Print Friendly and PDF

YİRMİ ÜÇÜNCÜ SİFİR 2. Bölüm

Bunlarada Bakarsınız

 


 

ÜÇ YÜZ KIRK ALTINCI BÖLÜM

Ariflerden Birisinin Hakkında Doğru Söylediği Sırrın Menzilinin Bilinmesi. Arif, Nurunun O Menzilin Yan­larından Nasıl Çıktığını Muhammedi Mertebelerden Görmüştür

Şaşırdım! masuma uy derildi ya Bidat çıkartma, indirdiğiyle ver hükmünü

Nasıl emir bu? Vahiy dururken arzuyla hüküm verir mi masum?

İşin gerçeği, vahye göre hüküm verir hep

Yaratılmış âlemde her arzu sakıt Vaktin arifinin gözleri görünçe

Fakat işaret edilir ona, yüceliği idrak edilmez Vaktin halinin şahidi bunu göstermemiş

Kastettiğim ve açıkladığını anlam bilinmez

Onu bağışlayan ve çok tövbe eden bilir                                                   '

Dikkat edin! her varlık bir harf ve gerçek bir söz -                                '

Siz harften manasına bağlanırsınız

Bilmelisin ki, bu menzil, tevhit ve nurlar menzillerindendir. Allah Teâlâ beni ona iki kez soktu. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bir duasında ‘Beni nur yap’ dediği gibi ben de bu menzilden nura döndüm. Cisim ve ceseder arasındaki farkı bu menzilden öğrendim. Cisimler insanların geneli ta­rafından bilinen kesif, latif, şeffaf ve bunların arasından görülen ve gö­rülmeyen şeylerdir. Cesetler ise yakaza halinde ruhların cisim suretle­rinde misallenmiş olarak gözüktükleri şeyler ile duyu verisine göre uyuyanın cisimlere benzer olarak gördükleridir. Öyleyse ceseder, ger­çekte, cisim değillerdir.

Bilmelisin ki, âlemde insan-ı kâmilin yeri, nefs-i natıka’nın (düşü­nen nefs) insandaki yeriyle birdir. Sözünü ettiğimiz kâmil, ondan daha kâmil kimsenin olmadığı Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’dir. Alemin varlık sebebi olan bu kemal derecesinden aşağıdaki insanların o kâmilin mertebesi­nin karşısındaki durumları, ruhani güçlerin insandaki yeridir. Kast edi­lenler diğer peygamberlerdir. Allah Teâlâ’nın selamı onların üzerine olsun! Kemal bakımından bu insanlardan aşağıdakilerin derecesi ise insandaki duyusal güçler gibidir. Bunlar varisleridir. Allah Teâlâ kendilerinden razı ol­sun! Şeklen insan suretindeki kimseler, hayvanlar arasındadır. Onlar ise, insanda gelişme ve hissetme özelliğine sahip hayvani ruh konu­mundadır.

Bilmelisin ki, günümüzde âlem, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in ruh-beden, suret-mana olarak kendisiyle zuhur ettiği kuşatıcılık ve toplayıcılıktan (cemiyet) yoksun olduğu için, ölü değilse de uykudadır. Onun ruhu­nun -ki Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’dirâlem karşısındaki yeri, uykuda insan ru­hunun kendisinde bulunduğu mahal gibidir. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in ruhu diriliş vaktine kadar orada bulunur. Diriliş günündeki durum, dünyada uyuyanın uyanmasına benzer. Alem için Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in nefs-i natıka (düşünen nefs) konumunda olduğunu söyledik, çünkü keşif bu bilgiyi vermiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, insanların efendisi olduğunu söyle­miştir. Âlem de insanın bir yönüdür, çünkü âlem cisim bakımından büyük insan, düzenleme ve itidalde -Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in yaratılışı ken­disinden ortaya çıksın diyedaha önce varolandır. Benzer şekilde, Allah Teâlâ insan bedenini düzenlemiş, ruhundan önce ona itidal vermiş, sonra bedene ruhundan üflemiş, bu sayede tam bir insan haline gelmiştir. Bunu ona yaratılışı Vermiştir ki, onun natık nefsidir. Alem Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin yaratılışından önce anne karnındaki bir cenin gibi düzen­lenmiş ve itidale kavuşmuş bir haldeydi. Onun hareketi, kendisinden meydana gelen hayvani ruh vasıtasıyla gerçekleşir ve bu sayede hayat bulur. Söylediğimi iyi düşün!

Kıyamet olunca âlem, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin mükemmel yaratılışının zuhuruyla tam olarak canlanır ve güçleri yerine gelir. Âlemin insanlık mertebelerinde ateş ehlinin durumu -ki onlar orayı Hakk edenlerdirin­sanda büyüyen kısımların yerini alır. Bu nedenle onlar ölüm veya diri­likle nitelenmezler. Hz. Peygariıber’den gelen bir rivayette, onların ateşte ölmeyecekleri ya da diri kalmayacakları zikredilir. Ayette ‘Onlar ölmez ve diri kalmaz114 buyrulur. Âlemde melekler insan hayalinde or­taya çıkan suretler gibidir. Aynı durum cinlerde geçerlidir. İnsanın be­deni nefs-i natık sayesinde insan olduğu gibi âlem de nefs-i natı­kalından ibaret olan kâmil insanın varlığıyla büyük insan olabilir. İn­sanın nefsi, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ifadelerinde geçtiği üzere, ilahi suret sa­yesinde kemale erer. Aynı şekilde, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den ibaret olan âle­min ruhu da, bekada, suretten surete girmede ve âlemin onunla baki olması yönünden ilahi suretin tamamlanmasıyla kemal derecesini elde edebilmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in zuhurundan önce âlemin durumu açık­lanmıştı: O, düzenlenmiş bir beden gibiydi. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ölü­münden sonra ise uyuyana benzer. Kıyamet günü âlemin dirilişteki durumu, uykudan uyanma ve kendine gelmeye benzer.

Bilmelisin ki, insan ilahi suretin bir misalidir ve hiçbir durumda kendisinden ayrılmayan şahsın gölgesi gibidir. Bununla birlikte gölge bazen duyuya gözükürken bazen gizlenir. Gizlendiğinde onda akledilir olarak bulunurken, zuhur ederken gözle görülür. Bu misale göre, adeta güneşte gizlendiğinde artık gözükmeyen bir gölge gibi, insan-ı kâmil Hakta akledilir olarak bulunur. Bu nedenle insan, ezeli ve ebedidir ve yine aynı nedenle göz sahibi olmakla nitelenmesi itibarıyla Hakk tara­fından görülür. Gölgesi uzadığında ise suretiyle gözükür: ‘Rabbine bakmaz mısın? Gölgeyi nasıl uzatır’115, dileseydi onu sakin yapardı. Yani gölge sahibinde sabit kalırdı. Bu durumda gölgeyi uzatmaz, duyuda varlığı ortaya çıkmaz, bu esnada sadece Allah Teâlâ için var olurdu (sübût).

Böyle bir durumda insan, her zaman Allah Teâlâ’yla olmuş ve öyle ola­caktır. Öyleyse insan, Allah Teâlâ’nın bekasına bağlı olarak bakidir. İnsan-ı kâmilin dışındakiler ise Allah Teâlâ’nın baki kılmasıyla bakidir.

Allah Teâlâ âlemin cismini -ki tüm cisim demektiraklî varlık sa­hibi heba cevherinde ilahi ruhun feyezanından önce tesviye etmişti. Bu ruh, belirli değil, sürekli olarak yayılmıştır, çünkü orada onu belirleye­cek kimse yoktu. Böylelikle âlemin cismi onunla hayat bulur. Alemin cismi tikel cisimleri içerdiği gibi ruhu da tikel ruhları içerir: ‘O sizi tek nefisten yarattı.’116 Buradan şöyle bir görüş ileri sürülür: ‘Ruh insan tü­rünün şahıslarında tektir. Zeyd’in ruhu Amr ve bu türdeki diğer şahıs­ların ruhuyla birdir.’ Bu görüş sahibi, işin gerçeğini tam incelememiş­tir. Çünkü Adem’in cismi, kendisinden çıktığımız ve doğduğumuz asıl o iken, zürriyetinden olan her bir şahsın cisminden farklıdır. Aynı şe­kilde bütün âlemin cismini yöneten ruh da öyledir.

Yeryüzünü boşluksuz ve içerdiği tümsekler görülmeyecek şekilde dümdüz var sayıp güneşin ona vurduğunu düşün! Böyleyken ışık par­çalara ayrılmaz, ışık veya yer hakkında bölünme veya parçalanma hükmü verilmez. Şehirler ve mekânlar gözüküp orada var olan şahısla­rın gölgeleri belli olunca, güneşin ışığı bölünür ve birbirinden ayrışır. Bunun nedeni, yeryüzünde bu suretlerden kaynaklanan arızî durum­dur. Bu bölünmeyi dikkate aldığındaysa, o yere özgü ışığın başka bir yere özgü ışık olmadığını anlarsın. Aydınlığın kaynağı -ki aydınlık kendisinden çıkması itibarıyla onun aynıdırolan güneşi dikkate aldı­ğında şöyle dersin: Bütün ruhlar tek bir ruhtur; sadece mekân ve yer nedeniyle farklılaşmışlardır. Güneş ışıklar gibi tek bir ışıktır. Şu var ki kabiliyetlerde, mizaçlarının ve şekillerinin suretlerinin değişikliği nede­niyle, farklılık bulunur.

Bu menzil 591 yılında bana verilip makamım olduğunda, (tümel ve tikel ilişkisini açıklamak üzere) nehirdeki su misali verildi. Onda herhangi bir suret belli değildi, aksine nehir suyun kendisiydi. Nehir­deki su kaplara konulduğundaysa, tencerenin suyu bardağın suyundan, onunki kadehin suyundan ayrışmış, içinde bulunduğu kabın şekli ve rengi suda gözükmüş, kaplar bölerek ve şekillendirerek suda hüküm sahibi olmuştu. Hâlbuki bilirsin ki girdiği kabın şeklini almazdan ön­ceki su nehirdeki suyun aynıdır. Bununla birlikte iki suret arasındaki fark şöyle bir misalle açıklanabilir: Kaplar ve yerler ortadan kalkınca, sular ve ışıklar aslî kaynağa ve nehre döner. Gerçekte de geride bir kap olmasa veya bir menzil kalmasa da durum böyledir. Çünkü Allah Teâlâ ışıkların kabul ettikleri farklılaşmaya göre baki olmalarını murad edin­ce, onlar adına berzahi bedenler yaratmıştır. Ruhlar uykuda ve ölümle dünyadaki bedenlerinden ayrıldıklarında söz konusu bedenlerde birbi­rinden ayrışmış bir halde kalır. Ahirette ise dünyadaki gibi onlar için doğal bedenler yaratılır. Fakat mizaç farklıdır. Allah Teâlâ onları ber­zahtaki bedenlerinden ahiret yaratılışının cisimlerine taşır. Orada da ci­simlerinin suretlerinin farklılığı nedeniyle birbirinden farklılaşırlar ve ebediyete kadar böyle kalırlar. Binaenaleyh ruhlar hiçbir zaman haki­katteki birlikten ibaret olan ilk hallerine dönmezler. Her şeyi sapasağ­lam yapan Allah Teâlâ’nın yaratmasının ne kadar sırlı olduğuna bakınız!

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ölümünden itibaren bütün âlem, günümüzde, uykudadır ve diriltilene kadar kendisini Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in suretinin bulunduğu yerde görür. Alemin uykuda bulunduğu gecenin son üçte birlik bölümündeyiz. Hakkın gecenin son üçte birlik bölümündeki te­cellisi, faydalan, bilgileri ve marifetleri en yetkin ve kâmil tarzda verir, çünkü bütün bunlar, en yakın tecelliden gerçekleşir. Çünkü söz konusu tecelli yakın semaya gerçekleşmişti. Muhammed ümmetinin sonundakilerinin bilgisi, peygamberin ölümünden sonraki orta ve Pey­gamber devrini yaşayan ilk neslin bilgisinden çoktur. Çünkü Allah Teâlâ peygamberini gönderdiğinde, şirk mevcut ve inançsızlık hakim­di. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem birinci nesli -ki onlar sahabe nesliydiözellikle imana davet etmiş, onlara bildiği gizli sırları açıklamamış, kendisine inen Kuran’ı birinci neslin genelinin anlayışına göre aktarmıştı. Bu ne­denle tasvir ve teşbih etmiş, yaratıkların nitelikleriyle Allah Teâlâ’yı nitelemiş, Yaratanın niteliği hakkında söylediklerini düzenlenmiş, duyulur bir su­retle ifade etmiş, ardından yaratılışın kemali ortaya çıksın diye bu hatabi surete bir ruh üflemiştir. Bu ruh ‘O’nun benzeri bir şey yoktur117 ile ‘Rabbin onların nitelemelerinden münezzehtir118 ifadeleriydi. Kuran’daki her tespih ayeti, bu hitabın yapısının ruhudur. Anla! Çünkü bu garip bir sırdır.

Birinci neslin seçkinlerine -geneline değilbu husus görünmüş, hatta seçkinlerin bir kısmına, tenzih hitabının ardından büyük sırlar

görünmüştü. Bununla birlikte onlar, bu konuda ümmetin sonradan gelenlerinin ulaştığı sırlara ulaşmamıştı. Çünkü onlar bu bilgileri Kuran’ın harflerinin ve nebevi haberlerin maddelerinden almışlardı. Bu bakımdan söz konusu insanlar, sırları bilmede, uykularından önce ge­cenin başında sohbet eden ‘müsamere’ ehline benzer. İçinde bulundu­ğumuz zaman demek olan ve fecrin, yani kıyamet, dirilme ve toplanma fecrinin doğumuna kadar olan gecenin üçte birinin vakti gelince, Hakk biçim zamanımız demek olan son üçte birinde tecelli eder. Bu tecelli­siyle rivayetlerin harflerinin vermediği bilgi, sır ve ilimleri kalplere ih­san eder. Çünkü tecelli onları maddeler olmadan, mücerret anlamlar olarak verir.    ~

Bu nedenle bu nesil, bilgide daha kâmildir . İlk nesil ise amelde daha kâmildi. İmana gelirsek, iman bu nesiller arasında eşittir. Çünkü insan yapısı haset özelliğinde yaratılmış, kendisine hemcinsi olan bir peygamber gönderilmiştir. Bu nesilden peygambere ancak içindeki ha­sedi, üstünlük sevgisini yenip itaate direnme özelliğini. kendinden uzaklaştırabilenler iman edebilmiştir. Hüküm sahibi hemcinsleriyse, insanlar ona tepki gösterir ve şöyle der: ‘Bu adamın benim üzerimde dilediği şekilde hüküm vermesini gerektirecek hangi erdemi vardır?’ Bu nedenle (bu huylarını yenerek iman ettikleri için) sahabe, hemcin­sinin peygamber olarak önüne geçtiğini görme imkânına sahip olma­yanlara göre daha güçlü iman sahibidir. Onların kendilerini inançsızlı­ğa sevk edecek hasedin etkisinden kurtulmak üzere gayretleri, ilimlerin inceliklerini ve Hakkın kullarındaki sırlarını idraklerini engellemiş, bu nesil peygamberin bedenini ve getirdiğini görmeden kendisine iman etme derecesini elde edememiştir. Çünkü onlar peygamberi görüyor ve getirdiğini müşahede ediyorlardı. '

Bizim devrimize gelince, biz, sayfalara yazılmış bir takım evrak ve aktarılmış haberler gördük, Allah Teâlâ hidayet nasip ettiğinde kendi­mizden uzaklaştırmaya güç yetiremeyeceğimiz bir şekilde kendiliğin­den onlara iman ettik. Anladık ki onu reddedememek, iman nurunun 'gücünden kaynaklanmaktadır. İman için bir tereddüt yaşamadık veya Kuran’da yazılmış veya bize aktarılmış rivayetlerin doğruluğuna delil ve mucize istemedik, Allah Teâlâ’nın inayetiyle bize verdiği iman kuvvetini kesin bir şekilde öğrendik. Bu haldeyken biz, sahabenin bir derecesinin

ve tecrübesinin bulunmadığı ‘gaybe iman edenleriz.’ Bizim de pey­gamberi görürken kıskançlık otoritesinin hükmüne baskın gelen iman­da nasibimiz ve tecrübemiz yoktur. Böylelikle biz imân kuvvetiyle on­ların (hasedi yenmeden ibaret olan) güçlerine karşılık verdik ve imanda eşidendik. Üstünlüğümüz ise bilgidedir. Çünkü biz bilgimizi o müba­rek gecenin son üçte birinde gerçekleşen tecelliden aldık; gecenin ilk üçte ikilik kısmının bu bölüme bir etkisi yoktur.

Allah Teâlâ’nın bu tikel gecelerin son üçte birinde bir tecellisi var­dır. Bunu ‘Rabbimiz her gece gecenin son üçte birinde yakın semaya iner’ hadisinden öğrenmekteyiz. Allah Teâlâ inince şöyle buyurur: ‘Tövbekar var mıdır? Bağışlanmak isteyen var mıdır? Bir şey isteyen var mıdır?’ Ta ki şafak söker. Hakkın bu tenezzülünde ve verilerinde önceki nesil­lerle ortağız. Fakat bu tecelli kesilir. İçinde bulunduğumuz gecenin son üçte birlik bölümündeki tecellisinde ise -bu vakit Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ölümünden kıyamete kadar olan sürediröncekilerden kimse bi­ze ortak değildir. Onun fecri doğduğunda -ki kıyamet fecridirtecelli bitmez, aksine bizim için tecellisi süreklidir ve gözlerimizin önünde olmayı sürdürür. Biz de dünyada ve ahirette genel ya da özel olarak O’nun tecellisinin önündeyiz, kesilme ve perdelenme olmaz. Zamansal olarak, fecrin doğumu geceleri perdeler. Öyleyse biz de o gecelerde onların elde ettiklerini elde ettik. Fazladan ise bu mübarek gecenin üç­te birindeki tecellide meydana gelen bilgileri elde ettik. Ehli olmayan­ların bu tecelliden nasipleri yoktur. Bunun nedeni Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’i görmemiş olmakla kaybettiklerine karşı onların kalplerini onarmaktır ve bu onlar adına daha hayırlıdır. Çünkü onlar peygamberi görselerdi hallerinin nasıl olacağını bilmiyorlardı. Acaba haset kendilerine hakim olacak mıydı, yoksa onu yenecekler miydi?: ‘Allah Teâlâ müminlere savaşta yeterlidir. Allah Teâlâ Güçlü ve İzzetlidir.'119

Dostum! Ruhu ve natık nefsi Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem olan bu insan sure­tindeki yerini öğren! Acaba onun bir gücü müsün, yoksa gücün mahal­li misin? Onun kulağı, gözü dokunma veya tatma duyusu musun? Ye­min olsun ki ben, bu suretin lıangi gücü olduğumu öğrendim, Allah Teâlâ’ya hamd olsun! Dostum! Zannetme ki bu suretteki yerimizin insandaki, hatta hayvandaki duyusal güçler gibi olması, ruhani güçler mertebesine kıyasla adımıza bir eksikliktir! Böyle zannetme. Bu güçler, güçlerin en yetkinleridir, çünkü onların dayandığı isim el-Vehhab’dır. Çünkü on­lar, ruhani güçlere kendisinde tasarruf edecekleri ve bilgisel hayadarının kendisine bağlı olduğu şeyi verirler. Bu bilgisel hayatın kendisine bağlı olduğu unsurlara misal olarak hayal, fikir, ezberleme, tasavvur, vehim ve akıl gibi güçleri verebiliriz. Bütün bunlar, duyusal güçlerin maddelerinden elde edilir ve bu nedenle Allah Teâlâ sevdiği kulu hak­kında şöyle demiştir: ‘Ben onun kendisiyle duyduğu kulağı, kendisiyle gördüğü gözü olurum.’ Burada Allah Teâlâ duyulur sureti zikretmiş, ruhani güçlerden herhangi birisini ise zikretmemiş, kendisini onun yerine yerleştirmemiştir. Çünkü ruhani güçler, duyulara muhtaçtır. Hakk ise baş­kasma muhtaç olan bir şeyin mertebesine inmez. Duyular ise başkasına değil Allah Teâlâ’ya muhtaçtır. Allah Teâlâ, kendisine muhtaç olup kimseyi ortak koşmayanın mertebesine tenezzül etmiş, ona müstağnilik vermiştir. Binaenaleyh duyusal güçler, kendilerinden (algı) alman fakat kendile­rinin -diğer güçlerden değilsadece Allah Teâlâ’dan aldığı güçlerdir. Duyu­nun kadrini, değerini ve onun Hakkın kendisi olduğunu bilmelisin!

Bu nedenle ahiret yaratılışı ancak duyunun ve duyulurun varlığıyla kemale erer, çünkü ahiret, ancak Hakk vasıtasıyla kemale erer. O halde duyusal güçler, gerçekte, bu yaratılış üzerinde ve bedende Hakkın hali­feleridir. Allah Teâlâ nasıl da kendisini duyan, gören, diri, bilen, güç yetiren ve irade eden diye isimlendirmiştir? Bütün bunlar, duyulurda etkisi bu­lunan ve ona ait niteliklerdir. İnsan kendi nefsine baktığında, bu güçle­rin onda bulunduğunu görür. Allah Teâlâ kendisini akleden, tefekkür eden, tahayyül eden gibi ruhani güçlerle nitelemezken duyunun ortak olduğu güçlerle niteler. Duyunun kendisine ortak olduğu güç hafıza ve musavvire (tasvir eden) gücüdür. Çünkü duyunun tasvir etmede ve ha­fızada bir etkisi vardır. Bu ortaklık olmasaydı, Hakk kendisini bu iki özellikle nitelemezdi. Hakk, el-Hafız ve el-Musavvir’dir. Bu iki nitelik ise ruhani ve duyusaldır.

Seni insan bedenindeki duyusal güçler konumuna yerleştirmem nedeniyle kalbinin kırılmaması için dikkatini çektiğim hususu iyi anla! Kalbin kırılır diye endişe etmemin nedeni, sana göre, duyunun değer­siz ve aklın şerefli olmasıdır. Ben ise bütün şerefin duyuda bulunup se­nin işini ve değerini bilmediğine dikkatini çektim. Nefsini bilirsen, rabbini de bilirsin. Rabbin seni bilmiş, âlemi de kendisine dair bilgisiy­le bilmiştir. Sen hakkın suretisin. Dolayısıyla bu bilme tarzında O’na ortak olman gerekir. O’nu kendin hakkındaki bilginden bilmelisin. Bu, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Kendini bilen rabbini bilir’ hadisinden çıkan bir sırdır. Çünkü işin özü, Hakkın âlemi kendisinden bilmesindedir. Bu durum ‘Onlara ayetlerimizi ufuklarda ve nefislerde göstereceğiz120 ayetine benzer. Burada iki yaratılış zikretmiştir. Birincisi ‘ufuklarda121 diye ifa­de edilen âlemin suretinin yaratılışı, diğeri ‘nefislerinizde122 diye ifade edilen ruhunun yaratılışıdır. Zikredilen, iki yaratılış sahibi olan tek in­sandır. Ta ki onun Hakk olduğu ortaya çıkar.’ Yani gören kimse, gör­düğünde -başkasını değilHakkı görsün.

Dostum! Allah Teâlâ peygamberinin ümmetine karşı ne kadar lütufkâr olduğuna bak! Onlara ne güzel öğretmiş; kendilerini ne güzel teşvik etmiştir. O ne güzel rehber ve öğretmendir! Allah Teâlâ bizi onun izlerinde yürüyenlerden etsin ki, onun derecesine katılalım. Allah Teâlâ bu duayı izze­tiyle kabul buyursun! ince zekâ sahibiysen, gerçeği bulunduğu duru­muyla ima ettik, hatta açıkladık, işaret etiğimiz hususu bilmeyenin bi­ze nispet ettiği körlüğe de tahammül ettik. Bizi böyle suçlayanlar dün­ya hayatının zahirini bilen fakat ahiretten habersiz kalan kimselerdir. Ayette böyle bir nas bulunmasaydı, Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki, dünya ve ahiret hayatının zahiri hakkında da onların kör olduğunu söylerdik. Nitekim Allah Teâlâ da onların duymadığı yönünde hüküm vermiştir, hâlbuki onlar duyuyordu. ‘Duymadıkları halde, duyduk diyenlerden ol­mayın.’123 Allah Teâlâ, duyuyor olsalar bile, onların duymadıklarını söylemiş­tir. Aynı şey duyularla algılanan duyulurlarla ilgili olarak, dünya haya­tının zahiri hakkındaki bilgi için geçerlidir. Allah Teâlâ onların duyma­sı ve gözleri değildir. Şimdi bu menzilin içerdiği ilimleri zikredelim:

Alemin susamasının bilgisi, bu menzilden öğrenilir. Bu susamayla birlikte Allah Teâlâ’yı bilmede bir doyum gerçekleşmez. Bu susamanın verdiği bilginin farkın bulunduğu cem’ mertebesine dayanması, bu menzilden öğrenilir. Zikirle (hanrlama) gerçekleşen şey, bu menzilden öğrenilir. Acaba hatırlama ve zikir unutulanı öğrenmek midir, yoksa kendisi yok suretteki benzerliği nedeniyle onun misli midir? Çünkü bir şeyi bilip, yaratılışının gereğiyle onu unutanlar olabilir ve bu durumda bilinen hakkındaki bilginin sureti korunmamış demektir. Sonra da onu hatır­lar. Acaba onu hatırlarken gördüğü unuttuğunun kendisi veya benzeri midir? Çünkü birbirine benzese bile zaman değişmiştir. Dünün bugün veya yarının -surette benzeri olsa bilebugün olmadığını bilirsin. Öy­leyse hatırlama bilgisi ne tür bir şeydir? Hatırlanan unutulanın aynı ise, onu kim aklında tutmuştur ki sonra hatırlanmıştır? Hafıza hâzinesi unutanda mıdır, yoksa bunu bilmiyor muyuz? Yoksa unutulma zama­nında korunduğu başka bir yeri mi vardır? Hatırlandığında ise bu ha­zine kendisini bilenin aynası olur? Böylelikle Hakk unutulan şeyin ko­runduğu hazine olur ve Hakk onu uiıutan hatırlayana kadar koruyandır. Gerçek böyle değil ise, kişi unuttuğunu hatırlamaz. Aksine hatırlanan şey, ilk bilgiye benzeyen yeni bir bilgidir. Yenilenme unutulanın hatır­lanmasının verdiği açıklıkta gerçekleşir. Bu mesele, kulun kendisiyle ya da âlemdeki bir işle meşgul olduğu vakitlerde Rabbini unutmasının ve sonra da hatırlamasının öğrenilmesine (katkı sağlayacak) garip bir me­seledir. Bu unutulan, yenilenme kabul etmez. Aksine onun kendisidir. Unuttuğun şeyin hatırlanması bu menzilden öğrenilir.

‘Beda ilmi’ bu menzilden öğrenilir. Bu nitelik Allah Teâlâ hakkın­da imkânsız mıdır, değil midir? İşlerde ve şeriadarda neshi reddedenler buradan hareketle reddetmiştir. Pek çok kimse onu inkâr etmişken bir kısmı -beda tarzında olmamak üzereonu kabul etmiştir. Biz ise nesih bilgisinde bu iki yol arasında bir yol tutarız; ne bedayı kabul eder ne neshi reddederiz. Biz onu Allah Teâlâ’nın bilgisinde hükmün vaktinin bitmesi sayarız. Çünkü Allah Teâlâ katından ebedi olduğu bildirilen veya belli bir sü­reye kadar devam edip sürenin tamamlanmasıyla kaldırılacağı zikredi­len bir hüküm gelmemiştir. Bu nedenle biz nesih hususunda bu ara yo­lu tuttuk. Menzilinin dışında başka bir sürette ortaya çıkıp kendisini o suretin sahibinin benzeri veya çifti sayanın ve karışıklığa yol açanın du­rumu bu menzilden öğrenilir. Bu nitelikteki birisi hakkında Allah Teâlâ’nın hükmü nedir? Ona verilmesi gerekli nitelik nedir? İşlerde takdim veya geride bırakmayı gerektiren durumlardaki, hikmet, bu menzilden öğre­nilir. Acaba bu hikmet kesin olarak mı, yoksa ihtiyarî olarak mı bilinir? Değerlendirme yapanların konumu bu menzilden öğrenilir. Gerçekte değerlendirmeleri doğruyken, niçin hatalara maruz kalmışlardır? Çün­kü yorumda hata yoktur; hata yorumu yapanların kendilerindedir. On­larm bu konudaki dereceleri farklı farklıdır. Bu önemli bir bilgidir. Çünkü her yorum yapan yorumu yerli yerine koyamaz. Acaba yoruma konu olan şeyi Hakk ortaya koyarken, onu özellikle yorum için mi koymuştur? Böyle bir şeyin varlığı yorumun varlığına bağlıdır. Yorum­lanma kalktığında, onun varlığı da kalkar. Yoksa o kendiliğinde mi or­taya konulmuştur? Bu durumda ister yoruma konu olsun ister olmasın ya da iki mekâna yerleşirken ahirette kalkacağı gibi âlemde yorum or­tadan kalkarsa o şey sabit olur. Acaba bilgisiz insan alimi niçin redde­der? Bu ret hangi mertebieden veya nitelikten gerçekleşir? Bu nitelik gerçekte var mıdır, yoksa gerçeği olmayan ve dışta varlığı bulunmayan ve sadece inkâr edenin hayal mertebesinde bulunan zan mıdır? Çünkü alim insanın cahilin kendisine karşı reddettiği şeyi reddetmesinin tarzı, cahilin reddetmesiyle bir değildir. Bununla birlikte her ikisi reddetme fiilinde ortaktır. Gerçekte âlemde inkâr edilen bir şey var mıdır, yok mudur? İnkâr nedir ve hakikati nedir? Var olan bir şey midir, nispet midir?

Alemde ortaya çıkan nefsaniyet duygusu bu menzilden öğrenilir. Niçin bu duygu hemcinslerde ortaya çıkar? İlah’a benzemek bu kabil­den midir? Böyleyse, yaratıklar ile Yaratan arasındaki ortak cins nedir? Ortak cins, insan-ı kâmilin nail olduğu ve üzerinde yaratıldığı suret midir? Yoksa insan sadece Hakkın suretini kendinde koruyan bir in­sanla mı -ki O’nun gölgesidiryarışır ve nefsaniyet eder? Bu tikel insan da ilahi suretin gölgesinden ibaret olan o insanın mertebesine ulaşmak ister; yoksa Hakkın sureti ‘gölge’ dediğimiz bu insanın kendisi, Hakk ise suretin ruhu mudur? Bu durumda Hakk bir suret ve ruh sahibi olur ki, ahirette böyle tecelli edecek, bu tecelli nedeniyle (bir tecellisinde) inkâr edilirken (diğerinde) kabul edilecektir. Allah Teâlâ o tecelliyi boş yere zikretmedi. Daha doğrusu dünya hayatında Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme bize o tecelliyi boş yere zikretmemiştir. Kalplerin Allah Teâlâ’dan bilgi edinme peşinde koşmalarını sağlamak üzere ahiretteki tecelliyi zikretmiştir.

Rahmet değil, rahmût hâzineleri bu menzilden öğrenilir. Nimet vermeye dayalı rahmet, bu menzilden öğrenilir. İlahi gazabın âlemdeki hükmünün kalkmasının dayandığı makama dayanan rahmet, bu men­zilden öğrenilir. Âleme, yani yükümlülük âlemine en uygun şeyin ken­disinden yaratıldığı makama dayalı rahmet, bu menzilden öğrenilir. Hakkın ‘en uygunu’ gözetmesinin zorunluluğunu ileri sürenler, bu menzilden konuşur.            '

Sebeplerin bilgisinde terakki bir sona varır mı, varmaz mı, bu menzilden öğrenilir. Terakki kendisiyle ve kendisinde yükselmen bir sebep midir? Fitneler ve manevi melahim, bu menzilden öğrenilir. Bu konuda kim baskın gelir, kim yenilir. Fitnelerin sonu neye varır? Ale­min âleme benzemesi ve tabakaları arasındaki benzerlik, bu menzilden öğrenilir. Bunlardan birisi övülen benzeşmedir. Misal olarak, bizdeki teklif âleminin tespih âlemine benzemesini verebiliriz. Bu, âlemdeki her şeyin Allah Teâlâ’nın övgüsünü tespihidir. Başka bir misal, insanın güzel ahlakta daha öndekine benzemesidir. Benzemenin bir kısmı kınanan, bir kısmı övülen benzemedir. Hakka benzemeye gelirsek, bu, Allah Teâlâ eh­linin çoğuna göre talep edilen bir şey iken bize göre ‘Allah Teâlâ’ya benzemek’ doğru değildir. Filozoflar arasında bu görüşü ileri sürenler, gerçeği ol­duğu hal üzere bilmeyenlerdir. ‘Ona tekrar üflenir124 ayetiyle ‘Onun ge­cikmesi yoktur125 ayeti arasındaki fark bu menzilden öğrenilir. Burada birisini tekil, diğerini çift getirdi. Teklik karşısında ikiliğin yeri nedir? Veya gerçek nedir bu hususta? Gerçekleşmesinden önce, şimdiki anda son bu menzilden öğrenilir. Acaba kendisini bilen hakkında bu bir son mudur, değil midir? Onu bilmek Allah Teâlâ’nın hakkında ‘Onlar için dünya hayatında müjde vardır126 buyurduğu müjdenin bir yönü müdür, değil midir? Onun bir tarzı, müjdenin başka bir tarzı mı vardır? Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bir grubu cennetle müjdelemişken onlar, ölüm anındaki insana gelen müjdenin aksine, müjdenin ardından uzun süre yaşamışlardı.

Sonradan meydana gelen hâdis kuvvet ile onun yaratılmışlarda bö­lünmesi, bu menzilden öğrenilir. Acaba onun bütününü alan bir yara­tık var mıdır, yoksa böyle bir şey tasavvur edilemez mi? Onun ilahi güçten payı nedir? Acaba bölünmüş güçler ilahi gücün parçaları mıdır? Çünkü ilahi kuvvetin mahalli, genel olarak mümkünlerken hâdis gücün mahalli mümkünlerin bir kısmıdır. Mümkün âlemin cinslerini aklına getirip kuvvetin bulunduklarını isimlendirdiğinde, ilahi kuvvet karşı­sında hâdis kuvvetin miktarını tam olarak öğrenirsin.

Genel ve özel teshir arasındaki fark, bu menzilden öğrenilir. Acaba Hakkın ‘her gün bir işte olması127 ile ‘Sizin için fariğ olacağız128 teshir (amade kılma) ilminin bir parçası ve kapısı mıdır? Yoksa başka bir ha­kikatten midir? Çünkü efendi hal suretiyle kulun muhtaç olduğu şeyi yerine getirir. Bu, efendide kemal meydana getiren ince bir teshirdir, yoksa kulun efendiye boyun eğdirme imkânı yoktur. Kulun konumu efendinin emri altında amade ve müsahhar kalmaktır. Her iki durumda da efendinin emriyle ve kendinden nefsini amade kılmakla amade olur, çünkü o bir kuldur. Bazen efendisinin benzeri ve kendi benzeri olan kimselere farklı tarzlarda amade olabilir. Bunların bir kısmı efendisinin emriyle başkasmm emrine amadeyken bir bölümüne mürüvvetle ama­dedir, bir kısmına ise -kul olması itibarıyla amadelik ona eşlik ettiği içinadet üzere amadedir. Bu özellik onun düsturu olur ve ona hük­meder. Bu durumda efendisinin dışındaki kimseler için de -mürüvvet gereği veya efendinin emriyle değiladet üzere boyun eğer.

Alemin bütünün insana bakışı bu menzilden öğrenilir. Acaba ona halife olması yönüyle mi yoksa sahip oldukları emanederi kendilerine ulaştırmak amacıyla mı bakarlar? Halife Haktan onlara -ihtiyari olarak değilcebren gönderilen bir elçidir. Çünkü her şey esasta Yaratanım tespih etmek amacıyla yaratılmıştır. Kula ilahi inayetin gerçekleşmesini sağlayan şey, bu menzilden öğrenilir. Bu inayetin kula kazandırdığı mertebe ve bilgi, bu menzilden öğrenilir. İcmal ve tafsil, bu menzilden öğrenilir.

Bu menzilde ince bir bilgi vardır: Adem suretini kardeşleri arasın­da görüp kendisini sevdiğinde ömründen altmış seneyi Davud’a ver-

A

miş, o da bunu kabul etmiş, Adem daha sonra verdiği bu süreyi inkâr etmiş, buna karşı Davud’un kalbi kırılmış, Allah Teâlâ ise Adem’e vermediği bir şeyi zikrederek onun kalbini onarmıştır. Allah Teâlâ Âdem hakkında ‘Yeryüzünde bir halife yaratacağım129 demiş, onu adıyla zikretmemiş, muhatap edatıyla onu şereflendirdiği şeyi bir araya ge­tirmemiş, ona ‘sana bütün isimleri öğrettim’ dememiştir. Davud’un halifeliği hakkında ise ‘Davud! Seni yeryüzünde halife yaptık130 buyura­rak adını vermiştir. Allah Teâlâ böyle bir makam ve inayetin Davud’da babası Âdem’e karşı bir üstünlük oluşturduğunu bilmiştir. Çünkü o da her halükarda insandı ve bir insandan meydana gelebilecek şeyler on­dan meydana gelmiştir. Bunun değerini ancak peygamber bilir ve bu­nun için şöyle derdi: ‘Ben de sizin gibi bir insanım. Sizin gibi kızarım.’ Kastedilen kendisi ve başkası adına kızmaktır, ‘insanlar gibi memnun olurum.’ Yani hem kendisi hem başkası adına razı olur. Allah Teâlâ’nın vahiy­le peygambere öğrettiği ilahi edebin bir tezahürü buydu. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e ‘Ben de sizin gibi bir insanım131 demesi emredildi. Yani insanlığın bendeki hükmü sizdeki hükmüyle birdir.

Allah Teâlâ, adının zikredilmiş olmasından babasına karşı üstün­lük hissi duyan Davud’a edep öğretmek istemiştir. Daha önce de baba­sı Âdem, ömründen bir bölümü ona vermekle yaptığı ihsanı inkâr et­mişti. Çünkü, insana bir iyilik ulaştığında, onu paylaşmaz. Şu var Ki Âdem mertebesini bildiği için inkâr ettiği şeyi inkâr etmiştir, çünkü Allah Teâlâ onu ilahi isimleri bilmenin mahalli yapmıştır. Bu isimler, meleklerin bile kendileriyle Allah Teâlâ’yı övmediği ve kendisinden sonra sa­dece Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e verilmiş isimlerdir. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem onları

      "     '                  < |    A   -

bilmeyi ‘cevamiü’l-kelim’ diye ifade etmiştir. Allah Teâlâ Adem’e Davud’a verdiği bu ömür süresince o isimlerle Allah Teâlâ’ya ancak kendi kemalince ibadet edebileceğini anlamıştı. Davud mertebe bakımından hiç kuşkusuz Âdem’den daha aşağıydı. Çünkü melekler Âdem’e secde et­miş, ilahi isimler öğretilmişti. Bu nedenle Âdemoğluna cömertçe ver­diği ömrün kendisine ait olmasını istemiştir ki, oğlu Davud’dan ve başkalarından üstün olduğu mertebe ve yüksek derecesiyle Davud’un yapamayacağı ibadeti o zaman zarfında yapabilsin, ibadet o belirli za­manda yapıldığında ibadetin Hakk ettiği sevap Âdem’e verildiği gibi oğul Davud’a da verilir. Hâlbuki o süreyi Davud’a bıraksaydı, bu sevap onun adına gerçekleşmez, Âdem ise oğlunu kendisine tercih sevabını elde ederdi. Yani Hz. Âdem her halükarda ömründen bu müddeti oğlu Hz. Davud’a bırakmadığında elde edeceği sevabı yine elde ederdi. Allah Teâlâ’nın avucunda oldukları esnada kendisini sevip ömrünün bir kısmını ona verdiği gibi sevgisinde de ona dönmüştür. Davud’un bu konuda bir bilgisi yoktu. Allah Teâlâ onun halifelikte adını zikretmekle kalbini onardığında, zikrettiğimiz üzere, insan tabiatında yerleşik nefsaniyet duygusuna kapılmasın diye şöyle buyurmuştur: ‘Arzuna uyma, çünkü seni Allah Teâlâ yolundan saptırır.’’132 Allah Teâlâ onu sakındırmış, bu sakındırma Davud’u Allah Teâlâ’nın özel olarak adını zikretmesinden meydana gelen üs­tünlük duygusundan alı koymuştu. Fakat DavudcArzuna uyma, seni Allah Teâlâ yolundan saptırır133 denilen zamana ulaşmazdan önce sevinmiş ve sevinçten nasibini almıştı. ‘Allah Teâlâ’dan ayırır’ dememiş, ona yolu gözet­meyi emretmiştir. Sonra Allah Teâlâ da ona latif davranarak şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ yolundan sapanlar için unuttuklarına göre şiddetli bir azap var­dır.’134 Hâlbuki ‘sen Allah Teâlâ yolundan saparsan, senin için azap vardır’ dememiştir. Bu, değerli bir bilgidir.

Bu menzilde keşif sahipleri şunu öğrenir: Keşif, keşif sahibinin bildiğini her surette öğrenmiş olmasını gerektirmez. Aksine (keşfen bildiği) o şeyi Hakkın irade ettiği ölçüde bilir. Hakkın dilediği ondan gizlenir, dilediği ise onun tarafından öğrenilir. Başka bir ifadeyle keşif sahibinin gözü, gözüken her surete nüfiız etmez. Aksine gözün kendi­sini algıladığı bir suretin karşısında mahiyetini bilmediği bir suretin durumu, insan duyusu tarafından idrak edilemeyen kesif suretine ben­zer. Başka bir vakitte ise keşif o şahsın kalbinde konuştuğunu ona ve­rir. O bir zorlama veya sezgi veya muvafık düşme şeklinde değil, belli bir bilgiden kaynaklanan hatıra şeklindeki sözdür.

Allah Teâlâ’nın âleme sürekli yumuşaklık göstermesinin hikmeti buradan öğrenilir. Âlemin varlık hikmeti, nüzul sebepleri, bu menzilden öğreni­lir. İhsan ve kazanım bu menzilden öğrenilir. Kulun efendisinin yerini aldığı durum bu menzilden öğrenilir. Bakana iyilik veren sebepleri gö­zetmek bu menzilden öğrenilir. Değiştirme, yani bir bilgiye göre dile­diği tarzda değişmeyi idrak, bu menzilden öğrenilir. Onun yeri ayet-i kerimede belirtildiği üzere Hz. İsa’nın yeri gibidir. ‘Doğduğum, öldü­ğüm ve diriltileceğim gün bana selam olsun.’135 Hakkın bu makam sahibi­nin suretinin karşısına bedel olarak yerleştirdiği suretler, bu menzilden öğrenilir. Hakk kendisi adına yerleştirilenin bilgisi olmaksızın, dilediği yere onu yerleştirir. Onun buradaki mertebesi, Yahya’nın mertebesidir. Bu durum ‘Doğduğu, öldüğü ve diriltileceği gün ona selam olsun136 aye­tinde belirtilir. Hangi makam daha üstün ve tamdır? Yahya için ‘Daha önce onun adına bir isim belirlemedik137 buyurmuştur. Yahya’nın görevi, kıyamette ölümü kurban etmektir. İnsanın en tamı, üstünlüğünü ve başkalarından üstün olmayı istemesinin nedeni bu menzilden öğrenilir. Miktarların ortadan kalkması, bu menzilden öğrenilir. Onlar gerçekte kalkarlar mı, kalkmaları mümkün değil midir? Yoksa alim farkında ol­maksızın, Allah Teâlâ katında takdir edilmiş iken herhangi bir kimse adına ortadan kalkarlar mı? İnsanın bildiği her şeyin yeni bir bilgi değil, bir hatırlama olması bu menzilden öğrenilir. Her bilgi ondaydı, fakat unutmuştur.

Cinlerin insanlara insanların cinlere nasıl musallat olduğu, bu menzilden öğrenilir. Cinler insanlara zahirde ve bâtında mı musallat olur? Yoksa bir grup hakkında bilhassa zahirde gerçekleşirken bâtında konunmuş mu olurlar? Veya işin gerçeği nedir? Aynı şey insanların cinlere musallat oluşunda geçerlidir. Şu var ki insanların cinin zahirine musallat olması söz konusu değildir. Bunun istisnası ruhanileşen ve manası latifleşen insanlardır. Öyle ki, bu durumda insan, cin suretlerinin en latifinde bile görünebilir ve zatıyla cinin bâtınına -tıpkı cinin in­sanın bâtınına yayılması gibiyayılır. Cin onu bilmez ve nefsinin üze­rindeki bir etkisi olduğunu zanneder; hâlbuki üzerindeki etki ruhanile­şen insanın etkisidir. Böyle bir bilgiye dikkat çekeni görmedim. Allah Teâlâ bu bilgiyi bana öğretti, benden önce kimsenin bilip de zikrettiğini görmedim.

İnsana musallat olan cinin etkisini ortadan kaldıracak ilaç, bu menzilden öğrenilir. Bu etki kalktıktan sonra insana keşfolunan şey, bu menzilden öğrenilir. Çokluğun birden çıkması, bu menzilden öğreni­lir. Acaba bir’den çokluğun birliği mi, yoksa çokluk mu çıkar? Mastar­dan ortaya çıkan şey mastar ile aynı hükme mi sahiptir? Bu durum sa­bit ise yükümlü âlemin sonu rahata kavuşmak olacaktır. Çünkü âlem Haktan Pazar gününden Cuma gününe kadar ortaya çıkmış ve ardın­dan ebediyet gününe girmiştir. O gün sebt günüdür. Sebt rahat de­mektir. Sebt günlerin sonuyken kendisinin bir sonu yoktur. Yaratana yarattıkları nedeniyle bir yorgunluk ilişmez. Fakat sebt günü âlemin tabakalarını tamamlama günü olmuştur. Allah Teâlâ’nın yaratması bu amelin muhtaç kaldığı hallerle ilgilidir ve bu hallerin zamanı ve süresi sona ermez. Meleklerin yaratılışı, bu menzilden öğrenilir. İnsanın yaratılış mertebesi ve ilahi mertebeden sahip oldukları, bu menzilden öğrenilir. Bu türün şahıslarının birbirine karşı üstünlüğü, bu üstünlüğün neye göre gerçekleştiği, yaratılışla mı, yoksa arazları kabulle mi ilgili olduğu bu menzilden öğrenilir.

Bu menzilde başka bilgiler de vardır. Biz onların arasından kalple­rin dikkatini çekmek üzere en önemlilerini söylemek istedik. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

İlahi İndiyet Menzili ve Allah Teâlâ Katında Birinci Saffın Bilinmesi

Kendine ait olanı bilenle                                               .

Bilgisine ilave eden arasında ne kadar fark var!

Böylesi bilgisinde yükselirken

Öteki hükümlerinde

Birinci için hal keyfiyet

Öteki için bilgi nicelik

Niceliğin hükmü bitmez

Bilgisi anlayışı üzerine nemalanır

Harfin varlığı olmasaydı, benim olmazdı

Anlayışım olmazdı, bazen vehminden anlar

Bilmek ve anlamak birlikte bana ait

Hakkın sadece bilgisi var

Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ katında olan bakidir.’138 Başka bir ayette ise ‘Ona katımızdan bilgi verdik ve ledünnümüzden öğrettik139 bu­yurur. Başka bir ayette ‘Gaybın anahtarları O’nun katindadır140 buyu­rur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Melekler rablerinin katında saf saf du­rur.’ Allah Teâlâ şöyle der: ‘Kıyametin bilgisi O’nun katindadır.’141 Başka bir ayette ‘Her şeyin hâzinesi katımızdadır142 buyrulur. Bu ayetlerde ge­çen ‘katında (indilik)’ kelimesinin izafe edildiği isim, zamir ve kinaye­lerin değişmesiyle izafetleri de değişir. İndilik (kat, nezd), üçüncü zarf­tır. Allah Teâlâ ehlinden mahiyeti Öğrenilsin diye ona dikkat çekeni görme­dim. Çünkü indiyetin kökü olan inde, zaman veya mekân edatı değil­dir. Hatta o genel an'amıyla mekân edatı değildir. Bu durum ‘Sizin in­dinizde (katınızda) olan tükenir143 ayetinden anlaşılır. Allah Teâlâ bizim için de bir indiyet belirlemiştir ve indiyet bizim hakkımızda bir mekân zarfı değildir.


Alimlerin kendisiyle hem hakkın hem insanın nitelendiği bu indiyeti incelemeyi niçin ihmal ettiklerine şaşırdım. Allah Teâlâ eşyanın hâzineleri için indiyetini zarf yapmıştır. Bilindiği üzere, Allah Teâlâ eşyayı yaratır ve yokluktan varlığa çıkartır. Bu izafet, Allah Teâlâ’nın eşyayı katındaki hâzinelerden çıkartması demektir. Allah Teâlâ eşyayı idrak etmediğimiz bir varlıktan idrak ettiğimiz varlığa çıkartır. Başka bir ifadeyle eşya yoklu­ğa dayanmaz. İşin zahiri onların yokluklarının izafiliğidir. Çünkü eşya yokluk halinde Allah Teâlâ tarafından görülür ve onları hakikatleriyle ayrış­mış bir halde birbirlerinden ayırt eder. Eşyada Allah Teâlâ nezdinde/indinde bir icmallik ve belirsizlik yoktur. Onların hâzineleri, yani kendilerini saklayan kaplar anlamındaki eşya hâzineleri, ‘eşyanın imkânları’ demek­tir, başka bir anlamı yoktur. Çünkü eşyanın kendiliklerinde varlıkları yoktur. Onlar sübut halindedir. Onların Haktan kazandıkları ise aynî, yani dış varlıktır. Bu sayede eşya, hem onları gören ve hem de kendile­ri için aynî varlıklarıyla ayrışırlar. Allah Teâlâ katında ise ‘sübutî’ olarak ay­rışmış olmayı sürdürürler.                    -                                                  .

Eşya aynî/dış varlıklarında zuhur ettiğinde, Hakk onları kendi ka­tından onların hâzinelerine yerleştirir. Çünkü imkân onlardaki hük­münü bırakmaz. Onlar kendi hâzinelerinde bulunmasalardı, hazineler onlar üzerinde hüküm veremezdi. İmkân özelliği bir an bile onlardan ayrılmayıp bu özellikten çıkmaları mümkün olmadığı için tercih eden sürekli onlarladır. Bir mümkünün varlık veya yokluk şeklinde iki mümkünden birisiyle nitelenmesi şarttır. Öyleyse onlar ve hâzineleri Allah Teâlâ katında kalıcıdır. Çünkü tercih eden, iki mümkünden birisini eş­ya hakkında tercih etmekten geri durmaz. O halde onların imkân hâzi­nesinden çıkması mümkün değildir. Hakk bu hâzinelerin kapısını aç­mıştır: Biz onlara, onlar da bize baktı. Bir yönüyle o hâzinelerde bulünurken bir yönüyle onların dışındayız. Adem de Hakkın kabzasının dı­şındayken aynı zamanda Hakkın kabzasındaydı. Başka bir ifadeyle Âdem kendisini iki yerde birden görmekteydi. Eşyayı görüp hâzineleri görmeyen ve bu hâzinelerin katinda olduğu Allah Teâlâ’yı görmeyen kimse, eşyayı da görmemiştir. Çünkü eşya hâzinelerden ayrılmadığı gibi hazi­neler de Allah Teâlâ katından ayrılmamıştır. İlahi indilik ve zamirler, O’nun zatından ayrılmaz. O halde bu işlerden birisini gören, toplamı görmüş demektir.

Hakkın indiyeti zatının aynı Eşyanın hâzineleri ondadır

Ondan gördüğü şey iner Onlar koruyucunun ihtiva ettikleri

Onun inişi sürekli hâzinelerdendir Çünkü var olanların dış varlıkları

Zarfının indiyeti nezih                                                                                  -

Mekân indiyeti değildir ama

Onun dehri Allah Teâlâ’dır, zaman değil                            -

Dehr her sakin için bir zarf

Sükûn ile kendisini tutar onda Meskeni en şerefli mesken

Onun ‘O’ olmaksızın taşınması yok O görülen bir gereklilik

Onun niteliği ince bir anlamdan Ben borçlunun kefili değilim

Oluşta -eğer bilgiliysentoplamın birliğinden başka bir birlik yok! Çünkü Allah Teâlâ ilahtır ve her zaman ilahtır. Sahip olmadığı bir hü­küm yenilenmediği gibi kendisiyle isimlenmediği bir ad da meydana gelmez. Çünkü Allah Teâlâ kendisini isimlendiren ve daha önce sahip olma­dığı bir niteliğin bulunmadığı kimsedir. Öncesinde ve sonrasında iş, Allah Teâlâ’ya aittir. Allah Teâlâ güzel isimlerin ve yüce niteliklerin sahibidir. O amâ’da ilah, kendisini istiva etmekle niteleyen Rahman, her gece ve gecenin son üçte birlik bölümünde yakın semaya inen Rab’dir. Her neredeysek, bizimle beraber olandır: ‘Bir gizli konuşma yoktur..:l4i Bu­rada belli bir sayı kastedilmiştir ve tek veya çift sayıdır. Bu durumda Allah Teâlâ üçün dördüncüsü, beşin akıncısıdır. Sayı daha az veya çok olabi­lir. Hakkın vahyinde ‘toplamın birliğinden’ başka bir şeyin zikredildiğini gördün mü? Çünkü sadece ilah gelmiştir: ‘O’ndan başka ilah yok­tur. Gaybı ve şehadeti bilendir, Rahman ve Rahimdir. 0 kendisinden başka ilah olmayandır. Melik ve Kuddus’tur. Mümindir, Müheymindir, Cebbar’dır, Mütekebbirdir. Allah Teâlâ onların koştuğu ortaklardan münezzehtir. Allah Teâlâ Yaratandır, Musavvirdir, Baridir.’145 Sen -gerçeği Allah Teâlâ’dan anlayan­lardan isenşunu bilirsin: Bu isimler, zatı yönüyle tek bir isimlendiri­lende müteradif olsalar bile, farklı anlamları gösterirler: ‘De ki, ister Allah Teâlâ ister Rahman diye dua edin, en güzel isimler O’nundur.’146 Öyleyse sa­dece bir ilaha dua ederiz. Hakikatleri ve gösterdikleri birbirinden farklı olan bu isimler, O’na aittir. Bu isimler, ezelidir ve ilahi hazineler de­mektir. O hâzinelerde, eşyanın saklandığı ‘imkân hâzineleri’ bulunur. Böylelikle cem’ cem’in, çokluk çokluğun, sayı sayının mukabili olmuş­tur. Hakikat birdir ve o ‘toplamın birliği (ahadiyetü’l-mecmu’) demek­tir. Namaz kılan herkes yalnızken Rabbiyle konuşur. Allah Teâlâ da koruyu­cu kanadını onun üzerine germiştir. Öyleyse Allah Teâlâ, mutlak ve sınırlı, özelde genel, genelde özel olandır.

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ bize saf haline gelişte iki yer belirlemiş, aynı şeyi başka yaratıklar için yapmamıştır. Birincisi namazdaki saf, İkincisi cihattaki saftır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ kendi yolunda saf saf bir bina gibi savaşanları sever.’147 Burada namaz saflarında sıkışmayı emretmiş, meleklerin Rablerinin katında safta sıkışık durduklarını söy­lemiş, saflarımızı meleklerin saflarına benzetmiş, aynı şeyi diğer üm­metler için yapmamıştır: ‘Rabbin ve melekler saf saf gelir.’148 Başka bir ayette ‘O gün Ruh ve melekler saf olarak kalkar149 buyrulur. Ruh imam­dır ve imam tek başına bir saftır, çünkü o, bir toplamdır ve onun birli­ği toplamın birliğidir. Bu nedenle imam tek başına birliktir. Hakk ise toplamın birliğinde değilbirliğin toplamında saflarda duranlara tecelli eder. Çünkü saftaki şahısların her biri, namazdaki huzuruna, niyetine ve Rabbi hakkındaki bilgisine göre, Rabbiyle konuşur ve bunun için Allah Teâlâ birliğin toplamında onlara tecelli eder. Onlar adına toplam öne geçmiş, onu birliğe izafe etmiştir. Ta ki onlar ibadetlerine kimseyi Allah Teâlâ’ya ortak koşmasınlar. Bununla birlikte onların mizaçları, ilişkileri, maksatları değişebilir. Bu nedenle onların talepleri farklılaşır ve çoğalır.

Allah Teâlâ onlara toplamın birliğinde tecelli etseydi, birliğin öne geçmesi nedeniyle toplama bakmazlardı. Böyle olsaydı, onların maksadarı bir, istekleri tek, huzurdaki halleri bir hal, Allah Teâlâ hakkındaki bil­gileri bir bilgi olurdu. Hâlbuki vakıa öyle değildir ve bu durum tecelli­nin ‘birliğin toplamında’ gerçekleştiğini gösterir. ‘İş bütünüyle O’na döner.’150 Böylece toplam Bir’e dönmüş, toplamın dışta varlık sahibi ol­duğu zannedilmesin diye Allah Teâlâ’ya izafe edilmiştir. Toplam (mecmu’), hükümlerin varlığıdır. Şâri namazda imamı kendisiyle toplamın izafe edildiği birliğin mukabili olsun diye belirlemiştir. İmam cemaade bir­likte birliğin toplamının mukabili olur. Öyleyse imam, mutlak birliğe münacat eder!

Bu nedenle bazı kimseler, selam verene kadar namazda imamın masumiyetine inanmıştır. Onlar, masum imam taraftarlarıdır. Çünkü bir, muallim olan imamın aksine kendi birliğinden gafil kalmaz. Bilfiil muallim olan imam, cemaatte unutanın hükmünün nasıl olduğunu öğ­retme amacıyla unutabilir. Muallimler ancak nebilerdir. Peygamberle­rin dışında ise, imam, saftakilerden biridir. Öne geçtiğinde ve pey­gamber olmadığında, masumdur, çünkü o, muallim değildir. Masıim imam taraftarları bu görüştedir. Onlar imamilerdir ve imamın masum­luğunu ileri sürerler. Gerçek ise böyle değildir. Çünkü her imam na­mazdan gafil olmasa bile, namaz içinde unutabilir. Cemaat ise ‘birliğin toplamına’ münacat eder. Cemaatten her birisi, mukabili olduğu şeye münacat eder.

Namaz kılıp da imam ve imama uyanların ilişkisi hakkında zikret­tiğimiz meseleyi görmeyen kimse, emredilen namazı kemaliyle kılma­mış demektir; onu tamamlasa bile, kâmil anlamda kılmamıştır. Çünkü namazın tamamlanması, şekli yapısının ifa edilmesi, namazın farzlarını, sünnederini, ayakta durmak, tekbir getirmek, okumak, rükû etmek, secdeye gitmek, elleri kaldırmak, oturmak, selam vermek gibi şeklî un­surlarını yerine getirmektir. Bir kişi bütün bunları tamamladığında, namazını da tamamlamış demektir. Ancak söz konusu insan bizim söy­lediklerimizi müşahede ederse, namazı kâmil anlamda kılmış sayılır. Çünkü gaye mertebe demektir ve namaz ancak gayesi nedeniyle farz kılınmıştır, insanların genelinin ‘namazdaki huzur’ dedikleri şey budur. Başka bir ifadeyle namaza başlayıp bitirene kadar bütün parçalara niye­tin eşlik etmesidir.

Kardeşim! İster imam istçr cemaat ol, böyle bir namaz kılıp kıl­madığına bakmalısın! Kendinle imamı, müşahedede böyle ayırt ettin mi, yoksa imamı sadece mekân önceliği ve hükümdeki mertebe önceli­ği bakımından mı ayırt ettin? İmam tekbir alana kadar tekbir almaz, rükûya gidene kadar rükûya gitmez, başını kaldırana kadar başını kal­dırmaz, namazın fiillerinden herhangi birini imam yapmadan yapmaz­sın. Senin mertebeden uymadır. İmam cemaat çok ise mekân, sadece bir kişi var ise mertebe bakımından cemaatin önündedir. Öyleyse imam, mertebe bakımından imamdır ve onun durumu birliğe (ahadiyet) karşılık gelir; cemaatin kendisine eklenip adeta bir saf haline gelmesi yönüyle de ‘birliğin toplamına’ karşılık gelir. Öyleyse imam mekân bakımından öne geçerek cemaat ardında kaldığında, imam mutlak birlikten başkasını görmez. Cemaat bir kişi olup da imam safta bulunursa, ‘birliğin toplamını’ veya ‘toplamın birliğini’ görür veya ce­maat ‘birliğin toplamını’ görür. Bu durumda bir kişi olan cemaati imamdan, kendisine uyduğu ve ona tabi olduğu için mertebe ayrıştırır. Ona muhalefet etse, (bilmelidir ki) cemaatin perçemi şeytanın elinde­dir. Şeytanlık uzaklık, namaz yakınlık demektir. İşte bu, ‘uzaklıktaki yakınlık’, ‘yakınlıktaki uzaklıktır.’ Öyleyse imama muhalif olan cemaat, birliğin toplamını göremez, çünkü o, böyle davrandığı sürece ne me­kân ne mertebe bakımından cemaat değildir. Çünkü imam, cemaat kendisine muhalefet ederken ancak birliği müşahede edebilir * çünkü bu esnada imam, ‘cemaat olma’ hali ortadan kalkıp cemaat bulunmadığı için bir safta değildir. Öyleyse imam bu haldeyken -cemaatin durumu­na göretek başına namaz kılan kimse gibidir. Bununla birlikte imam, ardında namaz kılan meleklere göre imamdır. Melekler onun ardında saf tuttukları gibi aynı zamanda Rablerinin katında saf tutar. Onlar namaz kılan imamın nezdindeyken de yine de Rablerinin katında bu­lunmayı sürdürürler.

Öyleyse imam, halifedir ve melekler ona secde etmiştir. İmam ise Allah Teâlâ’ya secde eder ve imamın kıblesi Allah Teâlâ’dır; imam ise melekle­rin kıblesidir. Cebrail’in Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e imam olması, ona namazı öğretme amacından kaynaklanmış, böylelikle mertebe bakımından -yer ve mekân bakımından değilpeygambere namaz kıldırmıştı. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ile Cebrail yalnız başlarına namaz kılmış, Cebrail pey­gamberin önüne geçmemiş, vakideri ve özellikleriyle birlikte en yetkin şekilde namazın sayılarını ona öğretmiş, sonra da cemaatte bulundu­ğunda mekân bakımından öne geçmesini söylemiştir. Bazı insanlar, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in mekân bakımından Cebrail’in de önüne geçtiğini söylemişlerdir ki böyle bir şey ancak Allah Teâlâ’nın peygamberin gözünden perdeyi kaldırması halinde olabilir. Bu durumda Peygamber melekleri ve cemaati görür, Cebrail’in ardında saf tuttuklarını müşahede eder; perde varken göremez. Bu nedenle peygamber yalnız bir adama namaz kıldırırken onu sağında bir safta durdurmuştur. Çünkü söz konusu şa­hıs melekleri görmemiş, imam da cemaatin hükmünü dikkate almıştı. Allah Teâlâ Hz. Musa’ya nida ederken, sen Tur tarafında değildin. Musa’ya emri verirken de garb tarafında değildin. ‘Sen şahitlerden değil­din.’151 Aynı şekilde, Cebrail Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e beş vakit namazda imamlık yaparken de orada değildin: ‘Sen şahitlerden değildin.’152 ‘Biz bildiğimize şahidiz, yoksa gaybı koruyucu değiliz153 İşleri görmek ile bil­dirmenin dışında onları görmemek aynı hükme sahip değildir. Binae­naleyh gözlerin ancak göz sahibinin bilebileceği bir durumu olduğu kadar bilginin de bilgi sahiplerinin bilebileceği bir durumu vardır; başkalarının onda bir tecrübesi yoktur: ‘Rabbim! Bana ölüleri nasıl dirilt­tiğini göster?’154 Başka bir ayette ise ‘Rabbim! Bana kendini göster, sana bakayım155 buyrulur.

Gözlerin latif bir manası var

Bu nedenle Musa görmek istedi

Melekler babaları Adem’e secde ettikleri gibi her namaz Ademoğullarına secde etmeyi sürdürürler. Âdemoğulları arasında da ‘Allah Teâlâ’ diyen ve namaz kılan birisi olduğu sürece halifelik sürer. İlahi emir ve durum âlemde bir kez gerçekleştiğinde, artık onun hükmü kıyamete kadar ortadan kalkmaz. Çünkü meleklerin Adem’e secdeleri, kıyamet vaktine kadar namaz kılan herkesin ardında geçerli olmak üzere, zürriyeti hakkında da bakidir. Âdem unutmuş, zürriyeti de unutmuş; o in­kâr etmiş, zürriyeti inkâr etmiştir. Kabil Habil’i öldürmüş, haksız yere insan öldürmek fiili kıyamete kadar Âdemoğullarında baki kalmıştır. Üstelik bu işi ilk yapanın da bunda vebali vardır. Nitekim iyilik söz konusu olduğunda da, ilk yapanın iyiliği yapan herkeste bir nasibi var­dır: ‘Kim bir iyilik başlatırsa, yaptığı iyiliğin ve kıyamete kadar onu yapanların sevabı ona aittir. Kim kötülük başlatırsa, onun ve kıyamete kadar onu yapanların vebali onun üzerindedir.’ Onlar ‘Günahlarına gü­nah yüklenenlerdir.’156

Öyleyse namaz kılan herkes meleklere imamdır ve melekler onun ardından kendisine secde ederler. Şu var ki asıl ile fer arasında olduğu kadar Âdem ile zürriyeti arasında da bir fark vardır. Melekler kıraat ve namazda Âdemoğullarının secdesiyle birlikte secde ederlerken Âdem’e öğrencinin öğretmene secdesi gibi secde etmişlerdir. Böylelikle secde­leri ortak iken secde sebebi farklılaşmıştır. Açıklamak istediğimiz husus şudur: Meleklerin Âdemoğullarına secdeleri ortadan kalkmamıştır, imamlık, Hz. Âdem’den son namaz kılan insana kadar kalkmamıştır. Melekler, daha önce söylediğimiz gibi, bu imama tabidir. İmamlık ya­parken biz Allah Teâlâ katında bulunuruz; melekler ise uyma itibarıyla bu esnada bizim katımızdadır. Hâlbuki onlar, (gerçekte her zaman) Rablerinin katındadırlar. Çünkü imam O’nun katindadır. Dolayısıyla me­lekler de O’nun katindadır, çünkü onlar imamın ve ardında namaz kı­lan safların -sayısı ne kadar olursa olsunardmdadırlar.

Rabbin katında (indiyet) olmak makul

‘O’nun katı’ ne demek, bilinmez

Allah Teâlâ’nın katı meçhul

Yaratıkların katı meçhul değil                                                             -

0 ikisi bir zarfta değil

Onun kendinden başka bağlamı yok

Son mısradaki zamir zarfa döner. Bir önceki mısradaki ‘o ikisi’ Hakkın ve yaratıkların katma döner.

Bilmelisin ki, indiyet var olan bir şey değil bir nispettir. Nispetler, kendileri var olmayıp hükümleri sabit madum durumlardır. Allah Teâlâ izin verirse, kutupların hallerinden söz ederken düsturu ‘Sizin katınızdaki bi­ter, Allah Teâlâ katındaki bakidir157 ayeti olan kutuptan söz ederken, bu ko­nudan söz edeceğiz. Allah Teâlâ’nın katının meçhul olduğunu söyledik, çünkü ‘Allah Teâlâ’ olması itibarıyla Allah Teâlâ’ta başka ilahi isimlerden birisi ortaya çıkmaz. Çünkü ‘Allah Teâlâ’ ismi, isimlerin toplamıdır, dolayısıyla onu haller özelleştirir. Çünkü ‘Ey Allah Teâlâ! Benim için şunu yap’ diyen kimsenin ha­li, bu ismin içerdiği ilahi isimlerden birisini özelleştirir. Bu nedenle onun hakkında ‘mudaklıkta sınırlı’ denilir. Başka bir ifadeyle içerdiği ilahi isimlerin talebine göre haller kendisini sınırlarken hallerin olum­suzlanması bakımından mutlak/sınırsızdır. Tüm heyula her sureti ka­bul ettiği gibi ‘Allah Teâlâ’ ismi her ismin mukabilindeki isimdir. ‘Rabbin katında’ bir yönüyle bu anlama yakındır. Fakat aralarında fark vardır: Rab tamlama olarak gelebilir. Kim onun katındaysa, izafe edildiği kimsenin katında bulunur. Dolayısıyla ancak var olanlardan birisine izafe edilir. ‘Yaratıkların katı’ (ifadesi) malumdur. Dolayısıyla ‘Rabbin katı’ makuldür.

‘Onun katf ifadesine gelirsek, o, üçüncü tekil şahıs zamirdir, yani gaib zamirdir. Gaib hakkında hali gaybet olan hüküm veremez. Çünkü hangi halde olduğunu bilmez ki, hakkında şahidik edebilsin. Gördü­ğündeyse, artık gaib değildir, çünkü gaybet kalkmıştır. Bakınız! Susan kimseye konuşana kadar herhangi bir görüş veya davranış izafe edile­mez ve bu nedenle susması nedeniyle ‘icma’ya dahil edilir. Bu tartışma­lı bir meseledir ve doğrusu söylediğimizdir. Çünkü belirsizliği terk, o işin aslı üzerinde kalması hakkmdaki delille mümkündür. ‘Yeryüzünde her şeyi sizin için yarattı158 ayetinde dile getirilen asildir bu. Ademoğullarının sözü ve bütün fiilleri, yeryüzünde yaratılanlar kapsamındadır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in huzurunda söylenmiş veya yapılmış ve reddedilme­miş bir işi gördüğümüzde, hükmünün ‘mubahlık’ olduğunu söyleme­yiz, çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem o konuda bir hüküm vermemiştir ve kendi­sine bir hükmün inmemiş olması muhtemeldir. Peygamber Allah Teâlâ’nın kendisine indirdiği vahye göre hüküm verir. Bu nedenle (hakkında nas bulunmayan şeyin) hükmü, asıl üzere kalmaktır. Asıl, beş hükümden bir belirleme olmaksızın, bu yaratılışın gerektirdiği tabii tasarruftur. İş­te ilk asıl budur. Ya da böyle bir şeyin hükmünü ikinci asla döndürü­rüz. Bu ise ‘Sizin için yeryüzündeki her şeyi yarattı159 ayetidir. Burada belirtilen bir mubahlık hükmü değildir ve bu açıktır! Çünkü haramlık hükmü ‘yaratılmıştır.’ Yani bizden dolayı hakkında ‘haram’ diye hü­küm verilmiştir. Başka bir ifadeyle haramlık, uzak durup duramayaca­ğımızı denemek üzere, Allah Teâlâ’nın bizden dolayı verdiği bir hükümdür. Vaciplik, mendupluk hükümleri de bizim için belirlenmiş ve yaratıl­mıştır. Esas olan hükümsüzlüktür ve -sağlıklı düşüncenin gerektirdiği üzereilk ilke budur.

Birinci Saf Menzilinin Açıklanması ve İçerdiği İlimler

Bu menzil bazı ilimleri içerir. Birincisi seva hamdi ve ayrıntıları­dır. Çünkü bu hamd, her iki tarafı ve ortayı ihata eder. Allah Teâlâ onu bütün âlemlere izafe etmiş, Fatiha suresinin birinci kısmında bi­rinci uçla ilgili olarak ‘Hamd âlemlerin rabbi Allah Teâlâ’yadır160 demiş, bu hamdi bileşik rahmet arasına yerleştirmiştir. Çünkü onu (besmele=de’ki) Rahman ve Rahîm öncelerken, kendisinden sonra da Rahman ve Rahîm gelmiş, böylelikle âlem, iki rahmet arasında var olmuştur: Başı merhum iken sonu rahmete varır. Yunus suresinin ortasındaysa, cennet ehlinin niteliğinden söz ederken ‘Onların son duaları âlemlerin rabbi Allah Teâlâ’ya hamd olsun demektir161 buyurur. Saffat suresinde de ‘Hamd âlemlerin rabbi Allah Teâlâ’yadır162 denilmiştir. Bunun öncesinde ise ‘Peygamberlere selam olsun’163 denilmişti. Onlar, merhamet edilen ve sa­lim kimselerdir. Yardım ihsan etmesi ve zafere ulaştırmasının ardından âlemlerin rabbi Allah Teâlâ’ya hamd etmek, bir nimet hamdidir. Böylece su­renin başında ve ortasında nimet hamdi ortaya çıkmış, hamd iki ucu ve ortayı ihata etmiştir. Böyle bir hamd, hamd olması yönüyle, bu merte­belerde eşit midir, değil midir? Yoksa iki ucun ve ortanın değişmesi nedeniyle, mertebeleri değişir mi? Hamdde en üstün mertebe hangisi­dir? İki uçtan birisi mi, yoksa orta mı? Alemlerden orta ve sonda ilk hamd kime aittir? Bütün bünlar, Allah Teâlâ’nın kendisinden korkup başkala­rından korkmayan alimlere verdiği ilimlerdendir.

Meleki ve beşeri mertebeler, bü menzilden öğrenilir. Onların mer­tebeleri eşit midir, yoksa hangisi daha üstündür? Beşer mertebeleri mi, melek mertebeleri mi üstündür? Her birinin ötekinden üstün olmasını sağlayan mertebeleri var mıdır?

Faydaları kazanmak, bu menzilden öğrenilir. Acaba zararlar bir takım faydaları içerir mi, içermez mi? Faydalar nelerdir? İlahiyat (me­tafizik) bahsinde uyma, bu menzilden öğrenilir. Acaba burada uyan in­san, zikri mi yoksa fikri mi takip eder? İzafet tevhidi -mutlaklık tevhidi değilbu menzilden öğrenilir. İki tevhit mi vardır? Burada zat tevhi­diyle ilahlıkta ilahın tevhidini kastetmekteyim. Bu tevhiderden her biri


neye göre idrak edilir? Allah Teâlâ’nın eşyaya nispeti bu menzilden öğrenilir. Bu nispet eşyanın Allah Teâlâ’ya nispetiyle bir midir, değil midir? Bir şeyin farklı yönleri var mıdır, yoksa bir yönü mü vardır? Böyleyse, ondan ne meydana gelir? İlahi ve kevni ‘atma’ arasındaki fark, bu menzilden öğ­renilir. Süreklilik, bu menzilden öğrenilir. İhtilas ilmi ve işin öznesinde ve yüklemindeki hükmü bu menzilden öğrenilir. Namazda sağa sola bakmak şeytanın kulun namazından çaldığı (ihtilas) bir şeydir.

Âleme ait yaratma, bu menzilden öğrenilir. Yaratanların tek bir yaratılmışta bir araya gelmesi, bu menzilden öğrenilir. Acaba ikisinden her biri ötekinin verdiğini mi verir, yoksa yaratmadaki hükümleri farklı mıdır? Yaratmadaki ortak ve farklı özellikleri nelerdir? Cahilin hâline yumuşaklık göstermek ve bilgisizliğinden dönsün diye ona süre ver­mek, bu menzilden öğrenilir. Cahilin konuşmasının hükmü, bu men­zilden öğrenilir. Onun hükmü isabette alimin konuşmasıyla bir midir? Cahil konuştuğu mertebeyi bilmez veya bilirse, alimin hata saydığı isa­beti bu menzilden öğrenilir. Bu durumda bilen ve bilgisiz, bilmeyenin kendisinden konuştuğu makamı bilmemede eşittir. Bunu bilen ile bil­meyen alimler arasındaki fark ve onu bilenin hükmünün ne olduğu bu menzilden öğrenilir. Kendisi bir iken bir’in çoklara nereden tesir ettiği, bu menzilden öğrenilir. Ayrılma ve birleşme bu menzilden öğrenilir. Yar atılmışlar m niteliklerinin hangi hakikatle bir araya geldiği bu men­zilden öğrenilir. Dalalete rehberlik, bu menzilden öğrenilir.

Mevakıf ilmi, söz ve rızanın -kahrın olduğu gibimevkıfları var mıdır, yok mudur? Bunlar da bu menzilden öğrenilir. Kıyamet mevkıfları (durak) ne kadardır? Allah Teâlâ ehlinin mevkıfları (sufı) enNifferi’nin söylediği gibi sınırsız mıdır veya sınırlı mıdır? Yoksa bir açıdan sınırlı, bir açıdan sınırsız mıdır? Niçin durma ve vakfe vardır? Acaba bir sükûn durması mıdır, yoksa salik vakfelerinde sürekli hare­ket mi eder? İslam ve istislam ehli arasındaki fark, bu menzilden öğre­nilir. Âlemde bilgi talebi, bu menzilden öğrenilir. Hakkı bilmenin hangi mertebede neyi verdiği ve onun sahibine her bakımdan faydalı olup olmadığı, bu menzilden öğrenilir. İtiraf edilmesi gerekçn ile ge­rekmeyen, bu menzilden öğrenilir. Faydalı bilgi, bu menzilden öğreni­lir. Mana araçlarından bileşik olan ve olmayanlar, bu menzilden öğre­nilir. insana nimet veren ve azap eden şey bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ’dan kimsede bir şey bulunmadığı bu menzilden öğrenilir.

İlahi çizgiler ve sınırlar, bu menzilden öğrenilir. Onlar, belirlenmiş ve birbirine karışmayan şeylerdir. Bunlar, imkânsız olan ile olmayanı en iyi bilenlerdir, imkânsız olanlar onlar tarafından bilinirken onların imkânsız karşısındaki yerleri bilinmez. Acıları ortadan kaldıran nimet­ler nelerdir ve onlarla acıları kaldırmayan nimeder arasındaki fark, bu menzilden öğrenilir. Misille ünsiyet, bu menzilden öğrenilir. Acaba Allah Teâlâ ile ünsiyet ilahi suret üzerine yaratılan kimse adına mı gerçekleşir? Yoksa suret üzerinde yaratılması, Allah Teâlâ’nın kendisiyle ünsiyet etmediği gibi kendisinin de Allah Teâlâ ile ünsiyet etmemesini mi gerektirir? Bütün âlem bu hükme sahip midir, değil midir? Hakkın gölgesi gibi olan in­san, bu gölgeye benzeyen insanın parçası olan halife insan-ı kâmilin hükmüyle aynı hükme mi sahiptir?

Başkalarında gerçekleşen nimetlerden haz almak, bu menzilden öğrenilir. Acaba bu durum talep edilen hazzın kemalinden mi kaynak­lanır, yoksa haz alandaki eksiklikten mi kaynaklanır? Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Müftüler sana fetva verse bile, fetvayı kalbine sor’ hadisinde geçen ‘nefs’, bu menzilden öğrenilir. Çünkü buradaki bildirmede bir ilahi lü­tuf vardır ki Allah Teâlâ onu peygamberinin dilinde uygulamıştır. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ kalbe ancak insanın muduluğunun bulunduğu şeyi ilham eder. Buradan insan kendine dönerse, kurtuluşa erer. Bazı ariflerin bu makamda söyledikleri ‘Veradan daha kolay bir iş bilmem, nefsime te­reddüt veren her şeyi terk ederim’ ifadeleri, bu menzilden öğrenilir.

Karinelerde halleri yücelten şeyler bu menzilden öğrenilir. Kendi­sine karşı direnme gereken şeyler bu menzilden öğrenilir. Hallerdeki üstünlük, bulundukları kimselere bakmaksızın bu menzilden öğrenilir. Mahiyetleri bilmek, bu menzilden öğrenilir. İki suretin benzeşmesi ve hükmün farklı olması, bu menzilden öğrenilir. Âlemde saptıran ve sap­tırmayan imamların yaratılma hikmeti bu menzilden öğrenilir. Bela esnasında nida bu menzilden öğrenilir. Niçin nimete değil de ona tah­sis edilmiştir? Dua eden ve isteyenlere karşılık verilmesi bu menzilden öğrenilir. Acaba duaya karşılık veren, istekle mutabık nimet mi verir, yoksa artırır mı? Artırması, hal isteğine karşılık vermek demek midir? Çünkü bu esnada konuşma yoktur.

Ulvi âlemin kendisine fayda vermek üzere süfli âlemle-süfli âlemin de istifade etmek üzere ulvi âlemle irtibatı, bu menzilden öğrenilir. Fayda veren üstteki, istifade eden aşağıdakidir. Burada mekânın ve mekân yüksekliğinin bir hükmü yoktur. Perdenin keşf verilene hangi yönden tesir edeceği, bu menzilden öğrenilir. Hâlbuki onun mertebesi daha yüksektir ve Hakk kendisini destekler. Etki edenin cezası nedir? Seferler bu menzilden öğrenilir. Kudreti olmadığı halde hilim özelli­ğiyle nitelenenin durumu bu menzilden öğrenilir. Hâlbuki insan ancak hilim gösterdiği kimseye karşı gücü varken halim olabilir. Hayalin du­yudaki etkisi, bu menzilden öğrenilir. Hükmü nereye varır? Mertebele­rin nahoş bulduğu şeye göre sahipleri üzerindeki hükmü bu menzilden öğrenilir. Eşyanın değeri bu menzilden öğrenilir. Her şeyin belli bir mertebesi vardır ve her şeyin bir değeri vardır. İnsan-ı kâmilin ise de­ğeri ve kıymeti yoktur; çünkü onun kıymeti Rabbidir.

Doğruluğun neticesi, doğruların mertebeleri ve doğruluklarından dolayı hesaba çekilmeleri, bu menzilden öğrenilir. İlahi bereket merte­beleri, bu menzilden öğrenilir. Zulüm mertebeleri, bundan övülen ve kınananlar, bu menzilden öğrenilir. İşte ortaklık, bu menzilden öğreni­lir. Acaba o işin hükmü her ortakta eşit midir? Yoksa ortakların hal ve istidatlarının değişmesiyle -işte ortaklık olsa bilehükmü de değişir mi? Hasımların hakim önünde bir araya gelme mertebeleri, bu menzilden öğrenilir. Dişinin erkeğe katılması, bu menzilden öğrenilir.

Kura çekmek ve hükmü bu menzilden öğrenilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘İnsanlar birinci safra bulunan sevabı bilip sonra onu elde etmek üzere kura çekmeleri gerekseydi, kura çekerlerdi. Hicrette neyin bulunduğunu bilselerdi, ona koşarlardı. Yatsı ve sabah vaktinde neyin bulunduğunu bilselerdi onu yerine getirirlerdi.’ Karanlıklar ve karanlı­ğın hakikatinin neye döndüğü, bu menzilden öğrenilir. Var olan bir şeye mi, var olmayan bir şeye mi döner? Tenzihin diğer hamd türle­rinden üstünlüğü, bu menzilden öğrenilir. Çıktığında cenine şefkat, il­gi ve merhamet, bu menzilden öğrenilir? Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Küçüğümü­ze merhamet etmeyen bizden değildir’ buyurur. Yakîıı ve kuşku, bu menzilden öğrenilir. Kesin inanca sahip olduğu bir hususta insan kuş­ku duymakla nitelenir mi, nitelenmez mi? Hakkı sadece Hakkın bilme­si, bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ’ya nispet edilmesi uygun olan şey, bu menzilden öğrenilir. Kendisini izale eden bir duruma maruz kalsa bile, doğasında doğanın hükmünün dışrna çıkmamak özelliği bulunan kim­senin hali bu menzilden öğrenilir. Öyleyse söz konusu şey sürekli kay­bolurken doğa baskın gelir ve değişmez.

Meleklerin hallerinin başkalaşması nereden gerçekleşir? İnayet ve âlemin inayetteki tabakaları, bu menzilden öğrenilir. Ağır başlılık ve acelecilik, bu menzilden öğrenilir. Müjdenin genelliği ve korkutmanın özelliği gibi zikredilmesi uzun sürecek pek çok bilgi, bu menzilden öğ­renilir. Biz onlarm arasından sadece mühimlerini zikrettik.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

ÜÇ YÜZ KIRK SEKİZİNCİ BÖLÜM

Cem' ve Vüeud Kalbinin Sırlarından İki Sırrın Bilinmesi

Denirse ki, âlemde daha geniş var mı? , ,

Allah Teâlâ’nın rahmetinden daha genişi

De ki: Kalp daha geniştir; imanın bulunduğu Allah Teâlâ evi o Vera ve takvayla süslenmiş   .              .

Hakkı bilgice suretiyle ihata etmiş O kendinde aziz ve izzetinde tevazu sahibi

Kalp benim mülküm ve Yaratanın meskeni Ömrüme yemin olsun, buna iman ederim

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Râhman’ın nefesinin bana yemen yö­nünden geldiğini hissediyorum.’ Böylece Allah Teâlâ kendisini Ensar vasıtasıyla rahadatmış ve ona nefes vermiştir. Ensar O’nun kelimele­riydi ve Allah Teâlâ onlar vasıtasıyla dinine yardım etmiş, onu galip getirmiş­ti.

Bu menzil, Rahman’ın nefesinin menzilidir ve ulvi-süfli, ruhcisim, mana-duyu, zahir-bâtm Allah Teâlâ’nın dışındaki her şey demek olan âlemdeki bütün ilahi menziller, buradan ortaya çıkar. On kategori on­dan çıkmıştır. Bir hadiste söylediğimizle ilgili bir koku (işaret) zikre­dilmiştir. Onun her cisme, türe ve âlemdeki her şahsa uzayıp başka bir cinse, türe veya şahsa ait olmayan yönleri vardır.

Bu menzilin bir sureti, ruhu ve Hakka suret nispeti yönüyle ilahi haddi vardır. Fakat kastettiğimiz, suretin bâtınıdır ve onun hükmü za­hirde ortaya çıkar. Bâtın ise bu menzilin suretidir. Fakat o bâtında da­ha yetkindir. Bu nedenle el-Bâtın adı el-Evvel, el-Ahir ve ez-Zahir isimlerinden sonra gelir. Bunun nedeni, bu ilahi nitelikleri ifade etmiş olmasıdır. Şöyle ki: İlahi emir, sonra gelende öncekine göre daha yet­kin ve tamdır. Sonra gelende öncekinde bulunan şeyler bulunurken bir de ilave vardır. İlahi varlık kelimeleri de böyledir. Sonra gelen (ahir) ilkte bulunanı içerirken zahir olan sonra gelende, ilk olanda (evvel) ve bâtında olanları içerir. Bâtın olan ise zahirde, sonra gelende ve ilk olanda bulunanları içerir. Bâtından sonra bir şey gelseydi, bâtın onu da içerir ve kabul ederdi. Fakat sınırlama bu dörtten başka bir şeyin olma­sını engellemiştir. Allah Teâlâ’nın hüviyetinin dışında bunların bir dördüncü­sü yoktur ve âlemde ancak bu dörtten bir hüküm çıkabilir. Ruhlar âlemi ve cisimler âlemi bu dördün suretine göre ortaya çıkmıştır, başka bir âlem de yoktur! İlahlık âleminde bilgi, irade, kudret ve söz (kavi) ortaya çıkmıştır. Doğanın dışındaki ruhlar âlemiyle doğa âlemi bun­lardan çıkmıştır.

Sonra bu dört ilahi nitelikten doğa dört şeye dayalı olarak ortaya çıkmıştır. Onlardan kesif ve latif kısımlarıyla cisimler âlemi zuhur et­miştir. Nitekim ilahi dört nitelikten de tedvin ve tasvir âlemi akıl, nefs, doğa ve -cisimlerin zuhurundan önceheyula olarak ortaya çıkmıştır. Rükünleri de dört olarak izhar etti: Ateş, hava, su ve toprak. Hayvani yaratılışı dört karışım (ahlât-ı erbaa) olarak izhar etmiş, bu karışımlar­dan dört kuvveti izhar etmiştir. Bunlar, tutma kuvveti, çekme kuvveti, itme kuvveti ve hazmetme kuvvetleridir. Böylece varlık dörtlü üzerine kurulmuştur.

Allah Teâlâ onu kendisi için dört rükne dayalı bir ev tarzında yapmıştır. Çünkü Allah Teâlâ Evvel, Ahir, Zahir ve Bâtm’dır. Bâtına ait olan hacer-i esved rüknüdür, çünkü o Allah Teâlâ’nın yeryüzündeki elidir. Allah Teâlâ’ya biat etmek üzere o el öpülür. Göz, taşı görürken kalp gözü Allah Teâlâ’nın elini görür. Sağ el taşın bâtınıyken göze görünmez. Öyleyse hacer un­suru diğer unsurlardan üstündür ve böylece bâtının hükmü kendisin­den önce gelen üç niteliğin hükmünü de içermiştir. Bu konu, bu men­zile özgü hususlardandır.

Bu menzilin özü, kendisine yardımın ondan gerçekleştiği ilahi su­rettir. Bu, suretin ruhudur ve özün özüdür ve o bu menzile yardım hâ­zinesidir. Bu menzil, bütün âlemde tahakküm özelliğine sahiptir. Onda bir lamba vardır, lamba fanus içindedir ve bir ağaçtan tutuşur. Bu ağaç onun hüviyetinin ağacıdır ve ne doğuya ne batıya aittir. Bu yağ her­hangi bir yönde olmayı kabul etmez. Yağ -madde demektirışığın or­taya çıkmasının sebebidir. İşte bu dört şey, kandil, fanus, lamba ve yağdır. Beşincisi i.se hüviyettir ve yönlerden münezzeh ‘zeytune ağacı’ demektir. Onun ağaç diye isimlendirilmesi, teşacür kelimesinin anla­mından kaynaklanır. Teşacür çatışma ve tezat demektir. Bunun nedeni, ilahi hüviyetin taşıdığı mütekabil isimlerdir. Bu isimler, el-Muiz, elMüzil, ed-Dar, en-Nafı gibi birbirinden farklı isimlerdir. Gerçeği ol­duğu hal üzere bildirirken, ilahi ibarelerin ne kadar yetkin olduğuna bakınız!

Bu menzile girip de âlemde ve hakikatlerinden herhangi bir şeyi kaçıran, menzile girmemiş, sadece şeytan veya nefs menzile girdiği zannını ona vermiş demektir. ‘Onu öldürmediler, asmadılar, fakat onlara öyle göründü:164 Çünkü hayal mertebesi her sureti inşa eder. İnsanların çoğu bu hayalî mertebeye girer ve onlara yansıyan suretleri görür, fa­kat bulunduğu hal üzere hakikati sabit varlığı gördüklerini zanneder­ler; hayalin suret verdiğinden başka bir şey görmemişlerdir. Böyle bir imtihana tabi tutulan insan bir süre beklemelidir. Gördüğü şey varlıkta hakikati sabit bir ruh veya duyulur bir şey ise, o şey sabit kalır ve baş­kalaşmaz; hayal ise sabit değildir ve hızla başkalaşır. Kişi onda başkala­şan sureti görür ve başkalaşmanın göründüğü şeyin daha önce gördü­ğünün aynı olduğunu anlar. Bir kısmı kendi nefsini iki veya daha fazla surette görür ve kendisinin o olduğunu bilir. Böylelikle dışta duyu ve ruh olarak sabit olan suretler ile hayali suretler ayırt edilir. Bu konuda bilgisi olmayanın terazisi budur.

Dikkatini çekmiş ve sana nasihatimizi yapmış olduk. Keşif ehlin­den isen, bu teraziden gafil kalma. Allah Teâlâ hayvani âlemde uykuyu sıradan insanlar hayal mertebesini müşahede etsinler diye yarattı. Böy­lece duyusal âleme benzeyen bir âlem olduğunu öğrenirler. Bunun ya­nı sıra Allah Teâlâ, uyuyan için hayali suretlerin sürade başkalaşmasıyla da duyusal ve sabit âlemde ve kevnde her nefes başkalaşmalar olduğuna akıllıların dikkatini çekmek istemiştir. Fakat gözler ya da duyular, bu değişimi fark edemez. Özel olarak, konuşma ve hareketlerde değişim fark edilir. Bu iki sınıfın dışında, başkalaşma ve dönüşmeler kalp gö­züyle idrak edilir ki o da keşif demektir. Ya da hepsinde olmasa bile, bazı suretlerde doğru düşünmeyle idrak edilebilir. Çünkü fikir bu ko­nuda eksik kalır. Bütün bunların esası, yani hayalde veya duyuda veya âlemdeki herhangi şeyde -çünkü âlemdeki her şey sonsuza kadar sürek­li olarak başkalaşırbir suretten onun benzeri veya farklı bir surete ger­çekleşen başkalaşmanın esası, kendisine yardım eden asıldaki başkalaş­madır. Asıldaki başkalaşma, sahih bir hadiste geçtiği üzere, Hakkın suretlerde halden Hakk girmesidir. Mana ve suretlerdeki başkalaşma böyle gerçekleşir.

Bir manadan bir manaya

Suretlerden suretlere

‘O her gün bir iştedir165 ayetinde bu başkalaşma belirtilir. Bu baş­kalaşma, Allah Teâlâ’nın var olanlarda meydana getirdiği başkalaşmalardır. Dolayısıyla her suretin sadece başkalaşmaya ait olan bir hükümle baş­kalaşması zorunludur. Söylediğimizi anladıysan, gerçeği olduğu hal üzere açıklamış oldum. Bu konuda, yani âlemin başkalaşması hususun­da bir hatırlama vardır Ki, kalbi olana aslın da başkalaştığını hatırlatır. Çünkü kalp bir halden öteki Hakk başkalaşma özelliğine sahiptir ve bu nedenle ‘kalp’ diye isimlendirilmiştir. Kalbi ‘akıl’ diye yorumlayanın gerçekler hakkında bir bilgisi yoktur. Çünkü akıl, ‘ikal’den hareketle sınırlama anlamına gelir. Akıl derken -ki sınırlama demektirbizim kastettiğimizi kastediyorsa, yani başkalaşma özelliğiyle sınırlanmış ola­nı kast etmekteyse, bu doğru bir yorumdur. Bu yorumla akıl da sürekli başkalaşır. Nitekim ‘telvinde temkin’ hakkında aynı şeyi söylemekteyiz: Sürekli bir değişim var ve herkes bunun farkında değil!

Dehr’in (zaman) niteliğinin başkalaşma, Allah Teâlâ’nın da dehr olduğu­nu öğrendik. Buradan O’nun suretlerde sürekli başkalaştığını ve her gün bir işte olduğunu da anladık. Gün nefes ölçüsüdür. Bu, başka bir isminden değil -düşünürsen anlarsın kiDehr isminden kaynaklanır. İnsan kalbini murakabe ederse, onun bir halde kalmayacağını görür. Asıl bu özellikte olmasaydı, başkalaşmanın bir dayanağı olamayacağını da öğrenirdi. Çünkü kalp yaratıcısının iki parmağı arasındadır -ki Rahman’dır. Parmakların kendileri başkalaşmadan kalbi değiştirmesi, kalpte irade edilen değişmeyi gerçekleştirme maksadına matuftur. Her kim kendini bilirse, Rabbini de bilir. Parmaklarla ilgili hadiste ilahi bir müjde vardır. Çünkü hadis iki parmağı Rahman’a izafe etmiştir. Rah­man, kalbi bir rahmetten öteki rahmete çevirir. Bu çevirme türleri içe­risinde bela bulunursa, belanın içinde de insana gizli fakat Hakkın bil­diği bir rahmet bulunur. Çünkü kalbi çeviren iki parmak, Rahman’m parmaklarıdır.    ;

Zikrettiğimiz hususu öğrenince, suretinin âlemine yardım eden varlığın kalbinin kim olduğunu öğrenirsin. Bu suret onun için kalp ve onun parçalarıdır. Aynı zamanda o cem' kalbi demektir. Bu kalp, varlık suretinin içerdiği zahiri ve bâtıni hakikatlerdir. Allah Teâlâ her gün bir işte olduğu için âlem de -ki o bu kalıbın suretidirher nefes bir halden bir Hakk başkalaşır. Dolayısıyla âlem, hiçbir zaman veya zamanın bir halinde, aynı halde kalmaz, çünkü Allah Teâlâ sürekli yaratandır: Bir şey iki anda aynı halde kalsaydı, Allah Teâlâ’dan müstağni olurdu. Fakat ‘insanlar yeniden yaratmadan kuşku içindedir.’166 Keşif ve vücud (vecd) ehline, hallerin ve müşahedenin başkalaşmasını müşahede imkânı ihsan eden Allah Teâlâ münezzehtir! O, her "gün bir iştedir ve Dehr’dir. Dolayısıyla bü­yük ve küçük âlemde bu Dehr’in hükmü boşa çıkmaz. Küçük âlem in­sandır ve tesir özelliğine sahip dört bilinenden birisidir. Birinci bilinen bizim için insan, İkincisi insan âleminin zahiri sureti olan büyük âlem­dir ve insan o suretin kalbidir. Burada sadece kâmil, yani mertebenin sahibini kastetmekteyim ki o, üçüncü bilinendir. Dördüncü bilinen ise, kadim, ve hâdis varlıkta hükme sahip ‘hakikatler hakikatidir.’ Burada zikrettiğimizin dışında etkiye sahip beşinci bir bilinen yoktur.

Bu menzilden imanın yetmiş küsür olan şubeleri ortaya çıkar. En aşağı mertebedeki yoldan eziyet veren şeyi kaldırmakken en üstteki ‘lailahe illAllah Teâlâ (Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur)’ demektir. Bunların arasmda menziller vardır. Bu, iman menzilidir ve söz konusu iman müminin kalbinde ortaya çıkar. İlahi isimlerden ona mahsus olan isim ise elMümin’dir.

Buradan el-Mü’min imanın şubelerini belirlemiş ve onları açıkla­mıştır. Muhammed ümmeti ömürlerini bu menzilden almıştır ki onun ömrünün nihayeti yetmiş senedir. Buna ilave olmaz; ömrüne ilave olan kimse, Muhammedi değil, Allah Teâlâ’nın Âdem’den Halid b. Sinan’a kadar dilediği bir peygamberin varisidir. Onun ömrü varisi olduğu kimsenin ömrü kadardır. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ümmetinin ömrü hakkında ‘altmış ile yetmiş sene arasında’ olduğunu söylemiş, yetmişi ümmetinin ömrünün nihayeti saymıştır. Buradan Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in Muhammedîleri kast ettiğini anladık. Onlar, Allah Teâlâ’nın bütün nebilere karşı Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e tahsis ettiği hüküm ve üstün mertebeleri tahsis ettiği kimse­lerdir. Çünkü biz ‘İnsanlar için çıkartılmış en hayırlı ümmetiz.’167 Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemden önce herhangi bir peygambere her hüküm ve mertebe, söz konusu peygambere mahsus olsa bile onda ortaklık gerçekleşmiştir, yalnız başına o peygambere ait değildir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin sahip oldu­ğu kâmil şeref, diğer peygamberlere olmadan sadece kendisine tahsis edilen özelliklerle gerçekleşmiştir ki, ümmeti de kendisi gibidir. Öyley­se dünyadan ayrılırken veya yaşarken bu ümmet ile ortak bir şeriata göre yaşayanı Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’den önce kendisiyle zuhur ettiği şeye nispet ederiz. Bu sayede iki durum arasındaki fark ortaya çıkar ve şah­sın menzili öğrenilir. Bununla birlikte bu insan aldığını Muhammedi ikrardan almıştır, çünkü o Muhammed ümmetindendir. Fakat ortaklık tahsisten ayrışır.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem altmış üç yaşmda vefat etti. Ömrü yetmişi geçen herkes, onun ümmetinden olsa ve Muhammedi ihtisas onun adına ger­çekleşmiş olsa bile, ortak şeriatta can vermiştir. Ömründe eksilme ol­duğunda ise ihtisas onun adına gerçekleşmiş olsa bile özel hükümde değillerdir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in Muhammed ümmetinden ömürlerinin nihayeti saydığı yetmişin dışına çıkanlar ise özel hükümdedir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem öyle birini kendisiyle diğer ümmederi ayart etmek üzere ayırmıştır.

Bunlar, akıl ve kıyasla anlaşılmayacak ilimlerdendir, ilahi vergiyle öğrenilebilir.

Aynı şekilde, dört halifeden her birisini altmış üç küsür yaşınday­ken öldüğü aktarılır. Bu durum, onların ortak şeriatın hükmünde de­ğil, Muhammedi ihtisas ve ayrıcalık içinde ruhlarını teslim ettiklerini gösterir. Bu menzilde dört halifenin diğerlerinden farklılığı belli olur. Aynı zamanda diğer on sahabenin üstünlükleri de bu menzilden ortaya çıkar. Bunlar Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Sa’d (b. Ebi Vakkas), Hz. Saîd, Hz. Talha, Hz. Zübeyr, Hz. Abdurrahman b. Avf, Hz. Ebu Ubeyde b. el-Cerrah’tır. Bu onların menzilidir ve Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem onlar için bu menzili belirlemiş, bir mec­lis içinde adlarını vererek cennete gireceklerine şahidik etmiştir. Cen­nete gireceklerine şahidik edilenler sayıca çoktur, fakat onlar bir mec­liste söylenmemiş ve özel niteliklerle sınırlanmışlardır. Söz gelişi he­sapsız cennete girecek yetmiş bin kişi vardır ki bunlardan birisi Hz. Ukaşe b. Muhsin’dir. Buna ‘hesapsız derken’ dikkat çekmiştir. Başka bir ifadeyle cennete girmek, onların hesabında değildi ve bunu ummu­yorlardı. Onlara Allah Teâlâ’dan hesap etmedikleri bir iyilik ulaşmıştır. On­lar, (tedavide) rukye ve iktiva kullanmayan kimselerdir. ‘Onlar rablerine tevekkül ederler,’168 ‘Rukye yapmazlar’, kendilerine ulaşan acıyı orta­dan kaldırmak üzere rukye yapmazlar ve maruz kaldıkları acı nedeniyle kimseye başvurmazlar demektir. Kelime mübalağa bildirmek üzere istifal babından gelmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem rukye yapmış, kendi hastalı­ğında tıptan yararlanmıştır. Çünkü peygamber, uyulma makamındadır ve zayıf veya güçlü her insan onu örnek alır. Peygamber âleme bir rahmet olduğu gibi bütün peygamberler de öyledir. Onların durumuy­la ümmetlerinin durumu bir değildir. Böyle davranmaları onların ma­kamlarına bir zarar vermez. Onlar, ümmetlerine güçlü veya zayıf gö­ründükleri için, meçhul bir makamdadırlar. Kimse onlara nispet edilen makamları bilemez: ‘Ve uğursuzluk görmezler.’ Çünkü ‘tair’ haz de­mektir, onlar ise nefislerinin hazlarını aşmış insanlardır ve Allah Teâlâ’nın kendilerini yükümlü tuttuğu amellerle ilgilenerek rabliğin üzerlerinde­ki hakları yerine getirirler. Bunu yaparken de nefisleri için Allah Teâlâ’dan ücret ve sevap talep etmezler. Fakat Allah Teâlâ bu ücreti yerine getir­dikleri amellerine karşılık onlara vaat etmiştir. Bununla birlikte onları amele sevk eden şey, belirlenmiş ücret değil, (kulluktan ibaret olan) makama hakkını vermekle ilgili söylediğimiz husustur. ‘Onlar uğursuz saymaz’ derken kast edilen budur. Yani onlar hazları bilmezler, ‘iktiva etmezler’. İktiva ateşle olabilir. Allah Teâlâ onları ateşin temasından korumuştur. Böylece içlerinden iktivaya gerek duymadıklarını görür­ler. Bu, farkında olmadıkları yönden ilahi bir korumadır. ‘Rablerine te­vekkül ederler.’169 Yani O’nu vekil edinirler. İnsan vekiline dayandığı gibi O’na dayanırlar. Bu, orta marifettir ve ikinci maksattan onlara gelmiştir. Böylece Allah Teâlâ’nın eşyayı onlar için, kendilerini O’nun için ya­rattığını öğrenirler. Bu nedenle, kendilerini bütünüyle yaratılış sebep­lerine tahsis edebilmek için, onlar adına yaratılan işlerde O’nu vekil edinirler.

Burada ‘orta mertebe’ olduğunu söyledik, çünkü onun üzerinde üst mertebe vardır ve bu mertebe birinci maksada karşılık gelir. Şöyle ki, Allah Teâlâ, âlemi kendisini tespih etsinler diye yaratmıştır. Biz ise, inayet ve tabilik yoluyla, ondan yararlanırız. İşte ikinci maksat budur. Çünkü Allah Teâlâ bizi düzenlemiş, göklerde ve yerdeki her şeyi bir maksada bize amade kılmıştır. Bu maksat, insanlık âleminde ve bu âlemin dışındaki âlemlerde tüm işlerinde O’na tevekkül edecek kimse­lerin bulunmasıdır. Allah Teâlâ’ya tevekkül eden, O’nun her şeyde bir yüzü bulunduğunu bilir ve bunu ancak mümin söyleyebilir. Çünkü mümin olmayan şöyle der: ‘Allah Teâlâ’dan nedensellik yoluyla sadece bir meydana gelebilir. O’nun tümel bilginin dışmda âlemin tikelleri hakkında tafsili bilgisi yoktur. O’nun tümel bilgisine bütün tikellerin bilgisi dahildir.’ Bu nedenle Allah Teâlâ tevekkülü müminlere tahsis ederek şöyle de­miştir: ‘Mümin iseniz, Allah Teâlâ’ya tevekkül edin.’170 Burada tevekkülü kulun kalbinde iman bulunduğunun alameti yapmıştır. Allah Teâlâ’yı ise tevekkül eden müminlerden özel bir grup vekil edinmiştir. Onlar bu konuda özellikle ‘Allah Teâlâ’yı vekil edin171 emrine bağlanan kimselerdir. Eşyanın var­lığı hakkında bilgisi olmayan, kendisinin mal sahibi olduğunu ve ken­disine ait malda Allah Teâlâ’yı vekil edindiğini zanneder. Bu kişi zanneder ki, malların insana izafesi ‘Mallarınız172 ayetinde geçtiği üzere bir mülki­yet yoluyla yapılmış bir izafedir. Bilmez ki bu izafet, atın semeri, evin kapısı örneklerinde olduğu gibi Hakk ediş izafetidir. Bizim ve büyükle­rin görüşü farklıdır. Allah Teâlâ bize şöyle der: ‘Allah Teâlâ’nın sizi halife yaptı­ğı şeylerden infak edin.’173 Bize ait olan malda Allah Teâlâ’yı vekil edindiğimiz gibi onu kullanmada da O’nu vekil saydık. Çünkü biliriz ki vekil edin­diğimiz Hakk, maslahatları en iyi bilen ve -israf veya cimrilik etmeyecek şekildeharcama yerlerini en iyi bilendir. Allah Teâlâ nereye ve ne za­man infak edeceğimizi ilham ederek bizim adımıza infak ve harcama işini üsdenir. Harcama ve infak bizim elimizde ortaya çıkar ve harcar­ken elimiz vekilin elidir. Öyleyse biz, infak ederken, yönleri bildiğimiz için masumuz. Aynı zamanda bizim elimiz Hakkın elidir. Çünkü bu el vekilin elidir. Böyle bir şey ancak ilahi keşif vasıtasıyla öğrenilebilir. Onlar, tevekkülde böyle hareket eder ve bunun farkına varmazlar. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Hesapsız olarak:174 Onlar, bir basirete sahip değil­dir ve fiilleri ise ilahi inayede basiretli insanların fiilidir. ‘Allah Teâlâ rahmeti­ni dilediğine tahsis eder. O büyük fazilet sahibidir.’17-5 Fazilet, ziyade ve ilave demektir.

Bilmelisin ki, âlemin varlığı, varlığı özü gereği zorunlu olana bağlı olmasaydı, âlemdeki şeylerin bir kısmı diğerlerine-dayanır, iş teselsüle giderdi. İnsan âlemi nazarî yolla bilmeye çalıştığında, bu irtibatı dikka­te alarak bir şeyden başkasına geçer (âlemin içinden çıkamazdı). Böyle bir sakınca, bilhassa Allah Teâlâ ehlinin âlemi bilmesinde geçerli değildir. Onlar, şekilci alimlerin ve oluşu bilenlerin düşünme kanununa göre hareket etmez. Bu düşünce kanunu, âlemdeki şeyler arasındaki irtibat­tan hareket etmektir ve bü nedenle onların bir şeyden başkasına var­dıklarını görürsün. Bununla birlikte birinin ulaştığı sonucu öteki doğ­ru bulmaz. Bu ise Allah Teâlâ’nın bilgisidir. Vakıa, ortada bir ilişki ve müna­sebet vardır, fakat son derece gizlidir. Bu durum ‘Namazı ve orta na­mazı koruyun176 ayetiyle ‘Allah Teâlâ için ayağa kalkın177 ayetlerinde görüle­bilir. Burada namaz ayeti gelmiş, öncesinde de evlilik, boşanma, ar­dından da ölüm, vasiyet gibi zahirde namazla aralarında ilişki bulun­mayan ayeder zikredilmiştir. Namaz ayeti buradan kalkarak sonraki ayet ile önceki ayeder birbirine bağlansaydı, herkes aradaki tenasübü görürdü. İşte Allah Teâlâ ehlinin ilmi böyledir.

Cüneyd’e tevhidin ne olduğu sorulunca, soru sorana bir şekilde cevap vermiş, adam ‘Cevâbını anlamadım, tekrarla’ demiş; Bu kez Cüneyd başka bir şekilde cevap vermişi Soru soran yine ‘anlamadım’ deyince, Cüneyd başka bir şekilde cevap vermiş ve ‘gerçek budur’ de­miş. Adam ‘onu bana yazdır’ deyince, Cüneyd şöyle demiş: ‘Bana yazdırılırsa, ben de sana yazdırırım.’ Cüneyd bu sözüyle şiınu demek ister: ‘Ben arzumdan konuşmam. Bu Allah Teâlâ’nın bilgisidir, benim değil.’ Kim Kuran’ı anlar ve onu hakka’l-yakin derecesinde kavrarsa, Allah Teâlâ ehlinin bilgisinin ve onun sınırlı bölümler altına girmeyeceğini, bir mantık ka­nununa tabi olmayacağını veya bir terazinin onun üzerinde hüküm ve­remeyeceğini de öğrenir. Çünkü onların bilgisinin kendisi bütünüyle bir terazidir.

Cisimler âleminden bu menzile ait olan, feleklerden güneş fele­ğidir. Üzerinde yedi tane vardır. Üç gök, menzil feleği, burçlar feleği olan atlas feleği, kürsü, ihata eden Arş -ki cisimler âleminin sonudurona aittir. Altında da yedi tane vardır. Üç gök, esir küresi, sonra hava, su ve toprak gelir. Bunların feleği kat etmesiyle de senenin dört mev­simi ortaya çıkar. Bu sayının dört olmasının nedeni (daha önce) zikret­tiğimiz dörtlemedir. Çünkü Adas feleğindeki belirlenimlerden ibaret olan burçlar, dörtlüdür. Allah Teâlâ onları dört mertebede belirlemiştir. Bunlar, ilahi dördün hükmü ve doğal dört nedeniyle, ateş, hava, top­rak ve sudur. Her mevsimin üç hükmü vardır. İki hüküm iki uca, birisi ortaya aittir. Her hareket, dakika, saniye ve salise -ki sonsuza kadar gi­deronların arasında hükümler vardır. İkinci göğün yıldızı bizim yö­nümüzden karışıktır. O kâtiptir. Bu nedenle iki âlemden bileşik olan Hz. İsa ona yerleştirildi. Çünkü Hz. İsa bir melek ile beşerden meyda­na gelmiştir. Bunlar Cebrail ile Meryem’dir. Hz. İsa bir ruhtan ruh ve beşerden beşerdi. Allah Teâlâ aynı şeyi bu türden başka birisine yap­madı. Nitekim ‘cevari hunnes’ten başka birisini de Kâtip suretinde yapmamıştır ve bu nedenle kâtip burada altınadır. Bu sayede ‘Beş kişi yoktur ki, O altıncı olmasın178 ayetinin üstünlüğü ortaya çıkar. O, bizim cihetimizden İkincidir. Çünkü iki bağdır ve ‘be’ harfine karşılık gelir. ‘Be’ ilk yaratılan ve ezeli-ilahi suretin gölgesinden ibaret olan insandan zııhur eden şeydir. Burada söz konusu olan Hakkın ilk olması değil, onun ilkliğidir. Çünkü Hakkın ilk olması, herhangi bir ikinciliği kabul etmez. Çünkü bu anlamda bir, sayı değildir; ilk sayı ikidir. Mevsimle­rin ortaya çıkmasıyla senede karışım gerçekleşmiştir.

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ bize ‘Dehr5 olduğunu bildirmiş, ‘Dehr’ olması itibarıyla bir takım günleri olduğunu söylemiştir. Bunlar, Allah Teâlâ’nın günleridir ve Allah Teâlâ onları âlemde isimlerinin hükümleri olarak belirlemiştir. Her bir ismin günleri vardır ki, bunlar o ismin hükmü­nün zamanıdır. Hepsi ise Allah Teâlâ’nın günleridir ye Dehr’in âlemdeki hükmü itibarıyla tafsilidir. Bu günler birbirine girer, birbirine sokulur, birbirini örter. Bu, âlemde görülen tek bir zamandaki hükmün değiş­mesinden ibarettir. Bu değişmenin nedeni ise günlerin birbirine girme­si, birbirini örtmesi ve değişme ve yinelenmelerinden kaynaklanır. İlahi günlerin de gece ve gündüzü vardır. Geceleri gaybıdır ve gayb onlar­dan bize gizli kalandır ve doğanın üzerinde bulunan ulvi ruhlarda ve müheyyem ruhlardaki hükümlerinin aynıdır. Gündüzü ise şehadettir. Gündüz, unsuri son cisme kadar -ki doğanın altında bulunurlardoğal cisimlerde gerçekleşen bu günlerin hükmüdür. O günün sedefi doğa­nın altında bulunan musahhar ruhlarda o günlerin hükmüdür. Onlar, gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri dolduranlar; saf saf duran, oku­yan ve tespih edenlerdir. Onlar, belli makamlarda bulunurlar. Bir kıs­mı ‘zacirat’, ‘mürselat’, bir kısmı taksim edenler, dölleyenler, ruhları alanlar, neşelenenler, tedbir edenler gibi adlarla anılır. Bunun dışında seyahat edenler, yükselenler, kâtipler, murakabe edenler de vardır. Bunlar, o günlerin sedefi yönünden Allah Teâlâ’nın günlerinin hükmü altında bulunur. Bu günlerin gündüzünün geceyi örtmesinden doğa üzerinde­ki ruhlar meydana gelirken günlerin gecesinin gündüzlerini örtmesin­den ise doğa altındaki cisimler var olur. Gecenin gündüze karışmasın­dan dolayı -gecenin hükmü ve ortaklığı nedeniylesaf gündüz veya gündüzün hükmü ve ortaklığı nedeniyle saf gece değildir. Bu nedenle bu hal o günler için ‘sedef diye isimlendirilmiştir. Bu karışımdan do­ğanın altındaki ruhlar meydana gelmiştir.

Allah Teâlâ günlerini böyle taksim edince, onların gecesini üç kısma ayırmış, gündüzünü üç kısma ayırmıştır. Allah Teâlâ kullarına bu gündüzün gecesinin son üçte birinde tenezzül eder ki söz konusu te­nezzül Hakkın unsuri cisimleri yöneten doğal ruhlara tecellisidir. Di­ğer üçte birde ise Allah Teâlâ amade/musahhar ruhlara tecelli eder. Birinci üçte birde de müheymen ruhlara tecelli eder. Allah Teâlâ bu günlerin gün­düzünü üç kısma ayırmış, her bir kısımda -sürekli Allah Teâlâ’nın hamdini tespih etmeleri yönüylecisimler, âlemine tecelli etmiştir. Birinci üçte birde Allah Teâlâ gözlerin algılamadığı latif cisimlere, İkincisinde şeffaf ci­simlere, diğer üçte birde kesif cisimlere tecelli eder. Bu tecelli olmasay­dı, onlar kimi tespih ettiklerini bilemezlerdi. Hâlbuki tespih eden tes­pih ettiğini bilmelidir. Allah Teâlâ’yı bilmek ise bir fikirden veya haberden meydana gelmez: Allah Teâlâ’yı bilmek, tespih eden herkese yönelik tecelliden meydana gelebilir. Onların bir kısmı bunu bilirken bir kısmı bilmez ve bir tecelliden elde ettiği bilgiden dolayı tespih ettiğini anlamaz. Bu du­rum, insan ve cinlerin bir kısmı için böyledir. Bu iki sınıfın dışındaki sınıf ise, onlara tecelli edeni bilir ve genelde cisimler özelde ruhlar ola­rak müşahede ederek Allah Teâlâ’yı tespih ederler. Gördüğünü ifade gücüne sahip olmayan varlık, kendisine tecelli eden hakkında bir bilgiye sahip­tir. İfade gücüne sahip olan da böyledir. Fakat böyle biri emanet sahi­bidir ve ilahi bir emir almadıkça konuşmaz. Böyle bir insan kendisine tecelli eden hakkında bilgi sahibidir. Kim ifade gücüne sahip olduğunu bilirse, gördüğünü ve duyduğunu söyleyen bir laf taşıyıcıdır. Böyle biri (konuşmak için) emanet sahibinin emrini bekleyen güvenilir biri de­ğildir. Çünkü Hakk tecellisinde kendisini ona bildirmemiştir. Bunlar, dünya ve ahirette kendilerine tecelli ettiğinde Hakkı inkâr eden kimse­lerdir. Allah Teâlâ bizi kendilerine tecelli edeni tanıyan güvenilirlerden etsin!

Şöyle diyebilirsin: ‘Gece ve gündüz bir gün içinde güneşin doğu­mu ve batımıyla gerçekleşir. ‘Dehr’ diye isimlendirilen Allah Teâlâ’nın günle­rinde güneş nedir?’ Şöyle deriz: Güneş ‘göklerin ve yerin nuru’179 diye ifade edilen Allah Teâlâ’nın ‘Nur’ ismidir. Bu nur, misil ve benzer konumun­daki insan perdesinin ardından üzerimize doğar ve batar. Biz onun ezeli surette yaratılmış gölge olduğunu ve o suret sahibinden benzerli­ğin olumsuzlanırken (ayetin devamında) olumlandığım söylemiştik. ‘O’nun benzeri (ke-mislihî; O’nun benzerinin benzeri) bir şey yoktur.’180 Burada kef harfi nitelik bildirir. Böylece O’nun gecesi bâtın, gündüzü zahir diye isimlendirilir. Başka bir ifadeyle Hakk gecesi yönünden bâtın iken, nuru yönünden zahirdir. İnsanın bu benzerliği nurun doğumunu ayırt eder ve böylece gündüz ortaya çıkar. Nurun batmasıyla da gece meydana gelir. Bu, ez-Zahir ve el-Bâtın’ın âlemdeki hükmüdür.

Daha önce her ismin âlemde bir hükmünün bulunduğunu söyle­miştik. Dehr kendisi yönünden tek bir gündür ve bir çoğalma yoktur. O’nun gecesi ve gündüzü yoktur. İlahi isimler kendisini alıp hükümle­riyle Dehr’e ait bu ezeli ve ebedi günde ilahi günleri belirlerler. Şâri (peygamberine) o günleri bize zikretmesini ve onları zamanın günle­rinden öğrenmemizi emretti. Nur ismi (Hakkın suretinin) misli olan gölgenin varlığında çoğalmaya başlayıp âlemin içindekilerin üzerine doğmaya başladığında, böyle bir doğum esnasındaki âlem kendilerinden nurun gizlendiği vakte kadargündüz; batışından itiba­ren gece diye isimlendirilir. Bu nur gölgeden uzak ve ona gaib olmadı­ğı gibi güneş de doğumu ve batımında yeryüzünden uzak değildir. Güneş sadece kendi içinde bulunan âlemde doğar ve gizlenir. Yeryüzündeki karanlık, güneşin içindeki âlemde bulunan şeylerin bitişmele­rinin gölgeleridir. Gerçekte bu gölgedir, fakat ona ‘karanlık’ denilmiş­tir. Ona karanlık diyen ve bu keşfe sahip olmayan kimse, karanlığın kesifliği nedeniyle yeryüzünün gölgesi saymışlardır. O, ilahi gölgenin mislinde onu imar edenlerin gölgesidir, başka bir şey değildir.

Allah Teâlâ, Atlas feleğinin hareketinin oluşturduğu ye bizce bilinen bu günleri veya kalbin-yani güneşin meydana getirdiği gece ve gündüzü isimlere ait ilahi günlerin hükümlerinin kendilerine göre ölçüldüğü zamanlar yapmıştır. Onlar, söz konusu günler için terazi gibidir ve bunlarla ilahi günlerin ölçüsü bilinir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Rabbinin kâtında bir gün onların saydıklarından bin sene gibidir.’181 Üç yüz altmış gün bin ile çarpıldığında, sonuç Rabbin günlerine ait olan takdir günleridir. Onlar sona erer ve sonra Dehr’de yeni bir gün başlar ve o gün Rab is­minden başka bir ismeait bir gündür. Üç yüz altmış gün elli bin se­neyle çarpılır ve bu çarpımdan çıkan sayı ilahi isimlerden Zi’l-mearic’e ait günün süresidir. O gün sona erince, Allah Teâlâ Dehr’de başka bir isme ait yeni bir gün meydana getirir. İş sürekli böyle devam eder. Her ilahi ismin başka bir günü vardır. Biz bu iki günü, yani Rab ve Zi’l-mearic’i zikrettik, çünkü bunlar, Kuran’da zikredilmiştir ve müminler bu ikisini inkâr edemez. Fakat bizim söylediklerimizi inkâr, edilebilir. İşin gerçe­ği, daha önce söylediğimiz gibi, bilinen veya bilinmeyen her ilahi is­min Dehr’de bir günü olmasıdır. Bu günler, Allah Teâlâ’nın günleridir ve hepsi gerçekte Allah Teâlâ’nın günleridir: ‘Fakat insanların çoğu bilmez.’182

İlahi isimlerden ilk akim gününe indiğimizde, onun hükmü kendi­sini tümel nefiste gece ve gündüze taksim etmiştir. Nefiste bu gün, Rabbine bilgi almak üzere yöneldiğinde aklın ondan yüz çevirmesidir. Nefsin gündüzü ise bilgi vermek üzere aklın yönelmesidir ve nefsin günü budur. Allah Teâlâ bu hükümden nefiste iki kuvvet yaratmıştır. Birin­cisi bilgi kuvvetidir ki, bu, aşağıdaki âlemde nefsin gecesidir. Diğeri ise, ameli kuvvettir. Bu ise, aşağısındaki âlemde nefsin gündüzüdür ve o gayb-şehadet, harf-mana, makul-mahsus diye isimlendirilen şeydir. Nefiste bu hüküm, gece ve gündüzü olmayan gündür; âlemde ise gündüz ve gecedir. Aynı şekilde, tüm heyulanın gecesi onun cevheriy­ken gündüzü suretidir. O da kendiliğinde bir gündür ve bu günde gece ve gündüz yoktur. Her gecenin ve gündüzün güneşi, o güne gece ve gündüzün nispet edilmesini sağlayan hükmü izhar eden sebeptir. Burç­lar feleğine indiğimizde, onun hareketinde gün ortaya çıkar ve onu kendisini kat eden kürsü meydana getirmiştir. O yukarıdan belirlenir. Çünkü hareketi yeterli bir şekilde ortaya çıktıktan sonra, bir daha onda ortaya çıkması mümkün değildir. Bu nedenle o gecesi veya gündüzü olmayan bir gündür ve dibi yönünden günlerin bir miktarı yoktur. O, parçaları birbirine benzeyen fakat hükümleri benzemeyen bir şeydir.

Kürsü ‘burçlar’ denilen miktarların belirlenmesiyle hükümlerin or­taya çıktığı yerdir. Bu nedenle ondaki her miktar için belli bir melek belirlenmiş, miktarlar o meleğin üstlendiği hükümlere göre belirlen­miştir. Bir dönüş döndüğünde, bu dönüş, kürsü yönünden ‘gün’ diye isimlendirilir. Kelime Arş’ta tıpkı günün hükmü gibi tekti. Kürşü Arş’ın altında yeryüzünün bir noktasına atılmış halka gibi var olunca, Arşın günü olan bu tek kelime kürsüde bölünmüştür. Onun bölünme­si, kürsüye sarkan iki ayak nedeniyle olmuştur. Bunlar, Rab ve Cebbar’ın ayaklarıdır. Bu iki ayak Arş günü için günün bölümleri olan gündüz ve gece olmuştur; Arş günü ise kelimenin birliğidir, çünkü Allah Teâlâ’nın emri tektir.

Allah Teâlâ burçlarm miktarlarının kendisini ayrıştırdığı sabit yıl­dızlar feleğini var etti. Her yıldızın burç feleğinde bir yürüyüşü vardır. Yıldız bütün feleği kat ettiğinde, bu süre bir gündür ve üç yüz altmış dereceden bir dereceyi kat eder. Bu iki felek arasında Allah Teâlâ, cennette bulunan şeyleri ve sayısını sadece Allah Teâlâ’nın bilebildiği âlemleri yaratır. Burçlar feleğinden cisim âlemine kadar hava, ateş, su ve toprak kaynak­lı burçlarm hükmü her felek ile öteki felek arasındaki fezada ortaya çı­kar ki bu durum müşahedeyle bilinir. Bu konuda bilgisi olmayanlar, felekler herbir feleğin dibindedir derler. Her dip, bir altındaki feleğin yüzeyidir. Hâlbuki bu insanlar, feleklerin arasında feza bulunduğunu, onda doğanın hükmü olduğunu bilmez. Unsurlarda da doğanın hük­mü vardır. Ancak doğanın hükmü kabiliyetlere göre değişir. Sonra Allah Teâlâ dört rüknü Atlas feleğindeki burçların sahip olduğu özelliğe göre yaratmıştır. Her burç, burçlardaki üç yön nedeniyle, iki rükün ve bir orta sahibidir. Esir koç, aslan ve yay hükmüne sahiptir. Yay ve aslan iki uca, koç ortaya aittir. Toprağa ait olan, boğa, başak ve oğlaktır. Oğlak ve başak iki uca boğa ortaya aittir. Havaya ait olan ikizler, terazi ve oğ­laktır. Terazi ve ikizler uca, kova ortaya aittir. Suya ait olan, yengeç, akrep ve balıktır. Balık ortaya, akrep ve yengeç iki uca aittir.

Burçları böyle sınıfladık, çünkü zamanın ve atlas feleğinin ihtiva ettiği âlemin varlığı terazi taTinde (yükselişinde) gerçekleşmiştir. Dö­nüş Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in gönderilmesiyle sona erdi. Bugün onun otorite­si altındayız. Bu nedenle bilgi, keşif ve adalet bu ümmette diğerlerine göre daha çoktur. Hayat ne kadar sürerse, terazinin otoritesi güçlene­rek keşif artar. Bu durum, insanların genelinde ve özel insanlarda orta­ya çıkar. Artık bir insan kırbacıyla konuşur, ayakkabısının bağı evde ai­lesinin yaptıklarını ona söyler. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Zaman Allah Teâlâ’nın kendisini yarattığı ille Hakk döndü.’

Allah Teâlâ rükünleri yarattığında, onlardan bir buhar yaratmış, yedi göğü hareketsiz-sakin bir halde o dumanda var etmiştir. Her göğe onun için felekler yaratacağı şekilde bir emir vahyetmiş, gökleri civarü’lkünnes ve’l-hunnes’in yüzdüğü bir yer yapmıştır. Onlarda kendilerini dolduran melekler yaratmış, meleklerin inmesi ve yükselmesi için kapa­nan ve açılan kapılar belirlemiştir. Göklere dilediği peygamber ve kulla­rının ruhlarını yerleştirmiştir. Yedinci göğün yüzeyiyle yıldızlarının fe­leğinin bitişi arasında Sidre-i münteha’vı yaratmıştır. Onu Allah Teâlâ’nın nuru dilediği şekilde kapsar. Bu göğün yüzeyinde beyt-i darah’ı yarattı ki da­ha önce zikredilmiş ve her gün oraya giren meleklerden söz edilmişti. Sidre’den cennete doğru akan dört nehir çıkar. Allah Teâlâ oradan celal diyarına da iki nehir çıkartır. Bunlar, yeryüzündeki Nil ve Fırat nehirle­ridir. Nil kamer dağından çıkarken Fırat Erzenirum’dan çıkar. Topra­ğın mizacı onlara etki ederek cennetteki aslî tadarını yitirirler. Kıyamet­te ise Seyhıın ve Ceyhun nehirleri gibi cennete dönerler.

Allah Teâlâ daha önce dumanda dürülü halde bulunan gökleri yardığında/ayırdığında, günümüzdeki gökler meydana gelmiştir. Duhan onların aslıdır; nitekim Allah Teâlâ Adem’i de topraktan yaratmıştır.

Başka bir ifadeyle onun aslı topraktır. Hâlbuki Âdem et, kan, sinir, damarlardan oluşmuş, aynı zamanda bizi kokuşmuş bir sudan yarat­mıştır. Allah Teâlâ güneşi yaratıp onu doğdurup batırmakla yeryüzün­de geceyi ve gündüzü meydana getirmiştir. Göldere gelirsek, onlar ge­ce ve gündüz bulunmayan ışıktır. Gecenin çıktığı yer güneşin battığı toprak küresidir. O bir kandilin ışığının şekli gibi koni şeklindedir. Onu fitilin başından çıkarken görürsün. Böylece hava tutuşmasının gücü sona erinceye kadar bir konu şeklinde yanar. Sonra kesilir ve üze­rindeki hava sıcağı güçlü alev olmadan yanar bir halde kalır. Bu yıldız­lar, feleklerinde yüzdüklerinde, Allah Teâlâ her yıldız için burç feleğinin ha­reketinden bir gün belirlemiş, günleri feleğin hareketinin kendisiyle sa­yıldığı ‘zaman’ diye isimlendirmiştir. Nitekim burcun feleğinin hareke­tini de günler olarak belirlemiştir. Her hareket bir gündür ve onunla bilinmeyen ve algılanmayan mevhum zaman ölçülür. Söz konusu za­man kendisine sövmenin bize yasaklandığı Dehr’dir. Bize bu yasağı koyan ‘Allah Teâlâ Dehir’dir’ demiş, onu Allah Teâlâ’nın isimlerinden yapmıştır. Allah Teâlâ güzel isimlerin sahibidir. Her bir günün gecesi ve gündüzü vardır. Her geceyle gündüzü arasındaki fark ise gece ve gündüzün kendisinde ortaya çıktığı güne ait yıldızın hükmüyle gerçekleşir. Yıldızlardan gün­düzün ilk saatinin kime ait olduğuna bakılır! O güne hakim olan odur. Aynı şey gecelerde aranır. Gecenin ilk saatinde hükmün sahibi olan yıldız, günün ilk saatinde hüküm sahibi olan yıldızdır. Bu gece o gü­nün gecesidir ve bu durum hesapla öğrenilir.

Allah Teâlâ yeryüzünü yedi katlı olarak dürmüş, her kata yıldızlar­dan birisinin kendisine bakışını kabul etme özelliği vermiştir. Bütün bunları daha önce açıklamıştık. Allah Teâlâ her yıldız için burç feleğinde bir kat etme belirlemiştir. Yıldızın feleği kat etmesi tamamlanınca, gün olur ve bu o yıldızın kat etmesinin meydana getirdiği günüdür. Allah Teâlâ bu feleklerin hareket ve rükünlerini, ortadan ya da ortaya doğru değil, ortada yarattı. Onları imar edenlerin hareketini de ortaya ve ortadan yapmıştır. Eşya bu hareketler esnasında en yüce mertebedeki halk ve emir âleminde meydana gelir. Bunlar, şeriatın ve aklın delilinin hakla­rında hüküm verdiği, makul ve mahsus eserlerdir. Bu eserler, Hakkın yakın semaya inmesi gibi, hallerin eserleri ya da Hakkın dua edenlere karşılık vermesi, Âdemoğullarının zahiri ve bâtıni amellerinden me­leklerin yaratılması, cennette Âdemoğullarının amellerinden ağaç di­kilmesi gibi söz ve amellerden meydana gelen hallerin eserleridir.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in gece ve gündüzünün kemale erdiğini söylediği gün, Rabbin günlerindendir. Tamamlayıp herhangi bir saatte sona er­se, sona erdiği saat o günün ölçüsüdür ve bu gün en-Nasır ve el-Hazil isimlerindendir. Çünkü bu iki ismin günlerinin bildiğimiz bir miktarı yoktur. Onun terazisi Allah Teâlâ katindadır ve sadeCe kendisi tarafından bi­linir. Onların her insandaki hükmü ise insanın ömrü kadardır. Bu isim­lerin bu ümmetteki miktarları, dünya halatında kalmaları kadardır. Bu ise ümmetin peygamberleri Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e bakışına bağlıdır. Ona baktıklarında, Rabbin günü onlar adına tamamlanır. Yüz çevirdikle­rinde, Rabbin gününden olan müddet onlar için biter. Bu kez hüküm, Allah Teâlâ katında sadece kendisinin bildiği bir günü olan bir isme döner.

Bu ümmetin günü ahiret gününe bitişiktir, ikisinin arasında ber­zah gecesinin dışında başka bir şey yoktur. Bu gecenin fecrinde ise di­riliş için üfleme gerçekleşir. Gündüzünün güneşinin doğumunda, Hakk ayırmak ve hüküm vermek üzere gelir. Sabah namazının iki rekâtı öl­çüsünde hüküm verme işi tamamlanır ve ardından iki yer ehliyle dolar. O gün, Cumartesidir. Gündüzü cennetlikler için, gecesi cehennemlik­ler için ebedidir. Cehennemde acıların süresi tamamlanınca -ki o bir grup hakkında elli bin sene, başka bir grup hakkında daha azdıron dokuz melek cehennemliklere -öne geçen rahmet nedeniyleşefaat et­tiklerinde, acılar ortadan kalkar. Onların rahata kavuşması, nimetin varlığı değil, acıların kalkması demektir. Bu kadarlık bir rahatlık anladıysan-, cehennem ehlinin nimetidir.

VASIL

Cem’ ve Vücûd Kalbindeki İlimler

Bu menzilde bulunan ilimlerden birisi, efendilik rahmetinin ilmi­dir. Bu rahmet nereden nida edilir ve neyle Hakk edilir? Onun ‘terhîm’ nidası olmasının hükmü nedir? Terhîm kolaylaştırmak demektir ve at­lar bu özellikle nitelendiği gibi güzel kadına da rehimetü’l-delal denilir. Yani kolay demektir. Bu menzilde, her şeyin toplamı değil, hikmetle­rin toplamının bilgisi vardır. Çünkü mana veya duyuda hikmederin ancak tertipte varlığı olabilir. Peygamberlerin değişmesi nedeniyle, farklı türleriyle risalet, bu menzilden öğrenilir. Çünkü nebiler pey­gamber oldukları gibi meleklerden ve beşerden de peygamber vardır. Hallerin değişmesiyle risalet de değişir. Bütün bunlar, Allah Teâlâ’ya ve daimi mutluluğa ulaştıran şeriatlardır. Onlarda eğrilik yoktur ve böyle bir şey zaten mümkün de değildir. Çünkü şeriatlar, rahmet Arş’ında izzetle bürünmüş olarak inmiştir. Dolayısıyla onlarda ümmederini onların hükmünün dışına çıkartacak bir şey bulunmaz. Her ümmete rahmet ulaştığı gibi yükümlü olduğu şeriat da ulaşır. Âlemde şeriadarın ko­nulma hikmeti, dünya hayatında niçin konulup ahirette konulmadıkla­rı, bü menzilden öğrenilir. Ahirette şeriat olarak konulan şeyler, bu menzilden öğrenilir. Misal olarak ağaca yaklaşmanın Âdem’e yasak­lanmasını verebiliriz. Daha sonra konulmasına misal olarak da Hakkın kullarını kıyamette secdeye davet etmesini verebiliriz. Bu şeri hüküm sayesinde kıyamette Araf ehlinin mizanı tartılır. Onların terazileri bu secdeyle ağır basınca, daha önce Arafın surunda bulunurken cennete yönelirler. Araftayken onları ateşe götürecek veya cennete sokacak bir amelleri yoktu.

Müminin gücü bu menzilden öğrenilir. Mümin pek çok güçlü kâ­fire denktir. Bu nedenle müminlere düşmanlarla savaşırken kaçmamak emredilmiştir. Bir kısmına on kâfirlik güç verilmiş, sonra bu güç hafifletilmiştir. Artık bir müminine iki kâfir adamın gücü verilir. Bu neden­le Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Ona ümmetinden iki adam gücü ve­rildi.’

Âlemde, hatta bu ümmet içinde gaflet ve nisyanın varlığının bir rahmet olması -ki bunu hadis belirtirbu menzilden öğrenilir. Aynı şey hata için geçerlidir. Söz ile Allah Teâlâ’nın sözü, yaratıklara izafe edilen söz ve kelimeyle Allah Teâlâ’ya izafe edilenler arasındaki fark, bu menzilden öğreni­lir. Her sözün ve kelimenin yerine getirilmesi gerekli zorunlu bir hakkı var mıdır, yoksa belli kelimeler için mi böyledir? Hepsi kelime ve söz olma bakımından kelime ve söz iken, bu tahsisi ve ayrıcalığı gerekli kı­lan nedir? Gerçekte hüküm söze aittir ve öne geçen odur. İnsan seçi­minde mecbur iken, niçin sorgu ve cezalandırma gerçekleşir? Bu, anla­şılması güç, fakat tartışmalı bir konudur. Elemlerin varlığı olmasaydı, kolaylaşır ve akla gelmezlerdi. Manaların sınırlanması ve bulundukları kimsedeki hükümlerinin etkileri, bu menzilden öğrenilir. İnsan yaratı­lışında sınırlamanın nerede biteceği, bu menzilden öğrenilir. Yüzlerin ve gözlerin kıyamette ve dünyada yukarı kalkmasının nedeni, bu men­zilden öğrenilir. Bu ikisinin hükmü ve sebebi bir midir, farklı mıdır? Kaldırma ardındaki bir çekimden mi yoksa iradeyle mi geçekleşir?

insanın Allah Teâlâ’nın kaza ve kaderi arasında bulunup onları aşamama­sının nedeni, bu menzilden öğrenilir. Kaza ve kader insanın bütün yönlerini kuşatır mı? Yoksa sadece iki yönü mü kuşatır? Bu ikisi ‘hadî’ ve ‘hadi’ (yıldızlarının gösterdiği) yönleridir ve (ayette) ‘Saik ve şehid183 diye ifade edilirler. İnsanları bu ikisini görmekten körleştiren şey nedir? Hâlbuki ahirette onları görürler. Niçin diğer yönlere değil de öne ve arkaya tahsis edilmişlerdir. Şeytan için ise dört geliş yönü vardır. Acaba arka ve ön, kendilerine ait iki elin hükmüyle, sağ ve solu kuşatarak, sahipleri için iki el hükmünde midir? Onların sağı ve solu olsaydı, ellerden birisinin eli öteki hakkında işlevsiz kalırdı. Öyleyse ar­ka ve ön onlara ait olmalıdır. Yokluk ve varlığın mümküne nispeti, bu menzilden öğrenilir. Bu durum, tercih edenle bilinir. Tercih edende ise bu iki nispetten sadece bir yön bulunur ve imkân kalkar. Doğrusu hangisidir: İmkânın bekası mı, kalkması mı?

Kabiliyeder bu menzilden öğrenilir. Onlar her şey için mi yoksa belli şeyler için mi kabiliyettir? Ya da kabul etmeleri farklılaşır mı? Bu durumda bir nitelik bazı kabiliyederin bir şeyi kabul etmesini diğerle­rini etmemesini gerektirir. Acaba kabiliyeder kabul ettikleri şeyleri tek yönden mi alırlar, yoksa yolları farklı mıdır? Ecrin büyüklük ve kerem­le nitelenmesinin nedeni bu menzilden öğrenilir. Bu neye racidir? Bu bilgi değerli bir bilgidir. Ölüm ve ölülerin diriltilmesinin anlamı, bu menzilden öğrenilir. Acaba onları kim öldürür? Bir sebep yok iken Allah Teâlâ mı öldürür. Yoksa melek mi? Meleğin mahiyeti nedir? Hay­vani bedenin kendisiyle ayakta durduğu karışımlardan birisi midir? Çünkü karışımlar da Allah Teâlâ’nın meleklerindendir. Yoksa ölüm meleği göklerin meleklerinden midir? Göklere izafe edilirse, acaba Allah Teâlâ’nın bu karışımın güçlerini kendisine vahyettiği göğün hareketinden olması itibarıyla oıılardan birisine mi izafe edilir? Bu karışım o göğe baskındır ve ölüm meleği diye isimlendirilir. Yoksa o yedinci kat göğün sakinle­rinden olan yabancı bir melek midir? Hayat veren öldüren gibidir.

Şu var ki gök değişir. Çünkü altıncı gök hayatın kaynağıdır ve ölüm gibi her gökten takviye alır. el-Muhyi hakkında söylenen elMümit hakkındaki söz gibidir? Ya da el-Mümit isimlerinden biri olma­sı itibarıyla Allah Teâlâ’dır ve el-Muhyi de böyledir. Binaenaleyh Allah Teâlâ elMümit ve el-Muhyi’dir. Hakkın âleme yerleştirdiği sebepleri ortadan kaldıramayız; kaldırsaydık, Hakkın hikmeti geçersiz olurdu. Böylece sebepleri inançta kaldırırken varlıkta yerü yerlerinde bırakırız: İsrafil sura üfler, Azrail canları alır. Bu durum, tutuşmayı kabul etmek üzere, istidada ait bir özelliktir. Tutuşmayı kabul edince hayat bulurken sön­meyi de kabul eder ve bu durumda ölür. Bizimle -ölümle değilgörevli melek, canlının bedeninin kendileriyle ayakta durduğu melek ve arka­daşlarını takviye eder. Böylelikle diğer arkadaşlarına baskın geldiği için ölür. Bu nedenle doktorlar bir takım alametlerle insanın öleceğini bilir. Melek zikrettiğimizden başkası olsaydı, doktorlar bunu bilemezdi. Çünkü onu sadece nebiler ile Allah Teâlâ’nın kulları arasından bilgi öğrettikle­ri bilebilir.

Acaba ölüm esnasında hastayla öldürülenin hükmü bir midir, yok­sa öldürülenin başka bir hükmü mü vardır? Ölümle değil de, bizimle görevli meleğin öldürme hükmü mü vardır, yoksa canları alarak onları yükseltme özelliğine mi sahiptir? O bir melek midir, yoksa melekler midirler? Çünkü Allah Teâlâ canların ölümünü ona, ölüm meleğine ve elçile­re izafe etmiştir. Bu izafetlerin ve bunlarla neyin kast edildiğinin bi­linmesi gerekir. Onların dereceleri farklı mıdır, yoksa bir derecede mi­dirler? Ölümden sonra bedenin ve ruhun ulaşacağı yer, bu menzilden öğrenilir. Bu ikisinden diriliş üflemesinde dirilecek olanlar nedir? Araz veya suret bakımından yaratılış başkalaşır mı, başkalaşmaz mı? Varlık­ların eserleri ve dirilme vaktine kadar kendisinde tutulacakları mertebe bu menzilden öğrenilir. Onların mensupları da bu eserler üzerinde durdurulur. Bunlar, yükümlülerin eserleridir ve yükümlülük esnasında -başka bir zamanda değilkendilerinden oluşan fiillerdir. Yükümlülü­ğün dışındaki zamana uyku veya baygınlık veya yetişkinlik öncesini misal verebiliriz. Bu nedenle yükümlülük zamanı dedik, ‘yükümlülük yeri’ demedik.

Bir ümmet içinde peygamberlerin art arda gelmesi bu menzilden öğrenilir. Bu ardışıklık Muhammed ümmetindeki durumdan farklıdır. Muhammed ümmetinde peygamberler art arda gelmemiştir. Bu üm­mette peygamber olarak zuhur edecek kimse (Hz. İsa gibi), ümmete katılarak Muhammed ümmetinin şeriatına göre davranır, bu şeriatın hükümleri onun üzerinde işler. Nasihatler bu menzilden öğrenilir. İn­sanın cimrilik özelliğinde yaratılmasının nedeni bu menzilden öğreni­lir. İnsan için cömerdik dolaylıdır, zati bir özellik değildir. İnsan yara­tılışı böyleyse, cömertçe ecir nereden kaynaklanmıştır? Hâlbuki insan yaratılışıyla kerem arasında zati bir ilişki yoktur. Kerem ücret için zati­dir ve büyüklük de onun için zatidir. Büyük ücretin tahsis edildiği özel bir kavim varken kerim ücret için de özel bir kavim vardır. İnsan, cin­lerde ve diğerlerinde kulluğa sevk eden amillerin farklılığı, bü menzil­den öğrenilir. Allah Teâlâ’ya teslim ve işi havale etmek, bü menzilden öğreni­lir. Temenni ve faydası, bulunduğu kimsenin niteliği bu menzilden öğ­renilir.

Alemin -hükümdar olması yönündenAllah Teâlâ’nın mülkü olması, bu menzilden öğrenilir. Acaba kim karşı koyar ki Allah Teâlâ kendisini ‘gökle­rin, yerin askerlerinin.sahibi’-olmakla nitelemiştir. Allah Teâlâ’ya birlikle nite­lenmesi yönüyle izafe edilen şeyler, bu menzilden öğrenilir. Bu birliğin çokluğunun sebebi nedir? Âlemdeki etkisi nedir? Keşif ve-gayb olan şeyin bilgisi, bü menzilden öğrenilir. Delil ortadayken ve delil olduğu bilinirken kabul etmemek, bu menzilden öğrenilir. Onun delil olduğu­nu bilmeyenin bilgisizlik sebebi nedir? Bilinen her şeyin bir delili var mıdır, yoksa bazı bilinenlerin delili mi vardır? Kendisinden çıktığı şeye dönmeyişin bilgisi bü menzilden öğrenilir. Yükümlü olan veya olma­yan dünya âleminin kendisinde toplandığı mertebe bu menzilden öğ­renilir. Allah Teâlâ yükümlülere karşı delil ve kanıt olmak üzere yükümlü olmayan hayvan, bitki ve taşları diriltir mi? Yoksa onlar Allah Teâlâ nezdinde bilinen bu konudaki iyilik nedeniyle kendileri adına mı diriltilir? Diri­lişten sonra onların varacağı yer bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ’nın bizim adımıza gök ve yer âleminde sakladığı menfaatler, bu menzilden öğre­nilir; Zorunlu şükür ile insanın kendiliğinden yerine getirdiği şükür arasındaki ilişki bu menzilden öğrenilir. Bunlardan hangisi ecir bakı­mından daha yetkindir? Allah Teâlâ’nın her şeyi çift yaratmasının nedeni ve hikmeti bu menzilden öğrenilir. Bu hikmetten dolayı mı Allah Teâlâ Âdem’i kendi suretine göre yaratmıştır?

Kendisiyle günün ayrıştığı zaman bu menzilden öğrenilir. Sükûnu olmayanın sükûnu bu menzilden öğrenilir. Yolcuların menzilleri bu menzilden öğrenilir. Onlar sayıca belli midir, değil midir? Yollarının ve menzillerinin değişmesine göre, yolcuların niteliklerinin değişmesi bu menzilden öğrenilir. Yolculardan öne geçen -ki ona katılınırile yetişemeyen arkada kalan arasındaki fark, bu menzilden öğrenilir. Misal olarak gölgesi karşısında insanı verebiliriz. O hiçbir zaman gölgesine yetişemezken gölgesi ona yetişir. Bu, ilahi-kevni ulvi-süfli bütün yolcu­lukları içeren değerli bir bilgidir. Aynı zamanda bu bilgi, ulaşılması güç ve idraki zor, herkesin farkına varamayacağı çetin bilgidir. Onu ihata etmek, Allah Teâlâ’nın bildirmesiyle mümkün olabilir ve onu ayrıntılı olarak öğretmek doğru değildir. Çünkü bunlar, nihayetsiz yolculuklar­dır!

Her yolcunun kendisinde seyr ü sülük ettiği yollar, bu menzilden öğrenilir. Yolculuk esnasında bazı yolcular ile maksadarı arasına giren engeller bu menzilden öğrenilir. İhtiyari ve cebri yolculuk arasındaki fark, bu menzilden öğrenilir. Dünyanın genel zamanı, bu menzilden öğrenilir. Bu zamanın tamamlanmasıyla büyük kıyamet kopar. Bu menzilden hayvanların, türeyenlerin ömürleri bilinir. Bu sürenin dol­masıyla onların küçük kıyamederi kopar. Bu iki haşir arasındaki fark, bu menzilden öğrenilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Kim ölmüşse, onun kıyameti kopmuş demektir.’ Onların berzah’a götürülmesi de bir kıyamettir.

Rahmeti diliyle isteyen rahmet umudunun özellikleri, bu menzil­den öğrenilir. Zorunlu sebep bu menzilden öğrenilir. Peygamberin ge­tirdiği veya onun getirmeyip de adet haline gelmiş alametler olan akli delilleri incelemekten yüz çeviren kimse, bu nedenle yüz çevirmiştir. Acaba onlarm delil olması birbirinden farklı mıdır? Delil oluş tarzları nasıldır? Onlarm gösterdikleri şey niyete göre ya da niyet sahibinin de­lili incelemek üzere harekete geçiren kimsenin niyetine göre değişir mi? Misal olarak peygamberi verebiliriz. O peygamber oluşunda doğ­ruluğunu gösteren bir delille gelir ve aynı delil Hakkın varlığına ve ya­ratıkların aciz kalmasına da delildir. Allah Teâlâ’nın kınadığı hususta Allah Teâlâ’ya uymak, bu menzilden öğrenilir. Acaba hakikat dili yönünden onun sa­hibi kınanır mı, yoksa şeriat diliyle mi kınanır? İnsanın hangi halde ca­nının alınacağı bu menzilden öğrenilir. Bu halde berzahta kalır mı ve ona göre yeniden diriltilir mi yoksa hali değişir mi? Yoksa perdenin kalktığı, ölümden önce kendisine gözüken duruma göre mi canı alınır? Ya da onun canının alınması perdenin kalkmasının kendisi midir?

Sora soranın reddi bu menzilden öğrenilir. Acaba sorunun redde­dilmesi sorusuna karşılık cevap mıdır değil midir? Hakk’ın çağırdığı kimsenin süratle cevap vermesini gerektiren sebep bu menzilden öğre­nilir. Bu mecburi bir sürat midir, cebrin gerçekleşmesini sağlayan bir sürat midir?

Kabir ehlinden diriltilenlerin sözlerinin farklılığı, bu menzilden öğrenilir. Bu esnada onlara kimin karşılık verdiği yine bu menzilden öğrenilir. Acaba onlara Hakk mı, melekler mi yoksa alimler mi karşılık verir? Kabirlerinden diriltilenlere tecelli eden şey bu menzilden öğreni­lir. Acaba o bir suret midir, farklı suretler midir? Acaba bu tecelli eden ilahi isim midir, değil midir? Burçların tertibine aykırı olmayı -ki un­surların doğasının tertibidir ogerektiren neden bu menzilden öğreni­lir. Çünkü burçların tertibinde, her burç arasında birbirini itme bir açıdan da karşılıklı ilişki vardır. Onu ele aldığında, daha önce zikretti­ğimiz gibi, bunu görürsün. Unsurlara gelirsek onların tertibi, hiçbir yönden birbirini itmenin bulunmadığı bir ilişkiyle gerçekleşir. Öyleyse üç ateş kaynaklı olan, su ve topraktandır. Toprak kaynaklı olan ise ateş ve hava kaynaklıdır. Havadan olanlar ise toprak ve sudan olanlar ara­sındadır. Sudan olanlar hava ve toprak kaynaklı şeyler arasındadır. Rü­künler böyle değildir.

‘Benim katımda, benim yanımda, bizim katımızda, bizim ledünnümüzde, bizim yanımızda, benim yanımda’ ifadeleri arasındaki fark, bu menzilden öğrenilir. Birbirlerinden ayrışsınlar diye eşya ara­sında bulunan fasıllar, bu menzilden öğrenilir. Görenin kendi suret ve niteliğinden başka neyi gördüğü, bu menzilden öğrenilir. Gören kim olursa olsun durum böyledir. Meşguliyet bu menzilden öğrenilir. Ni­çin meşguliyet diye isimlendirilmiş ve neyden meşgul eder? Bütünüyle başkasından müstağni olan birisi var mıdır, yok mudur?

O’nun benzeri bir şey yoktur184 ayetinde geçen benzerlikle ünsiyet, bu menzilden öğrenilir. Nefislerin dünya hayatında kazandığı durum­lar ve haller bu menzilden öğrenilir. İlahi gelinler bu menzilden öğre­nilir. Her ilahi ismin sahip olduğu ve zahiriyle rahmetin ondan uzak­laşmasını gerektiren rahmet, bu menzilden öğrenilir. Âlemin sahip ol­duğu nitelikler bakımından hakkı bu menzilden öğrenilir. Bu Hakk ediş, nitelenenin değil, niteliğin Hakk edişidir. İlahi ve kevni söz verme neyde gerçekleşir? Bu menzilden öğrenilir. One geçenin ilmi, bu menzilden öğrenilir. Acaba onun geride kalanda hükmü nasıl ve nereden ortaya çıkar? İlahi uzaklık karşısında kevni uzaklık, bu menzilden öğrenilir. Konuşma, susma, konuşan ve susanın belirlenmesi, zaman ve mekânı bu menzilden öğrenilir? Yüce suretlerin düşük suretlerle yer değiştir­mesi bu menzilden öğrenilir. Keşif varken ayağa kalkmak yerine geride durmak bu menzilden öğrenilir. Zamanın insanm yaratılışında ve diğer maden, bitki ve' hayvanlarda verdiği şey, bu menzilden öğrenilir. Belir­sizlik ve açıklama bu menzilden öğrenilir. Biri var ederken çoğun bir araya gelmesi bu menzilden öğrenilir. İnşa edenin inşa ettiği işe -onu inşa etmesi nedeniylehakim olması, bu menzilden öğrenilir. İlahi ri­yazet ve kevni riyazet ile arasındaki fark, bu menzilden öğrenilir. Ni­met verenin mertebesi, hüküm yönüyle dünya ve ahirette varacağı yer, bu menzilden öğrenilir. İtimat edilecek kimselerden olmadığı bilinen birisine itimat etmenin sebebi, bu menzilden öğrenilir. Mebde ve mead bu menzilden öğrenilir. Teşbih ve teşbihin zıddı, bu menzilden öğrenilir. Onun teşbihin kendisiyle gerçekleştiği aslı nedir? İlahi bil­giden zıtların bir araya gelişinin tesiri bu menzilden öğrenilir. Ateşin suda suyun ateşte bulunması, bu menzilden öğrenilir. Âlemi dışta or­taya çıkartan nitelik, bu menzilden öğrenilir. Melekût ve onun mülk ve ceberut karşısındaki yeri, bu menzilden öğrenilir.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

ÜÇ YÜZ KIRK DOKUZUNCU BÖLÜM

Kapıların Açılma ve Kapanma Menzilinin ve Her Ümmetin Yaratılışının Muhammedî Mertebeden Bilinmesi

Kuşku duyma, her varlığın

Haktan bir niteliği var, varlıklar alamet

Hakkın gayretindendir bu, Hakk onların kendisi

Kuran ve ilham böyle söyler

Muhtaçlığım ve yoksunluğum olmasaydı, O’nunla bir olmazdım .

Yakınlık gerçekleşmez veya aşinalık

Onun hakkında her varlık koşar ve yürür

Allah Teâlâ’nın kitabında bu belirlenen bir hüküm

Varlıklardan her biri O’nu tespih eder

Allam olan Hakk bunun için yaratmış onu

Her varlık her daim muhtaç, .                                                                       .

Acılar ve elemler var '                                ~ ;

Müstağnilik nerede! Hakk kelam onu batıl yapar

Yok etmenin bulunduğu yoksulluktan başka ne görürsün ki!

Ayette ‘Allah Teâlâ âlemlerden müstağnidir185 buyrulur. Başka bir ayette ‘Şeytan size yoksulluk vaat eder ve taşkınlık emreder. Allah Teâlâ ise kendinden bağışlama vaat eder186 buyrulur. Bu şeytanın insanlara taşkınlık em­retmesine ve sizi yoksullukla korkutmasına karşılık bir ihsandır. Allah Teâlâ Müstağni ve Hamid’dir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘İnsanlar! Siz Allah Teâlâ’ya muhtaçsı­nız. Allah Teâlâ Gani ve Hamid’dir:187 Ebu Yezid el-Bestami’yi şöyle denilmiş: ‘Bana ait olmayan iki şeyle -yoksulluk ve zilletbana yaklaş!’

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ’nın iyilik etmek üzere açtığı kapıları olduğu gibi bazı kapıları daha vardır ki, onların açılma vakti henüz gelmemiştir ve onları da iyilikte bulunmak üzere açar. Allah Teâlâ’nın bir takım kapıları daha

vardır ki, onları acılar için açar. Bu ‘azap’ diye ifade edilir. Çünkü men­supları işin sonunda ona döner ve ondan tat alırlar. Çünkü azap kendi­sine Rabbini hatırlatmıştır. İnsana zarar isabet edip de sebepler orta­dan kalkarsa -ki bu en şiddedi azaptırRabbini hatırlar ve iradesiyle değil zorunlu olarak O’na yönelir. Bu durumda kendisini Allah Teâlâ’ya dön­düren ve O’nu kendisine hatırlatıp gaflet ve unutmanın etkisinden kur­taran bu elemden haz duyar. İşte bu nedenle onu ‘azap’ diye isimlen­dirmiştir. Öyleyse azap, yerleştiği kimseye rahmetin ulaşacağını müjde­leyen bir kelimedir. Güçlük ve rahatlık esnasında Hakkın kullarına müjdeyi ulaştırması ne büyük inceliktir! Böyle olmasaydı ‘Azap kelime­sinin hakkında gerçekleştiği kimse,m ayetinde geçen kelime gerçekleşmezdi. Burada azap lafzı zikredilmiştir. İbrahim Peygamber şöyle der: ‘Babacığım! Rahman’ın azabının sana temas etmesinden korkarım,’189 Rahman bir insana acı ve elem verirse, bu elemin içinde rahmet bu­lunmalıdır ve o rahmeti elem sahibi haz olarak alır. Misal olarak kulla­nılması şifa verecek ilacın içilmesini verebiliriz.

Bakınız! Hz. İbrahim babasına ‘Şeytan Rahman’a asidir190 der. Rahmette intikamı gerektiren bir anlam da bulunduğunu bilseydi, asi olmazdı. Öyleyse şeytan ancak Rahman’a asidir. Çünkü her isim, ken­dine göre amel eder. Peygamberler rablerini ne kadar güzel bilmekte­dir! Acıların en büyüğü amaca ulaşamamaktır. Bununla birlikte Allah Teâlâ’nın bir meleğe şöyle dediği bize aktarılır: ‘Falan kulumun ihtiyacını şu esnada karşılama. Çünkü ben onun sesini duymak istiyorum.’ Bu­nunla birlikte o şahıs Rabbinden istediği şeyin gerçekleşmeyişi nede­niyle acı duymaktadır. İşte bu ilahi rahmete dayanan acı veren engel­lemedir.

Sonra (cennet ile cehennem arasındaki) surun içi sırf rahmet, zahi­ri ise önünden azaptır. İşin sonunda döneceği durumu bilmesi nede­niyle ‘azabın elemleri’ dememiştir. Allah Teâlâ bu varlığın bâtınında rahmetin bulunduğunu açıklamıştır. Zahiri ise bâtınının hükmüyle ta­sarrufta bulunur. Başka bir ifadeyle zahirde acı veren bir şey ancak bâtındaki rahmetten meydana gelebilir, çünkü hüküm zahirde bâtına aittir. Acaba organlar -ki görünen şeylerdirkendilerini yönlendiren bâtının iradesi olmadan tasarruf edebilir mi? Niyet, hiç kuşkusuz, bâtındır ve içtedir. Öyleyse surun zahirindeki azap surun bâtınında bu­lunan kendisine merhamet maksadından meydana gelir. O halde acı ve elem, hazzın bulunmayışı ve maksada ulaşmamaktan başka bir şey de­ğildir. Allah Teâlâ katında açılan bütün kapılar rahmet kapısıdır. Ancak ora­da kendisinde acı bulunmayan zahiri rahmet kapıları olduğu gibi belli bir vakit acının bulunduğu batini rahmet kapıları da vardır. Bu kapı­larda rahmetin hükmü işin sonunda ortaya çıkar. Öyleyse acılar geçici, hazlar sabittir. Başka bir ifadeyle âlem, özü gereği rahmete mazhar, dolaylı olarak acı çekendir. ‘Allah Teâlâ Aziz ve Hakimdir.’191

Allah Teâlâ işleri yerli yerine koyar ve onları menzillerine yerleştirir. İn­san çocuğunu edep öğretmek amacıyla cezalandırır ve günahının cezası olarak bu dövme fiiliyle ona acı verir. Baba işin iç yüzünde çocuğuna merhamet etmektedir. Çocuk işini hakkıyla yaptığında babanın kalbin­de ve içindeki merhamet ile babanın çocuğa şefkati ortaya çıkar. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den uzun bir hadisin bir bölümünde şöyle bir rivayet gelir: ‘Allah Teâlâ’nın kuluna dönük şefkati, kadının çocuğuna olan şefkatinden fazladır.’ Bunu derken Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bir kadına işaret etmişti. Bütün bunlar, zevk ilimlerindendir. Allah Teâlâ bizi ve okuyucuları ihsanıylaacının bulunmadığı sırf rahmete ulaşanlardan etsin!

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ mümkünleri dış varlıklarında ancak yokluk kö­tülüğünden kendilerini kurtarmak için izhar etmiştir. Çünkü Allah Teâlâ var­lığın sırf iyilik (hayır) olduğunu bilir. Varlıkta kötülük dolaylı olarak bulunabilir. Bu ise, yokluğun kendisine dönük bir yönü olması nede­niyle, varlığın mümkün olmasıdır. Şimdi ise varlıkla nitelenmiştir ve mutlak iyiliktedir. Mümkün varlığı bakımından yokluktan kendisine ilişen şey ölçüsünde de kötülük her nerede olursa olsun ortaya çıkar. Mümkün varlığına ve ebediliğine baktığında, varlığın kendisine eşlik etmesi nedeniyle Mutlu olur. Daha önce nitelendiği ve varlığı olmadığı Hakk baktığında ise acı duyar. Çünkü hal bulunduğu kimsede hüküm sahibidir. Şimdi mümkünün hali yokluğu görmektir ve böylelikle ve­himde bir azap duyar. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem sıkıntı esnasında ‘Hamd her du­rumda Allah Teâlâ’ya aittir’ derdi. Hamdi gerektiren hallerden birisi de, se­vinç halidir. Bu durumdaki hamd ‘Nimet veren ve ihsan eden Allah Teâlâ’ya hamd olsun’ şeklindedir. Her durumdaki hamd sevinçteki hamdi de içerir. Bu durum hamdin genelliği nedeniyle sıkıntıda da bir rahatlık bulunduğunu bildirir. Çünkü hamd, sena etmek ve övmek demektir.

Sıkıntıdaki kimse sıkıntının içeriğinde sevinç bulunmamış olsaydı, hamd sıkıntı esnasında övgü olmazdı. Hâlbuki hamd, hiç kuşkusuz, övgü demektir. Öyleyse âlemde rahmede katışık olmayan zarar yoktur. Nitekim müminin de itaade katışık olmayan günahı olmaz. Günahın katıştığı itaat, (o şeyin günah olduğuna) inanma itaatidir. Binaenaleyh mümin günah işlerken bile, tıpkı rahmete mazhar olmuş azap gören gibi, itaatkâr-günahkârdır.

Sonra bilmelisin ki, mümkünler, özü gereği muhtaçtır. Dolayısıyla yoksulluk sürekli onlara eşlik eder, çünkü zatları daimidir. Bu nedenle de onlar için sebepler konulmuştur. Bunların nezdinde mümkünlerin muhtaç olduğu şeyler vardır ve bu nedenle mümkünler sebeplere muh­taçtır. Allah Teâlâ ise sebepleri kendisinin isimleri yapmıştır. Öyleyse sebep­lerin isimleri, Allah Teâlâ’nın isimlerindendir. Böyle yapmasının nedeni, sade­ce O’na muhtaç kalınmasını sağlamaktır. Çünkü o gerçek bilgidir. O halde keşif ehline göre, örf ve şeriatta Allah Teâlâ’nın isimleri olduğu söylenen isimlerle sebeplerin isimlerinin Allah Teâlâ’nın isimleri olması arasında bir fark yoktur. Çünkü Allah Teâlâ şöyle der: ‘Siz Allah Teâlâ’ya muhtaçsınız192 Vakıa sebeplere muhtaç olmamızdır. Öyleyse sebeplerin isimlerinin Allah Teâlâ’nın isimleri olması kaçınılmazdır. Bu durumda biz bu isimlerle lafız duası şeklinde değil hal duasıyla dua ederiz. Acıktığımızda açlığıp ver­diği acıyı ortadan kaldıracak gıdaya koşarız ve ona muhtaç oluruz. O ise bizden müstağnidir ve ancak Allah Teâlâ’ya muhtaç kalırız. İşte bu, Allah Teâlâ’nın isimlerinden biridir. Yani gıdanın suretinin adını kast etmekte­yim ki, o ilahi ismin mertebesini almıştır. Bu nedenle bize sebeplere teşekkür etmek emredilmiştir, çünkü bu O’na şükür emridir. Öyleyse sebeplere şükür, sebepler vasıtasıyla Allah Teâlâ’ya şükür demektir.

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ’nın yaratıklarına rahmetinin bir yönü, her pey­gamberin kademinde kendisine varis bir veya daha fazla veli yaratmış olmasıdır. Öyleyse her asırda peygamberlerin sayısı kadar yüz yirmi dört bin velinin bulunması gerekir. Bu sayı artar, fakat eksilmez. Sayı daha fazlaysa, Allah Teâlâ kendisine varis olanlar ölçüşünce peygambere on­ları taksim eder. Çünkü nebilerin kalplerine indirilen ilimler dünyadan kalkmaz. Onların yerleri Allah Teâlâ adamlarının kalpleridir. Bu ilimler, kendi sayılarınca velilere taksim edilir. O halde ümmet içerisinde nebi­ler sayısınca veya daha fazla velinin bulunması zorunludur. Hızır’ın şöyle dediği aktarılır: ‘İçimden yeryüzünde kendisini tanımadığım ve bir araya gelmediğim bir Allah Teâlâ dostu kalmamıştır dediğim her gün da­ha önce tanımadığım bir veli görürüm ve onunla bir araya gelirim.’ Başka bir sözünde de şöyle dediği aktarılır: ‘Bir gün bir şahısla bir ara­ya geldim. Adamı tanımıyordum. Bana şöyle dedi: ‘Hızır! Allah Teâlâ’nın se­lamı üzerine olsun.’ Ben de ‘Beni nereden tanıyorsun?’ deyince, adam şöyle dedi: ‘Allah Teâlâ seni bana tanıtmıştı.’ Ben de anladım ki, Hızır’ı tanı­yıp Hızır’m tanımadığı kullar var!

Bilmelisin ki, Allah Teâlâın gizli, iyi, veli kulları vardır. Onlar ile insan­lar arasında alışkanlık perdeleri bulunur ve onlar insanlarm arasında gizlenir. Onların üzerinde kendilerini insanlardan ayırt eden bir özellik görünmez. Onlar vasıtasıyla Allah Teâlâ âlemi korur ve kullarına imdat buyurur. Onlar gökte tanınır, fakat insanlar arasında bilinmezler. Dünya ve ahirette sıkıntılar onlarındır. Onlar, nebi veya şehit olmadık­ları halde, nebi ve şehiderin kendilerine gıpta ettiği kimselerdir. Onlar ne dünyada tanınır ne de ahirette kimseye şefaat ederler. Onlar, sırla­rında Hakk ile birlikte kalan kimselerdir.

Allah Teâlâ’nın her peygamberin kademi üzerinde bir veli yarattığını bil­miyordum. Beni bütün peygamberleriyle bir araya getirerek onların hepsini bir mecliste gördüğümde, onların kademinde olan kimseyi görmemiştim. Sonra bütün müminleri gördüm. Onların arasında nebi­lerin kademi üzerinde bulunanlar ve diğer veliler vardı. Onları bir mec­lis bir araya getirmediği için, kendilerini tanımamıştım. Allah Teâlâ onları görmekle bana iyilik ihsan etti. Şeyhimiz Ebu’l-Abbas Ureybi İsa’nın kademindeydi. Biz de daha önce nebilerin kalpleri üzerinde veliler bu­lunduğunu söylerdik. Sonra bize şöyle denildi: ‘Hayır! Onlar nebilerin kalpleri üzerindedir deme, kademleri üzerindedir de.’ Bu ifadeyle kas­tedileni anladım. Allah Teâlâ beni bu bilgiye ulaştırdığında, velilerin pey­gamberlerin izleri üzerinde olduklarını ve izlerinden gittiklerini anla­dım.

Sonra öğrendim ki: Velilerin iki miracı vardır: Birinci miraçta on­lar, nebilerin kalplerine göre bulunur. Fakat bu, içinde şeriatm bulun­madığı nebilik velileri olmaları bakımındandır, ikinci miraçta onlar şe­riat sahibi nebilerin kademleri üzerindedirler, kalpleri üzerinde değil! Çünkü onların kalpleri üzerinde bulunsalardı, nebilerin erdilderi şeri hükümleri elde ederlerdi. Hâlbuki veliler böyle bir imkâna sahip değil­lerdir. Hakk onlara şeriatı bildirse ve şeriatı nebilerin aldıkları kaynaktan alsalardı, yine de onu nebilerin nurlarının kandilinden alırlardı ve bu almaya ‘uyma ve ittiba’ hükmü bitişirdi. Veliler peygamberlere uyma yolu olmadan Allah Teâlâ’dan veya kutsi ruhtan bü bilgiyi saf olarak alamaz­lar. Şeriat hükmünün dışındaki bilgiye gelirsek, o Allah Teâlâ’dan ve kutsi ruhlardan olmak üzere, velilere mahsustur. Bütün bunlar, Allah Teâlâ nez­dinde mertebelerin ayrışmasından kaynaklanır. Bu sayede bunu öğre­nir ve her Hakk sahibine hakkını veririz. Nitekim Allah Teâlâ da her şeye yara­tılışını vermiştir. Bütün bunlar, Allah Teâlâ’nın yaratıklarına yaydığı rahmetin bir yönüdür.

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ melekler için ilahi kuvvette üç mertebe belir­lemiştir. Bir kısmına iki güç vermiş, bir kısmına üç, bir kısmına dört güç vermiştir. İşin sonu budur. Çünkü varlık bir ilave olmaksızın dört­leme üzerine kuruludur. Her kuvvet sayısını Allah Teâlâ’nın bildiği başka kuvvetleri de içerir. Bu durum, meleklerin nurani cisimler olması yönüyledir. Çünkü melekler, cisimleri bakımından bu güçlerin sahibidir. Onlar da doğal cisimler gibi bileşiktir. Öyleyse iki güç sahibi olan me­lek, bitkilere benzer. Üç güç sahibi melek, hayvanın terkibinde, dört güç sahibi olan insana benzer terkip edilmiştir. Türeyenler sona erdiği gibi meleklerin güçleri de sona erer. Cisim onların hepsini birleştirir ve dolayısıyla ihata edicidir. Melekler tümel-nurani cismin ortaya çıktığı Amâ’dan nurani cisimleri, şekli ve suretleri kabul ederler. Burada melekî ruhlar ortaya çıkar. Ama tüm cisme aittir. Amâ’nın taşıdığı su­ret ve ilahi ve ruhani şekiller doğal cisimlerdeki heyula mesabesindedir. Bu konunun açıklaması sözü uzatır.

Doğanın üzerinde bulunan bu nurdan doğal cisimlere ruhlar üfle­nir. Doğanın aşağısından unsurlara kadar olanlar ise gölgeler içindeki nurlardır. Unsurların altındaki unsuri cisimler, karanlıktaki nurlardır. Doğanın üzerindeki nurani cisimler ise nur içindeki nurlardır. Buna ‘Rahmani nefesteki nurlar’ veya ‘Amâ içindeki nurlar’ da diyebilirsin. Gerçeği olduğu hal üzere bildikten sonra, istediğini söyleyebilirsin.

Bilmelisin ki, kelime sahibi olan ilk aklın altındaki her ruh bir me­lektir. Onun üstündeki ise -melek değilruhtur. Melekler, amade kılı­nanlar (musahhar) ve yöneten (müdebbir) olmak üzere iki kısımdır.

Hepsi de Allah Teâlâ’nın emriyle Allah Teâlâ’nın elçileri ve görevlileridir. Onlar, mer­tebe mertebedir; dünya ve ahirette inişleri, çıkışları ve yükselişleri var­dır. Meleklerin bir kısmı müminlere dua ve bağışlama dileğiyle görev­liyken diğerleri yeryüzündekiler için bağışlama dileğiyle görevlidir. Bir kısmı âlemin dünyayla maslahatıyla görevliyken bir kısmı âlemin ahiretle ilgili maslahatlarıyla görevlidir. Onlarm bu işleri, ibadet ve namazlarıdır. Tespihleri ise bu namazlarda Allah Teâlâ’yı zikretmekle sınırlıdır ve söz konusu zikirleri bizim namazımızdaki zikir ve okumanın yerini tutar. İş Allah Teâlâ’nın her şeyi kuşatan rahmetinin bütün yaratıkları kuşata­cağı vakte kadar sürer. Rahmet kendilerini kuşattığında, ibadederinin bir yönü bağışlama dilemek olan melekler sadece tespihle ilgilenir. Ge­ride cennetteki veya iki dışarıdan herhangi birisinde bizimle ilgili me­lekler kalır. Onlarm bu işleri kesilmez ve ‘melek’ adı onlardan kalkmaz. Onlar, sadece tespih ve Allah Teâlâ’yı övgüyle meşgul ruhlar olarak geride ka­lır. Bu melekler, kendilerini tespihe adamış müheymen ruhlar gibidir. Melekler her kapıdan onlarm üzerlerine girer: ‘Sabrınıza karşılık size se­lam olsun, ne güzel yerdir orası!’193 Burada zikredilen bu sınıf, belalara karşı sabredenlerdir.

Ulaştıkları nimeder nedeniyle şükredenlere gelen meleklerde zikir devam etmez. Bununla birlikte meleklerin her kapıdan onlara gelmesi de gerekir. Çünkü nimet kapıları -tıpkı bela kapıları gibiçoktur. Allah Teâlâ’nın dünyada kullarına verdiği nimetlerin beladan uzak olmadığı açıktır. Bunun nedeni, nimedere karşılık şükürle yükümlülüğün nimet­lere yönelmiş olmasıdır. Bu, belanın en büyüğüdür. Çünkü kötülüklere göre nimeder Allah Teâlâ’dan perdelemede daha etkindir. Nimet sahipleri şükretmekle meleklerin şu sözlerine dahil olur: ‘Sabrınıza karşılık, orası ne giizel yerdir.’194 Yani siz, teklif veya Hakk talebiyle katışık olmayan saf nimet diyarındasınız. Bu nedenle şükredenler karşısında meleklerin hallerine herhangi bir zikir eklenmemiştir ve Hakkın getirdiği bilgiyle yetinilmiştir ki, doğrusu da odur. Çünkü dünya hayatı bunu gerektirir ve karışıklığın bulunmadığı keşfin gereği de şudur: Dünya hayatında belaya uğrayan veya nimet gören herkes sabretmelidir. Öyleyse sabır şükürden daha genel iken bela bu dünya hayatında nimetten daha ge­neldir.

Rahmet umumi olup rahmetle çelişen eserler ortadan kalktığında, eserlerin belirlemiş olduğu isimlerin nispederi de kalkar. Çünkü onlar, tek bir hakikate dönerler. Nitekim Allah Teâlâ ‘En güzel isimler O’na aittir195 ve ‘İster Allah Teâlâ ister Rahman diye dua edin, en güzel isimler O’na aittir196 buyurur, isimler, vaat edilmiş şeylerdir ve onları taleplerine göre mümkünlerin hakikatleri izhar eder. Mümkün sahip olduğu istidadı ölçüşünce, o istidada uygun ilahi feyzi talep eder. İstidadın talebi ona verildiğinde, bundan her bir mümkün adına bir isim ortaya çıkar. Elem veya azabı kabul edeceği bir istidat geride kalmayınca, elem veya azabın varlığı da kalmaz, çünkü onu kabul edecek bir mümkün kal­mamıştır. Kabiliyederin kalkması nedeniyle, o hükümlere özgü isimle-1 rin nispederi de kalkar. İsimler arasından kabul eden mümkünde iki hükmü olan ise geride kalır. Bu kısma misal olarak ‘örten’ anlamındaki el-Gafir ismini verebiliriz. el-Gafir ismini talep eden günah geride kal­mayabilir. Fakat bu ismin ‘perde’ olması bakımından perde özelliği de vardır. Günah ortadan kalksa bile el-Gafir isminin hükmü kalır, çünkü örtmek, zorunludur. Böyle olmasaydı (varlıkta) ilave veya yeniden ya­ratma gerçekleşmezdi, hâlbuki artış süreklidir. Öyleyse perdelerin kalkması da süreklidir. Geride el-Gafur ismi kalır, el-Muntakim ismi­nin ise hükmü kalmaz. Çünkü bu ismi kabul edecek kabiliyet ortadan kalkmış, bu özel isim de ortadan kalkmıştır, bunu bilmelisin!

Şimdi bu menzildeki ilimleri söyleyelim: Göğün yerin -meleklerindiğer yaratıkların övgüsü, Rablerini neyle övdükleri, bu menzilden öğ­renilir. Her âlemin başkasma ait olmayan özel bir övgüsü vardır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Gökler ve yedi yer O’nu över.’197 Sonra ‘onların içinde bulunanlar198 demiş, gökler ve yer akıllı varlıklar gibi çoğul zikredil­miştir. Teşbih, kinaye, ruhani âlemde bulunan güçler, bu menzilden öğrenilir. Âleme yayılmış peygamberlikler, bu menzilden öğrenilir. Âlemde yürüyen herkesin bir peygamberliği ve elçiliği taşımak üzere yürüdüğü, bu menzilden öğrenilir. Bu, değerli bir bilgidir. Öyle ki ha­reketlerinde bir böcek bile, kendisini anlayan için bir elçilik taşır. Kud­ret eserleri ve diğer nispederden farklılıkları, bu menzilden öğrenilir. Yağmurlar ve onlardan övülenler, bu menzilden öğrenilir. Ebu Hureyre şöyle der: ‘Fetih yağmuru yağdı bize.’

Kapılar ve mertebeleri, bu menzilden öğrenilir. İlahi engellemenin bir ihsan olması, bu menzilden öğrenilir. İlahi sınırlama bu menzilden öğrenilir. Tevatu ölçüşünce, ilahi hitabın tenzili bu menzilden öğreni­lir. Kullarından şükür talebi için ilahi ikaz bu menzilden öğrenilir. Ya­ratıkların Allah Teâlâ’ya döndürülmesi, genel olarak tehdider, bu menzilden öğrenilir. Dost suretinde görünen düşmanlar ile veliler arasındaki fark, bu menzilden öğrenilir. Düşmanın düşmanlıkla dostun dostlukla ceza­landırılması bu menzilden öğrenilir. Düşmanı dost dostu düşman edi­nenin gerçeği karıştırdığı ve onun hakikatten yoksun olduğu bu men­zilden öğrenilir.

Dua eden herkesin kendisi için dua ettiği, Allah Teâlâ’ya veya kendinden başkasına çağırmış olsa bile, kendi yönünden çağırdığı bu menzilden öğrenilir. Çünkü bu çağrıyla mertebe itibarıyla kendi benzerleriyle ünsiyet istemiştir. Amellere karşı sevabın düzenlenmesi, bu menzilden öğrenilir. Ecirlerin ayrıştırılması bu menzilden öğrenilir. Ecirlerde azim ve kerim olanlar ve büyük olanlar, bu menzilden öğrenilir. Bun­lar, ecirlerdeki mertebelerdir ve mensuplarının ve onları gerektiren amellerin öğrenilmesi gerekir. Sınırsız-mutlak ecir bu menzilden öğre­nilir. Acaba gerçekte sınırlı mıdır, değil midir? Çünkü ecirler insanın yaratılışı gibi dört kısımdır. İnsanın bedeninin yaratılışı dört kısma ay­rılır. Her birinin kendine özgü belli nitelikte bir ecri vardır. Her ecir kendisine uygun şeye nispet edilir.

Örtülerin ardında bulunan şey, bu menzilden öğrenilir. Müşahe­denin güzel gördüğü çirkin, bu menzilden öğrenilir. Bu, garip bir sır­dır. Azil bu menzilden öğrenilir. İnsanı kendisiyle ilgilenmeye teşvik, bu menzilden öğrenilir. Gizlilik karşısında zuhur, bu menzilden öğre­nilir. Ulvi ve süfli taşıyıcılar, bu menzilden öğrenilir. Nitelenenlerde niteliklerin güçlü veya daha güçlü diye derecelenmesi, bu menzilden öğrenilir. İnsanın menfaaderini bir araya getiren mertebe, bu menzil­den öğrenilir. Bunlar, yolcu, duran, hareketli ve sakin için nimederin mertebesidir. Amade kılma ve amade kılınanlar, bu menzilden öğreni­lir. Amade kılınan şeyin bu amadelikle ulaşacağı bir ecel var mıdır, yok mudur? Bir kısmının eceli vardır da, bir kısmının yok mudur?

‘Cuheyne’nin katında yakın haber vardır’ ifadesinin anlamı bu menzilden öğrenilir. Onlar habir hakkında ‘düşmüş’ demişler, alim hakkında ‘düşmüş’ dememişler veya ‘Cuheyne katında yakin ilmi var­dır’ da dememişlerdir. Bunun nedeni bu menzilden öğrenilir. Hakkın zuhuru ve her şeye yayılması bu menzilden öğrenilir. ‘Her hakkın ha­kikati vardır’ ifadesinde geçen ‘her’ sözüne göre, hakkın taksimi bu menzilden öğrenilir. Her yükümlünün yalnız başına kalması bu men­zilden öğrenilir. Onunla kendisiyle kalmayan yükümlü arasındaki fark, bu menzilden öğrenilir. İnsan ve emlerden olanları ve yalnız kalan veya yalnız kalınmayan hususları kastetmekteyim. Kabiliyeder bu menzilden öğrenilir. Davet eden kimde etkindir? Sahipleri için kabirlerde meyda­na gelen şey bu menzilden öğrenilir. Kabirlerin mahiyeti nedir? Her­hangi birisinden almak veya alınanın ve kendisinden alınanın niteliği bu menzilden öğrenilir. Arazlar bu menzilden öğrenilir. Acaba onlar var olmayan nispeder midir, yoksa varlık sahibi varlık durumları mı­dır? İnayet ehli için meydana gelen izzet ve perde bu menzilden öğre­nilir. Nebilere uyma mertebeleri bu menzilden öğrenilir. Artma bu menzilden öğrenilir. Temenni bu menzilden öğrenilir. Hikmetin bu­lundukları hal üzere varlıkların mertebelerine yayılması, âlem için ilahi takdirin öne geçmesi, bu menzilden öğrenilir.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar