OTUZUNCU SİFİR 1.Bölüm
Rahman ve Rahim Allah
Teâlâ’nın Adıyla
ALTINCI FASIL
Kutupların
Düsturları ve Muhammedi Makamları
DÖRT
YÜZ ALTMIŞ İKİNCİ BÖLÜM
Muhammedi Kutuplar ve Onların
Menzilleri
Yesribî kim; niteliğin
zabtedemediği kişi Bir makam ve hal sınırlamaz onu
Hürdür o, her
şeyden azade İçimizden kimse beyan edemez onu
Onun niteliği olduğunu ileri süren Varlığı ortaya çıktığında onu
bilmeyen kişidir
Anladık ki onu bilmemiz sadece bir
işaret Hakkındaki bilgimiz ve cehaletimiz de denk
Allah Teâlâ
meleklerin ve Mele-i a’la’nın şöyle dediklerini bildirir: ‘Her birimizin belli bir makamı vardır.’256 Başka bir ayette ‘Ey Yesrib ehli!
Sizin makamınız yoktur’257 denilir. Bu yönüyle ayet ‘O’nun
benzeri bir şey yoktur’258 ayetine
benzer. Yani bu ayet öteki ayete benzer.
Kutuplar konusunun dayanağı Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Hepiniz çobansınız’ hadisidir. İnsan organları
ve güçleri üzerinde bile bir çobandır. İnsanın güçleri taşradakiler ve
şehirdekiler (bâdiye ve hadire) olmak üzere ikiye taksim edilir: Taşradakiler
zahirî güçler, şehirdekiler bâtını güçlerdir.
Bilmelisin ki âlemde çok ve çeşitli
işler vardır. Her bir şey, üzerinde belirli bir işin döndüğü bir varlıktır ve
söz konusu varlık üzerinde dönmekte olan işin kutbu diye isimlendirilir. Her
şey bir ruh ve suretten bileşik olduğu gibi her kutbun da ruhu ve sureti
olmalıdır. Onun ruhu üzerinde kutbu olduğu işin ruhu dönerken sureti üzerinde
kutbu olduğu işin sureti döner. Kutbun birinci yönü -ki ruhturgüney diye
isimlendirilirken diğeri -suretkuzey denen kısımdır. Bu itibarla âlem-: deki
sınıflardan birisi insanlardır. Onlar, birincil değil, ikincil amaçla (dolaylı)
âlemin varlığındaki maksattır. Birinci maksat, âlemin Allah Teâlâ’ya ibadet
etmek üzere meydana gelmiş olmasıdır. Burada ibadet derken varlığın kemale
(ermesi) için meydana gelen ‘marifet ibadetini’ (Hakkı bilerek ibadet etmek)
kastediyorum. Alemdeki sınıfların her birinin içinde -kâmil değiltam olanlar
bulunur. Bu yönüyle âlem ancak kâmil insanın varlığıyla kemale erer. Kâmilin
dışındaki insanlar ise tanım itibarıyla hayvan-ı nâtık (düşünen canlı) diye
isimlendirilen hayvan insanlardır. Kutuplar, kâmillerdendir.
Allah Teâlâ cisimsel ve cismani âlemi
iki mertebeye yerleştirmiştir: Bir kısmı dünya diye isimlendirilen menzilken
diğerine âhiret denilir. Her ikisinin sakinlerini insanlar ve cinler yapmıştır.
Onlarda muteber olanlar insanlar iken insanlar arasında muteber olanlar
kâmillerdir. Onlar zikirleri ‘Allah Teâlâ’ (ismi) olan kimselerdir; bu zikre
bir şey eklemezler. Allah Teâlâ zikri onların hem içlerinden hem halverierinde
dille yaptı İdari zikirdir. Genel nezdinde onların zikirleri ise ‘La-ilahe illAllah
Teâlâ (kelime-i tevhid, Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur)’ zikridir. Ardından
sınırlı veya mutlak olmak üzere, ‘Subhanallah, Elhamdülillah’ gibi çeşidi
zikirleri vardır. Aynı şekilde ‘Allah Teâlâu ekber, la-havle ve la-kuvvete illa
billâh’ gibi zikirleri vardır. Âlemin varlık sebebi (maksat) olan bu sınıf ile
önce dünya hayatı mamur olur. Allah Teâlâ dünyanın sakinleri adına kendisine
ulaşacakları ve ‘ecel’ denilen süreler belirlemiştir. Müddetleri tamamlandığında,
âhiret diyarına göçerler. Göç iki türdür: Bir kısmı dünya hayatından ayrılmak
demek olan ölümle intikal eder ve öldükten sonra âhiret hayatıyla yaşarlar. Bir
kısmı, ölmeden, dünya hayatındayken intikal eder. Bu kısım özellikle Allah
Teâlâ yolunda öldürülen şehitler ile hakkında ‘ölüden daha üstün’ denilenlerdir;
bununla birlikte ölülerin bir kısmından üstündür. Allah Teâlâ dünya hayatında
insan türünde pek çok ümmetler yaratmış, her birine yaratılış gayelerini
açıklamak üzere peygamberler göndermiş, peygamberler Hakkın yapmalarını
istediği görevleri insanlara öğretmiş, bu görevleri yerine getirdiklerinde
âhiret hayatında Allah Teâlâ katında elde edecekleri iyilikleri veya
yapmadıklarında dünyada -ki bu ceza yöneticilerinin suçlarını öğrenmelerine
bağlıdırve âhirette görecelderi cezayı onlara öğretmişlerdir. Sonra Allah Teâlâ
insanların arasına bir derecelenme yerleştirmiştir: Bir kısmı üstün, bir kısmı
ümmetin en üstünüdür ki, bu kısım, peygamberlerdir.
Ümmetler, ümmeti insanlar için
çıkartılmış en hayırlı ümmet olan Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in
ümmetiyle sona ermiştir. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in gelişiyle
birlikte peygamberlik sona erdiği gibi şeriatıyla da bütün şeriatlar sona
ermiştir. Artık şeriat getirecek bir peygamber olmadığı gibi onun şeriatından
sonra Allah Teâlâ katından indirilecek bir şeriat da yoktur. Bunun istisnası,
onun şeriatının onaylamış olduğu üzere, ümmetinin âlimlerinin Kitap’tan ve
Sünnet’ten hüküm çıkartmakla sınırlı içtihatlarıdır; ‘sünnet’ derken
peygamberin hadislerini kastediyorum, yoksa kıyas yoluyla elde edilen içtihadı
kastetmiyorum. Kıyas derken -aslın asla kıyasını değilferin fere kıyasını kast
ediyorum. Çünkü ferin asla kıyası içtihatla sabit olup istinbat yoluyla elde
edilmiş bir hükümdür. Fakihler icmayı üçüncü asıl (kaynak) saydıkları gibi bu
anlamıyla kıyası dördüncü kaynak sayarlar. Burada icma, birinci neslin
icmaldir. Fakihlere göre birinci nesil bir konuda görüş birliğine varmışsa, o
konuda bildikleri bir nassa başvurmuş olmaları gerekir. Söz konusu nas bize
ulaşmamış olsa bile, onun varlığı hakkında kesin delile sahibizdir.
Çünkü birinci neslin hakkında nas
bulunmayan bir konuda görüş birliğine varması mümkün değildir; yoksa
düşünceleri ve yaratılışları birbirinden farklı olacağı için görüş ayrılığı
kaçınılmaz iken belirli bir konuda görüş birliği gerçekleşmiştir. Bu durum,
bize göre birinci neslin peygamberden gelen bir nassa sahip olduğuna dair
(tereddüdümüzü ortadan kaldıracak) kesin delildir. Birinci neslin icmaından
sonra icmamn hükmü yoktur. Durum burada söylediğimiz gibi olunca, biz de
Muhammedi kutupları zikretmekle meşgul olduk. Çünkü Hz. Muhammed sallallâhü
aleyhi ve sellem kıyamet günü insanların efendisi olduğu gibi o ve ümmeti son
gelen ve (maksat olmak bakamından) ilk olanlardır. Bu nedenle peygamberlerden Hz.
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’i, ümmetlerden de onun ümmetini dikkate
aldık.
Bilmelisin ki Muhammedi kutuplar iki
türdür. Bir kısmı onun peygamber olarak gönderilişinden sonra gelen kutuplarken
bir kısmı peygamber olarak gönderilmesinden önceki kutuplardır. Hz. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellem’in peygamber olarak gönderilmesinden önceki
kutuplar, peygamberlerdir (resul) ve sayıları üç yüz on üçtür. Peygamber
olarak gönderilişinden sonra gelip kıyamete kadar varlıkları sürecek kutuplar
ise on iki kutup ile onların dışında kalan iki Hatem’dir. Hatem kitabın son
bölümünde zikredileceği üzere fertlerdendir (efrad). Bu bölümden sonra on iki
kutup hakkında -Allah Teâlâ izin verirseyeterli ölçüde açıklama gelecektir.
Peygamber olan Muhammedi kutupların
menzillerine gelirsek, onların menzilleri hakkında konuşmamıza yol yoktur.
Çünkü bizim bilgilerimiz zevk kaynaklı bilgilerdir. Hâlbuki peygamberlerin
makamları hakkında zevkimiz yoktur. Bizim zevk (kaynaklı bilgimiz) bilhassa
varisler hakkındadır. Dolayısıyla peygamberler hakkında ancak resul olan
konuşabileceği gibi nebiler hakkında nebi veya resuller konuşabilir. Varisler
hakkında ise resul, nebi ve veli veya onlardan birisi konuşabilir. Hakkın
öğrettiği ilahi edep budur. Binaenaleyh peygamberlerin mertebeleri ancak Genel
Hatem’den öğrenilebilir. O, Allah Teâlâ’nın ahir zamanda genel veliliği
(velayet-i âmme) kendisiyle bitireceği (mühür) Allah Teâlâ’nın ruhu Meryem oğlu
İsa’dır. Bu husus sorulduğunda, Hz. İsa onlardan ve derecelerinden bilgi
verebilir, çünkü kendisi de onlardandır. Bizim ise bu konuda konuşma imkânımız
yoktur. Biz sadece nebilerin ve peygamberlerin varisleri olan ümmetin kutuplan
hakkında konuşabiliriz. Bunun yanı sıra geçmiş ümmetlerin hepsinden hayırlı
olmakla nitelenmiş -ki hem müminleri hem kâfirleri için geçerlidir bu
üstünlüksonradan gelen Muhammed ümmetinin kutupları hakkında konuşabiliriz. Bu
itibarla Muhammed ümmetinin kâfirleri diğer ümmederin kâfirlerinden daha kötü
olduğu gibi müminleri de diğer ümmederin müminlerinden daha hayırlıdır. O halde
Muhammed ümmeti (her iki yönden de) öncelik sahibidir. Nitekim Kureyş
kabilesiyle ilgili bir ifadede onlarm iyilik ve kötülükte bütün kabileleri
geçtiği söylenir. Bu nedenle Allah Teâlâ imameti onlara vermiştir. Adil de
olsalar zalim de olsalar, imamlık onların hakkıdır. Adil olmaları, hem
yönettikleri insanların hem kendi lehlerinedir; zalim olmaları,
yönettiklerinin lehineyken kendi aleyhlerinedir. Yani Allah Teâlâ’nın ve
yönettikleri insanların Hakkın hususundaki ihmalleri onların aleyhinedir. Seçilmiş
bu Muhammed ümmetinin kutupları ise önceki ümmetlerin kutuplarından üstündür.
Burada peygamberlerin izlerini takip eden ve onlara varis olan kutupları
kastediyorum.
Sonra konumuza dönüp şöyle deriz:
Muhammed ümmetinin kutupları kısım kısımdır. Burada her asırda bir tane
bulunan kutuplardan söz etmiyorum, her asırda bir tane olan kutbu bunun
ardından gelecek on iki kutup bölümünde zikredeceğiz. Şimdi Muhammedi kutupları
zikrediyoruz. Onlar, belirli bir bölge veya yerde insan topluluğunun işlerinin etraflarında
döndüğü kimselerdir. Misal olarak yedi bölgedeki bedelleri verebiliriz. Her
bölgenin bir bedeli vardır ve o söz konusu bölgenin kutbudur. Başka bir misal
olarak evtad-ı erbaa’yı (dört direk) verebiliriz. Onların dört yönü vardır ve Allah
Teâlâ onların vasıtasıyla doğuyu, batıyı, güneyi ve kuzeyi korur; her yönün
bir direği vardır. Başka bir misal karyelerin kutuplarıdır. Her yerde Allah
Teâlâ’nın velilerinden bir kutbun bulunması gerekir. Allah Teâlâ onun
vasıtasıyla bulunduğu bölgeyi korur; bölgenin kâfir veya mümin olması durumu
değiştirmez. Binaenaleyh o veli bölgenin kutbudur.
Makam sahipleri de öyledir. Bu
yönüyle zahitlerin bir kutbu vardır ve zühtte kendi devrindeki insanların
işleri onun etrafında döner. Aynı şey tevekkül, muhabbet gibi diğer makam ve
haller için gereklidir. Her sınıf içinde o sınıftan bir kutup bulunmalıdır ve
makam o kutbun etrafında döner. Allah Teâlâ bana tevekkül sahiplerinin kutbunu
tanıtmış, tevekkülün onun etrafında döndüğünü görmüştüm. Sanki o kutbu üzerinde
dönen bir değirmene benziyordu. Tevekkül sahiplerinin kutbu, Endülüs’e ait
Mevrûr şehrinden Ustad Abdullah b. elMevrurî idi. Zamanında tevekkülün kutbu
oydu. Çok şükür, Allah Teâlâ onu bana gösterdi ve tanıttı, onunla arkadaş
oldum. Onunla bir araya geldiğimde, daha önce Allah Teâlâ bana onu göstermiş
olduğu için kendisini tanıdım. Bunun üzerine tebessümle Allah Teâlâ’ya
şükretti. Zamanın kutbuyla da 593’te Fas’ta bir araya geldim. Allah Teâlâ bir
vakıada onu bana göstermiş, ben de kendisini tanımıştım. Bir gün Fas’ta Bestan
b. Hayyun ile bir araya geldik. O da cemaatin içindeydi. Becaye’den gelen bir
eli çolak yolcuydu ve cemaatin dikkatini çekmeyen biriydi. Mecliste bizimle
birlikte Allah Teâlâ ehli olan şeyhler bulunuyordu ve birisi de Ebu’l Abbas el-Hassar
olmak üzere hepsi Allah Teâlâ yolunda muteber insanlardı. Cemaat sohbete
başladığında hepsi bize karşı saygılı davranıyordu. Meclis bizim için
toplanmiştı ve orada benden başka kimse tasavvuf ilmi üzerinde konuşmuyordu.
Aralarında konuşsalar bile, konuyu bana havale ediyorlardı. Söz kutuplar
bahsine geldi ve Kutub da cemaatteydi. Ben onlara şöyle dedim: ‘Kardeşlerim!
Ben size zamanınızın kutbu hakkında bir sır söyleyeceğim.’ Bunun üzerine Allah
Teâlâ’nın uykumda bana zamanın kutbu olarak göstermiş olduğu o adam bana döndü.
Sohbet esnasında sıkça bana dönüyor ve bana karşı muhabbet izhar ediyordu. Bana
dönüp şöyle dedi: ‘Allah Teâlâ’nın sana bildirmiş olduğu sırrı bize anlat,
fakat vakıada-sana belirttiği şahsın adını verme!’ Sonra tebessümle şöyle dedi:
‘Allah Teâlâ’ya hamd olsun.’ Ben de Allah Teâlâ’nın bana Kutub’un durumu
hakkında verdiği bilgileri anlatmaya koyuldum. Dinleyenler şaşırmıştı. Fakat
adamın adını vermedim ve onu tarif etmedim, ikindiye kadar değerli
kardeşlerimle çok hoş bir vakit geçirdik. Adama vakıada bana gösterilen
kimsenin kendisi olduğunu söylemedim. Cemaat dağıldığında, Kutup yanıma geldi
ve şöyle dedi: ‘Allah Teâlâ hayrını versin!
Allah Teâlâ’nın sana tanıttığı şahsın
adını vermemekle ne iyi ettin! Allah Teâlâ’nın selamı, rahmeti senin üzerinde
olsun!’ Meğerse benimle vedalaşmak üzere selam vermişti ve benim bu konuda bir
bilgim olmamışa. O şehirde bir daha kendisini hiç görmedim.
Muhammedi kutuplar Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’e mahsus hükümlerde ve hallerde Hz. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellem’e varis olanlardır. Bu haller, daha önceki bir
şeraitte bulunmadığı gibi Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den önceki bir
peygamberde de bulunmamıştır. Bu hal ve hükümler, önceki bir şeriatta
bulunsalar bile onların kaynağı Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
şeriatı olduğu gibi önceki bir peygamberde bulunsalar yine Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemde bulunmuş olurlar. Böyle bir insan bu durumda söz
konusu özel peygamberin varisidir, fakat Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve
sellem üzerinden varistir. Bu kişi, bu ümmet içerisinde bulunsa bile, o
peygambere nispet edilebilir ve (varis olduğu hal ve hüküm) Hz. Musa’dan ise
Musevî, Hz. İsa’dan işe İsevî veya Hz. İbrahim’den ise İbrahimî veya hangi
resul veya nebiden ise ona izafe edilerek isimlendirilir. Hz. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellem’e ise sadece kendisine mahsus hususlarda varis
olanlar nispet edilebilir. Bu tahsiste (İsevî, Musevî gibi) farklılaşmayı
sağlayan bir makamla sınırlanmamaktan daha genel bir durum yoktur. Muhammedi
ancak belirli bir makamının olmamasıyla farklılaşır. Başka bir ifadeyle onun
makamı ‘la-makam’, makamın olmamasıdır. Bunun anlamı ifade edeceğimiz husustur,
şöyle ki: İnsana hali baskın gelir ve sadece kendisine baskın gelen hali
bilir. Bu durumda o Hakk nispet edilir ve o halle ortaya çıkar. Muhammedi’nin
ise bütün makamlarla ilişkisi ilahi isimlerin Allah Teâlâ ile ilişkisiyle
birdir ve dolayısıyla ona nispet edilecek bir makamda bulunmaz. Muhammedi her
nefeste, her zamanda ve halde o nefes, zaman ve halin gerektirmiş olduğu surede
bulunur ve bu nedenle onun sınırlılığı sürekli değildir. Çünkü ilahi hükümler
her zamanda farklılaşır ve hükümlerin farklılığı nedeniyle kişi de farklılaşır.
Allah Teâlâ ‘O her gün bir iştedir'259 buyurur. Muhammedi de öyledir. Bu
değişim ‘Bu hususta kalbi (değişebilir olan)
olan kimse için öğüt vardır'260 ayetinde belirtilir, hâlbuki ayette
sınırlamak demek olan akıl dememiştir. Kalp her nefeste hallerde ve işlerde
başkalaştığı için kalp diye isimlendirilmiştir.
Allah Teâlâ’nın kullarının bir kısmı,
her nefes kendisinde başkalaşan şeyi bilirken bir kısmı ondan habersizidir.
Muhammedi kutup veya da fert, her nefes bilgisiyle başkalaşan insandır. Nitekim
her bir yaratılmış her nefes hal itibarıyla başkalaşır ve değişir. Binaenaleyh
bu adam (kutup veya fert), kendisinde başkalaşan şeyi veya kendinde
başkalaştığı durumu bilmekle farklılaşır, yoksa başkalaşmakla farklılaşmaz.
Çünkü başkalaşma bütün âleme yayılan ve her insanda gerçekleşen bir durumdur.
İnsanların çoğu bu hususu tam ve kesin olarak bilmeseler bile genel olarak
bilirler. İnsanların dereceleri, kendisinde başkalaştıkları şeyi veya
üzerlerinde başkalaştıkları durumu bilmeleriyle değişir.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’261
Bu bölümün izahı uzun sürse bile,
söylediğimiz ve ima ettiğimiz hususlarla yetinmeyi uygun gördük. Şimdi
kutupların makamlarını izhar edecek şekilde onların düsturlarından söz
edeceğiz. Başarıya erdiren Allah Teâlâ’dır!
DÖRT
YÜZ ALTMIŞ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Kendi Zamanlarında Âlemin
Üzerlerinde Döndüğü On İki Kutbun Bilinmesi
Sayıda isimlerin
sonu ,
Bileşik sayılarla
birlikte on iki
O sayıyla nitelenendir O bir ile nitelenen
Onlar vasıtasıyla varlık korunur Varlıktaki sayı korunur
Varlıklarının hükümleri ortaya çıkmış
Direksiz ayakta duran yerde
Rükünlerde hükümleri tamamlandı
Onlardan babada ve oğulda
Allah Teâlâ Peygamberine şöyle hitap
eder: ‘De ki O Allah Teâlâ tektir.’262 Allah Teâlâ kendisini tanıtıp şöyle
demiştir: ‘En güzel isimler Allah Teâlâ’ya
aittir. O isimlerle Allah Teâlâ’ya dua edin. İsimleri hususunda ilhada
gidenleri bırakınız’263 Bunun
anlamı, isimlerinden sapanlar demektir. Daha doğru bir ifadeyle Allah
Teâlâ’nın isimleriyle kastettiği anlamdan başka bir anlama saparlar. ‘Yaptıklarına
karşılık onlara ceza verilecektir.’264 Yani bu konuda karşılıkları
verecektir. Herkes vahiy hakkındaki yönelimine göre cezalandırılır. Allah Teâlâ
şöyle der: ‘Sana Rabbinden vahyedilene uy!’265 Allah Teâlâ şöyle demektedir: Onlar
meyletti ve saptı diye sen meyletme! Ben seni başkasına uyasın diye değil,
uyulasın diye yarattım. Bu nedenle nebilerden söz ederken Allah Teâlâ Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’e şöyle der: ‘Sen
onların hidayetlerine uy!’266 Yani onların kendilerine uyma!
Onların hidayederi, Allah Teâlâ’nın şeriatından başka bir şey değildir. Allah
Teâlâ ‘Size dinde Nuh’a vasiyet ettiği şeyi şeriat
yaptı’267
buyurur. Burada başka peygamberleri de zikretmiştir. Binaenaleyh bizim için
Şâri, onlara da şeriat gönderen Allah Teâlâ’dır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem şeriatını adı geçen peygamberlerden almış olsaydı, tâbi (uyan)
sayılırdı. Bunu anlamalısın!
MUHAMMED ÜMMETİNİN KUTUPLARININ SAYISI ON İKİDİR
Bu ümmetin kutuplan, on iki tanedir
ve cisimsel ve cismani âlem dünya ve âhirette on iki burç üzerinde döndüğü gibi ümmetin işleri onların üzerinde
döner. Allah Teâlâ iki diyarda oluş ve bozuluştan -ki âdete göre veya âdeti
aşarak gerçekleşebilirmeydana gelecek şeylerle onları görevlendirmiştir.
Fertlerin sayısı ise çoktur. İki Hatem onlardan, yani Efrad’dandır (fertler).
Dolayısıyla kutup değillerdir. Kutuplar içerisinde Hz. Muhammed sallallâhü
aleyhi ve sellem’in kalbi üzerinde olan kimse yokken fertler arasında onun
kalbi üzerinde olanlar vardır. Hatem olanlardandır ki, burada özel velayetin Hatem’ini
kastediyorum (hatmü’l-evliyai’l-hassa).
On iki kutba gelirsek, onlar
nebilerin kalpleri üzerindedir. Her birisi bir kalp, daha doğru bir ifadeyle
kadem üzerindedir ki kadem (ayak) demek daha doğru bir ifadedir. İşbiliye’deki
bir keşifte bunu böyle görmüştüm. Kalp yerine kadem demek, peygamberlere karşı
daha saygılı davranmak demektir ve bizim makamımız edepli olmayı gerektirir.
Ben hem kendi adıma hem Allah Teâlâ’nın kulları adına edebi yeğlerim. Şöyle
deriz: Onların biricisi, Hz. Nuh peygamberin kademindeyken İkincisi Hz.
İbrahim’in, üçiincüsü Hz. Musa’nın, dördüncüsü Hz. İsa’nın, beşincisi Hz.
Davud’un, altıncısı Hz. Süleyman’ın, yedincisi Hz. Eyyûb’un, sekizincisi Hz.
İlyas’ın, dokuzuncusu Hz. Lût’un, onuncusu Hz. Hud’un, on birincisi Hz. Salih’in
ve on İkincisi Hz. Şuayb’ın kademindedir. Bütün peygamberleri ve nebileri gözle
gördüğüm bir müşahede görmüş, onların içinden sadece Ad kavminin kardeşi Hz.
Hud ile konuşmuştum. Bütün müminleri de, yani yaşamış olanlarıyla kıyamete
kadar gelecek müminleri Allah Teâlâ bana iki farklı zamanda temiz bir yerde
göstermiş, ben de onları gözle görmüştüm. Peygamberlerle sohbet ettim, Hz.
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in dışında onlardan yararlandım. Sohbet
ettiklerimden birisi Hz. İbrahim idi. Ona Kuran-ı Kerim okudum. Hz. İsa’nın
önünde tövbe ettim. Hz. Musa bana keşif ve açıklama bilgisiyle gece ve gündüzün
değişmesinin bilgisini verdi. O bilgiye ulaşınca, gece ortadan kalktı ve tüm
gün gündüze döndü. Artık benim için güneş doğmuyor ve batmıyordu. Bu keşif ile
birlikte Allah Teâlâ bana âhirette bedbahtlıkla işim olmayacağını bildirmiş
oldu. Hz. Hud’a bir meseleyi sordum. Sorduğum şey varlıkta Hud peygamberin bana
söylediği şekilde gerçekleşti. Bu durum onların zamanına kadardı.
Peygamberlerden ise Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem, Hz. İbrahim, Hz.
Musa,
Hz. İsa, Hz. Hud ve Hz. Davud ile
muaşeret ettim, diğerleriyle sohbet etmedim, sadece kendilerini gördüm.
Bilmelisin ki kutuplardan her biri
âlemde belli bir süre kalır. Başka bir ifadeyle gönderildikleri kimseleri davet
edişlerinin belirli ve tespit edilmiş süreleri vardır. Süre tamamlandığında,
davetleri biter ve başka bir davetle birlikte onların daveti hükmünü yitirir.
Nitekim şeriatlar da şeriatlar ile neshedilir. Onların davetleri derken, sahip
oldukları âlemdeki hüküm ve tesirleri kastediyorum. Şimdi onların dünya
hayatındaki ömürlerinin müddetlerinden söz edelim. Onların birinin valiliğindeki
ömrü, otuz üç sene ve dört aydır. Başka birisinin müddeti otuz sene, üç ay
yirmi gün; birisinin müddeti, yirmi sekiz sene, üç ay ve on gün; birisinin
müddeti yirmi beş sene; birisinin müddeti yirmi iki sene on bir ay, yirmi
gündür. Başka birisinin müddeti on dokuz sene, beş ay, on gündür. Başka birinin
süresi on sene sekiz ay; bir diğerinin süresi on üç sene ve on ay, yirmi gün;
birinin süresi on bir sene, üç ay, on gündür. Başka birisini süresi iki sene,
dokuz ay ve on gün; birisinin süresi sekiz sene, dört ay; birinin süresi beş
sene, altı ay ve yirmi gündür. Onların düsturları tektir: Allah Teâlâ zikri!
‘Hu’ zamiri sükûnlu ve hemzenin tahkikiyledir. Başka bir düsturları yoktur. Bu
kutupların dışındaki-karye,.yön,bölge (iklim) kutupları ve cemaatin şeyhleri
pek çok türdür. Onların içinden bu bölümde zikredebileceklerimi zikredeceğim.
Bunu yapmamın sebebi, ‘Allah Teâlâ’yı çok zikreden erkek ve
kadınlar...'268
ayetinde belirtildiği üzere, bu zikirde örf haline gelmiş tarzda zikre devam
edenlere fayda teminidir. Böyle bir amaç taşımasaydık, bu kitapta onları
söylememin veya belirtmemin faydası olmazdı. Şimdi kutupların halleri içinden
anlatabileceklerimizi anlatalım. Halleri çok olsa bile, düsturları tektir.
Düsturun tekliğinin nedeni, kutupluk makamının tek olmasıdır. Öyleyse düstur
şahsın değil, kutupluk makamının düsturudur. Her birinin farklı olarak belirli
vakitlerde düsturları vardır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der:
‘Kıyamet yeryüzünde ‘Allah Teâlâ Allah Teâlâ’ diyen varken kopmaz.’ Burada
âlemin işlerinin kendisine dayandığı kutbu kasteder. Ya da kendisi kutup olmasa
bile, himmeti vesilesiyle Allah Teâlâ’nın âlemi koruduğu fert kalmayınca
kıyamet kopar. Demek ki kıyamet kötü insanların üzerine kopar!
Kutuplardan Birincisi, Hz. Nuh’un Kademi
Üzerindedir
Kuran-ı Kerim’den ona ait sure
Yasin’dir. Bu itibarla her kutbun Kuran-ı Kerim’den bir suresi vardır. Bazen zikrettiklerimizin dışındaki kutupların
da Kuran-ı Kerim’den bir sure veya ayederi olabileceği gibi bazen birden çok
suresi olan da olabilir. Bazen bütün Kuran bir kutba ait olabilir. Böyle bir
kutba misal olarak, Kuran-ı Kerim’i istizhar etmeden ölmemiş olan Ebu Yezid
el-Bestamî’yi verebiliriz. Şimdi on iki kutba mahsus Kuran-ı kerim surelerini
zikredelim.
Birinci kutba ait sure, Yasin
suresidir. O kutup hükmü yönünden kutupların en kâmilidir. Allah Teâlâ zahiri
ve batını sureti onda bir araya getirmiş, zahirde kılıçla ve batında himmetie
halife kılınmıştır. Onun adını vermeyeceğim ve kendisini tanıtmayacağım, çünkü
adını vermem yasaklandı ve yasaklanmanın sebebini de biliyorum. Kutuplar
cemaati içinde kutupluğun gerektirildiği her şeyin kendisine verildiği. başka
birisi yoktur. Bu yönüyle o, bütün isimlerin verildiği Hz. Adem’e ve
cevamiü’l-kelim’in verildiği gibi Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e
benzer. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in kademi üzerinde bir kutup
olsaydı, ancak o olabilirdi. Bununla birlikte hiçbiri Hz. Muhammed sallallâhü
aleyhi ve sellem’in kademi üzerinde değildir. Bunun istisnası bazı büyük
ferderdir ve onların sayısı bilinmez. Onlar yaratıkİar içerisinde gizli olanlar
ve Allah Teâlâ’yı bilen seçkinlerdir. Onlar tanınmaz ve bilinmez. Onların
makamları, bildiklerini saklamak makamıdır. Onların bilgisine kendilerini
hayrete düşürecek kuşku girmez. Onlar Rableri hakkında kesin ve açık delil
sahibi olanlardır. İşte ferderin (tekler) hali böyledir.
Tekrar bu kutup hakkındaki
konuşmamıza dönersek şöyle deriz: Allah Teâlâ katında onun menzilleri, bu
surenin ayetlerinin sayısıncadır; zaten her kutbun Allah Teâlâ katındaki
menzilleri sahip olduğu surenin ayetleri sayısıncadır ve onların sureleri
bellidir. Ben de o sureleri genel olarak zikredip sonra Allah Teâlâ izin
verirse (daha ayrıntılı olarak) zikredeceğim. Daha önce söylediğimiz üzere,
birinci kutba ait sure Yasin’dir.
İkinci kutba ait sure İhlâs, üçüncüye
Nasr, dördüncüye Kafirûn, beşinciye Zilzal, akıncıya Bakara, yedinciye
Mücadile, sekizinciye Al-i İmran, dokuzuncuya Kehf suresi aittir. Bu kutup
Deccal tarafından katledilecek ve Hz. İsa’ya yetişecek kutuptur. Onuncuya ait
sure Enam, on birinciye ait olan sure ise Taha’dır. Bu kutup Hakkın vekilidir.
Nitekim Ebiı Talib de Mekkelilere Tövbe suresini okumak üzere Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin vekiliydi. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
bu sureyi okumak üzere Hz. Ebu Bekir’i göndermiş, sonra görüşünden vazgeçerek
şöyle demişti: ‘Kuran’ı benden Ehl-i beytim’den birisi tebliğ etmelidir.’ Bunun
üzerine Hz. Ali’yi çağırtmış, onu görevlendirmiş, Hz. Ebu Bekir’e yetişmiş.
Mekke’ye ulaştığında, Hz. Ebu Bekir insanlarla hac yaptırtmış, Hz. Ali de
onlara Tevbe suresini tebliğ ederek Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e
vekâleten insanlara okumuştu. Bu durum Hz. Ebu Bekir es-Sıddîk’in halifeliğinin
sahihliğine olduğu kadar aynı zamanda Hz. Ali’nin de mertebesinin üstünlüğüne
delil teşkil eder. On ikinci kutba ait sure, Mülk suresidir. Kutupların
Kuran-ı Kerim’deki sureleri bunlardır. Bununla birlikte ‘Allah
Teâlâ eşi hakkında seninle tartışanın sözünü duymuştur’269 diye başlayan Mücadile suresinin
ait olduğu kutbun suresi Vakıa suresidir. Fakat bu sureye büyük bir bağlılığı
vardır. Aynı şey İhlas suresinin sahibi olan kutub için geçerlidir. Onların
menzilleri de söylediğimiz şekildedir. Bu menziller, ayetlerin sayısı ve
ayetleri zikreden ile onlarda zikredilenlerin durumuna bağlıdır. Bu yönüyle
ayederdeki derecelenme, gelmiş oldukları tarzdan öğrenilir. Ayetlerin
üstünlüğü tilavette okuyanın durumuna bağlıdır, yoksa Allah Teâlâ’nın kelamı
olmak bakımından ayetlerin üstünlüğünden söz edilemez, çünkü bu balamdan
derecelenme yoktur. Binaenaleyh üstünlük ve derecelenme kelamda değil, okunuşta
gerçekleşir, bunu bilmelisin!
Bu kutbun haline gelirsek, o, zahirde
ve batında âlemde müessirdir. Allah Teâlâ onunla bu dini güçlendirir, onu
kılıçla izhar eder, zulüm yapmaktan korur. O da Hakkın hadiselerdeki hükmü
demek olan adalete göre hüküm verir. Bazen verdiği hükme karşı gelen mezhep
taklitçileri bulunabilir. Misal olarak Şafiî, Maliki, Hanefi, Hanbelî veya
kutbun verdiği hükümle kendisiyle çeliştiği herhangi bir imama uyanları
verebiliriz. Kutub mezhep imamlarının delillerinin gereğinin aksine bir hüküm
verdiğinde, taklitçiler onu suçlarlar. Böyle davranmakla hiç kuşkusuz Allah
Teâlâ katında günahkâr haline gelirler ve bunun farkında bile olmazlar. Çünkü
onlar herhangi bir müçtehidi suçlama hakkına sahip değillerdir. Onlara göre
içtihatta isabet eden kişi, belirli olmayan bir kişidir (yani onu tam olarak
bilemezler). Bu durumdaki biri, bazı kimselerin Usame ve babası Zeyd b.
Harise’nin komutanlığı hakkında söz ettikleri gibi Müslüman âlimlerinden
birisini suçlama hakkı yoktur. Onların komutanlığı hakkında ileri geri
konuşulunca, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de bu konuda söylediklerini
söylemiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in öne geçirip başkan
yaptığı biri hakkında ileri geri söz edenler ve kendi düşüncelerini Allah
Teâlâ’nın peygamberinin düşüncesine yeğleyenler bulunabilirken, taklitçilerin
kutup karşısındaki durumlarına şaşmamak gerekir. Onun şöhreti nerede, bu şöhret
nerede? Batıl yolda olanlar hüsrana uğramıştır. VAllah Teâlâi! Allah Teâlâ’ya
ancak basiret üzere davet eden kişi davetçi olabilir, zan üzere davet edip
zanna göre hüküm veren biri Allah Teâlâ’ya davet edemez. Böyle insanlar, Allah
Teâlâ?ın Muhammed ümmeti adına genişlettiği imkânları daraltırlar. Allah
Teâlâ ise böyle yapanların işlerini âhirette daraltır, kıyamet günü onların
sorgu ve hesabını zorlaştırır. Onlar herhangi bir hadisede sıkıntıyı ortadan
kaldırmak üzere mezhep değiştirmeyi zorlaştırır ve böyle bir davranışın dinle
oynamak demek olduğunu zannederler. Hâlbuki bu görüş nedeniyle kendilerinin
dinden çıktıklarını bilmezler. Allah Teâlâ’nm şeriatı daha geniş, hükmü daha
genel ve faydalıdır. ‘Onları tutunuz. Onlar sorguya
çekilecektir. Niçin onlara yardım etmiyorsunuz? Onlar bugün teslim olmuşlar
dır. ’270 Bu durum kıyamette o insanların halidir.
Onlara izin verilmez ki, mazeret beyan edebilsinler.
Bu kutbun makamı kemaldir ve bu
nedenle herhangi bir nitelik kendisini sınırlamaz. O vaktin hâkimidir ve vaktin
hükmüyle, yani zamanın gerektirdiği duruma göre zuhur eder. İrade onun hükmüne
bağlıdır, o iradenin hükmüne bağlı değildir. O efendidir ve on özelliği vardır:
Birincisi cezalandırmaya gücü yeterken bağışlamak demek olan hilimdir. Çünkü o
himmet vesilesiyle tesirde bulunma gücüne sahiptir. Bu kutup kendisi nedeniyle
hiçbir zaman öfkelenmez. Allah Teâlâ’nın yasakları ihlal edildiğinde, hiçbir
şey onun gazabının karşısında duramaz. O sadece Allah Teâlâ rızası için
öfkelenir. İkinci özelliği Allah Teâlâ’nın yavaşlığı övmüş olduğu işlerde
teenni üzere harekettir. Bununla birlikte iyiliklere koşar. Bu kutup teenniyi
arar ve nerede uygulanacağını bilir. Üçüncü özellik eşyada denge ve itidaldir.
Vaktin talep ettiği bir hükme bir şey eklemez, çünkü zamanı ve hali kendisiyle
ölçtüğü terazi elindedir, Böylece kendi halinden zaman nedeniyle alırken
zamanından da hali nedeniyle alır. Buna göre yükseltir ve alçaltır. Dördüncü
özelliği tedbirdir. Tedbir, hikmeti bilmektir. Kutub mertebeleri bilir ve
mertebelerin talep ettiği işleri onlara verir. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’in savaşta kendisine kılıç verdiği Ebu Dücane kılıcın hakkını
vermiş, savaş saflarının arasında cesarede yürümüş, Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem onun bu böbürlenerek yürüyüşüne bakıp şöyle demişti: ‘Böyle
bir yürüyüşü Allah Teâlâ ve peygamberi sevmez, fakat burada değil!’ Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem hızlı yürürdü, sanki yokuş iniyor gibi yürürdü.
Tedbir sahibi işler şehadet âleminde ortaya çıkmazdan önce onlara bakar ve gayb
âleminde tasarruf sahibidir. Bu nedenle manalardan ancak hikmetin
gerektirdiğini alır. O hikmeti bilen ve haberdar olandır: Mücmeli ve genel
olarak izhar etmesi gerekeni mücmel, mufassal olarak izhar etmesi gerekeni de
mufassal olarak izhar eder. Bunun yanı sıra muhkem olarak izhar etmesi gerekeni
muhkem, müteşabih olarak izhar etmesi gerekeni de müteşabih olarak izhar eder.
Beşinci özellik, tafsildir. Tafsil eşya arasında ortak özellikleri aşarak
farklılığı ortaya çıkartan özellikleri bilmektir. Bu sayede her şey
benzerinden, mukabilinden ve muhalifinden ayrılır. Bu kişi Alim, Hâbir, Muhsî,
Muhit, Hâkim gibi ilahi isimlerden yakın anlamlı ve birbirine benzer isimlere
bakar. Bütün bunlar özel isimlerdir ve hepsi Alim (bilen) manasında ortaktır.
Bununla birlikte her biri arasında bir incelik ve hakikat farkı bulunur ve bu
sayede bir isim ötekinden ayrışır. Kendisiyle diğerleri arasında ortaklığın
bulunduğu bütün isimlerde durum böyledir. Akıncısı ise adalettir. Adalet,
taksim, hüküm verme, hakları sahiplerine ulaştırmada ortaya çıkan bir özelliktir.
Adalet, Allah Teâlâ’nın kendisinden zikretmiş olduğu üzere, ‘her şeye
yaratılışını verdi’ ayetinde dile getirilir. Allah Teâlâ Hz. Musa hakkında da ‘Herkes
meşrebini bilmiştir’271
buyurur. Hz. Salih’in devesi hakkında da ‘Onun bir
içme hakkı, sizin içme hakkınız vardır, belirli bir gün için’272 buyurur. İki dünyada suç, had ve
tazir arasındaki farklar, bu konuyla ilgilidir. Yedincisi ise edeptir. Edep her
âlemdeki bütün hayırları bilmek demektir. Edep kişiyi sedirde tutar. Ona (Hakk
ile) karşılıklı oturma, O’nu müşahede, karşılıklı konuşma, sohbet, söz
söyleme, halvet ve Hakkın nefsinde bulunana halk içindeki mertebelerde
davranabilmeyi ihsan eder. Bu ve benzeri davranışlar edep demektir.
Sekizincisi, rahmettir. Kutub’dan ortaya çıkan rahmet, bütün zayıflara ve zorbalara
bile ulaşır. Onun saygınlığı ve latifliği karşısında zalim, büyük, azametli
herkes onu ağırlar ve son derece yumuşak, sevgi dolu ve şefkatle davranır.
Dokuzuncusu hayâdır. Kutub yalanı karşısında yalancıdan hayâ eder, onun
karşısında sözünü doğrulayan bir surette görünür. Buna mukabil onun yalan
söylediğinden gafilmiş gibi hareket etmez. Bu durumda yalancı insan, söylediği
sözün ona işlediğini ve kendi makamını ve söylediği sözü bilmediğine onu
inandırır. Kutub ise kendi işiyle meşgul olur. Sonra Rabbinin katında onun
adına sadece hayır için vasıta olur ve kıyamette sorgu ve hesap vaktinde Allah
Teâlâ ile arasındaki işi bağışlaması için dua eder. Bir rivayette şöyle
denilir: ‘Allah Teâlâ kıyamet günü yaşlı birini çağırır ve ona ‘Neler yaptın
^diye sorar. Yaşlı adam Allah Teâlâ’nın dilemiş olduğu yaklaştırıcı ibadederi
zikreder. Allah Teâlâ ise onun yalan söylediğini bilir, fakat yine de cennete
götürülmesini emreder. Melekler ‘Ya Rab! Bu adam sözlerüıde yalancıdır’
dediklerinde Allah Teâlâ şöyle der: ‘Yalan söylediğini biliyorum, fakat yaşlı
birini yalanlamaktan hayâ ettim.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in bu
kutsi hadisi Allah Teâlâ’dan bize aktarmasının sebebi, bizim de bu niteliğe
sahip olmamızı sağlamaktır. Binaenaleyh biz, Hakk da bize öyle davransın diye
böyle davranmaya daha da muhtacız. Onuncu nitelik, ıslahtır. Bunun en önemli
yönü, arayı düzeltmektir. Bu durum ‘Onların
arasını düzeltiniz’273
ayetinde belirtilir. Bir rivayette şöyle denilir: ‘Allah Teâlâ kullarının
arasını kıyamet günü bulur.’ Zalim ve mazlum yargılanmak ve haklarını almak
üzere Rablerinin önünde durduklarında Allah Teâlâ o ikisine şöyle der:
‘Başlarınızı kaldırınız.’ Başlarını kaldırdıklarında, büyük bir iyilik görürler
ve ‘Allah Teâlâ’m! Bu hayır kime aittir?’ diye sorarlar. Allah Teâlâ ‘Bana
bedelini verene aittir’ der. Mazlum şöyle der: ‘Rabbim! Bu iyiliğin bedelini
kim ödeyebilir ki?’ Allah Teâlâ ‘Sen falan kardeşini affedersen onun bedelini
ödemiş olursun’ der. Bunun üzerine mazlum şöyle der: ‘Rabbim! Ben onu
bağışladım.’ Allah Teâlâ da şöyle der: ‘Kardeşinin elini tut!’ Birlikte cennete
girerler. Bu hadisten sonra Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şu ayeti
okudu: ‘Allah Teâlâ’dan korkun, birbirinizin
aranızı düzeltin.’274 Çünkü Allah
Teâlâ kıyamet günü kullarının arasını düzeltir.
On İki Kutuptan
İkincisi Hz. İbrahim’in Kademi Üzerindedir
Onun suresi İhlâs’tır. Bu sure
kendisini seveni cennete sokan, onu okuyanın da Kuran-ı Kerim’in üçte birini
okumuş olduğu suredir. Ona ait menziller, bu surenin ayetlerinin sayısıncadır.
Bu kutup kesin delil sahibidir. Nazari delil de ma’kûlat (akledilirler)
meseleleriyle ilgilenmesine imkân verir. Bu nedenle isabet eder, yanılmaz.
Şöyle ki: insanlar verili bilgi hakkında görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Burada
verili bilgi derken, akıllının kendi fikriyle idrak edip nazarî delilinin
kendisine ulaştırdığı bilgiyi kast ediyoruz. Bazı insanlar, Allah Teâlâ bir
insana vehbî delil verdiğinde, deliliyle birlikte onu verir demiştir. Böylece o
kişi delili ve medlulü (delillendirilen) bilir. Fas’ta usul-i din (kelam) ve
fıkıh meselelerinde müslümanların imamlarından biri olarak kendini gördüğüm Ebu
Abdullah el-Kettani bu görüşteydi. Ben de kendisine şöyle dedim: Senin zevkin
böyledir ve Hakk sana bilgiyi böyle vermiştir. Bu nedenle bilgin doğru olmakla
birlikte hükmün doğru değildir. Allah Teâlâ bazen nazarî bilgiyle
gerçekleşebilecek bilgi verir, fakat delili vermez; bazen insana deliliyle
birlikte bilgiyi verir. Hz. İbrahim hakkında Allah Teâlâ ‘Bu
bizim delilimizdir, onu İbrahim’e kavmine karşı vermiştik’275 buyurur. Hem bilginin hem delilin
verildiği insan, delilli bilginin verilip delilin verilmediği kimseden
üstündür. Bu yönüyle belirli bir delilin tahsisi şart değildir ve delil genel
olarak verilir. Çünkü bir şey hakkındaki deliller birden çok olabilir; bir
kısmı son derece açıkken bir kısmı kapalıdır. Mesela Hz. İbrahim’in ölüleri
diriltme ve canlıları öldürme hakkındaki sorusu böyleydi. Bunun yanı sıra
güneşin doğudan doğdurulmasını zikrederek hasmmın güneşi batıdan doğdurmasını
istemişti. Her ikisi de maksada dair delillerdir.
Bu kutup ilahi emirle Allah Teâlâ’ya
çağıranlardandır. Onun meskeni feza boşluğunda havadaki bir evdir. O bu evde
bir kürsü üzerinde oturur ve yaratıklara bakar. Allah Teâlâ ehlinden ve
seçkinlerinden bir grup onun yanında sürekli olarak ilahi birlik (ahadiyet-i
ilahiyye), Bir’iri ahadiyeti ve nazari delillerle vahdaniyetin birliği hakkında
O’nun kelamını okur durur. Bununla birlikte o bu vahdaniyet (hakkındaki
bilgiyi) nazari düşünceden elde etmemiş, Allah Teâlâ ona bunu vehbi olarak
böyle ihsan etmiştir. Onun hali sürekli huzurdur. Başkası hayrete düşmüşken o
hayrete düşmez. Allah Teâlâ ona kendi katında bulunan hususları açıklamıştır
ve onun düşüncesi hayreti gerektirecek bir şeyle meşgul değildir. O Allah
Teâlâ’nın karşısında kendini bütünüyle insanların ihtiyaçlarını yerine
getirmeye adamıştır. İlahi isimleri tam olarak bilir. Hakkın katında
benzerliğin olumsuzlanmasını kabul eder. Allah Teâlâ bana -kullarının sırlarına
haber vermeyi adet edindiği bir yollabu kutba kullara karşı merhamet
özelliğinin verdiğini bildirmiştir. Bunun yanı sıra ona sıla-i rahim yapma
(özelliği) vermiştir. Sıla-i rahmin bir gereği olarak, bir şey istemiş, Allah
Teâlâ da isteğine olumlu karşılık vermemiştir. Bu mesele makamına kendinden
sonra birisinin varis olmasıdır. Bu isteğe karşılık Allah Teâlâ ona şöyle
demiştir: ‘Bu iş sana kalmamıştır. Halifelik makamı veraset yoluyla
gerçekleşmez. Varislik bilgide ve mallarda olabilir.’ Halifeliğe gelirsek, her
kavim içinde halife kendi zamanına göre halifedir. Çünkü insanlar kendi
zamanlarında daha çok babalarına benzerler. Allah Teâlâ hakkında yaratıkları
ancak (kendisine verdilderi hakikatlerine dair) bilgide hüküm sahibidirler ve Allah
Teâlâ’nın bu meseleyi bildirdiği kimseden başkaları böyle bir mertebeye sahip
olduklarını da bilmezler. Allah Teâlâ’nın benim sohbetimle ona fetih ihsan
ettiğini gördüm. Bunun neticesinde haller, bilgiler ve kerametler kazanmıştı. Allah
Teâlâ bütün bunları ona Allah Teâlâ karşısındaki iyi davranışı nedeniyle ihsan
etmiş, kazanmış olduğu her şeyi benim vesilemle kazandığını bildirmişti. Benim
ise bütün bu konulardan bir haberim yoktu. Ben sadece Allah Teâlâ’ya dua ediyordum.
Allah Teâlâ da duayı kabul edendir. ‘O gün Allah
Teâlâ peygamberleri bir araya toplar ve size nasıl
karşılık verildi diye sorar. Onlar, bizim bir bilgimiz yoktur, sen gaybı en
iyi bilensin derler.’276
Peygamberler doğru söylemiştir ve vakıa böyledir. Allah Teâlâ’nın bilgi
öğrettiğinden başka kimsenin bilgisi yoktur. İlahi öğretimde bu ilahi yöntemin
dışında sadece güçlü zan veya bilgiye veya tesadüf veya vehme bağlı olarak
kesin karar verme söz konusudur. Bilgi ise yoktur. Çünkü bilgiye ulaştıran
bütün yöntemlerde kuşku bulunur. Allah Teâlâ’nın kuşkuları öğretmiş olduğu temiz
nefis, o yollardan bilgiye ulaşırken kesin bir kanaate varamayacağını bilir.
Temiz nefis kesin bilgiye ancak ilahi yolla ulaşabilir. Bu durum ‘Allah
Teâlâ’dan sakınırsanız, sizin için furkan yaratır’’277 ve ‘İnsanı
yarattı, ona beyanı öğretti’278 ayetlerinde belirtilir. O kendi
nefsinde olanı beyan eder. Bu kutbun garip sırları vardır.
Üçüncü Kutup Hz. Musa’nın Kademi
Üzerindedir
Onun suresi ‘Allah
Teâlâ’nın yardımı ve fetih geldiğinde...’279 diye başlayan suredir. Onun
menzilleri bu surenin ayetleri kadardır. Kuran’ın dörtte biri bu sureye aittir.
Bu kutup direklerdendi (evtad), sonra kutupluğa taşınmıştır. İkinci kutup da
imamlardanken sonra kutupluğa taşınmıştır. Bu kutup gayret ve emek sahibidir.
O Allah Teâlâ katinda yaratıklarla ilgilenmeyi bırakmaz. Allah Teâlâ ona
menzillerin en büyüklerinden olan nida menzilinde ona on iki bin bilgiyi bir
gecede zevk yoluyla ihsan etmiştir. Biz nida menzilini münazeleler bahsinde
açıkladık. Ayrıca bu konuda, yani menzillerin tabaka ve sayıları hakkında
müstakil bir kitabımız daha vardır. Bu kutbun ilimlerinden birisi Allah
Teâlâ’ya, Allah Teâlâ vasıtasıyla muhtaçlık ilmidir. Bu ilim, değerli bir
ilimdir. Kendisini zevk ettiğimde, onu tadan birini görmedim.
Bu işin manası ve sırrı şudur ki; Allah
Teâlâ bu kutba şunu öğretmiştir:
İlahi isimlerin mümkünlerin hakikatlerinde tesire olan ihtiyaçları,
mümkünlerin ilahi isimlere olan ihtiyacından daha fazladır. Çünkü ilahi isimler
eserlerinin ortaya çıkmasında bir otorite ve izzet sahibi olurlar. Buna mukabil
mümkünlerde gerçekleşen eserlerden bazen zarar bazen fayda görüler ve bu
nedenle mümkünler kendilerinde gerçekleşecek tesir nedeniyle bir tehlike
üzerindedirler. Muhayyer bırakılmış olsalardı, yokluk halinde kalmak onlara
daha sevimli gelirdi. Çünkü onlar bu esnada hal ile gerçekleşen sübûtî
müşahededirler ve sübûtta her bir hal ötekinden ayrılmış olarak haz alırlar.
Çünkü sübût halinde bir hakikat (ayn) halleri bir araya getiremez. Buna mukabil
varlık şeyliğinde bir hakikatte ortaya çıkarlar. Böylece bir vakit sağlıklı
olan başka bir vakitte hasta olabilir; bir vakit afiyet içindeki insan aynı
vakitte belaya maruz kalabilir. Sübûtta ise durum öyle değildir. Sübût halinde
elem, elemi duyanın kendinde değil, elemin kendinde sabittir ve sabit olması
nedeniyle de haz alır. Nitekim kendisini duyandaki varlığı nedeniyle de haz
alacaktır. Bulunduğu yer ise ondan acı duyar. Elemin bir yerde bulunmasının
gereği, sübûtun basit ve bir şeyde bulunmamak olmasıdır. Varlıkta ise terkip,
başka bir ifadeyle cevher ve arazlar vardır. Arazın (burada elem) varlıktaki
konumu sübûtta olduğu gibi her zaman nimet içinde olmaktır. Cevher ise öyle
değildir: Araz haz almayı gerektirirse cevher haz alırken acı duymayı
gerektirirse cevher acıyı hisseder. Buna mukabil sübût halinde onu hissetmez.
Cevher sübût halinde nasılsa dışta da o duruma göre ortaya çıkar. Bütün
cevherler için durum böyledir. Sübût halinde hangi durumdaysa, dışta var
olurken o durum kendisine bakar. Bu esnada kendisinde araz bulunmaz.
Binaenaleyh cevher zatı gereği haz alırken hal de zatı gereği haz alır.
Hallerin halinin zevki, var olma nedeniyle değişmezken cevherin hali var olma
nedeniyle değişir.
Bu kıymetli bir bilgidir. Hakikatler
sübût halinde bu durumu ancak halin kendilerine nazar etmesiyle bilirler.
Fakat bir hal kendisine yüklem olduğunda, ondan acı duyup duymayacağını bilmez.
Çünkü sübût halinde öyle bir mertebededir ki, orada acılar tadılmaz, bunun
yerine sahibi onu üstlenir. Cevherin kendisine yüklem olan hal nedeniyle acı
duyacağı bilinseydi, hiç kuşkusuz, sübût halinde ona bakmakla da acı duyardı.
Çünkü onunla niteleneceğini ve var olurken o halin kendisine araz olacağını
bilir. Öyleyse sübût halinde onunla ülfeti kendisi için bir nimettir.
Bu bilgi Allah Teâlâ’nın eşya
hakkmdaki bilgisinin en büyük sırlarındandır. Ben onu ilahi zevk yoluyla
müşahede ettim. ‘Zevk yoluyla’ dememin nedeni şudur: Allah Teâlâ’nın
kullarının bir kısmına Allah Teâlâ keşif yoluyla sabit hakikatleri öğretir ve
onlar da zikrettiğiz şekilde komşuluk tarzıyla onları görürler. Nazar söz
konusu olduğunda onlarda hal veya yer görülemez.
Her zat tek başına .
İttihat ve karışma olmaksızın
Hulûl ve intikal olmadan
İttifak ve inat da yok
Vücûd (var olmak, bulunmak) ile sübût
(sabitlik) arasındaki farkı ve hakikatlerin (cevherler) varlıkta sahip
olduklarıyla sübût halinde sahip oldukları hükümleri anladığında, bazı
cevherlerin hal diliyle kendilerinde tesirin ortaya çıkmamasını
isteyebileceklerini de öğrenmiş olursun. Bunun nedeni, onların söz konusu
şeylere dair zevlderinin bulunmayışıdır. Sübût halindeki hakikatler hal yoluyla
acının ve elemin zevkine maruz kalmış olsalardı, olgunlaşırlardı. Çünkü dışta
var olduklarında acılara ve eleme maruz kaldıklarında, bazen sabrederler bazen
sabredemezler. Hâlbuki (ilahi bilgideki) sübût halinde elemi taşırken sabırdan
yoksun olduklarını var saydık. Bu esnada onlarda hal diliyle bulunan şey,
varlık talebine dönük ihtiyaçlarıdır. Bununla birlikte sübûtî sözle onu Haktan
talep ederler. Hakikatier/cevherler dışta var olduklarında ise bazı kimselerden
aktarıldığı üzere ‘keşke yaratılmamış olsaydım, keşke annem beni doğurmamış
olsaydı, keşke annem kısır olsaydı’ vb. sözler söylerler. Binaenaleyh
hakikatler isimlerden daha az muhtaçken ilahi isimler (tesire) daha güçlü bir
şekilde muhtaçtır. Çünkü onlar mümkünlere tesir etmekle nimedenirler. Bilhassa
Hakkın kemali nedeniyle sahip olduğu doğrudan (zatî) sevinci müşahede ederler.
Bu sevinç mümkünlerin sübût halinde O’nunla var olmalarından ortaya çıkar.
Bununla birlikte (kemal sahibi olan) Allah Teâlâ onların tesirinden ve onlar
nedeniyle meydana gelecek etkilenmeden (teessür) münezzehtir. Binaenaleyh Allah
Teâlâ, hakikatler ister sübût halinde ister dışta var olsunlar, zatı bakımından
kendilerinden etkilenmeyecek kadar yüce bir kemale sahiptir. Çünkü kendiliğinde
sahip olmadığı bir bilginin O’na eklenmesi mümkün değildir, hakikatler
kendileri hakkındaki bilgiyi ezelde O’na vermiş, verdikleri bilgiye göre var
olmuşlardır. Öyleyse sübût halindeki komşuluk dışta var olmaya sirayet eder. Bu
yönüyle sübut halindeki komşuluk yakında olmak iken dışta var olurken bu
komşuluk cevherdeki bir hal olarak ortaya çıkar. Bu da bu bilgilerden biridir,
onu bilmelisin!
Dördüncü Kutup Hz. İsa’nın Kademi
Üzerindedir
Onun Kuran’dan suresi Kafirûn
suresidir ve Kuran’ın dörtte biri ona aittir. Menzilleri, surenin ayederi
kadardır. Bu kutup saklanmış ve gizlenmiş kimselerdendir. Sürekli tecelli ona
aittir. Cem’ ve vücûd ile bilginin artışından söz eder. Bir kimsede bilgiyle
arasına girecek kuşku gördüğünde, o konuda hakikat o kişi adına belli olsun
diye, kuşkuyu ortadan kaldırır. Allah Teâlâ’nın dilemiş olduğu ilimlerden her
bir makama ait altı yüz anahtarı vardır. Karışım ve itidalle gerçekleşen terkip
ilmi ona aittir; sapma veya eksiklik veya artış bilmez. Onun meskeni Eryen
kubbesidir. Allah Teâlâ’nın dilediği kimselerin dışındaki yaratıklardan uzaklaşmıştır
ve ölene kadar Allah Teâlâ karşısında hoş ve temiz bir hayat yaşar. O
direklerden birisiydi, sonra kutupluğa geçmişti. Şöyle der: ‘Varlık Hakk’ın
varlığıdır. Cem’ ise Hakkın kadimlik ve hâdislik özelliklerini bir araya
getirmesi demektir.’ Bu bilgi cem’ hakkında bilinmeyen sırlı bir bilgidir.
Dünyadan ayrılmış olmalarına rağmen Allah Teâlâ’nın bana kendilerini
gösterdiği Allah Teâlâ ehli arasında o kutbun dışında bu görüşü söyleyeni
görmedim. Onun dile getirdiği bilgi, şeriatların Allah Teâlâ hakkında
söyledikleri bilgidir. Biz de onun cem’ olduğunu söylüyoruz. Yaratılmış
hâdislik diye isimlendirilen niteliklerde iddia sahibidir ve zaten bu iddia
nedeniyle onun cem’ olduğunu söyledik; aksi halde iş tektir. Bütün sıfadar
kadimde kadim, yaratılmışta hadistir! Bu sayede sıfatlar onda ortaya çıkar.
Hâlbuki daha önce zuhur etmemişlerdi. Böylece kendileriyle nitelenende sıfadar
ortaya çıkar. Allah Teâlâ ‘Onlara Rablerinden hâdis bir söz
geldiğinde. ..’280 ayetinde bunu belirtir. Burada Allah
Teâlâ’nın kadim kelamından söz edilmektedir. Biz de bize nispet etse bile, O’na
ait olanları O’nda topladık ve bunu yapan kişi cem’ ve vücûd sahibi diye
isimlendirildi. Mümkünlerin hükmüne konu olan, Hakkın varlığıdır, başkası
değildir! Kim cem’ halini böyle anlarsa, işleri oldukları hal üzere öğrenmiş
demektir.
Kim cem’i böyle bilir
işin keyfiyetini öğrendi demek
Haktır, başkası yok Sakın kulak
verme başkasına
Hz. Davud’un Kademi Üzerindeki Beşinci
Kutup
Onun suresi Zilzal’dir ve Kuran’m
yarısı ona aittir. Menzilleri surenin ayetleri sayısıncadır. Hali tefrika,
yani dağınıklık, makamı muhabbettir. O sevgi nedeniyle hastadır ve ilacı da
hastalığıdır. Onun başkasına geçecek bir ilmi yoktur. Bir tek İlahî ve kevnî
sevginin sabitliğinin bilgisi bunun dışındadır ve bu nedenle tefrika
makamındadır. Bu kutup imamlardandı, sonra kutupluğa intikal etmiştir. Şöyle
der: ‘Sevgi sabit olandır; yok olan hiçbir şey veya başkalaşan sevgi, sevgi
değildir. Çünkü sevgi, herhangi bir şeyin onu ortadan kaldırmasına imkân
vermeyecek kadar güçlüdür. İnsan üzerinde en etkiiı otorite olan gaflet bile
sevgiyi sevenden ayıramaz. Sevgi kişide öyle yerleştirmiştir ki, insan
sevgilisi nedeniyle kendinden habersiz Hakk gelir; hâlbuki seven başka biri
nedeniyle sevgilisinden perdelenmez. Böyle biri seven olduğu gibi böyle bir hal
de sevgi halidir.
Muhabbet hastalığı
olmayan bir şey Çünkü bu hastalığın şifası yok -
, Başka bir şeye yönelme sakın
Söylediğine de kulak verme
Allah Teâlâ’nın sevgisiyle Allah Teâlâ’yı
sevdik ve Hakkın sevgisi başkalaşmaz. Dolayısıyla yaratılmışın sevgisi de
başkalaşmaz. Bu kutba şöyle denilmiş: ‘Bir yaratılmışın başka birini sevmesi
değişir mi?’ Şöyle demiştir: ‘Hayır! Çünkü varlık özü gereği sevilendir. Zati
muhabbet ise ortadan kalkmaz.’ Kendisine şöyle denilmiş: ‘Sevgisi başkalaşan
itimseler gördük.’ Şöyle cevap vermiş: ‘Başkalaşan bir şey sevgi değil,
iradedir. Sevgi ve muhabbet olsaydı, sabit kalırdı.’ Bakınız! Sevginin kendisi
ye hükmü sabit olduğu için ‘vüdd (veya meveddet)’ (kalıcı sevgi) diye
isimlendirilmiştir. Bu durum, sevende sevgiliden başka bir artığın kalmaması
demektir. Bir fazlalık kalsaydı, sevgiyi ortadan kaldıracak şekilde tesirini
icra edebilirdi. Sevginin sabit olmasının sebebi budur. Çünkü seven her şeyde
sevgiliyi görür ve onu hiç yitirmez. Seven herhangi bir şeyde sevgilisinden
başka birini görebilseydi, hiç kuşkusuz, gördüğü şeyden sevgisini ortadan
kaldıracak bir durum kendisine ilişirdi. Böyle bir hal sevgide gerçekleşmez.
Bu nedenle sevgisinde değişme olan kimselerde iradenin hükmüyle sevginin hükmü
birbirine karışmıştır. Her irade sahibi seven olmadığı gibi seven herkes irade
sahibi değildir. Bunun yanı sıra her irade edilen sevgili olmadığı kadar her
sevgili irade edilen değildir. Bu kutbun makamı, zikrettiğimiz makamdır. Onun
işi gariptir ve halini açıklamak sözü uzatır; hâlbuki yöntemimiz özetlemektir.
' ..
• 1 ' Hz. Süleyman’ın Kademi Üzerindeki
Altıncı Kutup
Onun Kuran-ı Kerim’den suresi
Vakıa’dır. O, sürekli hayat sahibidir. Menzilleri, surenin ayederi kadardır.
Hayat ve canlılık ilmi ona tahsis edilmiştir. O hallerinden her birini
Rabbinden alır. Bu yönüyle onun halleri Rabbinin halleri olduğu kadar yöntemi
(hidayeti) peygamberlerin yöntemidir. Allah Teâlâ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem’e diğer peygamberleri zikrederken şöyle buyurur: ‘Onlar
Allah Teâlâ’nın hidayet ettiği kimselerdir. Sen ise onların hidayetlerine uy.’281 Hâlbuki ‘onlara uy5
dememiştir. Buradan Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in bize zikredilmiş
olan veya zikredilmemiş bütün peygamberlere denk olduğunu anladık. Çünkü ayette
zikredildiği üzere her peygamberin bir hidayeti vardır. ‘Her
birisi için bir şeriat ve yöntem belirledik.’2*2 Allah Teâlâ şeriatlarını ortaya
koyan, yöntemleri açıklayan ve bütün bunları Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve
sellem’de toplayandır. Her kim Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’i
görürse, hiç kuşkusuz, Allah Teâlâ’ya yakın herkesi görmüş demektir; kim onun
yolundan giderse, bütün peygamberlerin yoluna uymuş demektir.
Allah Teâlâ için yadırganacak iş mi!
Bütün âlemi birde toplamak
Bu kutbun hallerinin Rabbinin halleri
olduğunu söyledik. Bunun anlamı, kendinden söz ederken buyurduğu üzere, Hakkın
her gün bir işte olmasıdır. Bu ise hallerin değişmesi ve farklılığı demektir.
Bu kutup şe’nlerinde Hakkı gören kimselerdendir. Onlar, kendilerinde Hakka
ait işlere (şuûnat-ı ilahiye) bakar ve onun (gereğiyle) hallenirler. Onlar,
halleri hakkında bir basirete sahiptir. Kim bu durumdaysa, ilahi isimlerle
ahlaklanan kimselerle bir değildir. Daha doğrusu böyle birinin zevkiyle
ötekinin zevki birbirinden farklıdır. Böyle bir insan, hali bilinmeyen biridir,
çünkü Hakkın mertebeleri gizlidir. Onu; ancak makamı işlerle hallenmek
(telebbüs) olan bilir. Bu konudaki delil, Allah Teâlâ’dan başka yaratıcı
bulunmayıp O’nun işleri yerli yerine koyarak onlara mertebelerini aşırmayan
hikmet sahibi olduğu hususunda görüş birliğine varmamızdır. Âlemde ortaya çıkan
her şey, yerli yerinde bir hikmettir. Biz bütün yaratılmışların ve (hatta) Allah
Teâlâ ehlinin çoğunun varlıkta insan eliyle ortaya çıkmış herhangi bir fiil
için şöyle dediğini biliriz: İnsan eliyle varlıkta ortaya çıkmış herhangi bir
fiil şöyle olmuş olsaydı, yapılandan daha iyi ve daha güzel olurdu. Onlar bu
sözü Hakk kaynaklı bir fiilin kendisinde ve elleriyle ortaya çıktığı kimseye
karşı böyle derler. Acaba böyle bir söz söylemek, onlarm kendilerinden meydana
gelen hususlarda Allah Teâlâ’nın hikmetini bilmemelerinden başka nedir ki?
Böyle bir söz Allah Teâlâ ehlinden -sadece bilgisizlikleri nedeniyle değilAllah
Teâlâ’dan gafil kalmaları nedeniyle meydana gelebilir. Hâlbuki onlara
söylendiğinde, hatırlarlar. Buna mukabil böyle bir söz Allah Teâlâ ehlinden
olmayanlardan -gaflet nedeniyle değilbilgisizlik nedeniyle ortaya çıkar. Böyle
bir cahil, söz konusu fiili kınamaktan geri durmaz. Ta ki Allah Teâlâ’nın o
fiil hakkındaki hikmeti herhangi bir vakit kendisine görünür ve bu durumda
kendi bilgisizliğini anlar, bilgideki ve akıldaki eksikliğini kavrar. Allah
Teâlâ ehlinden bu zevke sahip kimse görmediğim gibi özellikle bu hususta riyy
(kanma) derecesine ulaşanı duymadım. Hâlbuki son derece açık ve anlaşılır bir
zevktir. Fakat gayeler bunu kabullenmeyi engeller, arzular onu elde etmek üzere
çalışmanın önüne geçer. Bu bilgiyi elde etmek istemeyen din ehli şöyle derler:
‘Şeriat bizden bazı şeyleri inkâr etmemizi istemektedir. Allah Teâlâ’nın fiili
olduğunu bilsek bile, onu yapmamak yapmaktan iyidir.’ Bu insanların sözlerine
karşılık şöyle deriz: ‘Haklısın! Fakat böyle bir itiraz benim derecemi anlayan
birinden meydana gelmez. Çünkü ben o kişinin itiraz ederken Allah Teâlâ’nın
ondaki hikmetini anlamadığını söyledim. Şeriatın itirazı nedeniyle bir konuya
itiraz eden kimse, sadece Allah Teâlâ’nın karşı çıktığı bir hususu aktarandır
(nâkil), yoksa gerçekte itirazcı değildir.’ Bir itiraz (şeriat yoluyla) Allah
Teâlâ’dan meydana geldiğinde, zevk sahibi onun hikmetini ve menzilini bilir.
Bu hal sahibi, marufu emreder, münkerden uzarlaştırır, hadleri uygular. Bununla
birlikte bütün bunların hikmetini görür ve kendisine görünen ilahi şe’nlerde
onları müşahede eder. Onları özellikle yaratılışları esnasında müşahede eder.
Bu hal sahibinin makamı budur. Bununla birlikte Allah Teâlâ ehlinin bir kısmı
ilahi işleri Hakk onlarda bulunmazdan önce müşahede eder. Öyle biri insan,
mümkünlerin hakikatlerini Hakkın onları müşahede ettiği üzere -ki bu nedenle Hakk
onlardan bir kısmını var etmek üzere belirler, başkalarını var etmezyoklukları
halinde müşahede eder. Bir kısmını yaratır dedik, çünkü Hakk mümkünleri ancak
-ekleme ve çıkarma yapmaksızınyokluk hallerinde bulundukları duruma göre
yaratır. Allah Teâlâ ehlinin bir kısmı da işi duyu âleminde zuhurundan önce
müşahede eder. Bu, başka bir yaratmadır ve onu imam-ı mübin’de müşahede eder.
İmam-ı mübin, silinme ve ispatı yani silme ve sabit kalmayı içeren Levh-i
mahfuz’dur. Bu nedenle her şey ondadır. Bu nedenle bir şey önce yazıda var
edilir. Bu keşif, Allah Teâlâ’nın mümkünlerin hakikatlerini varlıkta bulundukları
durumda kendine gösterdiği kimsenin keşfinden aşağıdadır. Böyle bir keşif
sahibi, Allah Teâlâ’nın eşya hakkındaki hükmüne göre eşya üzerinde hüküm verir.
Duyu âleminde görünmezden önce, bu şe’nler pek çok idrak tarzıyla idrak
edilirler. En üstünü, zikrettiğimizdir. Onun ardından Hakkın onları yaratırken
müşahede edilmelerini idrak gelir. Bu müşahede, imam-ı mübin’de ve başka bir
yerde kendilerini görmekten üstündür. Bu müşahedenin aşağısında, şe’nin
tekvininden önce kul adına meydana gelen her türlü müşahede vardır. Bu durum
‘Gördüğüm her şeyle beraber Allah Teâlâ’yı gördüm’ diyenin halidir. Bu hal
‘Gördüğüm her şeyden önce Allah Teâlâ’yı gördüm’ diyenin halinden üstündür.
Birinci hal tahkik ifadesidir. Öteki de tahkik bakımından benzeri olsa bile,
aralarında fark vardır. Birinci ‘Ali’yi şu işi yaparken gördüm’ demeye
benzerken ötekininki ‘Yapanı şöyle yaparken gördüm’ demeye benzer. Müşahede
ettikleri hususta iki şahıs arasındaki fark budur. Çünkü özel isimler,
isimlendirilen yokken karşılıklı konuşmak üzere ortaya konulmuştur. İsimlendirilen
varken isimleri kullanmanın manası yoktur. Bununla birlikte isimler yine de
kullanılmış olurlarsa, bu durum ya halin gerektirdiği edepten veya haber
verirken pekiştirme amacı taşır.
Bu kutbun hali hakkında duyduklarımı
açıklamış oldum. Gerçi onun bildiğim pek çok hali vardır, fakat bütün
kutuplarda yaptığımız üzere özet vermekle yetindik. Bütün hallerini açıklamaya
vakit yeterli gelmeyeceği kadar böyle bir şey de imkân dâhilinde değildir.
Hz. Eyyûb’un
Kademi Üzerinde Olan Yedinci Kutup
Onun suresi, Bakara suresidir. Bu
sure Kuran ayetlerinin efendisini (ayate’l-kürsî) içeren suredir. Menzilleri
onun -ayetleri kadar değilharflerinin sayısı kadardır. Bu kutbun hali
azamettir. Öyle ki, âlemin onu sığdıramayacağım görür. Çünkü onun zevki, Hakkın
kalbine sığdığını görmektir. Bir rivayette Hakkın şöyle dediği aktarılır:
‘Beni yerim ve sığdıramadı, kulumun kalbi beni sığdırdı.’ Gerçi her kalp Hakkı
sığdıramaz. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Göğüslerde
bulunan kalpler kör öîur.’283 Böylece Allah
Teâlâ kalplerdeki mekânını beyan buyurmuştur. Kul Hakkın kalbinde bulunuşunu
müşahede edince,
âlem Hakkı sığdıramadığı gibi bu kulu da sığdıramaz. Alemin
kendi karşısında dar gelişini müşahede etmesinin sebebi budur.
Musul’daki hadisçilerden birinden
başka bu makama ulaşıp onu müşahede edeni görmemiştim. O bu mesabedeydi. Allah
Teâlâ onu bir konuya muttali kılmış, fakat ondaki sırrına muttali kılmamıştı.
Bu hali kendisine açıklayacak birini arıyordu. İçinde bulunduğumuz altı yüz
yirmi sekiz yılında Seyfüddin b. Alemüddin’e ait Halep’teki medresenin
müderrisi olan İmam Necmeddin Muhammed b. Ebu Bekir b. Şayi el-Musulî benden
kendisine söz etmişti. Bizimle bir araya gelmek istedi. Görüştüğümüzde bize
halini söyledi, biz meseleyi kendisine açıkladık. Bunun üzerine sevindi,
neşelendi. Kendisini anladığımı görünce, bana halini izhar etti. Onu azamet
makamından büyük bir nasip almış olarak buldum. Yine de bu hususta bu kutbun
zevkinin aşağısındaydı. Çünkü bana ağzında balgam bulunduğunu fakat Hakkın bulunmadığı
bir yer olmadığı için onu ağzından atamadığını söylemişti.. Üstelik balgamın
tükürülmesi hakkında şeriatın edep bahsindeki hükmünü biliyordu ve bu nedenle
hayret halindeydi. Onun benzeri başka birini Endülüs’ün İşbiliye şehrinde
görmüştüm. Bize Hallac’ın bu makamdan ‘zevk’ ettiği ve bu nedenle makamın
halinin onun üzerinde zuhur ettiği aktarılmıştır. Onun ‘azamet evi’ diye
isimlendirilen bir evi vardı. Oraya girdiğinde, varlığıyla orayı doldurduğu
görülürdü ve bu nedenle de simya ilmiyle ilişkilendirilmişti; hâlbuki insanlar Allah
Teâlâ ehlinin hallerini bilmedikleri için böyle düşünürler. Bu makamda temldn
sahibi olanda o zevkin sahibi olduğunu gösteren bir hal zuhur etmez. Bunun
yerine onun nitelikleri, bu makamın -haline değilhükmüne göre cereyan eder.
Çünkü hal kerametleri ortaya çıkartır. Nitekim Mehasinü’l-Mecalis’in
yazarı hallerin müritlere ait olduğunu söylerken bunu belirtmiş ve sonra da
şunu eklemiştir: ‘Haller kerametlere aittir.’ Harikuladeleri kasteder.
‘Kerametler bu tasavvuf dilinin örfünde halde istikamet sahibi olmakla birlikte
harikuladelerin gerçekleşmesi demektir. Ya da harikulade hemen ardından
istikamet sahibi olmayı sağlar. Onlara göre bunun-böyle olması kaçınılmazdır.’
Kerametleri (harikulade) halde istikamet sahibi olmakla sınırlamanın sebebi,
onların Allah Teâlâ’dan kula dönük keramet olmamasıdır. Azamet makamında bulu-
nanların en kâmili, hali bilinmeyen
ve tanınmayandır. Bu kişi yapacağını bilir ve ona bakan kimse hayrete düşer.
Bununla birlikte o, kendi durumu hakkında Rabbinden bir delile ve basirete
sahiptir. Bu imamın hallerini öğrenmek isteyen, Bakara suresinin sonuna kadar
ayetleri ardışık olarak incelemelidir. Zira bu kutup onun ayetlerinin toplamı
demektir. Razı olacağı işlere ulaştırmak Allah Teâlâ’ya kalmıştır.
Hz. İlyas’ın Kademindeki Sekizinci
Kutup
Onun suresi, Al-i İmran’dır. Bu sure
de beyazdır. Onun menzilleri, ayetlerinin sayısıncadır. Birinci ve ikinci
kutup derken, bir zaman sıralamasını kastetmiyorum, on iki kutup tamamlanıncaya
kadar bir sayı dizilişinden söz ediyorum. Bazen on İkincisi veya bir başkası zaman
itibarıyla ilk olabilir. Bunu belirtmemizin nedeni, kutupların zamanlarını Allah
Teâlâ’nın öğrettiği insanlar burada ortaya koyduğumuz kutupların tertibini
gördüklerinde bir zaman tertibinden söz ettiğimizi düşünmelerinin önüne
geçmektir. Bu nedenle bu sıralamanın bir sayı dizilişi olduğunu belirttim.
Bu kutbun hali, ilahi kelamda
müteşabihi bilmektir. Onun tevilini Allah Teâlâ’dan başkası bilemez. Bu kutup
bilhassa O’nun öğretmesiyle müteşabihi öğrenir; zaten müteşabih sadece Allah
Teâlâ’nın öğretmesiyle bilinebilir. Öğrendikten sonra müteşabih ayet o kişi
adına muhkeme dönüşür. Böylece ayetin hangi yönünde benzerlik (teşabüh) bulunduğunu
anlar ve münasebet bilgisi öğrenilir. Bu münasebet Allah Teâlâ ile benzerliğin
ortaya çıkmasını sağlayan ilişkidir. Bütün teşbih ayetlerinde bu durum
geçerlidir. Ya da teşbih, gizli bir münasebetten kaynaklanan ortak lafzın
delaleti bakımından ortadan kalkar. Çünkü teşbihteki münasebet açıkken
ortaklıkta gizlidir. Misal olarak bilgiye nur denilmesini verebiliriz. Bilgi
nur diye isimlendirilirken nür da nur diye isimlendirilir. Allah Teâlâ ‘Biz
onu nur yaptık’284
buyurur. Kastedilen vahiydir ve bilgi demektir. ‘Öyle
bir nur ki dilediğimiz kulları onunla hidayete ulaştırırız.’285 Ortaklıkta ise göz (ayn) kelimesini
misal verebiliriz. Göz diye isimlendirilen bütün varlıklarda münasebet
gizlidir. Bu münasebet -Allah Teâlâ’nın bildirmesiylebu kutup için barizdir.
Nazarî düşünceyle tevil yapanlar herhangi bir bilgiye sahip değillerdir.
Bununla birlilikte onlar bazen tesadüf yoluyla bilgiye ulaşabilirler.
Bu bilgiden kadınların erkeklerin
yarımları oluşunun mahiyeti öğrenilir. Bakınız! Havva Adem’den yaratılmış ve
bu nedenle iki hükmü olmuştur: Aslı bakımından sahip olduğu erkeklik hükmü ile
dolaylı olarak sahip olduğu dişiliktir. Bu yönüyle Havva müteşabih sayılır.
Çünkü insanlık, erkeklik ve dişiliğin toplamıdır. Kendisinde fail olduğu kimse
için, münfail, yani edilgenin karşısında failin yeri neredir? Bir şey ancak
benzerinde fail olabilir. Bu, infialin (edilgenlik) önce bizzat failde
gerçekleşmesi demektir. Böylece münfal (edilgen) olanın sureti failde ortaya
çıkmıştır ve bu güç sayesinde münfail -her neysemeydana gelmiştir. Fail’e
misal olarak el-Mübdi, el-Muhteri’ ve el-Hakk (isimlerini verebiliriz). Daha
önce âlem hakkındaki bilgiyi incelerken söylediğimiz üzere, bilgi bilinene
tabidir ve bilgi bilenin bir sıfatıdır. Bilgiyi veren, malum, yani bilinen
şeyin kendinde bulunduğu durumdur. Sonra bilen kişi bildiğini meydana getirir.
Mesela el-Muhteri’ ismi misalsiz yaratılan diye isimlendirileni varlıkta izhar
eder ve var eder. Allah Teâlâ’nın kadınları Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve
sellem’e sevdirmesinin anlamı buradan öğrenilir. Kim kadınları peygamberin
onları sevdiği gibi severse, hiç kuşkusuz, infiali (edilgenliği) kendinde
toplayan Allah Teâlâ’yı sevmiş demektir. Bu yönüyle malum (bilinen) bilgiyi
verdiği için onun hakkında alim denildiği gibi Hakk da malum karşısında ilk
münfaildir. Bu durum Hz. İsa’da Havva’nın Adem’den münfail oluşunun mukabilinde
Meryem’den münfail olmak şeklinde ortaya çıkmıştır. ‘Burada
kalbi olan için öğüt vardır.’286 Bunun yanı sıra ‘Ey
insanlar) Sizi bir erkekten ve dişiden yarattık’287 ayeti
buradan anlaşılır. Erkekten yaratılana misal Havva iken dişiden yaratılana
misal Hz. İsa’dır. Erkek ve dişiden yaratılmak ise Adem’in diğer çocuklarında
tezahür etmiştir. Bu yönüyle onlar insanların yaratılış türlerini kendilerinde
toplar.
Tasavvuf yoluna girdiğimde kadınları
ve cinsel ilişkiyi en nahoş bulun yaratıklardan biriydim. Bu makamı müşahede
edinceye kadar, neredeyse on sekiz sene bu halde kaldım. Allah Teâlâ’nın Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’e kadınlan sevdirdiğini belirten bir hadisi
öğrendikten sonra daha önce bu konudaki düşüncem nedeniyle azaba duçar
kalmaktan endişelendim. Demek ki Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem doğası
gereği onları sevmemiş, Allah Teâlâ’nın sevdirmesi nedeniyle sevmişti. Allah
Teâlâ’ya samimiyetle yöneldiğimde, Allah Teâlâ’nın peygamberine sevdirdiği bir
şeyi nahoş bulmam nedeniyle cezalandırılma korkusu kalbimden silindi. Allah
Teâlâ’ya yönelince, korkuyu benden aldı ve kadınları bana sevdirdi. Şimdi
kadınlara karşı en şefkatli ve onların hakkını en çok gözeten insanlardan
biriyim, çünkü bu konuda bir basirete sahibim. Benim kadın sevgim doğal bir
sevgiden değil, Allah Teâlâ’nın bana onları sevdirmesinden kaynaklandı.
Kadınların kadrini ve değerini ancak Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e
karşı yardımlaşıp ona itiraz eden iki eşi hakkında Allah Teâlâ’nın söylediğini
bilen ve anlayan idrak edebilir. Nitekim Allah Teâlâ Tahrim suresinde bu
durumu beyan etmiştir. Ardından iki eşinin yardımlaşmasının mukabilinde Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’e yardım edecek kimseler olarak Allah Teâlâ kendisini,
Cebrail’i ve müminlerin salihlerini zikretmiş, ardından melekleri eklemiştir.
Buradaki farklılık, yardımlaşma sebebinin farklılığından kaynaklanır.
Binaenaleyh ortada ancak Allah Teâlâ sayesinde izale edilebilecek bir durum
vardır ve bu durum bir yaratılmışın yardımıyla izale edilemez. Bu nedenle Allah
Teâlâ bize bazı hususlarda Allah Teâlâ’dan doğrudan yardım talebini, bazı
konularda sabırla, bazı konularda namazla yardım istememizi emretmiştir. Bunu
bilmelisin!
Bununla birlikte bazen bir iş vardır,
o iş Allah Teâlâ’nın gücü dâhilinde olsa bile, Allah Teâlâ Cebrail’e o işi
defetme ve uzaklaştırma gücü vermiş olabilir. Bu durumda Cebrail Hz. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellem’e eşlerinin kendisine karşı yardımlaşmasını ortadan
kaldırmak, bu yardımlaşmadan vazgeçmelerini sağlamak ve üzerlerindeki hakkını
yerine getirmelerini temin etmek üzere yardım etmiştir. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem bizim sükût etmemiz gibi onların karşısında susmuş, işin
sonunda ve başında emir o iki eşine ait olmuştur. Bu ise ilahi bir özelliktir.
Çünkü onların hareketi nedeniyle hareket eden hareket etmiş, sakinleşmeleri
nedeniyle hareket etmek isteyen sakinleşmiştir. Salih müminlerin Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’e yardımı da böyledir. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’in iki eşinde öyle bir durum vardı ki, onun salih müminlerle
ilişkisi başkalarına göre daha yakın bir ilişkiydi.
Bu durumda (o işin ortadan
kaldırılması için) salih müminler Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e
yardımcı olmuş, ardından melekler zikredilmiştir. Meleklerin gelmesi ise
insanlara amade kılınarak yaratılmış meleklerin geneline uygun bir hususla
ilgilidir. Allah Teâlâ ilahi tertibe göre ancak melekler vasıtasıyla ortadan
kaldırılabilecek işlerde onları yardımcı lalar. Bununla birlikte Hakk bir işi
tek başına yapabilir ve onu yerine getirecek kudrete sahiptir. Fakat bu durum
akla göre böyle gerçekleşir. Allah Teâlâ ise vakıayı gerçekleşirken nasıl gerçekleşecekse
öyle bildirmiştir. Vakıa O’nun söylediği üzere gerçekleşir. O’nun söylediği ise
o surette gerçekleşecek olanı bilmesiyken O’nun bildiği bilinenin
kendiliğindeki durumu hakkında O’na verdiği bilgidir. Bilinen ezelde yokluk
halinde ayn-ı sabitesini müşahede ederek o bilgiyi elde etmiştir.
Dostum! İşler/varlıklar, kalp ve
anlayış sahibi için kendi hakikatlerini nasıl izhar etmektedir. Allah Teâlâ
bizi ve sizi O’ndan anlayanlardan kılsın. Onlar sayesinde (hakikati) Allah
Teâlâ’dan anlayabilecekleri bir kalbe sahip olanlar ve O’nun hitabına kulak
verenlerdir. Allah Teâlâ âlemde işlerini meydana getirirken kalp sahibi onları
görür.
Hz. Lût’un Kademi Üzerinde Bulunan
Dokuzuncu Kutup
Onun suresi Kehf iken korunmuşluk ve
bağlanma ona aittir. Menzilleri surenin ayetleri kadardır. Onun hali, yaygı
üzerinden kovulmaya yol açacak edepsizlikten korunmaktır. Onun içinde bulunduğu
vakit ve hal daima korunur. Onun ilmi, itisam, yani bağlanma ilmidir. Allah
Teâlâ bağlanmayı iki yerde tespit etmiştir. Bu itibarla şöyle buyurur: ‘Allah
Teâlâ’ya bağlanın!’ Diğeri ise O’nun ipine bağlanmakla ilgilidir. Bu durum ‘Allah
Teâlâ’nın ipine topluca sarılın’288 ayetinde belirtilir. İnsanların bir
kısmı Allah Teâlâ’ya bağlanırken bir kısmı O’nun ipine bağlanır. Gerçekte Allah
Teâlâ’nın ipine bağlanmak, Allah Teâlâ’ya bağlanmanın ta kendisidir. Bu kutup
bu iki bağlanmayı (itisam) birleştirir. Bunların arasındaki fark şudur: Allah
Teâlâ’nın ipi seni kendine yükseltecek bir yoldur. Misal olarak ‘Güzel
söz O’na yükselir, salih amel O’na çıkartılır’289 ayetini verebiliriz. Allah Teâlâ’nın
ipi O’nun şeriatından başka bir şey değildir. İnsanların bu konudaki anlayışları
derece derecedir: Bir kısmı bir türlü, bir kısmı başka türlü anlar. Bu nedenle Allah
Teâlâ onların bir kısmını ötekilerden üstün kılmıştır. Yolundan sapmayan kimse,
korunmuş olandır. Yola bağlanmak ise itisam (korunmuş anlamındaki ismet ile
aynı kökten; bağlanarak kendini korumak) demektir. İmanda kemale ulaşmış
müminlerin hali böyledir. Böyle insanlar Allah Teâlâ’nın ipine sarılırken Allah
Teâlâ’ya sarılırlar. Bu durum ‘Ancak
senden yardım isteriz’290 ve ‘Allah
Teâlâ’dan yardım isteyiniz1291 ayetlerinde belirtilir. İkinci bağlanma türü olan Allah
Teâlâ’ya bağlanmak ise Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in Allah Teâlâ’ya
sığınmak hakkında buyurduğu ‘Senden sana sığınırım’ hadisinde belirtilir. Çünkü
yaratıklarından hiçbiri Allah Teâlâ’ya karşı koyamayacağı için Allah Teâlâ’dan
herhangi bir yaratılmışa sığınılamaz. İnsan kendisinin Hakkın suretinde
yaratılmış olduğunu duyar ve bu noktada insan-ı kâmil ile hayvan insanı ayırt
etmez. Ona göre insan ‘insan’ olmak itibarıyla ilahi surette yaratılmıştır.
Hâlbuki gerçek onun zannettiği gibi değildir. ‘İnsan’ olmak itibarıyla insan
sadece ilahi sureti kabul etmeye elverişlidir ve suret ona ihsan edildiğinde
onu kabul etmesinin önünde engel. yoktur. Suret verildiğinde ise ilahi surette
bulunur ve halifelerden birisi olarak kabul edilir. İlahi surette bulunan kişi
ancak Hakkın o surette davrandığı gibi davranır. Bu yönüyle Hakkın davranışı
ve tasarrufu, âlemin kendinde ve içinde bulunduğu duruma mutabıktır. Yükümlü
olan ve olmayan kısımlarıyla birlikte bütün yönleriyle âlemin kendinde
bulunduğu durumu bilirsin! Yükümlü âlemdeki münker ve marufu (yadırganan/inkâr
edilen ve kabul edilen) ancak halife bilebilir (veya maruf olarak görür). Söz konusu
halife ilahi suretin sahibi olduğu gibi Hakk inkâr edilme hükmüne sahip
olandır, kul bu hükme sahip değildir! Binaenaleyh Allah Teâlâ’ya bağlanan kişi
İlahi surette olduğunda ancak inkâr edileceği bir yerde kendisiyle zuhur etmeye
karşı O’ndan korunma talep edebilir. Söz konusu (inkâr edilecek) nitelik onun
özelliği olsa bile, herhangi bir yerde onunla görünmesi yeya herhangi bir
müşahede yerinde onunla ortaya çıkması söz konusu olmaz. Bu halifenin düsturu
her yerde vaktin hüküm verdiği şekilde ortaya çıkmaktır. Edep denilen hal
budur. Onun müşahede ettiği şey Allah Teâlâ’yı, Allah Teâlâ ile görmek, âlemi
de Hakkın varlığı olarak görmek ise bir kişiyi inkârdan uzaklaştıracak daha
güçlü bir durum yoktur. Fakat inkâr da bulunmalıdır. Bu makam kimin adına sabit
olursa o kişi Hakk vasıtasıyla Hakk üzere ve Hakk nedeniyle inkâr eder ve değer
vermez ve onun delili sabittir.
Hz. Hud’un Kalbi Üzerinde Olan
Onuncu Kutup
Onun suresi Enam’dır. Bu sure
nimetlerde/uzunluklar tamlık ve kemalin sahibidir. Menzilleri surenin ayetleri kadardır ve onun pek çok ilmi vardır. Bu
ilimlerden birisi her yaratılmışın yaratılışında Hakk ettiği şeyi bilmektir.
Her yaratılmışın Hakk ettiği mertebeler de kutubun bilgisi dahilindedir. Yar
atılış hakkı "Allah Teâlâ her şeye yaratılışını
verdi’292 ayetinde
zikredilir. Mertebelere ise ‘Allah
Teâlâ’yı hakkıyla takdir edemediler’293 ayetinde dikkat çekilir. Başka bir
ayette ‘Ey kitap ehli! Dininizde aşırılığa
gitmeyin’29* buyrulur. Aşırılığa gitmek,
mertebeye ilave yapmak veya onu eksiltmektir. Akıllıyı akılsızdan ayrıştıran
özellik, her Hakk sahibine hakkını vermek ve her şeye yaratılışını vermektir.
Bunu bilmeyen, Hakkı bilmeyen kişi demektir. Hakları bildiği halde bildiğiyle
amel etmeyen, akılsızdır. Bu makam sahibinin aklının tam ve bilgisinin kâmil
olması gerekir. İlahi koruma ve büyük inayet, bu demektir. Bu örnek yol
üzerinde yürümek -ki yakınlık yoluduren sağlam yürüyüş ve sülüktür.
Allah Teâlâ âlemin yaratılışını ruh
ve suret itibarıyla tamamlamış, her yaratılmışı mertebesine yerleştirmiş,
âlemdeki her türün bireylerinin zuhuru için ruhani ve cismaııî bir kaynaşma
meydana getirmiştir. Çünkü her türün bireylerinin (bir defada) varlığa girmesi
imkânsızdır. Bu sayede fail Hakk’ın münfail âlem (edilgen) olan üzerindeki
ihsanı ‘zevk’ yoluyla öğrenilir. Yaratılmışlar da Allah Teâlâ’nın kulları
üzerindeki ihsanını öğrenip O’nun karşısında hakiki kulluğu nasıl yerine getireceklerini
öğrenirler. Allah Teâlâ yaratma fiilini onlara nispet ederek şöyle buyurur: ‘(İsa)
Çamurdan yarattığında...’295 Başka
bir ayette ‘Yaratanların en güzeli
Allah Teâlâ mübarektir’296
buyurur. Allah Teâlâ yaratıcıların bulunduğunu, kendisinin ise onların en
güzeli olduğunu belirtir. Çünkü O yarattığını görerek yaratırken yaratan kullar
var olanları tasavvur ederek bir şeyi meydana getirebilir. Başka bir ifadeyle
benzerini meydana getirmek istediği şeyin suretine göre yaratabilir. Hakkın
yaratması ise öyle değildir, çünkü Hakk bazen misalsiz yaratır, bazen bir
yaratılmışı o yaratılmışın kendiliğinde ve dışta bulunduğu duruma göre yaratır.
Bu durumda Allah Teâlâ ona ancak ‘taalluk (ilişme)’ denilecek şekilde varlık
elbisesi giydirmiş demektir. Allah Teâlâ kimi mümkün varlıklar arasından
dilediklerine keşif yoluyla vâkıf kılarsa, o kişi, varlıkları var etme gücünde
değildir. Başka bir ifadeyle böyle bir insan, (ilahi bilgide) sabit mümkün
hakikatin giyeceği varlık elbisesini giydirme gücüne -ki doğrudan olanı kast
ediyorumsahip değildir. Fakat insanın himmeti vardır. Himmet bir şeyi var etme
iradesi değil, onun varlığını irade etmek demektir, çünkü o şeyi var etmesinin
imkânsızlığını bilir. İnsanın himmeti o şeyin var olmasına yöneldiğinde, Hakkın
‘ol’ emri de ona ilişir (taalluk) ve varlık elbisesi, yaratılmışın sözü
aracılığıyla Rabbinin yaratma sözünü duyar; o sözün yaratılışın dilinde
söylenmesiyle (mesela Hz. İsa vasıtasıyla) vasıtaların ortadan kalkıp doğrudan
Hakk tarafından söylenmesi birdir. Binaenaleyh yaratma sözü bir şeye
iliştiğinde, o şey zorunlu olarak var olur. Himmetiyle bir şeyin meydana
gelmesine vesile olan insan konuşursa, onun hakkında şöyle denilir: ‘Falan
kişi bir şey söyledi, sözünden falan meydana geldi.’ Kim bu durumu bilirse,
yaratmada kula düşen payı ve Hakka ait kısmı öğrenir. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘O
yaratanların en güzelidir’297 buyurur. ,
Herhangi bir mümkünün hakikati zuhur
edince, kendi mertebesi ona özlem duyar. Çünkü onun mizacı söz konusu mertebeyi
talep eder; burada ilk mertebeyi kastediyorum. Böylece müktesep istidat,
istidadın veresine göre ulvi ve süfli bazı durumlar kazanır ve böylece âlemde o
surede zuhur eder. Yabancı -ki hakikatlere dair bilgisi olmayanı
kastediyorumyaratılmışın istidadına bakar ve bu bakış söz konusu şeyin (olması
gerektiği) mertebenin aşağısmda bulunduğunu veya mertebesinin kendinde zuhur
ettiği mertebenin üzerinde bulunduğunu söylemesine yol açar. Hâlbuki gerçekte
durum bu kişinin gördüğü gibi değildir. Çünkü müessir istidat ancak yaratmada
ortaya çıkar ve o zatî bir istidattır. Arızî, yani dolaylı istidadın ise
herhangi bir etkisi ve hükmü yoktur. Aksine arızî istidat, zatî istidadın
ortaya çıkarttığı bir rütbedir. Yaratılmışların çoğu bu kadar bir bilgiden bile
habersizdir. Buna verilebilecek misal şudur: Bütün ilimleri öğrenip hepsini
sağlamca kavramış birine değersiz bir mertebenin ve görevin verildiğini görürler.
Daha doğru bir ifadeyle böyle erdem ve ilimleri kendinde toplamış birinin
seviyesine yaraşmayan bir mertebenin verildiğini düşünelim. İnsanlar bu durumu
gördüklerinde, onun mertebesinin aşağısında (bir görevde) olduğunu söylerler. Aslında
böyle demelde ona karşı insaflı davranmamış olurlar. Çünkü onlar, söz konusu
insanın mertebesinin daha önce elde ettiği erdemlerin ve sağlamca öğrendiği
ilimlerin ta kendisi olduğundan haberdar değillerdir. Sahip olduklarından
birisi de -mesela vali isehükümdarın onu görevlendirdiği düşük görevdir. Vali
değilse (insanlar bu kez) bütün bu faziletine rağmen, herhangi bir makam elde
edemedi derler ve onun mahrum kaldığını ileri sürerler. Hâlbuki mahrum
değildir, sadece içinde bulunduğu yer böyle olmasını gerektirmiştir. Başka bir
ifadeyle dünya hayatı saygın kişiye bazen saygıyla davranmayı gerektirirken
bazen de saygına küçültücü davranmayı gerektirir. Buna mukabil bazen küçüğe
küçümseyerek davranılırken bazen saygıyla davranılın Ahiret hayatı öyle
değildir. Orada büyük büyüklük görürken hakir ve değersiz olan küçümsenir.
İnsan derinden düşünürse, hiç kuşkusuz dünya hayatında Allah Teâlâ’nın şanına
yaraşmayan sözleri söyleyenler olduğu kadar O’nun şanına yaraşan tenzihi ve
övgüyü dile getirenlerin bulunduğunu da görürdü. Binaenaleyh (yukarıdaki
misalde zikredilen) kul Haktan daha yüce ve büyük değildir. Mertebeleri bilen
insan, âlemde işlerin nasıl gerçekleşeceğini öğrenir. Bütün işler, yani
sağlıklı veya bozuk her iş, Allah Teâlâ’ya döner. Binaenaleyh makamlara
bakmamalısın! Aklî düşüncenin gereğine göre değil, mertebelerin hükmüne göre
davranan görevlendiren (Hakka) bak! Çünkü insan aklıyla düşünürken dünya
hayatının böyle yapmayı gerektirdiğini gördüğü gibi âlemdeki her bir kişide
bulunabilecek aklî imkânı bırakır. Çünkü görülende gerçekleşen imkân bilgi
olmadığı kadar doğru da değildir. Akıllı insan, içinde bulunduğu zamanda
vakıaya göre davranmalıdır. Çünkü vakıa işin kendiliğinde bulunduğu durum
demektir. Akıllı insan gelecek zamana yönelmez. Bunun istisnası, Allah
Teâlâ’nın ona varlıkta vaki olmazdan önce keşif yoluyla mümkünlerin
hakikatlerini öğretmiş olmasıdır. Bu durumda onları gerçekleşmeleri esnasında
görmekle bu şekilde görmek arasında fark yoktur. Çünkü bu keşif sahibinden
keşfi esnasında aklî imkân kalkmış, Allah Teâlâ bu bilgiyi ona öğretmiştir. Bu
kutbun ilimlerinden bir kısmı bunlardır.
Hz. Salih’in Kademi Üzerindeki On
Birinci Kutup
Onun Kuran-ı Kerim’den suresi
Taha’dır. Mutlak şeref bu sureye aittir. Onun menzilleri surenin ayetleri
kadardır.
Bilmelisin ki bu kutup bu sure
nedeniyle diğer kutuplardan üstündür. Çünkü Taha suresi Kuran-ı Kerim’de
-mutlu âlime göreen değerli suredir. Çünkü bu sure Hakkın cennette kullarına
vasıtasız olarak okuyacağı suredir. Bu kutup çeşitli ilimlerin sahibidir.
Cezalandırma ve güç ona aittir. Nitekim Ebu Yezid el-Bestamî hafızın ‘Rabbinin
cezalandırması pek şiddetlidir’298 ayetini
okuduğunu işittiğinde ‘Benimki daha şiddetlidir’ demiştir. Bu esnada onun
hali, Allah Teâlâ vasıtasıyla konuşanın halidir. Bu itibarla kendinden
bildirdiği üzere, Allah Teâlâ’nın kulunun diliyle cezalandırması, kulunun dili
olmaksızın cezalandırmasından şiddetlidir. Bunun yanı sıra kulunun tabii
(beden) dili vasıtasıyla cezalandırması, kulunun ilahi diliyle gerçekleşen
cezalandırmasına göre mukayese edilemeyecek kadar şiddetlidir.
Bu imamın ilimlerinin çoğu tenzih ve
ihata hakkındadır. Burada tenzih ve ihata bilinen ve anlaşılan anlamıyla tenzih
değil, aksine bilinen tenzihin tenzihidir ve bu hususta tenzihi ihata bilgisi
saymıştır. Şöyle ki: Hakkın tenzihi, varlıkta ortaklığın bulunmamasıdır. Bu yönüyle
Allah Teâlâ varlığın kendisidir, başkası değildir! Bu kutba göre âlem Allah
Teâlâ’nın ez-Zahir isminden ibarettir. Bu onun bir (görünen) yüzüdür. Âlemin
zahirine göre batın ve gizli kalan kısım ise el-Batın ismidir. O da Hakkın
hüviyetidir. Onun için görünür ve ondan gizlenir. Acılara ve hazlara gelirsek,
bunlar, ilahi isimlerin karşıtlıkları (acılar) ve bir birleriyle uyumundan
(haz) kaynaklanır. Bu sayede suretler çoğalır. Çünkü onlar şekillenen
şeylerdir. Böylece birbirlerini idrak ederler. Allah Teâlâ ise onları ihata
eden ve aynı zamanda onlardan tenzih edilendir. Binaenaleyh Allah Teâlâ suretlerden
örtülmüş iken aynı zamandan onlarda tecelli edendir. Bu nedenle Hakkın (tecelli
ettiği) suretler farklılaşır ve kendisi olduğu bilinmekle birlikte hali inkâr
edilir. Bu durum insanın kendinden söz ederken söylemiş olduğu şu söze benzer:
‘İçinde bulunduğum anda kendime yabancıyım, çünkü nefsim benden başkalaşmıştır.
Ben kendimi böyle tanımıyorum.’ Hâlbuki kendisinden söz etmektedir ve ortada
bir başkası yoktur. Bu itibarla isimlerin teşekkülü bakımından imkân kendisine
aitken isimlerden kaynaklanan farklı suretleri kabul eden hakikat (ayn-ı
sabite) bakımından zorunluluk kendisine aittir. Öyleyse Hakk vacip-mümkün,
mekân ve mekânlı, hâdislik ve kadimlikle nitelenendir. Nitekim yüce kelamını
kadimlikle olduğu gibi hâdislik özelliğiyle nitelenmiş ve şöyle demiştir: ‘Onlara
Rablerinin zikrinden hâdis bir söz geldiğinde...’299 Burada
zamir isimlerin suretleri üzerinde Rabbe döner. Allah Teâlâ kelamını hâdislilde
nitelemiştir. Öyleyse kelam Rahman’ın suretinde hâdis ve meydana gelen bir
şeydir. Başka bir ayette, zamir ilkinde olduğu gibi Rahman’a dönecek şekilde, ‘onlara
gelir, Rahman’dan hâdis bir söz’300 denilir. Burada
da kendi sözünü hâdislik özelliğiyle nitelemiştir. Bu söz Rabbin suretinde
hâdis olan bir sözdür. Rabbin zikri önce olsaydı, bu kez Rahman’ın zikri cevabı
olacaktı. Rahman’ın zikri önce gelseydi, Rabbin zikri cevabı olacaktı. Her
zaman iki zikirden önce gelen Kuran ikinci gelen Furkan’dır. ‘O’nun
benzeri bir şey yoktur.’301 Bu ayet
iki zikirden önce gelen Kuran’a aittir. ‘O
duyan ve görendir’302 Bu ayet
ise ikinci kısma aittir ve o da Furkan’dır. Allah Teâlâ ilk ve son olduğu gibi ‘zahir
ve batındır. O her şeyi bilendir.’303 Bu durum isimlerin sureüerini kabul
etmesi anlamına gelir. ‘Her’ ihata bildirerek bütün işleri içerir. Allah Teâlâ
‘oî’304 sözünü ancak kendisi için söylediği gibi ‘olur’ denilen de
O’ndan meydana gelir. Bakınız! Allah Teâlâ ‘Dehr’ diye isimlendirilmiştir. O,
geceyi ye gündüzü değiştirendir. Hâlbuki Dehr, gece ve gündüzden başka bir şey
değildir. Değiştirme suretlerin farklılığından ibarettir. O halde saader,
günler, aylar, yıllar dehrin ta kendisidir. Zikrettiğimiz şekilde Dehr’de
tafsil meydana gelir. Bu yönüyle dehr bir açıdan saat iken bir açıdan gün ve
gece, gündüz, hafta, ay, sene, mevsimler ve yıllardır.
Her hayır ve iyilik O’na ait
Lâkin hiçbir
kötülük O’na ait olamaz
O bütünüyle varlık
Varlığın yoksunluğu
(kötülük) O’na ait değil
Kendini
tanıttığı bilir O’nu Bildirmediği bilmez ,
Biz
O’nun vasıtasıyla varız ‘
Bütün
hallerimizde O’na aidiz
Sen
O’sun ve O değilsin
O’na
aitsin ve O’na ait değilsin '
Bir iş yaparsan
fail O’dur
Amel ederken âmil
O’dur
Bunlar, bu kutbun bilgisinin
nefeslerinin bir kısmıdır. Çok ve mufassal olan bilgilerindeki hareket tarzı
böyledir.
Hz. Şuayb’ın
Kademi Üzerindeki On İkinci Kutup
Onun Kuran-ı Kerim’den suresi ‘Mülkü
elinde tutan Allah Teâlâ mübarektir’305 diye başlayan Mülk suresidir. Bu
sure okuyucusuna karşı cedel yöntemini kullanan bir suredir. Onun menzilleri
surenin ayetlerinin sayısı kadardır. Suredeki cedele misal olarak ‘Rahman’ın
yaratışında bir çelişki göremezsin, tekrar bak’306 ayetini verebiliriz. Allah Teâlâ iki
öncülün incelenmesine dikkat çekmektedir: ‘Taşkınlık
görür müsün?5307 Yani Allah Teâlâ’nın izhar ettiği
delile kuşkunun girmesiyle ortaya çıkacak bir gedik görebilir misin? ‘Gözün
geriye döner.’308 Yani
şüphe veya kuşkuyla delile etki etmekten uzaklaşır. ‘O
hüsrana uğramıştır.’309 Yani
kör olmuştur. Başka bir ifadeyle körlük belasına maruz kalmıştır. Bu suredeki
her ayet sonuna kadar bu üslupta devam eder. Allah Teâlâ surenin sonunda ‘De
ki, suyunuz kaybolsaydı onu size kim getirecekti?’310 buyurur. Bütün var olanlara
bakınız! Bir talime ihtiyaç duymaksızın, zorda kaldığında Allah Teâlâ’dan
başkasına mı yönelir? Hayır, doğrudan Allah Teâlâ’ya mı yönelir. (Allah Teâlâ)
başkası olsaydı, kendisini tanıyıp sığınamazdı. Bu durum bir deyimde iflas
etmiş bir insana söylenen ‘sabırdan başka sığınabileceğin ne var ki?’ ifadesine
benzer. Sabır gerçekte sabredenin niteliğidir ve bu nedenle kişi sabırlı
anlamında sabûr diye isimlendirilmiştir ve ‘ben oyum, başka biri yok’ der.
İşte bu Hz. Salih’in kademi üzerindeki kutbun bilgisinde iddia ettiği şeyin
kendisidir.
Ey Şuayb! bir ayıp yok
Fakat o şahit ve gaıb
Hikmete ve sözün ayrışmasına bak . Herhangi bir kuşku yok
Burhanların bilgisi, ilimlerin
terazileri, bütün tanımların bilgisi bu kutba aittir. O, latif, mücerret ve
tabiata hâkim ve şeriat tarafından desteklenen bir ruhun sahibidir. Akranları
arasında büyük sofralar hazırlayan, yediren, kendisi yedirilmeyen, nimet veren
ve almayan biridir. Ona hâkim hal tefekkürdür. Sürekli hatırlamak üzere
tefekkür ederken yadırganmak üzere apaçık işlere müdahil olur. Bu nedenle o,
bilinmeyen meçhul, tanınmayan belirsizdir. Genellikle ilahi isimlerden
el-Müdebbir, el-Mufassıl, el-Münşi’, el-Halık, el-Musavvir, el-Bari, elMubdi,
el-Muid, el-Hakem, el-Adl isimlerinin tasarrufta bulunduğu işlerde tasarruf
eder. Bu kutup Hakkı herhangi bir işte tecelli ederken gördüğünde terazinin
O’nun elinde olduğunu görür. O teraziyle yükseltir ve alçaltır. Bu yönüyle
sadece yükseltme ve alçaltma vardır. Çünkü mana, harf, ruh, suret, gök ve yer,
etken ve edilgenden başka bir şey yoktur. O halde sadece çift vardır ve her
çift tektir. Öyleyse gerçekte sadece tek vardır. ‘Fecir
vaktine ve on geceye, çifte ve teke yemin olsun ki!’311 Çift çifti talep ederken tek teki
talep eder. Vitr (sözlükte) intikam talebinden ibarettir.
Onun çifti vitrinde
(teklikte) zahir
Vitri de çiftinde
içkin
Bulutlar
yağmurlarını yağdırdı .
Her ne olduysa
karışmayla oldu
Senin arzın (beden)
haberlerini söyledi
Her güzel çiftten
bitkileri yetiştirdi
Onları müşahede
ederken kendinden geçersin
Hakkın gözünden
başka bir gözle
Onlarla zıt zıddından ayrışır '
Benzer benzeriyle
birleşir
Gözler âlemde
görünen şeylerde dolaşır durur
Ulvi âlemde
gözükenler
Göze zahir olan her
şey
Bir incelersen,
onun dışına çıkmış değil
Bu kutup iki gücü kendinde
birleştirmiştir: Bilme güce ve amel gücü! Bu itibarla kendisi bir yaratılmıştır
ve fıtratı itibarıyla herhangi bir işi kaçırmaz. Mantık, matematik, doğa ve
metafizik gibi her ilimde ilahi bir zevki vardır. Bu ilimlerin her türü ona
göre ilahi ilimdir. O söz konusu ilimleri Allah Teâlâ’dan öğrenmiştir ve onları
Hakkın dışında bir şey olarak görmez. Bu ilimler ona göre sadece Hakkı gösteren
ilimlerdir. Her bilgi veya her mesele ona göre Allah Teâlâ’yı gösteren bir
ayet ve delildir. Bu kutup kendini bütünüyle Allah Teâlâ’ya verdiği için o
meseleleri Allah Teâlâ’dan başkasına delil olarak görmez. O, çekilmiş ve irade
edilmiştir (meczûb ve murâd); artık içinde bulunduğu işte gayreti yoktur.
Aksine her işte kendini O olarak ‘bulur’, ardından gözleri açılır, bu kez gördüğünü
her şeyr ihata edecek şekilde yeniden görür. Bu görmeyle kazandığı ilave
bilgi, gördüğünün tafsili hakkındadır. Çünkü görülen her şey sürekli değişir ve
bu nedenle kişiye verilen bilgi (ifade) sürekli değişir. Kutbun elde ettiği her
bilgi, bir malum hakkında daha önce sahip olmadığı yeni bir bilgidir. Bununla
birlikte o şeyi sürekli müşahede eder ve (genel itibarıyla) bilir.
On iki kutbun halleri hakkında Allah
Teâlâ’nın benim dilimle zikretmeyi nasip ettiklerini zikrettim! ‘Allah
Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’
Bu kutuplardan birisine ait olan
sayı, bir sayısıdır. Bu kutub saf ve halis tevhidin sahibidir. Başka biri
sayılardan ikinin sahibidir. Her biri ona kadar devam eder. On birinciye ait
sayı, yüz iken on İkinciye ait sayı bindir. Ferd’e ait sayı, sonsuza varıncaya
kadar, on birden itibaren bileşik sayılardır. Bu durum Fertler’e aittir. Onlar
çokluğun birliğini ve birin mutlak birliğini bilen kimselerdir. Allah Teâlâ
bizi ve sizleri âleme yazmış olduğu kendisi hakkındaki bilgiyi doğrudan O’ndan
anlayanlardan etsin! O, veli, ihsan eden, cömert, kerim ve minnet sahibidir.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
DÖRT
YÜZ ALTMIŞ DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Düsturu 'La ilahe illAllah Teâlâ' (Allah
Teâlâ’dan başka ilah yoktur)' İfadesi Olan Kutbun Hali
Kimin düsturu nejy ve ispat (olumsuzlama ve olumlama) olursa
Ayetlerin izhar ettiği imamdır o
Tektir, onu çoğaltacak çift yok
Bizim nezdimizde onu alametler sınırlamaz
Niteliğin varlığında
sıfatı yok
Zatı müşahedede
hazları yok
Her şey onun
etkilenmesiyle etkilenir.
Onların
kendisindeki niteliği ölüler ve diriler
Onlar menkıbeleri
sınırsız, korunmuş kimseler
Ölümün afetleri
onlara ulaşmaz
Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah
Teâlâ’dan başka ilah olmadığını bilmelisin!,ÎU Bilmelisin
ki düstur, kulun kendisine bağlanmış olduğu herhangi bir zikir demektir. Her
zikrin başkasında bulunmayan bir neticesi vardır. İlahi zikirler insana arz
edildiğinde onlardan ancak istidadının verdiğini kabul edebilir. Bu itibarla
zikirde onun adına meydana gelen ilk fetih ve açılma, zikri kabulüdür. Sonra bu
zikirde fani olduğu için, her nefes zikri sürdürür ve uykuda veya uyanıkken
alıp verdiği her nefeste zikri söyler. Bu Hakk sahip olmayan biri, düstur
sahibi zâkir değildir.
Kimin zikri,‘La-ilahe illAllah Teâlâ’
ise onun zikrinin manası ulûhettir (herkesin özel Rabbi vasıtasıyla ve zorunlu
kullukla bağlı olduğu ilahlık). Ulûhet (ilahlık) sadece Allah Teâlâ adlı birine
ait olabilecek mertebedir. Bu mertebe, kelime-i tevhidde olumsuzlanan ve sonra
da olumlanan mertebedir. Binaenaleyh ulûhet olumsuzlayanın olumsuzlamasıyla
birinden olumsuzlandığı gibi bir kişi için sabit olması da onu olumlayanın
fiiliyle gerçekleşmez. Bu mertebenin biri adına sabit olması veya birinden
olumsuzlanması bundan başka bir şeydir. Zikreden sadece bu mertebeyi müşahede
eder. Onu görmek, onu bilmek demektir. Bu bilginin bilinenleri ise nispederden
ibarettir. Nispet var olmayan bir durumdur. Hüküm ise nispete, nispet edilene
ve nispet edilene aittir; hepsiyle birlikte eser ve hüküm ortaya çıkar. Bu
üçünden biri olup diğerleri olmazsa, ne eser ne hüküm ortaya çıkabilir. Bu
nedenle yaratma, bir’den bir çıkar görüşünün aksine, ahadiyet, yani mutlak
birlikle değil, (üç şeyin birliği demek olan) ferdiyede gerçekleşir. O görüş
de doğru olsa bile, vakıa öyle değildir.
Sonra nebevi keşif ve ilah denilen
zatın sözünü getirir ve şöyle der: ‘Bir
şey irade ettiğinde..."313 Burada
iki şey vardır: ‘Ona ol der.’314 Bu da üçüncüdür. Üç ilk tek sayıdır.
Binaenaleyh yaratma mutlak birlikten değil, (sıfatların birliği anlamındaki)
fertten meydana gelir. Bütün bunlar, tek hakikate döner. ‘Kün’ sözünden
yaratılmış olan, ilahi gözle bakan bir mümkün bir suret için mümkün surette
meydana gelen ilahi tecelliden başka bir şey değildir. Nitekim Allah Teâlâ’nın
sözünü duyup var olan şey de Hakk’ın kulağıyla ‘ol’ sözünü duymuş ve bu nedenle
zuhur etmek üzere hızla hareket etmiştir. Çünkü o irade eden-edilen,
söyleyen-söylenen ve sözdür. Mümkünün yaratmadaki durumu Allah Teâlâ vasıtasıyla
söz söylemektir. Böylece bir şeye üfler, üflediği de Allah Teâlâ’nın izniyle
kuş olur. ‘Sonra onları çağır. ..’315
Yani Allah Teâlâ’nın emriyle onları çağır. ‘Sana
koşarak gelirler.’316 Çünkü
onları çağıran ve duyandır.
Bu zikre ait marifet, nefıy ve icap
(olumsuzlama ve olumlama), inkâr ve tarifin bilinmesidir. Ona ait harf, zait
elif, doğal elif, kesreli hemze, vasıl elifi, lam ve he’dir. Kelimelerden ona
ait olan, bir varlıkta birbirine karşıt olarak bulunan dört şeydir: Olumsuzluk
ispatın, ispat olumsuzluğun, sabit olan olumsuzlananın ve olumsuzlanan sabitin
karşıtıdır. Olumsuzlamanın bilinmesi, hakkında ‘odur’ denilen şeyde o şeyin o
olmadığının bilinmesidir; bununla birlikte ‘odur’ denilen şey keşfe göre
doğruyken akla göre imkânsızdır. Bu nedenle Allah Teâlâ ehlinin bir kısmı ‘Allah
Teâlâ Allah Teâlâ’ zikrine bağlanmıştır. Şeyhimiz Ebu’l-Abbas elÜreybi’yi -ki
Endülüs’ün Ulya şehrindendibu zikri söylediğini görmüştüm. Bazı kimseler ise Allah
Teâlâ’nın hüviyetine delil olduğu için ‘Allah Teâlâ’ ismindeki he
zamirine bağlanmış, onu seçkinlerin seçkinlerinin zikri saymışlardı. Ebu Hamid
el-Gazali ve başkaları bu görüşteki kimselerdir.
Büyüklere gelirsek, onlar, nazarî
düşüncenin hükmünden farklı bir şekilde ‘La-ilahe illAllah Teâlâ (Allah
Teâlâ’dan başka ilah yoktur)’ zikrini düstur edinmişlerdir. Onlara göre varlık Allah
Teâlâ iken yolduk zatı ve kendisi bakımından olumsuzlanmıştır. Sabit olan da
kendisi ve hakikati nedeniyle sabit olandır. Bu ifadede olumsuzlama (yoktur
ifadesi) belirsiz (nekre) olan ilaha yönelmişken olumlama marife, yani bilinene
yönelmiştir ki o da Allah Teâlâ’dır. Olumsuzlama nekre ve belirsize
yönelmiştir -ki ilah kelimesidir-, çünkü onun altında her şey bulunur. Her
şeyin ilahlıkta iddia ettiği bir payı vardır ve bu nedenle olumsuzlama ona yönelerek
(kimsenin ilahlıkta payı yoktur denilmiştir). Çünkü İlah belirli bir payı olan
değil, bütün payların kendisine ait olduğu kimsedir. İlah’ın bütün payların
sahibi olduğunu bilince, insanlar onun ‘Allah Teâlâ’ denilen olduğunu
öğrenmişlerdir. Onun payı ve nasibi ise Allah Teâlâ demlenin isimlerinden
biridir. O halde her şey O’nun isimleridir. Her isim hüviyete delil, hatta onun
ta kendisidir. Bu nedenle ayette ‘İster
Allah Teâlâ ister Rahman diye dua edin, hangisiyle dua ederseniz en güzel
isimler O’na aittir’317 der.
Kendisiyle dua ettiğiniz her ismin hükmü O’na aittir. ‘En
güzel isimler O’na aittir.,31s Alemin
bütün isimleri Allah Teâlâ’ya aittir ve bu nedenle bütün âlem en güzel
mertebededir. O halde iş tarifte gerçekleşen inkâr, marifette gerçekleşen
belirsizlik, inkârda gerçekleşen tarif, belirsizlikte gerçekleşen marifetten
ibarettir. Binaenaleyh inkâr edilentanınandan başka bir şey yoktur.
Bu düsturun harflerine gelirsek, zait
elif bu harflerden biridir. Yani ziyadeyi ve ilaveyi gerektiren sebep bulunan
her elif ona aittir. Ziyade bir benzerin onun suretinde gözükmesidir ve
böylece iki elif meydana gelir. Elif her zaman sakindir. Gözüken iki eliften
biridir: Ya kul veya rab! Ya Hakk veya halk! Onu bir mertebede gerekli kılan
öncelik mertebesiyken bir yerde de sonra gelme mertebesidir. Her ikisi de
gerektiren sebeplerdir. Birincisi bir olmaya delalet ederken diğeri yaratmayı
veya yok etmeye götüren sebebe delildir. Bu hemze diye ifade edilen tahkik
demektir. Bazen bu iki sebep nüzul makamında bulunur. Misal olarak ‘feseli’l-âddîn
(aşırı gidenlere sorunuz)’319 ve ‘La
ilahe illAllah Teâlâ (Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur)’320,
‘Le-hakkun (Hiç kuşkusuz Haktır)’321 ifadelerini verebiliriz. Bazen
Refiu’d-derecat (dereceleri yükselten) makamında ‘Rabbinin
yüce adını tespih et’322
şeklinde bulunabilir. Başka bir misal ‘Allah
Teâlâ’ya karşı çıkarlar (Men hadde Allah Teâlâe)’323 ayetidir. Ayrıca ‘evliya’, ‘ulâike’,
‘ûtül-kitab’ gibi ifadelerdeki elif bu kısma girer. Bazen berzah makamında
bulunur ki orta demektir. Misal olarak ‘Allah
Teâlâ’ya karşı çıkan (men hadde Allah Teâlâe)’324 ile ‘Ona
çocukken hüküm verdik (ateyna)’325 ifadelerini verebiliriz. Başka bir
misal ‘Le-entüm eşeddü (Siz onların
gönüllerine daha çok korku verensiniz)’326 ayetini verebiliriz. Gerektiren
sebep Rab olduğunda, gerektirilen şey yaratılmıştır (halk). Gerektiren sebep
yaratılmış (halk) ise gereken sebep Hakk’tır. Bu durumda eser yaratılmıştan
Hakta ortaya çıkar. Misal olarak ‘Dua
edenin duasına karşılık veririm’327 ayetini verebiliriz. Haktan da
yaratılmışta bir eser ortaya çıkar. Misal olarak ‘Öl
der, o da olur’328 ayetini
verebiliriz. Bu durum ya sebepten veya bir olmaktan (ittihad) meydana gelir.
Var etme daha önce sahip olmadığı yeni bir isimle değişmesi demektir. Sebep ise
ilk ve son sahibidir. Sebep Hakk ve halk olduğu gibi var etme de halk ve
Haktır. Bununla birlikte halk olmaksızın tek başına Hakk olmaz. Nitekim ilah
olması bakımından Allah Teâlâ’yı bilmek yaratılmış hakkında bilgi sahibi
olmadan mümkün değildir. Binaenaleyh yaratılmışın bulunması kaçınılmazdır.
Öyleyse hüviyet, halk içindeki Haktır. Halk bilindiği her yerde sonra gelendir.
Kale (dedi) ve sare (yürüdü)
kelimelerinde bulunan doğal elife gelirsek, bu elif, doğayı birleştiren ve
âlemi izhar eden; sonra da doğayı ayrıştıran ve âlemi ifna eden harftir. Başka
bir ifadeyle bu elif, birleştiren ve ayrıştıran ilkedir. Her ilave elif doğal
elife benzemekle ortaya çıkar. Ayrıştırıcı ve birleştirici olmanın sebebi ise
fethadır ki, asıl olan odur. Bazen fetih (açılma) Mutlu eder; bu rahmet’tir.
Bazen de üzüntü veren şeyle gerçekleşir. Üzüntü veren ise azabın açılmasıdır. O
da iki türlüdür: Birincisi içinde rahmetin bulunduğu azabın açılmasıyken diğeri
rahmetin katışmadığı azabın açılmasıdır. Gerçi bize göre rahmetin katışmadığı
bir azap yoktur, çünkü rahmet her şeyi kuşatmıştır. Doğal meyle gelirsek, bu
meyil, illet vav’ı ve illet ya’sı denilen elif gibidir. Bu elif onun Hakkın
cihetine yönelmesi demektir. Misal olarak, kulu (söyleyin) ve fıhi (içindedir)
ifadelerindeki harfi verebiliriz. Bu zikirde kesreli hemze Hakkı yakın semaya
ve halicin canibine ait her şeye inmeye sevk eden sebeptir ki o Hakkın
sebebidir. Halkın sebebi olduğunda ise yaratılmışın nefsi hakkmdaki
düşüncesinin onu rabbi hakkında bilgi edinmek üzere gayrete sevk etmesidir. Bu
nedenle hemze olumsuzlamada kesreli bulunurken ispat kelimesinde ve
olumsuzlama kelimesinde her zaman kesrelidir. Vasıl elifi ise teşbihin
varlığıyla birlikte temyizi bilmenin vaslı demektir. Teşbih bulunmadan bu elif
vasıl elifi değilkat5 elifidir. Lam harfi, ‘Dereceleri
yükseltendir’329 ifadesiyle, ortaya karşılık gelen
ceberut mertebesine aittir. He ise melekûta aittir, çünkü he harfi göğüsten
çıkarken nefesin ilk çıkış yerinden çıkar. O, olumsuzlanan ve olumlananda olmak
üzere, her iki kelimede asıl olarak bulunur. Bu itibarla sadece iki hüviyet
vardır: Halkın hüviyeti ve Hakkın hüviyeti. Halkın hüviyeti, kendisine ait
olmayan bir husustaki iddiası olumsuzlanandır. Hakkın hüviyeti ise sabit
olandır, çünkü ezelidir. Buna mukabil kul hakikati bakımından yok olucudur. Hakk
onun hüviyeti olduğunda, artık kendisi olmaz. Her durumda kul kendisi
değildir. Böylece halk (sureti) giydiğinde Hakkın hüviyeti olumsuzlanır
(gizlenir). Hakkın (suretini giyince) halkın hüviyeti olumsuzlanmaz. Her
durumda sadece olumsuzlanmayan sabit Hakk vardır.
Dört kelimeye gelirsek: Bunlar
olumsuzlanan hakkında olumsuzluk edatı, sabit hakkında ispat edatıdır. Geride
amelin kime izafe edileceği kalır: Acaba edata mı, yoksa edatın kendisine
dahil olduğu kimseye mi aittir? Hüküm edatın başına geldiği şeye aitse, bu
durumda o, edatı talep edendir. Başka bir ifadeyle o şey edat vasıtasıyla
olumsuzlanmamıştır; edat, başına geldiği kelimenin olumsuzlandığını veya sabit
olduğunu dinleyene bildirme amacı taşır. Edatın başına geldiği kelimedeki
etkisi, ulvilik veya süflilik veya bunların arasındaki bir mertebeyi
belirlemekten ibarettir. Bu itibarla edat vasıtasıyla mertebeler ortaya
çıkarken kelimenin başına gelmesiyle diğer edadardan farklı özel bir edat
ortaya çıkar. Nitekim halkın varlığı Hakka ve kadim bilgi hadis bilgiye
bağlıdır.
Bunlar La-ilahe illAllah Teâlâ (Allah
Teâlâ’dan başka ilah yoktur) zikrinin meydana getirdiği ilahi bilgilerin bir
kısmıdır. Onun otuz altı yönü vardır ki her biri öteki yönün vermediği bir
bilgiyi verir. Biz bu yönleri nefes bölümünde zikretmiştik.
Bilmelisin ki biz harfleri bir
ihtimale açık olacak şekilde taksim etmedik. Bizim harf taksimimiz, gerçeğe
uygundur. Çünkü bize, keşif ve iman ehline göre lafız harfleri, rakam harfleri
ve tahayyül harfleri diye taksim edilen harfler, ümmetlerden bir ümmettir.
Onların suretlerinin yönetici ruhları vardır. Binaenaleyh bize göre harfler,
canlı, Allah Teâlâ’nın hamdini tespih eden, rablerine itaat eden varlıklardır.
Onların bir kısmı ceberut âlemine katılırken bir kısmı melekût âlemine, bir
kısmı mülk âlemine katılır. Bize göre harflerin anlamı, Allah Teâlâ’nın kendilerini
kör yaptığı ve gözlerinin üzerinde perde bulunan kimselerin bildiği anlamla bir
değildir. Allah Teâlâ o perdeliler hakkında ‘Sana baktıklarını
görürsün, hâlbuki görmezler’330 buyurur. Kul ‘La-ilahe illAllah
Teâlâ’ dediğinde, bu kelimeleri yaratmış olur ve kelimeler de onları yaratan
(kulu) tespih ederler. Bu tespih onların görevi olur. Hakk ise asıl itibarıyla
münezzehtir, yoksa herhangi birinin tenzihi nedeniyle münezzeh değildir. Allah
Teâlâ yaratma fiilini kuluna nispet etmiş, kendisini de ‘yaratanların en
güzeli’ diye niteleyerek ‘Yaratanların en güzeli’331 demiştir. O halde bu kelime-i
tevhidin ve her kelimenin tespihi, söyleyenine döner. Kul zikrettiğimiz durumu
keşfedenlerden olduğunda, subhanî (kendimi tenzih ederim ben) diyen Allah Teâlâ
adamlarından birisi olur. Bununla birlikte onu tekfir edenin bu hususta bir
bilgisi yoktur.
Her nerede olurlarsa sen sufilerle
ol Onların dışında kalma, bedbaht olursun
Sufiler keşif ehlidir kuşkusuz Allah
Teâlâ onlara hakikati hakikat olarak göstermiş
Onlar Ilah’ın sadık ve dürüst
kulları Her bilgi mertebesine yükselmişler
Bu kitabın ikinci bölümünde
küçüklükleri ve büyüklükleriyle ilgili olarak harflerden özet bir şekilde söz
edilmişti. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
Menzili Allah Teâlâu Ekber (Allah
Teâlâ en büyüktür) Olan Kutbun Halinin Bilinmesi
Allah Teâlâ en büyük de fakat
mukayese yok burada
Gerçi bu kip mukayeseyi gerektirir
ve bildirir
Akidelerimiz gelince bazen mukayese
sahih
Hakikatin varlığı ise akideleri
ortadan.kaldırır ,
Ayetlerle bizi talep ettiğinde Hakk
Bu kalıp gelir ve onları perdeler -
Bu zikrin lafzı Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’in sünnetinde yer almış, özellikle namazda, ezanda, kamette,
farz namazların ardında, uyuma esnasında ve başka pek çok yerde efal/ekber
vezninde (mukayese bildiren) lafız gelmiştir. Bu lafız genellikle mukayese
yapmak üzere kullanılır. Bazı yerlerde de -vaktin delilinin gerektirdiği
şekildekarşılaştırma ve mukayeseyi bildirmez, ondan anlaşılan (başka bir) mana
anlaşılır. Bu zikir herhangi birinin düsturu olur ve zikre devam eden rabbini
mukayeseyle zikrederse, Allah Teâlâ katından olan keşfi niyetine göre
gerçekleşir. Böyle bir insan ancak karşılaştırma ve mukayese görür. Bu keşif bu
bölümde zikredilecek belli bir keşiftir. Bu zikirle Rabbini zikreden kişi
karşılaştırmayı imkânsız görürse, bü zikrin neticesinde onun Allah Teâlâ
katından olan keşfi niyetine göre gerçekleşir; böyle biri karşılaştırma ve
mukayese görmez. Bu keşif de -Allah Teâlâ’nın izniyle bu bölümde
zikredeceğimizbelirli bir keşiftir. Allah Teâlâu ekber zikriyle Rabbini meşru
bir zikir olması itibarıyla zikredenin düşüncesine karşılaştırma veya
karşılaştırmanın terki gelmezse, bu zikir kişiye -herhangi bir sınırlama
olmaksızınişin kendinde bulunduğu durumu bildirir. Böylece karşılaştırma niyeti
taşıyanın elde ettikleri kadar karşılaştırma niyeti taşımayanın elde ettiği
bilgileri elde eder. Bu yönüyle her ikisinin bilgisi de üçüncü zikredenin
bilgisi altındadır. Bu düsturlar ‘Allah
Teâlâ’yı çokça zikreden erkek ve kadınlar...’332 ayetinde zikredilen zikirlerdir.
Zaten düstur, zikrin çokluğu demektir. Bu durum sabit olunca şöyle deriz:
FASIL
Ekber (efal) Kipinin Karşılaştırma
Yorumu
Bilmelisin ki bu lafzı karşılaştırma
amacıyla zikredenlere gelirsek, bu ve benzeri zikirlerde karşılaştırma, iki kısma ayrılır: Bir
kısmında karşılaştırmanın her iki unsuru Hakka döner. Bir kısmında üstün
olan Hakka dönerken üstün olunan yaratılmışa döner. Hakka dönen kısımla
başlarsak şöyle deriz: Bu kısım ikiye ayrılır; bir kısmı lafzı bakımından bu
isme dönerken bir kısmı lafzının dışındaki isimlere döner. Kendi lafzına dönen
kısım ‘el-Kebir el-Müteal’333 ayetinde el-Kebir ve ‘elCebbar
el-Mütekebbir’334
ayetinde geçen el-Mütekebbir’dir. Burada elKebir ismi el-Mütekebbir’den
üstündür. Çünkü Allah Teâlâ kendisi nedeniyle el-Kebir iken el-Mütekebbir
kibriya özelliğinin gerçekleşmesinde gayret demektir. Zatı gereği olan bir şey
çabayla olandan üstündür, çünkü çaba kazanmak demektir. Tekebbürün Hakkın bir
niteliği olmasının nedeni, O’nun akılcıların ve yaratıkların çoğunun
yaratılmışın niteliği olduğuna inandıkları özelliklere tenezzül etmiş
olmasıdır. Onların bu durumu Allah Teâlâ’ya malum olduğu için, Allah Teâlâ
kendisini onlar için bu sıfadarla nitelemiş, onlar da bu niteliklere tamahkâr
olmuşlardır. Bu sıfadar bir grubu hidayet yolundan uzaklaştırırken bir grup o
sıfatlar nedeniyle hayrete düşmüştür. Allah Teâlâ ise tenezzüle karşı
büyüklüğünü bildirmek üzere tekebbür özelliğinde ortaya çıkmış, isimde ortak
olsalar bile sıfatların Allah Teâlâ’ya nispetinin yaratılmışa nispetinden
farklı olduğunu öğretmiştir. Böyle bir niteleme tekebbür olabilir. Hâlbuki
Kebir, bütün bunlara muhtaç değildir. Şimdi Kebir ve Mütekebbir arasındaki
karşılaştırmayı açıklayalım!
Allah Teâlâu Ekber’deki Karşılaştırmanın Açıklanması
Allah Teâlâu ekber (Allah Teâlâ en
büyüktür), ilahi isimlerden her biri hakkında bir karşılaştırma bildirir. Bu durum, yaratılmışların her bir ilahi isim hakkındaki
anlayışına göre ortaya çıkar. Çünkü âlemin (ve içindekilerin) idrak ve
anlayışının işin kendinde bulunduğu duruma göre eksik olması gerekir. Hatta
işin kendinde bulunduğu durum bizzat Hakk tarafından ifade edilmiş olsa bile,
yaratılmışların onu (olduğu gibi) anlaması ve ifade etmesi mümkün değildir.
Binaenaleyh bunu öğrenmeye gücümüz olmadığı gibi işin gerçeğini ifadeye de
gücümüz yoktur. O halde anlamada bir eksiliğin olması kaçınılmazdır. Bu durumda
‘Allah Teâlâu ekber’ lafzı, bu veya başka bir lafızla olmak üzere, ilahi
isimlerden herhangi biriyle kendisine nispet edilen büyüklüğün anlamından daha
büyük bir şeye delalet eder. Allah Teâlâu ekber veya başka bir lafız dedik,
çünkü Allah Teâlâ hakkında daha büyük (a’zam), daha cömert (ekrem), daha yüce
(eceli), daha ulvi (a’la), daha rahim (ehram), daha hızlı (esra’), daha iyi
(Ahsen), daha hikmedi (ahkem) gibi sayılamayacak çoklukta üstünlük ve mukayese
bildiren ifadeler kullanılır. Müşriklerin ‘Hubel en yücedir, Hubel en yücedir’
dediklerini görmez misin? Hubel cahiliye döneminde taptıkları bir putun adıydı.
O Beni Şeybe kapısında aşağı Atabe’de insanların kendisine temas ettikleri
yüzüstü düşmüş bir taştı. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem müşriklerin
böyle söylediklerini duyduğunda sahabesine Allah Teâlâ daha yüce ve daha
üstündür demelerini emretmiştir. Başka bir ifadeyle onların inançlarına göre
karşılaştırma bildirmek üzere bu ifadeyi kullanmıştır. Öyleyse Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem bu ifadeyi onlara karşı delil getirme bağlamında
zikretmiş, onları inançlarına göre Hubel’den ve diğer ilahlardan üstün Allah
Teâlâ’ya iman etmeye davet etmiştir. Çünkü onlar kendi durumlarını anlatırken ‘Putlara
bizi Allah Teâlâ’ya daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ettik’335 diyorlardı. Bu itibarla onlar
putları perde ve yardımcı edinmişlerdi. Allah Teâlâ ise onlara göre Hubel ve
diğer putlardan yüceydi. Bu durum Allah Teâlâ’nın peygamberin-
den müşriklerin (çelişkisini anlatmak
üzere) bir uyarı olmuştu. Çünkü gerçekte Hubel bir ilah değildi ki, Allah Teâlâ
ulûhiyetinde ondan yüce ve ulvi olsun! Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
bu sözü gerçek bir karşılaştırma yaparak söylemiş olsaydı, Allah Teâlâ ondan
üstün ve büyük olsa bile böyle bir ifade Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in,
Hubel’in ilahlığını onayladığı anlamına gelirdi. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem’in böyle bir söz söylemesi imkânsız olduğu gibi herhangi bir âlimin
buna inanması da imkânsızdır. Böyle bir söz her bakımdan mutlak bir cehalettir.
İşte bu da ‘Allah Teâlâu ekber’ sözünde dince onaylanmış bir karşılaştırma
ifadesidir.
Bu zikri karşılaştırma anlamında
düstur edinen zakire Hakk hüviyetinin bütün yaratılmışlara yayıldığını
gösterir. ‘Allah Teâlâ kulunun diliyle kendine hamd edeni duydu’ ve ‘Ben
kulumun duyması, görmesi, eli ve ayağıyım’ hadislerinde bu husus belirtilir.
Başka bir kutsi hadiste ‘Benimle duyar, benimle görür’ denilir. Fakat kulunun
diliyle söylenmiş söz nispeti olmaksızın, bir sözün doğrudan Hakka nispeti
yaratılmışların diliyle söylenen sözün Hakka nispetinden üstündür. Binaenaleyh
kendi zatında Allah Teâlâ yaratıklarında (tecelli eden) büyüklüğünden daha
büyüktür. Bunu bilmelisin! Bu anlamda şöyle deriz: ‘Allah Teâlâu ekber bir
karşılaştırma bildirir. Çünkü O’nun dışına çıkmamıştır. Bu zikri yapan kişi
adeta şöyle der: ‘Senin kendini zikretmen, benim seni zikretmemden üstün ve
daha büyüktür. Bununla birlikte ben seni senin vasıtanla zikrederim. Fakat nispetin
de bir tesiri ve hükmü olmalıdır. Benim seni zikrimin ulaşabileceği mertebe,
seni seninle zikretmekten ibarettir. Bu durumda kendini benim dilimle zikreden
sen olursun. Zikrin senin tarafından yapılması ise ben senin vasıtanla
zikrediyor olsam bile, bana nispetinden daha büyüktür.’
Zikirde Mukayeseyi İmkânsız
Sayanların Görüşü
Bu zikrin anlamının karşılaştırma
olduğunu kabul etmeyenler de vardır. Bu bağlamda Allah Teâlâu ekber zikrini bu anlamıyla yapanlar iki kısma ayrılır: Bir kısmı
zikirde karşılaştırma ve mukayeseyi imkânsız sayar, çünkü Allah Teâlâ -zikreden
olması bakımındanzikredenlerin aynıdır. Dolayısıyla bunu bilen kişi Allah
Teâlâ’dan başka zikreden görmez. Bu durum Allah Teâlâ’nın hüviyeti ve hakikati
bakımından karşılaştırma kabul etmemesi demektir. Çünkü hiç bir şey kendisiyle
mukayese edilemez. Böyle bir zikir sahibine bu hali zevk yoluyla gösterir ve Hakk
olduğu kendine ayan beyan görünür. Başka bir grup karşılaştırmayı ancak
münasebetin varlığı şartıyla kâbul ederler. Hâlbuki Allah Teâlâ ve yaratıkları
arasında herhangi biri münasebet söz konusu olmadığına göre Allah Teâlâ’nın
kendini zikretmesi bir zikir, kulun Rabbini zikretmesi başka bir zikirdir. Her
biri bir hakikate sahiptir ve ‘bu zikir ötekinden daha büyük ve üstündür’ denilemez.
Aksine bu zikir, herhangi bir karşılaştırma yapmaksızın Allah Teâlâ’ta ‘en
büyük’ olan zikirdir. Bu zikri yapan kulda ise ‘büyüktür’, daha büyük değildir.
Çünkü kul zatı gereği kul iken Rab da zatı gereği rabdir. Vasıfların iç içe
girmiş olmasını görmek seni perdelemesin! Bu durum bir hakikat olsa bile,
bulunduğu hal üzere hiçbir hakikat öteki hakikati zatının gerektirdiği durumdan
çıkartacak şekilde etki edemez. Çünkü hakikatler değişmez! Hakikatler
değişseydi Allah Teâlâ ve yaratıklar hakkındaki bilgi kalkardı. Bu nitelikteki
bir insan Allah Teâlâ’yı zikrettiğinde, zikir ona keşif ve zevk yoluyla
gerçeğin niyetlendiği ve dile getirdiği gibi olduğunu öğretir.
Meşru Bir Zikir Olması Yönüyle Allah
Teâlâu Ekber Zikrini Söylemek
Bilmelisin ki ifade ettiğimiz üzere
meşru bir zikir olması bakımından Allah Teâlâu ekber zikrini yapanlar iki
kısma ayrılır: Bir kısmı bu zikri yaratılmışlar için belirlenmiş bir zikir
olması itibarıyla yapar. Onlara göre Allah Teâlâ âlemi yaratırken onları sadece
kendisine ibadet edip O’nu tespih etsinler diye yaratmıştır. Her şey Allah
Teâlâ’nın hamdını tespih eder, fakat biz her bir şeyin tespihini anlayamayız. Allah
Teâlâ şöyle der: ‘Cinleri ve insanları bana ibadet
etsinler diye yarattım.’336
Binaenaleyh âlem Allah Teâlâ’ya ibadet etmek üzere yaratılmıştır. Bu insanlar Allah
Teâlâ’yı zikrederken, Allah Teâlâ’nın onlara nasıl zikredeceklerini öğrettiği
şekilde zikretmişlerdir. Onlar, dilde kendisini bilseler bile, bu meşru zikrin
Allah Teâlâ katında neyi meydana getireceğini bilmezler. Bu zikir Hakkın bu
zikri âlemde -başka herhangi bir zikir tarzında değil debu özel sözle (Allah
Teâlâu ekber) belirlemiş olmasının sebebini onlara öğretir. Öteki grup âlemin Hakk’tan
varlık kazanmış olduğuna ve varlığın Hakk’tan başka olmadığına inanırlar.
Öyleyse Allah Teâlâ onlara hüviyetini kazandırmışür. Bu kazanılmış varlık,
mümkünlerin suretlerinde meydana geleîı varlıktır. O’nu sadece bir mevcut
zikredebilirken aynı zamanda sadece O vardır. O halde Allah Teâlâ bu zikri
başka biri için değil, kendisi için belirlemiştir, çünkü başka diye biri
yoktur! Allah Teâlâ ise zikir olarak belirlediği şeyi bilir. Bu zikir mümkünün
sureti nedeniyle zikrettiğimiz durumu keşif yoluyla açar. Bu durum sufılerin ‘Allah
Teâlâ’yı Allah Teâlâ zikreder’, ‘Allah Teâlâ’yı Allah Teâlâ görür’ gibi
ifadelerde dile getirilmiştir. Öyleyse ifade eden ve istifade eden aynı
hakikattir. Allah Teâlâ kabil olması bakımından zikrederken zikrin maksadının
kendisi olması itibarıyla zikredilendir. Alem aslı üzere yokluktadır. Hüküm ise
zuhur eden Hakkın varlığında kendisine aittir. O halde mücmel ve mufassal
olarak sadece Hakk vardır. Çünkü yaratılmışı kadime bitiştirdiğinde,
yaratılmıştan geride iz kalmaz. Bununla birlikte onun cevheri bakidir. Fakat
eser ve iz olmaksızın cevher
muteber değildir. Bu nedenle kendisi
nedeniyle zorunlu olanı bilmeye delil arayana şöyle dedik: Zorunlu hakkında
delil ortaya koyabilmek, âlemde ortaya çıkan bütün eserlerin -mümkün olmaları
nedeniylebir dayanağa muhtaç olduklarını bilmeden gerçekleşmez. Bunu bildikten
sonra, mümkünlerin kendisi nedeniyle varlığı zorunlu olana dayandıklarına
kesin delil getirilebilir. Bilginin kemali budur, çünkü kemal mertebeye
aittir, yani mertebeyle gerçekleşir. Tamlık o şeye dönmekle gerçekleşir.
Bu zikir bu gruptaki insanlara
belirttiğimiz hususları öğretir. Mesela Allah Teâlâ’yı ancak kendisinin
zikredebilir. Allah Teâlâ’nın zikrini ancak O duyar. Zikredilen O’dur. Birini
kendisiyle zikredersen, zikreden odur, sen değilsin! ‘İnsanın
üzerinde zamandan bir süre geçti, o zikredilen bir şey değildi.’337 İnsan Rabbiyle zikredene kadar
mezkûr, zikredilen olamaz. Bu durumda ise kendisi nedeniyle değil, rabbi
nedeniyle mezkûr olur. Allah Teâlâ izin verirse ilahi isimler konusunda bu
türde yeterli açıklama gelecektir.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
DÖRT
YÜZ ALTMIŞ ALTINCI BÖLÜM
Düsturu ve Menzili 'Subhanallah' Olan
Kutbun Halinin Bilinmesi
Varlık tespih etmek üzere yaratılmış
O benzerden ve teşbihten münezzeh
Bir halde gelmiş bize bildirmiş Teşbih ve tenzih
edilen Rab olduğunu iki zıt O’na ait, O bütün varlık Tefekkür ve dikkat
edenler bilir O’nu
Allah Teâlâ şöyle der: ‘Akşamladıklarında
ve sabahladıklarında Allah Teâlâ’yı tespih ederler,’338 Kuran-ı
Kerim’in pek çok yerinde tespih emri yer alır ye bunlardan her birinin ötekine
ait olmayan bir hükmü vardır. Hakkı tespih eden gruplar, Kuran-ı Kerim’de
tespih hakkında yer alan ayetlere göre ayrışırlar. Sözü uzatmaya yol açmasaydı,
hepsini anlatır ve bu tespihi dile getirenlerden söz ederdik.
Bilmelisin ki bu zikir, zâkire
Ebu’l-Abbas b. el-Arif es-Sünhaci’nin Mehasinu’l-Mecalis’te abidin,
müridin ve arifin halini zikrederken zikrettiği bilgileri kazandırır. Şöyle
der: ‘Hakk bütün bunların ardmdadır ve böyle olması gerekir. Bununla birlikte Allah
Teâlâ onlarla beraberdir veya onların aynıdır.’ Allah Teâlâ onlarla beraberdir,
çünkü Allah Teâlâ ‘Her nerede olursanız, sizinle
beraberdir’339
buyurur. Allah Teâlâ bütün bunların aynıdır, çünkü Allah Teâlâ ‘Onlara
ayetlerimizi ufuklarda ve nefislerinde göstereceğiz ta ki Hakk olduğu
kendilerine görünsün5340 buyurur. Başka bir ayette ‘Rabbin
yetmez mi?’ denilir. Allah Teâlâ zikrettiklerimizi arkalarından ihata edendir: ‘Allah
Teâlâ onların arkalarından ihata edendir.’341 Başka bir ayette ‘Dikkat
edin! O her şeyi ihata edendir’342 buyurur. Düsturunda Hakkı tespih
etmek isteyen kişi ‘Her şey O’nun/onun hamdini tespih
eder’343
ifadesinin anlamıyla tespih etmelidir. Yani kendisinin kendisini övdüğü şekilde
Allah Teâlâ’yı tespih etmelidir. Çünkü hamdi Allah Teâlâ’ya izafe etmiştir.
Bizim dışımızdaki her şeyin tespihi böyledir. Çünkü Allah Teâlâ bize
öğretmediği sürece başka varlıkların tespihlerini anlayamayız. Bu durum,
tespihin hakikatinin verdiği durumun zıddıdır. Hatta bu ‘tövbenin tövbesi’
babından ‘tespihin tespihidir.’ Çünkü tespih bir tenzihtir ve Allah Teâlâ
yaratılmışın nitelendiği hâdis niteliklerden tenzih edilir. Allah Teâlâ’nın
bize kitabında veya peygamberinin hadislerinde bildirdiği her nitelikte
yaratılmışın bir zevki vardır. Allah Teâlâ onu kendinin övgüsü yapmış, her
şeyin O’nun övgüsünü dile getirdiğini belirtmiştir. Başka bir, ifadeyle kendi
katından indirmiş olduğu övgü saymıştır. Melekler ise şahitlik ederler. Allah
Teâlâ da şahit olarak kâfidir! Bu övgülerden Allah Teâlâ’yı tenzih ve tespih
eden kişi, Allah Teâlâ’yı kendi hamdıyla tespih etmemiş, aksine O’nu
yalanlamıştır. Böyle biri Allah Teâlâ’yı kendi aklıyla ve inancındaki deliliyle
tespih etmiştir. İki durumu uzlaştırmak Allah Teâlâ’yı O’nun hamdıyla tespih
etmekle gerçekleşir. Bu ise ‘tenzihten tenzih’ demektir ve nispette ortaklığın
ta kendisidir. Bu yönüyle tenzihten tenzih, varlık demek olan ‘yokluğun
yokluğudur.’ Tenzihin tenzihi derken tenzihte mübalağa kast edilirse, böyle bir
tenzih de Allah Teâlâ’nın (kendine) hamdi demek değildir. Aksine Allah
Teâlâ’nın kendine hamdi zikrettiğimiz şekilde gerçekleşir. O’nu kendi hamdıyla
tespih etmek, O’nun katından gelen veya senin kalbine indirmiş olup kendini
övdüğü veya vecdinde sana gelip de sana aktarılmamış hususları kabul etmendir.
Bu tespihi bir suret gibi kabul edip ‘Hakk bütün bunların ardındaki ruh
gibidir’ demelisin! Ruhun kendisi surete görünmez ve hakkında bilebileceğin şey
onun eserini görmenden ibarettir. Nitekim bedenin ardında onun ruhu olan başka
bir şeyin bulunduğunu bildiğin gibi Hakk da zevk ettiğin bütün övgülerin
ardındadır. Dünya ve âhirette Allah Teâlâ hakkında bilip senin zevkinin
bulunmadığı bir övgü yoktur. Çünkü Allah Teâlâ’yı ancak bildiğin bir şeyle
övebilirsin. Bir şeyi bildiğinde veya anladığında artık o şey senin sıfatındır.
Hakikatlerin gereğine göre âlemde şekilci âlimlerinin vehmettiği üzere bir
tespih gerçekleşmez. Rab ve kul var olduğu sürece, âlemde ‘tespihten tespih’
geçerlidir. Rab ve kul ise sürekli vardır ve dolayısıyla iş böyle olmalıdır.
Artık ister tespih et ister etme! İstesen de istemesen de, bilsen de bilmesen
de, sen tespih etmektesin. Gerçek kendinde böyle olmasaydı, âlemde şirk veya
müşrik ortaya çıkmazdı. Hâlbuki varlıkta hem müşrik hem şirk ortaya çıkmıştır.
Demek ki bu hükmün kendinden kaynaklandığı ilahi bir dayanak olmalıdır. Bu
dayanak, zikretmiş olduğumuz üzere, kulun kendisiyle Rabbini tespih ettiği
bütün hamdlerde ortaklığının ve zevkinin bulunmasıdır. Hamdlerin en yücesi,
akla ve şeriata göre herhangi bir ihtilaf bulunmaksızın ‘O’nun benzeri
bir şey yoktur3ÎM ayetidir. Allah Teâlâ maksadını
anlayalım diye ayeti tamamlamış, ‘O, duyan ve görendir’ diyerek ayetin birinci
kısmı anlam kazanmıştır. Ayeti böyle tamamlamasaydı, baş taraf bizim kul ve
O’nun bizim ilahımız olmadığını beyan buyurmuş olurdu. Hâlbuki arada bir bağ
gerekir ve bağ ortaklık demektir. Şu var ki burada asıl
Allah Teâlâ biz ise fer’in asla ve
çocuğun babaya nispeti gibi (İkinciyiz). Bununla birlikte çocuk, babanın
kendisi olmasa bile onun suretindedir. Bu şekilde ona bağlanmış, sadece ona
nispet edilmiştir, çünkü baba çocuğun doğum sebebidir ve hemcinsleri olan diğer
insanlar onun doğum sebebi değillerdir. Dolayısıyla babasından başka birinin
oğlu olduğu söylenemez. Hakkın karşısında bizim durumumuz bir açıdan baba
karşısında çocuğun durumuna benzer. Çünkü varlık O’na aittir ve yaratılmış
varlığı O’ndan kazanmıştır. Bununla birlikte şeriatın dile getirdiği nispet
kölenin efendiye, yaratılmışın yaratana, merbûbun rabbe, güç yetkilenin kadire,
sanatın sanatkâra nispet edilmesidir. Oğulluk nispeti ise babanın katkısı
bulunmaksızın tavırdan tavra girmesi nedeniyle nispederin en uzağıdır. Baba
sadece meniyi çocuk edinme maksadıyla veya bazen bir maksat taşımadan rahme
atmakla baba olur. Bu durumda baba ile oğul arasındaki bağ ve nispet uzaklaşır.
Meni ise ya çocuk meydana getirmeye elverişlidir veya değildir. Meninin etkisi
bütünüyle babaya ait olsaydı, her zaman tam olurdu. Hz. İsa’nın eliyle kuş
yaratmasındaki nispetin yakınlığına bakınız! Ona üflemiş, yaratılışı tam olmuş,
yaratma kendisine nispet edilmiştir. Aynı şey bütün yaratılmışların sanadarı
için geçerlidir. O halde çocuk için oğulluk her bakımdan uzak nispet olduğu
kadar aynı zamanda en sahih nispetlerin en sahihidir. ‘Öyleyse
Mesih Allah Teâlâ’nın oğludur’345 diyen,
sadece işi (İsa’da) sınırladığı için kâfirdir. Aynı şekilde ‘Biz
Allah Teâlâ’nın oğulları ve sevgilileriyiz’346
diyenler de (Allah Teâlâ’nın sevgisini) sınırladıkları için kâfirdirler. Çünkü
onlar, nispet sahih kabul edilirse, Allah Teâlâ’nın dışındaki herkesi kuşatan
bir nispeti dile getirmişlerdir. Gerçekte bu nispet sahih değilse, onlar ve
âlem bu nispette eşittir.
Alemin Allah Teâlâ’dan meydana
gelişindeki nispetin durumu böyle ve ilahi varlık karşısında âlem fer
mesabesinde bulununca, Allah Teâlâ işareti anlayıp ibareyi taksim edenlerin
dikkatlerini sarahade çekerek şöyle demiştir: ‘Allah
Teâlâ çocuk edinmek isteseydi...’347 ifadenin bu kısmı çocuk edinmeyi
tecviz etmiştir. Olumsuzlanan ise sadece çocuk edinmeye ilahi iradenin
taallukudur. İrade var olmayana taalluk edebilir ve ilişebilir ve çocuk var
olan bir şeydir. Çünkü kastedilen, çocuk denilenin kendisi değil, çocukluk
hükmüdür. Sonra ifadeyi tamamlayarak şöyle der: ‘Yaratıklarından
dilediklerini seçerdi.’348 Ayetin
başıyla sonunu birlikte düşünmelisin! Aynı durum ‘Bir
oyun edinmek isteseydik, onu katımızdan edindik, biz onu yapmayız’349 ayetinde geçerlidir. Yani biz kendimizden
başka bir şeyi (eğlence veya çocuk) edinmeyiz. Oğul diye çağrılan Meryem’in
oğluydu. Ayetteki son kısmı olumsuzluk anlamında değil de, şart olarak kabul
edene göre mana ‘Biz fail olanlarız’ demektir. Yani oyun edinseydik, sizin
yanınızdan değil, kendi katımızdan edinirdik. Sizin katınızdaki tükenirken Allah
Teâlâ’nın katındaki bakidir. Her şeyin hâzineleri O’nun katindadır ve bizim
katımızdakiler de O’nun katindadır. Biz de Allah Teâlâ’nın katındanız. Bu
düstur daha sonra gelecektir, çünkü (her şeyin Allah Teâlâ’nın katından
olduğunu bilmek), kutuplardan bir kısmının halidir. Öyleyse inkâr edilirken de
Hakkı tanımalısın. Bu nedenle inkâr iddiacının iddiasının batıl olduğunu
bilmektir ve delil ortaya konulmadığında yemin etmek gerekir.
Bu açıklama ortaya çıktıktan sonra,
kalan kısımları özetlemek üzere şöyle deriz: Tespih edilirken, yani tespihi
gösteren özel bir lafızla tespihi yapan kişi, ilahi isimlerden birisiyle
tespihi sınırlamalıdır. Başka bir ifadeyle açık bir isim veya zamir veya
izafeli veya izafesiz bir isimle tespihi sınırlayarak Subhanallah
subhane’r-Rab, subhanel-Âlim demelidir. Açık isim derken bunu kastediyoruz.
Bazen zamir kullanılarak subhanehû, subhaneke denilir. Tamlamayla gelen
isimlere misal olarak, ‘Subhane rabbike rabbi’l-izzeti
(izzet sahibi Rabbin münezzehtir)’350 ifadesini verebiliriz. Mutlak
olarak gelenlere Subhanallah (Allah Teâlâ’yı tenzih ederim) ifadesini
verebiliriz. Allah Teâlâ’nın isimlerinden hangisini tespih edersek edelim ve
hangi isme (tespihi) bağlarsak bağlayalım, zakir adına meydana gelecek netice,
o isimle olan münasebet ve o halle olan irtibattır. Zakirde tespih isminin
sureti ancak bu özel münasebete göre ortaya çıkar. Dolayısıyla bizim için
-belirttiğimizin ve hükmü genel olanın dışındazakirde sınırlayacağımız bir
durum ortaya çıkmaz. Çünkü neticeler farklı farklıdır ve hamdler, yani övgüler,
bir sınırda karar kılmadığı gibi tespih eden de O’nu O’nun hamdıyla tespih
eder. Kitap ve Sünneti (tespihle ilgili) isimleri araştırdık ve gördük ki bütün
isimler; Allah Teâlâ, tamlama halindeki Rab, eksik isim ve zamirlerin -mesela
‘Hu’ zamiri gibietrafında dönmektedir, isimlere misal ise el-Melik, el-
Ali gibi isimleri verebiliriz. Allah
Teâlâ ‘Akşamladıklarında Allah Teâlâ münezzehtir’351 buyurur. Rab ismi ‘Rabbin
münezzehtir’352
ayetinde geçer. Eksik isim ‘Kulunu gece yürüten Allah Teâlâ
münezzehtir’353
ayetinde geçer. Zamir ‘O münezzeh ve mütealdir’35*
ayetinde geçer. El-Melik ise hadiste geçtiği üzere, ‘Melik ve Kuddus
münezzehtir.’ el-Ali ismi hadiste ‘Ali ve A’la olan münezzehtir’ şeklinde
geçer. Hadiste tespih ismi bazen sınırlamadan yer alır. Buna misal olarak
Sübbûh (çok tespih edilen, münezzeh) ismini verebiliriz. Bu da zikredilenin
zikridir ve neticesi neticelerin en büyüğüdür. Çünkü o tespih edilenin ta
kendisini anlatmak üzere kullanılmış bir isimdir. Burada tespih edilenin ismi
kendisidir. Bu isim ariflerin yaptığı tespihin en kâmilidir, çünkü onda isim
isimlendirilende gizlenmiştir.
Nereye giderlerse su/ilerle hareket
et
Onların helak olduklarım görmedikçe
Helak oluşlarını görürsen bil ki
şeriattan ayrılmışlar . Yürüdükleri yol olan şeriattan
O zaman bırak onları ve sözlerini söyleme
Onlar şeriatı terk edince sen llah’a
uy
Çünkü akıl sahibi bir grup şeriatın
iddia ettikleri hususlarda geçersiz olduğunu ileri sürmüşlerdir. Şeriat hiçbir
zaman geçersiz kalamaz. Çünkü şeriat bütün sözleri, bütün inançları ve bütün
delillerin gösterdiklerini içerir. Şeriat Allah Teâlâ katandandır, O’nun
katından inmiştir ve onda konuşan Allah Teâlâ’dır. Söz konusu grubun şeriatı
bir kenara attıklarını söyledik. Bununla birlikte onlar şeriatın getirmiş
olduğu hususların bir kısmını kabul ederler. Demek ki şeriattan ancak
düşüncelerine uyan kısmı kabul eder, onun dışındakileri atarlar veya o kısmı bu
meseleleri anlamayan sıradan insanlara yönelik hitap sayarlar. Bununla birlikte
şeriatın Allah Teâlâ katından olduğunu ve peygamberden gelmediğine inanırlar
ve bunu bilirler. Allah Teâlâ’nın kendilerini kınamak üzere ‘Onlar
kitabın bir kısmına inanır, bir kısmına inanmaz, arada bir yol edinmek
isterler, onlar gerçek kâfirlerdir’355
ayetinde belirttiği durum onların durumudur. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Kitabın
bir kısma iman edip bir kısmını inkâr mı edersiniz?3S6 Bu ayetin anlamıyla onların şeriatı
böldükleri hakkındâki ifademin anlamı birdir. Şeriat onların benimsedikleri
görüşü dile getirdiğinde, bu görüşü -şeriat onu söylediği için değilkendi
görüşleriyle uyumlu olduğuna delil getirmek üzere benimserler. Bizim grubumuz
ise şeraitten herhangi bir şeyi reddetmezler. Aksine onlar, şeriatın
kendilerine getirmiş olduğu hükmün geçerliliği nedeniyle, kendi düşüncelerini
ve akıllarının hükmünü bırakırlar. Binaenaleyh onlar, âlemin efendileridir.
Sufiler efendilerdir
Şan ile birlikte malik olurlar
Her nereye giderlerse
Sen de onlarla beraber olmalısın
O’nun sözü ‘ol’ demekten
ibaret Var olmasını istediği şeye
Her şey Hakkın iradesiyle var olur
Onun irade ettiği bir iş kolaydır
Bir şeyi irade etmese Kolay bile
olsa, güç olur
Bilmelisin ki Allah Teâlâ, âlemi
birbirine bağlamak üzere eşya arasında münasebetler ve bağlar yaratmıştır.
Bağlar olmasaydı, alenidekiler birbiriyle kaynaşmaz, varlığı ortaya çıkmazdı.
Âlemdeki bu durumun dayanağı, bizimle Allah Teâlâ arasındaki bağlardır. İnsan
ile Allah Teâlâ arasındaki bu bağ olmasaydı, biz var olmayacağımız gibi ilahi
isimlerle ahlaklarıma imkânımız olmazdı. Allah Teâlâ’ya ait her mertebede
(hazret) bizim bir kademimiz (ulaşma imkânımız) vardır. Başka bir ifadeyle
bizim her mertebeye doğru bir yolumuz vardır. Allah Teâlâ izin verirse, bu
hususu elinizdeki kitabın ilahi isimler bölümündü açıklayacağız.
Bu bölümde ilahi mertebelerin en
büyüğü, herhangi bir şeyin Allah Teâlâ’ya benzememesini (belirten mertebedir).
Sadece biz varız! Biri sana benzemezse, sen de benzemezsin. Allah Teâlâ’dan
benzerlik olumsuzlandığı gibi âlemden de olumsuzlanmıştır. Alem Allah Teâlâ’nın
dışındaki her şey demektir, çünkü âlem büyük bir insandır ve onun bir benzeri
yoktur. Başka bir ifadeyle âlem misilsizdir. Bu nedenle âlem, önceki bir örnek
olmaksızın var edilen her şeydir. Allah Teâlâ ehli Hakkı âlemin aynı kabul
eder, bu durumda O’nun/onun benzeri bir şey yoktur, çünkü Allah Teâlâ’dan başka
bir şey yoktur. Alem ise O’ndan başka bir şey değil, tecellilerinin
suretlerinden ibarettir. Alem başka bir varlık olsa bile, Allah Teâlâ’dan başka
bir şey yoktur. O halde Allah Teâlâ’nın benzeri bir şey yoktur ve Allah
Teâlâ’dan başka ilah yoktur. Dolayısıyla Allah Teâlâ’nın benzeri olmadığı gibi
âlemin misli ve benzeri de yoktur. Bununla birlikte âlem vardır ve âlem bu
âlem, yani mümkünlerdir. Dolayısıyla âlemin misli yoktur. Bu sayede iki
bakımdan (Allah Teâlâ ile âlem arasında) münasebet gerçekleşmiştir: Birincisi
misilsizlik ve benzersizlik, öteki ise ilahi mertebeleri ve isimleri kabul
edebilmesidir. Âlemdeki her şeyin birbirine benzemiş olması benzersizliğe zarar
vermez. Çünkü âlemin birbirine benzeyen farklı ve zıt parçaları Allah Teâlâ’nın
farklı, benzer ve zıt isimlerinin benzeridir. Benzer isimlere misal olarak
el-Alîm, el-Alim, el-Âllam gibi isimleri verebiliriz. Zıt isimlerine benzer
olarak ed-Dar ve en-Nafi isimlerini verebiliriz. ‘Allah
Teâlâ aziz ve hâkimdir.’357 Bunlar da farklı anlamlı isimlerdir.
Buna rağmen Allah Teâlâ ‘O’nun benzeri (ke-mislihî) bir şey
yoktur’358
buyurur. Ayet hem O’na aittir ve hem ayetteki ke (gibi
veya zait harf) harfi nedeniyle bize aittir. Ortaklık münasebete imkân verir.
Ortada bir münasebetin bulunması kaçınılmaz olduğuna göre hac ile tespih
arasında hangi tarzda bir münasebet vardır Ki, Allah Teâlâ tespihi ona
benzetmiştir? Bunu düşünmeliyiz. Biz tespih, ‘Her
şey O’nun hamdını tespih eder’359 ayetinde belirtilen en genel
zikirdir dedik. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise şöyle buyurur: ‘Allah
Teâlâ’nın zikrini yerine getirmek üzere hacdaki menasik farz kılınmıştır.’
Buradaki farklılık, âlemdeki farklılıktan kaynaklanır, çünkü Allah Teâlâ’ya
yapılan bütün zikirler O’nun hamdını tespihtir. Başka bir ifadeyle Allah
Teâlâ’nın kendini övdüğü şekilde O’nu tespih etmek gerekir. Nitekim (bir zikir
türü olan) tehlîl, nefsin boyunduruğundan kurtulma amacı taşır.
Azat olmak köleyi kölelikten
çıkartır. Kulluktan ise ancak Hakkın duyması görmesi ve bütün güçleri olduğu
bir kimse çıkabilir. Böyle biri bütünüyle Hakk olmuş, ‘Allah Teâlâ’dan başka
ilah yoktur’ ifadesine münasip Hakk gelmiştir. Bazen kölelikten azatlık,
kulluk yaparak ilahlıktan olabilir. Çünkü bir şahıs rububiyet ile sınırlanır,
sonra kendi elinde olmayan ve Allah Teâlâ’nın gücündeki bir iş kendisinden
talep edilir. Bu durumda kişi hayrete düşerken Allah Teâlâ onun hakkında böyle
bir inanç taşıyan kimsede onun muhtaçlığını ve güçsüzlüğünü izhar ederek böyle
bir nispetten (kendisine rabliğin nispet edilmesinden) onu azat eder. Artık
kulluğundaki hürriyete döner ve rububiyette bir kademi kalmaz ve rahata erer.
Bu da değerli bir azatlık tarzıdır. Çünkü böyle bir insan, tehlil ile ilahlığı
edinilmiş ilahların iddiasının yol açtığı boyunduruktan ayrıştırıp Allah Teâlâ’ya
tahsis ettiği gibi nefsini başkasına ilişmekten kurtarmıştır. İlahlarla ilgili
durum müşriklerin söylediği ‘İlahları
bir ilah mı yapacak?’360
ifadesinde belirtilir. Gerçekte de İlah tektir. ‘Bu
garip bir iştir.’36i Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
hamdi Allah Teâlâ yolunda tahammülün -ki nimetlerin kapısıdırbenzeri yaptığı
gibi indirilen vahiy ve misal şeklindeki keşfiyle tehlili de kölelikten azat
olmayla ilişkilendirmiştir. Allah Teâlâ’ya hamd, O’ndan gelen nimetlere
şükretmek demek olduğu gibi sonuçları meydana getiren sebeplerden ortaya çıkan
nimedere karşılık da şükretmek gerekir. Allah Teâlâ ‘Bana
ve anne babana şükretmen için...’362 der. Başka bir ayette ‘De ki
Rabbim! Beni küçükken yetiştirdikleri gibi o ikisine merhamet et’363 buyurur. Allah Teâlâ’ya ait hamd
düsturu hakkında -Allah Teâlâ izin verirseyeterli ölçüde açıklama gelecektir.
Tekbir getiren ile -bir belirleme
yapmaksızınsahibi adına yücelttiği iş arasında bir ilişki vardır. Tekbir yapan
belirli bir şeyi tekbirine bitiştirmez ve tespihte, hamdde ve tehlilde yaptığı
gibi bir yerde sınırlar, bir yerde zikri sınırlılık ve mudaklığı kuşatsın diye
sınırlamaz. Sahih bir hadiste belirtildiğine göre Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem geceleyin yüz kere, gündüz yüz kere Allah Teâlâ’yı tespih ederdi. Bu
tespih ‘Rabbinin hamdını tespih et, gün
doğmadan ve batmazdan önce...’364 ayetinde belirtilir. Başka bir
ayette ‘Akşamladıkları ve sabahladıklarında Allah
Teâlâ’yı tespih ederler’365 buyrulur. Bu tespih yüz kere
yapılır, çünkü cennette veya cehennemde yerleşeceğimiz yerlerin sayısı yüzdür.
Kim tespihi yüze tamamlarsa, hiç kuşkusuz, her dereceden bir pay ve o
derecelerden o zikre uygun nasip elde eder. Cehennem derekeleri de cennet
derecelerinin mukabilinde yüz tanedir. Bu zikri yapan insan, cehennemden derece
derece uzaklaşırken cennetin her derecesinden nimet elde eder, bunu bilmelisin!
Tekrar hadise dönelim: Hadis, Zahir
b. Rüstem el-İsfahani’nin Kerûhû’den, onun üç raviden bize aktardığı hadistir.
Onlar, Mahmud el-Ezdi, et-Tiryaki ve Avreci’dir. Her üçü de Cerraci’den, o da
Mahbubî’den, o da Ebu Abbas et-Tirmizi’den aktarmıştır. Tirmizi şöyle der:
‘Bize Muhammed b. Rezin el-Vasıti demiştir ki: Bize Ebu Süfyan el-Hamevi Dahhak
b. Hamza’dan, o da Amr b. Şuayb’dan, o da babasından, o da dedesinden
aktarmıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: Kim güneş
doğmadan ve batmazdan önce yüz kez Allah Teâlâ’yı tespih ederse, makbul bir hac
yapmış gibi olur. Kim Allah Teâlâ’ya sabah ve akşam hamd ederse Allah Teâlâ
yolunda yüz at yüklemiş olur veya yüz savaşa katılmış olur. Kim Allah Teâlâ’ya
gece ve gündüz yüz kez tehlil getirirse (lailahe illellah), İsmailoğullarından
yüz köleyi azat etmiş gibi olur. Kim Allah Teâlâ’ya yüz kere tekbir getirirse,
o gün aynı zikri yapmadıkça veya onun söylediklerine ilave yapmadıkça hiç kimse
onun elde ettiği sevabı elde edemez.’ Ebu İsa hadis için ‘hasen-garip hadistir’
demiştir.
Allah Teâlâ’nın hamdını tespih etmek,
O’na yakınlıktır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemden gelen sahih bir
rivayette ‘Subhanallah ve elhamdülillah ifadeleri gök ile yer arasındaki
yerleri doldurur’ denilir. Hadiste Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Subhanallah
ve bi-hamdihî’ ifadesini kastetmiştir, çünkü Allah Teâlâ’ya yapılan hamd
teraziyi doldurur. Hamd teraziye en son yerleştirilecek şeydir ve onun
konulmasıyla terazi dolar. Ayette denildiği gibi ‘Onların işlerinin sonu
âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ’ya hamd olsun demektir.’ Allah Teâlâ’ya hamd,
işlerde sonun sahibidir, çünkü sevk eden odur. ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah
yoktur’ ise işlerde önceliğin sahibiyken Subhanallah kolaylığın, Allah Teâlâu
ekber bereketin sahibidir. Kalbe ait olan ise La havle vela kuvvete illa billa
(Allah Teâlâ’dan başka güç ve kuvvet sahibi yoktur) zikridir. (Bu ifade) kulun
varlığını ve Rabbi ispat etmiştir. Her tespihe, hamde ve tekbire eşlik eden Allah
Teâlâ ismi, tespihe, tehlile, hamde veya tekbire
gücünü veren isimdir. Çünkü o isim
mutlak olarak kullanıldığı gibi bazen tamlamayla da sınırlanabilir ve Allah
Teâlâ’nın dışındaki bir şahsı yüceltmekle de gücünü izhar edebilir. Bu durumda
ilah olmayan biri övülür, yüceltilir, tazim edilir, saygı gösterilir vs. Buna
misal olarak kavminin Firavun hakkındaki davranışlarını verebiliriz. Benzeri
zikirlere karşı böyle bir zikrin üstünlüğü Allah Teâlâ ismi nedeniyle
olabilir. ÇünküAllah Teâlâ olmayan bir şey sana görünüp ‘Ben Allah Teâlâ’m’
derse, ona ‘Sen Allah Teâlâ değil, O’nun sayesinde olan birisin’ dediğinde o
şey -Allah Teâlâ değilsehemen yok olur. Bu müşahedeye ulaşan sadece Kurtubalı
bir adam görmüştüm. Mekke hareminde müezzindi ve adı Musa b. Muhammed el-Kıbab
idi. Mekke’nin efendilerinden ve Faslı Ebu’l-Hasan b. Harazim’in
talebelerindendi. Binaenaleyh sabit olmak ancak Allah Teâlâ ismi vasıtasıyla
gerçekleşebilir. Öyle ki bu (ben Allah Teâlâ’m diyerek) görünen kişi Hakkın
kelamıyla o sözü söylese ve keşif sahibi de ‘Sen Allah Teâlâ ile varsın’ dese,
o şey (öncesinde bu zikri söylediği için) yok olmaz ve sabit kalabilir.
Bu zikrin neticelerinin bir kısmı
bunlardır, Allah Teâlâ’ya hamd olsun!
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
DÖRT
YÜZ ALTMIŞ YEDİNCİ BÖLÜM
Menzili 'el-hamdülillah (Allah Teâlâ’ya
hamd olsun)' Demek Olan Kutbun Halinin Bilinmesi
Kayıtta ve mutlaklıkta el-hamdülillah Köklere dayalı dallara benzer
Kökler meyve versin diye yardım eder dallara Temiz nefesler
taşıyanların duyuları böyle görür
Biz hakikatlerimizin izhar ettiği
ferleriz (dal)
Zat, zatın; ahlak, ahlakın feri
Allah Teâlâ şöyle emreder: ‘De
ki Allah Teâlâ’ya hamd olsun.’366 Bilmelisin ki hamd ve övgüler,
senanın neticeleridir ve bu nedenle son olarak meydana gelirler. Ayette
‘Onların davalarının sonu âlemlerin rabbi Allah Teâlâ’ya hamd olsun demektir’
buyrulur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem el-hamdülillah (Allah Teâlâ’ya
hamd olsun) hakkında ‘Bu ifade teraziyi doldurur’ buyurur. Yani teraziye son
konulacak bu ifadedir, çünkü hamd işlerin sonucunda meydana gelir. Sevinçli
işlerde ‘Nimet veren ve ihsan eden Allah Teâlâ’ya hamd olsun’ denilirken
sıkıntı anında ‘Her durumda Allah Teâlâ’ya hamd olsun’ denilir.
Hamd Allah Teâlâ’ya övgü demektir ve
iki kısma ayrılır: Birincisi kendisine ait hususla Allah Teâlâ’yı övmektir. Bu
yönüyle hamd, tespih, tekbir, tehlille O’nu övmektir. İkincisi O’ndan meydana
gelen nimet nedeniyle kendisini övmektir. Bu yönüyle hamd Allah Teâlâ’nın
cömertçe ihsan ettiği nimetlerine ve iyiliklerine şükretmektir. Nimetlerin
sonları hamde aittir, çünkü hamdin kaynağı ancak Allah Teâlâ olabilir. Allah
Teâlâ kulu övdüğü gibi aynı zamanda kul tarafından övülendir. Bu durum Hz.
Peygam' ber’in ‘Sen kendini övdüğün gibisin’ hadisinde belirtilir. Bu hamd
kulun kendisiyle Allah Teâlâ’yı övdüğü hamddir ve kendini öven olması itibarıyla
hamd yine O’na döner. Öyleyse hamdın sonu ve akıbeti, her iki durumda da O’na
döner.
Hamdin başka bir taksimi daha vardır:
Hamd Allah Teâlâ’dan mutlak (sınırsız) ve lafızla mukayyet olarak meydana
gelir. Halle sınırlanırsa, onda mudaklığın olması mümkün değildir, çünkü bu
durumda hamde yönelten ve onu sınırlayan bir sebebin bulunması gerekir. ‘De ki
hamd Allah Teâlâ’ya aittir’ ayetindeki emir gibi lafızla sınırlanmazsa, hamd
sınırlanmamış olur. Sınırlanmış hamde gelirsek, onun fiil sıfatıyla sınırlanmış
olması gerekir. Misal olarak ‘Gökleri
ve yeri yaratan Allah Teâlâ’ya hamd
olsun’367 veya ‘Kuluna
kitap indiren Allah Teâlâ’ya hamd olsun’368 veya ‘Göklerin
yaratıcısı Allah Teâlâ’ya hamd olsun’369 ayetlerini verebiliriz. Bazen tenzih
niteliğiyle sınırlanmış da olabilir. Misal olarak ‘Çocuk
edinmemiş Allah Teâlâ’ya hamd olsun’370 ayetini verebiliriz.
Bilmelisin ki hamd övgü yapana bir
fazlalık kazandırdığı için, buradan hamdın her bakımdan şükür olduğunu
öğrendik. Zikirler arasında artışı sağlayan her şey şükürdür ve böyle zikirler
-Allah Teâlâ’ya bir övgü oldukları içinher bakımdan hamddir. Allah Teâlâ’nın
sahip olduğu bir özelliğe göre O’nu öven adına meydana getirdiği artışa
gelirsek, bu artış, Hakkın kendisi hakkındaki bilgiden hamd sahibine fazladan
vermesidir. Bu durum ‘De ki Rabbim bilgimi arttır’371 ayetinde belirtilir. Allah Teâlâ kendinden
meydana gelen nimet nedeniyle övülürse, o da Allah Teâlâ’ya övgü nedeniyle
nimete süreklilik sağlamak üzere bir artış meydana getirir. Her durumda hamd
artışı sağlar. Bununla birlikte iki hamd arasında fark vardır. Fakat
yaratıklardan meydana gelmesi bakımından hamd Allah Teâlâ’nın kendisine vermiş
olduğu bir ikramdır. Bir ihsanı verenin daha fazlasını vereceği her ihsanda Allah
Teâlâ’yı ancak kendisiyle onu övmemizi bize öğrettiği şekilde överiz. Allah
Teâlâ’ya hamd O’nun tarafından öğretilmeye bağlıdır. Bu konuda Allah Teâlâ
ehli olanlar değil, fakat şekilci âlimlerden bir grup bizden farklı düşünür.
Çünkü Allah Teâlâ’ya yaklaşmak amacıyla hamdı telaffuz etmek ancak şeriat
yönünden mümkün olabilir. Bu muhalif kişi insaf nuruyla aydınlanmış olsaydı,
hiç kuşkusuz, doğruluğun güzel olduğunu ve onun, onu söylemenin özü gereği
doğru olduğunu anlardı. Bununla birlikte bazı yerlerde kınanırken, onu
söyleyen kişi günah kazanır. Bu nedenle doğruluk her yerde Allah Teâlâ’ya
yaklaşmayı sağlamak üzere söylenemez. Bu kişi doğruluğun iyilik olduğunu bilebilir.
Şu var ki Allah Teâlâ şöyle der: ‘Beni zikrediniz.’ Zikir ya örfte iyi bulunan
özelliklerle yapılır -ki bunlar güzel ahlaktırveya onu sınırlar ve belirli bir
zikir belirler. Fail olması bakımından Allah Teâlâ’ya sena ve övgü örfe bağlı
bir sena ve övgüdür. İnsan, söz konusu sena âlemde azamet ve saygı bildiren bir
övgü olup hakkında bir yasaklama olmadığı sürece onunla Hakkı över. Bazen fail
olması bakımından olmaksızın, âlemde saygın bir ifade olmayan övgüyle Hakk
övülür. Böyle bir övgüyle Hakk övüldüğünde yadırganır. Misal olarak ‘Her şeyi
yaratan Allah Teâlâ’ya hamd
olsiın’ ifadesini verebiliriz.
Değerli ve değersiz her şey bu ifadenin kapsamı altındadır. Örfte yüceltilene
misal olarak ‘Gökleri yaratan Allah Teâlâ’ya hamd
olsun’372
ifadesini verebiliriz. Böyle bir övgüde örfte değersiz veya tabiat gereği
kendisinden tiksinilen bir şeyin belirtilmesi uygun değildir. Bununla birlikte
her şey bu hamdin kapsamındadır. Fakat onu belirtmek edebin gereğiyle
bağdaşmaz. Aksine özünde doğru olsa bile, değersiz olan şeyleri belirtmek
edepsizliğe veya akide bozukluğuna nispet edilir. Bu türe bir misal
vermeyeceğim, çünkü zaman içerisinde kitabımda böyle bir övgü tarzının
okunmasından hayâ ederim. Bu nedenle genel övgü türüne veya âlemde değerli olan
şeylerle Allah Teâlâ’yı övmeye misal versem bile o türe bir misal vermeyeceğim.
Bununla birlikte âlemdeki her şey O’ndandır ve O’nun nimetidir. Örfte böyle
değersizlikler bulunmasaydı, onu söylemezdim bile! Çünkü ben bana göre değersiz
olan hiçbir şey görmedim. Çünkü ben her şeye varlıkta kendisini izhar edip ona
iyilik verirken ortaya çıkan Hakkın inayet gözüyle bakarım. Bu nedenle bize
göre varlıkta değersiz ve hakir bir şey yoktur. Sufıler de böyle müşahede etmiştir.
Öyleyse her şey O’nun zahiri ve batım nimetidir. Zahiri nimetler görülenler
iken batını nimetler bilinip görünmeyenlerdir. Zahiri nimedere tazim örfçe
kabul edilen tazim iken zahirde değerli görülmeyen işler hakkmdaki batındaki
tazim Allah Teâlâ ehlinin ve doğru düşünenlerin tazimidir. Çünkü zahiri ve
batını diye ayırdığımız böyle bir şey, mutat olan (kevnî ayeüer) ve olmayan
ayetlere benzer. Mutat ayeüer ancak akıl sahipleri için ayettir ve onlar ile
mutat olmayan ayeüer arasında fark yoktur. Misal olarak feleklerin hareketleri,
gece ve gündüzün ardışık olarak gelmesi, senenin mevsimlerinde ortaya çıkan
rızıkları, (insana hizmet etmek üzere ortaya çıkan) işleri ve durumları
verebiliriz. Sadece selim akıl sahipleri onların ayet' ler olduklarının farkına
varabilir. Mutat olmayan ayeder ise herkes için ayettir. Böylece nefisler Allah
Teâlâ’yı mutat ayederle değil de mutat olmayan ayetlerle övmek üzere harekete
geçer.
Binaenaleyh mutlak hamdi düstur
edinmek, zakirin zikrini herhangi bir nitelikle sınırlamadığı mutlak hamdi
yerine getirmek demektir. Bununla birlikte onun üzerinde haller farklılaşsa
bile o haller onun zikri yapmasının amilleri değildir. Onun zikrini (herhangi
bir şeyle)
sınırlamadan yapmasını sağlayan bir
ilk amil vardır. Öyleyse bu mutlaklıkta sınırlanma demektir. Bu düstur, hamdde
bir haz nedeniyle sahibinin belirli bir halle sınırlanması durumu dışında,
herhangi bir nitelikle veya herhangi bir isim veya şifada sınırlanan bütün
hamdlerin neticelerini kazandırır. Düsturun sahibi belirli bir haz elde edince,
zikirde kullandığı lafız mutlak-smırsız olsa bile, söz konusu haz onu sınırlar.
Artık bu hamd onun için sadece hazzın kendisine verdiği Hakk göre bir netice
meydana getirir, çünkü bu durumda o bir nitelik sahibidir. Başka bir ifadeyle
o kişi niteliğine göre netice elde eder ve birinci hüküm onun adına ortadan
kalkar. Ebu Yezid’i sorulmuş: ‘Nasıl sabahladın?’ Şöyle cevap vermiş: ‘Benim
ne sabahım ne akşamım var! Sabah ve akşam nitelikle sınırlanan kimse için
olabilir. Benim bir sıfatım kalmadı.’
Bu zikir sahibi Haktan kendisine
gelen ve onu sınırlayan herhangi bir işle durmaz. O herhangi bir beraberliğe
bağlı olmaksızın kendisine gelen varidle ve o varide göre bulunur. Onun
kendisine gelen varid ile beraberliği, bulundukları her yerde Hakkın kullarla
beraberliği gibidir. Çünkü Hakk bilir ki kulları üzerlerinde hüküm sahibi olan
ve tasarruf eden isimleriyle beraberdirler. Başka bir ifadeyle Hakk kullarıyla
değil gerçekte isimleriyle beraberdir. Fakat ayette bildirilen husus, bulundukları
her yerde Hakkın kullarıyla beraber olduğudur. Aynı şekilde, varidler kul için
onun istidadına göre -ki bunu ona zikri vermiştirbelirlenir ve ortaya çıkar.
Zikri ise varidler karşısında bulunurken onun fiilinin bir parçasıdır. Bu durum
daha önce de belirttiğimiz üzere Hakk ile beraber olmadaki durumun aynıdır.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
Menzili 'Her Durumda Allah Teâlâ’ya Hamd
Olsun (elhamdülillah ala külli hal)' Olan Kutbun Menzilinin Bilinmesi
Her durumda hamd olsun Allah
Teâlâ’ya Varlığın bütün halini içerendir hamd
Onu söyleyen söylememiş olmaz Nimete karşı Hamdi söylerse
Onu söylemeye kalksa bile Onu sınırlayarak söylemiş olur
Çünkü sana bir mertebeden nida eder
Bundan önce bir müşahede makamından
Ki O’ndan başka yok demişti Şah
damarı seni aldatmasın
Sen Rabsin, ben senin kulun Rab
kulun varlığıyla sabit
Onun varlığı hakkında sakın deme Arz
günü der ki, daha var mı?
Allah Teâlâ kendinden bir ruh ile
sana ve bize yardım etsin, bilmelisin ki Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
sevinçli bir durumda şöyle derdi: ‘Nimet veren ihsan eden Allah Teâlâ’ya hamd
olsun.’ Sıkıntı halinde ise şöyle derdi: ‘Her durumda hamd Allah Teâlâ’yadır.’
Hadis, sahih hadis kitaplarında yer almıştır. Sevinçteki şükrü el-Munim ve
el-Mufaddıl ismiyle sınırlarken sıkıntıdaki hamdi belirli bir isimle
sınırlamayarak, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in Hakkın öğrettiği
edebi zikrettiğini anladık. Allah Teâlâ’nın isimlerinden birisi en-Nafi
iken başka bir ismi ed-Darr’dır
(zarar veren). Hâlbuki Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem burada ed-Darr ismine değinmediği gibi bu durum onun kendi
arzusundan kaynaklanmamış, kendisine gönderilen ilahi vahiy nedeniyle böyle
yapmıştı. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Beni Rabbim terbiye
etti, ne güzel terbiye etti’ derken doğru sözlüdür hiç kuşkusuz. Buradan böyle
bir zikrin bu şekilde tavsif edilmiş adabm bir parçası olduğunu anladık. Allah
Teâlâ bize Hz. İbrahim’in dinine uymayı vahyetmiştir. Hz. İbrahim’in Rabbi
karşısında sergilediği edebin bir yönü ‘Ben hasta
olunca, bana şifa verir’373
demekti. Burada şifayı Allah Teâlâ’ya nispet ederken hastalığı nispet
etmemiştir. Çünkü hastalık, içinde mümin hakkında bir iyilik barmdırsa bile,
insanların âdetinde bir kötülüktür. Allah Teâlâ peygamberine Hz. İbrahim’in
dürumunu bildirmiştir. Bu durum, bu edebe göre davransın diye, Allah Teâlâ’nın
edep öğretmesi demektir. Bu edebin neticesinde Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem ‘Kötülük sana ulaşamaz’ demiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
bir yaratılmış olduğu için maddi ve manevi hazları hissettiği gibi maddi ve
manevi acıları da hisseder, bu ikisinin arasındaki farkı bilir. Bilir ki
mutluluk haz almaya eşlik ederken hüzün tabii olarak acıya eşlik eder. Bu
nedenle sıkıntı anında her durumda Allah Teâlâ’ya hamd etmeye yönelmiştir.
Âlemde haller, Hakkın kendinde bulunduğu şe’ne ilave durumlar değillerdir.
Aksine Hakkın kendinde bulunduğu şe’n, varlıkta ortaya çıkan bütün hallerdir.
Bu hallerin gayeye uygun ve tabiata yatkın olmasıyla gayeye aykırı ve tabiada
uyumsuz haller olması durumu değiştirmez. Bununla birlikte (uyumsuzluk
durumunda) iş kabul edenden kaynaklanır (mesela hastalık hali). Çünkü Zeyd’in
zarar gördüğü bir işin Ömer’e haz verdiğini görmekteyiz. Buradan illetin
kabilde olduğunu anladığımız gibi Haktan gelen işin kendisinde bölünme olmayan
tek bir şey olduğunu anladık. Binaenaleyh Haktan gelen o tek iş bizde bölünür
ve çoğalır.
Bu zikir bütün halleri kuşatır. Bu
zikirle Allah Teâlâ’yı zikreden insan o zikrin ilk konuluş sebebini kesin bir
şekilde öğrenirse -ki bu bir iddiadır-, Allah Teâlâ’nın onunla ve bu tarzda
kendisini zikredeni sınaması kaçınılmazdır. Çünkü iddialar Kadim’de ve
yaratılmışta sınanma kapısını açar. Bununla Allah Teâlâ’yı zikreden insanın
aklına ilk konuluş anlamı gelmez ve -varlık ve teşri sebebini
bilmeksizinşeriatta emredilmiş bir zikir olması bakımından Allah Teâlâ’yı
zikreden kimseyi ise Allah Teâlâ (dilerse) sınar (dilerse) sınamaz. Zakir
zikrini Allah Teâlâ hakkında hayırla ilgili bir zikir olmak itibarıyla sınırlar
ve onun konuluş anlamını dikkate almaz veya her durumda Rabbine hamd ettiği
gibi bir iddiayı dile getirmeden sadece Allah Teâlâ’nın her durumda övülen
olduğunu bildirmesi nedeniyle zikretmiş olduğunu söyleyebilir. Daha önce de
söylediğimiz gibi her halin yaratıklar için kendisinden haz almaya veya acı
duymaya dönük bir yönü vardır. Dolayısıyla her hal nedeniyle sevinçte ve üzüntü
anında Allah Teâlâ’ya hamd edilir. Bakınız, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem sevinç halinde şöyle derdi: ‘Nimet veren ve ihsan eden Allah Teâlâ’ya
hamd olsun.’ Allah Teâlâ’nın nimet ve ihsanının bir yönü de sıkıntıdaki insanın
Allah Teâlâ’ya hamd etmesine imkân vermesidir. Bu hamd nedeniyle ona afiyet
verir ve kendisiyle o sıkıntı arasına girer. Çünkü hamd etmesi bu ihsana
karşılık bir şükürdür. Bu da insana O’nu hamd etme işinde kullanmayı ilham
etmesidir. Buna mukabil Allah Teâlâ onu şikâyet etmek ve öfkelenmekte
kullanmamıştır. Allah Teâlâ kendisine hamd etmeyi ilham etmekle onun batınına
afiyet vermiştir. Sonra da sıkıntısını gidermekle de onun afiyetini
artırmıştır.
Bu durum ,‘Her durumda Allah Teâlâ’ya
hamd olsun’ ifadesine dercedilmiş olan ince bir anlamdır ve bu hamd sevinç
anında Allah Teâlâ’ya hamd etmekle müsavi olmakla birlikte fazlası vardır.
Sevinçteki hamd ‘Nimet veren ve ihsan eden Allah Teâlâ’ya hamd olsun’
ifadesidir. Bu da Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e verilmiş olan
cevamiü’l-kelim’in bir tezahürüdür. Allah Teâlâ’yı bu hamd ile zikredenlerin
halleri birbirinden farklıdır. Onunla Allah Teâlâ’ya hamd eden herkese zikri
niyetine, bilgisine, zikir sebebine göre bir sonuç kazandırır. Allah Teâlâ bu
zikri zakirlerin kalplerine peyderpey indirdiği gibi biz de bu konuyu
ayrıntılı olarak açıklamış olduk. Sonuç itibarıyla bu hamd sevinç ve sıkıntı
anındaki hamddir.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
Menzili 'İşimi Allah Teâlâ’ya havale
ediyorum' Olan Kutbun Hali
Varlık konuşan ve
konuşulan
Tasdik eden, tasdik edilendir, düşününüz! .
Bir şey kendini yalanlar ve yalancı olur
Ve yalanlanır? Çoğalma yok aynı kişi
Bizim durumumuz hakkında
dediğimiz şey neye döner
Basiret gözüyle
düşününüz!
Ta ki gözlerinizle
görün ve havale ediniz:
Varlık işini Allah Teâlâ’ya! Hayrete düşmeyin .
Allah Teâlâ peygamberine davetini
reddeden kavmine şöyle demesini emretmiştir: ‘Size söylediklerimi
hatırlayacaksınız Ben işimi Allah Teâlâ’ya havale ediyorum (üfevvizu).’*74 Bu kelime ‘fada’ (veya ‘faza’, dat
ile) kelimesinden türetilmiştir ve taşmak demektir. Bir şey dolmadan taşmaz.
Bu itibarla feyiz (taşma) bir yerin taşıyacağı miktara ilaveye işaret eder. Söz
konusu mahal taşıyabileceği bir şeyi taşıyabilir ve bu onun miktarıdır.
Taşıyabileceğinden fazla gelen, taşıma gücünün bulunmadığı kısımdır ve o kısmı
taşımayı Allah Teâlâ üstlenir. Her işte yaratılmışın bir nasibi olduğu gibi Allah
Teâlâ’nın da bir nasibi vardır. Allah Teâlâ’nın nasibini işleri O’na havale
etmek izhar eder. Bu itibarla bir iş tek bir şey olarak yaratılmışa iner ve
yaratılmış vüsati ölçüşünce onu kabul eder. Fazla gelen kısımda yaratılmışlar
ikiye ayrılır. Bir kısım fazlayı Allah Teâlâ’ya izafe ederek ‘İşimi
Allah Teâlâ’ya havale ediyorum’375 der. Bunlar (benim işim diyerek)
işi yine de kendilerine nispet ederler, çünkü iş kendisine geldiğinde onun
fazla geleceğini zannetmemiş, bütününü kabul edebileceğini
zannetmiş, ardından vüsati yetmeyince
onu Rabbine havale etmiştir. Bir kısmı ise bu durumu bilmez ve kendisine
gelenden elde ettiğini elde ettikten sonra fazla gelen kısım onun bilgisi
olmaksızın Allah Teâlâ’ya döner. Öyleyse her durumda fazlalık O’na döner.
Fazlalık onu bilip (kendi yetersizliğini) bilerek işini Allah Teâlâ’ya havale
edende kalır ve bilgi nedeniyle O’na havale ettiği iş hakkında Allah Teâlâ
katında bir tasarruf sahibi olur. Bir kısmı bunu bilmez. Bu nedenle Allah Teâlâ
katında bir menzil sahibi olmadığı gibi onlara teveccüh edecek bir Hakk da
bulunmaz. Allah Teâlâ şöyle der: ‘De
ki bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Sadece akıl sahipleri öğüt alır.’376
Bilmelisin ki Allah Teâlâ’nın emrini
kabul eden kul, onu ilahi-özel bir isimle kabul eder. Söz konusu özel isim
kendi hakikatini aşmaz ve kul emri o isim yönünden Allah Teâlâ vasıtasıyla
kabul eder. Dolayısıyla kul (ilahi isim yönünden kabul ettiği) işi ve emri
taşımaktan aciz veya yetersiz değildir, çünkü kul, her bir ilahi ismin eserinin
zuhur ettiği bir yer ve mahaldir. Demek ki taşma -kuldan değililahi isimden
kaynaklanır. Kul ‘İşimi Allah Teâlâ’ya havale ediyorum’ diyerek belirli bir
ismi zikretmeksizin kuşatıcı isme (Allah Teâlâ) işini havale etmiş, bu kuşatıcı
isimden de başka bir yaratılmışta (eseri zuhur eden) ve o işe uygun bir ilahi
isim onu üsdenir. Bu itibarla Zeyd’in taşıyamayacağı ve karşısında aciz kaldığı
bir işi mesela Ömer taşıyabilir. Bunun nedeni Zeyd’in o işi kendisinden kabul
ettiği ilahi ismin hakikatinin ancak onun taşıyabileceği şeyi vermiş
olmasıdır. Ömer’in aynı işi taşıyabilmesinin nedeni ise Zeyd’e göre daha geniş
ve vüsat sahibi olmasıdır. Daha doğru bir ifadeyle Ömer bu durumda Zeyd’den
daha vüsatli değil, ihata bakımından Zeyd’de bulunan ilahi isimden daha geniş
başka bir ilahi ismin hükmünü yerine getirmiş olmasıdır. Bu yönüyle ilahi
isimler genel .ve ihatalı olmak bakımından derece derecedir. El-Alim ismi de
ihata eder, el-Alîm ismi de ihata eder. Fakat el-Alîm ismi el-Alim ismine göre
daha kapsamlıdır. el-Habîr ismi başka isimlere göre daha kapsamlıdır. Aynı şey
el-Alim karşısmda el-Mürid veya el-Mürid ismi karşısında elKadir ve el-Alim
ismi karşısında el-Kadir için geçerlidir. el-Kadir’in kapsamı her iki isme göre
daha azdır. Kul her zaman ilahi bir ismin hükmü altında bulunur. Bu durumda o
ismin hakikatinin vereceği şeyi kabul eder ve fazla geleni (kuşatıcı isim) Allah
Teâlâ’ya havale eder. Allah Teâlâ’nın ayetini O’ndan anlayanlar için, ‘işleri Allah
Teâlâ’ya havale etmek’ bu anlama gelir. Çünkü Hakkın bize kendisiyle hitap
ettiği dil işi böyle anlamayı gerektirir. Biz sözünü anlamak (kendisinden
anlamak) için O’nun karşısında dururuz. Çünkü yaratılmışın Yaratan hakkında
hüküm vermesi mümkün değildir. Mümkünlerin yokluk hallerindeki durumu müşahede
eden ise farklı bir bilgiye sahiptir. Böyle bir insan yokluk hallerinde
mümkünlerin onları bilene kendileri hakkında bilgi verdiklerini görür. Burada
(mümkünün Hakkın bilgisinde müessir olması anlamında) bir hüküm kokusu
duyulabilir. Fakat mümkün olmaları bakımından muhtaçlık özelliği onlara
galiptir (ve hüküm vermek kendilerine nispet edilemez). (Mümkün olmanın bir
tezahürü olarak), akıl delilinden hareketle imkânı reddedenlerin bile hallerin
pek çoğunda delilin onlara verdiği imkânın gerçekte olumsuzlanması bilgisinden
habersiz ve gafil kaldıklarına şahit olursun. Bu gaflede birlikte bazı
durumlarda imkânı benimsemişler, ona başvurmuş, dikkat çekmiş ve ondan söz
etmişlerdir. Binaenaleyh kulda otorite sahibi olup delilinin iktiza ettiği
neticeyi göz ardı etmesine yol açan bir halin bulunması gerekir. Bu hal, tabiat
ve mizaçtan ibarettir. Bakınız! Büyük ölüm veya küçük ölümle kul berzaha
göçtüğünde, küçük ölümde (uyku) uyanıkken hayal ettiklerini nasıl görür! Onlar
-uyanıkken inkâr edilemeyecek şekilde gördüğü duyulurlar gibiberzah âleminde
mevcut bir şekilde karşısına çıkarlar. Demek ki insan aklının herhangi bir
şekilde varlığını imkânsız saydığı bir şeyi, berzah âleminde mevcut olarak
görür. Hiç kuşkusuz o gerçek bir şeydir ve duyu berzahta onu algılamıştır. Duyu
için mekân değişmiş, bu nedenle hükümler de değişmiştir. Akim imkânsız saydığı
durum kendinde ve gerçekte de imkânsız olsaydı, o şey berzah mertebesinde
varlıkla nitelenmezdi; hâlbuki berzahta duyu tarafından idrak edilmiş, hatta Allah
Teâlâ ehli hakkal-yakîn bir şekilde onu idrak etmiştir. Öyle ki onlar,
uyanıklıklarında da aynı durumu -fakat berzah âlemindeidrak ederler. Onların
uyanıklıktaki halleri, uyuyanın haliyle veya ölüm esnasmda ölünün haliyle
birdir.
Dikkade düşünürsen, aklî düşüncenin
eksikliğini öğrenmeni sağlayacak yola seni sevk ettik. Akli düşünce
varlıkların mertebelerini ihata
edemeyeceği gibi varlığın keyfiyetini
de bilemez. Çünkü aklın (imkânsız saydığı bir şey) gerçekte de aklın hakkında
hüküm verdiği gibi olsaydı, söz konusu şeyin herhangi bir mertebede var olması
mümkün olmazdı; hâlbuki (söz gelişi berzah âleminde) ortaya çıkmıştır. Akıllı
insan, her işte aklın deliline bağlanmaz. Aklın delili doğru olsaydı, bütün suretler
(hakkındaki hükmü) doğru olurdu. Akıllı insan berzahta görüp nefsinde meydana
gelen (öğrendiği) şeyin Allah Teâlâ olduğunu bilir. Binaenaleyh görülen ve
bilinen Allah Teâlâ’dır ve tecellileri değişse bile görülenin O olması
değişmez. Aynı şekilde dünyada O’nu bilenlerde de durum böyledir. Dünyada,
berzahta veya büyük kıyamette herhangi bir şey onlara belirsiz gelmez; ulvi
veya süfli bütün suretlerde O’nu müşahede ederler. Onlar bugün nasıl iseler,
yarın da öyle olacaklardır. Ebu Yezid el-Bestami tefviz (işleri Allah Teâlâ’ya
havale etme) makamının dışına çıkmıştı. Buradan onun el-Vasi’ isminin hükmü
altında olduğunu anladık. Bu nedenle hiçbir şey kendisine fazla gelmemişti,
çünkü ‘Beni mümin kulumun kalbi sığdırdı’ hadis-i kutsisine tam olarak mazhar
olmuştu. Ebu Yezid’in kalbi Hakkı ve O’ndan gelen işleri sığdırabildiği için
(herhangi bir işte ‘tefviz’, yani işi Allah Teâlâ’ya havale etmesi
gerekmemişti. Onun kalbi bir umman, diğer kalpler nehirler gibiydi. Bu
makamdayken Ebu Yezid el-Bestami şöyle demiş: ‘Arş’ yani Allah Teâlâ’nın dışındaki
her şey ‘ve onun içerdikleri yüz bir kere’ -ki burada çokluğu hatta sonsuzluğu
kastetmektedir‘arifin kalbinin bir köşesinde bulunsaydı, arif onları fark
etmezdi bile.’ Yani Hakkı sığdıran kalp, o kadar geniştir ki bunu fark
edemezdi. Bu nedenle arifin kalbinin Allah Teâlâ’nın rahmetinden bile geniş
olduğunu söyledik. Çünkü Allah Teâlâ’nın rahmeti Allah Teâlâ’ya ulaşamayacağı
gibi O’nu sığdıramazken kulun kalbi O’nu sığdırır.
Burada ima edeceğimiz ama tam olarak
açıklamayacağımız bir sır ve incelik vardır: Allah Teâlâ kendini öfkelendiğine
karşı gazaba gelmek ve şiddede cezalandırmak özelliğiyle nitelendirmiştir.
Cezalandırma, rahadatma ve gazabı giderme özelliği nedeniyle rahmet içerir. Bu
ima açıklamak istenilen hususta yeterlidir, çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem (kıyametteki ilahi gazap hakkında) şöyle der: ‘Allah Teâlâ daha sonra
bir daha öyle öfkelenmeyecektir.’ O halde intikam bir rahmet ve şifa demektir.
İntikam rahmet olmasaydı, var olmazdı, hâlbuki var olmuştur. Fakat intikamın kimin
için rahmet olduğunu da öğrenmen gerekir. Buradan Ebu Yezid el-Bestami’nin
diğer arifler karşısındaki mertebesi ortaya çıkar, çünkü o ve benzerleri,
ancak hallerinden ve zevklerinden hareketle konuşurlar. Allah Teâlâ’nın bir
ismi de daha önce ifade edildiği üzere el-Vasi’dir. O’nun genişliği, gazabını
kabul eder. Genişlik gazap karşısında yetersiz kalsaydı, var olmada istinat
edeceği ilahi bir hakikati olmayacağı için gazap var olamazdı; hâlbuki var
olmuştur. Gazap Allah Teâlâ’ya ancak O’nun şanına yakışır şekilde nispet
edilebilir. Başka bir hususa dikkat çekersek, kalp Hakkı sığdırmıştır. Allah
Teâlâ’nın bir özeliliği de gazaptır: Demek ki kalp gazabı da sığdırmış
olmalıdır. Binaenaleyh (baktığı her yerde) sadece Allah Teâlâ’yı gören bir
arifin öfkelenmesi, razı olması ve eziyet vermekle (veya çekmekle) nitelenmesi
yadırganacak bir durum değildir. Böyle olmasaydı, eziyet görmeyen kişi eziyet
vermezdi. Gerçi ilahi mertebe hakkında eziyet görmek gibi bir söz söylenemez.
Bununla birlikte Allah Teâlâ kendini es-Sabûr diye isimlendirmiş, sabrın
mahiyetini ve neye karşı olduğunu açıklamıştır. Bize göre Allah Teâlâ hakkında
sabır, hilim (gücü varken bağışlamak) demek değildir. Çünkü naslarda Allah
Teâlâ hakkında el-Halim ismi zikredildiği gibi es-Sabur ismi de zikredilmiştir.
Naslardaki her ismin ötekinden farklı manası vardır. (İsimlerdeki değişiklik
gibi) Hakkın tecellisinin suretleri değiştiği kadar arifler üzerinde de haller
değişirler. Böyle olmasaydı âlemde hükümler farklılaşmazdı. Onlar kendilerini
yaratan ve var eden Allah Teâlâ’dan ortaya çıkmışlardır. Demek ki bir (âlemde
ortaya çıkan şeylerin karşılığı olan sabretmek gibi) bir sıfatın O’nunla var
olması gerekir ki, o sıfatın Allah Teâlâ’dan meydana gelmesi mümkün olsun;
yaratan ile yaratılan arasında böyle bir ilişki zorunludur.
Tefvizi belirttiğim şekilde
bilmezsen, bazı açmazlara düşer, tefvizin mahiyetini doğru öğrenmen mümkün
olmaz.
Burada açıkladığımız tefviz,
yaratılmışın tefvizidir. Bunun yanı sıra bir de ilahi tefviz vardır. O, Allah
Teâlâ’nın kendi hakkındaki emrini kuluna havale etmesidir. Allah Teâlâ
kullarını yükümlü tutmuş, onlara emir vermiş ve yasaklar koymuştur. Bu durum Allah
Teâlâ’nın emrini kullarına tefvizi demektir, çünkü teklif Hakk adına zorunlu
bir şeyden taşmıştır. Allah Teâlâ’nın yükümlü olması söz konusu değildir. Bu
emir Allah Teâlâ’dan taştığında, ancak yaratılmışa havale edilebilir. Allah
Teâlâ bu emri kendilerine gönderdiğinde, onu yerine getirmelerini kullarından
ister. Nitekim kul işini Allah Teâlâ’ya havale ettiğinde, Hakk da kulun işini
yerine getirir. Bu emir üzerine kulların bir kısmı O’nun ahlakıyla ahlaklanır
ve O’nun emrini ve yasaklarını kabul eder. Böyle bir insan korunmuş ve
sakınılmış kimsedir. Bir kısmı bazı vakit ve hallerde emri kabul ederken bazı
vakit ve hallerde onu reddeder. Bunun yanı sıra Allah Teâlâ kendi hakkındaki
düşüncelerde işi kullarına havale etmiştir. Bu nedenle O’nun hakkındaki
görüşler farklılaşmıştır. Ardından Allah Teâlâ peygamberlerinin dilleriyle
kendinde gerçeği kullarına açıklamıştır ki, peygamberin söyledikleriyle ters
düşüp onun Allah Teâlâ hakkında söylediklerine aykırı sözler ileri sürenlere
karşı delil ortaya çıksın! Allah Teâlâ hakkındaki görüşler birbiriyle çelişince,
Allah Teâlâ her görüş sahibine görüşünün suretinde tecelli etmiştir. Bunun
nedeni, Allah Teâlâ’nın kendi hakkındaki düşünceyi kullarına havale edip onlara
akıl ve kendisiyle düşündükleri fikir gücü vermiş olmasıdır. Allah Teâlâ fikir
gücünü bütünüyle kullanarak bir kanaate ulaşanlara -ister doğru ister yanlış
olsunsevaptan pay ayırmıştır. Çünkü böyle bir insan ancak Allah Teâlâ hakkında
şeriatın diliyle gelen sözleri (yorumlarken) hata yapmış, o sözleri tevile
kalkarak düşüncesinin sevk ettiği bir yöne yönelmiştir. Ardından şeriat bu
konuda kendisini destekleyen bir bilgi getirmiş, o da görüşünü bizatihi terk
etmemiş, meşru bir emir veya akli bir delile dayanmıştır. O kişinin Hata etmesi
veya doğruya ulaşması nazari gücünü kullanmış olmasıyla ilgili başka bir
durumdur, çünkü onun içtihat ederek aradığı şey, doğruya ve doğru düşünmeye
ulaştıracak bir delili bulmaktır ve bu delili ancak güçlü bir zanla bulabilir. '
O’nun teklifi tefviz
Biz ve O bu konuda bir
O’nu tespihimiz O’nun tespihi
O ise yaratıkların diliyle tespih eder
Herkesin bir nasibi var zikirden Herkesin
nasibi niyeti kadar
Allah Teâlâ’nın ‘Sizi halife
yaptığı şeylerden infak ediniz’377 ayetinde geçen tefviz, bizim
tefvizimiz demektir. Allah Teâlâ bizi kendisinde halife yaptığı işlerde O’nu
vekil edinmemizi istemiştir. ‘Biz
de gözleri parıldasın diye onu annesine gönderdik.’378 Âlem ilahi isimlerin -ki O’na ait
isimlerdirhükmü altında olduğu için, O’nun tefVîzini ancak kendisi
karşılayabilir, biz değil! Çünkü biz o tefvize ancak O’nun isimleriyle karşılık
verebiliriz. Allah Teâlâ kullarına emrini ‘tefviz’ ederken el-Batın iken
(kulun tefvizini) kabul etmesi itibarıyla ez-Zahir’dir. Bu hususta iş bizimle
O’nun arasında gerçekleşir. Nitekim emir de gök ile -ki yüceler demektiryer
-ki zelil olan demektirarasında iner.
İş böyledir, gizlemeyin Çünkü varlığı
onu izah eder
Hakkın şahidi dile gelmiş O
varlığında onun aynı
Bu, Hakkın tefvizini ancak O’nun ismi
üstlenir derken kast ettiğimiz budur. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘İş
bütünüyle O’na döner.’379 Öyleyse
Allah Teâlâ var olanların aynıdır, çünkü O varlık demektir. ‘Allah
Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’380
Bu konuda konuşmak sözü uzatır ve iç
içe konulara değinmeyi gerektirir. Bir kısmı bir kısmında bulunurken bir kısmı
açık bir kısmı gizlidir. ‘Allah Teâlâ kendinden başka ilah
olmayandır, en güzel isimler O’na aittir.’381 Allah Teâlâ zalimlerin
söylediklerinden münezzeh ve mütealdir!
Menzili 'Cinleri ve insanları bana ibadet
etsinler diye yarattım' Ayeti Olan Kutbun Halinin Bilinmesi
Setli seven seni yarattığı gibi Sen
de yaratılış sebebini yerine getir
Sen vermezsen, yaratılışın verir Orada şükredilen kimse
olmaz
Dostum! Önce Hakkın hakkı yerine getirilir Vahiy böyle demiştir zira
O’nun arzusunu yerine getirirsen . O da seni arzuna ulaştırır
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Rabbin
kendinden başkasına ibadet etmemenize hükmetti.’382 Allah
Teâlâ’nın hükmü geri çevrilemez. Buradan bu zikrin neticesinin bu ayetin
hükmünü tereddütsüz bir şekilde müşahede etmek olduğunu anladık. Çünkü Hakk
varlık demekken eşya varlığın suretleridir. Böylelikle (eşya ile Hakk) maddenin
surede irtibadı olması gibi irtibatlı olmuştur. Kuran’ın kendisiyle indiği
Arapçada ibadet, zillet demektir. İki varlığa bağlı bir şeyin ötekiyle irtibat
olmaksızın onlardan birisinden meydana gelmesi mümkün değildir. Buradan şunu
anladık: Birbiriyle irtibadı iki şey, üçüncü bir şeyi izhara dönük sevgileri
nedeniyle irtibadıdır ve o da ikinci bir emrin talibidir. Bu durumda her
birisinden talep mümkün olabilir. Mevcut olan bir şey talep edilmeyeceği gibi
talep de ancak bir tür zelil olmayla gerçekleşir. Ayette ‘Bana
dua edin ki size karşılık vereyim5,83
denilir. Allah Teâlâ kullarının dua etmesini talep etmiş, kullar ise O’ndan
taleplerine karşılık vermesini istemiştir. Demek ki her ikisi de talep eden ve
edilendir! Delil (zaman içinde var olan) hadislerin Allah Teâlâ’ta
bulunamayacağını gösterir. Öyleyse
hiçbir talep kendi başına bağımsız
değildir, çünkü hadisten meydana gelen talep de onun gibi hadistir. Hâlbuki
böyle bir talebin Allah Teâlâ’ta bulunması imkânsızdır. O halde zaman içinde
meydana gelen talebin kendisinde bulunmasını talep eden biri olmalıdır. Talep ‘Onu
irade ettiğimizde...’384 ayetinde belirtilir, çünkü talep bir
iradedir; seni kendisi için veya senin için talep etmesi durumu değiştirmez.
Her durumda, var olan bir şeyin talebi söz konusu değildir ve bir şey talep
edilirse, talep edildiği yönden bulunmaması gerekir. Bu itibarla varlık, iki
asıldan meydana gelir: Birincisi iktidar -ki Hakkın cihetine bakan kısımdır-,
İkincisi ise mümkünün tarafına bakan kabuldür. İki asıldan birisinin yalnız
başına varlık (kazanmada) veya yaratmada müstakil olması mümkün değildir.
Varlığı kabul eden (mümkün), onu kendinden -ki kabul demektirve ona kudreti
işleyen Haktan kabul etmiştir. Bununla birlikte mümkün kendisinin kendisini var
ettiği söyleyemez, aksine Allah Teâlâ’nın onu var ettiğini söyler. Gerçek
söylediğimiz gibidir. Mümkün insaflı olup yaratıcılık vasfını izafe ederken
rabbini kendine tercih etmiş, Allah Teâlâ da bir karşılık olarak onu ilahi
surette izhar etmiştir. Bu nedenle âlemden daha mükemmeli yoktur, çünkü Hakk’tan
mükemmel bir şey yoktur. Varlık ise ancak hâdisin zuhuruyla kemale ermiştir.
Varlıkta iki taraf birbirine bağlıdır
ve bağımsızlık yoktur dedik. Allah Teâlâ bu hususa ‘Namazı kendim ile kulum
arasında ikiye böldüm, yarısı bana yarısı kuluma aittir’ ifadesiyle dikkat
çekmiştir. Kulun halife kılınması ve halife olarak görevlendirildiği işte Hakkı
vekil edinmesinde de aynı taksim vardır. Böylece varlık müstakil olmuş, hâdis
varlıkla kemale ermiştir. Allah Teâlâ kendisinin yanında başkasının zikredilmesine
karşı kıskanç (gayûr) olduğu için, yaratılmışların suretlerinde tecelli etmiş,
onlar da Hakkı O’nun bildirmesiyle âlemin suretlerinde Hakkı tanımışlardır. Bu
itibârla Allah Teâlâ yaratılmışların suretlerinde tecelli ederek âlemlerden
müstağni olduğunu göstermiştir. Allah Teâlâ mümküne şöyle der: Sizin zuhur
etmeniz ve etmemeniz birdir. Bu söz üzerine mümkün bilfiil zelil olur ve Allah
Teâlâ’nın kendisi için yaratmış olduğu sebep kendiliğinden ortaya çıkar.
Böylece mümkünün kabulü ile Hakkın kudretinden meydana gelen dıştaki suretleri
görmekle yaratılışı kabul istidadından kaynaklanan izzeti silinir. Hakk söz
konusu suretlerle zuhur etmiştir ve mümkünlerin kabul etmesine muhtaç
değildir. Gerçekleşen gerçekleşmiştir ve ‘Allah
Teâlâ âlemlere müstağni değildir’385
ayetinin hükmü ortaya çıkmıştır.
Bu konuyu yazarken Allah Teâlâ’nın
dilediği ilimleri kendisinde gördüğüm ilahi bir tecelli gerçekleşti. (Benim
ördüğüme benzer şekilde) Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de hendekte
karşılarına çıkan bir taşa balyozla vurmuş, bir şimşek çıkmış, bu şimşek ile
birlikte Allah Teâlâ’nın ümmetine müyesser kılacağı fetihleri, Basra
saraylarını da daneler gibi görmüştü. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
üç kez vurduğu taştan şimşekler çıkmış, bu şimşeklerden her biri kendisine
belirli bir yönü göstermişti. Bu bölümü yazarken -Allah Teâlâ’ya hamd
olsunnebevi bir miras olarak, bu tecelliyle birlikte ve tecellide şunu gördüm: Hakk
mümkünlerin suretleriyle zuhur edip müstağnilik özelliğiyle nitelenmiş olsa
bile, bu durum hadisin O’nun sebebiyle var oluşunda Hakkı bağımsız kılmaz. Var
olabilmek için hadisin de Hakkın tecellisini kabul etmesi gerekir! Bu
tecellinin (barika: şimşek) bana verdiği bu bilgilerden daha önce söz etmiştik.
Allah Teâlâ insanları kendine ibadet etmek amacıyla yarattığında, onlara kendi
sıfatım giydirmiş -ki sıfat onlardan talepte bulünmasını sağlayan şeydirve
onlar da bu sıfata göre Allah Teâlâ’ya ibadet etmişlerdir. Çünkü insanların Allah
Teâlâ’ya bağımsız bir şekilde kendi nefislerine göre ibadet etmeleri mümkün
değildir. Bu nedenle Allah Teâlâ onlara şöyle demelerini farz kılmıştır: ‘Ancak
sana ibadet eder ve ancak senden yardım
dileriz.’386 Bunun nedeni ibadette bağımsız ve müstakil olmamaktır.
Bu nitelik onlarda Allah Teâlâ’ya ibadet etmek üzere yardım dileme duygusunu
meydana getirmiştir. Nitekim yaratılırken (ol emrini) kabul etmeleri de ilahi
iktidara yardımdı. Bu irtibat olmasaydı ibadet veya yaratma gerçekleşemezdi. O
halde yaratma bir ibadettir ve o Allah Teâlâ’ya aittir. Bunun yanı sıra ibadet
yaratma demektir ve yaratılmıştan talep edilen şeydir. Onlar kullar iken Allah
Teâlâ mabuttur (ibadet edilen). Allah Teâlâ aynı zamanda Yaratan, onlar
yaratılanlardır. Ayette geçen sebeplilik Lam’ı (li-ya’budûn, ibadet etmeleri için) her
iki taraf için zorunluluk bildirir. Onun şeriattaki ismi hikmet ve sebeptir.
Çünkü Allah Teâlâ Hakim, yani hikmet sahibidir. Bu nedenle her şeyde O’na ait
açık bir hikmet vardır. Bu hikmeti keşif ve vecd ehli her şeyde bilirken
kuralcı alimler özellikle şeriat yönünden öğrenilmiş yükümlülüklerde onu
bilirler. Bu yönüyle yükümlülüklerin hikmeti ancak şeriat tarafından öğretilir.
Misal olarak ‘Sizin için kısasta hayat vardır’387 ayetini verebiliriz. Teklifte Hakk
cihetinden bulunan illeti söylemeye gelirsek, bu illet belirsizdir. Fakat Allah
Teâlâ indirdiği vahiyde zikrettiği gerekçelerden (talîl) istinbat ederek
(illeti tespit) yolunu onlara gösterir. Bu yönüyle illetin bir kısmı açık, bir
kısmı gizlidir. Aynı zamanda Allah Teâlâ’nın eşyada batın ve gizli bir hikmeti
vardır ki onu Allah Teâlâ’dan ve O’nun bildirdiklerinden başkası bilemez. Bu
nedenle ayette ‘cinler ve insanlar’ demiştir. Bu itibarla cin gizli olan ve
sadece O’ndan öğrenilen kısma işaret ederken insanlar (ins) ise görünen demektir.
Binaenaleyh her nerede zuhur ederse orada kendiliğinden bilinir. ‘İbadet
etsinler diye...’ ‘İbadet etsinler’ ifadesi, yaratılışın sebebidir. Öyleyse
ayette geçen Lam harfi, dine göre hikmet ve akla göre sebeptir. İbadet
yaratılmış için zatî bir durumdur ve bu hususta teklife muhtaç değildir.
Maddenin surete muhtaç olması gibi Yaratan yaratılmışın ibadet ettiği her
suretin aynı olmalıdır. Böyle olmasaydı, yaratılmışın ibadeti zatî bir durum
olamazdı. Çünkü (ayetin yorumunda) örfe göre Allah Teâlâ’yı denilenle
sınırlamış olsaydık, yaratılmış O’ndan başkasma ibadet edebilirdi. Çünkü
âlemdeki şeylerin çoğunun sebeplere muhtaç olduğunu görürüz. Böyleyken nasıl
olur da ‘Rabbin başkasına ibadet edilmemesine
hükmetti'398 ve ‘Ey
insanlar! Allah Teâlâ’nın nimetini zikrediniz’389 denilebilirdi. Hâlbuki Allah Teâlâ
herhangi bir yaratılmışın kendisinden başkasına muhtaç olduğunu zikretmediği
gibi O’ndan başkasına ibadet edileceği şeklinde bir hüküm de beyan etmemiştir.
Binaenaleyh Allah Teâlâ’nın her şeyin, başka bir ifadeyle, kendisine muhtaç
olunan ve ibadet edilen her şeyin aynı olmalıdır. Aynı zamanda O bütün ibadet
edenlerin de aynıdır. Bu durum ‘Ben onun duyması (ve diğer güçleri) olurum’
hadis-i kutsisinde belirtilir. Allah Teâlâ kulunu yükümlü tutup kendini
bildirdiğinde böyle demiştir. Kul Allah Teâlâ’nın kelamını ancak O’nun
kulağiyla duyabilir. Aynı şey insanın kendileriyle Allah Teâlâ’ya ibadet ettiği
bütün güçleri için geçerlidir. Dolayısıyla ibadet edende ve edilende ancak Allah
Teâlâ’nın hüviyeti ortaya çıkabilir. O’nun hikmeti, sebebi ve illeti kendinden
başka bir şey olmadığı gibi malulü (nedenlisi) ve sonucu da kendisidir. Çünkü
ancak O’na ibadet edilmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Rabbini
övdüğü bir hutbesinde şöyle der: ‘Biz O’nunlayız ve O’na aidiz.’ Hitap etmiş ve
duymuştur. Bu durum -emrin kendisi olduğu içinkaçınılmazdır. Bununla birlikte
insanlar arasındaki derecelenme, bir kısmının müşahede ettiğinden bir kısmının
mahrum kalması şeklinde ortaya çıkar. Bilgili insan başkasından o kişinin
kendisi hakkında bilmediği üzerinde bulunduğu durumu bilir ve bu bilgiyle
derecelenme ortaya çıkar. Bu açıklığa rağmen, ilahi isimlerdeki derecelenmenin
deliliyle, yaratılmış Hakkın onun hüviyeti olmasının dışına çıkmaz. İlahi
isimler sıfatlardır ve onlar Allah Teâlâ’dan başka bir şey değillerdir.
Yaratılmış O’nunla bilindiği gibi Hakk da sıfadarla bilinebilir.
Allah Teâlâ’nın âlemden müstağni
olmasına gelirsek, bu, Allah Teâlâ’nın âlemin aynı olmadığını zannedip delil
ile medlulü ayıran için geçerlidir. Böyle bir insan nazarî güce hakkını
vermemiştir. Bir şeye delil o şeyin kendisi olduğunda, delil kendisine zıt
değildir. Hakkında söylenen ibareler değişse bile, O tektir. Binaenaleyh O,
bilen, bilinen ve bilgidir. O, delil, delili kullanan ve medlûldür. Bilgiyle
bilgiyi bilir ve bu durumda bilgi bilginin malumu haline gelir. Öyleyse bilgi,
bilgi ve bilinendir. Bilgi, bilen için zati bir durumdur. Bu durum kelamcının
söylemiş olduğu cümlenin sadece ‘O'ndan başka değildir’ ifadesinin aynıdır.
Kelamcının bunun ardından söylemiş olduğu ‘O'nun kendisi değildir (ne de
O’dur)’ ifadesi ise birinci ifadenin hüviyete zait ve makul bir anlam olduğu
dikkate alınarak söylenmiştir. Bu durumda kendisiyle nitelemiş olduğu bir
bilgi olmaksızın Hakk kendisi olarak kalır. Bu nedenle kelamcı şöyle demiştir:
‘O'ndan başkası değildir.’ Bu iki çelişik ifade nedeniyle kelamcı hayrete
düşmüş, kendi anlayışını ifade etmek üzere şöyle demiştir: ‘Hakkın sıfatı ne
O’dur ne O’ndan başkadır!’ Biz böyle bir söz söylediğimizde, onu kelamcıların
söylediği anlamda söylemeyiz. Çünkü kelamcının fazlalığı (zaid) aklına
getirmesi kaçınılmaz iken biz fazlalığın bulunduğuna kani değiliz. Binaenaleyh
kelamcı bu ifadesiyle ‘Allah Teâlâ fakirdir’ diyenlerden sadece daha güzel bir
ifade kullanmış olmakla farklılaşmıştır. Cahillerden olmaktan Allah Teâlâ’ya
sığınırız.
Bu da bu düsturun neticelerindendir. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar