YİRMİ ÜÇÜNCÜ SİFİR 2. Bölüm
ÜÇ YÜZ KIRK ALTINCI BÖLÜM
Ariflerden Birisinin Hakkında Doğru Söylediği Sırrın Menzilinin Bilinmesi. Arif, Nurunun O
Menzilin Yanlarından Nasıl Çıktığını Muhammedi Mertebelerden Görmüştür
Şaşırdım! masuma uy derildi ya Bidat
çıkartma, indirdiğiyle ver hükmünü
Nasıl emir bu? Vahiy dururken arzuyla hüküm
verir mi masum?
İşin gerçeği, vahye göre hüküm verir hep
Yaratılmış âlemde her arzu sakıt Vaktin
arifinin gözleri görünçe
Fakat işaret edilir ona, yüceliği idrak
edilmez Vaktin halinin şahidi bunu göstermemiş
Kastettiğim ve açıkladığını anlam bilinmez
Onu bağışlayan ve çok tövbe eden bilir '
Dikkat edin! her varlık bir harf ve gerçek bir söz - '
Siz harften manasına bağlanırsınız
Bilmelisin ki, bu menzil, tevhit ve
nurlar menzillerindendir. Allah Teâlâ beni ona iki kez soktu. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem bir duasında ‘Beni nur yap’ dediği gibi ben de bu
menzilden nura döndüm. Cisim ve ceseder arasındaki farkı bu menzilden öğrendim.
Cisimler insanların geneli tarafından bilinen kesif, latif, şeffaf ve bunların
arasından görülen ve görülmeyen şeylerdir. Cesetler ise yakaza halinde
ruhların cisim suretlerinde misallenmiş olarak gözüktükleri şeyler ile duyu
verisine göre uyuyanın cisimlere benzer olarak gördükleridir. Öyleyse ceseder,
gerçekte, cisim değillerdir.
Bilmelisin ki, âlemde insan-ı kâmilin
yeri, nefs-i natıka’nın (düşünen nefs) insandaki yeriyle birdir. Sözünü
ettiğimiz kâmil, ondan daha kâmil kimsenin olmadığı Hz. Muhammed sallallâhü
aleyhi ve sellem’dir. Alemin varlık sebebi olan bu kemal derecesinden aşağıdaki
insanların o kâmilin mertebesinin karşısındaki durumları, ruhani güçlerin
insandaki yeridir. Kast edilenler diğer peygamberlerdir. Allah Teâlâ’nın
selamı onların üzerine olsun! Kemal bakımından bu insanlardan aşağıdakilerin
derecesi ise insandaki duyusal güçler gibidir. Bunlar varisleridir. Allah Teâlâ
kendilerinden razı olsun! Şeklen insan suretindeki kimseler, hayvanlar
arasındadır. Onlar ise, insanda gelişme ve hissetme özelliğine sahip hayvani
ruh konumundadır.
Bilmelisin ki, günümüzde âlem, Hz.
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in ruh-beden, suret-mana olarak kendisiyle
zuhur ettiği kuşatıcılık ve toplayıcılıktan (cemiyet) yoksun olduğu için, ölü
değilse de uykudadır. Onun ruhunun -ki Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve
sellem’dirâlem karşısındaki yeri, uykuda insan ruhunun kendisinde bulunduğu
mahal gibidir. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in ruhu diriliş vaktine
kadar orada bulunur. Diriliş günündeki durum, dünyada uyuyanın uyanmasına
benzer. Alem için Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in nefs-i natıka
(düşünen nefs) konumunda olduğunu söyledik, çünkü keşif bu bilgiyi vermiştir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem, insanların efendisi olduğunu söylemiştir. Âlem de
insanın bir yönüdür, çünkü âlem cisim bakımından büyük insan, düzenleme ve
itidalde -Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in yaratılışı kendisinden
ortaya çıksın diyedaha önce varolandır. Benzer şekilde, Allah Teâlâ insan
bedenini düzenlemiş, ruhundan önce ona itidal vermiş, sonra bedene ruhundan
üflemiş, bu sayede tam bir insan haline gelmiştir. Bunu ona yaratılışı
Vermiştir ki, onun natık nefsidir. Alem Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin
yaratılışından önce anne karnındaki bir cenin gibi düzenlenmiş ve itidale
kavuşmuş bir haldeydi. Onun hareketi, kendisinden meydana gelen hayvani ruh
vasıtasıyla gerçekleşir ve bu sayede hayat bulur. Söylediğimi iyi düşün!
Kıyamet olunca âlem, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin mükemmel yaratılışının zuhuruyla tam olarak
canlanır ve güçleri yerine gelir. Âlemin insanlık mertebelerinde ateş ehlinin
durumu -ki onlar orayı Hakk edenlerdirinsanda büyüyen kısımların yerini alır.
Bu nedenle onlar ölüm veya dirilikle nitelenmezler. Hz. Peygariıber’den gelen
bir rivayette, onların ateşte ölmeyecekleri ya da diri kalmayacakları
zikredilir. Ayette ‘Onlar ölmez ve diri
kalmaz’114 buyrulur.
Âlemde melekler insan hayalinde ortaya çıkan suretler gibidir. Aynı durum
cinlerde geçerlidir. İnsanın bedeni nefs-i natık sayesinde insan olduğu gibi
âlem de nefs-i natıkalından ibaret olan kâmil insanın varlığıyla büyük insan
olabilir. İnsanın nefsi, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
ifadelerinde geçtiği üzere, ilahi suret sayesinde kemale erer. Aynı şekilde, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’den ibaret olan âlemin ruhu da, bekada, suretten
surete girmede ve âlemin onunla baki olması yönünden ilahi suretin
tamamlanmasıyla kemal derecesini elde edebilmiştir. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’in zuhurundan önce âlemin durumu açıklanmıştı: O, düzenlenmiş
bir beden gibiydi. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ölümünden sonra
ise uyuyana benzer. Kıyamet günü âlemin dirilişteki durumu, uykudan uyanma ve
kendine gelmeye benzer.
Bilmelisin ki, insan ilahi suretin
bir misalidir ve hiçbir durumda kendisinden ayrılmayan şahsın gölgesi gibidir.
Bununla birlikte gölge bazen duyuya gözükürken bazen gizlenir. Gizlendiğinde
onda akledilir olarak bulunurken, zuhur ederken gözle görülür. Bu misale göre,
adeta güneşte gizlendiğinde artık gözükmeyen bir gölge gibi, insan-ı kâmil
Hakta akledilir olarak bulunur. Bu nedenle insan, ezeli ve ebedidir ve yine
aynı nedenle göz sahibi olmakla nitelenmesi itibarıyla Hakk tarafından
görülür. Gölgesi uzadığında ise suretiyle gözükür: ‘Rabbine
bakmaz mısın? Gölgeyi nasıl uzatır’115, dileseydi
onu sakin yapardı. Yani gölge sahibinde sabit kalırdı. Bu durumda gölgeyi
uzatmaz, duyuda varlığı ortaya çıkmaz, bu esnada sadece Allah Teâlâ için var
olurdu (sübût).
Böyle bir durumda insan, her zaman Allah
Teâlâ’yla olmuş ve öyle olacaktır. Öyleyse insan, Allah Teâlâ’nın bekasına
bağlı olarak bakidir. İnsan-ı kâmilin dışındakiler ise Allah Teâlâ’nın baki
kılmasıyla bakidir.
Allah Teâlâ âlemin cismini -ki tüm
cisim demektiraklî varlık sahibi heba cevherinde ilahi ruhun feyezanından önce
tesviye etmişti. Bu ruh, belirli değil, sürekli olarak yayılmıştır, çünkü orada
onu belirleyecek kimse yoktu. Böylelikle âlemin cismi onunla hayat bulur.
Alemin cismi tikel cisimleri içerdiği gibi ruhu da tikel ruhları içerir: ‘O
sizi tek nefisten yarattı.’116 Buradan şöyle bir görüş ileri
sürülür: ‘Ruh insan türünün şahıslarında tektir. Zeyd’in ruhu Amr ve bu
türdeki diğer şahısların ruhuyla birdir.’ Bu görüş sahibi, işin gerçeğini tam
incelememiştir. Çünkü Adem’in cismi, kendisinden çıktığımız ve doğduğumuz asıl
o iken, zürriyetinden olan her bir şahsın cisminden farklıdır. Aynı şekilde
bütün âlemin cismini yöneten ruh da öyledir.
Yeryüzünü boşluksuz ve içerdiği
tümsekler görülmeyecek şekilde dümdüz var sayıp güneşin ona vurduğunu düşün! Böyleyken
ışık parçalara ayrılmaz, ışık veya yer hakkında bölünme veya parçalanma hükmü
verilmez. Şehirler ve mekânlar gözüküp orada var olan şahısların gölgeleri
belli olunca, güneşin ışığı bölünür ve birbirinden ayrışır. Bunun nedeni,
yeryüzünde bu suretlerden kaynaklanan arızî durumdur. Bu bölünmeyi dikkate
aldığındaysa, o yere özgü ışığın başka bir yere özgü ışık olmadığını anlarsın.
Aydınlığın kaynağı -ki aydınlık kendisinden çıkması itibarıyla onun aynıdırolan
güneşi dikkate aldığında şöyle dersin: Bütün ruhlar tek bir ruhtur; sadece
mekân ve yer nedeniyle farklılaşmışlardır. Güneş ışıklar gibi tek bir ışıktır.
Şu var ki kabiliyetlerde, mizaçlarının ve şekillerinin suretlerinin değişikliği
nedeniyle, farklılık bulunur.
Bu menzil 591 yılında bana verilip
makamım olduğunda, (tümel ve tikel ilişkisini açıklamak üzere) nehirdeki su
misali verildi. Onda herhangi bir suret belli değildi, aksine nehir suyun
kendisiydi. Nehirdeki su kaplara konulduğundaysa, tencerenin suyu bardağın
suyundan, onunki kadehin suyundan ayrışmış, içinde bulunduğu kabın şekli ve
rengi suda gözükmüş, kaplar bölerek ve şekillendirerek suda hüküm sahibi
olmuştu. Hâlbuki bilirsin ki girdiği kabın şeklini almazdan önceki su
nehirdeki suyun aynıdır. Bununla birlikte iki suret arasındaki fark şöyle bir
misalle açıklanabilir: Kaplar ve yerler ortadan kalkınca, sular ve ışıklar aslî
kaynağa ve nehre döner. Gerçekte de geride bir kap olmasa veya bir menzil
kalmasa da durum böyledir. Çünkü Allah Teâlâ ışıkların kabul ettikleri
farklılaşmaya göre baki olmalarını murad edince, onlar adına berzahi bedenler
yaratmıştır. Ruhlar uykuda ve ölümle dünyadaki bedenlerinden ayrıldıklarında
söz konusu bedenlerde birbirinden ayrışmış bir halde kalır. Ahirette ise
dünyadaki gibi onlar için doğal bedenler yaratılır. Fakat mizaç farklıdır. Allah
Teâlâ onları berzahtaki bedenlerinden ahiret yaratılışının cisimlerine taşır.
Orada da cisimlerinin suretlerinin farklılığı nedeniyle birbirinden
farklılaşırlar ve ebediyete kadar böyle kalırlar. Binaenaleyh ruhlar hiçbir
zaman hakikatteki birlikten ibaret olan ilk hallerine dönmezler. Her şeyi
sapasağlam yapan Allah Teâlâ’nın yaratmasının ne kadar sırlı olduğuna bakınız!
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in ölümünden itibaren bütün âlem, günümüzde, uykudadır ve diriltilene
kadar kendisini Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in suretinin bulunduğu
yerde görür. Alemin uykuda bulunduğu gecenin son üçte birlik bölümündeyiz.
Hakkın gecenin son üçte birlik bölümündeki tecellisi, faydalan, bilgileri ve
marifetleri en yetkin ve kâmil tarzda verir, çünkü bütün bunlar, en yakın
tecelliden gerçekleşir. Çünkü söz konusu tecelli yakın semaya gerçekleşmişti.
Muhammed ümmetinin sonundakilerinin bilgisi, peygamberin ölümünden sonraki orta
ve Peygamber devrini yaşayan ilk neslin bilgisinden çoktur. Çünkü Allah Teâlâ peygamberini
gönderdiğinde, şirk mevcut ve inançsızlık hakimdi. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem birinci nesli -ki onlar sahabe nesliydiözellikle imana davet
etmiş, onlara bildiği gizli sırları açıklamamış, kendisine inen Kuran’ı birinci
neslin genelinin anlayışına göre aktarmıştı. Bu nedenle tasvir ve teşbih
etmiş, yaratıkların nitelikleriyle Allah Teâlâ’yı nitelemiş, Yaratanın niteliği
hakkında söylediklerini düzenlenmiş, duyulur bir suretle ifade etmiş, ardından
yaratılışın kemali ortaya çıksın diye bu hatabi surete bir ruh üflemiştir. Bu
ruh ‘O’nun benzeri bir şey yoktur’117 ile ‘Rabbin
onların nitelemelerinden münezzehtir’118 ifadeleriydi. Kuran’daki her tespih
ayeti, bu hitabın yapısının ruhudur. Anla! Çünkü bu garip bir sırdır.
Birinci neslin seçkinlerine -geneline
değilbu husus görünmüş, hatta seçkinlerin bir kısmına, tenzih hitabının
ardından büyük sırlar
görünmüştü.
Bununla birlikte onlar, bu konuda ümmetin sonradan gelenlerinin ulaştığı sırlara
ulaşmamıştı. Çünkü onlar bu bilgileri Kuran’ın harflerinin ve nebevi haberlerin
maddelerinden almışlardı. Bu bakımdan söz konusu insanlar, sırları bilmede,
uykularından önce gecenin başında sohbet eden ‘müsamere’ ehline benzer. İçinde
bulunduğumuz zaman demek olan ve fecrin, yani kıyamet, dirilme ve toplanma
fecrinin doğumuna kadar olan gecenin üçte birinin vakti gelince, Hakk biçim
zamanımız demek olan son üçte birinde tecelli eder. Bu tecellisiyle
rivayetlerin harflerinin vermediği bilgi, sır ve ilimleri kalplere ihsan eder.
Çünkü tecelli onları maddeler olmadan, mücerret anlamlar olarak verir. ~
Bu nedenle bu nesil, bilgide daha
kâmildir . İlk nesil ise amelde daha kâmildi. İmana gelirsek, iman bu nesiller
arasında eşittir. Çünkü insan yapısı haset özelliğinde yaratılmış, kendisine
hemcinsi olan bir peygamber gönderilmiştir. Bu nesilden peygambere ancak
içindeki hasedi, üstünlük sevgisini yenip itaate direnme özelliğini. kendinden
uzaklaştırabilenler iman edebilmiştir. Hüküm sahibi hemcinsleriyse, insanlar
ona tepki gösterir ve şöyle der: ‘Bu adamın benim üzerimde dilediği şekilde
hüküm vermesini gerektirecek hangi erdemi vardır?’ Bu nedenle (bu huylarını
yenerek iman ettikleri için) sahabe, hemcinsinin peygamber olarak önüne
geçtiğini görme imkânına sahip olmayanlara göre daha güçlü iman sahibidir.
Onların kendilerini inançsızlığa sevk edecek hasedin etkisinden kurtulmak
üzere gayretleri, ilimlerin inceliklerini ve Hakkın kullarındaki sırlarını
idraklerini engellemiş, bu nesil peygamberin bedenini ve getirdiğini görmeden
kendisine iman etme derecesini elde edememiştir. Çünkü onlar peygamberi görüyor
ve getirdiğini müşahede ediyorlardı. '
Bizim devrimize gelince, biz,
sayfalara yazılmış bir takım evrak ve aktarılmış haberler gördük, Allah Teâlâ hidayet
nasip ettiğinde kendimizden uzaklaştırmaya güç yetiremeyeceğimiz bir şekilde
kendiliğinden onlara iman ettik. Anladık ki onu reddedememek, iman nurunun
'gücünden kaynaklanmaktadır. İman için bir tereddüt yaşamadık veya Kuran’da
yazılmış veya bize aktarılmış rivayetlerin doğruluğuna delil ve mucize
istemedik, Allah Teâlâ’nın inayetiyle bize verdiği iman kuvvetini kesin bir
şekilde öğrendik. Bu haldeyken biz, sahabenin bir derecesinin
ve tecrübesinin bulunmadığı ‘gaybe
iman edenleriz.’ Bizim de peygamberi görürken kıskançlık otoritesinin hükmüne
baskın gelen imanda nasibimiz ve tecrübemiz yoktur. Böylelikle biz imân
kuvvetiyle onların (hasedi yenmeden ibaret olan) güçlerine karşılık verdik ve
imanda eşidendik. Üstünlüğümüz ise bilgidedir. Çünkü biz bilgimizi o mübarek
gecenin son üçte birinde gerçekleşen tecelliden aldık; gecenin ilk üçte ikilik
kısmının bu bölüme bir etkisi yoktur.
Allah Teâlâ’nın bu tikel gecelerin
son üçte birinde bir tecellisi vardır. Bunu ‘Rabbimiz her gece gecenin son
üçte birinde yakın semaya iner’ hadisinden öğrenmekteyiz. Allah Teâlâ inince
şöyle buyurur: ‘Tövbekar var mıdır? Bağışlanmak isteyen var mıdır? Bir şey
isteyen var mıdır?’ Ta ki şafak söker. Hakkın bu tenezzülünde ve verilerinde
önceki nesillerle ortağız. Fakat bu tecelli kesilir. İçinde bulunduğumuz
gecenin son üçte birlik bölümündeki tecellisinde ise -bu vakit Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in ölümünden kıyamete kadar olan
sürediröncekilerden kimse bize ortak değildir. Onun fecri doğduğunda -ki kıyamet
fecridirtecelli bitmez, aksine bizim için tecellisi süreklidir ve gözlerimizin
önünde olmayı sürdürür. Biz de dünyada ve ahirette genel ya da özel olarak
O’nun tecellisinin önündeyiz, kesilme ve perdelenme olmaz. Zamansal olarak,
fecrin doğumu geceleri perdeler. Öyleyse biz de o gecelerde onların elde
ettiklerini elde ettik. Fazladan ise bu mübarek gecenin üçte birindeki
tecellide meydana gelen bilgileri elde ettik. Ehli olmayanların bu tecelliden
nasipleri yoktur. Bunun nedeni Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’i
görmemiş olmakla kaybettiklerine karşı onların kalplerini onarmaktır ve bu
onlar adına daha hayırlıdır. Çünkü onlar peygamberi görselerdi hallerinin nasıl
olacağını bilmiyorlardı. Acaba haset kendilerine hakim olacak mıydı, yoksa onu
yenecekler miydi?: ‘Allah Teâlâ müminlere savaşta
yeterlidir. Allah Teâlâ Güçlü ve İzzetlidir.'119
Dostum! Ruhu ve natık nefsi Hz.
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem olan bu insan suretindeki yerini öğren!
Acaba onun bir gücü müsün, yoksa gücün mahalli misin? Onun kulağı, gözü
dokunma veya tatma duyusu musun? Yemin olsun ki ben, bu suretin lıangi gücü
olduğumu öğrendim, Allah Teâlâ’ya hamd olsun! Dostum! Zannetme ki bu suretteki
yerimizin insandaki, hatta hayvandaki duyusal güçler gibi olması, ruhani güçler
mertebesine kıyasla adımıza bir eksikliktir! Böyle zannetme. Bu güçler,
güçlerin en yetkinleridir, çünkü onların dayandığı isim el-Vehhab’dır. Çünkü onlar,
ruhani güçlere kendisinde tasarruf edecekleri ve bilgisel hayadarının kendisine
bağlı olduğu şeyi verirler. Bu bilgisel hayatın kendisine bağlı olduğu
unsurlara misal olarak hayal, fikir, ezberleme, tasavvur, vehim ve akıl gibi
güçleri verebiliriz. Bütün bunlar, duyusal güçlerin maddelerinden elde edilir
ve bu nedenle Allah Teâlâ sevdiği kulu hakkında şöyle demiştir: ‘Ben onun
kendisiyle duyduğu kulağı, kendisiyle gördüğü gözü olurum.’ Burada Allah Teâlâ
duyulur sureti zikretmiş, ruhani güçlerden herhangi birisini ise zikretmemiş,
kendisini onun yerine yerleştirmemiştir. Çünkü ruhani güçler, duyulara muhtaçtır.
Hakk ise başkasma muhtaç olan bir şeyin mertebesine inmez. Duyular ise
başkasına değil Allah Teâlâ’ya muhtaçtır. Allah Teâlâ, kendisine muhtaç olup
kimseyi ortak koşmayanın mertebesine tenezzül etmiş, ona müstağnilik vermiştir.
Binaenaleyh duyusal güçler, kendilerinden (algı) alman fakat kendilerinin
-diğer güçlerden değilsadece Allah Teâlâ’dan aldığı güçlerdir. Duyunun
kadrini, değerini ve onun Hakkın kendisi olduğunu bilmelisin!
Bu nedenle ahiret yaratılışı ancak
duyunun ve duyulurun varlığıyla kemale erer, çünkü ahiret, ancak Hakk
vasıtasıyla kemale erer. O halde duyusal güçler, gerçekte, bu yaratılış
üzerinde ve bedende Hakkın halifeleridir. Allah Teâlâ nasıl da kendisini
duyan, gören, diri, bilen, güç yetiren ve irade eden diye isimlendirmiştir?
Bütün bunlar, duyulurda etkisi bulunan ve ona ait niteliklerdir. İnsan kendi
nefsine baktığında, bu güçlerin onda bulunduğunu görür. Allah Teâlâ kendisini
akleden, tefekkür eden, tahayyül eden gibi ruhani güçlerle nitelemezken duyunun
ortak olduğu güçlerle niteler. Duyunun kendisine ortak olduğu güç hafıza ve
musavvire (tasvir eden) gücüdür. Çünkü duyunun tasvir etmede ve hafızada bir
etkisi vardır. Bu ortaklık olmasaydı, Hakk kendisini bu iki özellikle
nitelemezdi. Hakk, el-Hafız ve el-Musavvir’dir. Bu iki nitelik ise ruhani ve
duyusaldır.
Seni insan bedenindeki duyusal güçler
konumuna yerleştirmem nedeniyle kalbinin kırılmaması için dikkatini çektiğim
hususu iyi anla! Kalbin kırılır diye endişe etmemin nedeni, sana göre, duyunun
değersiz ve aklın şerefli olmasıdır. Ben ise bütün şerefin duyuda bulunup senin
işini ve değerini bilmediğine dikkatini çektim. Nefsini bilirsen, rabbini de
bilirsin. Rabbin seni bilmiş, âlemi de kendisine dair bilgisiyle bilmiştir.
Sen hakkın suretisin. Dolayısıyla bu bilme tarzında O’na ortak olman gerekir.
O’nu kendin hakkındaki bilginden bilmelisin. Bu, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem’in ‘Kendini bilen rabbini bilir’ hadisinden çıkan bir sırdır. Çünkü
işin özü, Hakkın âlemi kendisinden bilmesindedir. Bu durum ‘Onlara
ayetlerimizi ufuklarda ve nefislerde göstereceğiz’120 ayetine benzer. Burada iki yaratılış
zikretmiştir. Birincisi ‘ufuklarda’121 diye ifade edilen âlemin suretinin
yaratılışı, diğeri ‘nefislerinizde’122 diye ifade edilen ruhunun
yaratılışıdır. Zikredilen, iki yaratılış sahibi olan tek insandır. Ta ki onun Hakk
olduğu ortaya çıkar.’ Yani gören kimse, gördüğünde -başkasını değilHakkı
görsün.
Dostum! Allah Teâlâ peygamberinin
ümmetine karşı ne kadar lütufkâr olduğuna bak! Onlara ne güzel öğretmiş; kendilerini
ne güzel teşvik etmiştir. O ne güzel rehber ve öğretmendir! Allah Teâlâ bizi
onun izlerinde yürüyenlerden etsin ki, onun derecesine katılalım. Allah Teâlâ
bu duayı izzetiyle kabul buyursun! ince zekâ sahibiysen, gerçeği bulunduğu
durumuyla ima ettik, hatta açıkladık, işaret etiğimiz hususu bilmeyenin bize
nispet ettiği körlüğe de tahammül ettik. Bizi böyle suçlayanlar dünya
hayatının zahirini bilen fakat ahiretten habersiz kalan kimselerdir. Ayette
böyle bir nas bulunmasaydı, Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki, dünya ve ahiret
hayatının zahiri hakkında da onların kör olduğunu söylerdik. Nitekim Allah Teâlâ
da onların duymadığı yönünde hüküm vermiştir, hâlbuki onlar duyuyordu. ‘Duymadıkları
halde, duyduk diyenlerden olmayın.’123 Allah Teâlâ, duyuyor olsalar bile,
onların duymadıklarını söylemiştir. Aynı şey duyularla algılanan duyulurlarla
ilgili olarak, dünya hayatının zahiri hakkındaki bilgi için geçerlidir. Allah Teâlâ
onların duyması ve gözleri değildir. Şimdi bu menzilin içerdiği ilimleri zikredelim:
Alemin susamasının bilgisi, bu
menzilden öğrenilir. Bu susamayla birlikte Allah Teâlâ’yı bilmede bir doyum
gerçekleşmez. Bu susamanın verdiği bilginin farkın bulunduğu cem’ mertebesine
dayanması, bu menzilden öğrenilir. Zikirle (hanrlama) gerçekleşen şey, bu
menzilden öğrenilir. Acaba hatırlama ve zikir unutulanı öğrenmek midir, yoksa
kendisi yok suretteki benzerliği nedeniyle onun misli midir? Çünkü bir şeyi
bilip, yaratılışının gereğiyle onu unutanlar olabilir ve bu durumda bilinen
hakkındaki bilginin sureti korunmamış demektir. Sonra da onu hatırlar. Acaba
onu hatırlarken gördüğü unuttuğunun kendisi veya benzeri midir? Çünkü birbirine
benzese bile zaman değişmiştir. Dünün bugün veya yarının -surette benzeri olsa
bilebugün olmadığını bilirsin. Öyleyse hatırlama bilgisi ne tür bir şeydir?
Hatırlanan unutulanın aynı ise, onu kim aklında tutmuştur ki sonra
hatırlanmıştır? Hafıza hâzinesi unutanda mıdır, yoksa bunu bilmiyor muyuz?
Yoksa unutulma zamanında korunduğu başka bir yeri mi vardır? Hatırlandığında
ise bu hazine kendisini bilenin aynası olur? Böylelikle Hakk unutulan şeyin korunduğu
hazine olur ve Hakk onu uiıutan hatırlayana kadar koruyandır. Gerçek böyle
değil ise, kişi unuttuğunu hatırlamaz. Aksine hatırlanan şey, ilk bilgiye
benzeyen yeni bir bilgidir. Yenilenme unutulanın hatırlanmasının verdiği
açıklıkta gerçekleşir. Bu mesele, kulun kendisiyle ya da âlemdeki bir işle
meşgul olduğu vakitlerde Rabbini unutmasının ve sonra da hatırlamasının
öğrenilmesine (katkı sağlayacak) garip bir meseledir. Bu unutulan, yenilenme
kabul etmez. Aksine onun kendisidir. Unuttuğun şeyin hatırlanması bu menzilden
öğrenilir.
‘Beda ilmi’ bu menzilden öğrenilir.
Bu nitelik Allah Teâlâ hakkında imkânsız mıdır, değil midir? İşlerde ve
şeriadarda neshi reddedenler buradan hareketle reddetmiştir. Pek çok kimse onu
inkâr etmişken bir kısmı -beda tarzında olmamak üzereonu kabul etmiştir. Biz
ise nesih bilgisinde bu iki yol arasında bir yol tutarız; ne bedayı kabul eder
ne neshi reddederiz. Biz onu Allah Teâlâ’nın bilgisinde hükmün vaktinin bitmesi
sayarız. Çünkü Allah Teâlâ katından ebedi olduğu bildirilen veya belli bir süreye
kadar devam edip sürenin tamamlanmasıyla kaldırılacağı zikredilen bir hüküm
gelmemiştir. Bu nedenle biz nesih hususunda bu ara yolu tuttuk. Menzilinin
dışında başka bir sürette ortaya çıkıp kendisini o suretin sahibinin benzeri
veya çifti sayanın ve karışıklığa yol açanın durumu bu menzilden öğrenilir. Bu
nitelikteki birisi hakkında Allah Teâlâ’nın hükmü nedir? Ona verilmesi gerekli
nitelik nedir? İşlerde takdim veya geride bırakmayı gerektiren durumlardaki,
hikmet, bu menzilden öğrenilir. Acaba bu hikmet kesin olarak mı, yoksa
ihtiyarî olarak mı bilinir? Değerlendirme yapanların konumu bu menzilden
öğrenilir. Gerçekte değerlendirmeleri doğruyken, niçin hatalara maruz
kalmışlardır? Çünkü yorumda hata yoktur; hata yorumu yapanların
kendilerindedir. Onlarm bu konudaki dereceleri farklı farklıdır. Bu önemli bir
bilgidir. Çünkü her yorum yapan yorumu yerli yerine koyamaz. Acaba yoruma konu olan
şeyi Hakk ortaya koyarken, onu özellikle yorum için mi koymuştur? Böyle bir
şeyin varlığı yorumun varlığına bağlıdır. Yorumlanma kalktığında, onun varlığı
da kalkar. Yoksa o kendiliğinde mi ortaya konulmuştur? Bu durumda ister yoruma
konu olsun ister olmasın ya da iki mekâna yerleşirken ahirette kalkacağı gibi
âlemde yorum ortadan kalkarsa o şey sabit olur. Acaba bilgisiz insan alimi
niçin reddeder? Bu ret hangi mertebieden veya nitelikten gerçekleşir? Bu
nitelik gerçekte var mıdır, yoksa gerçeği olmayan ve dışta varlığı bulunmayan
ve sadece inkâr edenin hayal mertebesinde bulunan zan mıdır? Çünkü alim insanın
cahilin kendisine karşı reddettiği şeyi reddetmesinin tarzı, cahilin
reddetmesiyle bir değildir. Bununla birlikte her ikisi reddetme fiilinde
ortaktır. Gerçekte âlemde inkâr edilen bir şey var mıdır, yok mudur? İnkâr
nedir ve hakikati nedir? Var olan bir şey midir, nispet midir?
Alemde ortaya çıkan nefsaniyet
duygusu bu menzilden öğrenilir. Niçin bu duygu hemcinslerde ortaya çıkar?
İlah’a benzemek bu kabilden midir? Böyleyse, yaratıklar ile Yaratan arasındaki
ortak cins nedir? Ortak cins, insan-ı kâmilin nail olduğu ve üzerinde
yaratıldığı suret midir? Yoksa insan sadece Hakkın suretini kendinde koruyan
bir insanla mı -ki O’nun gölgesidiryarışır ve nefsaniyet eder? Bu tikel insan
da ilahi suretin gölgesinden ibaret olan o insanın mertebesine ulaşmak ister;
yoksa Hakkın sureti ‘gölge’ dediğimiz bu insanın kendisi, Hakk ise suretin ruhu
mudur? Bu durumda Hakk bir suret ve ruh sahibi olur ki, ahirette böyle tecelli
edecek, bu tecelli nedeniyle (bir tecellisinde) inkâr edilirken (diğerinde)
kabul edilecektir. Allah Teâlâ o tecelliyi boş yere zikretmedi. Daha doğrusu
dünya hayatında Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme bize o tecelliyi boş
yere zikretmemiştir. Kalplerin Allah Teâlâ’dan bilgi edinme peşinde koşmalarını
sağlamak üzere ahiretteki tecelliyi zikretmiştir.
Rahmet
değil, rahmût hâzineleri bu menzilden öğrenilir. Nimet vermeye dayalı rahmet,
bu menzilden öğrenilir. İlahi gazabın âlemdeki hükmünün kalkmasının dayandığı
makama dayanan rahmet, bu menzilden öğrenilir. Âleme, yani yükümlülük âlemine
en uygun şeyin kendisinden yaratıldığı makama dayalı rahmet, bu menzilden
öğrenilir. Hakkın ‘en uygunu’ gözetmesinin zorunluluğunu ileri sürenler, bu
menzilden konuşur. '
Sebeplerin bilgisinde terakki bir
sona varır mı, varmaz mı, bu menzilden öğrenilir. Terakki kendisiyle ve
kendisinde yükselmen bir sebep midir? Fitneler ve manevi melahim, bu menzilden
öğrenilir. Bu konuda kim baskın gelir, kim yenilir. Fitnelerin sonu neye varır?
Alemin âleme benzemesi ve tabakaları arasındaki benzerlik, bu menzilden
öğrenilir. Bunlardan birisi övülen benzeşmedir. Misal olarak, bizdeki teklif
âleminin tespih âlemine benzemesini verebiliriz. Bu, âlemdeki her şeyin Allah
Teâlâ’nın övgüsünü tespihidir. Başka bir misal, insanın güzel ahlakta daha
öndekine benzemesidir. Benzemenin bir kısmı kınanan, bir kısmı övülen
benzemedir. Hakka benzemeye gelirsek, bu, Allah Teâlâ ehlinin çoğuna göre
talep edilen bir şey iken bize göre ‘Allah Teâlâ’ya benzemek’ doğru değildir.
Filozoflar arasında bu görüşü ileri sürenler, gerçeği olduğu hal üzere
bilmeyenlerdir. ‘Ona tekrar üflenir’124 ayetiyle ‘Onun
gecikmesi yoktur’125 ayeti
arasındaki fark bu menzilden öğrenilir. Burada birisini tekil, diğerini çift
getirdi. Teklik karşısında ikiliğin yeri nedir? Veya gerçek nedir bu hususta?
Gerçekleşmesinden önce, şimdiki anda son bu menzilden öğrenilir. Acaba
kendisini bilen hakkında bu bir son mudur, değil midir? Onu bilmek Allah
Teâlâ’nın hakkında ‘Onlar için dünya hayatında müjde
vardır’126 buyurduğu
müjdenin bir yönü müdür, değil midir? Onun bir tarzı, müjdenin başka bir tarzı
mı vardır? Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bir grubu cennetle
müjdelemişken onlar, ölüm anındaki insana gelen müjdenin aksine, müjdenin
ardından uzun süre yaşamışlardı.
Sonradan meydana gelen hâdis kuvvet
ile onun yaratılmışlarda bölünmesi, bu menzilden öğrenilir. Acaba onun
bütününü alan bir yaratık var mıdır, yoksa böyle bir şey tasavvur edilemez mi?
Onun ilahi güçten payı nedir? Acaba bölünmüş güçler ilahi gücün parçaları
mıdır? Çünkü ilahi kuvvetin mahalli, genel olarak mümkünlerken hâdis gücün
mahalli mümkünlerin bir kısmıdır. Mümkün âlemin cinslerini aklına getirip
kuvvetin bulunduklarını isimlendirdiğinde, ilahi kuvvet karşısında hâdis
kuvvetin miktarını tam olarak öğrenirsin.
Genel ve özel teshir arasındaki fark,
bu menzilden öğrenilir. Acaba Hakkın ‘her
gün bir işte olması’127 ile ‘Sizin
için fariğ olacağız’128 teshir
(amade kılma) ilminin bir parçası ve kapısı mıdır? Yoksa başka bir hakikatten
midir? Çünkü efendi hal suretiyle kulun muhtaç olduğu şeyi yerine getirir. Bu,
efendide kemal meydana getiren ince bir teshirdir, yoksa kulun efendiye boyun
eğdirme imkânı yoktur. Kulun konumu efendinin emri altında amade ve müsahhar
kalmaktır. Her iki durumda da efendinin emriyle ve kendinden nefsini amade
kılmakla amade olur, çünkü o bir kuldur. Bazen efendisinin benzeri ve kendi
benzeri olan kimselere farklı tarzlarda amade olabilir. Bunların bir kısmı efendisinin
emriyle başkasmm emrine amadeyken bir bölümüne mürüvvetle amadedir, bir
kısmına ise -kul olması itibarıyla amadelik ona eşlik ettiği içinadet üzere
amadedir. Bu özellik onun düsturu olur ve ona hükmeder. Bu durumda efendisinin
dışındaki kimseler için de -mürüvvet gereği veya efendinin emriyle değiladet
üzere boyun eğer.
Alemin bütünün insana bakışı bu
menzilden öğrenilir. Acaba ona halife olması yönüyle mi yoksa sahip oldukları
emanederi kendilerine ulaştırmak amacıyla mı bakarlar? Halife Haktan onlara
-ihtiyari olarak değilcebren gönderilen bir elçidir. Çünkü her şey esasta
Yaratanım tespih etmek amacıyla yaratılmıştır. Kula ilahi inayetin
gerçekleşmesini sağlayan şey, bu menzilden öğrenilir. Bu inayetin kula
kazandırdığı mertebe ve bilgi, bu menzilden öğrenilir. İcmal ve tafsil, bu
menzilden öğrenilir.
Bu menzilde ince bir bilgi vardır:
Adem suretini kardeşleri arasında görüp kendisini sevdiğinde ömründen altmış
seneyi Davud’a ver-
A
miş, o da bunu kabul etmiş, Adem daha
sonra verdiği bu süreyi inkâr etmiş, buna karşı Davud’un kalbi kırılmış, Allah Teâlâ
ise Adem’e vermediği bir şeyi zikrederek onun kalbini onarmıştır. Allah Teâlâ Âdem
hakkında ‘Yeryüzünde bir halife yaratacağım’129 demiş, onu adıyla zikretmemiş,
muhatap edatıyla onu şereflendirdiği şeyi bir araya getirmemiş, ona ‘sana
bütün isimleri öğrettim’ dememiştir. Davud’un halifeliği hakkında ise ‘Davud!
Seni yeryüzünde halife yaptık’130 buyurarak adını
vermiştir. Allah Teâlâ böyle bir makam ve inayetin Davud’da babası Âdem’e karşı
bir üstünlük oluşturduğunu bilmiştir. Çünkü o da her halükarda insandı ve bir
insandan meydana gelebilecek şeyler ondan meydana gelmiştir. Bunun değerini
ancak peygamber bilir ve bunun için şöyle derdi: ‘Ben de sizin gibi bir
insanım. Sizin gibi kızarım.’ Kastedilen kendisi ve başkası adına kızmaktır,
‘insanlar gibi memnun olurum.’ Yani hem kendisi hem başkası adına razı olur. Allah
Teâlâ’nın vahiyle peygambere öğrettiği ilahi edebin bir tezahürü buydu. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’e ‘Ben de sizin gibi bir insanım’131
demesi emredildi. Yani insanlığın bendeki hükmü sizdeki hükmüyle birdir.
Allah Teâlâ, adının zikredilmiş
olmasından babasına karşı üstünlük hissi duyan Davud’a edep öğretmek
istemiştir. Daha önce de babası Âdem, ömründen bir bölümü ona vermekle yaptığı
ihsanı inkâr etmişti. Çünkü, insana bir iyilik ulaştığında, onu paylaşmaz. Şu
var Ki Âdem mertebesini bildiği için inkâr ettiği şeyi inkâr etmiştir, çünkü Allah
Teâlâ onu ilahi isimleri bilmenin mahalli yapmıştır. Bu isimler, meleklerin bile
kendileriyle Allah Teâlâ’yı övmediği ve kendisinden sonra sadece Hz. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellem’e verilmiş isimlerdir. Hz. Muhammed sallallâhü
aleyhi ve sellem onları
• " ' < | A -
bilmeyi ‘cevamiü’l-kelim’ diye ifade
etmiştir. Allah Teâlâ Adem’e Davud’a verdiği bu ömür süresince o isimlerle Allah
Teâlâ’ya ancak kendi kemalince ibadet edebileceğini anlamıştı. Davud mertebe
bakımından hiç kuşkusuz Âdem’den daha aşağıydı. Çünkü melekler Âdem’e secde etmiş,
ilahi isimler öğretilmişti. Bu nedenle Âdemoğluna cömertçe verdiği ömrün
kendisine ait olmasını istemiştir ki, oğlu Davud’dan ve başkalarından üstün
olduğu mertebe ve yüksek derecesiyle Davud’un yapamayacağı ibadeti o zaman
zarfında yapabilsin, ibadet o belirli zamanda yapıldığında ibadetin Hakk
ettiği sevap Âdem’e verildiği gibi oğul Davud’a da verilir. Hâlbuki o süreyi
Davud’a bıraksaydı, bu sevap onun adına gerçekleşmez, Âdem ise oğlunu kendisine
tercih sevabını elde ederdi. Yani Hz. Âdem her halükarda ömründen bu müddeti
oğlu Hz. Davud’a bırakmadığında elde edeceği sevabı yine elde ederdi. Allah
Teâlâ’nın avucunda oldukları esnada kendisini sevip ömrünün bir kısmını ona
verdiği gibi sevgisinde de ona dönmüştür. Davud’un bu konuda bir bilgisi yoktu.
Allah Teâlâ onun halifelikte adını zikretmekle kalbini onardığında,
zikrettiğimiz üzere, insan tabiatında yerleşik nefsaniyet duygusuna kapılmasın
diye şöyle buyurmuştur: ‘Arzuna uyma, çünkü seni Allah Teâlâ
yolundan saptırır.’’132 Allah
Teâlâ onu sakındırmış, bu sakındırma Davud’u Allah Teâlâ’nın özel olarak adını zikretmesinden
meydana gelen üstünlük duygusundan alı koymuştu. Fakat DavudcArzuna
uyma, seni Allah Teâlâ yolundan saptırır’133
denilen zamana ulaşmazdan önce sevinmiş ve sevinçten nasibini almıştı. ‘Allah
Teâlâ’dan ayırır’ dememiş, ona yolu gözetmeyi emretmiştir. Sonra Allah Teâlâ
da ona latif davranarak şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ yolundan
sapanlar için unuttuklarına göre şiddetli bir azap vardır.’134
Hâlbuki ‘sen Allah Teâlâ yolundan saparsan, senin için azap vardır’ dememiştir.
Bu, değerli bir bilgidir.
Bu menzilde keşif sahipleri şunu
öğrenir: Keşif, keşif sahibinin bildiğini her surette öğrenmiş olmasını
gerektirmez. Aksine (keşfen bildiği) o şeyi Hakkın irade ettiği ölçüde bilir.
Hakkın dilediği ondan gizlenir, dilediği ise onun tarafından öğrenilir. Başka
bir ifadeyle keşif sahibinin gözü, gözüken her surete nüfiız etmez. Aksine
gözün kendisini algıladığı bir suretin karşısında mahiyetini bilmediği bir
suretin durumu, insan duyusu tarafından idrak edilemeyen kesif suretine benzer.
Başka bir vakitte ise keşif o şahsın kalbinde konuştuğunu ona verir. O bir
zorlama veya sezgi veya muvafık düşme şeklinde değil, belli bir bilgiden
kaynaklanan hatıra şeklindeki sözdür.
Allah Teâlâ’nın âleme sürekli
yumuşaklık göstermesinin hikmeti buradan öğrenilir. Âlemin varlık hikmeti,
nüzul sebepleri, bu menzilden öğrenilir. İhsan ve kazanım bu menzilden
öğrenilir. Kulun efendisinin yerini aldığı durum bu menzilden öğrenilir. Bakana
iyilik veren sebepleri gözetmek bu menzilden öğrenilir. Değiştirme, yani bir
bilgiye göre dilediği tarzda değişmeyi idrak, bu menzilden öğrenilir. Onun
yeri ayet-i kerimede belirtildiği üzere Hz. İsa’nın yeri gibidir. ‘Doğduğum,
öldüğüm ve diriltileceğim gün bana selam olsun.’135
Hakkın bu makam sahibinin suretinin karşısına bedel olarak yerleştirdiği
suretler, bu menzilden öğrenilir. Hakk kendisi adına yerleştirilenin bilgisi
olmaksızın, dilediği yere onu yerleştirir. Onun buradaki mertebesi, Yahya’nın
mertebesidir. Bu durum ‘Doğduğu, öldüğü ve diriltileceği gün ona
selam olsun’136 ayetinde
belirtilir. Hangi makam daha üstün ve tamdır? Yahya için ‘Daha
önce onun adına bir isim belirlemedik’137 buyurmuştur. Yahya’nın görevi,
kıyamette ölümü kurban etmektir. İnsanın en tamı, üstünlüğünü ve başkalarından
üstün olmayı istemesinin nedeni bu menzilden öğrenilir. Miktarların ortadan
kalkması, bu menzilden öğrenilir. Onlar gerçekte kalkarlar mı, kalkmaları
mümkün değil midir? Yoksa alim farkında olmaksızın, Allah Teâlâ katında takdir
edilmiş iken herhangi bir kimse adına ortadan kalkarlar mı? İnsanın bildiği her
şeyin yeni bir bilgi değil, bir hatırlama olması bu menzilden öğrenilir. Her
bilgi ondaydı, fakat unutmuştur.
Cinlerin insanlara insanların cinlere
nasıl musallat olduğu, bu menzilden öğrenilir. Cinler insanlara zahirde ve
bâtında mı musallat olur? Yoksa bir grup hakkında bilhassa zahirde
gerçekleşirken bâtında konunmuş mu olurlar? Veya işin gerçeği nedir? Aynı şey
insanların cinlere musallat oluşunda geçerlidir. Şu var ki insanların cinin
zahirine musallat olması söz konusu değildir. Bunun istisnası ruhanileşen ve
manası latifleşen insanlardır. Öyle ki, bu durumda insan, cin suretlerinin en
latifinde bile görünebilir ve zatıyla cinin bâtınına -tıpkı cinin insanın
bâtınına yayılması gibiyayılır. Cin onu bilmez ve nefsinin üzerindeki bir
etkisi olduğunu zanneder; hâlbuki üzerindeki etki ruhanileşen insanın
etkisidir. Böyle bir bilgiye dikkat çekeni görmedim. Allah Teâlâ bu bilgiyi
bana öğretti, benden önce kimsenin bilip de zikrettiğini görmedim.
İnsana musallat olan cinin etkisini
ortadan kaldıracak ilaç, bu menzilden öğrenilir. Bu etki kalktıktan sonra
insana keşfolunan şey, bu menzilden öğrenilir. Çokluğun birden çıkması, bu
menzilden öğrenilir. Acaba bir’den çokluğun birliği mi, yoksa çokluk mu çıkar?
Mastardan ortaya çıkan şey mastar ile aynı hükme mi sahiptir? Bu durum sabit
ise yükümlü âlemin sonu rahata kavuşmak olacaktır. Çünkü âlem Haktan Pazar
gününden Cuma gününe kadar ortaya çıkmış ve ardından ebediyet gününe
girmiştir. O gün sebt günüdür. Sebt rahat demektir. Sebt günlerin sonuyken
kendisinin bir sonu yoktur. Yaratana yarattıkları nedeniyle bir yorgunluk
ilişmez. Fakat sebt günü âlemin tabakalarını tamamlama günü olmuştur. Allah
Teâlâ’nın yaratması bu amelin muhtaç kaldığı hallerle ilgilidir ve bu hallerin
zamanı ve süresi sona ermez. Meleklerin yaratılışı, bu menzilden öğrenilir.
İnsanın yaratılış mertebesi ve ilahi mertebeden sahip oldukları, bu menzilden
öğrenilir. Bu türün şahıslarının birbirine karşı üstünlüğü, bu üstünlüğün neye
göre gerçekleştiği, yaratılışla mı, yoksa arazları kabulle mi ilgili olduğu bu
menzilden öğrenilir.
Bu menzilde başka bilgiler de vardır.
Biz onların arasından kalplerin dikkatini çekmek üzere en önemlilerini
söylemek istedik. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’
İlahi İndiyet Menzili ve Allah Teâlâ
Katında Birinci Saffın Bilinmesi
Kendine ait olanı bilenle .
Bilgisine ilave eden
arasında ne kadar fark var!
Böylesi bilgisinde
yükselirken
Öteki hükümlerinde
Birinci için hal
keyfiyet
Öteki için bilgi
nicelik
Niceliğin hükmü
bitmez
Bilgisi anlayışı
üzerine nemalanır
Harfin varlığı
olmasaydı, benim olmazdı
Anlayışım olmazdı,
bazen vehminden anlar
Bilmek ve anlamak
birlikte bana ait
Hakkın sadece
bilgisi var
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah
Teâlâ katında olan bakidir.’138 Başka bir ayette ise ‘Ona
katımızdan bilgi verdik ve ledünnümüzden öğrettik’139 buyurur. Başka bir ayette ‘Gaybın
anahtarları O’nun katindadır’140 buyurur. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Melekler rablerinin katında saf saf durur.’ Allah
Teâlâ şöyle der: ‘Kıyametin bilgisi O’nun katindadır.’141 Başka bir ayette ‘Her
şeyin hâzinesi katımızdadır’142 buyrulur. Bu ayetlerde geçen
‘katında (indilik)’ kelimesinin izafe edildiği isim, zamir ve kinayelerin
değişmesiyle izafetleri de değişir. İndilik (kat, nezd), üçüncü zarftır. Allah
Teâlâ ehlinden mahiyeti Öğrenilsin diye ona dikkat çekeni görmedim. Çünkü
indiyetin kökü olan inde, zaman veya mekân edatı değildir. Hatta o genel
an'amıyla mekân edatı değildir. Bu durum ‘Sizin indinizde
(katınızda) olan tükenir’143 ayetinden anlaşılır. Allah Teâlâ
bizim için de bir indiyet belirlemiştir ve indiyet bizim hakkımızda bir mekân
zarfı değildir.
Alimlerin
kendisiyle hem hakkın hem insanın nitelendiği bu indiyeti incelemeyi niçin
ihmal ettiklerine şaşırdım. Allah Teâlâ eşyanın hâzineleri için indiyetini zarf
yapmıştır. Bilindiği üzere, Allah Teâlâ eşyayı yaratır ve yokluktan varlığa
çıkartır. Bu izafet, Allah Teâlâ’nın eşyayı katındaki hâzinelerden çıkartması
demektir. Allah Teâlâ eşyayı idrak etmediğimiz bir varlıktan idrak ettiğimiz
varlığa çıkartır. Başka bir ifadeyle eşya yokluğa dayanmaz. İşin zahiri
onların yokluklarının izafiliğidir. Çünkü eşya yokluk halinde Allah Teâlâ
tarafından görülür ve onları hakikatleriyle ayrışmış bir halde birbirlerinden
ayırt eder. Eşyada Allah Teâlâ nezdinde/indinde bir icmallik ve belirsizlik
yoktur. Onların hâzineleri, yani kendilerini saklayan kaplar anlamındaki eşya
hâzineleri, ‘eşyanın imkânları’ demektir, başka bir anlamı yoktur. Çünkü
eşyanın kendiliklerinde varlıkları yoktur. Onlar sübut halindedir. Onların
Haktan kazandıkları ise aynî, yani dış varlıktır. Bu sayede eşya, hem onları
gören ve hem de kendileri için aynî varlıklarıyla ayrışırlar. Allah Teâlâ
katında ise ‘sübutî’ olarak ayrışmış olmayı sürdürürler. - .
Eşya aynî/dış varlıklarında zuhur
ettiğinde, Hakk onları kendi katından onların hâzinelerine yerleştirir. Çünkü
imkân onlardaki hükmünü bırakmaz. Onlar kendi hâzinelerinde bulunmasalardı,
hazineler onlar üzerinde hüküm veremezdi. İmkân özelliği bir an bile onlardan
ayrılmayıp bu özellikten çıkmaları mümkün olmadığı için tercih eden sürekli
onlarladır. Bir mümkünün varlık veya yokluk şeklinde iki mümkünden birisiyle
nitelenmesi şarttır. Öyleyse onlar ve hâzineleri Allah Teâlâ katında kalıcıdır.
Çünkü tercih eden, iki mümkünden birisini eşya hakkında tercih etmekten geri
durmaz. O halde onların imkân hâzinesinden çıkması mümkün değildir. Hakk bu
hâzinelerin kapısını açmıştır: Biz onlara, onlar da bize baktı. Bir yönüyle o
hâzinelerde bulünurken bir yönüyle onların dışındayız. Adem de Hakkın
kabzasının dışındayken aynı zamanda Hakkın kabzasındaydı. Başka bir ifadeyle
Âdem kendisini iki yerde birden görmekteydi. Eşyayı görüp hâzineleri görmeyen
ve bu hâzinelerin katinda olduğu Allah Teâlâ’yı görmeyen kimse, eşyayı da
görmemiştir. Çünkü eşya hâzinelerden ayrılmadığı gibi hazineler de Allah Teâlâ
katından ayrılmamıştır. İlahi indilik ve zamirler, O’nun zatından ayrılmaz. O
halde bu işlerden birisini gören, toplamı görmüş demektir.
Hakkın indiyeti zatının aynı Eşyanın
hâzineleri ondadır
Ondan gördüğü şey iner Onlar koruyucunun
ihtiva ettikleri
Onun inişi sürekli hâzinelerdendir Çünkü
var olanların dış varlıkları
Zarfının indiyeti nezih -
Mekân indiyeti
değildir ama
Onun dehri Allah Teâlâ’dır, zaman değil -
Dehr her sakin için
bir zarf
Sükûn ile kendisini tutar onda Meskeni en
şerefli mesken
Onun ‘O’ olmaksızın taşınması yok O görülen
bir gereklilik
Onun niteliği ince bir anlamdan Ben
borçlunun kefili değilim
Oluşta -eğer bilgiliysentoplamın
birliğinden başka bir birlik yok! Çünkü Allah Teâlâ ilahtır ve her zaman
ilahtır. Sahip olmadığı bir hüküm yenilenmediği gibi kendisiyle isimlenmediği
bir ad da meydana gelmez. Çünkü Allah Teâlâ kendisini isimlendiren ve daha önce
sahip olmadığı bir niteliğin bulunmadığı kimsedir. Öncesinde ve sonrasında iş,
Allah Teâlâ’ya aittir. Allah Teâlâ güzel isimlerin ve yüce niteliklerin
sahibidir. O amâ’da ilah, kendisini istiva etmekle niteleyen Rahman, her gece
ve gecenin son üçte birlik bölümünde yakın semaya inen Rab’dir. Her neredeysek,
bizimle beraber olandır: ‘Bir gizli konuşma yoktur..:l4i Burada
belli bir sayı kastedilmiştir ve tek veya çift sayıdır. Bu durumda Allah Teâlâ
üçün dördüncüsü, beşin akıncısıdır. Sayı daha az veya çok olabilir. Hakkın vahyinde
‘toplamın birliğinden’ başka bir şeyin zikredildiğini gördün mü? Çünkü sadece
ilah gelmiştir: ‘O’ndan başka ilah yoktur. Gaybı ve
şehadeti bilendir, Rahman ve Rahimdir. 0 kendisinden başka ilah olmayandır. Melik ve
Kuddus’tur. Mümindir, Müheymindir, Cebbar’dır, Mütekebbirdir. Allah Teâlâ
onların koştuğu ortaklardan münezzehtir. Allah Teâlâ Yaratandır, Musavvirdir,
Baridir.’145 Sen
-gerçeği Allah Teâlâ’dan anlayanlardan isenşunu bilirsin: Bu isimler, zatı
yönüyle tek bir isimlendirilende müteradif olsalar bile, farklı anlamları
gösterirler: ‘De ki, ister Allah Teâlâ ister Rahman
diye dua edin, en güzel isimler O’nundur.’146 Öyleyse sadece bir ilaha dua
ederiz. Hakikatleri ve gösterdikleri birbirinden farklı olan bu isimler, O’na
aittir. Bu isimler, ezelidir ve ilahi hazineler demektir. O hâzinelerde,
eşyanın saklandığı ‘imkân hâzineleri’ bulunur. Böylelikle cem’ cem’in, çokluk
çokluğun, sayı sayının mukabili olmuştur. Hakikat birdir ve o ‘toplamın
birliği (ahadiyetü’l-mecmu’) demektir. Namaz kılan herkes yalnızken Rabbiyle
konuşur. Allah Teâlâ da koruyucu kanadını onun üzerine germiştir. Öyleyse Allah
Teâlâ, mutlak ve sınırlı, özelde genel, genelde özel olandır.
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ bize saf
haline gelişte iki yer belirlemiş, aynı şeyi başka yaratıklar için yapmamıştır.
Birincisi namazdaki saf, İkincisi cihattaki saftır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah
Teâlâ kendi yolunda saf saf bir bina gibi savaşanları sever.’147 Burada namaz saflarında sıkışmayı
emretmiş, meleklerin Rablerinin katında safta sıkışık durduklarını söylemiş,
saflarımızı meleklerin saflarına benzetmiş, aynı şeyi diğer ümmetler için
yapmamıştır: ‘Rabbin ve melekler saf saf gelir.’148 Başka bir ayette ‘O gün
Ruh ve melekler saf olarak kalkar’149 buyrulur. Ruh imamdır ve imam tek
başına bir saftır, çünkü o, bir toplamdır ve onun birliği toplamın birliğidir.
Bu nedenle imam tek başına birliktir. Hakk ise toplamın birliğinde
değilbirliğin toplamında saflarda duranlara tecelli eder. Çünkü saftaki
şahısların her biri, namazdaki huzuruna, niyetine ve Rabbi hakkındaki bilgisine
göre, Rabbiyle konuşur ve bunun için Allah Teâlâ birliğin toplamında onlara
tecelli eder. Onlar adına toplam öne geçmiş, onu birliğe izafe etmiştir. Ta ki
onlar ibadetlerine kimseyi Allah Teâlâ’ya ortak koşmasınlar. Bununla birlikte
onların mizaçları, ilişkileri, maksatları değişebilir. Bu nedenle onların
talepleri farklılaşır ve çoğalır.
Allah Teâlâ onlara toplamın
birliğinde tecelli etseydi, birliğin öne geçmesi nedeniyle toplama bakmazlardı.
Böyle olsaydı, onların maksadarı bir, istekleri tek, huzurdaki halleri bir hal,
Allah Teâlâ hakkındaki bilgileri bir bilgi olurdu. Hâlbuki vakıa öyle değildir
ve bu durum tecellinin ‘birliğin toplamında’ gerçekleştiğini gösterir. ‘İş
bütünüyle O’na döner.’150 Böylece
toplam Bir’e dönmüş, toplamın dışta varlık sahibi olduğu zannedilmesin diye Allah
Teâlâ’ya izafe edilmiştir. Toplam (mecmu’), hükümlerin varlığıdır. Şâri namazda
imamı kendisiyle toplamın izafe edildiği birliğin mukabili olsun diye
belirlemiştir. İmam cemaade birlikte birliğin toplamının mukabili olur.
Öyleyse imam, mutlak birliğe münacat eder!
Bu nedenle bazı kimseler, selam
verene kadar namazda imamın masumiyetine inanmıştır. Onlar, masum imam
taraftarlarıdır. Çünkü bir, muallim olan imamın aksine kendi birliğinden gafil
kalmaz. Bilfiil muallim olan imam, cemaatte unutanın hükmünün nasıl olduğunu öğretme
amacıyla unutabilir. Muallimler ancak nebilerdir. Peygamberlerin dışında ise,
imam, saftakilerden biridir. Öne geçtiğinde ve peygamber olmadığında, masumdur,
çünkü o, muallim değildir. Masıim imam taraftarları bu görüştedir. Onlar
imamilerdir ve imamın masumluğunu ileri sürerler. Gerçek ise böyle değildir.
Çünkü her imam namazdan gafil olmasa bile, namaz içinde unutabilir. Cemaat ise
‘birliğin toplamına’ münacat eder. Cemaatten her birisi, mukabili olduğu şeye
münacat eder.
Namaz kılıp da imam ve imama
uyanların ilişkisi hakkında zikrettiğimiz meseleyi görmeyen kimse, emredilen
namazı kemaliyle kılmamış demektir; onu tamamlasa bile, kâmil anlamda kılmamıştır.
Çünkü namazın tamamlanması, şekli yapısının ifa edilmesi, namazın farzlarını,
sünnederini, ayakta durmak, tekbir getirmek, okumak, rükû etmek, secdeye
gitmek, elleri kaldırmak, oturmak, selam vermek gibi şeklî unsurlarını yerine
getirmektir. Bir kişi bütün bunları tamamladığında, namazını da tamamlamış
demektir. Ancak söz konusu insan bizim söylediklerimizi müşahede ederse,
namazı kâmil anlamda kılmış sayılır. Çünkü gaye mertebe demektir ve namaz ancak
gayesi nedeniyle farz kılınmıştır, insanların genelinin ‘namazdaki huzur’
dedikleri şey budur. Başka bir ifadeyle namaza başlayıp bitirene kadar bütün
parçalara niyetin eşlik etmesidir.
Kardeşim! İster imam istçr cemaat ol,
böyle bir namaz kılıp kılmadığına bakmalısın! Kendinle imamı, müşahedede böyle
ayırt ettin mi, yoksa imamı sadece mekân önceliği ve hükümdeki mertebe önceliği
bakımından mı ayırt ettin? İmam tekbir alana kadar tekbir almaz, rükûya gidene
kadar rükûya gitmez, başını kaldırana kadar başını kaldırmaz, namazın
fiillerinden herhangi birini imam yapmadan yapmazsın. Senin mertebeden
uymadır. İmam cemaat çok ise mekân, sadece bir kişi var ise mertebe bakımından
cemaatin önündedir. Öyleyse imam, mertebe bakımından imamdır ve onun durumu
birliğe (ahadiyet) karşılık gelir; cemaatin kendisine eklenip adeta bir saf
haline gelmesi yönüyle de ‘birliğin toplamına’ karşılık gelir. Öyleyse imam
mekân bakımından öne geçerek cemaat ardında kaldığında, imam mutlak birlikten
başkasını görmez. Cemaat bir kişi olup da imam safta bulunursa, ‘birliğin toplamını’
veya ‘toplamın birliğini’ görür veya cemaat ‘birliğin toplamını’ görür. Bu
durumda bir kişi olan cemaati imamdan, kendisine uyduğu ve ona tabi olduğu için
mertebe ayrıştırır. Ona muhalefet etse, (bilmelidir ki) cemaatin perçemi
şeytanın elindedir. Şeytanlık uzaklık, namaz yakınlık demektir. İşte bu,
‘uzaklıktaki yakınlık’, ‘yakınlıktaki uzaklıktır.’ Öyleyse imama muhalif olan
cemaat, birliğin toplamını göremez, çünkü o, böyle davrandığı sürece ne mekân
ne mertebe bakımından cemaat değildir. Çünkü imam, cemaat kendisine muhalefet
ederken ancak birliği müşahede edebilir * çünkü bu esnada imam, ‘cemaat olma’
hali ortadan kalkıp cemaat bulunmadığı için bir safta değildir. Öyleyse imam bu
haldeyken -cemaatin durumuna göretek başına namaz kılan kimse gibidir. Bununla
birlikte imam, ardında namaz kılan meleklere göre imamdır. Melekler onun
ardında saf tuttukları gibi aynı zamanda Rablerinin katında saf tutar. Onlar
namaz kılan imamın nezdindeyken de yine de Rablerinin katında bulunmayı
sürdürürler.
Öyleyse imam, halifedir ve melekler
ona secde etmiştir. İmam ise Allah Teâlâ’ya secde eder ve imamın kıblesi Allah Teâlâ’dır;
imam ise meleklerin kıblesidir. Cebrail’in Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’e imam olması, ona namazı öğretme amacından kaynaklanmış, böylelikle
mertebe bakımından -yer ve mekân bakımından değilpeygambere namaz kıldırmıştı.
Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ile Cebrail yalnız başlarına namaz
kılmış, Cebrail peygamberin önüne geçmemiş, vakideri ve özellikleriyle
birlikte en yetkin şekilde namazın sayılarını ona öğretmiş, sonra da cemaatte
bulunduğunda mekân bakımından öne geçmesini söylemiştir. Bazı insanlar, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in mekân bakımından Cebrail’in de önüne geçtiğini
söylemişlerdir ki böyle bir şey ancak Allah Teâlâ’nın peygamberin gözünden
perdeyi kaldırması halinde olabilir. Bu durumda Peygamber melekleri ve cemaati
görür, Cebrail’in ardında saf tuttuklarını müşahede eder; perde varken göremez.
Bu nedenle peygamber yalnız bir adama namaz kıldırırken onu sağında bir safta
durdurmuştur. Çünkü söz konusu şahıs melekleri görmemiş, imam da cemaatin
hükmünü dikkate almıştı. Allah Teâlâ Hz. Musa’ya nida ederken, sen Tur
tarafında değildin. Musa’ya emri verirken de garb tarafında değildin. ‘Sen
şahitlerden değildin.’151 Aynı
şekilde, Cebrail Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e beş vakit namazda
imamlık yaparken de orada değildin: ‘Sen
şahitlerden değildin.’152 ‘Biz
bildiğimize şahidiz, yoksa gaybı koruyucu değiliz’153 İşleri görmek ile bildirmenin
dışında onları görmemek aynı hükme sahip değildir. Binaenaleyh gözlerin ancak
göz sahibinin bilebileceği bir durumu olduğu kadar bilginin de bilgi
sahiplerinin bilebileceği bir durumu vardır; başkalarının onda bir tecrübesi
yoktur: ‘Rabbim! Bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster?’154 Başka bir ayette ise ‘Rabbim!
Bana kendini göster, sana bakayım’155 buyrulur.
Gözlerin latif bir manası var
Bu nedenle Musa görmek istedi
Melekler babaları Adem’e secde
ettikleri gibi her namaz Ademoğullarına secde etmeyi sürdürürler. Âdemoğulları
arasında da ‘Allah Teâlâ’ diyen ve namaz kılan birisi olduğu sürece halifelik
sürer. İlahi emir ve durum âlemde bir kez gerçekleştiğinde, artık onun hükmü
kıyamete kadar ortadan kalkmaz. Çünkü meleklerin Adem’e secdeleri, kıyamet
vaktine kadar namaz kılan herkesin ardında geçerli olmak üzere, zürriyeti
hakkında da bakidir. Âdem unutmuş, zürriyeti de unutmuş; o inkâr etmiş,
zürriyeti inkâr etmiştir. Kabil Habil’i öldürmüş, haksız yere insan öldürmek
fiili kıyamete kadar Âdemoğullarında baki kalmıştır. Üstelik bu işi ilk yapanın
da bunda vebali vardır. Nitekim iyilik söz konusu olduğunda da, ilk yapanın
iyiliği yapan herkeste bir nasibi vardır: ‘Kim bir iyilik başlatırsa, yaptığı
iyiliğin ve kıyamete kadar onu yapanların sevabı ona aittir. Kim kötülük
başlatırsa, onun ve kıyamete kadar onu yapanların vebali onun üzerindedir.’
Onlar ‘Günahlarına günah yüklenenlerdir.’156
Öyleyse namaz kılan herkes meleklere
imamdır ve melekler onun ardından kendisine secde ederler. Şu var ki asıl ile
fer arasında olduğu kadar Âdem ile zürriyeti arasında da bir fark vardır.
Melekler kıraat ve namazda Âdemoğullarının secdesiyle birlikte secde ederlerken
Âdem’e öğrencinin öğretmene secdesi gibi secde etmişlerdir. Böylelikle secdeleri
ortak iken secde sebebi farklılaşmıştır. Açıklamak istediğimiz husus şudur:
Meleklerin Âdemoğullarına secdeleri ortadan kalkmamıştır, imamlık, Hz. Âdem’den
son namaz kılan insana kadar kalkmamıştır. Melekler, daha önce söylediğimiz
gibi, bu imama tabidir. İmamlık yaparken biz Allah Teâlâ katında bulunuruz;
melekler ise uyma itibarıyla bu esnada bizim katımızdadır. Hâlbuki onlar,
(gerçekte her zaman) Rablerinin katındadırlar. Çünkü imam O’nun katindadır.
Dolayısıyla melekler de O’nun katindadır, çünkü onlar imamın ve ardında namaz
kılan safların -sayısı ne kadar olursa olsunardmdadırlar.
Rabbin katında (indiyet) olmak makul
‘O’nun katı’ ne demek, bilinmez
Allah Teâlâ’nın katı meçhul
Yaratıkların katı meçhul değil -
0 ikisi bir zarfta değil
Onun kendinden başka bağlamı yok
Son mısradaki
zamir zarfa döner. Bir önceki mısradaki ‘o ikisi’ Hakkın ve yaratıkların katma
döner.
Bilmelisin ki, indiyet var olan bir
şey değil bir nispettir. Nispetler, kendileri var olmayıp hükümleri sabit madum
durumlardır. Allah Teâlâ izin verirse, kutupların hallerinden söz ederken
düsturu ‘Sizin katınızdaki biter, Allah Teâlâ katındaki
bakidir’157 ayeti olan
kutuptan söz ederken, bu konudan söz edeceğiz. Allah Teâlâ’nın katının meçhul
olduğunu söyledik, çünkü ‘Allah Teâlâ’ olması itibarıyla Allah Teâlâ’ta başka
ilahi isimlerden birisi ortaya çıkmaz. Çünkü ‘Allah Teâlâ’ ismi, isimlerin
toplamıdır, dolayısıyla onu haller özelleştirir. Çünkü ‘Ey Allah Teâlâ! Benim
için şunu yap’ diyen kimsenin hali, bu ismin içerdiği ilahi isimlerden
birisini özelleştirir. Bu nedenle onun hakkında ‘mudaklıkta sınırlı’ denilir.
Başka bir ifadeyle içerdiği ilahi isimlerin talebine göre haller kendisini
sınırlarken hallerin olumsuzlanması bakımından mutlak/sınırsızdır. Tüm heyula
her sureti kabul ettiği gibi ‘Allah Teâlâ’ ismi her ismin mukabilindeki
isimdir. ‘Rabbin katında’ bir yönüyle bu anlama yakındır. Fakat aralarında fark
vardır: Rab tamlama olarak gelebilir. Kim onun katındaysa, izafe edildiği
kimsenin katında bulunur. Dolayısıyla ancak var olanlardan birisine izafe
edilir. ‘Yaratıkların katı’ (ifadesi) malumdur. Dolayısıyla ‘Rabbin katı’
makuldür.
‘Onun katf ifadesine gelirsek, o,
üçüncü tekil şahıs zamirdir, yani gaib zamirdir. Gaib hakkında hali gaybet olan
hüküm veremez. Çünkü hangi halde olduğunu bilmez ki, hakkında şahidik
edebilsin. Gördüğündeyse, artık gaib değildir, çünkü gaybet kalkmıştır.
Bakınız! Susan kimseye konuşana kadar herhangi bir görüş veya davranış izafe
edilemez ve bu nedenle susması nedeniyle ‘icma’ya dahil edilir. Bu tartışmalı
bir meseledir ve doğrusu söylediğimizdir. Çünkü belirsizliği terk, o işin aslı
üzerinde kalması hakkmdaki delille mümkündür. ‘Yeryüzünde
her şeyi sizin için yarattı’158 ayetinde dile getirilen asildir bu.
Ademoğullarının sözü ve bütün fiilleri, yeryüzünde yaratılanlar kapsamındadır. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in huzurunda söylenmiş veya yapılmış ve reddedilmemiş
bir işi gördüğümüzde, hükmünün ‘mubahlık’ olduğunu söylemeyiz, çünkü Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem o konuda bir hüküm vermemiştir ve kendisine bir
hükmün inmemiş olması muhtemeldir. Peygamber Allah Teâlâ’nın kendisine
indirdiği vahye göre hüküm verir. Bu nedenle (hakkında nas bulunmayan şeyin)
hükmü, asıl üzere kalmaktır. Asıl, beş hükümden bir belirleme olmaksızın, bu
yaratılışın gerektirdiği tabii tasarruftur. İşte ilk asıl budur. Ya da böyle
bir şeyin hükmünü ikinci asla döndürürüz. Bu ise ‘Sizin için yeryüzündeki
her şeyi yarattı’159 ayetidir.
Burada belirtilen bir mubahlık hükmü değildir ve bu açıktır! Çünkü haramlık
hükmü ‘yaratılmıştır.’ Yani bizden dolayı hakkında ‘haram’ diye hüküm
verilmiştir. Başka bir ifadeyle haramlık, uzak durup duramayacağımızı denemek
üzere, Allah Teâlâ’nın bizden dolayı verdiği bir hükümdür. Vaciplik, mendupluk
hükümleri de bizim için belirlenmiş ve yaratılmıştır. Esas olan hükümsüzlüktür
ve -sağlıklı düşüncenin gerektirdiği üzereilk ilke budur.
Birinci Saf
Menzilinin Açıklanması ve İçerdiği İlimler
Bu menzil bazı ilimleri içerir.
Birincisi seva hamdi ve ayrıntılarıdır. Çünkü bu hamd, her iki tarafı ve
ortayı ihata eder. Allah Teâlâ onu bütün âlemlere izafe etmiş, Fatiha suresinin
birinci kısmında birinci uçla ilgili olarak ‘Hamd
âlemlerin rabbi Allah Teâlâ’yadır’160 demiş, bu hamdi bileşik rahmet
arasına yerleştirmiştir. Çünkü onu (besmele=de’ki) Rahman ve Rahîm öncelerken,
kendisinden sonra da Rahman ve Rahîm gelmiş, böylelikle âlem, iki rahmet
arasında var olmuştur: Başı merhum iken sonu rahmete varır. Yunus suresinin
ortasındaysa, cennet ehlinin niteliğinden söz ederken ‘Onların
son duaları âlemlerin rabbi Allah Teâlâ’ya hamd olsun demektir’161 buyurur. Saffat suresinde de ‘Hamd
âlemlerin rabbi Allah Teâlâ’yadır’162 denilmiştir. Bunun öncesinde ise ‘Peygamberlere
selam olsun’163 denilmişti. Onlar, merhamet edilen ve
salim kimselerdir. Yardım ihsan etmesi ve zafere ulaştırmasının ardından
âlemlerin rabbi Allah Teâlâ’ya hamd etmek, bir nimet hamdidir. Böylece surenin
başında ve ortasında nimet hamdi ortaya çıkmış, hamd iki ucu ve ortayı ihata
etmiştir. Böyle bir hamd, hamd olması yönüyle, bu mertebelerde eşit midir,
değil midir? Yoksa iki ucun ve ortanın değişmesi nedeniyle, mertebeleri değişir
mi? Hamdde en üstün mertebe hangisidir? İki uçtan birisi mi, yoksa orta mı?
Alemlerden orta ve sonda ilk hamd kime aittir? Bütün bünlar, Allah Teâlâ’nın kendisinden
korkup başkalarından korkmayan alimlere verdiği ilimlerdendir.
Meleki ve beşeri mertebeler, bü
menzilden öğrenilir. Onların mertebeleri eşit midir, yoksa hangisi daha
üstündür? Beşer mertebeleri mi, melek mertebeleri mi üstündür? Her birinin ötekinden
üstün olmasını sağlayan mertebeleri var mıdır?
Faydaları kazanmak, bu menzilden
öğrenilir. Acaba zararlar bir takım faydaları içerir mi, içermez mi? Faydalar
nelerdir? İlahiyat (metafizik) bahsinde uyma, bu menzilden öğrenilir. Acaba
burada uyan insan, zikri mi yoksa fikri mi takip eder? İzafet tevhidi
-mutlaklık tevhidi değilbu menzilden öğrenilir. İki tevhit mi vardır? Burada
zat tevhidiyle ilahlıkta ilahın tevhidini kastetmekteyim. Bu tevhiderden her
biri
neye göre idrak edilir? Allah Teâlâ’nın
eşyaya nispeti bu menzilden öğrenilir. Bu nispet eşyanın Allah Teâlâ’ya
nispetiyle bir midir, değil midir? Bir şeyin farklı yönleri var mıdır, yoksa
bir yönü mü vardır? Böyleyse, ondan ne meydana gelir? İlahi ve kevni ‘atma’
arasındaki fark, bu menzilden öğrenilir. Süreklilik, bu menzilden öğrenilir.
İhtilas ilmi ve işin öznesinde ve yüklemindeki hükmü bu menzilden öğrenilir.
Namazda sağa sola bakmak şeytanın kulun namazından çaldığı (ihtilas) bir
şeydir.
Âleme ait yaratma, bu menzilden
öğrenilir. Yaratanların tek bir yaratılmışta bir araya gelmesi, bu menzilden
öğrenilir. Acaba ikisinden her biri ötekinin verdiğini mi verir, yoksa
yaratmadaki hükümleri farklı mıdır? Yaratmadaki ortak ve farklı özellikleri
nelerdir? Cahilin hâline yumuşaklık göstermek ve bilgisizliğinden dönsün diye
ona süre vermek, bu menzilden öğrenilir. Cahilin konuşmasının hükmü, bu menzilden
öğrenilir. Onun hükmü isabette alimin konuşmasıyla bir midir? Cahil konuştuğu
mertebeyi bilmez veya bilirse, alimin hata saydığı isabeti bu menzilden
öğrenilir. Bu durumda bilen ve bilgisiz, bilmeyenin kendisinden konuştuğu
makamı bilmemede eşittir. Bunu bilen ile bilmeyen alimler arasındaki fark ve
onu bilenin hükmünün ne olduğu bu menzilden öğrenilir. Kendisi bir iken bir’in
çoklara nereden tesir ettiği, bu menzilden öğrenilir. Ayrılma ve birleşme bu
menzilden öğrenilir. Yar atılmışlar m niteliklerinin hangi hakikatle bir araya
geldiği bu menzilden öğrenilir. Dalalete rehberlik, bu menzilden öğrenilir.
Mevakıf ilmi, söz ve rızanın -kahrın
olduğu gibimevkıfları var mıdır, yok mudur? Bunlar da bu menzilden öğrenilir.
Kıyamet mevkıfları (durak) ne kadardır? Allah Teâlâ ehlinin mevkıfları (sufı)
enNifferi’nin söylediği gibi sınırsız mıdır veya sınırlı mıdır? Yoksa bir
açıdan sınırlı, bir açıdan sınırsız mıdır? Niçin durma ve vakfe vardır? Acaba
bir sükûn durması mıdır, yoksa salik vakfelerinde sürekli hareket mi eder?
İslam ve istislam ehli arasındaki fark, bu menzilden öğrenilir. Âlemde bilgi
talebi, bu menzilden öğrenilir. Hakkı bilmenin hangi mertebede neyi verdiği ve
onun sahibine her bakımdan faydalı olup olmadığı, bu menzilden öğrenilir.
İtiraf edilmesi gerekçn ile gerekmeyen, bu menzilden öğrenilir. Faydalı bilgi,
bu menzilden öğrenilir. Mana araçlarından bileşik olan ve olmayanlar, bu menzilden
öğrenilir. insana nimet veren ve azap eden şey bu menzilden öğrenilir. Allah
Teâlâ’dan kimsede bir şey bulunmadığı bu menzilden öğrenilir.
İlahi çizgiler ve sınırlar, bu
menzilden öğrenilir. Onlar, belirlenmiş ve birbirine karışmayan şeylerdir. Bunlar,
imkânsız olan ile olmayanı en iyi bilenlerdir, imkânsız olanlar onlar
tarafından bilinirken onların imkânsız karşısındaki yerleri bilinmez. Acıları
ortadan kaldıran nimetler nelerdir ve onlarla acıları kaldırmayan nimeder
arasındaki fark, bu menzilden öğrenilir. Misille ünsiyet, bu menzilden
öğrenilir. Acaba Allah Teâlâ ile ünsiyet ilahi suret üzerine yaratılan kimse
adına mı gerçekleşir? Yoksa suret üzerinde yaratılması, Allah Teâlâ’nın
kendisiyle ünsiyet etmediği gibi kendisinin de Allah Teâlâ ile ünsiyet
etmemesini mi gerektirir? Bütün âlem bu hükme sahip midir, değil midir? Hakkın
gölgesi gibi olan insan, bu gölgeye benzeyen insanın parçası olan halife
insan-ı kâmilin hükmüyle aynı hükme mi sahiptir?
Başkalarında gerçekleşen nimetlerden
haz almak, bu menzilden öğrenilir. Acaba bu durum talep edilen hazzın
kemalinden mi kaynaklanır, yoksa haz alandaki eksiklikten mi kaynaklanır? Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Müftüler sana fetva verse bile, fetvayı kalbine
sor’ hadisinde geçen ‘nefs’, bu menzilden öğrenilir. Çünkü buradaki bildirmede
bir ilahi lütuf vardır ki Allah Teâlâ onu peygamberinin dilinde uygulamıştır.
Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ kalbe ancak insanın muduluğunun bulunduğu şeyi
ilham eder. Buradan insan kendine dönerse, kurtuluşa erer. Bazı ariflerin bu
makamda söyledikleri ‘Veradan daha kolay bir iş bilmem, nefsime tereddüt veren
her şeyi terk ederim’ ifadeleri, bu menzilden öğrenilir.
Karinelerde halleri yücelten şeyler
bu menzilden öğrenilir. Kendisine karşı direnme gereken şeyler bu menzilden
öğrenilir. Hallerdeki üstünlük, bulundukları kimselere bakmaksızın bu menzilden
öğrenilir. Mahiyetleri bilmek, bu menzilden öğrenilir. İki suretin benzeşmesi
ve hükmün farklı olması, bu menzilden öğrenilir. Âlemde saptıran ve saptırmayan
imamların yaratılma hikmeti bu menzilden öğrenilir. Bela esnasında nida bu
menzilden öğrenilir. Niçin nimete değil de ona tahsis edilmiştir? Dua eden ve
isteyenlere karşılık verilmesi bu menzilden öğrenilir. Acaba duaya karşılık
veren, istekle mutabık nimet mi verir, yoksa artırır mı? Artırması, hal
isteğine karşılık vermek demek midir? Çünkü bu esnada konuşma yoktur.
Ulvi âlemin kendisine fayda vermek
üzere süfli âlemle-süfli âlemin de istifade etmek üzere ulvi âlemle irtibatı,
bu menzilden öğrenilir. Fayda veren üstteki, istifade eden aşağıdakidir. Burada
mekânın ve mekân yüksekliğinin bir hükmü yoktur. Perdenin keşf verilene hangi
yönden tesir edeceği, bu menzilden öğrenilir. Hâlbuki onun mertebesi daha
yüksektir ve Hakk kendisini destekler. Etki edenin cezası nedir? Seferler bu
menzilden öğrenilir. Kudreti olmadığı halde hilim özelliğiyle nitelenenin
durumu bu menzilden öğrenilir. Hâlbuki insan ancak hilim gösterdiği kimseye
karşı gücü varken halim olabilir. Hayalin duyudaki etkisi, bu menzilden öğrenilir.
Hükmü nereye varır? Mertebelerin nahoş bulduğu şeye göre sahipleri üzerindeki
hükmü bu menzilden öğrenilir. Eşyanın değeri bu menzilden öğrenilir. Her şeyin
belli bir mertebesi vardır ve her şeyin bir değeri vardır. İnsan-ı kâmilin ise
değeri ve kıymeti yoktur; çünkü onun kıymeti Rabbidir.
Doğruluğun neticesi, doğruların
mertebeleri ve doğruluklarından dolayı hesaba çekilmeleri, bu menzilden
öğrenilir. İlahi bereket mertebeleri, bu menzilden öğrenilir. Zulüm
mertebeleri, bundan övülen ve kınananlar, bu menzilden öğrenilir. İşte
ortaklık, bu menzilden öğrenilir. Acaba o işin hükmü her ortakta eşit midir?
Yoksa ortakların hal ve istidatlarının değişmesiyle -işte ortaklık olsa
bilehükmü de değişir mi? Hasımların hakim önünde bir araya gelme mertebeleri,
bu menzilden öğrenilir. Dişinin erkeğe katılması, bu menzilden öğrenilir.
Kura çekmek ve hükmü bu menzilden
öğrenilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘İnsanlar birinci
safra bulunan sevabı bilip sonra onu elde etmek üzere kura çekmeleri
gerekseydi, kura çekerlerdi. Hicrette neyin bulunduğunu bilselerdi, ona
koşarlardı. Yatsı ve sabah vaktinde neyin bulunduğunu bilselerdi onu yerine
getirirlerdi.’ Karanlıklar ve karanlığın hakikatinin neye döndüğü, bu
menzilden öğrenilir. Var olan bir şeye mi, var olmayan bir şeye mi döner?
Tenzihin diğer hamd türlerinden üstünlüğü, bu menzilden öğrenilir. Çıktığında
cenine şefkat, ilgi ve merhamet, bu menzilden öğrenilir? Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem ‘Küçüğümüze merhamet etmeyen bizden değildir’ buyurur. Yakîıı
ve kuşku, bu menzilden öğrenilir. Kesin inanca sahip olduğu bir hususta insan
kuşku duymakla nitelenir mi, nitelenmez mi? Hakkı sadece Hakkın bilmesi, bu
menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ’ya nispet edilmesi uygun olan şey, bu menzilden
öğrenilir. Kendisini izale eden bir duruma maruz kalsa bile, doğasında doğanın
hükmünün dışrna çıkmamak özelliği bulunan kimsenin hali bu menzilden
öğrenilir. Öyleyse söz konusu şey sürekli kaybolurken doğa baskın gelir ve
değişmez.
Meleklerin hallerinin başkalaşması
nereden gerçekleşir? İnayet ve âlemin inayetteki tabakaları, bu menzilden
öğrenilir. Ağır başlılık ve acelecilik, bu menzilden öğrenilir. Müjdenin
genelliği ve korkutmanın özelliği gibi zikredilmesi uzun sürecek pek çok bilgi,
bu menzilden öğrenilir. Biz onlarm arasından sadece mühimlerini zikrettik.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
ÜÇ YÜZ KIRK SEKİZİNCİ BÖLÜM
Cem' ve Vüeud Kalbinin Sırlarından İki Sırrın Bilinmesi
Denirse ki, âlemde daha geniş var mı? , ,
Allah Teâlâ’nın
rahmetinden daha genişi
De ki: Kalp daha
geniştir; imanın bulunduğu Allah Teâlâ evi o Vera ve takvayla süslenmiş . .
Hakkı bilgice suretiyle ihata etmiş O
kendinde aziz ve izzetinde tevazu sahibi
Kalp benim mülküm ve Yaratanın meskeni
Ömrüme yemin olsun, buna iman ederim
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem şöyle der: ‘Râhman’ın nefesinin bana yemen yönünden geldiğini
hissediyorum.’ Böylece Allah Teâlâ kendisini Ensar vasıtasıyla rahadatmış ve
ona nefes vermiştir. Ensar O’nun kelimeleriydi ve Allah Teâlâ onlar
vasıtasıyla dinine yardım etmiş, onu galip getirmişti.
Bu menzil, Rahman’ın nefesinin
menzilidir ve ulvi-süfli, ruhcisim, mana-duyu, zahir-bâtm Allah Teâlâ’nın
dışındaki her şey demek olan âlemdeki bütün ilahi menziller, buradan ortaya çıkar.
On kategori ondan çıkmıştır. Bir hadiste söylediğimizle ilgili bir koku
(işaret) zikredilmiştir. Onun her cisme, türe ve âlemdeki her şahsa uzayıp
başka bir cinse, türe veya şahsa ait olmayan yönleri vardır.
Bu menzilin bir sureti, ruhu ve Hakka
suret nispeti yönüyle ilahi haddi vardır. Fakat kastettiğimiz, suretin
bâtınıdır ve onun hükmü zahirde ortaya çıkar. Bâtın ise bu menzilin suretidir.
Fakat o bâtında daha yetkindir. Bu nedenle el-Bâtın adı el-Evvel, el-Ahir ve
ez-Zahir isimlerinden sonra gelir. Bunun nedeni, bu ilahi nitelikleri ifade
etmiş olmasıdır. Şöyle ki: İlahi emir, sonra gelende öncekine göre daha yetkin
ve tamdır. Sonra gelende öncekinde bulunan şeyler bulunurken bir de ilave
vardır. İlahi varlık kelimeleri de böyledir. Sonra gelen (ahir) ilkte bulunanı
içerirken zahir olan sonra gelende, ilk olanda (evvel) ve bâtında olanları
içerir. Bâtın olan ise zahirde, sonra gelende ve ilk olanda bulunanları içerir.
Bâtından sonra bir şey gelseydi, bâtın onu da içerir ve kabul ederdi. Fakat sınırlama
bu dörtten başka bir şeyin olmasını engellemiştir. Allah Teâlâ’nın hüviyetinin
dışında bunların bir dördüncüsü yoktur ve âlemde ancak bu dörtten bir hüküm
çıkabilir. Ruhlar âlemi ve cisimler âlemi bu dördün suretine göre ortaya
çıkmıştır, başka bir âlem de yoktur! İlahlık âleminde bilgi, irade, kudret ve
söz (kavi) ortaya çıkmıştır. Doğanın dışındaki ruhlar âlemiyle doğa âlemi bunlardan
çıkmıştır.
Sonra bu dört ilahi nitelikten doğa
dört şeye dayalı olarak ortaya çıkmıştır. Onlardan kesif ve latif kısımlarıyla
cisimler âlemi zuhur etmiştir. Nitekim ilahi dört nitelikten de tedvin ve
tasvir âlemi akıl, nefs, doğa ve -cisimlerin zuhurundan önceheyula olarak
ortaya çıkmıştır. Rükünleri de dört olarak izhar etti: Ateş, hava, su ve
toprak. Hayvani yaratılışı dört karışım (ahlât-ı erbaa) olarak izhar etmiş, bu
karışımlardan dört kuvveti izhar etmiştir. Bunlar, tutma kuvveti, çekme
kuvveti, itme kuvveti ve hazmetme kuvvetleridir. Böylece varlık dörtlü üzerine
kurulmuştur.
Allah Teâlâ onu kendisi için dört
rükne dayalı bir ev tarzında yapmıştır. Çünkü Allah Teâlâ Evvel, Ahir, Zahir ve
Bâtm’dır. Bâtına ait olan hacer-i esved rüknüdür, çünkü o Allah Teâlâ’nın
yeryüzündeki elidir. Allah Teâlâ’ya biat etmek üzere o el öpülür. Göz, taşı
görürken kalp gözü Allah Teâlâ’nın elini görür. Sağ el taşın bâtınıyken göze
görünmez. Öyleyse hacer unsuru diğer unsurlardan üstündür ve böylece bâtının
hükmü kendisinden önce gelen üç niteliğin hükmünü de içermiştir. Bu konu, bu
menzile özgü hususlardandır.
Bu menzilin özü, kendisine yardımın
ondan gerçekleştiği ilahi surettir. Bu, suretin ruhudur ve özün özüdür ve o bu
menzile yardım hâzinesidir. Bu menzil, bütün âlemde tahakküm özelliğine
sahiptir. Onda bir lamba vardır, lamba fanus içindedir ve bir ağaçtan tutuşur.
Bu ağaç onun hüviyetinin ağacıdır ve ne doğuya ne batıya aittir. Bu yağ herhangi
bir yönde olmayı kabul etmez. Yağ -madde demektirışığın ortaya çıkmasının
sebebidir. İşte bu dört şey, kandil, fanus, lamba ve yağdır. Beşincisi i.se
hüviyettir ve yönlerden münezzeh ‘zeytune ağacı’ demektir. Onun ağaç diye
isimlendirilmesi, teşacür kelimesinin anlamından kaynaklanır. Teşacür çatışma
ve tezat demektir. Bunun nedeni, ilahi hüviyetin taşıdığı mütekabil isimlerdir.
Bu isimler, el-Muiz, elMüzil, ed-Dar, en-Nafı gibi birbirinden farklı
isimlerdir. Gerçeği olduğu hal üzere bildirirken, ilahi ibarelerin ne kadar
yetkin olduğuna bakınız!
Bu menzile girip de âlemde ve
hakikatlerinden herhangi bir şeyi kaçıran, menzile girmemiş, sadece şeytan veya
nefs menzile girdiği zannını ona vermiş demektir. ‘Onu
öldürmediler, asmadılar, fakat onlara öyle göründü:164 Çünkü hayal mertebesi her sureti
inşa eder. İnsanların çoğu bu hayalî mertebeye girer ve onlara yansıyan
suretleri görür, fakat bulunduğu hal üzere hakikati sabit varlığı gördüklerini
zannederler; hayalin suret verdiğinden başka bir şey görmemişlerdir. Böyle bir
imtihana tabi tutulan insan bir süre beklemelidir. Gördüğü şey varlıkta
hakikati sabit bir ruh veya duyulur bir şey ise, o şey sabit kalır ve başkalaşmaz;
hayal ise sabit değildir ve hızla başkalaşır. Kişi onda başkalaşan sureti
görür ve başkalaşmanın göründüğü şeyin daha önce gördüğünün aynı olduğunu
anlar. Bir kısmı kendi nefsini iki veya daha fazla surette görür ve kendisinin
o olduğunu bilir. Böylelikle dışta duyu ve ruh olarak sabit olan suretler ile
hayali suretler ayırt edilir. Bu konuda bilgisi olmayanın terazisi budur.
Dikkatini çekmiş ve sana nasihatimizi
yapmış olduk. Keşif ehlinden isen, bu teraziden gafil kalma. Allah Teâlâ hayvani
âlemde uykuyu sıradan insanlar hayal mertebesini müşahede etsinler diye
yarattı. Böylece duyusal âleme benzeyen bir âlem olduğunu öğrenirler. Bunun yanı
sıra Allah Teâlâ, uyuyan için hayali suretlerin sürade başkalaşmasıyla da
duyusal ve sabit âlemde ve kevnde her nefes başkalaşmalar olduğuna akıllıların
dikkatini çekmek istemiştir. Fakat gözler ya da duyular, bu değişimi fark
edemez. Özel olarak, konuşma ve hareketlerde değişim fark edilir. Bu iki
sınıfın dışında, başkalaşma ve dönüşmeler kalp gözüyle idrak edilir ki o da
keşif demektir. Ya da hepsinde olmasa bile, bazı suretlerde doğru düşünmeyle
idrak edilebilir. Çünkü fikir bu konuda eksik kalır. Bütün bunların esası,
yani hayalde veya duyuda veya âlemdeki herhangi şeyde -çünkü âlemdeki her şey
sonsuza kadar sürekli olarak başkalaşırbir suretten onun benzeri veya farklı
bir surete gerçekleşen başkalaşmanın esası, kendisine yardım eden asıldaki
başkalaşmadır. Asıldaki başkalaşma, sahih bir hadiste geçtiği üzere, Hakkın suretlerde
halden Hakk girmesidir. Mana ve suretlerdeki başkalaşma böyle gerçekleşir.
Bir manadan bir manaya
Suretlerden suretlere
‘O her gün
bir iştedir’165 ayetinde
bu başkalaşma belirtilir. Bu başkalaşma, Allah Teâlâ’nın var olanlarda meydana
getirdiği başkalaşmalardır. Dolayısıyla her suretin sadece başkalaşmaya ait
olan bir hükümle başkalaşması zorunludur. Söylediğimizi anladıysan, gerçeği
olduğu hal üzere açıklamış oldum. Bu konuda, yani âlemin başkalaşması hususunda
bir hatırlama vardır Ki, kalbi olana aslın da başkalaştığını hatırlatır. Çünkü
kalp bir halden öteki Hakk başkalaşma özelliğine sahiptir ve bu nedenle ‘kalp’
diye isimlendirilmiştir. Kalbi ‘akıl’ diye yorumlayanın gerçekler hakkında bir
bilgisi yoktur. Çünkü akıl, ‘ikal’den hareketle sınırlama anlamına gelir. Akıl
derken -ki sınırlama demektirbizim kastettiğimizi kastediyorsa, yani başkalaşma
özelliğiyle sınırlanmış olanı kast etmekteyse, bu doğru bir yorumdur. Bu
yorumla akıl da sürekli başkalaşır. Nitekim ‘telvinde temkin’ hakkında aynı
şeyi söylemekteyiz: Sürekli bir değişim var ve herkes bunun farkında değil!
Dehr’in
(zaman) niteliğinin başkalaşma, Allah Teâlâ’nın da dehr olduğunu öğrendik.
Buradan O’nun suretlerde sürekli başkalaştığını ve her gün bir işte olduğunu da
anladık. Gün nefes ölçüsüdür. Bu, başka bir isminden değil -düşünürsen anlarsın
kiDehr isminden kaynaklanır. İnsan kalbini murakabe ederse, onun bir halde
kalmayacağını görür. Asıl bu özellikte olmasaydı, başkalaşmanın bir dayanağı
olamayacağını da öğrenirdi. Çünkü kalp yaratıcısının iki parmağı arasındadır
-ki Rahman’dır. Parmakların kendileri başkalaşmadan kalbi değiştirmesi, kalpte
irade edilen değişmeyi gerçekleştirme maksadına matuftur. Her kim kendini
bilirse, Rabbini de bilir. Parmaklarla ilgili hadiste ilahi bir müjde vardır.
Çünkü hadis iki parmağı Rahman’a izafe etmiştir. Rahman, kalbi bir rahmetten
öteki rahmete çevirir. Bu çevirme türleri içerisinde bela bulunursa, belanın
içinde de insana gizli fakat Hakkın bildiği bir rahmet bulunur. Çünkü kalbi
çeviren iki parmak, Rahman’m parmaklarıdır. ;
Zikrettiğimiz hususu öğrenince,
suretinin âlemine yardım eden varlığın kalbinin kim olduğunu öğrenirsin. Bu
suret onun için kalp ve onun parçalarıdır. Aynı zamanda o cem' kalbi demektir.
Bu kalp, varlık suretinin içerdiği zahiri ve bâtıni hakikatlerdir. Allah Teâlâ her
gün bir işte olduğu için âlem de -ki o bu kalıbın suretidirher nefes bir halden
bir Hakk başkalaşır. Dolayısıyla âlem, hiçbir zaman veya zamanın bir halinde,
aynı halde kalmaz, çünkü Allah Teâlâ sürekli yaratandır: Bir şey iki anda aynı
halde kalsaydı, Allah Teâlâ’dan müstağni olurdu. Fakat ‘insanlar
yeniden yaratmadan kuşku içindedir.’166 Keşif ve vücud (vecd) ehline,
hallerin ve müşahedenin başkalaşmasını müşahede imkânı ihsan eden Allah Teâlâ
münezzehtir! O, her "gün bir iştedir ve Dehr’dir. Dolayısıyla büyük ve
küçük âlemde bu Dehr’in hükmü boşa çıkmaz. Küçük âlem insandır ve tesir
özelliğine sahip dört bilinenden birisidir. Birinci bilinen bizim için insan,
İkincisi insan âleminin zahiri sureti olan büyük âlemdir ve insan o suretin
kalbidir. Burada sadece kâmil, yani mertebenin sahibini kastetmekteyim ki o,
üçüncü bilinendir. Dördüncü bilinen ise, kadim, ve hâdis varlıkta hükme sahip
‘hakikatler hakikatidir.’ Burada zikrettiğimizin dışında etkiye sahip beşinci
bir bilinen yoktur.
Bu menzilden imanın yetmiş küsür olan
şubeleri ortaya çıkar. En aşağı mertebedeki yoldan eziyet veren şeyi
kaldırmakken en üstteki ‘lailahe illAllah Teâlâ (Allah Teâlâ’dan başka ilah
yoktur)’ demektir. Bunların arasmda menziller vardır. Bu, iman menzilidir ve
söz konusu iman müminin kalbinde ortaya çıkar. İlahi isimlerden ona mahsus olan
isim ise elMümin’dir.
Buradan el-Mü’min imanın şubelerini
belirlemiş ve onları açıklamıştır. Muhammed ümmeti ömürlerini bu menzilden
almıştır ki onun ömrünün nihayeti yetmiş senedir. Buna ilave olmaz; ömrüne
ilave olan kimse, Muhammedi değil, Allah Teâlâ’nın Âdem’den Halid b. Sinan’a
kadar dilediği bir peygamberin varisidir. Onun ömrü varisi olduğu kimsenin ömrü
kadardır. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ümmetinin ömrü hakkında
‘altmış ile yetmiş sene arasında’ olduğunu söylemiş, yetmişi ümmetinin ömrünün
nihayeti saymıştır. Buradan Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
Muhammedîleri kast ettiğini anladık. Onlar, Allah Teâlâ’nın bütün nebilere
karşı Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e tahsis ettiği hüküm ve üstün
mertebeleri tahsis ettiği kimselerdir. Çünkü biz ‘İnsanlar
için çıkartılmış en hayırlı ümmetiz.’167 Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemden önce herhangi bir peygambere her hüküm ve
mertebe, söz konusu peygambere mahsus olsa bile onda ortaklık gerçekleşmiştir,
yalnız başına o peygambere ait değildir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin
sahip olduğu kâmil şeref, diğer peygamberlere olmadan sadece kendisine tahsis
edilen özelliklerle gerçekleşmiştir ki, ümmeti de kendisi gibidir. Öyleyse
dünyadan ayrılırken veya yaşarken bu ümmet ile ortak bir şeriata göre yaşayanı Hz.
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’den önce kendisiyle zuhur ettiği şeye
nispet ederiz. Bu sayede iki durum arasındaki fark ortaya çıkar ve şahsın
menzili öğrenilir. Bununla birlikte bu insan aldığını Muhammedi ikrardan
almıştır, çünkü o Muhammed ümmetindendir. Fakat ortaklık tahsisten ayrışır.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem altmış üç yaşmda vefat etti. Ömrü yetmişi geçen herkes, onun ümmetinden
olsa ve Muhammedi ihtisas onun adına gerçekleşmiş olsa bile, ortak şeriatta
can vermiştir. Ömründe eksilme olduğunda ise ihtisas onun adına gerçekleşmiş
olsa bile özel hükümde değillerdir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in Muhammed
ümmetinden ömürlerinin nihayeti saydığı yetmişin dışına çıkanlar ise özel
hükümdedir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem öyle birini kendisiyle diğer
ümmederi ayart etmek üzere ayırmıştır.
Bunlar, akıl ve kıyasla
anlaşılmayacak ilimlerdendir, ilahi vergiyle öğrenilebilir.
Aynı şekilde, dört halifeden her
birisini altmış üç küsür yaşındayken öldüğü aktarılır. Bu durum, onların ortak
şeriatın hükmünde değil, Muhammedi ihtisas ve ayrıcalık içinde ruhlarını
teslim ettiklerini gösterir. Bu menzilde dört halifenin diğerlerinden
farklılığı belli olur. Aynı zamanda diğer on sahabenin üstünlükleri de bu
menzilden ortaya çıkar. Bunlar Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz.
Sa’d (b. Ebi Vakkas), Hz. Saîd, Hz. Talha, Hz. Zübeyr, Hz. Abdurrahman b. Avf,
Hz. Ebu Ubeyde b. el-Cerrah’tır. Bu onların menzilidir ve Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem onlar için bu menzili belirlemiş, bir meclis içinde adlarını
vererek cennete gireceklerine şahidik etmiştir. Cennete gireceklerine şahidik
edilenler sayıca çoktur, fakat onlar bir mecliste söylenmemiş ve özel
niteliklerle sınırlanmışlardır. Söz gelişi hesapsız cennete girecek yetmiş bin
kişi vardır ki bunlardan birisi Hz. Ukaşe b. Muhsin’dir. Buna ‘hesapsız derken’
dikkat çekmiştir. Başka bir ifadeyle cennete girmek, onların hesabında değildi
ve bunu ummuyorlardı. Onlara Allah Teâlâ’dan hesap etmedikleri bir iyilik
ulaşmıştır. Onlar, (tedavide) rukye ve iktiva kullanmayan kimselerdir. ‘Onlar
rablerine tevekkül ederler,’168 ‘Rukye yapmazlar’,
kendilerine ulaşan acıyı ortadan kaldırmak üzere rukye yapmazlar ve maruz
kaldıkları acı nedeniyle kimseye başvurmazlar demektir. Kelime mübalağa
bildirmek üzere istifal babından gelmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem rukye yapmış, kendi hastalığında tıptan yararlanmıştır. Çünkü
peygamber, uyulma makamındadır ve zayıf veya güçlü her insan onu örnek alır.
Peygamber âleme bir rahmet olduğu gibi bütün peygamberler de öyledir. Onların
durumuyla ümmetlerinin durumu bir değildir. Böyle davranmaları onların makamlarına
bir zarar vermez. Onlar, ümmetlerine güçlü veya zayıf göründükleri için,
meçhul bir makamdadırlar. Kimse onlara nispet edilen makamları bilemez: ‘Ve
uğursuzluk görmezler.’ Çünkü ‘tair’ haz demektir, onlar ise nefislerinin
hazlarını aşmış insanlardır ve Allah Teâlâ’nın kendilerini yükümlü tuttuğu
amellerle ilgilenerek rabliğin üzerlerindeki hakları yerine getirirler. Bunu
yaparken de nefisleri için Allah Teâlâ’dan ücret ve sevap talep etmezler. Fakat
Allah Teâlâ bu ücreti yerine getirdikleri amellerine karşılık onlara vaat
etmiştir. Bununla birlikte onları amele sevk eden şey, belirlenmiş ücret değil,
(kulluktan ibaret olan) makama hakkını vermekle ilgili söylediğimiz husustur.
‘Onlar uğursuz saymaz’ derken kast edilen budur. Yani onlar hazları bilmezler,
‘iktiva etmezler’. İktiva ateşle olabilir. Allah Teâlâ onları ateşin temasından
korumuştur. Böylece içlerinden iktivaya gerek duymadıklarını görürler. Bu,
farkında olmadıkları yönden ilahi bir korumadır. ‘Rablerine
tevekkül ederler.’169 Yani O’nu
vekil edinirler. İnsan vekiline dayandığı gibi O’na dayanırlar. Bu, orta
marifettir ve ikinci maksattan onlara gelmiştir. Böylece Allah Teâlâ’nın eşyayı
onlar için, kendilerini O’nun için yarattığını öğrenirler. Bu nedenle,
kendilerini bütünüyle yaratılış sebeplerine tahsis edebilmek için, onlar adına
yaratılan işlerde O’nu vekil edinirler.
Burada ‘orta mertebe’ olduğunu
söyledik, çünkü onun üzerinde üst mertebe vardır ve bu mertebe birinci maksada
karşılık gelir. Şöyle ki, Allah Teâlâ, âlemi kendisini tespih etsinler diye
yaratmıştır. Biz ise, inayet ve tabilik yoluyla, ondan yararlanırız. İşte
ikinci maksat budur. Çünkü Allah Teâlâ bizi düzenlemiş, göklerde ve yerdeki her
şeyi bir maksada bize amade kılmıştır. Bu maksat, insanlık âleminde ve bu âlemin
dışındaki âlemlerde tüm işlerinde O’na tevekkül edecek kimselerin
bulunmasıdır. Allah Teâlâ’ya tevekkül eden, O’nun her şeyde bir yüzü
bulunduğunu bilir ve bunu ancak mümin söyleyebilir. Çünkü mümin olmayan şöyle
der: ‘Allah Teâlâ’dan nedensellik yoluyla sadece bir meydana gelebilir. O’nun
tümel bilginin dışmda âlemin tikelleri hakkında tafsili bilgisi yoktur. O’nun
tümel bilgisine bütün tikellerin bilgisi dahildir.’ Bu nedenle Allah Teâlâ tevekkülü
müminlere tahsis ederek şöyle demiştir: ‘Mümin
iseniz, Allah Teâlâ’ya tevekkül edin.’170 Burada tevekkülü kulun kalbinde iman
bulunduğunun alameti yapmıştır. Allah Teâlâ’yı ise tevekkül eden müminlerden
özel bir grup vekil edinmiştir. Onlar bu konuda özellikle ‘Allah Teâlâ’yı
vekil edin’171 emrine
bağlanan kimselerdir. Eşyanın varlığı hakkında bilgisi olmayan, kendisinin mal
sahibi olduğunu ve kendisine ait malda Allah Teâlâ’yı vekil edindiğini
zanneder. Bu kişi zanneder ki, malların insana izafesi ‘Mallarınız’172 ayetinde geçtiği üzere bir mülkiyet
yoluyla yapılmış bir izafedir. Bilmez ki bu izafet, atın semeri, evin kapısı
örneklerinde olduğu gibi Hakk ediş izafetidir. Bizim ve büyüklerin görüşü
farklıdır. Allah Teâlâ bize şöyle der: ‘Allah
Teâlâ’nın sizi halife yaptığı şeylerden infak edin.’173 Bize ait olan malda Allah Teâlâ’yı
vekil edindiğimiz gibi onu kullanmada da O’nu vekil saydık. Çünkü biliriz ki
vekil edindiğimiz Hakk, maslahatları en iyi bilen ve -israf veya cimrilik
etmeyecek şekildeharcama yerlerini en iyi bilendir. Allah Teâlâ nereye ve ne zaman
infak edeceğimizi ilham ederek bizim adımıza infak ve harcama işini üsdenir.
Harcama ve infak bizim elimizde ortaya çıkar ve harcarken elimiz vekilin
elidir. Öyleyse biz, infak ederken, yönleri bildiğimiz için masumuz. Aynı
zamanda bizim elimiz Hakkın elidir. Çünkü bu el vekilin elidir. Böyle bir şey
ancak ilahi keşif vasıtasıyla öğrenilebilir. Onlar, tevekkülde böyle hareket
eder ve bunun farkına varmazlar. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Hesapsız
olarak:174 Onlar, bir
basirete sahip değildir ve fiilleri ise ilahi inayede basiretli insanların
fiilidir. ‘Allah Teâlâ rahmetini dilediğine tahsis eder. O büyük
fazilet sahibidir.’17-5 Fazilet,
ziyade ve ilave demektir.
Bilmelisin ki, âlemin varlığı,
varlığı özü gereği zorunlu olana bağlı olmasaydı, âlemdeki şeylerin bir kısmı
diğerlerine-dayanır, iş teselsüle giderdi. İnsan âlemi nazarî yolla bilmeye
çalıştığında, bu irtibatı dikkate alarak bir şeyden başkasına geçer (âlemin
içinden çıkamazdı). Böyle bir sakınca, bilhassa Allah Teâlâ ehlinin âlemi
bilmesinde geçerli değildir. Onlar, şekilci alimlerin ve oluşu bilenlerin
düşünme kanununa göre hareket etmez. Bu düşünce kanunu, âlemdeki şeyler
arasındaki irtibattan hareket etmektir ve bü nedenle onların bir şeyden
başkasına vardıklarını görürsün. Bununla birlikte birinin ulaştığı sonucu
öteki doğru bulmaz. Bu ise Allah Teâlâ’nın bilgisidir. Vakıa, ortada bir
ilişki ve münasebet vardır, fakat son derece gizlidir. Bu durum ‘Namazı
ve orta namazı koruyun’176 ayetiyle ‘Allah
Teâlâ için ayağa kalkın’177 ayetlerinde
görülebilir. Burada namaz ayeti gelmiş, öncesinde de evlilik, boşanma, ardından
da ölüm, vasiyet gibi zahirde namazla aralarında ilişki bulunmayan ayeder
zikredilmiştir. Namaz ayeti buradan kalkarak sonraki ayet ile önceki ayeder
birbirine bağlansaydı, herkes aradaki tenasübü görürdü. İşte Allah Teâlâ
ehlinin ilmi böyledir.
Cüneyd’e tevhidin ne olduğu
sorulunca, soru sorana bir şekilde cevap vermiş, adam ‘Cevâbını anlamadım,
tekrarla’ demiş; Bu kez Cüneyd başka bir şekilde cevap vermişi Soru soran yine
‘anlamadım’ deyince, Cüneyd başka bir şekilde cevap vermiş ve ‘gerçek budur’ demiş.
Adam ‘onu bana yazdır’ deyince, Cüneyd şöyle demiş: ‘Bana yazdırılırsa, ben de
sana yazdırırım.’ Cüneyd bu sözüyle şiınu demek ister: ‘Ben arzumdan konuşmam.
Bu Allah Teâlâ’nın bilgisidir, benim değil.’ Kim Kuran’ı anlar ve onu
hakka’l-yakin derecesinde kavrarsa, Allah Teâlâ ehlinin bilgisinin ve onun
sınırlı bölümler altına girmeyeceğini, bir mantık kanununa tabi olmayacağını
veya bir terazinin onun üzerinde hüküm veremeyeceğini de öğrenir. Çünkü
onların bilgisinin kendisi bütünüyle bir terazidir.
Cisimler âleminden bu menzile ait
olan, feleklerden güneş feleğidir. Üzerinde yedi tane vardır. Üç gök, menzil
feleği, burçlar feleği olan atlas feleği, kürsü, ihata eden Arş -ki cisimler
âleminin sonudurona aittir. Altında da yedi tane vardır. Üç gök, esir küresi,
sonra hava, su ve toprak gelir. Bunların feleği kat etmesiyle de senenin dört
mevsimi ortaya çıkar. Bu sayının dört olmasının nedeni (daha önce) zikrettiğimiz
dörtlemedir. Çünkü Adas feleğindeki belirlenimlerden ibaret olan burçlar,
dörtlüdür. Allah Teâlâ onları dört mertebede belirlemiştir. Bunlar, ilahi
dördün hükmü ve doğal dört nedeniyle, ateş, hava, toprak ve sudur. Her
mevsimin üç hükmü vardır. İki hüküm iki uca, birisi ortaya aittir. Her hareket,
dakika, saniye ve salise -ki sonsuza kadar gideronların arasında hükümler
vardır. İkinci göğün yıldızı bizim yönümüzden karışıktır. O kâtiptir. Bu
nedenle iki âlemden bileşik olan Hz. İsa ona yerleştirildi. Çünkü Hz. İsa bir
melek ile beşerden meydana gelmiştir. Bunlar Cebrail ile Meryem’dir. Hz. İsa
bir ruhtan ruh ve beşerden beşerdi. Allah Teâlâ aynı şeyi bu türden başka
birisine yapmadı. Nitekim ‘cevari hunnes’ten başka birisini de Kâtip suretinde
yapmamıştır ve bu nedenle kâtip burada altınadır. Bu sayede ‘Beş kişi
yoktur ki, O altıncı olmasın’178 ayetinin üstünlüğü ortaya çıkar. O,
bizim cihetimizden İkincidir. Çünkü iki bağdır ve ‘be’ harfine karşılık gelir.
‘Be’ ilk yaratılan ve ezeli-ilahi suretin gölgesinden ibaret olan insandan
zııhur eden şeydir. Burada söz konusu olan Hakkın ilk olması değil, onun
ilkliğidir. Çünkü Hakkın ilk olması, herhangi bir ikinciliği kabul etmez. Çünkü
bu anlamda bir, sayı değildir; ilk sayı ikidir. Mevsimlerin ortaya çıkmasıyla
senede karışım gerçekleşmiştir.
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ bize ‘Dehr5
olduğunu bildirmiş, ‘Dehr’ olması itibarıyla bir takım günleri olduğunu
söylemiştir. Bunlar, Allah Teâlâ’nın günleridir ve Allah Teâlâ onları âlemde
isimlerinin hükümleri olarak belirlemiştir. Her bir ismin günleri vardır ki,
bunlar o ismin hükmünün zamanıdır. Hepsi ise Allah Teâlâ’nın günleridir ye
Dehr’in âlemdeki hükmü itibarıyla tafsilidir. Bu günler birbirine girer,
birbirine sokulur, birbirini örter. Bu, âlemde görülen tek bir zamandaki hükmün
değişmesinden ibarettir. Bu değişmenin nedeni ise günlerin birbirine girmesi,
birbirini örtmesi ve değişme ve yinelenmelerinden kaynaklanır. İlahi günlerin
de gece ve gündüzü vardır. Geceleri gaybıdır ve gayb onlardan bize gizli
kalandır ve doğanın üzerinde bulunan ulvi ruhlarda ve müheyyem ruhlardaki
hükümlerinin aynıdır. Gündüzü ise şehadettir. Gündüz, unsuri son cisme kadar
-ki doğanın altında bulunurlardoğal cisimlerde gerçekleşen bu günlerin
hükmüdür. O günün sedefi doğanın altında bulunan musahhar ruhlarda o günlerin
hükmüdür. Onlar, gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri dolduranlar; saf saf
duran, okuyan ve tespih edenlerdir. Onlar, belli makamlarda bulunurlar. Bir
kısmı ‘zacirat’, ‘mürselat’, bir kısmı taksim edenler, dölleyenler, ruhları
alanlar, neşelenenler, tedbir edenler gibi adlarla anılır. Bunun dışında
seyahat edenler, yükselenler, kâtipler, murakabe edenler de vardır. Bunlar, o
günlerin sedefi yönünden Allah Teâlâ’nın günlerinin hükmü altında bulunur. Bu
günlerin gündüzünün geceyi örtmesinden doğa üzerindeki ruhlar meydana gelirken
günlerin gecesinin gündüzlerini örtmesinden ise doğa altındaki cisimler var
olur. Gecenin gündüze karışmasından dolayı -gecenin hükmü ve ortaklığı
nedeniylesaf gündüz veya gündüzün hükmü ve ortaklığı nedeniyle saf gece
değildir. Bu nedenle bu hal o günler için ‘sedef diye isimlendirilmiştir. Bu
karışımdan doğanın altındaki ruhlar meydana gelmiştir.
Allah Teâlâ günlerini böyle taksim
edince, onların gecesini üç kısma ayırmış, gündüzünü üç kısma ayırmıştır. Allah
Teâlâ kullarına bu gündüzün gecesinin son üçte birinde tenezzül eder ki söz
konusu tenezzül Hakkın unsuri cisimleri yöneten doğal ruhlara tecellisidir. Diğer
üçte birde ise Allah Teâlâ amade/musahhar ruhlara tecelli eder. Birinci üçte
birde de müheymen ruhlara tecelli eder. Allah Teâlâ bu günlerin gündüzünü üç
kısma ayırmış, her bir kısımda -sürekli Allah Teâlâ’nın hamdini tespih etmeleri
yönüylecisimler, âlemine tecelli etmiştir. Birinci üçte birde Allah Teâlâ
gözlerin algılamadığı latif cisimlere, İkincisinde şeffaf cisimlere, diğer
üçte birde kesif cisimlere tecelli eder. Bu tecelli olmasaydı, onlar kimi
tespih ettiklerini bilemezlerdi. Hâlbuki tespih eden tespih ettiğini
bilmelidir. Allah Teâlâ’yı bilmek ise bir fikirden veya haberden meydana
gelmez: Allah Teâlâ’yı bilmek, tespih eden herkese yönelik tecelliden meydana
gelebilir. Onların bir kısmı bunu bilirken bir kısmı bilmez ve bir tecelliden
elde ettiği bilgiden dolayı tespih ettiğini anlamaz. Bu durum, insan ve
cinlerin bir kısmı için böyledir. Bu iki sınıfın dışındaki sınıf ise, onlara
tecelli edeni bilir ve genelde cisimler özelde ruhlar olarak müşahede ederek Allah
Teâlâ’yı tespih ederler. Gördüğünü ifade gücüne sahip olmayan varlık, kendisine
tecelli eden hakkında bir bilgiye sahiptir. İfade gücüne sahip olan da
böyledir. Fakat böyle biri emanet sahibidir ve ilahi bir emir almadıkça
konuşmaz. Böyle bir insan kendisine tecelli eden hakkında bilgi sahibidir. Kim
ifade gücüne sahip olduğunu bilirse, gördüğünü ve duyduğunu söyleyen bir laf
taşıyıcıdır. Böyle biri (konuşmak için) emanet sahibinin emrini bekleyen
güvenilir biri değildir. Çünkü Hakk tecellisinde kendisini ona bildirmemiştir.
Bunlar, dünya ve ahirette kendilerine tecelli ettiğinde Hakkı inkâr eden kimselerdir.
Allah Teâlâ bizi kendilerine tecelli edeni tanıyan güvenilirlerden etsin!
Şöyle diyebilirsin: ‘Gece ve gündüz
bir gün içinde güneşin doğumu ve batımıyla gerçekleşir. ‘Dehr’ diye
isimlendirilen Allah Teâlâ’nın günlerinde güneş nedir?’ Şöyle deriz: Güneş ‘göklerin
ve yerin nuru’179 diye ifade edilen Allah Teâlâ’nın ‘Nur’
ismidir. Bu nur, misil ve benzer konumundaki insan perdesinin ardından
üzerimize doğar ve batar. Biz onun ezeli surette yaratılmış gölge olduğunu ve o
suret sahibinden benzerliğin olumsuzlanırken (ayetin devamında) olumlandığım
söylemiştik. ‘O’nun benzeri (ke-mislihî; O’nun benzerinin
benzeri) bir şey yoktur.’180 Burada kef
harfi nitelik bildirir. Böylece O’nun gecesi bâtın, gündüzü zahir diye
isimlendirilir. Başka bir ifadeyle Hakk gecesi yönünden bâtın iken, nuru
yönünden zahirdir. İnsanın bu benzerliği nurun doğumunu ayırt eder ve böylece
gündüz ortaya çıkar. Nurun batmasıyla da gece meydana gelir. Bu, ez-Zahir ve
el-Bâtın’ın âlemdeki hükmüdür.
Daha önce her ismin âlemde bir hükmünün
bulunduğunu söylemiştik. Dehr kendisi yönünden tek bir gündür ve bir çoğalma
yoktur. O’nun gecesi ve gündüzü yoktur. İlahi isimler kendisini alıp hükümleriyle
Dehr’e ait bu ezeli ve ebedi günde ilahi günleri belirlerler. Şâri
(peygamberine) o günleri bize zikretmesini ve onları zamanın günlerinden
öğrenmemizi emretti. Nur ismi (Hakkın suretinin) misli olan gölgenin varlığında
çoğalmaya başlayıp âlemin içindekilerin üzerine doğmaya başladığında, böyle bir
doğum esnasındaki âlem kendilerinden nurun gizlendiği vakte kadargündüz;
batışından itibaren gece diye isimlendirilir. Bu nur gölgeden uzak ve ona gaib
olmadığı gibi güneş de doğumu ve batımında yeryüzünden uzak değildir. Güneş
sadece kendi içinde bulunan âlemde doğar ve gizlenir. Yeryüzündeki karanlık,
güneşin içindeki âlemde bulunan şeylerin bitişmelerinin gölgeleridir. Gerçekte
bu gölgedir, fakat ona ‘karanlık’ denilmiştir. Ona karanlık diyen ve bu keşfe
sahip olmayan kimse, karanlığın kesifliği nedeniyle yeryüzünün gölgesi
saymışlardır. O, ilahi gölgenin mislinde onu imar edenlerin gölgesidir, başka
bir şey değildir.
Allah Teâlâ, Atlas feleğinin
hareketinin oluşturduğu ye bizce bilinen bu günleri veya kalbin-yani güneşin
meydana getirdiği gece ve gündüzü isimlere ait ilahi günlerin hükümlerinin kendilerine
göre ölçüldüğü zamanlar yapmıştır. Onlar, söz konusu günler için terazi gibidir
ve bunlarla ilahi günlerin ölçüsü bilinir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Rabbinin
kâtında bir gün onların saydıklarından bin sene gibidir.’181
Üç yüz altmış gün bin ile çarpıldığında, sonuç Rabbin günlerine ait olan takdir
günleridir. Onlar sona erer ve sonra Dehr’de yeni bir gün başlar ve o gün Rab
isminden başka bir ismeait bir gündür. Üç yüz altmış gün elli bin seneyle
çarpılır ve bu çarpımdan çıkan sayı ilahi isimlerden Zi’l-mearic’e ait günün
süresidir. O gün sona erince, Allah Teâlâ Dehr’de başka bir isme ait yeni bir
gün meydana getirir. İş sürekli böyle devam eder. Her ilahi ismin başka bir
günü vardır. Biz bu iki günü, yani Rab ve Zi’l-mearic’i zikrettik, çünkü bunlar,
Kuran’da zikredilmiştir ve müminler bu ikisini inkâr edemez. Fakat bizim
söylediklerimizi inkâr, edilebilir. İşin gerçeği, daha önce söylediğimiz gibi,
bilinen veya bilinmeyen her ilahi ismin Dehr’de bir günü olmasıdır. Bu günler,
Allah Teâlâ’nın günleridir ve hepsi gerçekte Allah Teâlâ’nın günleridir: ‘Fakat
insanların çoğu bilmez.’182
İlahi isimlerden ilk akim gününe
indiğimizde, onun hükmü kendisini tümel nefiste gece ve gündüze taksim
etmiştir. Nefiste bu gün, Rabbine bilgi almak üzere yöneldiğinde aklın ondan
yüz çevirmesidir. Nefsin gündüzü ise bilgi vermek üzere aklın yönelmesidir ve
nefsin günü budur. Allah Teâlâ bu hükümden nefiste iki kuvvet yaratmıştır.
Birincisi bilgi kuvvetidir ki, bu, aşağıdaki âlemde nefsin gecesidir. Diğeri
ise, ameli kuvvettir. Bu ise, aşağısındaki âlemde nefsin gündüzüdür ve o
gayb-şehadet, harf-mana, makul-mahsus diye isimlendirilen şeydir. Nefiste bu
hüküm, gece ve gündüzü olmayan gündür; âlemde ise gündüz ve gecedir. Aynı
şekilde, tüm heyulanın gecesi onun cevheriyken gündüzü suretidir. O da
kendiliğinde bir gündür ve bu günde gece ve gündüz yoktur. Her gecenin ve
gündüzün güneşi, o güne gece ve gündüzün nispet edilmesini sağlayan hükmü izhar
eden sebeptir. Burçlar feleğine indiğimizde, onun hareketinde gün ortaya çıkar
ve onu kendisini kat eden kürsü meydana getirmiştir. O yukarıdan belirlenir.
Çünkü hareketi yeterli bir şekilde ortaya çıktıktan sonra, bir daha onda ortaya
çıkması mümkün değildir. Bu nedenle o gecesi veya gündüzü olmayan bir gündür ve
dibi yönünden günlerin bir miktarı yoktur. O, parçaları birbirine benzeyen
fakat hükümleri benzemeyen bir şeydir.
Kürsü ‘burçlar’ denilen miktarların
belirlenmesiyle hükümlerin ortaya çıktığı yerdir. Bu nedenle ondaki her miktar
için belli bir melek belirlenmiş, miktarlar o meleğin üstlendiği hükümlere göre
belirlenmiştir. Bir dönüş döndüğünde, bu dönüş, kürsü yönünden ‘gün’ diye
isimlendirilir. Kelime Arş’ta tıpkı günün hükmü gibi tekti. Kürşü Arş’ın
altında yeryüzünün bir noktasına atılmış halka gibi var olunca, Arşın günü olan
bu tek kelime kürsüde bölünmüştür. Onun bölünmesi, kürsüye sarkan iki ayak
nedeniyle olmuştur. Bunlar, Rab ve Cebbar’ın ayaklarıdır. Bu iki ayak Arş günü
için günün bölümleri olan gündüz ve gece olmuştur; Arş günü ise kelimenin
birliğidir, çünkü Allah Teâlâ’nın emri tektir.
Allah Teâlâ burçlarm miktarlarının
kendisini ayrıştırdığı sabit yıldızlar feleğini var etti. Her yıldızın burç
feleğinde bir yürüyüşü vardır. Yıldız bütün feleği kat ettiğinde, bu süre bir
gündür ve üç yüz altmış dereceden bir dereceyi kat eder. Bu iki felek arasında Allah
Teâlâ, cennette bulunan şeyleri ve sayısını sadece Allah Teâlâ’nın bilebildiği
âlemleri yaratır. Burçlar feleğinden cisim âlemine kadar hava, ateş, su ve
toprak kaynaklı burçlarm hükmü her felek ile öteki felek arasındaki fezada
ortaya çıkar ki bu durum müşahedeyle bilinir. Bu konuda bilgisi olmayanlar,
felekler herbir feleğin dibindedir derler. Her dip, bir altındaki feleğin
yüzeyidir. Hâlbuki bu insanlar, feleklerin arasında feza bulunduğunu, onda doğanın
hükmü olduğunu bilmez. Unsurlarda da doğanın hükmü vardır. Ancak doğanın hükmü
kabiliyetlere göre değişir. Sonra Allah Teâlâ dört rüknü Atlas feleğindeki
burçların sahip olduğu özelliğe göre yaratmıştır. Her burç, burçlardaki üç yön
nedeniyle, iki rükün ve bir orta sahibidir. Esir koç, aslan ve yay hükmüne
sahiptir. Yay ve aslan iki uca, koç ortaya aittir. Toprağa ait olan, boğa,
başak ve oğlaktır. Oğlak ve başak iki uca boğa ortaya aittir. Havaya ait olan
ikizler, terazi ve oğlaktır. Terazi ve ikizler uca, kova ortaya aittir. Suya
ait olan, yengeç, akrep ve balıktır. Balık ortaya, akrep ve yengeç iki uca
aittir.
Burçları böyle sınıfladık, çünkü
zamanın ve atlas feleğinin ihtiva ettiği âlemin varlığı terazi taTinde
(yükselişinde) gerçekleşmiştir. Dönüş Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
gönderilmesiyle sona erdi. Bugün onun otoritesi altındayız. Bu nedenle bilgi,
keşif ve adalet bu ümmette diğerlerine göre daha çoktur. Hayat ne kadar
sürerse, terazinin otoritesi güçlenerek keşif artar. Bu durum, insanların
genelinde ve özel insanlarda ortaya çıkar. Artık bir insan kırbacıyla konuşur,
ayakkabısının bağı evde ailesinin yaptıklarını ona söyler. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Zaman Allah Teâlâ’nın kendisini
yarattığı ille Hakk döndü.’
Allah Teâlâ rükünleri yarattığında,
onlardan bir buhar yaratmış, yedi göğü hareketsiz-sakin bir halde o dumanda var
etmiştir. Her göğe onun için felekler yaratacağı şekilde bir emir vahyetmiş,
gökleri civarü’lkünnes ve’l-hunnes’in yüzdüğü bir yer yapmıştır. Onlarda
kendilerini dolduran melekler yaratmış, meleklerin inmesi ve yükselmesi için
kapanan ve açılan kapılar belirlemiştir. Göklere dilediği peygamber ve kullarının
ruhlarını yerleştirmiştir. Yedinci göğün yüzeyiyle yıldızlarının feleğinin
bitişi arasında Sidre-i münteha’vı yaratmıştır. Onu Allah Teâlâ’nın nuru
dilediği şekilde kapsar. Bu göğün yüzeyinde beyt-i darah’ı yarattı ki daha
önce zikredilmiş ve her gün oraya giren meleklerden söz edilmişti. Sidre’den
cennete doğru akan dört nehir çıkar. Allah Teâlâ oradan celal diyarına da iki
nehir çıkartır. Bunlar, yeryüzündeki Nil ve Fırat nehirleridir. Nil kamer
dağından çıkarken Fırat Erzenirum’dan çıkar. Toprağın mizacı onlara etki
ederek cennetteki aslî tadarını yitirirler. Kıyamette ise Seyhıın ve Ceyhun
nehirleri gibi cennete dönerler.
Allah Teâlâ daha önce dumanda dürülü
halde bulunan gökleri yardığında/ayırdığında, günümüzdeki gökler meydana
gelmiştir. Duhan onların aslıdır; nitekim Allah Teâlâ Adem’i de topraktan
yaratmıştır.
Başka bir ifadeyle onun aslı
topraktır. Hâlbuki Âdem et, kan, sinir, damarlardan oluşmuş, aynı zamanda bizi
kokuşmuş bir sudan yaratmıştır. Allah Teâlâ güneşi yaratıp onu doğdurup
batırmakla yeryüzünde geceyi ve gündüzü meydana getirmiştir. Göldere gelirsek,
onlar gece ve gündüz bulunmayan ışıktır. Gecenin çıktığı yer güneşin battığı
toprak küresidir. O bir kandilin ışığının şekli gibi koni şeklindedir. Onu
fitilin başından çıkarken görürsün. Böylece hava tutuşmasının gücü sona
erinceye kadar bir konu şeklinde yanar. Sonra kesilir ve üzerindeki hava
sıcağı güçlü alev olmadan yanar bir halde kalır. Bu yıldızlar, feleklerinde
yüzdüklerinde, Allah Teâlâ her yıldız için burç feleğinin hareketinden bir gün
belirlemiş, günleri feleğin hareketinin kendisiyle sayıldığı ‘zaman’ diye
isimlendirmiştir. Nitekim burcun feleğinin hareketini de günler olarak
belirlemiştir. Her hareket bir gündür ve onunla bilinmeyen ve algılanmayan
mevhum zaman ölçülür. Söz konusu zaman kendisine sövmenin bize yasaklandığı
Dehr’dir. Bize bu yasağı koyan ‘Allah Teâlâ Dehir’dir’ demiş, onu Allah
Teâlâ’nın isimlerinden yapmıştır. Allah Teâlâ güzel isimlerin sahibidir. Her
bir günün gecesi ve gündüzü vardır. Her geceyle gündüzü arasındaki fark ise
gece ve gündüzün kendisinde ortaya çıktığı güne ait yıldızın hükmüyle
gerçekleşir. Yıldızlardan gündüzün ilk saatinin kime ait olduğuna bakılır! O
güne hakim olan odur. Aynı şey gecelerde aranır. Gecenin ilk saatinde hükmün
sahibi olan yıldız, günün ilk saatinde hüküm sahibi olan yıldızdır. Bu gece o
günün gecesidir ve bu durum hesapla öğrenilir.
Allah Teâlâ yeryüzünü yedi katlı
olarak dürmüş, her kata yıldızlardan birisinin kendisine bakışını kabul etme
özelliği vermiştir. Bütün bunları daha önce açıklamıştık. Allah Teâlâ her
yıldız için burç feleğinde bir kat etme belirlemiştir. Yıldızın feleği kat
etmesi tamamlanınca, gün olur ve bu o yıldızın kat etmesinin meydana getirdiği
günüdür. Allah Teâlâ bu feleklerin hareket ve rükünlerini, ortadan ya da ortaya
doğru değil, ortada yarattı. Onları imar edenlerin hareketini de ortaya ve
ortadan yapmıştır. Eşya bu hareketler esnasında en yüce mertebedeki halk ve
emir âleminde meydana gelir. Bunlar, şeriatın ve aklın delilinin haklarında
hüküm verdiği, makul ve mahsus eserlerdir. Bu eserler, Hakkın yakın semaya
inmesi gibi, hallerin eserleri ya da Hakkın dua edenlere karşılık vermesi,
Âdemoğullarının zahiri ve bâtıni amellerinden meleklerin yaratılması, cennette
Âdemoğullarının amellerinden ağaç dikilmesi gibi söz ve amellerden meydana
gelen hallerin eserleridir.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in gece ve gündüzünün kemale erdiğini söylediği gün, Rabbin
günlerindendir. Tamamlayıp herhangi bir saatte sona erse, sona erdiği saat o
günün ölçüsüdür ve bu gün en-Nasır ve el-Hazil isimlerindendir. Çünkü bu iki
ismin günlerinin bildiğimiz bir miktarı yoktur. Onun terazisi Allah Teâlâ
katindadır ve sadeCe kendisi tarafından bilinir. Onların her insandaki hükmü
ise insanın ömrü kadardır. Bu isimlerin bu ümmetteki miktarları, dünya
halatında kalmaları kadardır. Bu ise ümmetin peygamberleri Hz. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellem’e bakışına bağlıdır. Ona baktıklarında, Rabbin günü
onlar adına tamamlanır. Yüz çevirdiklerinde, Rabbin gününden olan müddet onlar
için biter. Bu kez hüküm, Allah Teâlâ katında sadece kendisinin bildiği bir
günü olan bir isme döner.
Bu ümmetin günü ahiret gününe
bitişiktir, ikisinin arasında berzah gecesinin dışında başka bir şey yoktur.
Bu gecenin fecrinde ise diriliş için üfleme gerçekleşir. Gündüzünün güneşinin
doğumunda, Hakk ayırmak ve hüküm vermek üzere gelir. Sabah namazının iki rekâtı
ölçüsünde hüküm verme işi tamamlanır ve ardından iki yer ehliyle dolar. O gün,
Cumartesidir. Gündüzü cennetlikler için, gecesi cehennemlikler için ebedidir.
Cehennemde acıların süresi tamamlanınca -ki o bir grup hakkında elli bin sene,
başka bir grup hakkında daha azdıron dokuz melek cehennemliklere -öne geçen
rahmet nedeniyleşefaat ettiklerinde, acılar ortadan kalkar. Onların rahata
kavuşması, nimetin varlığı değil, acıların kalkması demektir. Bu kadarlık bir
rahatlık anladıysan-, cehennem ehlinin nimetidir.
VASIL
Cem’ ve Vücûd Kalbindeki İlimler
Bu menzilde bulunan ilimlerden birisi, efendilik rahmetinin ilmidir. Bu rahmet
nereden nida edilir ve neyle Hakk edilir? Onun ‘terhîm’ nidası olmasının hükmü
nedir? Terhîm kolaylaştırmak demektir ve atlar bu özellikle nitelendiği gibi
güzel kadına da rehimetü’l-delal denilir. Yani kolay demektir. Bu menzilde, her
şeyin toplamı değil, hikmetlerin toplamının bilgisi vardır. Çünkü mana veya
duyuda hikmederin ancak tertipte varlığı olabilir. Peygamberlerin değişmesi
nedeniyle, farklı türleriyle risalet, bu menzilden öğrenilir. Çünkü nebiler peygamber
oldukları gibi meleklerden ve beşerden de peygamber vardır. Hallerin
değişmesiyle risalet de değişir. Bütün bunlar, Allah Teâlâ’ya ve daimi
mutluluğa ulaştıran şeriatlardır. Onlarda eğrilik yoktur ve böyle bir şey zaten
mümkün de değildir. Çünkü şeriatlar, rahmet Arş’ında izzetle bürünmüş olarak
inmiştir. Dolayısıyla onlarda ümmederini onların hükmünün dışına çıkartacak bir
şey bulunmaz. Her ümmete rahmet ulaştığı gibi yükümlü olduğu şeriat da ulaşır.
Âlemde şeriadarın konulma hikmeti, dünya hayatında niçin konulup ahirette
konulmadıkları, bü menzilden öğrenilir. Ahirette şeriat olarak konulan şeyler,
bu menzilden öğrenilir. Misal olarak ağaca yaklaşmanın Âdem’e yasaklanmasını
verebiliriz. Daha sonra konulmasına misal olarak da Hakkın kullarını kıyamette
secdeye davet etmesini verebiliriz. Bu şeri hüküm sayesinde kıyamette Araf
ehlinin mizanı tartılır. Onların terazileri bu secdeyle ağır basınca, daha önce
Arafın surunda bulunurken cennete yönelirler. Araftayken onları ateşe götürecek
veya cennete sokacak bir amelleri yoktu.
Müminin gücü bu menzilden öğrenilir.
Mümin pek çok güçlü kâfire denktir. Bu nedenle müminlere düşmanlarla
savaşırken kaçmamak emredilmiştir. Bir kısmına on kâfirlik güç verilmiş, sonra
bu güç hafifletilmiştir. Artık bir müminine iki kâfir adamın gücü verilir. Bu
nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Ona ümmetinden
iki adam gücü verildi.’
Âlemde, hatta bu ümmet içinde gaflet
ve nisyanın varlığının bir rahmet olması -ki bunu hadis belirtirbu menzilden
öğrenilir. Aynı şey hata için geçerlidir. Söz ile Allah Teâlâ’nın sözü,
yaratıklara izafe edilen söz ve kelimeyle Allah Teâlâ’ya izafe edilenler
arasındaki fark, bu menzilden öğrenilir. Her sözün ve kelimenin yerine
getirilmesi gerekli zorunlu bir hakkı var mıdır, yoksa belli kelimeler için mi
böyledir? Hepsi kelime ve söz olma bakımından kelime ve söz iken, bu tahsisi ve
ayrıcalığı gerekli kılan nedir? Gerçekte hüküm söze aittir ve öne geçen odur.
İnsan seçiminde mecbur iken, niçin sorgu ve cezalandırma gerçekleşir? Bu, anlaşılması
güç, fakat tartışmalı bir konudur. Elemlerin varlığı olmasaydı, kolaylaşır ve
akla gelmezlerdi. Manaların sınırlanması ve bulundukları kimsedeki hükümlerinin
etkileri, bu menzilden öğrenilir. İnsan yaratılışında sınırlamanın nerede
biteceği, bu menzilden öğrenilir. Yüzlerin ve gözlerin kıyamette ve dünyada
yukarı kalkmasının nedeni, bu menzilden öğrenilir. Bu ikisinin hükmü ve sebebi
bir midir, farklı mıdır? Kaldırma ardındaki bir çekimden mi yoksa iradeyle mi
geçekleşir?
insanın Allah Teâlâ’nın kaza ve
kaderi arasında bulunup onları aşamamasının nedeni, bu menzilden öğrenilir.
Kaza ve kader insanın bütün yönlerini kuşatır mı? Yoksa sadece iki yönü mü
kuşatır? Bu ikisi ‘hadî’ ve ‘hadi’ (yıldızlarının gösterdiği) yönleridir ve
(ayette) ‘Saik ve şehid’183 diye ifade edilirler. İnsanları bu
ikisini görmekten körleştiren şey nedir? Hâlbuki ahirette onları görürler.
Niçin diğer yönlere değil de öne ve arkaya tahsis edilmişlerdir. Şeytan için
ise dört geliş yönü vardır. Acaba arka ve ön, kendilerine ait iki elin
hükmüyle, sağ ve solu kuşatarak, sahipleri için iki el hükmünde midir? Onların
sağı ve solu olsaydı, ellerden birisinin eli öteki hakkında işlevsiz kalırdı.
Öyleyse arka ve ön onlara ait olmalıdır. Yokluk ve varlığın mümküne nispeti,
bu menzilden öğrenilir. Bu durum, tercih edenle bilinir. Tercih edende ise bu
iki nispetten sadece bir yön bulunur ve imkân kalkar. Doğrusu hangisidir:
İmkânın bekası mı, kalkması mı?
Kabiliyeder bu menzilden öğrenilir.
Onlar her şey için mi yoksa belli şeyler için mi kabiliyettir? Ya da kabul
etmeleri farklılaşır mı? Bu durumda bir nitelik bazı kabiliyederin bir şeyi
kabul etmesini diğerlerini etmemesini gerektirir. Acaba kabiliyeder kabul
ettikleri şeyleri tek yönden mi alırlar, yoksa yolları farklı mıdır? Ecrin
büyüklük ve keremle nitelenmesinin nedeni bu menzilden öğrenilir. Bu neye
racidir? Bu bilgi değerli bir bilgidir. Ölüm ve ölülerin diriltilmesinin
anlamı, bu menzilden öğrenilir. Acaba onları kim öldürür? Bir sebep yok iken Allah
Teâlâ mı öldürür. Yoksa melek mi? Meleğin mahiyeti nedir? Hayvani bedenin
kendisiyle ayakta durduğu karışımlardan birisi midir? Çünkü karışımlar da Allah
Teâlâ’nın meleklerindendir. Yoksa ölüm meleği göklerin meleklerinden midir?
Göklere izafe edilirse, acaba Allah Teâlâ’nın bu karışımın güçlerini kendisine
vahyettiği göğün hareketinden olması itibarıyla oıılardan birisine mi izafe
edilir? Bu karışım o göğe baskındır ve ölüm meleği diye isimlendirilir. Yoksa o
yedinci kat göğün sakinlerinden olan yabancı bir melek midir? Hayat veren
öldüren gibidir.
Şu var ki gök değişir. Çünkü altıncı
gök hayatın kaynağıdır ve ölüm gibi her gökten takviye alır. el-Muhyi hakkında
söylenen elMümit hakkındaki söz gibidir? Ya da el-Mümit isimlerinden biri olması
itibarıyla Allah Teâlâ’dır ve el-Muhyi de böyledir. Binaenaleyh Allah Teâlâ
elMümit ve el-Muhyi’dir. Hakkın âleme yerleştirdiği sebepleri ortadan
kaldıramayız; kaldırsaydık, Hakkın hikmeti geçersiz olurdu. Böylece sebepleri
inançta kaldırırken varlıkta yerü yerlerinde bırakırız: İsrafil sura üfler,
Azrail canları alır. Bu durum, tutuşmayı kabul etmek üzere, istidada ait bir
özelliktir. Tutuşmayı kabul edince hayat bulurken sönmeyi de kabul eder ve bu
durumda ölür. Bizimle -ölümle değilgörevli melek, canlının bedeninin
kendileriyle ayakta durduğu melek ve arkadaşlarını takviye eder. Böylelikle
diğer arkadaşlarına baskın geldiği için ölür. Bu nedenle doktorlar bir takım
alametlerle insanın öleceğini bilir. Melek zikrettiğimizden başkası olsaydı,
doktorlar bunu bilemezdi. Çünkü onu sadece nebiler ile Allah Teâlâ’nın kulları
arasından bilgi öğrettikleri bilebilir.
Acaba ölüm esnasında hastayla
öldürülenin hükmü bir midir, yoksa öldürülenin başka bir hükmü mü vardır?
Ölümle değil de, bizimle görevli meleğin öldürme hükmü mü vardır, yoksa canları
alarak onları yükseltme özelliğine mi sahiptir? O bir melek midir, yoksa
melekler midirler? Çünkü Allah Teâlâ canların ölümünü ona, ölüm meleğine ve
elçilere izafe etmiştir. Bu izafetlerin ve bunlarla neyin kast edildiğinin bilinmesi
gerekir. Onların dereceleri farklı mıdır, yoksa bir derecede midirler? Ölümden
sonra bedenin ve ruhun ulaşacağı yer, bu menzilden öğrenilir. Bu ikisinden
diriliş üflemesinde dirilecek olanlar nedir? Araz veya suret bakımından
yaratılış başkalaşır mı, başkalaşmaz mı? Varlıkların eserleri ve dirilme
vaktine kadar kendisinde tutulacakları mertebe bu menzilden öğrenilir. Onların
mensupları da bu eserler üzerinde durdurulur. Bunlar, yükümlülerin eserleridir
ve yükümlülük esnasında -başka bir zamanda değilkendilerinden oluşan
fiillerdir. Yükümlülüğün dışındaki zamana uyku veya baygınlık veya yetişkinlik
öncesini misal verebiliriz. Bu nedenle yükümlülük zamanı dedik, ‘yükümlülük
yeri’ demedik.
Bir ümmet içinde peygamberlerin art
arda gelmesi bu menzilden öğrenilir. Bu ardışıklık Muhammed ümmetindeki
durumdan farklıdır. Muhammed ümmetinde peygamberler art arda gelmemiştir. Bu ümmette
peygamber olarak zuhur edecek kimse (Hz. İsa gibi), ümmete katılarak Muhammed
ümmetinin şeriatına göre davranır, bu şeriatın hükümleri onun üzerinde işler.
Nasihatler bu menzilden öğrenilir. İnsanın cimrilik özelliğinde yaratılmasının
nedeni bu menzilden öğrenilir. İnsan için cömerdik dolaylıdır, zati bir
özellik değildir. İnsan yaratılışı böyleyse, cömertçe ecir nereden
kaynaklanmıştır? Hâlbuki insan yaratılışıyla kerem arasında zati bir ilişki
yoktur. Kerem ücret için zatidir ve büyüklük de onun için zatidir. Büyük
ücretin tahsis edildiği özel bir kavim varken kerim ücret için de özel bir
kavim vardır. İnsan, cinlerde ve diğerlerinde kulluğa sevk eden amillerin
farklılığı, bü menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ’ya teslim ve işi havale etmek,
bü menzilden öğrenilir. Temenni ve faydası, bulunduğu kimsenin niteliği bu
menzilden öğrenilir.
Alemin -hükümdar olması yönündenAllah
Teâlâ’nın mülkü olması, bu menzilden öğrenilir. Acaba kim karşı koyar ki Allah
Teâlâ kendisini ‘göklerin, yerin askerlerinin.sahibi’-olmakla nitelemiştir. Allah
Teâlâ’ya birlikle nitelenmesi yönüyle izafe edilen şeyler, bu menzilden
öğrenilir. Bu birliğin çokluğunun sebebi nedir? Âlemdeki etkisi nedir? Keşif
ve-gayb olan şeyin bilgisi, bü menzilden öğrenilir. Delil ortadayken ve delil
olduğu bilinirken kabul etmemek, bu menzilden öğrenilir. Onun delil olduğunu
bilmeyenin bilgisizlik sebebi nedir? Bilinen her şeyin bir delili var mıdır,
yoksa bazı bilinenlerin delili mi vardır? Kendisinden çıktığı şeye dönmeyişin
bilgisi bü menzilden öğrenilir. Yükümlü olan veya olmayan dünya âleminin
kendisinde toplandığı mertebe bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ yükümlülere
karşı delil ve kanıt olmak üzere yükümlü olmayan hayvan, bitki ve taşları
diriltir mi? Yoksa onlar Allah Teâlâ nezdinde bilinen bu konudaki iyilik
nedeniyle kendileri adına mı diriltilir? Dirilişten sonra onların varacağı yer
bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ’nın bizim adımıza gök ve yer âleminde
sakladığı menfaatler, bu menzilden öğrenilir; Zorunlu şükür ile insanın
kendiliğinden yerine getirdiği şükür arasındaki ilişki bu menzilden öğrenilir.
Bunlardan hangisi ecir bakımından daha yetkindir? Allah Teâlâ’nın her şeyi
çift yaratmasının nedeni ve hikmeti bu menzilden öğrenilir. Bu hikmetten dolayı
mı Allah Teâlâ Âdem’i kendi suretine göre yaratmıştır?
Kendisiyle günün ayrıştığı zaman bu
menzilden öğrenilir. Sükûnu olmayanın sükûnu bu menzilden öğrenilir. Yolcuların
menzilleri bu menzilden öğrenilir. Onlar sayıca belli midir, değil midir?
Yollarının ve menzillerinin değişmesine göre, yolcuların niteliklerinin
değişmesi bu menzilden öğrenilir. Yolculardan öne geçen -ki ona katılınırile
yetişemeyen arkada kalan arasındaki fark, bu menzilden öğrenilir. Misal olarak
gölgesi karşısında insanı verebiliriz. O hiçbir zaman gölgesine yetişemezken
gölgesi ona yetişir. Bu, ilahi-kevni ulvi-süfli bütün yolculukları içeren
değerli bir bilgidir. Aynı zamanda bu bilgi, ulaşılması güç ve idraki zor,
herkesin farkına varamayacağı çetin bilgidir. Onu ihata etmek, Allah Teâlâ’nın
bildirmesiyle mümkün olabilir ve onu ayrıntılı olarak öğretmek doğru değildir.
Çünkü bunlar, nihayetsiz yolculuklardır!
Her yolcunun kendisinde seyr ü sülük
ettiği yollar, bu menzilden öğrenilir. Yolculuk esnasında bazı yolcular ile
maksadarı arasına giren engeller bu menzilden öğrenilir. İhtiyari ve cebri
yolculuk arasındaki fark, bu menzilden öğrenilir. Dünyanın genel zamanı, bu
menzilden öğrenilir. Bu zamanın tamamlanmasıyla büyük kıyamet kopar. Bu
menzilden hayvanların, türeyenlerin ömürleri bilinir. Bu sürenin dolmasıyla
onların küçük kıyamederi kopar. Bu iki haşir arasındaki fark, bu menzilden
öğrenilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Kim ölmüşse, onun
kıyameti kopmuş demektir.’ Onların berzah’a götürülmesi de bir kıyamettir.
Rahmeti diliyle isteyen rahmet
umudunun özellikleri, bu menzilden öğrenilir. Zorunlu sebep bu menzilden
öğrenilir. Peygamberin getirdiği veya onun getirmeyip de adet haline gelmiş
alametler olan akli delilleri incelemekten yüz çeviren kimse, bu nedenle yüz
çevirmiştir. Acaba onlarm delil olması birbirinden farklı mıdır? Delil oluş
tarzları nasıldır? Onlarm gösterdikleri şey niyete göre ya da niyet sahibinin
delili incelemek üzere harekete geçiren kimsenin niyetine göre değişir mi?
Misal olarak peygamberi verebiliriz. O peygamber oluşunda doğruluğunu gösteren
bir delille gelir ve aynı delil Hakkın varlığına ve yaratıkların aciz
kalmasına da delildir. Allah Teâlâ’nın kınadığı hususta Allah Teâlâ’ya uymak,
bu menzilden öğrenilir. Acaba hakikat dili yönünden onun sahibi kınanır mı,
yoksa şeriat diliyle mi kınanır? İnsanın hangi halde canının alınacağı bu
menzilden öğrenilir. Bu halde berzahta kalır mı ve ona göre yeniden diriltilir
mi yoksa hali değişir mi? Yoksa perdenin kalktığı, ölümden önce kendisine
gözüken duruma göre mi canı alınır? Ya da onun canının alınması perdenin
kalkmasının kendisi midir?
Sora soranın reddi bu menzilden
öğrenilir. Acaba sorunun reddedilmesi sorusuna karşılık cevap mıdır değil
midir? Hakk’ın çağırdığı kimsenin süratle cevap vermesini gerektiren sebep bu
menzilden öğrenilir. Bu mecburi bir sürat midir, cebrin gerçekleşmesini
sağlayan bir sürat midir?
Kabir ehlinden diriltilenlerin
sözlerinin farklılığı, bu menzilden öğrenilir. Bu esnada onlara kimin karşılık
verdiği yine bu menzilden öğrenilir. Acaba onlara Hakk mı, melekler mi yoksa
alimler mi karşılık verir? Kabirlerinden diriltilenlere tecelli eden şey bu
menzilden öğrenilir. Acaba o bir suret midir, farklı suretler midir? Acaba bu
tecelli eden ilahi isim midir, değil midir? Burçların tertibine aykırı olmayı
-ki unsurların doğasının tertibidir ogerektiren neden bu menzilden öğrenilir.
Çünkü burçların tertibinde, her burç arasında birbirini itme bir açıdan da
karşılıklı ilişki vardır. Onu ele aldığında, daha önce zikrettiğimiz gibi,
bunu görürsün. Unsurlara gelirsek onların tertibi, hiçbir yönden birbirini
itmenin bulunmadığı bir ilişkiyle gerçekleşir. Öyleyse üç ateş kaynaklı olan,
su ve topraktandır. Toprak kaynaklı olan ise ateş ve hava kaynaklıdır. Havadan
olanlar ise toprak ve sudan olanlar arasındadır. Sudan olanlar hava ve toprak
kaynaklı şeyler arasındadır. Rükünler böyle değildir.
‘Benim katımda, benim yanımda, bizim
katımızda, bizim ledünnümüzde, bizim yanımızda, benim yanımda’ ifadeleri
arasındaki fark, bu menzilden öğrenilir. Birbirlerinden ayrışsınlar diye eşya
arasında bulunan fasıllar, bu menzilden öğrenilir. Görenin kendi suret ve
niteliğinden başka neyi gördüğü, bu menzilden öğrenilir. Gören kim olursa olsun
durum böyledir. Meşguliyet bu menzilden öğrenilir. Niçin meşguliyet diye
isimlendirilmiş ve neyden meşgul eder? Bütünüyle başkasından müstağni olan
birisi var mıdır, yok mudur?
‘O’nun
benzeri bir şey yoktur’184 ayetinde
geçen benzerlikle ünsiyet, bu menzilden öğrenilir. Nefislerin dünya hayatında
kazandığı durumlar ve haller bu menzilden öğrenilir. İlahi gelinler bu
menzilden öğrenilir. Her ilahi ismin sahip olduğu ve zahiriyle rahmetin ondan
uzaklaşmasını gerektiren rahmet, bu menzilden öğrenilir. Âlemin sahip olduğu
nitelikler bakımından hakkı bu menzilden öğrenilir. Bu Hakk ediş, nitelenenin
değil, niteliğin Hakk edişidir. İlahi ve kevni söz verme neyde gerçekleşir? Bu
menzilden öğrenilir. One geçenin ilmi, bu menzilden öğrenilir. Acaba onun
geride kalanda hükmü nasıl ve nereden ortaya çıkar? İlahi uzaklık karşısında
kevni uzaklık, bu menzilden öğrenilir. Konuşma, susma, konuşan ve susanın
belirlenmesi, zaman ve mekânı bu menzilden öğrenilir? Yüce suretlerin düşük suretlerle
yer değiştirmesi bu menzilden öğrenilir. Keşif varken ayağa kalkmak yerine
geride durmak bu menzilden öğrenilir. Zamanın insanm yaratılışında ve diğer
maden, bitki ve' hayvanlarda verdiği şey, bu menzilden öğrenilir. Belirsizlik
ve açıklama bu menzilden öğrenilir. Biri var ederken çoğun bir araya gelmesi bu
menzilden öğrenilir. İnşa edenin inşa ettiği işe -onu inşa etmesi
nedeniylehakim olması, bu menzilden öğrenilir. İlahi riyazet ve kevni riyazet
ile arasındaki fark, bu menzilden öğrenilir. Nimet verenin mertebesi, hüküm
yönüyle dünya ve ahirette varacağı yer, bu menzilden öğrenilir. İtimat edilecek
kimselerden olmadığı bilinen birisine itimat etmenin sebebi, bu menzilden
öğrenilir. Mebde ve mead bu menzilden öğrenilir. Teşbih ve teşbihin zıddı, bu
menzilden öğrenilir. Onun teşbihin kendisiyle gerçekleştiği aslı nedir? İlahi
bilgiden zıtların bir araya gelişinin tesiri bu menzilden öğrenilir. Ateşin
suda suyun ateşte bulunması, bu menzilden öğrenilir. Âlemi dışta ortaya
çıkartan nitelik, bu menzilden öğrenilir. Melekût ve onun mülk ve ceberut
karşısındaki yeri, bu menzilden öğrenilir.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
ÜÇ YÜZ KIRK DOKUZUNCU BÖLÜM
Kapıların Açılma ve Kapanma Menzilinin ve Her Ümmetin Yaratılışının Muhammedî Mertebeden
Bilinmesi
Kuşku duyma, her
varlığın
Haktan bir niteliği
var, varlıklar alamet
Hakkın
gayretindendir bu, Hakk onların kendisi
Kuran ve ilham böyle
söyler
Muhtaçlığım ve
yoksunluğum olmasaydı, O’nunla bir olmazdım .
Yakınlık
gerçekleşmez veya aşinalık
Onun hakkında her
varlık koşar ve yürür
Allah Teâlâ’nın
kitabında bu belirlenen bir hüküm
Varlıklardan her
biri O’nu tespih eder
Allam olan Hakk
bunun için yaratmış onu
Her varlık her daim muhtaç, . .
Acılar ve elemler var ' ~
;
Müstağnilik nerede! Hakk
kelam onu batıl yapar
Yok etmenin
bulunduğu yoksulluktan başka ne görürsün ki!
Ayette ‘Allah
Teâlâ âlemlerden müstağnidir’185 buyrulur. Başka bir ayette ‘Şeytan
size yoksulluk vaat eder ve taşkınlık emreder. Allah Teâlâ ise kendinden
bağışlama vaat eder’186 buyrulur.
Bu şeytanın insanlara taşkınlık emretmesine ve sizi yoksullukla korkutmasına karşılık
bir ihsandır. Allah Teâlâ Müstağni ve Hamid’dir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘İnsanlar!
Siz Allah Teâlâ’ya muhtaçsınız. Allah Teâlâ Gani ve Hamid’dir:187 Ebu Yezid el-Bestami’yi şöyle
denilmiş: ‘Bana ait olmayan iki şeyle -yoksulluk ve zilletbana yaklaş!’
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ’nın iyilik etmek üzere açtığı
kapıları olduğu gibi bazı kapıları daha vardır ki, onların açılma vakti henüz
gelmemiştir ve onları da iyilikte bulunmak üzere açar. Allah Teâlâ’nın bir
takım kapıları daha
vardır ki, onları acılar için açar.
Bu ‘azap’ diye ifade edilir. Çünkü mensupları işin sonunda ona döner ve ondan
tat alırlar. Çünkü azap kendisine Rabbini hatırlatmıştır. İnsana zarar isabet
edip de sebepler ortadan kalkarsa -ki bu en şiddedi azaptırRabbini hatırlar ve
iradesiyle değil zorunlu olarak O’na yönelir. Bu durumda kendisini Allah
Teâlâ’ya döndüren ve O’nu kendisine hatırlatıp gaflet ve unutmanın etkisinden
kurtaran bu elemden haz duyar. İşte bu nedenle onu ‘azap’ diye isimlendirmiştir.
Öyleyse azap, yerleştiği kimseye rahmetin ulaşacağını müjdeleyen bir
kelimedir. Güçlük ve rahatlık esnasında Hakkın kullarına müjdeyi ulaştırması ne
büyük inceliktir! Böyle olmasaydı ‘Azap kelimesinin hakkında
gerçekleştiği kimse,m ayetinde geçen kelime
gerçekleşmezdi. Burada azap lafzı zikredilmiştir. İbrahim Peygamber şöyle der: ‘Babacığım!
Rahman’ın azabının sana temas etmesinden korkarım,’189
Rahman bir insana acı ve elem verirse, bu elemin içinde rahmet bulunmalıdır ve
o rahmeti elem sahibi haz olarak alır. Misal olarak kullanılması şifa verecek
ilacın içilmesini verebiliriz.
Bakınız! Hz. İbrahim babasına ‘Şeytan
Rahman’a asidir’190 der.
Rahmette intikamı gerektiren bir anlam da bulunduğunu bilseydi, asi olmazdı.
Öyleyse şeytan ancak Rahman’a asidir. Çünkü her isim, kendine göre amel eder.
Peygamberler rablerini ne kadar güzel bilmektedir! Acıların en büyüğü amaca
ulaşamamaktır. Bununla birlikte Allah Teâlâ’nın bir meleğe şöyle dediği bize
aktarılır: ‘Falan kulumun ihtiyacını şu esnada karşılama. Çünkü ben onun sesini
duymak istiyorum.’ Bununla birlikte o şahıs Rabbinden istediği şeyin
gerçekleşmeyişi nedeniyle acı duymaktadır. İşte bu ilahi rahmete dayanan acı
veren engellemedir.
Sonra (cennet ile cehennem
arasındaki) surun içi sırf rahmet, zahiri ise önünden azaptır. İşin sonunda
döneceği durumu bilmesi nedeniyle ‘azabın elemleri’ dememiştir. Allah Teâlâ bu
varlığın bâtınında rahmetin bulunduğunu açıklamıştır. Zahiri ise bâtınının
hükmüyle tasarrufta bulunur. Başka bir ifadeyle zahirde acı veren bir şey
ancak bâtındaki rahmetten meydana gelebilir, çünkü hüküm zahirde bâtına aittir.
Acaba organlar -ki görünen şeylerdirkendilerini yönlendiren bâtının iradesi
olmadan tasarruf edebilir mi? Niyet, hiç kuşkusuz, bâtındır ve içtedir. Öyleyse
surun zahirindeki azap surun bâtınında bulunan kendisine merhamet maksadından
meydana gelir. O halde acı ve elem, hazzın bulunmayışı ve maksada ulaşmamaktan
başka bir şey değildir. Allah Teâlâ katında açılan bütün kapılar rahmet
kapısıdır. Ancak orada kendisinde acı bulunmayan zahiri rahmet kapıları olduğu
gibi belli bir vakit acının bulunduğu batini rahmet kapıları da vardır. Bu kapılarda
rahmetin hükmü işin sonunda ortaya çıkar. Öyleyse acılar geçici, hazlar
sabittir. Başka bir ifadeyle âlem, özü gereği rahmete mazhar, dolaylı olarak
acı çekendir. ‘Allah Teâlâ Aziz ve Hakimdir.’191
Allah Teâlâ işleri yerli yerine koyar
ve onları menzillerine yerleştirir. İnsan çocuğunu edep öğretmek amacıyla
cezalandırır ve günahının cezası olarak bu dövme fiiliyle ona acı verir. Baba
işin iç yüzünde çocuğuna merhamet etmektedir. Çocuk işini hakkıyla yaptığında
babanın kalbinde ve içindeki merhamet ile babanın çocuğa şefkati ortaya çıkar.
Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den uzun bir hadisin bir
bölümünde şöyle bir rivayet gelir: ‘Allah Teâlâ’nın kuluna dönük şefkati,
kadının çocuğuna olan şefkatinden fazladır.’ Bunu derken Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem bir kadına işaret etmişti. Bütün bunlar, zevk ilimlerindendir.
Allah Teâlâ bizi ve okuyucuları ihsanıylaacının bulunmadığı sırf rahmete
ulaşanlardan etsin!
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ mümkünleri
dış varlıklarında ancak yokluk kötülüğünden kendilerini kurtarmak için izhar
etmiştir. Çünkü Allah Teâlâ varlığın sırf iyilik (hayır) olduğunu bilir.
Varlıkta kötülük dolaylı olarak bulunabilir. Bu ise, yokluğun kendisine dönük
bir yönü olması nedeniyle, varlığın mümkün olmasıdır. Şimdi ise varlıkla
nitelenmiştir ve mutlak iyiliktedir. Mümkün varlığı bakımından yokluktan
kendisine ilişen şey ölçüsünde de kötülük her nerede olursa olsun ortaya çıkar.
Mümkün varlığına ve ebediliğine baktığında, varlığın kendisine eşlik etmesi
nedeniyle Mutlu olur. Daha önce nitelendiği ve varlığı olmadığı Hakk baktığında
ise acı duyar. Çünkü hal bulunduğu kimsede hüküm sahibidir. Şimdi mümkünün hali
yokluğu görmektir ve böylelikle vehimde bir azap duyar. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem sıkıntı esnasında ‘Hamd her durumda Allah Teâlâ’ya aittir’
derdi. Hamdi gerektiren hallerden birisi de, sevinç halidir. Bu durumdaki hamd
‘Nimet veren ve ihsan eden Allah Teâlâ’ya hamd olsun’ şeklindedir. Her
durumdaki hamd sevinçteki hamdi de içerir. Bu durum hamdin genelliği nedeniyle
sıkıntıda da bir rahatlık bulunduğunu bildirir. Çünkü hamd, sena etmek ve övmek
demektir.
Sıkıntıdaki kimse sıkıntının
içeriğinde sevinç bulunmamış olsaydı, hamd sıkıntı esnasında övgü olmazdı.
Hâlbuki hamd, hiç kuşkusuz, övgü demektir. Öyleyse âlemde rahmede katışık
olmayan zarar yoktur. Nitekim müminin de itaade katışık olmayan günahı olmaz.
Günahın katıştığı itaat, (o şeyin günah olduğuna) inanma itaatidir. Binaenaleyh
mümin günah işlerken bile, tıpkı rahmete mazhar olmuş azap gören gibi,
itaatkâr-günahkârdır.
Sonra bilmelisin ki, mümkünler, özü
gereği muhtaçtır. Dolayısıyla yoksulluk sürekli onlara eşlik eder, çünkü
zatları daimidir. Bu nedenle de onlar için sebepler konulmuştur. Bunların
nezdinde mümkünlerin muhtaç olduğu şeyler vardır ve bu nedenle mümkünler
sebeplere muhtaçtır. Allah Teâlâ ise sebepleri kendisinin isimleri yapmıştır.
Öyleyse sebeplerin isimleri, Allah Teâlâ’nın isimlerindendir. Böyle yapmasının
nedeni, sadece O’na muhtaç kalınmasını sağlamaktır. Çünkü o gerçek bilgidir. O
halde keşif ehline göre, örf ve şeriatta Allah Teâlâ’nın isimleri olduğu
söylenen isimlerle sebeplerin isimlerinin Allah Teâlâ’nın isimleri olması
arasında bir fark yoktur. Çünkü Allah Teâlâ şöyle der: ‘Siz Allah
Teâlâ’ya muhtaçsınız’192 Vakıa sebeplere muhtaç olmamızdır.
Öyleyse sebeplerin isimlerinin Allah Teâlâ’nın isimleri olması kaçınılmazdır.
Bu durumda biz bu isimlerle lafız duası şeklinde değil hal duasıyla dua ederiz.
Acıktığımızda açlığıp verdiği acıyı ortadan kaldıracak gıdaya koşarız ve ona
muhtaç oluruz. O ise bizden müstağnidir ve ancak Allah Teâlâ’ya muhtaç kalırız.
İşte bu, Allah Teâlâ’nın isimlerinden biridir. Yani gıdanın suretinin adını
kast etmekteyim ki, o ilahi ismin mertebesini almıştır. Bu nedenle bize
sebeplere teşekkür etmek emredilmiştir, çünkü bu O’na şükür emridir. Öyleyse
sebeplere şükür, sebepler vasıtasıyla Allah Teâlâ’ya şükür demektir.
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ’nın
yaratıklarına rahmetinin bir yönü, her peygamberin kademinde kendisine varis
bir veya daha fazla veli yaratmış olmasıdır. Öyleyse her asırda peygamberlerin
sayısı kadar yüz yirmi dört bin velinin bulunması gerekir. Bu sayı artar, fakat
eksilmez. Sayı daha fazlaysa, Allah Teâlâ kendisine varis olanlar ölçüşünce
peygambere onları taksim eder. Çünkü nebilerin kalplerine indirilen ilimler
dünyadan kalkmaz. Onların yerleri Allah Teâlâ adamlarının kalpleridir. Bu
ilimler, kendi sayılarınca velilere taksim edilir. O halde ümmet içerisinde
nebiler sayısınca veya daha fazla velinin bulunması zorunludur. Hızır’ın şöyle
dediği aktarılır: ‘İçimden yeryüzünde kendisini tanımadığım ve bir araya
gelmediğim bir Allah Teâlâ dostu kalmamıştır dediğim her gün daha önce
tanımadığım bir veli görürüm ve onunla bir araya gelirim.’ Başka bir sözünde de
şöyle dediği aktarılır: ‘Bir gün bir şahısla bir araya geldim. Adamı
tanımıyordum. Bana şöyle dedi: ‘Hızır! Allah Teâlâ’nın selamı üzerine olsun.’
Ben de ‘Beni nereden tanıyorsun?’ deyince, adam şöyle dedi: ‘Allah Teâlâ seni
bana tanıtmıştı.’ Ben de anladım ki, Hızır’ı tanıyıp Hızır’m tanımadığı kullar
var!
Bilmelisin ki, Allah Teâlâın gizli,
iyi, veli kulları vardır. Onlar ile insanlar arasında alışkanlık perdeleri
bulunur ve onlar insanlarm arasında gizlenir. Onların üzerinde kendilerini
insanlardan ayırt eden bir özellik görünmez. Onlar vasıtasıyla Allah Teâlâ âlemi
korur ve kullarına imdat buyurur. Onlar gökte tanınır, fakat insanlar arasında
bilinmezler. Dünya ve ahirette sıkıntılar onlarındır. Onlar, nebi veya şehit
olmadıkları halde, nebi ve şehiderin kendilerine gıpta ettiği kimselerdir.
Onlar ne dünyada tanınır ne de ahirette kimseye şefaat ederler. Onlar, sırlarında
Hakk ile birlikte kalan kimselerdir.
Allah Teâlâ’nın her peygamberin
kademi üzerinde bir veli yarattığını bilmiyordum. Beni bütün peygamberleriyle
bir araya getirerek onların hepsini bir mecliste gördüğümde, onların kademinde
olan kimseyi görmemiştim. Sonra bütün müminleri gördüm. Onların arasında nebilerin
kademi üzerinde bulunanlar ve diğer veliler vardı. Onları bir meclis bir araya
getirmediği için, kendilerini tanımamıştım. Allah Teâlâ onları görmekle bana
iyilik ihsan etti. Şeyhimiz Ebu’l-Abbas Ureybi İsa’nın kademindeydi. Biz de
daha önce nebilerin kalpleri üzerinde veliler bulunduğunu söylerdik. Sonra
bize şöyle denildi: ‘Hayır! Onlar nebilerin kalpleri üzerindedir deme,
kademleri üzerindedir de.’ Bu ifadeyle kastedileni anladım. Allah Teâlâ beni
bu bilgiye ulaştırdığında, velilerin peygamberlerin izleri üzerinde
olduklarını ve izlerinden gittiklerini anladım.
Sonra öğrendim ki: Velilerin iki
miracı vardır: Birinci miraçta onlar, nebilerin kalplerine göre bulunur. Fakat
bu, içinde şeriatm bulunmadığı nebilik velileri olmaları bakımındandır, ikinci
miraçta onlar şeriat sahibi nebilerin kademleri üzerindedirler, kalpleri
üzerinde değil! Çünkü onların kalpleri üzerinde bulunsalardı, nebilerin
erdilderi şeri hükümleri elde ederlerdi. Hâlbuki veliler böyle bir imkâna sahip
değillerdir. Hakk onlara şeriatı bildirse ve şeriatı nebilerin aldıkları
kaynaktan alsalardı, yine de onu nebilerin nurlarının kandilinden alırlardı ve
bu almaya ‘uyma ve ittiba’ hükmü bitişirdi. Veliler peygamberlere uyma yolu
olmadan Allah Teâlâ’dan veya kutsi ruhtan bü bilgiyi saf olarak alamazlar.
Şeriat hükmünün dışındaki bilgiye gelirsek, o Allah Teâlâ’dan ve kutsi
ruhlardan olmak üzere, velilere mahsustur. Bütün bunlar, Allah Teâlâ nezdinde
mertebelerin ayrışmasından kaynaklanır. Bu sayede bunu öğrenir ve her Hakk sahibine
hakkını veririz. Nitekim Allah Teâlâ da her şeye yaratılışını vermiştir. Bütün
bunlar, Allah Teâlâ’nın yaratıklarına yaydığı rahmetin bir yönüdür.
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ melekler
için ilahi kuvvette üç mertebe belirlemiştir. Bir kısmına iki güç vermiş, bir
kısmına üç, bir kısmına dört güç vermiştir. İşin sonu budur. Çünkü varlık bir
ilave olmaksızın dörtleme üzerine kuruludur. Her kuvvet sayısını Allah
Teâlâ’nın bildiği başka kuvvetleri de içerir. Bu durum, meleklerin nurani
cisimler olması yönüyledir. Çünkü melekler, cisimleri bakımından bu güçlerin
sahibidir. Onlar da doğal cisimler gibi bileşiktir. Öyleyse iki güç sahibi olan
melek, bitkilere benzer. Üç güç sahibi melek, hayvanın terkibinde, dört güç
sahibi olan insana benzer terkip edilmiştir. Türeyenler sona erdiği gibi
meleklerin güçleri de sona erer. Cisim onların hepsini birleştirir ve
dolayısıyla ihata edicidir. Melekler tümel-nurani cismin ortaya çıktığı Amâ’dan
nurani cisimleri, şekli ve suretleri kabul ederler. Burada melekî ruhlar ortaya
çıkar. Ama tüm cisme aittir. Amâ’nın taşıdığı suret ve ilahi ve ruhani
şekiller doğal cisimlerdeki heyula mesabesindedir. Bu konunun açıklaması sözü
uzatır.
Doğanın üzerinde bulunan bu nurdan
doğal cisimlere ruhlar üflenir. Doğanın aşağısından unsurlara kadar olanlar
ise gölgeler içindeki nurlardır. Unsurların altındaki unsuri cisimler,
karanlıktaki nurlardır. Doğanın üzerindeki nurani cisimler ise nur içindeki
nurlardır. Buna ‘Rahmani nefesteki nurlar’ veya ‘Amâ içindeki nurlar’ da
diyebilirsin. Gerçeği olduğu hal üzere bildikten sonra, istediğini
söyleyebilirsin.
Bilmelisin ki, kelime sahibi olan ilk
aklın altındaki her ruh bir melektir. Onun üstündeki ise -melek değilruhtur.
Melekler, amade kılınanlar (musahhar) ve yöneten (müdebbir) olmak üzere iki
kısımdır.
Hepsi de Allah Teâlâ’nın emriyle Allah
Teâlâ’nın elçileri ve görevlileridir. Onlar, mertebe mertebedir; dünya ve
ahirette inişleri, çıkışları ve yükselişleri vardır. Meleklerin bir kısmı
müminlere dua ve bağışlama dileğiyle görevliyken diğerleri yeryüzündekiler
için bağışlama dileğiyle görevlidir. Bir kısmı âlemin dünyayla maslahatıyla
görevliyken bir kısmı âlemin ahiretle ilgili maslahatlarıyla görevlidir. Onlarm
bu işleri, ibadet ve namazlarıdır. Tespihleri ise bu namazlarda Allah Teâlâ’yı
zikretmekle sınırlıdır ve söz konusu zikirleri bizim namazımızdaki zikir ve
okumanın yerini tutar. İş Allah Teâlâ’nın her şeyi kuşatan rahmetinin bütün
yaratıkları kuşatacağı vakte kadar sürer. Rahmet kendilerini kuşattığında,
ibadederinin bir yönü bağışlama dilemek olan melekler sadece tespihle
ilgilenir. Geride cennetteki veya iki dışarıdan herhangi birisinde bizimle
ilgili melekler kalır. Onlarm bu işleri kesilmez ve ‘melek’ adı onlardan
kalkmaz. Onlar, sadece tespih ve Allah Teâlâ’yı övgüyle meşgul ruhlar olarak
geride kalır. Bu melekler, kendilerini tespihe adamış müheymen ruhlar gibidir.
Melekler her kapıdan onlarm üzerlerine girer: ‘Sabrınıza
karşılık size selam olsun, ne güzel yerdir orası!’193 Burada zikredilen bu sınıf, belalara
karşı sabredenlerdir.
Ulaştıkları nimeder nedeniyle
şükredenlere gelen meleklerde zikir devam etmez. Bununla birlikte meleklerin
her kapıdan onlara gelmesi de gerekir. Çünkü nimet kapıları -tıpkı bela
kapıları gibiçoktur. Allah Teâlâ’nın dünyada kullarına verdiği nimetlerin
beladan uzak olmadığı açıktır. Bunun nedeni, nimedere karşılık şükürle
yükümlülüğün nimetlere yönelmiş olmasıdır. Bu, belanın en büyüğüdür. Çünkü
kötülüklere göre nimeder Allah Teâlâ’dan perdelemede daha etkindir. Nimet
sahipleri şükretmekle meleklerin şu sözlerine dahil olur: ‘Sabrınıza
karşılık, orası ne giizel yerdir.’194 Yani siz, teklif veya Hakk talebiyle
katışık olmayan saf nimet diyarındasınız. Bu nedenle şükredenler karşısında
meleklerin hallerine herhangi bir zikir eklenmemiştir ve Hakkın getirdiği
bilgiyle yetinilmiştir ki, doğrusu da odur. Çünkü dünya hayatı bunu gerektirir
ve karışıklığın bulunmadığı keşfin gereği de şudur: Dünya hayatında belaya
uğrayan veya nimet gören herkes sabretmelidir. Öyleyse sabır şükürden daha
genel iken bela bu dünya hayatında nimetten daha geneldir.
Rahmet umumi olup rahmetle çelişen
eserler ortadan kalktığında, eserlerin belirlemiş olduğu isimlerin nispederi de
kalkar. Çünkü onlar, tek bir hakikate dönerler. Nitekim Allah Teâlâ ‘En
güzel isimler O’na aittir’195 ve ‘İster Allah
Teâlâ ister Rahman diye dua edin, en güzel isimler O’na aittir’196 buyurur, isimler, vaat edilmiş
şeylerdir ve onları taleplerine göre mümkünlerin hakikatleri izhar eder. Mümkün
sahip olduğu istidadı ölçüşünce, o istidada uygun ilahi feyzi talep eder.
İstidadın talebi ona verildiğinde, bundan her bir mümkün adına bir isim ortaya
çıkar. Elem veya azabı kabul edeceği bir istidat geride kalmayınca, elem veya
azabın varlığı da kalmaz, çünkü onu kabul edecek bir mümkün kalmamıştır. Kabiliyederin
kalkması nedeniyle, o hükümlere özgü isimle-1 rin nispederi de kalkar. İsimler
arasından kabul eden mümkünde iki hükmü olan ise geride kalır. Bu kısma misal
olarak ‘örten’ anlamındaki el-Gafir ismini verebiliriz. el-Gafir ismini talep
eden günah geride kalmayabilir. Fakat bu ismin ‘perde’ olması bakımından perde
özelliği de vardır. Günah ortadan kalksa bile el-Gafir isminin hükmü kalır,
çünkü örtmek, zorunludur. Böyle olmasaydı (varlıkta) ilave veya yeniden yaratma
gerçekleşmezdi, hâlbuki artış süreklidir. Öyleyse perdelerin kalkması da
süreklidir. Geride el-Gafur ismi kalır, el-Muntakim isminin ise hükmü kalmaz.
Çünkü bu ismi kabul edecek kabiliyet ortadan kalkmış, bu özel isim de ortadan
kalkmıştır, bunu bilmelisin!
Şimdi bu menzildeki ilimleri
söyleyelim: Göğün yerin -meleklerindiğer yaratıkların övgüsü, Rablerini neyle
övdükleri, bu menzilden öğrenilir. Her âlemin başkasma ait olmayan özel bir
övgüsü vardır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Gökler
ve yedi yer O’nu över.’197 Sonra ‘onların
içinde bulunanlar’198 demiş,
gökler ve yer akıllı varlıklar gibi çoğul zikredilmiştir. Teşbih, kinaye,
ruhani âlemde bulunan güçler, bu menzilden öğrenilir. Âleme yayılmış
peygamberlikler, bu menzilden öğrenilir. Âlemde yürüyen herkesin bir
peygamberliği ve elçiliği taşımak üzere yürüdüğü, bu menzilden öğrenilir. Bu,
değerli bir bilgidir. Öyle ki hareketlerinde bir böcek bile, kendisini anlayan
için bir elçilik taşır. Kudret eserleri ve diğer nispederden farklılıkları, bu
menzilden öğrenilir. Yağmurlar ve onlardan övülenler, bu menzilden öğrenilir.
Ebu Hureyre şöyle der: ‘Fetih yağmuru yağdı bize.’
Kapılar ve mertebeleri, bu menzilden
öğrenilir. İlahi engellemenin bir ihsan olması, bu menzilden öğrenilir. İlahi
sınırlama bu menzilden öğrenilir. Tevatu ölçüşünce, ilahi hitabın tenzili bu
menzilden öğrenilir. Kullarından şükür talebi için ilahi ikaz bu menzilden
öğrenilir. Yaratıkların Allah Teâlâ’ya döndürülmesi, genel olarak tehdider, bu
menzilden öğrenilir. Dost suretinde görünen düşmanlar ile veliler arasındaki fark,
bu menzilden öğrenilir. Düşmanın düşmanlıkla dostun dostlukla cezalandırılması
bu menzilden öğrenilir. Düşmanı dost dostu düşman edinenin gerçeği
karıştırdığı ve onun hakikatten yoksun olduğu bu menzilden öğrenilir.
Dua eden herkesin kendisi için dua
ettiği, Allah Teâlâ’ya veya kendinden başkasına çağırmış olsa bile, kendi
yönünden çağırdığı bu menzilden öğrenilir. Çünkü bu çağrıyla mertebe itibarıyla
kendi benzerleriyle ünsiyet istemiştir. Amellere karşı sevabın düzenlenmesi, bu
menzilden öğrenilir. Ecirlerin ayrıştırılması bu menzilden öğrenilir. Ecirlerde
azim ve kerim olanlar ve büyük olanlar, bu menzilden öğrenilir. Bunlar,
ecirlerdeki mertebelerdir ve mensuplarının ve onları gerektiren amellerin
öğrenilmesi gerekir. Sınırsız-mutlak ecir bu menzilden öğrenilir. Acaba
gerçekte sınırlı mıdır, değil midir? Çünkü ecirler insanın yaratılışı gibi dört
kısımdır. İnsanın bedeninin yaratılışı dört kısma ayrılır. Her birinin kendine
özgü belli nitelikte bir ecri vardır. Her ecir kendisine uygun şeye nispet
edilir.
Örtülerin ardında bulunan şey, bu
menzilden öğrenilir. Müşahedenin güzel gördüğü çirkin, bu menzilden öğrenilir.
Bu, garip bir sırdır. Azil bu menzilden öğrenilir. İnsanı kendisiyle
ilgilenmeye teşvik, bu menzilden öğrenilir. Gizlilik karşısında zuhur, bu
menzilden öğrenilir. Ulvi ve süfli taşıyıcılar, bu menzilden öğrenilir.
Nitelenenlerde niteliklerin güçlü veya daha güçlü diye derecelenmesi, bu
menzilden öğrenilir. İnsanın menfaaderini bir araya getiren mertebe, bu menzilden
öğrenilir. Bunlar, yolcu, duran, hareketli ve sakin için nimederin
mertebesidir. Amade kılma ve amade kılınanlar, bu menzilden öğrenilir. Amade kılınan
şeyin bu amadelikle ulaşacağı bir ecel var mıdır, yok mudur? Bir kısmının eceli
vardır da, bir kısmının yok mudur?
‘Cuheyne’nin katında yakın haber
vardır’ ifadesinin anlamı bu menzilden öğrenilir. Onlar habir hakkında ‘düşmüş’
demişler, alim hakkında ‘düşmüş’ dememişler veya ‘Cuheyne katında yakin ilmi
vardır’ da dememişlerdir. Bunun nedeni bu menzilden öğrenilir. Hakkın zuhuru
ve her şeye yayılması bu menzilden öğrenilir. ‘Her hakkın hakikati vardır’
ifadesinde geçen ‘her’ sözüne göre, hakkın taksimi bu menzilden öğrenilir. Her
yükümlünün yalnız başına kalması bu menzilden öğrenilir. Onunla kendisiyle
kalmayan yükümlü arasındaki fark, bu menzilden öğrenilir. İnsan ve emlerden
olanları ve yalnız kalan veya yalnız kalınmayan hususları kastetmekteyim.
Kabiliyeder bu menzilden öğrenilir. Davet eden kimde etkindir? Sahipleri için
kabirlerde meydana gelen şey bu menzilden öğrenilir. Kabirlerin mahiyeti
nedir? Herhangi birisinden almak veya alınanın ve kendisinden alınanın
niteliği bu menzilden öğrenilir. Arazlar bu menzilden öğrenilir. Acaba onlar
var olmayan nispeder midir, yoksa varlık sahibi varlık durumları mıdır? İnayet
ehli için meydana gelen izzet ve perde bu menzilden öğrenilir. Nebilere uyma
mertebeleri bu menzilden öğrenilir. Artma bu menzilden öğrenilir. Temenni bu
menzilden öğrenilir. Hikmetin bulundukları hal üzere varlıkların mertebelerine
yayılması, âlem için ilahi takdirin öne geçmesi, bu menzilden öğrenilir.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar