi olmadığı kadar doğru da değildir. Akıllı insan, içinde bulunduğu za­manda vakıaya göre davranmalıdır. Çünkü vakıa işin kendiliğinde bulunduğu durum demektir. Akıllı insan gelecek zamana yönelmez. Bunun istisnası, Allah Teâlâ’nın ona varlıkta vaki olmazdan önce keşif yoluyla mümkünlerin hakikatlerini öğretmiş olmasıdır. Bu durumda onları gerçekleşmeleri esnasında görmekle bu şekilde görmek arasında fark yoktur. Çünkü bu keşif sahibinden keşfi esnasında aklî imkân kalkmış, Allah Teâlâ bu bilgiyi ona öğretmiştir. Bu kutbun ilimlerinden bir kısmı bunlardır.

Hz. Salih’in Kademi Üzerindeki On Birinci Kutup

Onun Kuran-ı Kerim’den suresi Taha’dır. Mutlak şeref bu sureye aittir. Onun menzilleri surenin ayetleri kadardır.

Bilmelisin ki bu kutup bu sure nedeniyle diğer kutuplardan üs­tündür. Çünkü Taha suresi Kuran-ı Kerim’de -mutlu âlime göreen değerli suredir. Çünkü bu sure Hakkın cennette kullarına vasıtasız olarak okuyacağı suredir. Bu kutup çeşitli ilimlerin sahibidir. Cezalan­dırma ve güç ona aittir. Nitekim Ebu Yezid el-Bestamî hafızın ‘Rabbi­nin cezalandırması pek şiddetlidir’298 ayetini okuduğunu işittiğinde ‘Be­nimki daha şiddetlidir’ demiştir. Bu esnada onun hali, Allah Teâlâ vasıtasıyla konuşanın halidir. Bu itibarla kendinden bildirdiği üzere, Allah Teâlâ’nın kulunun diliyle cezalandırması, kulunun dili olmaksızın cezalandırma­sından şiddetlidir. Bunun yanı sıra kulunun tabii (beden) dili vasıtasıy­la cezalandırması, kulunun ilahi diliyle gerçekleşen cezalandırmasına göre mukayese edilemeyecek kadar şiddetlidir.

Bu imamın ilimlerinin çoğu tenzih ve ihata hakkındadır. Burada tenzih ve ihata bilinen ve anlaşılan anlamıyla tenzih değil, aksine bili­nen tenzihin tenzihidir ve bu hususta tenzihi ihata bilgisi saymıştır. Şöyle ki: Hakkın tenzihi, varlıkta ortaklığın bulunmamasıdır. Bu yö­nüyle Allah Teâlâ varlığın kendisidir, başkası değildir! Bu kutba göre âlem Allah Teâlâ’nın ez-Zahir isminden ibarettir. Bu onun bir (görünen) yüzüdür. Âlemin zahirine göre batın ve gizli kalan kısım ise el-Batın ismidir. O da Hakkın hüviyetidir. Onun için görünür ve ondan gizlenir. Acılara ve hazlara gelirsek, bunlar, ilahi isimlerin karşıtlıkları (acılar) ve bir bir­leriyle uyumundan (haz) kaynaklanır. Bu sayede suretler çoğalır. Çün­kü onlar şekillenen şeylerdir. Böylece birbirlerini idrak ederler. Allah Teâlâ ise onları ihata eden ve aynı zamanda onlardan tenzih edilendir. Bina­enaleyh Allah Teâlâ suretlerden örtülmüş iken aynı zamandan onlarda tecelli edendir. Bu nedenle Hakkın (tecelli ettiği) suretler farklılaşır ve kendisi olduğu bilinmekle birlikte hali inkâr edilir. Bu durum insanın kendin­den söz ederken söylemiş olduğu şu söze benzer: ‘İçinde bulunduğum anda kendime yabancıyım, çünkü nefsim benden başkalaşmıştır. Ben kendimi böyle tanımıyorum.’ Hâlbuki kendisinden söz etmektedir ve ortada bir başkası yoktur. Bu itibarla isimlerin teşekkülü bakımından imkân kendisine aitken isimlerden kaynaklanan farklı suretleri kabul eden hakikat (ayn-ı sabite) bakımından zorunluluk kendisine aittir. Öyleyse Hakk vacip-mümkün, mekân ve mekânlı, hâdislik ve kadimlikle nitelenendir. Nitekim yüce kelamını kadimlikle olduğu gibi hâdislik özelliğiyle nitelenmiş ve şöyle demiştir: ‘Onlara Rablerinin zikrinden hâdis bir söz geldiğinde...’299 Burada zamir isimlerin suretleri üzerinde Rabbe döner. Allah Teâlâ kelamını hâdislilde nitelemiştir. Öyleyse kelam Rahman’ın suretinde hâdis ve meydana gelen bir şeydir. Başka bir ayette, zamir ilkinde olduğu gibi Rahman’a dönecek şekilde, ‘onlara gelir, Rahman’dan hâdis bir söz’300 denilir. Burada da kendi sözünü hâ­dislik özelliğiyle nitelemiştir. Bu söz Rabbin suretinde hâdis olan bir sözdür. Rabbin zikri önce olsaydı, bu kez Rahman’ın zikri cevabı ola­caktı. Rahman’ın zikri önce gelseydi, Rabbin zikri cevabı olacaktı. Her zaman iki zikirden önce gelen Kuran ikinci gelen Furkan’dır. ‘O’nun benzeri bir şey yoktur.’301 Bu ayet iki zikirden önce gelen Kuran’a aittir. ‘O duyan ve görendir302 Bu ayet ise ikinci kısma aittir ve o da Furkan’dır. Allah Teâlâ ilk ve son olduğu gibi ‘zahir ve batındır. O her şeyi bilen­dir.’303 Bu durum isimlerin sureüerini kabul etmesi anlamına gelir. ‘Her’ ihata bildirerek bütün işleri içerir. Allah Teâlâ ‘oî’304 sözünü an­cak kendisi için söylediği gibi ‘olur’ denilen de O’ndan meydana gelir. Bakınız! Allah Teâlâ ‘Dehr’ diye isimlendirilmiştir. O, geceyi ye gündüzü değiştirendir. Hâlbuki Dehr, gece ve gündüzden başka bir şey değildir. Değiştirme suretlerin farklılığından ibarettir. O halde saader, günler, aylar, yıllar dehrin ta kendisidir. Zikrettiğimiz şekilde Dehr’de tafsil meydana gelir. Bu yönüyle dehr bir açıdan saat iken bir açıdan gün ve gece, gündüz, hafta, ay, sene, mevsimler ve yıllardır.

Her hayır ve iyilik O’na ait

Lâkin hiçbir kötülük O’na ait olamaz

O bütünüyle varlık

Varlığın yoksunluğu (kötülük) O’na ait değil

Kendini tanıttığı bilir O’nu Bildirmediği bilmez          ,

Biz O’nun vasıtasıyla varız                                   

Bütün hallerimizde O’na aidiz

Sen O’sun ve O değilsin

O’na aitsin ve O’na ait değilsin                                                                   '

Bir iş yaparsan fail O’dur

Amel ederken âmil O’dur

Bunlar, bu kutbun bilgisinin nefeslerinin bir kısmıdır. Çok ve mu­fassal olan bilgilerindeki hareket tarzı böyledir.

Hz. Şuayb’ın Kademi Üzerindeki On İkinci Kutup

Onun Kuran-ı Kerim’den suresi ‘Mülkü elinde tutan Allah Teâlâ mübarek­tir305 diye başlayan Mülk suresidir. Bu sure okuyucusuna karşı cedel yöntemini kullanan bir suredir. Onun menzilleri surenin ayetlerinin sayısı kadardır. Suredeki cedele misal olarak ‘Rahman’ın yaratışında bir çelişki göremezsin, tekrar bak306 ayetini verebiliriz. Allah Teâlâ iki öncülün incelenmesine dikkat çekmektedir: ‘Taşkınlık görür müsün?5307 Yani Allah Teâlâ’nın izhar ettiği delile kuşkunun girmesiyle ortaya çıkacak bir gedik görebilir misin? ‘Gözün geriye döner.’308 Yani şüphe veya kuşkuyla delile etki etmekten uzaklaşır. ‘O hüsrana uğramıştır.’309 Yani kör olmuştur. Başka bir ifadeyle körlük belasına maruz kalmıştır. Bu suredeki her ayet sonuna kadar bu üslupta devam eder. Allah Teâlâ surenin sonun­da ‘De ki, suyunuz kaybolsaydı onu size kim getirecekti?’310 buyurur. Bü­tün var olanlara bakınız! Bir talime ihtiyaç duymaksızın, zorda kaldı­ğında Allah Teâlâ’dan başkasına mı yönelir? Hayır, doğrudan Allah Teâlâ’ya mı yönelir. (Allah Teâlâ) başkası olsaydı, kendisini tanıyıp sığınamazdı. Bu durum bir deyimde iflas etmiş bir insana söylenen ‘sabırdan başka sığınabileceğin ne var ki?’ ifadesine benzer. Sabır gerçekte sabredenin niteliğidir ve bu nedenle kişi sabırlı anlamında sabûr diye isimlendiril­miştir ve ‘ben oyum, başka biri yok’ der. İşte bu Hz. Salih’in kademi üzerindeki kutbun bilgisinde iddia ettiği şeyin kendisidir.

Ey Şuayb! bir ayıp yok

Fakat o şahit ve gaıb

Hikmete ve sözün ayrışmasına bak . Herhangi bir kuşku yok

Burhanların bilgisi, ilimlerin terazileri, bütün tanımların bilgisi bu kutba aittir. O, latif, mücerret ve tabiata hâkim ve şeriat tarafından desteklenen bir ruhun sahibidir. Akranları arasında büyük sofralar hazırlayan, yediren, kendisi yedirilmeyen, nimet veren ve almayan biridir. Ona hâkim hal tefekkürdür. Sürekli hatırlamak üzere tefekkür ederken yadırganmak üzere apaçık işlere müdahil olur. Bu nedenle o, bilinmeyen meçhul, tanınmayan belirsizdir. Genellikle ilahi isimlerden el-Müdebbir, el-Mufassıl, el-Münşi’, el-Halık, el-Musavvir, el-Bari, elMubdi, el-Muid, el-Hakem, el-Adl isimlerinin tasarrufta bulunduğu işlerde tasarruf eder. Bu kutup Hakkı herhangi bir işte tecelli ederken gördüğünde terazinin O’nun elinde olduğunu görür. O teraziyle yük­seltir ve alçaltır. Bu yönüyle sadece yükseltme ve alçaltma vardır. Çün­kü mana, harf, ruh, suret, gök ve yer, etken ve edilgenden başka bir şey yoktur. O halde sadece çift vardır ve her çift tektir. Öyleyse gerçek­te sadece tek vardır. ‘Fecir vaktine ve on geceye, çifte ve teke yemin olsun ki!’311 Çift çifti talep ederken tek teki talep eder. Vitr (sözlükte) inti­kam talebinden ibarettir.

Onun çifti vitrinde (teklikte) zahir

Vitri de çiftinde içkin

Bulutlar yağmurlarını yağdırdı .

Her ne olduysa karışmayla oldu

Senin arzın (beden) haberlerini söyledi

Her güzel çiftten bitkileri yetiştirdi

Onları müşahede ederken kendinden geçersin

Hakkın gözünden başka bir gözle

Onlarla zıt zıddından ayrışır                             '

Benzer benzeriyle birleşir

Gözler âlemde görünen şeylerde dolaşır durur

Ulvi âlemde gözükenler

Göze zahir olan her şey

Bir incelersen, onun dışına çıkmış değil

Bu kutup iki gücü kendinde birleştirmiştir: Bilme güce ve amel gücü! Bu itibarla kendisi bir yaratılmıştır ve fıtratı itibarıyla herhangi bir işi kaçırmaz. Mantık, matematik, doğa ve metafizik gibi her ilimde ilahi bir zevki vardır. Bu ilimlerin her türü ona göre ilahi ilimdir. O söz konusu ilimleri Allah Teâlâ’dan öğrenmiştir ve onları Hakkın dışında bir şey olarak görmez. Bu ilimler ona göre sadece Hakkı gösteren ilimler­dir. Her bilgi veya her mesele ona göre Allah Teâlâ’yı gösteren bir ayet ve delildir. Bu kutup kendini bütünüyle Allah Teâlâ’ya verdiği için o meseleleri Allah Teâlâ’dan başkasına delil olarak görmez. O, çekilmiş ve irade edilmiştir (meczûb ve murâd); artık içinde bulunduğu işte gayreti yoktur. Aksine her işte kendini O olarak ‘bulur’, ardından gözleri açılır, bu kez gördü­ğünü her şeyr ihata edecek şekilde yeniden görür. Bu görmeyle kazan­dığı ilave bilgi, gördüğünün tafsili hakkındadır. Çünkü görülen her şey sürekli değişir ve bu nedenle kişiye verilen bilgi (ifade) sürekli değişir. Kutbun elde ettiği her bilgi, bir malum hakkında daha önce sahip olmadığı yeni bir bilgidir. Bununla birlikte o şeyi sürekli müşahede eder ve (genel itibarıyla) bilir.

On iki kutbun halleri hakkında Allah Teâlâ’nın benim dilimle zikretmeyi nasip ettiklerini zikrettim! ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Bu kutuplardan birisine ait olan sayı, bir sayısıdır. Bu kutub saf ve halis tevhidin sahibidir. Başka biri sayılardan ikinin sahibidir. Her biri ona kadar devam eder. On birinciye ait sayı, yüz iken on İkinciye ait sayı bindir. Ferd’e ait sayı, sonsuza varıncaya kadar, on birden itibaren bileşik sayılardır. Bu durum Fertler’e aittir. Onlar çokluğun birliğini ve birin mutlak birliğini bilen kimselerdir. Allah Teâlâ bizi ve sizleri âleme yazmış olduğu kendisi hakkındaki bilgiyi doğrudan O’ndan anlayan­lardan etsin! O, veli, ihsan eden, cömert, kerim ve minnet sahibidir.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

DÖRT YÜZ ALTMIŞ DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Düsturu 'La ilahe illAllah Teâlâ' (Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur)' İfadesi Olan Kutbun Hali

Kimin düsturu nejy ve ispat (olumsuzlama ve olumlama) olursa Ayetlerin izhar ettiği imamdır o

Tektir, onu çoğaltacak çift yok

Bizim nezdimizde onu alametler sınırlamaz

Niteliğin varlığında sıfatı yok

Zatı müşahedede hazları yok

Her şey onun etkilenmesiyle etkilenir.

Onların kendisindeki niteliği ölüler ve diriler

Onlar menkıbeleri sınırsız, korunmuş kimseler

Ölümün afetleri onlara ulaşmaz

Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah olmadığını bilmelisin!,ÎU Bilmelisin ki düstur, kulun kendisine bağlanmış olduğu herhangi bir zikir demektir. Her zikrin başkasında bulunmayan bir neticesi vardır. İlahi zikirler insana arz edildiğinde onlardan ancak istidadının verdiği­ni kabul edebilir. Bu itibarla zikirde onun adına meydana gelen ilk fetih ve açılma, zikri kabulüdür. Sonra bu zikirde fani olduğu için, her nefes zikri sürdürür ve uykuda veya uyanıkken alıp verdiği her nefeste zikri söyler. Bu Hakk sahip olmayan biri, düstur sahibi zâkir değildir.

Kimin zikri,‘La-ilahe illAllah Teâlâ’ ise onun zikrinin manası ulûhettir (herkesin özel Rabbi vasıtasıyla ve zorunlu kullukla bağlı olduğu ilahlık). Ulûhet (ilahlık) sadece Allah Teâlâ adlı birine ait olabilecek mertebedir. Bu mertebe, kelime-i tevhidde olumsuzlanan ve sonra da olumlanan mertebedir. Binaenaleyh ulûhet olumsuzlayanın olumsuzlamasıyla birinden olumsuzlandığı gibi bir kişi için sabit olması da onu olumlayanın fiiliyle gerçekleşmez. Bu mertebenin biri adına sabit olması veya birinden olumsuzlanması bundan başka bir şeydir. Zikreden sadece bu mertebeyi müşahede eder. Onu görmek, onu bilmek demektir. Bu bilginin bilinenleri ise nispederden ibarettir. Nispet var olmayan bir durumdur. Hüküm ise nispete, nispet edilene ve nispet edilene aittir; hepsiyle birlikte eser ve hüküm ortaya çıkar. Bu üçünden biri olup diğerleri olmazsa, ne eser ne hüküm ortaya çıkabilir. Bu nedenle ya­ratma, bir’den bir çıkar görüşünün aksine, ahadiyet, yani mutlak birlik­le değil, (üç şeyin birliği demek olan) ferdiyede gerçekleşir. O görüş de doğru olsa bile, vakıa öyle değildir.

Sonra nebevi keşif ve ilah denilen zatın sözünü getirir ve şöyle der: ‘Bir şey irade ettiğinde..."313 Burada iki şey vardır: ‘Ona ol der.’314 Bu da üçüncüdür. Üç ilk tek sayıdır. Binaenaleyh yaratma mutlak birlikten değil, (sıfatların birliği anlamındaki) fertten meydana gelir. Bütün bunlar, tek hakikate döner. ‘Kün’ sözünden yaratılmış olan, ilahi gözle bakan bir mümkün bir suret için mümkün surette meydana gelen ilahi tecelliden başka bir şey değildir. Nitekim Allah Teâlâ’nın sözünü duyup var olan şey de Hakk’ın kulağıyla ‘ol’ sözünü duymuş ve bu nedenle zuhur etmek üzere hızla hareket etmiştir. Çünkü o irade eden-edilen, söyleyen-söylenen ve sözdür. Mümkünün yaratmadaki durumu Allah Teâlâ vası­tasıyla söz söylemektir. Böylece bir şeye üfler, üflediği de Allah Teâlâ’nın izniyle kuş olur. ‘Sonra onları çağır. ..’315 Yani Allah Teâlâ’nın emriyle onları çağır. ‘Sana koşarak gelirler.’316 Çünkü onları çağıran ve duyandır.

Bu zikre ait marifet, nefıy ve icap (olumsuzlama ve olumlama), inkâr ve tarifin bilinmesidir. Ona ait harf, zait elif, doğal elif, kesreli hemze, vasıl elifi, lam ve he’dir. Kelimelerden ona ait olan, bir varlıkta birbirine karşıt olarak bulunan dört şeydir: Olumsuzluk ispatın, ispat olumsuzluğun, sabit olan olumsuzlananın ve olumsuzlanan sabitin karşıtıdır. Olumsuzlamanın bilinmesi, hakkında ‘odur’ denilen şeyde o şeyin o olmadığının bilinmesidir; bununla birlikte ‘odur’ denilen şey keşfe göre doğruyken akla göre imkânsızdır. Bu nedenle Allah Teâlâ ehlinin bir kısmı ‘Allah Teâlâ Allah Teâlâ’ zikrine bağlanmıştır. Şeyhimiz Ebu’l-Abbas elÜreybi’yi -ki Endülüs’ün Ulya şehrindendibu zikri söylediğini gör­müştüm. Bazı kimseler ise Allah Teâlâ’nın hüviyetine delil olduğu için ‘Allah Teâlâ’ ismindeki he zamirine bağlanmış, onu seçkinlerin seçkinlerinin zikri saymışlardı. Ebu Hamid el-Gazali ve başkaları bu görüşteki kimseler­dir.

Büyüklere gelirsek, onlar, nazarî düşüncenin hükmünden farklı bir şekilde ‘La-ilahe illAllah Teâlâ (Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur)’ zikrini düstur edinmişlerdir. Onlara göre varlık Allah Teâlâ iken yolduk zatı ve kendisi bakımından olumsuzlanmıştır. Sabit olan da kendisi ve hakikati nede­niyle sabit olandır. Bu ifadede olumsuzlama (yoktur ifadesi) belirsiz (nekre) olan ilaha yönelmişken olumlama marife, yani bilinene yönel­miştir ki o da Allah Teâlâ’dır. Olumsuzlama nekre ve belirsize yönelmiştir -ki ilah kelimesidir-, çünkü onun altında her şey bulunur. Her şeyin ilahlıkta iddia ettiği bir payı vardır ve bu nedenle olumsuzlama ona yöne­lerek (kimsenin ilahlıkta payı yoktur denilmiştir). Çünkü İlah belirli bir payı olan değil, bütün payların kendisine ait olduğu kimsedir. İlah’ın bütün payların sahibi olduğunu bilince, insanlar onun ‘Allah Teâlâ’ denilen olduğunu öğrenmişlerdir. Onun payı ve nasibi ise Allah Teâlâ dem­lenin isimlerinden biridir. O halde her şey O’nun isimleridir. Her isim hüviyete delil, hatta onun ta kendisidir. Bu nedenle ayette ‘İster Allah Teâlâ ister Rahman diye dua edin, hangisiyle dua ederseniz en güzel isimler O’na aittir317 der. Kendisiyle dua ettiğiniz her ismin hükmü O’na aittir. ‘En güzel isimler O’na aittir.,31s Alemin bütün isimleri Allah Teâlâ’ya aittir ve bu nedenle bütün âlem en güzel mertebededir. O halde iş tarifte gerçekle­şen inkâr, marifette gerçekleşen belirsizlik, inkârda gerçekleşen tarif, belirsizlikte gerçekleşen marifetten ibarettir. Binaenaleyh inkâr edilentanınandan başka bir şey yoktur.

Bu düsturun harflerine gelirsek, zait elif bu harflerden biridir. Ya­ni ziyadeyi ve ilaveyi gerektiren sebep bulunan her elif ona aittir. Zi­yade bir benzerin onun suretinde gözükmesidir ve böylece iki elif meydana gelir. Elif her zaman sakindir. Gözüken iki eliften biridir: Ya kul veya rab! Ya Hakk veya halk! Onu bir mertebede gerekli kılan önce­lik mertebesiyken bir yerde de sonra gelme mertebesidir. Her ikisi de gerektiren sebeplerdir. Birincisi bir olmaya delalet ederken diğeri ya­ratmayı veya yok etmeye götüren sebebe delildir. Bu hemze diye ifade edilen tahkik demektir. Bazen bu iki sebep nüzul makamında bulunur. Misal olarak ‘feseli’l-âddîn (aşırı gidenlere sorunuz)’319 ve ‘La ilahe illAllah Teâlâ (Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur)’320, ‘Le-hakkun (Hiç kuşkusuz Haktır)’321 ifadelerini verebiliriz. Bazen Refiu’d-derecat (dereceleri yükselten) makamında ‘Rabbinin yüce adını tespih et322 şeklinde bulunabilir. Başka bir misal ‘Allah Teâlâ’ya karşı çıkarlar (Men hadde Allah Teâlâe)’323 ayetidir. Ayrıca ‘evliya’, ‘ulâike’, ‘ûtül-kitab’ gibi ifadelerdeki elif bu kısma girer. Bazen berzah makamında bulunur ki orta demektir. Misal olarak ‘Allah Teâlâ’ya karşı çıkan (men hadde Allah Teâlâe)’324 ile ‘Ona çocukken hüküm verdik (ateyna)’325 ifadelerini verebiliriz. Başka bir misal ‘Le-entüm eşeddü (Siz onların gönüllerine daha çok korku verensiniz)’326 ayetini verebiliriz. Ge­rektiren sebep Rab olduğunda, gerektirilen şey yaratılmıştır (halk). Gerektiren sebep yaratılmış (halk) ise gereken sebep Hakk’tır. Bu du­rumda eser yaratılmıştan Hakta ortaya çıkar. Misal olarak ‘Dua edenin duasına karşılık veririm327 ayetini verebiliriz. Haktan da yaratılmışta bir eser ortaya çıkar. Misal olarak ‘Öl der, o da olur328 ayetini verebiliriz. Bu durum ya sebepten veya bir olmaktan (ittihad) meydana gelir. Var etme daha önce sahip olmadığı yeni bir isimle değişmesi demektir. Sebep ise ilk ve son sahibidir. Sebep Hakk ve halk olduğu gibi var etme de halk ve Haktır. Bununla birlikte halk olmaksızın tek başına Hakk olmaz. Nitekim ilah olması bakımından Allah Teâlâ’yı bilmek yaratılmış hak­kında bilgi sahibi olmadan mümkün değildir. Binaenaleyh yaratılmışın bulunması kaçınılmazdır. Öyleyse hüviyet, halk içindeki Haktır. Halk bilindiği her yerde sonra gelendir.

Kale (dedi) ve sare (yürüdü) kelimelerinde bulunan doğal elife ge­lirsek, bu elif, doğayı birleştiren ve âlemi izhar eden; sonra da doğayı ayrıştıran ve âlemi ifna eden harftir. Başka bir ifadeyle bu elif, birleşti­ren ve ayrıştıran ilkedir. Her ilave elif doğal elife benzemekle ortaya çıkar. Ayrıştırıcı ve birleştirici olmanın sebebi ise fethadır ki, asıl olan odur. Bazen fetih (açılma) Mutlu eder; bu rahmet’tir. Bazen de üzüntü veren şeyle gerçekleşir. Üzüntü veren ise azabın açılmasıdır. O da iki türlüdür: Birincisi içinde rahmetin bulunduğu azabın açılmasıyken diğeri rahmetin katışmadığı azabın açılmasıdır. Gerçi bize göre rahme­tin katışmadığı bir azap yoktur, çünkü rahmet her şeyi kuşatmıştır. Doğal meyle gelirsek, bu meyil, illet vav’ı ve illet ya’sı denilen elif gibi­dir. Bu elif onun Hakkın cihetine yönelmesi demektir. Misal olarak, kulu (söyleyin) ve fıhi (içindedir) ifadelerindeki harfi verebiliriz. Bu zikirde kesreli hemze Hakkı yakın semaya ve halicin canibine ait her şeye inmeye sevk eden sebeptir ki o Hakkın sebebidir. Halkın sebebi olduğunda ise yaratılmışın nefsi hakkmdaki düşüncesinin onu rabbi hakkında bilgi edinmek üzere gayrete sevk etmesidir. Bu nedenle hem­ze olumsuzlamada kesreli bulunurken ispat kelimesinde ve olumsuzlama kelimesinde her zaman kesrelidir. Vasıl elifi ise teşbihin varlığıyla birlikte temyizi bilmenin vaslı demektir. Teşbih bulunmadan bu elif vasıl elifi değilkat5 elifidir. Lam harfi, ‘Dereceleri yükseltendir’329 ifade­siyle, ortaya karşılık gelen ceberut mertebesine aittir. He ise melekûta aittir, çünkü he harfi göğüsten çıkarken nefesin ilk çıkış yerinden çıkar. O, olumsuzlanan ve olumlananda olmak üzere, her iki kelimede asıl olarak bulunur. Bu itibarla sadece iki hüviyet vardır: Halkın hüviyeti ve Hakkın hüviyeti. Halkın hüviyeti, kendisine ait olmayan bir husus­taki iddiası olumsuzlanandır. Hakkın hüviyeti ise sabit olandır, çünkü ezelidir. Buna mukabil kul hakikati bakımından yok olucudur. Hakk onun hüviyeti olduğunda, artık kendisi olmaz. Her durumda kul ken­disi değildir. Böylece halk (sureti) giydiğinde Hakkın hüviyeti olum­suzlanır (gizlenir). Hakkın (suretini giyince) halkın hüviyeti olumsuz­lanmaz. Her durumda sadece olumsuzlanmayan sabit Hakk vardır.

Dört kelimeye gelirsek: Bunlar olumsuzlanan hakkında olumsuz­luk edatı, sabit hakkında ispat edatıdır. Geride amelin kime izafe edile­ceği kalır: Acaba edata mı, yoksa edatın kendisine dahil olduğu kimse­ye mi aittir? Hüküm edatın başına geldiği şeye aitse, bu durumda o, edatı talep edendir. Başka bir ifadeyle o şey edat vasıtasıyla olumsuzlanmamıştır; edat, başına geldiği kelimenin olumsuzlandığını veya sabit olduğunu dinleyene bildirme amacı taşır. Edatın başına geldiği kelimedeki etkisi, ulvilik veya süflilik veya bunların arasındaki bir mer­tebeyi belirlemekten ibarettir. Bu itibarla edat vasıtasıyla mertebeler ortaya çıkarken kelimenin başına gelmesiyle diğer edadardan farklı özel bir edat ortaya çıkar. Nitekim halkın varlığı Hakka ve kadim bilgi hadis bilgiye bağlıdır.

Bunlar La-ilahe illAllah Teâlâ (Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur) zikrinin mey­dana getirdiği ilahi bilgilerin bir kısmıdır. Onun otuz altı yönü vardır ki her biri öteki yönün vermediği bir bilgiyi verir. Biz bu yönleri nefes bölümünde zikretmiştik.

Bilmelisin ki biz harfleri bir ihtimale açık olacak şekilde taksim etmedik. Bizim harf taksimimiz, gerçeğe uygundur. Çünkü bize, keşif ve iman ehline göre lafız harfleri, rakam harfleri ve tahayyül harfleri diye taksim edilen harfler, ümmetlerden bir ümmettir. Onların suretle­rinin yönetici ruhları vardır. Binaenaleyh bize göre harfler, canlı, Allah Teâlâ’nın hamdini tespih eden, rablerine itaat eden varlıklardır. Onların bir kısmı ceberut âlemine katılırken bir kısmı melekût âlemine, bir kısmı mülk âlemine katılır. Bize göre harflerin anlamı, Allah Teâlâ’nın kendi­lerini kör yaptığı ve gözlerinin üzerinde perde bulunan kimselerin bildiği anlamla bir değildir. Allah Teâlâ o perdeliler hakkında ‘Sana baktıklarını görürsün, hâlbuki görmezler330 buyurur. Kul ‘La-ilahe illAllah Teâlâ’ dediğinde, bu kelimeleri yaratmış olur ve kelimeler de onları yara­tan (kulu) tespih ederler. Bu tespih onların görevi olur. Hakk ise asıl itibarıyla münezzehtir, yoksa herhangi birinin tenzihi nedeniyle mü­nezzeh değildir. Allah Teâlâ yaratma fiilini kuluna nispet etmiş, kendisini de ‘yaratanların en güzeli’ diye niteleyerek ‘Yaratanların en güzeli331 de­miştir. O halde bu kelime-i tevhidin ve her kelimenin tespihi, söyleye­nine döner. Kul zikrettiğimiz durumu keşfedenlerden olduğunda, subhanî (kendimi tenzih ederim ben) diyen Allah Teâlâ adamlarından birisi olur. Bununla birlikte onu tekfir edenin bu hususta bir bilgisi yoktur.

Her nerede olurlarsa sen sufilerle ol Onların dışında kalma, bedbaht olursun

Sufiler keşif ehlidir kuşkusuz Allah Teâlâ onlara hakikati hakikat olarak göstermiş

Onlar Ilah’ın sadık ve dürüst kulları Her bilgi mertebesine yükselmişler

Bu kitabın ikinci bölümünde küçüklükleri ve büyüklükleriyle ilgili olarak harflerden özet bir şekilde söz edilmişti. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Menzili Allah Teâlâu Ekber (Allah Teâlâ en büyüktür) Olan Kut­bun Halinin Bilinmesi

Allah Teâlâ en büyük de fakat mukayese yok burada

Gerçi bu kip mukayeseyi gerektirir ve bildirir

Akidelerimiz gelince bazen mukayese sahih

Hakikatin varlığı ise akideleri ortadan.kaldırır ,

Ayetlerle bizi talep ettiğinde Hakk

Bu kalıp gelir ve onları perdeler                                                    -

Bu zikrin lafzı Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in sünnetinde yer almış, özellikle namazda, ezanda, kamette, farz namazların ardında, uyuma esnasında ve başka pek çok yerde efal/ekber vezninde (mukayese bildiren) lafız gelmiştir. Bu lafız genellikle mukayese yapmak üzere kullanılır. Bazı yerlerde de -vaktin delilinin gerektirdiği şekildekarşılaştırma ve mu­kayeseyi bildirmez, ondan anlaşılan (başka bir) mana anlaşılır. Bu zikir herhangi birinin düsturu olur ve zikre devam eden rabbini mukayesey­le zikrederse, Allah Teâlâ katından olan keşfi niyetine göre gerçekleşir. Böyle bir insan ancak karşılaştırma ve mukayese görür. Bu keşif bu bölümde zikredilecek belli bir keşiftir. Bu zikirle Rabbini zikreden kişi karşılaş­tırmayı imkânsız görürse, bü zikrin neticesinde onun Allah Teâlâ katından olan keşfi niyetine göre gerçekleşir; böyle biri karşılaştırma ve mukaye­se görmez. Bu keşif de -Allah Teâlâ’nın izniyle bu bölümde zikredeceğimizbelirli bir keşiftir. Allah Teâlâu ekber zikriyle Rabbini meşru bir zikir olması itibarıyla zikredenin düşüncesine karşılaştırma veya karşılaştırmanın terki gelmezse, bu zikir kişiye -herhangi bir sınırlama olmaksızınişin kendinde bulunduğu durumu bildirir. Böylece karşılaştırma niyeti taşıyanın elde ettikleri kadar karşılaştırma niyeti taşımayanın elde ettiği bilgileri elde eder. Bu yönüyle her ikisinin bilgisi de üçüncü zikredenin


bilgisi altındadır. Bu düsturlar ‘Allah Teâlâ’yı çokça zikreden erkek ve kadın­lar...’332 ayetinde zikredilen zikirlerdir. Zaten düstur, zikrin çokluğu demektir. Bu durum sabit olunca şöyle deriz:

FASIL

Ekber (efal) Kipinin Karşılaştırma Yorumu

Bilmelisin ki bu lafzı karşılaştırma amacıyla zikredenlere gelirsek, bu ve benzeri zikirlerde karşılaştırma, iki kısma ayrılır: Bir kısmında karşılaştırmanın her iki unsuru Hakka döner. Bir kısmında üstün olan Hakka dönerken üstün olunan yaratılmışa döner. Hakka dönen kısımla başlarsak şöyle deriz: Bu kısım ikiye ayrılır; bir kısmı lafzı bakımından bu isme dönerken bir kısmı lafzının dışındaki isimlere döner. Kendi lafzına dönen kısım ‘el-Kebir el-Müteal333 ayetinde el-Kebir ve ‘elCebbar el-Mütekebbir334 ayetinde geçen el-Mütekebbir’dir. Burada elKebir ismi el-Mütekebbir’den üstündür. Çünkü Allah Teâlâ kendisi nedeniy­le el-Kebir iken el-Mütekebbir kibriya özelliğinin gerçekleşmesinde gayret demektir. Zatı gereği olan bir şey çabayla olandan üstündür, çünkü çaba kazanmak demektir. Tekebbürün Hakkın bir niteliği olma­sının nedeni, O’nun akılcıların ve yaratıkların çoğunun yaratılmışın niteliği olduğuna inandıkları özelliklere tenezzül etmiş olmasıdır. On­ların bu durumu Allah Teâlâ’ya malum olduğu için, Allah Teâlâ kendisini onlar için bu sıfadarla nitelemiş, onlar da bu niteliklere tamahkâr olmuşlardır. Bu sıfadar bir grubu hidayet yolundan uzaklaştırırken bir grup o sıfatlar nedeniyle hayrete düşmüştür. Allah Teâlâ ise tenezzüle karşı büyüklüğünü bildirmek üzere tekebbür özelliğinde ortaya çıkmış, isimde ortak olsa­lar bile sıfatların Allah Teâlâ’ya nispetinin yaratılmışa nispetinden farklı oldu­ğunu öğretmiştir. Böyle bir niteleme tekebbür olabilir. Hâlbuki Kebir, bütün bunlara muhtaç değildir. Şimdi Kebir ve Mütekebbir arasındaki karşılaştırmayı açıklayalım!

Allah Teâlâu Ekber’deki Karşılaştırmanın Açıklanması

Allah Teâlâu ekber (Allah Teâlâ en büyüktür), ilahi isimlerden her biri hak­kında bir karşılaştırma bildirir. Bu durum, yaratılmışların her bir ilahi isim hakkındaki anlayışına göre ortaya çıkar. Çünkü âlemin (ve içinde­kilerin) idrak ve anlayışının işin kendinde bulunduğu duruma göre eksik olması gerekir. Hatta işin kendinde bulunduğu durum bizzat Hakk tarafından ifade edilmiş olsa bile, yaratılmışların onu (olduğu gibi) anlaması ve ifade etmesi mümkün değildir. Binaenaleyh bunu öğrenmeye gücümüz olmadığı gibi işin gerçeğini ifadeye de gücümüz yoktur. O halde anlamada bir eksiliğin olması kaçınılmazdır. Bu du­rumda ‘Allah Teâlâu ekber’ lafzı, bu veya başka bir lafızla olmak üzere, ilahi isimlerden herhangi biriyle kendisine nispet edilen büyüklüğün anla­mından daha büyük bir şeye delalet eder. Allah Teâlâu ekber veya başka bir lafız dedik, çünkü Allah Teâlâ hakkında daha büyük (a’zam), daha cömert (ekrem), daha yüce (eceli), daha ulvi (a’la), daha rahim (ehram), daha hızlı (esra’), daha iyi (Ahsen), daha hikmedi (ahkem) gibi sayılamaya­cak çoklukta üstünlük ve mukayese bildiren ifadeler kullanılır. Müşrik­lerin ‘Hubel en yücedir, Hubel en yücedir’ dediklerini görmez misin? Hubel cahiliye döneminde taptıkları bir putun adıydı. O Beni Şeybe kapısında aşağı Atabe’de insanların kendisine temas ettikleri yüzüstü düşmüş bir taştı. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem müşriklerin böyle söylediklerini duy­duğunda sahabesine Allah Teâlâ daha yüce ve daha üstündür demelerini emretmiştir. Başka bir ifadeyle onların inançlarına göre karşılaştırma bildirmek üzere bu ifadeyi kullanmıştır. Öyleyse Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu ifadeyi onlara karşı delil getirme bağlamında zikretmiş, onları inançla­rına göre Hubel’den ve diğer ilahlardan üstün Allah Teâlâ’ya iman etmeye davet etmiştir. Çünkü onlar kendi durumlarını anlatırken ‘Putlara bizi Allah Teâlâ’ya daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ettik335 diyorlardı. Bu itibarla onlar putları perde ve yardımcı edinmişlerdi. Allah Teâlâ ise onlara göre Hubel ve diğer putlardan yüceydi. Bu durum Allah Teâlâ’nın peygamberin-


den müşriklerin (çelişkisini anlatmak üzere) bir uyarı olmuştu. Çünkü gerçekte Hubel bir ilah değildi ki, Allah Teâlâ ulûhiyetinde ondan yüce ve ulvi olsun! Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu sözü gerçek bir karşılaştırma yaparak söylemiş olsaydı, Allah Teâlâ ondan üstün ve büyük olsa bile böyle bir ifade Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in, Hubel’in ilahlığını onayladığı anlamına gelirdi. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in böyle bir söz söylemesi imkânsız olduğu gibi herhangi bir âlimin buna inanması da imkânsızdır. Böyle bir söz her bakımdan mutlak bir cehalettir. İşte bu da ‘Allah Teâlâu ekber’ sözünde dince onay­lanmış bir karşılaştırma ifadesidir.

Bu zikri karşılaştırma anlamında düstur edinen zakire Hakk hüviye­tinin bütün yaratılmışlara yayıldığını gösterir. ‘Allah Teâlâ kulunun diliyle kendine hamd edeni duydu’ ve ‘Ben kulumun duyması, görmesi, eli ve ayağıyım’ hadislerinde bu husus belirtilir. Başka bir kutsi hadiste ‘Be­nimle duyar, benimle görür’ denilir. Fakat kulunun diliyle söylenmiş söz nispeti olmaksızın, bir sözün doğrudan Hakka nispeti yaratılmışla­rın diliyle söylenen sözün Hakka nispetinden üstündür. Binaenaleyh kendi zatında Allah Teâlâ yaratıklarında (tecelli eden) büyüklüğünden daha büyüktür. Bunu bilmelisin! Bu anlamda şöyle deriz: ‘Allah Teâlâu ekber bir karşılaştırma bildirir. Çünkü O’nun dışına çıkmamıştır. Bu zikri yapan kişi adeta şöyle der: ‘Senin kendini zikretmen, benim seni zikretmem­den üstün ve daha büyüktür. Bununla birlikte ben seni senin vasıtanla zikrederim. Fakat nispetin de bir tesiri ve hükmü olmalıdır. Benim seni zikrimin ulaşabileceği mertebe, seni seninle zikretmekten ibarettir. Bu durumda kendini benim dilimle zikreden sen olursun. Zikrin senin tarafından yapılması ise ben senin vasıtanla zikrediyor olsam bile, bana nispetinden daha büyüktür.’

Zikirde Mukayeseyi İmkânsız Sayanların Görüşü

Bu zikrin anlamının karşılaştırma olduğunu kabul etmeyenler de vardır. Bu bağlamda Allah Teâlâu ekber zikrini bu anlamıyla yapanlar iki kısma ayrılır: Bir kısmı zikirde karşılaştırma ve mukayeseyi imkânsız sayar, çünkü Allah Teâlâ -zikreden olması bakımındanzikredenlerin aynıdır. Dolayısıyla bunu bilen kişi Allah Teâlâ’dan başka zikreden görmez. Bu du­rum Allah Teâlâ’nın hüviyeti ve hakikati bakımından karşılaştırma kabul et­memesi demektir. Çünkü hiç bir şey kendisiyle mukayese edilemez. Böyle bir zikir sahibine bu hali zevk yoluyla gösterir ve Hakk olduğu kendine ayan beyan görünür. Başka bir grup karşılaştırmayı ancak münasebetin varlığı şartıyla kâbul ederler. Hâlbuki Allah Teâlâ ve yaratıkları arasında herhangi biri münasebet söz konusu olmadığına göre Allah Teâlâ’nın kendini zikretmesi bir zikir, kulun Rabbini zikretmesi başka bir zikir­dir. Her biri bir hakikate sahiptir ve ‘bu zikir ötekinden daha büyük ve üstündür’ denilemez. Aksine bu zikir, herhangi bir karşılaştırma yap­maksızın Allah Teâlâ’ta ‘en büyük’ olan zikirdir. Bu zikri yapan kulda ise ‘büyüktür’, daha büyük değildir. Çünkü kul zatı gereği kul iken Rab da zatı gereği rabdir. Vasıfların iç içe girmiş olmasını görmek seni perdelemesin! Bu durum bir hakikat olsa bile, bulunduğu hal üzere hiçbir hakikat öteki hakikati zatının gerektirdiği durumdan çıkartacak şekilde etki edemez. Çünkü hakikatler değişmez! Hakikatler değişseydi Allah Teâlâ ve yaratıklar hakkındaki bilgi kalkardı. Bu nitelikteki bir insan Allah Teâlâ’yı zikrettiğinde, zikir ona keşif ve zevk yoluyla gerçeğin niyetlen­diği ve dile getirdiği gibi olduğunu öğretir.

Meşru Bir Zikir Olması Yönüyle Allah Teâlâu Ekber Zikrini Söylemek

Bilmelisin ki ifade ettiğimiz üzere meşru bir zikir olması bakımın­dan Allah Teâlâu ekber zikrini yapanlar iki kısma ayrılır: Bir kısmı bu zikri yaratılmışlar için belirlenmiş bir zikir olması itibarıyla yapar. Onlara göre Allah Teâlâ âlemi yaratırken onları sadece kendisine ibadet edip O’nu tespih etsinler diye yaratmıştır. Her şey Allah Teâlâ’nın hamdını tespih eder, fakat biz her bir şeyin tespihini anlayamayız. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Cinleri ve insanları bana ibadet etsinler diye yarattım.’336 Binaenaleyh âlem Allah Teâlâ’ya ibadet etmek üzere yaratılmıştır. Bu insanlar Allah Teâlâ’yı zik­rederken, Allah Teâlâ’nın onlara nasıl zikredeceklerini öğrettiği şekilde zik­retmişlerdir. Onlar, dilde kendisini bilseler bile, bu meşru zikrin Allah Teâlâ katında neyi meydana getireceğini bilmezler. Bu zikir Hakkın bu zikri âlemde -başka herhangi bir zikir tarzında değil debu özel sözle (Allah Teâlâu ekber) belirlemiş olmasının sebebini onlara öğretir. Öteki grup âlemin Hakk’tan varlık kazanmış olduğuna ve varlığın Hakk’tan başka olmadığına inanırlar. Öyleyse Allah Teâlâ onlara hüviyetini kazandırmışür. Bu kazanılmış varlık, mümkünlerin suretlerinde meydana geleîı varlıktır. O’nu sadece bir mevcut zikredebilirken aynı zamanda sadece O vardır. O halde Allah Teâlâ bu zikri başka biri için değil, kendisi için belir­lemiştir, çünkü başka diye biri yoktur! Allah Teâlâ ise zikir olarak belirlediği şeyi bilir. Bu zikir mümkünün sureti nedeniyle zikrettiğimiz durumu keşif yoluyla açar. Bu durum sufılerin ‘Allah Teâlâ’yı Allah Teâlâ zikreder’, ‘Allah Teâlâ’yı Allah Teâlâ görür’ gibi ifadelerde dile getirilmiştir. Öyleyse ifade eden ve istifade eden aynı hakikattir. Allah Teâlâ kabil olması bakımından zikreder­ken zikrin maksadının kendisi olması itibarıyla zikredilendir. Alem aslı üzere yokluktadır. Hüküm ise zuhur eden Hakkın varlığında kendisine aittir. O halde mücmel ve mufassal olarak sadece Hakk vardır. Çünkü yaratılmışı kadime bitiştirdiğinde, yaratılmıştan geride iz kalmaz. Bu­nunla birlikte onun cevheri bakidir. Fakat eser ve iz olmaksızın cevher


muteber değildir. Bu nedenle kendisi nedeniyle zorunlu olanı bilmeye delil arayana şöyle dedik: Zorunlu hakkında delil ortaya koyabilmek, âlemde ortaya çıkan bütün eserlerin -mümkün olmaları nedeniylebir dayanağa muhtaç olduklarını bilmeden gerçekleşmez. Bunu bildikten sonra, mümkünlerin kendisi nedeniyle varlığı zorunlu olana dayandık­larına kesin delil getirilebilir. Bilginin kemali budur, çünkü kemal mer­tebeye aittir, yani mertebeyle gerçekleşir. Tamlık o şeye dönmekle gerçekleşir.

Bu zikir bu gruptaki insanlara belirttiğimiz hususları öğretir. Me­sela Allah Teâlâ’yı ancak kendisinin zikredebilir. Allah Teâlâ’nın zikrini ancak O du­yar. Zikredilen O’dur. Birini kendisiyle zikredersen, zikreden odur, sen değilsin! ‘İnsanın üzerinde zamandan bir süre geçti, o zikredilen bir şey değildi.’337 İnsan Rabbiyle zikredene kadar mezkûr, zikredilen olamaz. Bu durumda ise kendisi nedeniyle değil, rabbi nedeniyle mezkûr olur. Allah Teâlâ izin verirse ilahi isimler konusunda bu türde yeterli açıklama gelecektir.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

DÖRT YÜZ ALTMIŞ ALTINCI BÖLÜM

Düsturu ve Menzili 'Subhanallah' Olan Kutbun Hali­nin Bilinmesi

Varlık tespih etmek üzere yaratılmış O benzerden ve teşbihten münezzeh

Bir halde gelmiş bize bildirmiş Teşbih ve tenzih edilen Rab olduğunu iki zıt O’na ait, O bütün varlık Tefekkür ve dikkat edenler bilir O’nu

Allah Teâlâ şöyle der: ‘Akşamladıklarında ve sabahladıklarında Allah Teâlâ’yı tespih ederler,’338 Kuran-ı Kerim’in pek çok yerinde tespih emri yer alır ye bunlardan her birinin ötekine ait olmayan bir hükmü vardır. Hakkı tespih eden gruplar, Kuran-ı Kerim’de tespih hakkında yer alan ayetlere göre ayrışırlar. Sözü uzatmaya yol açmasaydı, hepsini anlatır ve bu tespihi dile getirenlerden söz ederdik.

Bilmelisin ki bu zikir, zâkire Ebu’l-Abbas b. el-Arif es-Sünhaci’nin Mehasinu’l-Mecalis’te abidin, müridin ve arifin halini zikrederken zik­rettiği bilgileri kazandırır. Şöyle der: ‘Hakk bütün bunların ardmdadır ve böyle olması gerekir. Bununla birlikte Allah Teâlâ onlarla beraberdir veya onların aynıdır.’ Allah Teâlâ onlarla beraberdir, çünkü Allah Teâlâ ‘Her nerede olursanız, sizinle beraberdir339 buyurur. Allah Teâlâ bütün bunların aynıdır, çünkü Allah Teâlâ ‘Onlara ayetlerimizi ufuklarda ve nefislerinde göstereceğiz ta ki Hakk olduğu kendilerine görünsün5340 buyurur. Başka bir ayette ‘Rabbin yetmez mi?’ denilir. Allah Teâlâ zikrettiklerimizi arkalarından ihata edendir: ‘Allah Teâlâ onların arkalarından ihata edendir.’341 Başka bir ayette ‘Dikkat edin! O her şeyi ihata edendir342 buyurur. Düsturunda Hakkı tespih etmek isteyen kişi ‘Her şey O’nun/onun hamdini tespih eder343 ifadesinin anlamıyla tespih etmelidir. Yani kendisinin kendisini övdüğü şekilde Allah Teâlâ’yı tespih etmelidir. Çünkü hamdi Allah Teâlâ’ya izafe etmiştir. Bizim dışımızdaki her şeyin tespihi böyledir. Çünkü Allah Teâlâ bize öğretmediği sürece başka varlıkların tespihlerini anlayamayız. Bu durum, tespihin hakikatinin verdiği durumun zıddıdır. Hatta bu ‘tövbenin tövbesi’ babından ‘tespihin tespihidir.’ Çünkü tespih bir tenzihtir ve Allah Teâlâ yaratılmışın nitelendiği hâdis niteliklerden tenzih edilir. Allah Teâlâ’nın bize kitabında veya peygamberinin hadislerinde bildirdiği her nitelikte yaratılmışın bir zevki vardır. Allah Teâlâ onu kendinin övgüsü yapmış, her şeyin O’nun övgüsünü dile getirdiğini belirtmiştir. Başka bir, ifadeyle kendi katından indirmiş olduğu övgü saymıştır. Melekler ise şahitlik ederler. Allah Teâlâ da şahit olarak kâfidir! Bu övgülerden Allah Teâlâ’yı tenzih ve tespih eden kişi, Allah Teâlâ’yı kendi hamdıyla tespih etmemiş, aksine O’nu yalanlamıştır. Böyle biri Allah Teâlâ’yı kendi aklıyla ve inancındaki deliliyle tespih etmiştir. İki durumu uzlaştırmak Allah Teâlâ’yı O’nun hamdıyla tespih etmekle gerçekleşir. Bu ise ‘tenzihten tenzih’ demektir ve nispette or­taklığın ta kendisidir. Bu yönüyle tenzihten tenzih, varlık demek olan ‘yokluğun yokluğudur.’ Tenzihin tenzihi derken tenzihte mübalağa kast edilirse, böyle bir tenzih de Allah Teâlâ’nın (kendine) hamdi demek de­ğildir. Aksine Allah Teâlâ’nın kendine hamdi zikrettiğimiz şekilde gerçekleşir. O’nu kendi hamdıyla tespih etmek, O’nun katından gelen veya senin kalbine indirmiş olup kendini övdüğü veya vecdinde sana gelip de sana aktarılmamış hususları kabul etmendir. Bu tespihi bir suret gibi kabul edip ‘Hakk bütün bunların ardındaki ruh gibidir’ demelisin! Ruhun kendisi surete görünmez ve hakkında bilebileceğin şey onun eserini görmenden ibarettir. Nitekim bedenin ardında onun ruhu olan başka bir şeyin bulunduğunu bildiğin gibi Hakk da zevk ettiğin bütün övgüle­rin ardındadır. Dünya ve âhirette Allah Teâlâ hakkında bilip senin zevkinin bulunmadığı bir övgü yoktur. Çünkü Allah Teâlâ’yı ancak bildiğin bir şeyle övebilirsin. Bir şeyi bildiğinde veya anladığında artık o şey senin sıfa­tındır. Hakikatlerin gereğine göre âlemde şekilci âlimlerinin vehmetti­ği üzere bir tespih gerçekleşmez. Rab ve kul var olduğu sürece, âlemde ‘tespihten tespih’ geçerlidir. Rab ve kul ise sürekli vardır ve dolayısıyla iş böyle olmalıdır. Artık ister tespih et ister etme! İstesen de istemesen de, bilsen de bilmesen de, sen tespih etmektesin. Gerçek kendinde böyle olmasaydı, âlemde şirk veya müşrik ortaya çıkmazdı. Hâlbuki varlıkta hem müşrik hem şirk ortaya çıkmıştır. Demek ki bu hükmün kendinden kaynaklandığı ilahi bir dayanak olmalıdır. Bu dayanak, zikretmiş olduğumuz üzere, kulun kendisiyle Rabbini tespih ettiği bütün hamdlerde ortaklığının ve zevkinin bulunmasıdır. Hamdlerin en yücesi, akla ve şeriata göre herhangi bir ihtilaf bulunmaksızın ‘O’nun benzeri bir şey yoktur3ÎM ayetidir. Allah Teâlâ maksadını anlayalım diye ayeti tamamlamış, ‘O, duyan ve görendir’ diyerek ayetin birinci kısmı anlam kazanmıştır. Ayeti böyle tamamlamasaydı, baş taraf bizim kul ve O’nun bizim ilahımız olmadığını beyan buyurmuş olurdu. Hâlbuki arada bir bağ gerekir ve bağ ortaklık demektir. Şu var ki burada asıl

Allah Teâlâ biz ise fer’in asla ve çocuğun babaya nispeti gibi (İkinciyiz). Bu­nunla birlikte çocuk, babanın kendisi olmasa bile onun suretindedir. Bu şekilde ona bağlanmış, sadece ona nispet edilmiştir, çünkü baba çocuğun doğum sebebidir ve hemcinsleri olan diğer insanlar onun doğum sebebi değillerdir. Dolayısıyla babasından başka birinin oğlu olduğu söylenemez. Hakkın karşısında bizim durumumuz bir açıdan baba karşısında çocuğun durumuna benzer. Çünkü varlık O’na aittir ve yaratılmış varlığı O’ndan kazanmıştır. Bununla birlikte şeriatın dile getirdiği nispet kölenin efendiye, yaratılmışın yaratana, merbûbun rabbe, güç yetkilenin kadire, sanatın sanatkâra nispet edilmesidir. Oğulluk nispeti ise babanın katkısı bulunmaksızın tavırdan tavra gir­mesi nedeniyle nispederin en uzağıdır. Baba sadece meniyi çocuk edinme maksadıyla veya bazen bir maksat taşımadan rahme atmakla baba olur. Bu durumda baba ile oğul arasındaki bağ ve nispet uzakla­şır. Meni ise ya çocuk meydana getirmeye elverişlidir veya değildir. Meninin etkisi bütünüyle babaya ait olsaydı, her zaman tam olurdu. Hz. İsa’nın eliyle kuş yaratmasındaki nispetin yakınlığına bakınız! Ona üflemiş, yaratılışı tam olmuş, yaratma kendisine nispet edilmiştir. Aynı şey bütün yaratılmışların sanadarı için geçerlidir. O halde çocuk için oğulluk her bakımdan uzak nispet olduğu kadar aynı zamanda en sahih nispetlerin en sahihidir. ‘Öyleyse Mesih Allah Teâlâ’nın oğludur’345 diyen, sadece işi (İsa’da) sınırladığı için kâfirdir. Aynı şekilde ‘Biz Allah Teâlâ’nın oğulları ve sevgilileriyiz’346 diyenler de (Allah Teâlâ’nın sevgisini) sınırladıkları için kâfir­dirler. Çünkü onlar, nispet sahih kabul edilirse, Allah Teâlâ’nın dışındaki her­kesi kuşatan bir nispeti dile getirmişlerdir. Gerçekte bu nispet sahih değilse, onlar ve âlem bu nispette eşittir.

Alemin Allah Teâlâ’dan meydana gelişindeki nispetin durumu böyle ve ilahi varlık karşısında âlem fer mesabesinde bulununca, Allah Teâlâ işareti anlayıp ibareyi taksim edenlerin dikkatlerini sarahade çekerek şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ çocuk edinmek isteseydi...’347 ifadenin bu kısmı çocuk edinmeyi tecviz etmiştir. Olumsuzlanan ise sadece çocuk edinmeye ilahi iradenin taallukudur. İrade var olmayana taalluk edebilir ve ilişe­bilir ve çocuk var olan bir şeydir. Çünkü kastedilen, çocuk denilenin kendisi değil, çocukluk hükmüdür. Sonra ifadeyi tamamlayarak şöyle der: ‘Yaratıklarından dilediklerini seçerdi.’348 Ayetin başıyla sonunu bir­likte düşünmelisin! Aynı durum ‘Bir oyun edinmek isteseydik, onu katı­mızdan edindik, biz onu yapmayız349 ayetinde geçerlidir. Yani biz ken­dimizden başka bir şeyi (eğlence veya çocuk) edinmeyiz. Oğul diye çağrılan Meryem’in oğluydu. Ayetteki son kısmı olumsuzluk anlamın­da değil de, şart olarak kabul edene göre mana ‘Biz fail olanlarız’ de­mektir. Yani oyun edinseydik, sizin yanınızdan değil, kendi katımızdan edinirdik. Sizin katınızdaki tükenirken Allah Teâlâ’nın katındaki bakidir. Her şeyin hâzineleri O’nun katindadır ve bizim katımızdakiler de O’nun katindadır. Biz de Allah Teâlâ’nın katındanız. Bu düstur daha sonra gelecektir, çünkü (her şeyin Allah Teâlâ’nın katından olduğunu bilmek), kutuplardan bir kısmının halidir. Öyleyse inkâr edilirken de Hakkı tanımalısın. Bu nedenle inkâr iddiacının iddiasının batıl olduğunu bilmektir ve delil ortaya konulmadığında yemin etmek gerekir.

Bu açıklama ortaya çıktıktan sonra, kalan kısımları özetlemek üze­re şöyle deriz: Tespih edilirken, yani tespihi gösteren özel bir lafızla tespihi yapan kişi, ilahi isimlerden birisiyle tespihi sınırlamalıdır. Başka bir ifadeyle açık bir isim veya zamir veya izafeli veya izafesiz bir isimle tespihi sınırlayarak Subhanallah subhane’r-Rab, subhanel-Âlim deme­lidir. Açık isim derken bunu kastediyoruz. Bazen zamir kullanılarak subhanehû, subhaneke denilir. Tamlamayla gelen isimlere misal olarak, ‘Subhane rabbike rabbi’l-izzeti (izzet sahibi Rabbin münezzehtir)’350 ifade­sini verebiliriz. Mutlak olarak gelenlere Subhanallah (Allah Teâlâ’yı tenzih ederim) ifadesini verebiliriz. Allah Teâlâ’nın isimlerinden hangisini tespih edersek edelim ve hangi isme (tespihi) bağlarsak bağlayalım, zakir adına meydana gelecek netice, o isimle olan münasebet ve o halle olan irtibattır. Zakirde tespih isminin sureti ancak bu özel münasebete göre ortaya çıkar. Dolayısıyla bizim için -belirttiğimizin ve hükmü genel olanın dışındazakirde sınırlayacağımız bir durum ortaya çıkmaz. Çünkü neticeler farklı farklıdır ve hamdler, yani övgüler, bir sınırda karar kılmadığı gibi tespih eden de O’nu O’nun hamdıyla tespih eder. Kitap ve Sünneti (tespihle ilgili) isimleri araştırdık ve gördük ki bütün isimler; Allah Teâlâ, tamlama halindeki Rab, eksik isim ve zamirlerin -mesela ‘Hu’ zamiri gibietrafında dönmektedir, isimlere misal ise el-Melik, el-

Ali gibi isimleri verebiliriz. Allah Teâlâ ‘Akşamladıklarında Allah Teâlâ mü­nezzehtir351 buyurur. Rab ismi ‘Rabbin münezzehtir352 ayetinde geçer. Eksik isim ‘Kulunu gece yürüten Allah Teâlâ münezzehtir353 ayetinde geçer. Zamir ‘O münezzeh ve mütealdir’35* ayetinde geçer. El-Melik ise hadiste geçtiği üzere, ‘Melik ve Kuddus münezzehtir.’ el-Ali ismi hadiste ‘Ali ve A’la olan münezzehtir’ şeklinde geçer. Hadiste tespih ismi bazen sınırlamadan yer alır. Buna misal olarak Sübbûh (çok tespih edilen, münezzeh) ismini verebiliriz. Bu da zikredilenin zikridir ve neticesi neticelerin en büyüğüdür. Çünkü o tespih edilenin ta kendisini anlat­mak üzere kullanılmış bir isimdir. Burada tespih edilenin ismi kendisi­dir. Bu isim ariflerin yaptığı tespihin en kâmilidir, çünkü onda isim isimlendirilende gizlenmiştir.

Nereye giderlerse su/ilerle hareket et

Onların helak olduklarım görmedikçe

Helak oluşlarını görürsen bil ki şeriattan ayrılmışlar . Yürüdükleri yol olan şeriattan

O zaman bırak onları ve sözlerini söyleme

Onlar şeriatı terk edince sen llah’a uy

Çünkü akıl sahibi bir grup şeriatın iddia ettikleri hususlarda geçer­siz olduğunu ileri sürmüşlerdir. Şeriat hiçbir zaman geçersiz kalamaz. Çünkü şeriat bütün sözleri, bütün inançları ve bütün delillerin göster­diklerini içerir. Şeriat Allah Teâlâ katandandır, O’nun katından inmiştir ve onda konuşan Allah Teâlâ’dır. Söz konusu grubun şeriatı bir kenara attıkları­nı söyledik. Bununla birlikte onlar şeriatın getirmiş olduğu hususların bir kısmını kabul ederler. Demek ki şeriattan ancak düşüncelerine uyan kısmı kabul eder, onun dışındakileri atarlar veya o kısmı bu meseleleri anlamayan sıradan insanlara yönelik hitap sayarlar. Bununla birlikte şeriatın Allah Teâlâ katından olduğunu ve peygamberden gelmediğine ina­nırlar ve bunu bilirler. Allah Teâlâ’nın kendilerini kınamak üzere ‘Onlar kitabın bir kısmına inanır, bir kısmına inanmaz, arada bir yol edinmek isterler, onlar gerçek kâfirlerdir’355 ayetinde belirttiği durum onların durumu­dur. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Kitabın bir kısma iman edip bir kısmını inkâr mı edersiniz?3S6 Bu ayetin anlamıyla onların şeriatı böldükleri hakkındâki ifademin anlamı birdir. Şeriat onların benimsedikleri görüşü dile getirdiğinde, bu görüşü -şeriat onu söylediği için değilkendi görüşle­riyle uyumlu olduğuna delil getirmek üzere benimserler. Bizim gru­bumuz ise şeraitten herhangi bir şeyi reddetmezler. Aksine onlar, şeria­tın kendilerine getirmiş olduğu hükmün geçerliliği nedeniyle, kendi düşüncelerini ve akıllarının hükmünü bırakırlar. Binaenaleyh onlar, âlemin efendileridir.

Sufiler efendilerdir

Şan ile birlikte malik olurlar

Her nereye giderlerse

Sen de onlarla beraber olmalısın

O’nun sözü ‘ol’ demekten ibaret Var olmasını istediği şeye

Her şey Hakkın iradesiyle var olur Onun irade ettiği bir iş kolaydır

Bir şeyi irade etmese Kolay bile olsa, güç olur

Bilmelisin ki Allah Teâlâ, âlemi birbirine bağlamak üzere eşya ara­sında münasebetler ve bağlar yaratmıştır. Bağlar olmasaydı, alenideki­ler birbiriyle kaynaşmaz, varlığı ortaya çıkmazdı. Âlemdeki bu duru­mun dayanağı, bizimle Allah Teâlâ arasındaki bağlardır. İnsan ile Allah Teâlâ ara­sındaki bu bağ olmasaydı, biz var olmayacağımız gibi ilahi isimlerle ahlaklarıma imkânımız olmazdı. Allah Teâlâ’ya ait her mertebede (hazret) bizim bir kademimiz (ulaşma imkânımız) vardır. Başka bir ifadeyle bizim her mertebeye doğru bir yolumuz vardır. Allah Teâlâ izin verirse, bu hususu elinizdeki kitabın ilahi isimler bölümündü açıklayacağız.

Bu bölümde ilahi mertebelerin en büyüğü, herhangi bir şeyin Allah Teâlâ’ya benzememesini (belirten mertebedir). Sadece biz varız! Biri sana benzemezse, sen de benzemezsin. Allah Teâlâ’dan benzerlik olumsuzlandığı gibi âlemden de olumsuzlanmıştır. Alem Allah Teâlâ’nın dışındaki her şey demektir, çünkü âlem büyük bir insandır ve onun bir benzeri yoktur. Başka bir ifadeyle âlem misilsizdir. Bu nedenle âlem, önceki bir örnek olmaksızın var edilen her şeydir. Allah Teâlâ ehli Hakkı âlemin aynı kabul eder, bu durumda O’nun/onun benzeri bir şey yoktur, çünkü Allah Teâlâ’dan başka bir şey yoktur. Alem ise O’ndan başka bir şey değil, tecellilerinin suretlerinden ibarettir. Alem başka bir varlık olsa bile, Allah Teâlâ’dan başka bir şey yoktur. O halde Allah Teâlâ’nın benzeri bir şey yoktur ve Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur. Dolayısıyla Allah Teâlâ’nın benzeri olmadığı gibi âlemin misli ve benzeri de yoktur. Bununla birlikte âlem vardır ve âlem bu âlem, yani mümkünlerdir. Dolayısıyla âlemin misli yoktur. Bu sayede iki bakımdan (Allah Teâlâ ile âlem arasında) münasebet gerçekleşmiştir: Birincisi misilsizlik ve benzersizlik, öteki ise ilahi mertebeleri ve isimle­ri kabul edebilmesidir. Âlemdeki her şeyin birbirine benzemiş olması benzersizliğe zarar vermez. Çünkü âlemin birbirine benzeyen farklı ve zıt parçaları Allah Teâlâ’nın farklı, benzer ve zıt isimlerinin benzeridir. Benzer isimlere misal olarak el-Alîm, el-Alim, el-Âllam gibi isimleri verebiliriz. Zıt isimlerine benzer olarak ed-Dar ve en-Nafi isimlerini verebiliriz. ‘Allah Teâlâ aziz ve hâkimdir.’357 Bunlar da farklı anlamlı isimlerdir. Buna rağmen Allah Teâlâ ‘O’nun benzeri (ke-mislihî) bir şey yoktur358 buyurur. Ayet hem O’na aittir ve hem ayetteki ke (gibi veya zait harf) harfi nedeniyle bize aittir. Ortaklık münasebete imkân verir. Ortada bir münasebetin bulunması kaçınılmaz olduğuna göre hac ile tespih arasında hangi tarzda bir münasebet vardır Ki, Allah Teâlâ tespihi ona benzetmiştir? Bunu düşünmeliyiz. Biz tespih, ‘Her şey O’nun hamdını tespih eder359 ayetinde belirtilen en genel zikirdir dedik. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ’nın zikrini yerine getirmek üzere hacdaki menasik farz kılınmış­tır.’ Buradaki farklılık, âlemdeki farklılıktan kaynaklanır, çünkü Allah Teâlâ’ya yapılan bütün zikirler O’nun hamdını tespihtir. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ’nın kendini övdüğü şekilde O’nu tespih etmek gerekir. Nitekim (bir zikir türü olan) tehlîl, nefsin boyunduruğundan kurtulma amacı taşır.

Azat olmak köleyi kölelikten çıkartır. Kulluktan ise ancak Hakkın duyması görmesi ve bütün güçleri olduğu bir kimse çıkabilir. Böyle biri bütünüyle Hakk olmuş, ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur’ ifadesine mü­nasip Hakk gelmiştir. Bazen kölelikten azatlık, kulluk yaparak ilahlıktan olabilir. Çünkü bir şahıs rububiyet ile sınırlanır, sonra kendi elinde olmayan ve Allah Teâlâ’nın gücündeki bir iş kendisinden talep edilir. Bu du­rumda kişi hayrete düşerken Allah Teâlâ onun hakkında böyle bir inanç taşı­yan kimsede onun muhtaçlığını ve güçsüzlüğünü izhar ederek böyle bir nispetten (kendisine rabliğin nispet edilmesinden) onu azat eder. Artık kulluğundaki hürriyete döner ve rububiyette bir kademi kalmaz ve rahata erer. Bu da değerli bir azatlık tarzıdır. Çünkü böyle bir insan, tehlil ile ilahlığı edinilmiş ilahların iddiasının yol açtığı boyunduruktan ayrıştırıp Allah Teâlâ’ya tahsis ettiği gibi nefsini başkasına ilişmekten kurtar­mıştır. İlahlarla ilgili durum müşriklerin söylediği ‘İlahları bir ilah mı yapacak?’360 ifadesinde belirtilir. Gerçekte de İlah tektir. ‘Bu garip bir iştir.’36i Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem hamdi Allah Teâlâ yolunda tahammülün -ki nimetle­rin kapısıdırbenzeri yaptığı gibi indirilen vahiy ve misal şeklindeki keşfiyle tehlili de kölelikten azat olmayla ilişkilendirmiştir. Allah Teâlâ’ya hamd, O’ndan gelen nimetlere şükretmek demek olduğu gibi sonuçları meydana getiren sebeplerden ortaya çıkan nimedere karşılık da şük­retmek gerekir. Allah Teâlâ ‘Bana ve anne babana şükretmen için...’362 der. Başka bir ayette ‘De ki Rabbim! Beni küçükken yetiştirdikleri gibi o ikisine merhamet et363 buyurur. Allah Teâlâ’ya ait hamd düsturu hakkında -Allah Teâlâ izin verirseyeterli ölçüde açıklama gelecektir.

Tekbir getiren ile -bir belirleme yapmaksızınsahibi adına yücelt­tiği iş arasında bir ilişki vardır. Tekbir yapan belirli bir şeyi tekbirine bitiştirmez ve tespihte, hamdde ve tehlilde yaptığı gibi bir yerde sınır­lar, bir yerde zikri sınırlılık ve mudaklığı kuşatsın diye sınırlamaz. Sahih bir hadiste belirtildiğine göre Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem geceleyin yüz kere, gündüz yüz kere Allah Teâlâ’yı tespih ederdi. Bu tespih ‘Rabbinin hamdı­nı tespih et, gün doğmadan ve batmazdan önce...’364 ayetinde belirtilir. Başka bir ayette ‘Akşamladıkları ve sabahladıklarında Allah Teâlâ’yı tespih eder­ler365 buyrulur. Bu tespih yüz kere yapılır, çünkü cennette veya cehen­nemde yerleşeceğimiz yerlerin sayısı yüzdür. Kim tespihi yüze tamam­larsa, hiç kuşkusuz, her dereceden bir pay ve o derecelerden o zikre uygun nasip elde eder. Cehennem derekeleri de cennet derecelerinin mukabilinde yüz tanedir. Bu zikri yapan insan, cehennemden derece derece uzaklaşırken cennetin her derecesinden nimet elde eder, bunu bilmelisin!

Tekrar hadise dönelim: Hadis, Zahir b. Rüstem el-İsfahani’nin Kerûhû’den, onun üç raviden bize aktardığı hadistir. Onlar, Mahmud el-Ezdi, et-Tiryaki ve Avreci’dir. Her üçü de Cerraci’den, o da Mahbubî’den, o da Ebu Abbas et-Tirmizi’den aktarmıştır. Tirmizi şöyle der: ‘Bize Muhammed b. Rezin el-Vasıti demiştir ki: Bize Ebu Süfyan el-Hamevi Dahhak b. Hamza’dan, o da Amr b. Şuayb’dan, o da babasından, o da dedesinden aktarmıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: Kim güneş doğmadan ve batmazdan önce yüz kez Allah Teâlâ’yı tespih ederse, makbul bir hac yapmış gibi olur. Kim Allah Teâlâ’ya sabah ve akşam hamd ederse Allah Teâlâ yolunda yüz at yüklemiş olur veya yüz savaşa katılmış olur. Kim Allah Teâlâ’ya gece ve gündüz yüz kez tehlil getirirse (lailahe illellah), İsmailoğullarından yüz köleyi azat etmiş gibi olur. Kim Allah Teâlâ’ya yüz kere tekbir getirirse, o gün aynı zikri yapmadıkça veya onun söylediklerine ilave yapmadıkça hiç kimse onun elde ettiği sevabı elde edemez.’ Ebu İsa hadis için ‘hasen-garip hadistir’ demiştir.

Allah Teâlâ’nın hamdını tespih etmek, O’na yakınlıktır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemden gelen sahih bir rivayette ‘Subhanallah ve elhamdülillah ifadeleri gök ile yer arasındaki yerleri doldurur’ denilir. Hadiste Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Subhanallah ve bi-hamdihî’ ifadesini kastetmiştir, çünkü Allah Teâlâ’ya yapı­lan hamd teraziyi doldurur. Hamd teraziye en son yerleştirilecek şeydir ve onun konulmasıyla terazi dolar. Ayette denildiği gibi ‘Onların işle­rinin sonu âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ’ya hamd olsun demektir.’ Allah Teâlâ’ya hamd, işlerde sonun sahibidir, çünkü sevk eden odur. ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur’ ise işlerde önceliğin sahibiyken Subhanallah kolaylığın, Allah Teâlâu ekber bereketin sahibidir. Kalbe ait olan ise La havle vela kuv­vete illa billa (Allah Teâlâ’dan başka güç ve kuvvet sahibi yoktur) zikridir. (Bu ifade) kulun varlığını ve Rabbi ispat etmiştir. Her tespihe, hamde ve tekbire eşlik eden Allah Teâlâ ismi, tespihe, tehlile, hamde veya tekbire

gücünü veren isimdir. Çünkü o isim mutlak olarak kullanıldığı gibi bazen tamlamayla da sınırlanabilir ve Allah Teâlâ’nın dışındaki bir şahsı yü­celtmekle de gücünü izhar edebilir. Bu durumda ilah olmayan biri övülür, yüceltilir, tazim edilir, saygı gösterilir vs. Buna misal olarak kavminin Firavun hakkındaki davranışlarını verebiliriz. Benzeri zikirle­re karşı böyle bir zikrin üstünlüğü Allah Teâlâ ismi nedeniyle olabilir. ÇünküAllah Teâlâ olmayan bir şey sana görünüp ‘Ben Allah Teâlâ’m’ derse, ona ‘Sen Allah Teâlâ değil, O’nun sayesinde olan birisin’ dediğinde o şey -Allah Teâlâ değil­sehemen yok olur. Bu müşahedeye ulaşan sadece Kurtubalı bir adam görmüştüm. Mekke hareminde müezzindi ve adı Musa b. Muhammed el-Kıbab idi. Mekke’nin efendilerinden ve Faslı Ebu’l-Hasan b. Harazim’in talebelerindendi. Binaenaleyh sabit olmak ancak Allah Teâlâ ismi vasıtasıyla gerçekleşebilir. Öyle ki bu (ben Allah Teâlâ’m diyerek) görünen kişi Hakkın kelamıyla o sözü söylese ve keşif sahibi de ‘Sen Allah Teâlâ ile varsın’ dese, o şey (öncesinde bu zikri söylediği için) yok olmaz ve sabit kalabilir.

Bu zikrin neticelerinin bir kısmı bunlardır, Allah Teâlâ’ya hamd olsun!

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

DÖRT YÜZ ALTMIŞ YEDİNCİ BÖLÜM

Menzili 'el-hamdülillah (Allah Teâlâ’ya hamd olsun)' Demek Olan Kutbun Halinin Bilinmesi

Kayıtta ve mutlaklıkta el-hamdülillah Köklere dayalı dallara benzer

Kökler meyve versin diye yardım eder dallara Temiz nefesler taşıyanların duyuları böyle görür

Biz hakikatlerimizin izhar ettiği ferleriz (dal)

Zat, zatın; ahlak, ahlakın feri

Allah Teâlâ şöyle emreder: ‘De ki Allah Teâlâ’ya hamd olsun.’366 Bilmelisin ki hamd ve övgüler, senanın neticeleridir ve bu nedenle son olarak meydana gelirler. Ayette ‘Onların davalarının sonu âlemlerin rabbi Allah Teâlâ’ya hamd olsun demektir’ buyrulur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem el-hamdülillah (Allah Teâlâ’ya hamd olsun) hakkında ‘Bu ifade teraziyi doldurur’ buyurur. Yani teraziye son konulacak bu ifadedir, çünkü hamd işlerin sonucun­da meydana gelir. Sevinçli işlerde ‘Nimet veren ve ihsan eden Allah Teâlâ’ya hamd olsun’ denilirken sıkıntı anında ‘Her durumda Allah Teâlâ’ya hamd olsun’ denilir.

Hamd Allah Teâlâ’ya övgü demektir ve iki kısma ayrılır: Birincisi kendi­sine ait hususla Allah Teâlâ’yı övmektir. Bu yönüyle hamd, tespih, tekbir, tehlille O’nu övmektir. İkincisi O’ndan meydana gelen nimet nedeniyle kendisini övmektir. Bu yönüyle hamd Allah Teâlâ’nın cömertçe ihsan ettiği nimetlerine ve iyiliklerine şükretmektir. Nimetlerin sonları hamde aittir, çünkü hamdin kaynağı ancak Allah Teâlâ olabilir. Allah Teâlâ kulu övdüğü gibi aynı zamanda kul tarafından övülendir. Bu durum Hz. Peygam' ber’in ‘Sen kendini övdüğün gibisin’ hadisinde belirtilir. Bu hamd kulun kendisiyle Allah Teâlâ’yı övdüğü hamddir ve kendini öven olması itiba­rıyla hamd yine O’na döner. Öyleyse hamdın sonu ve akıbeti, her iki durumda da O’na döner.

Hamdin başka bir taksimi daha vardır: Hamd Allah Teâlâ’dan mutlak (sınırsız) ve lafızla mukayyet olarak meydana gelir. Halle sınırlanırsa, onda mudaklığın olması mümkün değildir, çünkü bu durumda hamde yönelten ve onu sınırlayan bir sebebin bulunması gerekir. ‘De ki hamd Allah Teâlâ’ya aittir’ ayetindeki emir gibi lafızla sınırlanmazsa, hamd sınır­lanmamış olur. Sınırlanmış hamde gelirsek, onun fiil sıfatıyla sınırlan­mış olması gerekir. Misal olarak ‘Gökleri ve yeri yaratan Allah Teâlâ’ya hamd

olsun367 veya ‘Kuluna kitap indiren Allah Teâlâ’ya hamd olsun368 veya ‘Göklerin yaratıcısı Allah Teâlâ’ya hamd olsun369 ayetlerini verebiliriz. Bazen tenzih nite­liğiyle sınırlanmış da olabilir. Misal olarak ‘Çocuk edinmemiş Allah Teâlâ’ya hamd olsun370 ayetini verebiliriz.

Bilmelisin ki hamd övgü yapana bir fazlalık kazandırdığı için, bu­radan hamdın her bakımdan şükür olduğunu öğrendik. Zikirler ara­sında artışı sağlayan her şey şükürdür ve böyle zikirler -Allah Teâlâ’ya bir övgü oldukları içinher bakımdan hamddir. Allah Teâlâ’nın sahip olduğu bir özelliğe göre O’nu öven adına meydana getirdiği artışa gelirsek, bu artış, Hakkın kendisi hakkındaki bilgiden hamd sahibine fazladan ver­mesidir. Bu durum ‘De ki Rabbim bilgimi arttır371 ayetinde belirtilir. Allah Teâlâ kendinden meydana gelen nimet nedeniyle övülürse, o da Allah Teâlâ’ya övgü nedeniyle nimete süreklilik sağlamak üzere bir artış meydana getirir. Her durumda hamd artışı sağlar. Bununla birlikte iki hamd arasında fark vardır. Fakat yaratıklardan meydana gelmesi bakımından hamd Allah Teâlâ’nın kendisine vermiş olduğu bir ikramdır. Bir ihsanı verenin daha fazlasını vereceği her ihsanda Allah Teâlâ’yı ancak kendisiyle onu övme­mizi bize öğrettiği şekilde överiz. Allah Teâlâ’ya hamd O’nun tarafından öğre­tilmeye bağlıdır. Bu konuda Allah Teâlâ ehli olanlar değil, fakat şekilci âlim­lerden bir grup bizden farklı düşünür. Çünkü Allah Teâlâ’ya yaklaşmak ama­cıyla hamdı telaffuz etmek ancak şeriat yönünden mümkün olabilir. Bu muhalif kişi insaf nuruyla aydınlanmış olsaydı, hiç kuşkusuz, doğrulu­ğun güzel olduğunu ve onun, onu söylemenin özü gereği doğru oldu­ğunu anlardı. Bununla birlikte bazı yerlerde kınanırken, onu söyleyen kişi günah kazanır. Bu nedenle doğruluk her yerde Allah Teâlâ’ya yaklaşmayı sağlamak üzere söylenemez. Bu kişi doğruluğun iyilik olduğunu bilebi­lir. Şu var ki Allah Teâlâ şöyle der: ‘Beni zikrediniz.’ Zikir ya örfte iyi bulu­nan özelliklerle yapılır -ki bunlar güzel ahlaktırveya onu sınırlar ve belirli bir zikir belirler. Fail olması bakımından Allah Teâlâ’ya sena ve övgü örfe bağlı bir sena ve övgüdür. İnsan, söz konusu sena âlemde azamet ve saygı bildiren bir övgü olup hakkında bir yasaklama olmadığı sürece onunla Hakkı över. Bazen fail olması bakımından olmaksızın, âlemde saygın bir ifade olmayan övgüyle Hakk övülür. Böyle bir övgüyle Hakk övüldüğünde yadırganır. Misal olarak ‘Her şeyi yaratan Allah Teâlâ’ya hamd

olsiın’ ifadesini verebiliriz. Değerli ve değersiz her şey bu ifadenin kapsamı altındadır. Örfte yüceltilene misal olarak ‘Gökleri yaratan Allah Teâlâ’ya hamd olsun372 ifadesini verebiliriz. Böyle bir övgüde örfte değersiz veya tabiat gereği kendisinden tiksinilen bir şeyin belirtilmesi uygun değildir. Bununla birlikte her şey bu hamdin kapsamındadır. Fakat onu belirtmek edebin gereğiyle bağdaşmaz. Aksine özünde doğru olsa bile, değersiz olan şeyleri belirtmek edepsizliğe veya akide bozukluğu­na nispet edilir. Bu türe bir misal vermeyeceğim, çünkü zaman içeri­sinde kitabımda böyle bir övgü tarzının okunmasından hayâ ederim. Bu nedenle genel övgü türüne veya âlemde değerli olan şeylerle Allah Teâlâ’yı övmeye misal versem bile o türe bir misal vermeyeceğim. Bununla birlikte âlemdeki her şey O’ndandır ve O’nun nimetidir. Örfte böyle değersizlikler bulunmasaydı, onu söylemezdim bile! Çünkü ben bana göre değersiz olan hiçbir şey görmedim. Çünkü ben her şeye varlıkta kendisini izhar edip ona iyilik verirken ortaya çıkan Hakkın inayet gözüyle bakarım. Bu nedenle bize göre varlıkta değersiz ve hakir bir şey yoktur. Sufıler de böyle müşahede etmiştir. Öyleyse her şey O’nun zahiri ve batım nimetidir. Zahiri nimetler görülenler iken batını nimet­ler bilinip görünmeyenlerdir. Zahiri nimedere tazim örfçe kabul edilen tazim iken zahirde değerli görülmeyen işler hakkmdaki batındaki tazim Allah Teâlâ ehlinin ve doğru düşünenlerin tazimidir. Çünkü zahiri ve batını diye ayırdığımız böyle bir şey, mutat olan (kevnî ayeüer) ve olmayan ayetlere benzer. Mutat ayeüer ancak akıl sahipleri için ayettir ve onlar ile mutat olmayan ayeüer arasında fark yoktur. Misal olarak feleklerin hareketleri, gece ve gündüzün ardışık olarak gelmesi, senenin mevsim­lerinde ortaya çıkan rızıkları, (insana hizmet etmek üzere ortaya çıkan) işleri ve durumları verebiliriz. Sadece selim akıl sahipleri onların ayet' ler olduklarının farkına varabilir. Mutat olmayan ayeder ise herkes için ayettir. Böylece nefisler Allah Teâlâ’yı mutat ayederle değil de mutat olmayan ayetlerle övmek üzere harekete geçer.

Binaenaleyh mutlak hamdi düstur edinmek, zakirin zikrini her­hangi bir nitelikle sınırlamadığı mutlak hamdi yerine getirmek demek­tir. Bununla birlikte onun üzerinde haller farklılaşsa bile o haller onun zikri yapmasının amilleri değildir. Onun zikrini (herhangi bir şeyle)

sınırlamadan yapmasını sağlayan bir ilk amil vardır. Öyleyse bu mutlaklıkta sınırlanma demektir. Bu düstur, hamdde bir haz nedeniyle sahibinin belirli bir halle sınırlanması durumu dışında, herhangi bir nitelikle veya herhangi bir isim veya şifada sınırlanan bütün hamdlerin neticelerini kazandırır. Düsturun sahibi belirli bir haz elde edince, zikirde kullandığı lafız mutlak-smırsız olsa bile, söz konusu haz onu sınırlar. Artık bu hamd onun için sadece hazzın kendisine verdiği Hakk göre bir netice meydana getirir, çünkü bu durumda o bir nitelik sahi­bidir. Başka bir ifadeyle o kişi niteliğine göre netice elde eder ve birinci hüküm onun adına ortadan kalkar. Ebu Yezid’i sorulmuş: ‘Nasıl sa­bahladın?’ Şöyle cevap vermiş: ‘Benim ne sabahım ne akşamım var! Sabah ve akşam nitelikle sınırlanan kimse için olabilir. Benim bir sıfa­tım kalmadı.’

Bu zikir sahibi Haktan kendisine gelen ve onu sınırlayan herhangi bir işle durmaz. O herhangi bir beraberliğe bağlı olmaksızın kendisine gelen varidle ve o varide göre bulunur. Onun kendisine gelen varid ile beraberliği, bulundukları her yerde Hakkın kullarla beraberliği gibidir. Çünkü Hakk bilir ki kulları üzerlerinde hüküm sahibi olan ve tasarruf eden isimleriyle beraberdirler. Başka bir ifadeyle Hakk kullarıyla değil gerçekte isimleriyle beraberdir. Fakat ayette bildirilen husus, bulun­dukları her yerde Hakkın kullarıyla beraber olduğudur. Aynı şekilde, varidler kul için onun istidadına göre -ki bunu ona zikri vermiştirbelirlenir ve ortaya çıkar. Zikri ise varidler karşısında bulunurken onun fiilinin bir parçasıdır. Bu durum daha önce de belirttiğimiz üzere Hakk ile beraber olmadaki durumun aynıdır.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Menzili 'Her Durumda Allah Teâlâ’ya Hamd Olsun (el­hamdülillah ala külli hal)' Olan Kutbun Menzilinin Bilinmesi

Her durumda hamd olsun Allah Teâlâ’ya Varlığın bütün halini içerendir hamd

Onu söyleyen söylememiş olmaz Nimete karşı Hamdi söylerse

Onu söylemeye kalksa bile Onu sınırlayarak söylemiş olur

Çünkü sana bir mertebeden nida eder Bundan önce bir müşahede makamından

Ki O’ndan başka yok demişti Şah damarı seni aldatmasın

Sen Rabsin, ben senin kulun Rab kulun varlığıyla sabit

Onun varlığı hakkında sakın deme Arz günü der ki, daha var mı?

Allah Teâlâ kendinden bir ruh ile sana ve bize yardım etsin, bilmelisin ki Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem sevinçli bir durumda şöyle derdi: ‘Nimet veren ihsan eden Allah Teâlâ’ya hamd olsun.’ Sıkıntı halinde ise şöyle derdi: ‘Her durum­da hamd Allah Teâlâ’yadır.’ Hadis, sahih hadis kitaplarında yer almıştır. Se­vinçteki şükrü el-Munim ve el-Mufaddıl ismiyle sınırlarken sıkıntıdaki hamdi belirli bir isimle sınırlamayarak, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in Hakkın öğrettiği edebi zikrettiğini anladık. Allah Teâlâ’nın isimlerinden birisi en-Nafi


iken başka bir ismi ed-Darr’dır (zarar veren). Hâlbuki Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem burada ed-Darr ismine değinmediği gibi bu durum onun kendi arzu­sundan kaynaklanmamış, kendisine gönderilen ilahi vahiy nedeniyle böyle yapmıştı. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Beni Rabbim terbiye etti, ne güzel terbiye etti’ derken doğru sözlüdür hiç kuşkusuz. Buradan böyle bir zikrin bu şekilde tavsif edilmiş adabm bir parçası olduğunu anladık. Allah Teâlâ bize Hz. İbrahim’in dinine uymayı vahyetmiştir. Hz. İbra­him’in Rabbi karşısında sergilediği edebin bir yönü ‘Ben hasta olunca, bana şifa verir373 demekti. Burada şifayı Allah Teâlâ’ya nispet ederken hastalığı nispet etmemiştir. Çünkü hastalık, içinde mümin hakkında bir iyilik barmdırsa bile, insanların âdetinde bir kötülüktür. Allah Teâlâ pey­gamberine Hz. İbrahim’in dürumunu bildirmiştir. Bu durum, bu ede­be göre davransın diye, Allah Teâlâ’nın edep öğretmesi demektir. Bu edebin neticesinde Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Kötülük sana ulaşamaz’ demiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bir yaratılmış olduğu için maddi ve manevi hazları hisset­tiği gibi maddi ve manevi acıları da hisseder, bu ikisinin arasındaki farkı bilir. Bilir ki mutluluk haz almaya eşlik ederken hüzün tabii ola­rak acıya eşlik eder. Bu nedenle sıkıntı anında her durumda Allah Teâlâ’ya hamd etmeye yönelmiştir. Âlemde haller, Hakkın kendinde bulunduğu şe’ne ilave durumlar değillerdir. Aksine Hakkın kendinde bulunduğu şe’n, varlıkta ortaya çıkan bütün hallerdir. Bu hallerin gayeye uygun ve tabiata yatkın olmasıyla gayeye aykırı ve tabiada uyumsuz haller olması durumu değiştirmez. Bununla birlikte (uyumsuzluk durumunda) iş kabul edenden kaynaklanır (mesela hastalık hali). Çünkü Zeyd’in zarar gördüğü bir işin Ömer’e haz verdiğini görmekteyiz. Buradan illetin kabilde olduğunu anladığımız gibi Haktan gelen işin kendisinde bö­lünme olmayan tek bir şey olduğunu anladık. Binaenaleyh Haktan gelen o tek iş bizde bölünür ve çoğalır.

Bu zikir bütün halleri kuşatır. Bu zikirle Allah Teâlâ’yı zikreden insan o zikrin ilk konuluş sebebini kesin bir şekilde öğrenirse -ki bu bir iddia­dır-, Allah Teâlâ’nın onunla ve bu tarzda kendisini zikredeni sınaması kaçınıl­mazdır. Çünkü iddialar Kadim’de ve yaratılmışta sınanma kapısını açar. Bununla Allah Teâlâ’yı zikreden insanın aklına ilk konuluş anlamı gel­mez ve -varlık ve teşri sebebini bilmeksizinşeriatta emredilmiş bir zikir olması bakımından Allah Teâlâ’yı zikreden kimseyi ise Allah Teâlâ (dilerse) sınar (dilerse) sınamaz. Zakir zikrini Allah Teâlâ hakkında hayırla ilgili bir zikir olmak itibarıyla sınırlar ve onun konuluş anlamını dikkate almaz veya her durumda Rabbine hamd ettiği gibi bir iddiayı dile getirme­den sadece Allah Teâlâ’nın her durumda övülen olduğunu bildirmesi nedeniy­le zikretmiş olduğunu söyleyebilir. Daha önce de söylediğimiz gibi her halin yaratıklar için kendisinden haz almaya veya acı duymaya dönük bir yönü vardır. Dolayısıyla her hal nedeniyle sevinçte ve üzüntü anın­da Allah Teâlâ’ya hamd edilir. Bakınız, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem sevinç halinde şöyle derdi: ‘Nimet veren ve ihsan eden Allah Teâlâ’ya hamd olsun.’ Allah Teâlâ’nın nimet ve ihsanının bir yönü de sıkıntıdaki insanın Allah Teâlâ’ya hamd etmesine imkân vermesidir. Bu hamd nedeniyle ona afiyet verir ve kendisiyle o sıkıntı arasına girer. Çünkü hamd etmesi bu ihsana karşılık bir şükür­dür. Bu da insana O’nu hamd etme işinde kullanmayı ilham etmesidir. Buna mukabil Allah Teâlâ onu şikâyet etmek ve öfkelenmekte kullanmamış­tır. Allah Teâlâ kendisine hamd etmeyi ilham etmekle onun batınına afiyet vermiştir. Sonra da sıkıntısını gidermekle de onun afiyetini artırmıştır.

Bu durum ,‘Her durumda Allah Teâlâ’ya hamd olsun’ ifadesine dercedilmiş olan ince bir anlamdır ve bu hamd sevinç anında Allah Teâlâ’ya hamd etmekle müsavi olmakla birlikte fazlası vardır. Sevinçteki hamd ‘Nimet veren ve ihsan eden Allah Teâlâ’ya hamd olsun’ ifadesidir. Bu da Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e verilmiş olan cevamiü’l-kelim’in bir tezahürüdür. Allah Teâlâ’yı bu hamd ile zikredenlerin halleri birbirinden farklıdır. Onunla Allah Teâlâ’ya hamd eden herkese zikri niyetine, bilgisine, zikir sebebine göre bir sonuç kazandırır. Allah Teâlâ bu zikri zakirlerin kalplerine peyderpey indir­diği gibi biz de bu konuyu ayrıntılı olarak açıklamış olduk. Sonuç itibarıyla bu hamd sevinç ve sıkıntı anındaki hamddir.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Menzili 'İşimi Allah Teâlâ’ya havale ediyorum' Olan Kutbun Hali

Varlık konuşan ve konuşulan

Tasdik eden, tasdik edilendir, düşününüz!                           .

Bir şey kendini yalanlar ve yalancı olur

Ve yalanlanır? Çoğalma yok aynı kişi

Bizim durumumuz hakkında dediğimiz şey neye döner

Basiret gözüyle düşününüz!

Ta ki gözlerinizle görün ve havale ediniz:

Varlık işini Allah Teâlâ’ya! Hayrete düşmeyin                         .

Allah Teâlâ peygamberine davetini reddeden kavmine şöyle deme­sini emretmiştir: ‘Size söylediklerimi hatırlayacaksınız Ben işimi Allah Teâlâ’ya havale ediyorum (üfevvizu).’*74 Bu kelime ‘fada’ (veya ‘faza’, dat ile) kelimesinden türetilmiştir ve taşmak demektir. Bir şey dolmadan taş­maz. Bu itibarla feyiz (taşma) bir yerin taşıyacağı miktara ilaveye işaret eder. Söz konusu mahal taşıyabileceği bir şeyi taşıyabilir ve bu onun miktarıdır. Taşıyabileceğinden fazla gelen, taşıma gücünün bulunma­dığı kısımdır ve o kısmı taşımayı Allah Teâlâ üstlenir. Her işte yaratılmışın bir nasibi olduğu gibi Allah Teâlâ’nın da bir nasibi vardır. Allah Teâlâ’nın nasibini işleri O’na havale etmek izhar eder. Bu itibarla bir iş tek bir şey olarak yaratılmışa iner ve yaratılmış vüsati ölçüşünce onu kabul eder. Fazla gelen kısımda yaratılmışlar ikiye ayrılır. Bir kısım fazlayı Allah Teâlâ’ya izafe ederek ‘İşimi Allah Teâlâ’ya havale ediyorum375 der. Bunlar (benim işim diye­rek) işi yine de kendilerine nispet ederler, çünkü iş kendisine geldiğin­de onun fazla geleceğini zannetmemiş, bütününü kabul edebileceğini


zannetmiş, ardından vüsati yetmeyince onu Rabbine havale etmiştir. Bir kısmı ise bu durumu bilmez ve kendisine gelenden elde ettiğini elde ettikten sonra fazla gelen kısım onun bilgisi olmaksızın Allah Teâlâ’ya döner. Öyleyse her durumda fazlalık O’na döner. Fazlalık onu bilip (kendi yetersizliğini) bilerek işini Allah Teâlâ’ya havale edende kalır ve bilgi nedeniyle O’na havale ettiği iş hakkında Allah Teâlâ katında bir tasarruf sahibi olur. Bir kısmı bunu bilmez. Bu nedenle Allah Teâlâ katında bir men­zil sahibi olmadığı gibi onlara teveccüh edecek bir Hakk da bulunmaz. Allah Teâlâ şöyle der: ‘De ki bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Sadece akıl sahipleri öğüt alır.’376

Bilmelisin ki Allah Teâlâ’nın emrini kabul eden kul, onu ilahi-özel bir isimle kabul eder. Söz konusu özel isim kendi hakikatini aşmaz ve kul emri o isim yönünden Allah Teâlâ vasıtasıyla kabul eder. Dolayısıyla kul (ilahi isim yönünden kabul ettiği) işi ve emri taşımaktan aciz veya yetersiz değildir, çünkü kul, her bir ilahi ismin eserinin zuhur ettiği bir yer ve mahaldir. Demek ki taşma -kuldan değililahi isimden kaynak­lanır. Kul ‘İşimi Allah Teâlâ’ya havale ediyorum’ diyerek belirli bir ismi zikretmeksizin kuşatıcı isme (Allah Teâlâ) işini havale etmiş, bu kuşatıcı isim­den de başka bir yaratılmışta (eseri zuhur eden) ve o işe uygun bir ilahi isim onu üsdenir. Bu itibarla Zeyd’in taşıyamayacağı ve karşısında aciz kaldığı bir işi mesela Ömer taşıyabilir. Bunun nedeni Zeyd’in o işi kendisinden kabul ettiği ilahi ismin hakikatinin ancak onun taşıyabile­ceği şeyi vermiş olmasıdır. Ömer’in aynı işi taşıyabilmesinin nedeni ise Zeyd’e göre daha geniş ve vüsat sahibi olmasıdır. Daha doğru bir ifa­deyle Ömer bu durumda Zeyd’den daha vüsatli değil, ihata bakımın­dan Zeyd’de bulunan ilahi isimden daha geniş başka bir ilahi ismin hükmünü yerine getirmiş olmasıdır. Bu yönüyle ilahi isimler genel .ve ihatalı olmak bakımından derece derecedir. El-Alim ismi de ihata eder, el-Alîm ismi de ihata eder. Fakat el-Alîm ismi el-Alim ismine göre daha kapsamlıdır. el-Habîr ismi başka isimlere göre daha kapsamlıdır. Aynı şey el-Alim karşısmda el-Mürid veya el-Mürid ismi karşısında elKadir ve el-Alim ismi karşısında el-Kadir için geçerlidir. el-Kadir’in kapsamı her iki isme göre daha azdır. Kul her zaman ilahi bir ismin hükmü altında bulunur. Bu durumda o ismin hakikatinin vereceği şeyi kabul eder ve fazla geleni (kuşatıcı isim) Allah Teâlâ’ya havale eder. Allah Teâlâ’nın ayetini O’ndan anlayanlar için, ‘işleri Allah Teâlâ’ya havale etmek’ bu anlama gelir. Çünkü Hakkın bize kendisiyle hitap ettiği dil işi böyle anlamayı gerektirir. Biz sözünü anlamak (kendisinden anlamak) için O’nun karşısında dururuz. Çünkü yaratılmışın Yaratan hakkında hüküm ver­mesi mümkün değildir. Mümkünlerin yokluk hallerindeki durumu müşahede eden ise farklı bir bilgiye sahiptir. Böyle bir insan yokluk hallerinde mümkünlerin onları bilene kendileri hakkında bilgi verdikle­rini görür. Burada (mümkünün Hakkın bilgisinde müessir olması anlamında) bir hüküm kokusu duyulabilir. Fakat mümkün olmaları bakımından muhtaçlık özelliği onlara galiptir (ve hüküm vermek ken­dilerine nispet edilemez). (Mümkün olmanın bir tezahürü olarak), akıl delilinden hareketle imkânı reddedenlerin bile hallerin pek çoğunda delilin onlara verdiği imkânın gerçekte olumsuzlanması bilgisinden habersiz ve gafil kaldıklarına şahit olursun. Bu gaflede birlikte bazı durumlarda imkânı benimsemişler, ona başvurmuş, dikkat çekmiş ve ondan söz etmişlerdir. Binaenaleyh kulda otorite sahibi olup delilinin iktiza ettiği neticeyi göz ardı etmesine yol açan bir halin bulunması gerekir. Bu hal, tabiat ve mizaçtan ibarettir. Bakınız! Büyük ölüm veya küçük ölümle kul berzaha göçtüğünde, küçük ölümde (uyku) uyanık­ken hayal ettiklerini nasıl görür! Onlar -uyanıkken inkâr edilemeyecek şekilde gördüğü duyulurlar gibiberzah âleminde mevcut bir şekilde karşısına çıkarlar. Demek ki insan aklının herhangi bir şekilde varlığını imkânsız saydığı bir şeyi, berzah âleminde mevcut olarak görür. Hiç kuşkusuz o gerçek bir şeydir ve duyu berzahta onu algılamıştır. Duyu için mekân değişmiş, bu nedenle hükümler de değişmiştir. Akim im­kânsız saydığı durum kendinde ve gerçekte de imkânsız olsaydı, o şey berzah mertebesinde varlıkla nitelenmezdi; hâlbuki berzahta duyu tarafından idrak edilmiş, hatta Allah Teâlâ ehli hakkal-yakîn bir şekilde onu idrak etmiştir. Öyle ki onlar, uyanıklıklarında da aynı durumu -fakat berzah âlemindeidrak ederler. Onların uyanıklıktaki halleri, uyuyanın haliyle veya ölüm esnasmda ölünün haliyle birdir.

Dikkade düşünürsen, aklî düşüncenin eksikliğini öğrenmeni sağla­yacak yola seni sevk ettik. Akli düşünce varlıkların mertebelerini ihata

edemeyeceği gibi varlığın keyfiyetini de bilemez. Çünkü aklın (imkân­sız saydığı bir şey) gerçekte de aklın hakkında hüküm verdiği gibi olsaydı, söz konusu şeyin herhangi bir mertebede var olması mümkün olmazdı; hâlbuki (söz gelişi berzah âleminde) ortaya çıkmıştır. Akıllı insan, her işte aklın deliline bağlanmaz. Aklın delili doğru olsaydı, bütün suretler (hakkındaki hükmü) doğru olurdu. Akıllı insan berzah­ta görüp nefsinde meydana gelen (öğrendiği) şeyin Allah Teâlâ olduğunu bilir. Binaenaleyh görülen ve bilinen Allah Teâlâ’dır ve tecellileri değişse bile görülenin O olması değişmez. Aynı şekilde dünyada O’nu bilenlerde de durum böyledir. Dünyada, berzahta veya büyük kıyamette herhangi bir şey onlara belirsiz gelmez; ulvi veya süfli bütün suretlerde O’nu müşahede ederler. Onlar bugün nasıl iseler, yarın da öyle olacaklardır. Ebu Yezid el-Bestami tefviz (işleri Allah Teâlâ’ya havale etme) makamının dışına çıkmıştı. Buradan onun el-Vasi’ isminin hükmü altında olduğu­nu anladık. Bu nedenle hiçbir şey kendisine fazla gelmemişti, çünkü ‘Beni mümin kulumun kalbi sığdırdı’ hadis-i kutsisine tam olarak mazhar olmuştu. Ebu Yezid’in kalbi Hakkı ve O’ndan gelen işleri sığdırabildiği için (herhangi bir işte ‘tefviz’, yani işi Allah Teâlâ’ya havale etmesi gerekmemişti. Onun kalbi bir umman, diğer kalpler nehirler gibiydi. Bu makamdayken Ebu Yezid el-Bestami şöyle demiş: ‘Arş’ yani Allah Teâlâ’nın dışındaki her şey ‘ve onun içerdikleri yüz bir kere’ -ki burada çokluğu hatta sonsuzluğu kastetmektedir‘arifin kalbinin bir köşesinde bulunsaydı, arif onları fark etmezdi bile.’ Yani Hakkı sığdıran kalp, o kadar geniştir ki bunu fark edemezdi. Bu nedenle arifin kalbinin Allah Teâlâ’nın rahmetinden bile geniş olduğunu söyledik. Çünkü Allah Teâlâ’nın rah­meti Allah Teâlâ’ya ulaşamayacağı gibi O’nu sığdıramazken kulun kalbi O’nu sığdırır.

Burada ima edeceğimiz ama tam olarak açıklamayacağımız bir sır ve incelik vardır: Allah Teâlâ kendini öfkelendiğine karşı gazaba gel­mek ve şiddede cezalandırmak özelliğiyle nitelendirmiştir. Cezalan­dırma, rahadatma ve gazabı giderme özelliği nedeniyle rahmet içerir. Bu ima açıklamak istenilen hususta yeterlidir, çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem (kıyametteki ilahi gazap hakkında) şöyle der: ‘Allah Teâlâ daha sonra bir daha öyle öfkelenmeyecektir.’ O halde intikam bir rahmet ve şifa demektir. İntikam rahmet olmasaydı, var olmazdı, hâlbuki var olmuş­tur. Fakat intikamın kimin için rahmet olduğunu da öğrenmen gere­kir. Buradan Ebu Yezid el-Bestami’nin diğer arifler karşısındaki mer­tebesi ortaya çıkar, çünkü o ve benzerleri, ancak hallerinden ve zevkle­rinden hareketle konuşurlar. Allah Teâlâ’nın bir ismi de daha önce ifade edil­diği üzere el-Vasi’dir. O’nun genişliği, gazabını kabul eder. Genişlik gazap karşısında yetersiz kalsaydı, var olmada istinat edeceği ilahi bir hakikati olmayacağı için gazap var olamazdı; hâlbuki var olmuştur. Gazap Allah Teâlâ’ya ancak O’nun şanına yakışır şekilde nispet edilebilir. Başka bir hususa dikkat çekersek, kalp Hakkı sığdırmıştır. Allah Teâlâ’nın bir özeliliği de gazaptır: Demek ki kalp gazabı da sığdırmış olmalıdır. Binaenaleyh (baktığı her yerde) sadece Allah Teâlâ’yı gören bir arifin öfke­lenmesi, razı olması ve eziyet vermekle (veya çekmekle) nitelenmesi yadırganacak bir durum değildir. Böyle olmasaydı, eziyet görmeyen kişi eziyet vermezdi. Gerçi ilahi mertebe hakkında eziyet görmek gibi bir söz söylenemez. Bununla birlikte Allah Teâlâ kendini es-Sabûr diye isim­lendirmiş, sabrın mahiyetini ve neye karşı olduğunu açıklamıştır. Bize göre Allah Teâlâ hakkında sabır, hilim (gücü varken bağışlamak) demek değildir. Çünkü naslarda Allah Teâlâ hakkında el-Halim ismi zikredildiği gibi es-Sabur ismi de zikredilmiştir. Naslardaki her ismin ötekinden farklı manası vardır. (İsimlerdeki değişiklik gibi) Hakkın tecellisinin suretleri değiştiği kadar arifler üzerinde de haller değişirler. Böyle olmasaydı âlemde hükümler farklılaşmazdı. Onlar kendilerini yaratan ve var eden Allah Teâlâ’dan ortaya çıkmışlardır. Demek ki bir (âlemde ortaya çıkan şeylerin karşılığı olan sabretmek gibi) bir sıfatın O’nunla var olması gerekir ki, o sıfatın Allah Teâlâ’dan meydana gelmesi mümkün olsun; yaratan ile yaratılan arasında böyle bir ilişki zorunludur.

Tefvizi belirttiğim şekilde bilmezsen, bazı açmazlara düşer, tefvizin mahiyetini doğru öğrenmen mümkün olmaz.

Burada açıkladığımız tefviz, yaratılmışın tefvizidir. Bunun yanı sı­ra bir de ilahi tefviz vardır. O, Allah Teâlâ’nın kendi hakkındaki emrini kuluna havale etmesidir. Allah Teâlâ kullarını yükümlü tutmuş, onlara emir vermiş ve yasaklar koymuştur. Bu durum Allah Teâlâ’nın emrini kullarına tefvizi demektir, çünkü teklif Hakk adına zorunlu bir şeyden taşmıştır. Allah Teâlâ’nın yükümlü olması söz konusu değildir. Bu emir Allah Teâlâ’dan taştığında, ancak yaratılmışa havale edilebilir. Allah Teâlâ bu emri kendilerine gönder­diğinde, onu yerine getirmelerini kullarından ister. Nitekim kul işini Allah Teâlâ’ya havale ettiğinde, Hakk da kulun işini yerine getirir. Bu emir üzerine kulların bir kısmı O’nun ahlakıyla ahlaklanır ve O’nun emrini ve yasaklarını kabul eder. Böyle bir insan korunmuş ve sakınılmış kim­sedir. Bir kısmı bazı vakit ve hallerde emri kabul ederken bazı vakit ve hallerde onu reddeder. Bunun yanı sıra Allah Teâlâ kendi hakkındaki düşün­celerde işi kullarına havale etmiştir. Bu nedenle O’nun hakkındaki görüşler farklılaşmıştır. Ardından Allah Teâlâ peygamberlerinin dilleriyle kendinde gerçeği kullarına açıklamıştır ki, peygamberin söyledikleriyle ters düşüp onun Allah Teâlâ hakkında söylediklerine aykırı sözler ileri süren­lere karşı delil ortaya çıksın! Allah Teâlâ hakkındaki görüşler birbiriyle çeli­şince, Allah Teâlâ her görüş sahibine görüşünün suretinde tecelli etmiştir. Bunun nedeni, Allah Teâlâ’nın kendi hakkındaki düşünceyi kullarına havale edip onlara akıl ve kendisiyle düşündükleri fikir gücü vermiş olmasıdır. Allah Teâlâ fikir gücünü bütünüyle kullanarak bir kanaate ulaşanlara -ister doğru ister yanlış olsunsevaptan pay ayırmıştır. Çünkü böyle bir insan ancak Allah Teâlâ hakkında şeriatın diliyle gelen sözleri (yorumlarken) hata yapmış, o sözleri tevile kalkarak düşüncesinin sevk ettiği bir yöne yönelmiştir. Ardından şeriat bu konuda kendisini destekleyen bir bilgi getirmiş, o da görüşünü bizatihi terk etmemiş, meşru bir emir veya akli bir delile dayanmıştır. O kişinin Hata etmesi veya doğruya ulaş­ması nazari gücünü kullanmış olmasıyla ilgili başka bir durumdur, çünkü onun içtihat ederek aradığı şey, doğruya ve doğru düşünmeye ulaştıracak bir delili bulmaktır ve bu delili ancak güçlü bir zanla bula­bilir.            '

O’nun teklifi tefviz

Biz ve O bu konuda bir

O’nu tespihimiz O’nun tespihi

O ise yaratıkların diliyle tespih eder

Herkesin bir nasibi var zikirden Herkesin nasibi niyeti kadar

Allah Teâlâ’nın ‘Sizi halife yaptığı şeylerden infak ediniz377 ayetinde geçen tefviz, bizim tefvizimiz demektir. Allah Teâlâ bizi kendisinde halife yaptığı işlerde O’nu vekil edinmemizi istemiştir. ‘Biz de gözleri parıldasın diye onu annesine gönderdik.’378 Âlem ilahi isimlerin -ki O’na ait isimlerdirhükmü altında olduğu için, O’nun tefVîzini ancak kendisi karşılayabilir, biz değil! Çünkü biz o tefvize ancak O’nun isimleriyle karşılık verebili­riz. Allah Teâlâ kullarına emrini ‘tefviz’ ederken el-Batın iken (kulun tefvizini) kabul etmesi itibarıyla ez-Zahir’dir. Bu hususta iş bizimle O’nun arasında gerçekleşir. Nitekim emir de gök ile -ki yüceler demek­tiryer -ki zelil olan demektirarasında iner.

İş böyledir, gizlemeyin Çünkü varlığı onu izah eder

Hakkın şahidi dile gelmiş O varlığında onun aynı

Bu, Hakkın tefvizini ancak O’nun ismi üstlenir derken kast etti­ğimiz budur. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘İş bütünüyle O’na döner.’379 Öyleyse Allah Teâlâ var olanların aynıdır, çünkü O varlık demektir. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’380

Bu konuda konuşmak sözü uzatır ve iç içe konulara değinmeyi ge­rektirir. Bir kısmı bir kısmında bulunurken bir kısmı açık bir kısmı gizlidir. ‘Allah Teâlâ kendinden başka ilah olmayandır, en güzel isimler O’na aittir.’381 Allah Teâlâ zalimlerin söylediklerinden münezzeh ve mütealdir!

Menzili 'Cinleri ve insanları bana ibadet etsinler diye yarattım' Ayeti Olan Kutbun Halinin Bilinmesi

Setli seven seni yarattığı gibi Sen de yaratılış sebebini yerine getir

Sen vermezsen, yaratılışın verir Orada şükredilen kimse olmaz

Dostum! Önce Hakkın hakkı yerine getirilir Vahiy böyle demiştir zira

O’nun arzusunu yerine getirirsen . O da seni arzuna ulaştırır

Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Rabbin kendinden başkasına ibadet et­memenize hükmetti.’382 Allah Teâlâ’nın hükmü geri çevrilemez. Buradan bu zikrin neticesinin bu ayetin hükmünü tereddütsüz bir şekilde müşahe­de etmek olduğunu anladık. Çünkü Hakk varlık demekken eşya varlığın suretleridir. Böylelikle (eşya ile Hakk) maddenin surede irtibadı olması gibi irtibatlı olmuştur. Kuran’ın kendisiyle indiği Arapçada ibadet, zillet demektir. İki varlığa bağlı bir şeyin ötekiyle irtibat olmaksızın onlardan birisinden meydana gelmesi mümkün değildir. Buradan şunu anladık: Birbiriyle irtibadı iki şey, üçüncü bir şeyi izhara dönük sevgi­leri nedeniyle irtibadıdır ve o da ikinci bir emrin talibidir. Bu durumda her birisinden talep mümkün olabilir. Mevcut olan bir şey talep edil­meyeceği gibi talep de ancak bir tür zelil olmayla gerçekleşir. Ayette ‘Bana dua edin ki size karşılık vereyim5,83 denilir. Allah Teâlâ kullarının dua etmesini talep etmiş, kullar ise O’ndan taleplerine karşılık vermesini istemiştir. Demek ki her ikisi de talep eden ve edilendir! Delil (zaman içinde var olan) hadislerin Allah Teâlâ’ta bulunamayacağını gösterir. Öyleyse


hiçbir talep kendi başına bağımsız değildir, çünkü hadisten meydana gelen talep de onun gibi hadistir. Hâlbuki böyle bir talebin Allah Teâlâ’ta bulunması imkânsızdır. O halde zaman içinde meydana gelen talebin kendisinde bulunmasını talep eden biri olmalıdır. Talep ‘Onu irade ettiğimizde...’384 ayetinde belirtilir, çünkü talep bir iradedir; seni kendisi için veya senin için talep etmesi durumu değiştirmez. Her durumda, var olan bir şeyin talebi söz konusu değildir ve bir şey talep edilirse, talep edildiği yönden bulunmaması gerekir. Bu itibarla varlık, iki asıldan meydana gelir: Birincisi iktidar -ki Hakkın cihetine bakan kısım­dır-, İkincisi ise mümkünün tarafına bakan kabuldür. İki asıldan birisi­nin yalnız başına varlık (kazanmada) veya yaratmada müstakil olması mümkün değildir. Varlığı kabul eden (mümkün), onu kendinden -ki kabul demektirve ona kudreti işleyen Haktan kabul etmiştir. Bununla birlikte mümkün kendisinin kendisini var ettiği söyleyemez, aksine Allah Teâlâ’nın onu var ettiğini söyler. Gerçek söylediğimiz gibidir. Mümkün insaflı olup yaratıcılık vasfını izafe ederken rabbini kendine tercih et­miş, Allah Teâlâ da bir karşılık olarak onu ilahi surette izhar etmiştir. Bu nedenle âlemden daha mükemmeli yoktur, çünkü Hakk’tan mükemmel bir şey yoktur. Varlık ise ancak hâdisin zuhuruyla kemale ermiştir.

Varlıkta iki taraf birbirine bağlıdır ve bağımsızlık yoktur dedik. Allah Teâlâ bu hususa ‘Namazı kendim ile kulum arasında ikiye böldüm, yarısı bana yarısı kuluma aittir’ ifadesiyle dikkat çekmiştir. Kulun halife kılınması ve halife olarak görevlendirildiği işte Hakkı vekil edinmesin­de de aynı taksim vardır. Böylece varlık müstakil olmuş, hâdis varlıkla kemale ermiştir. Allah Teâlâ kendisinin yanında başkasının zikredilme­sine karşı kıskanç (gayûr) olduğu için, yaratılmışların suretlerinde tecelli etmiş, onlar da Hakkı O’nun bildirmesiyle âlemin suretlerinde Hakkı tanımışlardır. Bu itibârla Allah Teâlâ yaratılmışların suretlerinde tecel­li ederek âlemlerden müstağni olduğunu göstermiştir. Allah Teâlâ mümküne şöyle der: Sizin zuhur etmeniz ve etmemeniz birdir. Bu söz üzerine mümkün bilfiil zelil olur ve Allah Teâlâ’nın kendisi için yaratmış olduğu sebep kendiliğinden ortaya çıkar. Böylece mümkünün kabulü ile Hakkın kudretinden meydana gelen dıştaki suretleri görmekle yaratılışı kabul istidadından kaynaklanan izzeti silinir. Hakk söz konusu suretlerle zu­hur etmiştir ve mümkünlerin kabul etmesine muhtaç değildir. Gerçek­leşen gerçekleşmiştir ve ‘Allah Teâlâ âlemlere müstağni değildir’385 ayetinin hükmü ortaya çıkmıştır.

Bu konuyu yazarken Allah Teâlâ’nın dilediği ilimleri kendisinde gördü­ğüm ilahi bir tecelli gerçekleşti. (Benim ördüğüme benzer şekilde) Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de hendekte karşılarına çıkan bir taşa balyozla vurmuş, bir şimşek çıkmış, bu şimşek ile birlikte Allah Teâlâ’nın ümmetine müyesser kıla­cağı fetihleri, Basra saraylarını da daneler gibi görmüştü. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in üç kez vurduğu taştan şimşekler çıkmış, bu şimşeklerden her biri kendisine belirli bir yönü göstermişti. Bu bölümü yazarken -Allah Teâlâ’ya hamd olsunnebevi bir miras olarak, bu tecelliyle birlikte ve tecellide şunu gördüm: Hakk mümkünlerin suretleriyle zuhur edip müstağnilik özelliğiyle nitelenmiş olsa bile, bu durum hadisin O’nun sebebiyle var oluşunda Hakkı bağımsız kılmaz. Var olabilmek için hadisin de Hak­kın tecellisini kabul etmesi gerekir! Bu tecellinin (barika: şimşek) bana verdiği bu bilgilerden daha önce söz etmiştik. Allah Teâlâ insanları kendine ibadet etmek amacıyla yarattığında, onlara kendi sıfatım giy­dirmiş -ki sıfat onlardan talepte bulünmasını sağlayan şeydirve onlar da bu sıfata göre Allah Teâlâ’ya ibadet etmişlerdir. Çünkü insanların Allah Teâlâ’ya bağımsız bir şekilde kendi nefislerine göre ibadet etmeleri mümkün değildir. Bu nedenle Allah Teâlâ onlara şöyle demelerini farz kılmıştır: ‘An­cak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz.’386 Bunun nedeni ibadette bağımsız ve müstakil olmamaktır. Bu nitelik onlarda Allah Teâlâ’ya ibadet etmek üzere yardım dileme duygusunu meydana getirmiştir. Nitekim yaratılırken (ol emrini) kabul etmeleri de ilahi iktidara yar­dımdı. Bu irtibat olmasaydı ibadet veya yaratma gerçekleşemezdi. O halde yaratma bir ibadettir ve o Allah Teâlâ’ya aittir. Bunun yanı sıra ibadet yaratma demektir ve yaratılmıştan talep edilen şeydir. Onlar kullar iken Allah Teâlâ mabuttur (ibadet edilen). Allah Teâlâ aynı zamanda Yaratan, onlar yaratılanlardır. Ayette geçen sebeplilik Lam’ı (li-ya’budûn, ibadet et­meleri için) her iki taraf için zorunluluk bildirir. Onun şeriattaki ismi hikmet ve sebeptir. Çünkü Allah Teâlâ Hakim, yani hikmet sahibidir. Bu nedenle her şeyde O’na ait açık bir hikmet vardır. Bu hikmeti keşif ve vecd ehli her şeyde bilirken kuralcı alimler özellikle şeriat yönünden öğrenilmiş yükümlülüklerde onu bilirler. Bu yönüyle yükümlülüklerin hikmeti ancak şeriat tarafından öğretilir. Misal olarak ‘Sizin için kısasta hayat vardır387 ayetini verebiliriz. Teklifte Hakk cihetinden bulunan illeti söylemeye gelirsek, bu illet belirsizdir. Fakat Allah Teâlâ indirdiği va­hiyde zikrettiği gerekçelerden (talîl) istinbat ederek (illeti tespit) yolu­nu onlara gösterir. Bu yönüyle illetin bir kısmı açık, bir kısmı gizlidir. Aynı zamanda Allah Teâlâ’nın eşyada batın ve gizli bir hikmeti vardır ki onu Allah Teâlâ’dan ve O’nun bildirdiklerinden başkası bilemez. Bu nedenle ayet­te ‘cinler ve insanlar’ demiştir. Bu itibarla cin gizli olan ve sadece O’ndan öğrenilen kısma işaret ederken insanlar (ins) ise görünen de­mektir. Binaenaleyh her nerede zuhur ederse orada kendiliğinden bili­nir. ‘İbadet etsinler diye...’ ‘İbadet etsinler’ ifadesi, yaratılışın sebebidir. Öyleyse ayette geçen Lam harfi, dine göre hikmet ve akla göre sebep­tir. İbadet yaratılmış için zatî bir durumdur ve bu hususta teklife muh­taç değildir. Maddenin surete muhtaç olması gibi Yaratan yaratılmışın ibadet ettiği her suretin aynı olmalıdır. Böyle olmasaydı, yaratılmışın ibadeti zatî bir durum olamazdı. Çünkü (ayetin yorumunda) örfe göre Allah Teâlâ’yı denilenle sınırlamış olsaydık, yaratılmış O’ndan başkasma iba­det edebilirdi. Çünkü âlemdeki şeylerin çoğunun sebeplere muhtaç olduğunu görürüz. Böyleyken nasıl olur da ‘Rabbin başkasına ibadet edilmemesine hükmetti'398 ve ‘Ey insanlar! Allah Teâlâ’nın nimetini zikrediniz389 denilebilirdi. Hâlbuki Allah Teâlâ herhangi bir yaratılmışın kendisinden başkasına muhtaç olduğunu zikretmediği gibi O’ndan başkasına ibadet edileceği şeklinde bir hüküm de beyan etmemiştir. Binaenaleyh Allah Teâlâ’nın her şeyin, başka bir ifadeyle, kendisine muhtaç olunan ve ibadet edilen her şeyin aynı olmalıdır. Aynı zamanda O bütün ibadet edenle­rin de aynıdır. Bu durum ‘Ben onun duyması (ve diğer güçleri) olu­rum’ hadis-i kutsisinde belirtilir. Allah Teâlâ kulunu yükümlü tutup kendini bildirdiğinde böyle demiştir. Kul Allah Teâlâ’nın kelamını ancak O’nun kulağiyla duyabilir. Aynı şey insanın kendileriyle Allah Teâlâ’ya ibadet ettiği bü­tün güçleri için geçerlidir. Dolayısıyla ibadet edende ve edilende ancak Allah Teâlâ’nın hüviyeti ortaya çıkabilir. O’nun hikmeti, sebebi ve illeti ken­dinden başka bir şey olmadığı gibi malulü (nedenlisi) ve sonucu da kendisidir. Çünkü ancak O’na ibadet edilmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Rabbini övdüğü bir hutbesinde şöyle der: ‘Biz O’nunlayız ve O’na aidiz.’ Hitap etmiş ve duymuştur. Bu durum -emrin kendisi olduğu içinkaçınılmazdır. Bununla birlikte insanlar arasındaki derecelenme, bir kısmının müşahede ettiğinden bir kısmının mahrum kalması şeklinde ortaya çıkar. Bilgili insan başkasından o kişinin kendisi hakkında bil­mediği üzerinde bulunduğu durumu bilir ve bu bilgiyle derecelenme ortaya çıkar. Bu açıklığa rağmen, ilahi isimlerdeki derecelenmenin deliliyle, yaratılmış Hakkın onun hüviyeti olmasının dışına çıkmaz. İlahi isimler sıfatlardır ve onlar Allah Teâlâ’dan başka bir şey değillerdir. Yaratılmış O’nunla bilindiği gibi Hakk da sıfadarla bilinebilir.

Allah Teâlâ’nın âlemden müstağni olmasına gelirsek, bu, Allah Teâlâ’nın âlemin aynı olmadığını zannedip delil ile medlulü ayıran için geçerlidir. Böyle bir insan nazarî güce hakkını vermemiştir. Bir şeye delil o şeyin kendisi olduğunda, delil kendisine zıt değildir. Hakkında söyle­nen ibareler değişse bile, O tektir. Binaenaleyh O, bilen, bilinen ve bilgidir. O, delil, delili kullanan ve medlûldür. Bilgiyle bilgiyi bilir ve bu durumda bilgi bilginin malumu haline gelir. Öyleyse bilgi, bilgi ve bilinendir. Bilgi, bilen için zati bir durumdur. Bu durum kelamcının söylemiş olduğu cümlenin sadece ‘O'ndan başka değildir’ ifadesinin aynıdır. Kelamcının bunun ardından söylemiş olduğu ‘O'nun kendisi değildir (ne de O’dur)’ ifadesi ise birinci ifadenin hüviyete zait ve ma­kul bir anlam olduğu dikkate alınarak söylenmiştir. Bu durumda ken­disiyle nitelemiş olduğu bir bilgi olmaksızın Hakk kendisi olarak kalır. Bu nedenle kelamcı şöyle demiştir: ‘O'ndan başkası değildir.’ Bu iki çelişik ifade nedeniyle kelamcı hayrete düşmüş, kendi anlayışını ifade etmek üzere şöyle demiştir: ‘Hakkın sıfatı ne O’dur ne O’ndan başka­dır!’ Biz böyle bir söz söylediğimizde, onu kelamcıların söylediği an­lamda söylemeyiz. Çünkü kelamcının fazlalığı (zaid) aklına getirmesi kaçınılmaz iken biz fazlalığın bulunduğuna kani değiliz. Binaenaleyh kelamcı bu ifadesiyle ‘Allah Teâlâ fakirdir’ diyenlerden sadece daha güzel bir ifade kullanmış olmakla farklılaşmıştır. Cahillerden olmaktan Allah Teâlâ’ya sığınırız.

Bu da bu düsturun neticelerindendir. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar