BAHAUDDİN EL-ÂMİLÎ
Hazırlayan:
Abdullah ASLAN
Âmilî’nin Yaşadığı Dönemin
Genel Özellikleri
Safevîler
İran’da ilk başta bir tarikat temsilcisi iken sonradan kuvvetli siyasi bir
birlik kurmuş olan bir hanedandır. Bu hanedan adını Safevîyyye tarikatı reisi
Şeyh Şâfiu’d-dîn’den almıştır. Aslında Sünnî olan bu zat yaşadığı ilhanlılar
devrinde tarikat merkezi olan Erdebil’de büyük bir şöhret yapmış ve etrafına
kalabalık bir mürit kitlesi toplamağa başlamış ve bu suretlede ilhanlı devlet
adamlarının büyük saygısını elde etmiştir. 1334’te vefatından sonra yerini
oğlu, onun yerini torunu Havâce Ali ve onun oğlu Şeyh İbrahim almıştır. Bu
zatların şöhreti zamanla kendi memleketlerinin dışına taşmış ve Erdebil, Irak,
Suriye, Anadolu ve İran’ın diğer bölgeleri ile Belh ve Buhâra gibi daha uzak
yerlerden gelen kimselerin ziyaret ve hizmet ettikleri bir yer haline gelmişti.
Bursa’da bulunan Osmanlı padişahlarınca da şöhretleri bilinen bu zatlara her
yıl çerağ akçesi denilen hediyeler gönderilirdi. Havâce Ali’ye gelinceye kadar
tamamiyle Sünnî bir tarikat olarak tanınan bu oluşum adı geçen bu şeyh
zamanında Şiiliğe meyleden bir mahiyet aldı. Timur üzerinde büyük bir nufûzu
olduğu anlaşılan Havâce Ali’ye bu hükümdar tarafından köyleriyle birlikte
Erdebil verildi. Kendisine bu arazi içinde her türlü kayıt ve şarttan azade
olarak müstakilen hareket etmek hakkı tanındı. Bu yüzden burası ayrıca cemiyete
zararlı birçok kimselerin de sığınağı haline geldi. Bu arada Havâce Ali’nin
Timur üzerinde nufûzu, kendisinin Anadolu’da bulunan Batınî zümreler arasında
geniş taraftarlar edinmesini de sağladı. Timur’un Anadolu’dan beraberinde
götürdüğü ve Havâce Ali’nin şefaatiyle serbest bırakılan ve kalabalık olduğu
anlaşılan Türkmenler, şeyhin tabî müridi ve fikirlerinin yayıcısı oldular.
Tarikat
Havâce Ali’nin torunu Şeyh Cüneyt zamanında tamamen siyasi gayeler taşıyan bir
teşekkül haline gelmiştir. Tarikat, tamamen Şiiliği benimseyen bir hal
almıştır.
Safeviyye
tarikati büyük bir beylikten devlet haline gelmiştir. Zamanla Şah İsmail
İran’da siyasi bir birlik kurmaya muvaffak olmuş ancak Şah İsmail’in gerek
kendi tarikatını yaymak için Anadoludaki telkin, tahrik ve propagandaları gerek
Sünnîlere yapmış olduğu kötü muamele Yavuz Sultan Selim’i endişelendirmiştir.
Arada teati edilen kırıcı mektuplardan sonra 23 Ağustos 1514’de yapılan
Çaldıran Savaşı’nda Şah Ismail yenilmiştir. Bu suretle İran’da kurulmuş olan
birlik yeniden dağılma tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Aşağı yukarı on yıllık
bir karışıklıktan sonra 24 Mayıs I524’de Şah İsmail’in ölümü üzerine yerine
oniki yaşındaki oğlu Şah Tahmasb geçti. Son derece mutaassıp bir insan olan Şah
Tahmasb elli üç yıl gibi uzun bir saltanattan sonra 15 Mayıs 1576’da vefat
etti. Yerine uzun bir mücadeleden sonra İsmail Mirza, Şah İsmail II
unvanıyla 22 Ağustos 1576’da saltanat tacını giydi. Bu hükümdarın ilk icraatı
bazı Kızılbaş ileri gelenleri ile şehzadelerin çoğunu ortadan kaldırmak oldu.
Kendisi şâfîliğe meyilli olup şia ulemasını saraydan uzaklaştırmış, onların
yerine sünnî âlimleri ikâme etmiş idi. Çeşitli iç karışıklıklardan sonra
Kızılbaş reisleri tarafından Şah Tahmasb’ın büyük oğlu Muhammed Hudâbende
saltanata getirildi. Bu dönemde Osmanlı Devleti ile birçok anlaşmazlık yaşayıp
Osmanlı kuvvetlerinin tehdidi altında kalan Safevî Devleti içerdeki ihtilafların
da merkezi haline geldi. Şah Abbas memleket dahilindeki ihtilafları halletmek
maksadıyla Osmanlı Devleti ile anlaşmak istedi. Safevî Devleti anlaşma için
İstanbul’a bir sefaret heyeti gönderdi. Yapılan müzakere ve muhaberelerden
sonra İran’da peygamberin ashabına halifelerine hakaretten vazgeçilmesi,
Sünnîlerin nefretini gerektirecek hareketlerden kaçınılması gibi maddeleri
ihtiva eden ve Sultan III. Murat’ın imzasını taşıyan bir ahidnâme yazıldı. Şah
Abbas memleketini ve ordusunun kuvvetlendirdikten sonra Osmanlıların
zaptettikleri yerleri tekrar ele geçirmiş, Basra Körfezi ağzında bulunan
adaları da Portekiz’lilerin elinden almıştı. Kırk iki senelik bir saltanattan
sonra oldukça zalim tanınan bu hükümdar 1629 yılında öldü. Bundan sonra saltanat
halinde çeşitli hükümdarlarla yönetilen Safevî Devleti 26 Şubat 1737’de Nadir
Şah’ın saltanatı ele geçirmesiyle sona erdi.
Çeşitli
sanat alanlarında ileri derecede eser veren Safevîler Şii akidesini
desteklediler. Bunun neticesinde Şii fıkhı, tefsir ve hadis ilimleri
gelişmiştir. Ancak din dışı sahalarda fazla bir gelişme olmamıştır. Çocukların
çoğu çok basit mekteplerde Kur’an okumayı öğrendikten sonra bir sanatla meşgul
oluyordu.[16]
Birçok
siyasi çekişmelere ve iç karışıklıklara sahne olan Safevi devleti anladığımız
kadarıyla dışa açık bir politika izlememiş ve kapalı bir toplum olarak
yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Bu politikalarının temelinde de yöneticilerinin
mutaasıp birer Şii olmalar ı en büyük rolü oynamıştır. Diğer kültürlere kapalı
bir toplum olmalar ı sosyo- kültürel alanlarda ilerlemelerine mani olurken,
Sünni -Şii çekişmeleri Şii fıkhı, tefsir ve hadis ilimlerinin gelişmesine
vesile olmuştur. Bahauddîn el-Âmilî de Safeviler’in en parlak döneminde yaşamış
hem fen-matematik hemde islami ilimlerde eser vermiş büyük âlimlerden
birisidir.
BAHAUDDIN EL-AMİLİ
Tam
ismi Muhammed b. ‘Izzi’d-din Hüseyin b. Abdi’s-Samed b. Şemsi’d-dîn Muhammed b.
Ali el-Huseyn b. Muhammed b. Salihî’ l-Âmilî el-Cubbaî el-Harisî el- Hemdanî’dir.[17]
Künyesi:
Ebu’l-Fedâil,[18] lâkabı
ise Bahâuddîn kelimesinden kısaltma yaparak ismine nispetle el-Bahaî’dir. Bu
şekilde kısaltmalarla ifade etmek, şâirlerin ıstılahında şâirin mahlası olarak
kullanılmıştır. İran şâirleri de şiirlerinde asıl isimlerinin dışında bir
isimle kendilerini gizliyorlardı. Mesela şâir Maslahu’d-dîn eş-Şirazî kendisini
Sâdi ismiyle ifade etmiştir.[19]
el-Âmilî’nin
doğum yeri ve dolayısıyla nisbesi hakkında ihtilaf vardır. Aslında el-Âmilî
babası Hüseyin Abdussamed el-Cubbaî ve dedesi Şemsuddîn Muhammed el- Cubbaî,
Güney Lübnan’da bulunan Amil bölgesinde doğmuş olup, babası ile beraber
çocukken İran’ a gitmiş olmasına nazaran İran’da iki yerde bulunan Amil
adındaki şehirlerle hiçbir alakası yoktur. Bahaî kendisi, aslının Cebelu Amil
bölgesinden olduğunu, Takiyyuddîn Meclisi onun şu sözleriyle açıklar:
“Babalarımız ve dedelerimiz Cebelu Amil bölgesindendir. Onlar devamlı ilimle,
ibadetle ve zühtle meşgul idiler. Ancak acem suyunu içince bunların hepsini
terk ettik.” Bazı tarihçilere göre İran’daki Âmil bölgesindendir ve Ceyhun
nehrinin sol tarafında kurulan Âmil bölgesinden olduğunu söylemişlerdir.
Kanatimizce nisbesinin el-Âmilî (اسى ) olması gerekir.
Çünkü talebelerinden Hurr el-Âmilî, Emelu’l -Âmilfî Ulemâi Cebeli Âmil
adlı eserinde, müellfn kendi erleknden olan Miftâhu’1 Felâh, K^itâbu’l Erbain
ve Keşki Adk eserlerinde Cebelu Âmil bölgesinden olduğunu açıklamıştır.
el-Âmilî,
Güney Lübnan’daki Âmil Dağı’na nispetle bu ismi almıştır. Bahaud- dîn el-Âmilî,
aslının Cebel-u Âmil’den olduğunu kendisi “Babalarımız ve dedelerimiz Cebel-u
Âmil bölgesindendir. Atalarım devamlı olarak ilim, ibadet, zühtle meşgul
oldular. Ne zaman ki Acem suyundan içtik, bunların hepsinden mahrum olduk.” [20] Sözleriyle
açıklamıştır.
Cubbaî
nisbesi ise Cubba’ köyüne nispetledir.
Harisî
el-Hemdanî nisbeleri ise soyunun tabiinden, Hz. Ali’nin yakın dostlarından
olan, onunla beraber Cemel ve Sıffin Savaşlarına katılan Hâris b.
Abdillahi’l-‘Aver el-Hemdânî (65/684)’ ye nispet edilmesi sebebiyledir.[21] Bu zat
meşhur Arap kabilelerinden olan Hemdan kabilesindendir. Bu kabilede Yemen’in en
meşhur kabilelerindendir.[22]
Tarihçiler,
el-Âmilînin doğum yeri ve dolayısıyla nisbesi hakkında farklı görüşler
belirtmişlerdir.
el-Âmilî
953/1546 yılında Zilhicce’nin onüçüncü, miladi olarak Şubat’ın dördüncü Cuma
günü Lübnan’ın Cebelu Amîl bölgesindeki Ba’lebekke’de doğmuştur.[23]
Ebu’l-Meâlî et-Talevî, Kadri Tukan[24] ve
Şemseddin Sâmi’[25] ise
İran’daki Âmil(...) de doğduğu görüşündedirler.
Amil (آمل) adıyla iki şehir vardır: bunlardan birisi İran’ın kuzeyindeki
Mazenderan tarafındadır. Zamanında Taberistan’ın merkezi olduğundan Amil-i
Taberî namıyla diğerinden ayrılır. İkincisi Horasanda Ceyhun nehrinin sol
tarafındaki Merv’den Buharaya giden yol üzerindedir. Bu da Amil’i Taberi’den
ayırmak için Amili Ceyhun olarak bilinir. Bundan başka Suriye’de Amil^l^) olarak bilinen bir dağ
bulunduğundan bazı tarihçiler el-Âmilî’nin Ba’lebekke’de doğduğunu belirterek
isminin Bahâuddîn el-Âmilî (العاملى
) olduğunu söylemişlerdir.[26]
Buradaki
ihtilafların temelinde nisbesinin Âmili(العاملى) mi yoksa (الآملي) mi olduğu konusu yatmaktadır.
Ba’lebekke’de doğduğunu ifade eden tarihçiler (اكاطى) şeklinde olduğunu kabul ediyorlar. (الآملي) olduğunu söyleyenler ise İran’da
doğduğunu söyleyenlerdir.
Allâme
Hıllî’nin “îrşad” adlı kitabından el-Âmilî’nin babası, çouklarının doğum
yeri ve tarihi hakkında şöyle bilgi verdiğini Muhammed (el-Âmilî) h. 953
yılında Zilhiccenin 17 sinde Cuma günü güneşin batışından sonra, (diğer oğlu)
Abdussammed ve torunu seyyid Muhammed’in Kazvin’de doğduklarını zikrettiği aktarılmaktadır.[27] Delâl
Abbas bu bilgiden yola çıkarak el-Âmilî’nin, babası İran’a hicret etmeden
Lübnan’ın güneyindeki Cebelu Amîl’de doğduğunu, eğer ilk vatanından başka bir
yerde doğsaydı diğer oğlu ve torununun doğum yerini zikrettiği gibi, el-
Âmilî’nin de doğum yerini zikredecekti diyerek değerlendirmektedir. [28]
Bu
görüşü el-Âmilî’nin Keşkül adlı eserindeki şu sözleri de teyit etmektedir.
“Eğer babam Arap bölgesinden Acem bölgesine gelmeseydi ve devlet yöneticileriyle
haşir neşir olmasıydı, insanların en zâhit, en âbid ve en muttakisi olurdum.
Ancak babam o beldelerden çıkıp beni bu beldelere getirdi.[29]
Bu
rivayetlerden de anlaşıldığına göre el-Âmilî Lübnan’ın Cebelu Amîl bölgesinde
doğmuş, daha sonra İran’a babasıyla beraber göç etmişlerdir. Dolayısıyla bahsi
geçen İran’daki Âmil (آمل)
bölgesi ile hiçbir alakası yoktur. Bu durumda nisbesinin العاملى olması gerekir.
eş-Şeyh
Huseyn b. Abdi’s-samed b. Şemsi’d-dîn Muhammed b. Ali b. Huseyn b. Muhammed b.
Salih b. el-Âmilî el-Cubbaî el-Hârisî el-Hemdânî 918/1512 Osmanlının Şam’ı
fethinden 40 sene önce doğmuş ve 984/1576 yılında vefat etmiştir. el-Âmilî’nin
hayatında babasının büyük tesiri olmuştur. İlk hocasıdır. Aynı zamanda temel
eğitimini babasından almıştır. el-Âmilî kitaplarında babasından “üstadım ve
ilimlerdeki dayanağım” diye bahsetmektedir.[30]
el-Âmilî’nin
bazı kaynaklarda Sünnî olduğu rivayet edilse de onun samimi bir Şiî olarak
hayatını sürdürdüğü, kendisine ait bazı eserlerin incelenmesinden sonra
mutaassıp bir alim olmadığı ve şeriate ters düşmeyen bir tasavvuf görüşüne
sahip olduğu anlaşılacağı üzerinde ısrarla durulmuştur.[31]
Ehl-i
Beyt’e karşı olumlu tutum sergilemesi ve Şeyhayn (Ebu Bekir ve Ömer radiya'llâhü anhuma) karşı tavır almamasından
dolayı Basra âlimlerinin bazıları onun Ehl-i Sünnet olduğunu belirtmişler.
Rafizî ve Mülhid liderlerden korunmak ve sakınmak için Şiî gibi davrandığı,
Rafızî olan Şah Abbas’ın kendine yakın olması ve Sünnî âlimleri öldürmesinden
dolayı Ehl-i Beyt’e karşı olumlu tavır göstermesini gerektirmiştir.[32]
Muasırı
olan el-Hâfacî şöyle demektedir: “Şah Abbas zamanındaki ulemanın reisi olan el-Âmilî,
Şahın mezhebine hiçbir zaman girmemiştir. İtikat ettiği şeyden başkasını da
söylememiştir. Mutaassıp olmayan bir Alevîdir. Böyle olması mantıklı düşünenlere
göre ehven-i şer dir.” Ayrıca el-Âmilî’nin, lisan-ı haline uygun olan şu
şiirini aktarmıştır.
إِنْ كَانَ رَفْضًا حُبُّ آلِ
مُحَمَّدٍ فلْیَشْھَدِ الثَّقَلاَنُ أَ نِّي رَافِضِيٌّ
“Eğe
Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’ia ehlini sevmek Rafizi olmaksa, bütün ins ve cin şahit olsunki ben Rafiziyim١١[33]
el-Âmilî
ömrünün büyük bir kısmını seyahatlerle geçirmiş, gönlündeki ilim sevgisi kendi
devrindeki ve kendinden önceki tanıdığı müelliflerin kitaplarına muttali olma
duygusu, onun seyahatlerinin en önemli sebeplerindendir. Kaynaklar onu ömrünün
yaklaşık otuz yılını seyahatlerle geçirdiğini belirtirler.
Babası,
el-Âmilî doğmadan önce Şam’ın bazı şehirlerinde yaşadı. Daha sonra el- Âmilî bazı
kaynaklara göre h. 960 senesinde
yedi,[34]
bazılarına göre ise h. 966 senesinde onüç yaşındayken babası onu İran’a
götürdü. Hicri 960 senesinde Safevî hükümdarı Şah Abbas-ı Kebir zamanında
İsfahan’da üç yıl kaldı. Bundan sonra 963/1555 senesinin sonunda ya da 964
senesinin başında Kazvin’e geçti. Kazvin’de de üç yıl kaldı. 966 yılına kadar
burada kalan el-Âmilî, Şah Abbas’ın isteğiyle İsfahan’a geri döndü.[35] Oradan
971/1564 senesinde Meşhed’e geçti. el-Âmilî 971/1564 yılında Recep ayında
babasından icazesini buradayken almıştır. Şah Tahmasb’ın Herat’ı fethinden
sonra babası 975/1568 senesinde Herat’a geçti.[36] Babasının
bu denli seyahat etmesinin sebebi, hükümdar Şah Tahmasub’a yakın olması, o
gittiği bölgelerin irşadı, Şia mezhebini yaymak amacı gütmüş olmasıdır. Bu
sırada şer’i hükümlerin icrası, dinî ilimleri öğretmek amacıyla sekiz sene
Herat’ta kalmıştır. Bu sırada şeyhülislamlık görevini de yürütüyordu. Ayrıca bu
göçlerin sebebi kesin olarak bilinmemekle beraber Şia kaynaklarında Osmanlı’nın
Şam ve Lübnan üzerindeki baskıları sebep gösterilerek bu bölgelerdeki Şii
ulemanın İran tarafına göçe zorlandığı belirtilmektedir. Yine aynı kaynaklarda
imâmiyye mezhebine mensub olan âlimler Osmanlı’nın Şam’a girmesinden ve hakim
olmasından önce Şam’dan İran tarafına göç ettikleri Halep’in kuzeyinden
güneyine bazı Dürzîler’in göç ettiğinden bahsetmiştir.[37] [38]
el-Âmilî
975/1567 yılına kadar babasıyla birlikte seyahat etti. Buradayken el-
Fevâidu ’s- Samediyye adlı eserini tamamladı. Bu arada yani 975-988 yılları
arasında Kazvin’de kaldı. Babası 988/1575 yılında Herat’ı bırakıp Şah Abbas’la
görüşmek için Kazvin’e geldi. Oğlu el-Âmilî ile beraber hacca gitmek için Şah
Abbas’tan izin aldı. Şah, babasına izin verdi. Fakat el-Âmilî’ye izin vermedi.
el-Âmilî’nin Herat’ta babasının yerine geçmesini emretti. Bu da el-Âmilî’nin
ilk resmî görevi oldu.28 Babası
984 /1576 yılında Bahreyn’de Rebîu’l-evvel ayının sekizinde vefat etti.
el-Âmilî
984/1576 yılında Kazvin’e döndü. Orada ilim ve tedrisat işleriyle uğraştı. Bu
döneme kadar el-Âmilî tek başına hareket etmemiş, babasının yanında yer
almıştır.
Kazvin’i
tam olarak ne zaman terk ettiğini bilmiyoruz. Fakat babasının ve Şah Tahmasb’ın
ölümünden dört yıl sonra 988/1580 yılında Tebriz’e geldi. Oradan 990/1582
yılında İsfahan’a geçti. Buradayken hacca gitmek istedi. Recep 991/1583 Haziran
ayında hacca gitti. 992/1584 yılında hacdan dönüşünde Mısır’a gitti. Mısır’dan
sonra Kudüs’e gitti. Beyt-i Makdis’ten sonra Dımeşk’e gitti. Dımeşk’te yaşayan
şiilerin merkezi olarak bilinen Harab bölgesine yerleşti. Burada Hafız Huseyn
el-Kerbelâî ile görüştü. Dımeşk’ten sonra Halep’e gitti. Orada Ömer el-Urdî ve
oğlu Ebu’l-Vefa gibi ulemanın önderlerinden bazılarıyla görüştü. el-Urdî onun
Halep’e gelişini “suretini değiştirip, derviş kılığında haccetmek isteğiyle,
Sultan Murat zamanında gizlice Halep’e geldi” diye anlatır ve bir yerde de Şah
Abbas’tan Sultan Murat ‘a bir mektup getirdiğini belirtir.[39]
el-Âmilî
Osmanlı Devletinin bazı bölgelerini ziyaret etti. İstanbul’a geldi. Sultan
Murat onu kabul etti. Sultan Murat Osmanlı Ulemasının en seçkinlerini çağırdı.
el- Âmilî Türkçeyi de biliyordu. Aralarında Şianın, ehli kitabın kestiğini
yemek haram olduğu görüşünü tartıştılar. Şah Abbas bizzat kendisi sorulara
cevap verdi. el-Âmilî’de Şah Abbas ‘a bu tartışmada destek verdi.[40]
992/1585
yılında tekrar İran’a döndü. İran’a dönüşünden bir buçuk yıl sonra yani 23
Sâfer 995/1587 yılında İsfahan’a geldi. 1001/1593 yılında Kazvin’e, 1002/1594
yılında tekrar İsfahan’a, 1003/1595 Irak’taki Meşhed el-Kazimî denilen bölgeye
geldi. İsfahan’daki resmî görevi 1006/1595 yılında sona erdi. Bu sırada
Meşhed’de Hablu’l Metîn kitabının birinci kısmını bitirdi. 1014/1606
yılının sonlarına doğru Tiflis’e geçti. 1015/1607 yılının Zîlkâde ayında Kum
şehrine geldi. Daha sonra Meşrîku ’ş Şemseyn kitabının tamamladı. Yine
bu senenin sonunda birçok talebesine icâzet verdi. Daha sonra ölümüne kadar
İran’ın çeşitli şehirlerinde hayatını sürdürdü. Ömrünün sonuna doğru İsfahan’da
yaşamaya başladı ve hayatını bu bölgede tamamladı. İsfahan’da 1622 yılında
vefat ettikten sonra cenazesi Tûs şehrine götürülüp orada defnedildi.
Görüldüğü
gibi el-Âmilî’nin ömrünün yaklaşık otuz yılını seyahatlerle geçirdiği
belirtilmiş; ancak kaynaklar, el-Âmilî’nin h. 991 yılındaki hac dönüşünden
sonraki dönemleri esas alarak bu rakamı vermişlerdir. Ancak gerek devlet
kademesindeki görevi gerekse kendisinin şahsi gayretleri, çeşitli bölgelerdeki
ulema ile tanışıp, ilim öğrenme ve öğrendiği ilmi yayma gibi düşüncelere sahip
olan idealist kişiliği, sûfî yaşantıyı hayat tarzı olarak kabul etmesi gibi
sebeplerden dolayı ömrünün hemen tamamını farklı bölgelerde geçirmiştir. Bu
sebepten seyahatlerini otuz yılla sınırlandırmanın doğru olmayacağı kanaatini
taşıyoruz.
VEFATI
el-Âmilî ’nin vefatı hakkında şöyle bir
rivayet vardır: el-Amilî vefatından kısa bir süre önce bütün büyük
kimselerin kabirlerini ziyaret etmek istedi. Bir gün bir toplulukla otururken
yanındakilere, ben bir ses duyuyorum. Siz de benim duyduğum şeyi duyuyor
musunuz? diye sordu. Etrafındakiler soruyu biraz garip karşılayarak hayır
cevabını verdiler ve ne duyduğunu sordular. Biraz tedirginleşti, şaşırdı,
anlaşılmaz bir şeyler konuştu. Sonra evine döndü ve kapısını kapattı. Çok
geçmeden vefat etti16
Talebelerinden Muhammed Takiyyu’l-Meclisî
hocasının vefatı hakkında şu bilgileri vermiştir: “Vefatından 6 ay önce Bâbâ
Rüknüddin’in kabrinden bir ses işitti. Ben yakınındaydım bize bakarak sesi
işittiniz mi? diye sordu. Biz hayır dedik. Ağlamaya başladı. Uzunca bir müddet
kendine gelemedi. Ölüme hazırlanmam için bana haber geldi, dedi ve yaklaşık 6
ay sonra vefat etti.”
Kaynaklar
el-Âmilî’nin İsfahan’da vefat ettiği konusunda muttefiktirler. Fakat vefat
tarihi hakkında farklı görüşler mevcuttur. Gittiği her yerde hocalarıyla
beraber olan iki talebesinden Meclîsî ve Seyyid Hüseyin el-Kerki de. H.1030’da
İsfahan’da ölüp, Meşhede nakledildiğini belirttiler.[41]
Ancak
Meclîsî hocasına bir ara yaşını sormuş, hocası 80 veya 79 cevabını vermiş ve
bundan iki yıl sonra vefat etmiştir. Şimdi biz h.953 senesinden 1030’a kadar ki
zamanda hesap ettiğimiz yaşının 77 olduğunu görüyoruz. Yani 80’den az bir
müddet dolayısıyla burada bir çelişki mevcut.[42]
Seyyid
Hüseyin Kerkî’de, 1030 yılının şevval ayında, Kâbeyi ziyaret ettikten sonra
vefat ettiğini ve Tûs civarındaki Meşhed’e nakledilip[43] imam
Rıza’nın kabrinin yanına defnedildiğini belirtir.[44] Hur
el-Âmilî ise bunlardan farklı olarak, “meşayıhtan, biz onun 1035 yılında vefat
ettiğini işittik” diyerek bu tarihi veren tek kişi olmuştur.[45] Bundan
başka 1031[46]
tarihini zikredenler de olmuş ancak en net görüşler 1030 tarihi olarak
görünmektedir. el-Âmilî’nin bu durumda 77 yaşında vefat ettiği anlaşılmaktadır.
İLMİ KİŞİLİĞİ
el-Âmilî küçüklüğünden itibaren ilimle iştiğal
etmiş, ilk olarak babasının ellerinde yetişmiş, zamanla çeşitli kültürlerin
kaynaklarından faydalanmış biridir. Daha sonraki dönemlerde İran’da bulunmuş,
orada da ilim ve marifette önder olmuş kıymetli hocaların yanında bulunmuş ve
kendisini iyi derecede yetiştirmiş olan el-Âmilî, Safevî devletinin yüksek
kademelerinde görev almış, devletin Arapça, Farsça ve Türkçe dillerinde
katipliğini yaptığı belirtilmiştir.[47]
Ana dili olan Farsça’nın dışında, Arapça’yı da çok iyi derecede
bildiği ve Arapça birçok eserinin olduğunu görüyoruz.
Devrindeki âlimler arasında farklı bir konuma
sahip olan el-Âmilî’nin geniş kültürü, talebelerinin ve eserlerinin çok olması
ve çok yerler görmesi onun bu övgüye layık olduğunu göstermektedir. Mesela
talebesi Meclisi el-Evvel hocası hakkında şöyle demiştir: “Kendisinden çokça
istifade ettiğimiz üstadımız ve şeyhimizdir. Bilakis o bir hoca olmaktan
ziyade, muazzam bir babadır. el-Âmilî, kadri yüce, şanı büyük, hafızası
kuvvetli, tek başına bir topluluğa bedel olan bir şahıstır. Onun gibi büyük bir
âlim görmedim” demektedir. Diğer bir öğrencisi Haydar el-Kerkî el-Âmilî de
şöyle der: “Çok iyi bir araştırıcı, iyi bir eğitimci olan el-Âmilî, zamanın
en faziletli âlimlerindendi.
Kendinden önce ve sonra hiçbir âlime nasip
olmayan ilimlere sahip, bazı ilimlerde tek ve otorite bir zattır. ”[48]
İbn-i
M‘asûm Silafetül-Asr adlı eserinde el-Âmilî’yi “kavmin önderi, İslam
âlimlerinin efendisi, ilim dalgalarının coştuğu büyük bir deniz, marifet
ehlinin ulusu, fersahlarla ölçülmesi mümkün olmayan büyük bir meydan, hızına
yetişmenin düşünülmesi bile mümkün olmayan bir şahsiyet...”[49] Sözleriyle övmüştür.
Başka bir müellifte “el-Âmilî övgüye en
layık olan bir kişidir. İlimde üstün payeye sahip olması ve orijinalitesiyle
dünyanın en uç noktalarına kadar eğitmiştir. Bu sebeple, ilimlerin en ince
ayrıntılarına kadar dalması, bütün yönleriyle bu ilimleri incelemesi, birçok
ilimde otorite olması sebebiyle, tek başına bir toplum oluşturur. Zannetmiyorum
ki zaman onun gibisini yetiştirmiştir”[50] Diyerek
el-Âmilî’nin büyük bir âlim olduğunu belirtmiştir.
Seyahatlerinden birinde
Mısır’a geldiği zaman Muhammed b. Ebil Hasenil- Kubra isminde bir âlimle
tanıştı. Bu zat çok aşırı hürmet ve tazim de bulunuyordu. Bir defasında
el-Âmilî bu zata “efendim ben fakir, derviş bir adamım bunu hak etmediğim halde
beni böyle nasıl tazim ediyorsun ?”deyince;
-“Ben senin faziletli bir insan olduğunu
biliyor. Ve senden fazilet kokusu alıyorum” dedi ve onu öven bir kaside söyledi.[51]
Kudüs’te karşılaştığı Rıza b. Ebi’l-Lutf el-Makdîsi:
“O, kendisinden ilim öğrenmek için gidilmesi gereken, ondan rivayet etmek için
yolculuk edilmesi gereken bir kişidir”[52]
demiştir.
Dımeşkte, Şafiî olan şeyh Hasan el-Bevrînî ile
karşılaşması ise şöyledir: Tüccarlardan birisi şehrin önde gelen kişilerini
davet ettiği bir ziyafet verdi. el-Bevrînî meclise girince, seyyah vaziyetinde
halkın önünde oturmuş, halk da son derece edep ve tazimle onu dinliyordu.
el-Bevrînî bu duruma şaşırdı. Kim olduğunu bilmediği için pek önemsemedi ve hiç
iltifat etmeden bir yere oturdu. Akşam namazını kıldılar. el-Âmilî başından
geçen bazı olayları anlatırken ağlamaya başladı. Konuşmasının devamında tefsirden
zor bir meseleye daldı. Halkın anlamadığını görünce biraz daha anlaşılır bir
ifadeyle anlatmaya başladı. Konunun detayına inmeye başlayınca el-Bevrînî’den
başkası onu anlamaz oldu. Konu biraz daha ilerleyince el-Bevrînî’de anlamaz
oldu. İşte bu sırada el-Bevrînî ayağa kalktı.
-Sen Bahaî el-Harisî’sin. Çünkü ben bu
derecede ben ondan başkasını tanımadım dedi ve birbirlerinin boyunlar ına
sarıldılar. Birbirlerine iltifat etmeye başladılar.[53]
Tüm bunlardan el-Âmilî’nin İran dışında da
tanınan saygı ve hürmet gösterilen bir âlim olduğunu anlıyoruz. Hiçbir mezhep
taassubu yapmadan ilim ve hikmeti nerde bulduysa almış, ilmi tecrübesi ve
kültürüyle kendini aşmış, başka milletlere ve toplumlara mal olmu ş bir
isimdir.
el-Âmilî daha küçük yaşlarda iken ilim
tahsiline başlamış olup ilk tahsilini babasının yanında yapmıştır. İlim tahsil
etmek için birçok beldeye gidip farklı kişilerden ders aldığı belirtilmektedir.
Bilinen meşhur hocaları şunlardır:
İlk hocası babasıdır. Babasından Arapça,
usul-u fıkıh, hadis ve tefsir ilimlerini öğrenmiştir. Babasından sözlü ve
yazılı icazet almıştır. Hadis rivayetinde de Şiaya ait hadisleri nakletmekte
olup babasından başka şeyhi yoktur. Çoğunlukla Erbaîn adlı kitabındaki
hadislerin isnadını babasına dayandırır. el-Âmilî babasından eserlerinde çoğu
zaman babam, üstadım ve şer’i ilimlerdeki dayanağım diye bahsetmektedir. Babası
icazetinde şu ifadeleri kullanmıştır: “Şehit es-Sânî’nin icazetiyle aldığım
aklî ve naklî ilimlerin hepsini en büyük oğlum benden yeterli derece okumuştur.
Ben de şehit es-Sânî’nin bana verdiği ilimlerin hepsinden rivayete sadık kalmak
şartıyla ve rivayet ve dirayet ehlinin nazarında sahih olan şartlara tâbi
olması şartıyla icazet veriyorum” demiştir.[54]
Abdullah
Şîhâbu’d-dîn el-Yezdî (981/1573) :
Molla Abdullah diye meşhur olan el-Yezdî
mantık ve felsefede ün yapmış âlimlerdendir. Yakın bir zamana kadar Necef ve
Kum şehirlerinde okutulan mantığa dair bir hâşiyesi vardır.[55] el-Âmilî bu
hocasından felsefe, meanî ve kelam ilimlerini okumuştur. Taftazânî’nin Tehzîbu’l-Mantık
adlı eserine Celaleddin ed-Devvânî’nin yazdığı şerhe dair bir hâşiyesi vardır.[56]
el-Hakîm
Imadu’d-dîn Mahmud (982/1574) :
Bu zat yaşadığı devirde, İran doktorlarının en
meşhurlarındandır. Şah Tahmasb’ın özel doktorlarından biridir. el-Âmilî bu
hocasından tıp ilmini öğrenmiştir. Er-Risâletu’l-Afyoniyye isminde
Farsça bir eseri vardır. Edebiyat ve şiire yatkın bir kişiliğe sahipti ve
coğrafya ilmine önem veriyordu. Acâibu’l-Mahlûkat, Garâibu’l- Mevcûdât,
Âsâru’l-Bilâd ve Ahbâru’l-îbâdisminde eserleri vardır.[57]
Aliyyu’l-Mezhebi’l-Müderrisî(?)
:
Aklî ve riyazî ilimlerdeki hocasıdır. Cebir
ilmini ondan öğrenmiştir.
Molla
Abdullah Molla Fâdıl el-Kâdî (?) :
Felsefe, kelam ve riyazî ilimlerdeki
hocasıdır.
el-Âmilî, Kazvin’e geldiğinde tanıştığı ilk
hocasıdır.[58]
Ahmet
el-Nehmenî el-Kehdemî el-Geylânî (?) :
Pir Ahmet olarak tanınan bu hocasından
riyaziyat, hikmet ve astronomi ilimlerini okumuştur.
Muhammed
b. Muhammed Ebî Latîfi’l -Makdisî eş-Şafi’î (?) :
Kendisiyle Kudüs’te tanıştığı ve hadis ilmini
tedris ettiği hocasıdır.
Bu hocasından Halep’deyken ders almıştır.
Mahmud
b. Ebi’l Haseni’l- Bekrî (?) 45:
Görüldüğü gibi el-Âmilî birçok hocadan ders
almıştır. Aynı dersleri farklı hocalardan okumuş
el-Âmilî’nin medresesinde o devirde ilim ve
marifette yüksek mertebelere ulaşan birçok talebe yetişmiştir. Bazı kaynaklarda
100 kadar talebesinden bahsedilmektedir. Bunlardan bazılarını aşağıya alıyoruz.
Sadru’ddîn eş-Şirazî(1050/1640) :
Molla Sadra olarak da bilinen bu talebesi
el-Âmilî’nin ilk talebelerindendir. Felsefe, nahiv ve mantık ilmini okumuştur.
Muhammed Altuncî, age.,
s. 16, 17; Abdullah Nîmet, age. , s. 451,452.
Hocasının vefatı sebebiyle tamamlayamadığı Câmiu’l-Abbasî
adlı eserini I. Şah Abbas’ın emriyle yirmi bâba tamamlayan talebesidir.
Zeynu’ddîn
Ali b. Hâtemi’l-Kıdemî el-Bahrânî
Bahreyn bölgesinde hadis
ilmini ilk neşreden kişidir. Bundan önce buraya ne bir eser ne de bir zat
gelmiştir.
el-Bahrânî, el-Âmilî’ye
talebe olmadan önce, Safeviler Bahreyn’i fethettikten sonra burada ilk cuma
namazını kıldıran kişidir.
el-Bahrânî İran’dan
döndüğü zaman hocası el-Âmilî gibi, hadis ilminin revaç bulmasını sağladı.
Hocası Muhammed Makabî de ders halkasında bulunmaya başladı.
Böylece dün talebesi olan insana bugün kendisi
talebe oldu diye kınandı. Buna binaen o da bunda ayıplanacak ve kınanacak bir
durum olmadığını, çünkü O (el- Bahrânî), “şeyhimiz Bahâuddîn den öğrendiği
hadis ilmi sebebiyle benden de başkalarından da üstün oldu diyerek” hadiste
otorite olduğunu kabul etmiştir.
Molla
Muhsin el- Feyzî’l- Kâşânî(1011-1091/ 1602-1680)
Feyz el Kaşâni diye
meşhur, Arif ve Hâkim olan Molla Muhsin Şah Murtaza’nın oğludur.
Fıkıhta el-Mefatîh ve
el-Vâfî adlı eserleri, tefsirde de es-Safi adlı bir eseri vardır.
Hikmet, tasavvuf, ahlâk ve âdab hakkında eserleri
mevcuttur. II. Şah Abbas ondan cuma namazını kıldırmasını istedi o da bunu
kabul etmedi. Kabul etmemesinin sebeplerini açıklayan uzunca bir risaleyle
cevap verdi.
İbrahim b. Fahreddîn el-Âmilî el-Bâzûrî
Zahîru’ddîn İbrahim Kîvâmi’d-dîn el-Hemdânî
Bedru’d-dîn Ahmed el-Âmilî el-Ensarî
Hulâsatu’l
Hisâb’n şârihlerindendir.
Sultan Huseyn b. el-Mevlâ Sultan Muhammed el-Esterâbâdî
1025 yılında
el-Âmilî’den icazet almıştır.
el-Fadılu’l-Cevâd el-Kâzımî olarak tanınır.
Aklî, nakli, felsefî ilimlerde ve bunlardan başka çoğu ilimlerde önder olan
el-Kâzımî, el-Âmilî’den İsfahanda ders almıştır. HocasınınHulâsatu’l-Hisab
ve Zübdetü’l- Usûl adlı eserine şerh yazmıştır.
H. 1091 yılında vefat etmiştir. Tanınmış
felsefecilerdendir.
Refîu’d-dîn
Muhammed b. Hayder’it-Tıbtıbâî el-Hüseynî en-Nâibî
Bu da meşhur felsefecilerdendir. H. 1082
yılında vefat etmiştir.
Muhammed
b. Aliyyi’t-Tebnînî el-Âmilî
Zeynu’d-dîn b. Muhammed b. Hasan b. Zeyni’l -Âmilî
Şemsu’d-dîn Ebu’l-Mealî Muhammed b. Ali b. Ahmed b. Muzafferu’d-din Ali[59]
Muhammed Takiyyul-Meclisî’l-Evvel (1003-1070/
1594-1659)
Bihâru’l-Envâr
adlı eserin yazarı olan Meclisî Sanî’nin babasıdır. Zühd, ibadet, takva ve
olgunlukta üstadı Şeyh Bahaî gibi olmaya çalışan onun yolundan giden birisidir.
Hayatı boyunca riyaziyat, kötülükle mücadele, ibadetler, müminlerin
ihtiyaçlarına koşmak ve halkın hidayeti için uğraşmıştır.
Hüseyin
b. Haydar el-Kerkî
[60]
el-Erbeûn: Kırk hadis şerhidir. Ehl-i beyt yoluyla
rivayet edilen hadislerden derlediği bu eseri yine kendisi şerhetmiştir ve h.
995 yılında yazmıştır. Taşbaskı olarak Tahran’da h. 1274’te ve h.1310’da
yayımlanmıştır. Kitap üzerine birçok hâşiye yazılmıştır. Bunlardan bazıları
şunlardır:
Hâşiyetu İsmail b. Muhammed Rıza b. Alâiddin Muhammed el-
Mâzenderânî el- Havâcî el-İsfahânî (h.1173)
Müellifin kardeşi olan eş-Şeyh Abdussamed b. el-Huseyn b.
Abdissamed el- Hârisî (h. 1020)
Hâşiyetu
es-Seyyid Abdullah b. Nuriddin b. el-Muhaddisi’l-Cezâirî (h.1173)
el-Hablu’l-Metîn
fî Ahkami’d-dîn: el-Âmilî sahih ve hasen hadisleri şerh ettiği ve çelişkili
hadisleri güzel bir yöntemle ele aldığı bir eserdir.[61] Kitabı dört
kısma ayırmıştır. Birinci kısım ibadetler hakkındadır. İkinci kısım akitler,
üçüncü kısım muamelât, dördüncü kısım ahkâm(hüküm ifade eden) hadisler
hakkındadır. 1319-1321 yıllarında Tahran’da basılmıştır. [62]
Kitabu’l-İsnâ Aşeriyyâti’l-Hams: Şia fıkhına dair
bir eserdir. Kitap taharet, namaz, zekat, hac, oruç konularından bahsetmiştir.
Musannif bu konuların her birisini tek tek ele almıştır. Isnâ Âşeriyye
ismiyle beş risale telif etmiştir.
el-Câmiu’l-Abbasî: Şah Abbas’a ithaf ettiği bu eser
Şia fıkhına dair Farsça bir eserdir. Yirmi babdan meydana gelen bu eserin
ibadetlere dair ilk beş kısmını yazdıktan sonra el-Âmilî vefat etmiş, daha
sonra talebesi Nizamuddin es-Savicî bu beş babı ekleyerek kitabı tamamlamıştır.[63] Kitabın
Tahran’da h.1230, 1243, 1312, 1325, 1327, 1329, 1331; Tebriz’de 1309, 1323,
1341, 1354; Bombay’da 1298, 1310, 1319, 1323; Leknev’de 1272, 1298, 1318
yıllarında çeşitli baskıları yapılmıştır.
Cevâbâtu’ş-Şah Abbas: Bu da onbeş konuyu içine alan
bir kitaptır.
Cevâbâtu’l-Mesaili’l-Cezâiriyye: Bu da yirmi konuyu
kapsayan, talebesi Şeyh Salih b. el-Haseni’l-Cezâirî’nin hocası el-Âmilî’ye
sorduğu meselelere verdiği cevapları toplayan bir kitaptır.
Hâşiyetu Şerh-i Muhtasari’l-Usûl
Hâşiyetun
alâ men lâ yahduruhu’l-Fakîh: Bu kitabın aslı İmamiyye Şiasının Usûl’u
Erbea sından biridir.
Risaletun fî Zebaihi Ehli’l-Kitab
Risaletun fi’l-Fıkh ve’s-Salât
Risaletun fi’l-Kasri bi’s-Salâti ve’t-Tahyîr Fi’s-Sefer
Kitabu’z-Zubdet’i fî Usuli’l-Fıkh: Usulû Fıkha dair
olan bu eseri musannif beş kısımda yazmıştır. Tahran’da h. 1309 Leknev’de de
1307 yılında basılmıştır.
er-Risâletu’l-İsnâ Aşeriyye: Hicri
1307 ve 1309 da Tahran’da basılmıştır. Bu risalenin birçok şerhi yapılmıştır.
Bunlardan en önemlileri:
Zeynu’l-Abidin Hasenu’l-Âmilî’nin el-Menasiku’l-Merviyye
adlı şerhidir.
H. 1121’de vefat eden el-Mîrâc adlı eseriyle meşhur
olan eş-Şeyh Süleyman b. Abdillahi’l-Mahvezî el-Bahrânî’nin şerhidir.
H.1325’de vefat eden allame Şeyh Abdul-Huseyn b.
Kasımi’l-Hıllî el- Necefî’nin şerhidir.
Abdullah es-Simâhîcî’nin manzum şerhidir.
Ali b. Ahmed b. Musâ’l-Âmilî en-Nebatî’nin şerhidir.
Nuruddîn Ali b. Ebî’l-Hasen Ali b. Huseyn el-Mûsevî
el-Cubbaî el- Âmilî (h.1068)’nin el-Envâru’l-Behiyye adlı şerhidir.
Husamu’d-dîn
b. Cemaliddîn b. Tarîhi’n-Necefî’nin şerhidir.
Şerhu Risâleti’n fî’s-Savm: Bu kitap Isnâ
Aşeriyye adlı kitabın beşinci kısmının şerhidir.
Kitabu Meşrîkı’ş-Şemseyn ve İksîri’s-Seadeteyn: Bu
kitapta ahkâm âyetlerinin tefsirlerinin ve bunlara açıklayan sahih ve hasen
hadisleri beyan ederek telif etmiştir. Kitabı h. 17 Zilhicce 1015’te Kum
şehrinde yazmıştır.
Havâşin ale’l-Kavâidi’ş-Şehidiyye
Hâşiyetun alâ Kitabi Muhtelefi’ş-Şîati fî
Ahkami’ş-Şeria
Makâletun fî İmtinâî’z-Zevceti an Mutlakı’l-İstimâ’
Makaletun fî Secedâti’l Kur’âni ve Ahkamihâ ve Âdâbihâ
Makaletun fî mâ lâ Tetimmu bihî’s-Salâtu mine’l-Harîr
Makâletun fî Vechi’t-Teğallubi fî kavlihî Subhânehû ve
Teâlâ “ma kunnâ fî eshâbi’s-seîr”
Risâletun fî Necaseti Zebâihi’l-Kuffari ve Sanâîhim
el-Fevzu ve’l-Emânu fî Medhi Sahibi’z-Zemân
Hâşiyetun alâ Tefsîri’l-Beydavî
Kitabu Halli’l-Hurûfi’l-Kur’aniyye
el-Urvetu’ l-Vuskâ: 1319 yılında Tahran’da basılmıştır.
Fen ve
Matematik İlimleriyle İlgili Eserleri:
Hulâsatu’l-Hısâb: Kitap h. 1268, 1269, 1275,
1276,1279, 1281, 1283, 1286, 1291,1301, 1311, 1319 yıllarında Tahran’da; h.
1293 Tebriz’de; m. 1812 ve 1829 yıllarında Kalkuta’da; h. 1285’te Keşmir’de;
h.1268 ve 1311’de İstanbul’da; m.1823’de Almanca tercümesiyle beraber
Berlin’de; m. 1299’da Mısır’da basılmıştır. Ulemâ el- Âmilî’nin bu kitabına çok
rağbet göstermiş, birçok şerh yazmışlardır. Bu kitap onbirinci asırda şark
medreselerinde çok rağbet görmüştür. Günümüzde hala bazı şii üniversitelerde
okutulmaktadır.[64]
Osmanlı’da ise çeşitli şerhler yapılmıştır. Bunlardan ilki Ramazan
Efendi’nin yazdığı Arapça şerhtir. Bu şerh Sultan Muhammed Han b. Sultan
İbrahim Han zamanında vezir-i azâm Köprülü Ahmet Paşa’nın (1076/1665) Eyyâm’ı
Sadâret’inde telif edilmiştir. İkinci olarak ulemadan Maraşlı Abdurrahim b. Ebî
Bekir Efendi tarafından yapılan bir şerh vardır. Üçüncü olarak Diyarbakırlı
Ömer b. Ahmed eş-Şehir isminde bir zat tarafından yazılmış bir şerh daha
vardır. Fakat bu şerh diğerleri gibi meşhur değildir.[65]
Diğer şerhlerden en
önemlileri:
el-Mirza
Kıvâmu’d-dîn Muhammed b. Mehdî el-Huseyni el-Kazvînî (h.1150)
el-Mirza Ali Rızâ er-Rizaî et-Tebrîzî
es-Seyyid Muhammed Emîn el-Kûmî
Molla Muhammed Takiyyu’l-Herevî’nin Tevdîhu’l-Hısâb
Mirza Muhammed Aliyyu’l-Muderrisî el-Çâherdî er-Rüşdî
Sadruddîn Muhammed b. Mecdid-dîn b. İsmail b. el-Emîr’in
şerhidir.
Bu eserin Süleymaniye Kütüphanesi’nde 37 yazma
nushası bulunmaktadır. Eserin, çoğu basılmış 40 kadar şerhi vardır. Bunlardan
h. 1076’da Ramazan Efendi tarafından yapılan Arapça şerhi Türk talebeler
arasında Risâle-i Bahaiyye adıyla meşhur olmuştur.[66]
el-Usturlâb: Bu kelime Yunanca olup güneşin
yörüngesi anlamına gelmektedir. Ayrıca usturlab lafzı Farsça ustura ve yab
kelimelerinden mürekkeb olduğu söylenmiştir. Ustâre yıldız ve yab kelimesi ise
bulucu manasındadır. Arapça ve Farsça olarak iki dilde de yazılmıştır.
Teşrîhu’l-Eflâk:
Özet şekilde yazılmış olan bu kitap hâşiyesi ile birlikte Hindistan’da
defalarca basılmıştır. İran ve Irak kütüphanelerinde birçok nüshası mevcuttur.
Birçoğunu talebelerinin yaptığı onbeş tane şerhi mevcuttur. Mukaddime beş fasıl
ve bir hatimeden oluşmaktadır. [67]
Risâletun fî Tahkîki Ciheti’l-Kıble
Risâletun fî İnne Envâra Sâiri’l-Kevâkibi Tustefâdu
mine’ş-Şems
Risâle-i Durri Halli Eşkâlî Utarit ve Kamer: Farsça
olarak yazılmış bir eserdir.
Risâletun fî Nisbeti A’zami’l-Cibâli ilâ Katri’l-Ard
Şerhu Hakkı’l- Mübîn
es-Sahîfetu’l-Usturlâbiyye: Bu kitap küçük hacimli
ve nazmı vecîz bir kitaptır.
Cebru’l-Hisap:
Kitabı tamamlayamadan vefat etti. Burada mühendislik terminolojisi
ile ilgili bazı temel yasaları açıklamıştır.[68]
Edeb ve
Hikmetle İlgili Eserleri
Esrâru’l-Belâğa:
h. 1317 Mısır’da basılmıştır.[69]
Bu kitap nesir şeklinde yazılmış, belâgat, fesâhat ve îcâzın
tarifini verir. Arkasından ilk olarak Kur’an’ı Kerim’in belâgat, fesâhat ve
îcâzından örnekler vererek ve devamında edebiyatçıların, belâgatçıların ve
hukemânın sözleriyle şahitlendirir. Kitabını çeşitli kısımlara ayırmıştır. Bu
kısımların en önemlileri şunlardır.
Hakîmlerin belâgat ı ve
belâgatın hikmeti
Hakîmlerin sözleri ve hikmetin
çeşitleri
Hazır cevaplar ve güldürücü
fıkralar
Konuları şiirlerle örneklendirmek
İki önemli belâgatçının hutbesini konu almıştır.
Nân-u Penîr: Manası ekmek ve peynir olan bu eser h.
1328 İsfahan’da ve h. 1347 Mısır’da basılmıştır.
Kitabu Nan-u Helva: Ekmek ve helva manasındadır. H.
1303 Tahran’da, h. 1268, 1282 İstanbul’da basılmıştır.
Şir-u Şeker: Süt ve şeker manasındadır.
Nan
ve Hurma: Ekmek ve hurma manasındadır.
Arap
Dili ve Edebiyatıyla İlgili Eserleri
el-Keşkûl: Seçme
sözler ve yazılar mahiyetinde olan bu eser onun Doğu ülkelerinde en çok tanınan
kitabıdır. Eser, el-Mihlâtın bir nevi devamı ve tamamlayıcısı
mahiyetinde olup birçok defa basılmış ve tercümeleri yapılmıştır. Tahran’da h.
1266, 1291, 1297, 1321, 1337; Kum’da h. 1337, 1339; Bulak’da 1288, 1339;
Kahire’de 1302, 1305, 1318 yıllarında basılmıştır. Ayrıca Tâhir Ahmad ez-Zâvî
(Kahire 1961, I-II) ve Hasan Temîm (Beyrut 1983, I-II) tarafından da
yayımlanmıştır. Farsça tercümeleri içinde Ayetullahî’nin notlarla yaptığı
tercümeyi (Tahran h. 1375) özellikle zikretmek gerekir.[70]
el-Mihlât: Esraru’l-Belâğa adlı eseriyle
birlikte Mısır’da h. 1317 tarihinde basılmıştır.[71] Bu kitabı ikinci
bölümde detaylı bir şekilde anlatacağımız için burada sadece ismini vermekle
yetiniyoruz.
Tezhîbu’l-Beyân: Nahiv ve i’rab hakkında özet bir
kitaptır.
el-Fevaidu’s-Samediyye fî İlmi’l-Arabiyye: Nahiv ve
i’rab hakkında bir kitaptır. Bu kitaba da birçok şerh yazılmıştır. Bunlardan
bazıları;
el-Ferâidu’ş-Şemsiyye fi Şerhi’l-Fevâidi’s-Samediyye
el-Ferâidu’l-Ascediyye fi Şerhi Fevâidi’s-Samediyye
el-Hakâiku’n-Nediyye fi Şerhi Fevâidi’s-Samediyye:
Seyyid Sadreddin Ali Han b. Nizâmiddîn Ahmed el-Huseynî ed-Dıştekî eş-Şîrazi
(1052/1118)
Şerhu’s-Samediyye: Şeyh Cevvâd b. Muharrem Ali b.
Kelb Kasım et- Tarimî
Şerhu’s-Samediyye: Farsça bir eserdir. Müellifi
bilinmemektedir.
Şerhu’s-Samediyye: Seyyid Huseyn b. es-Seyyid Ali
b. es-Seyyid Ebî Talibi’ l-Huseynî el-Hemedanî
es-Seyyid Bahâuddîn Muhammed b. Muhammed Bâkır el-Huseynî
el- Muhtarî en-Nâinî’nin iki tane şerhi vardır.
Şerhu’s-Samediyye: Molla Muhammed Mu’min b. Şah
Murtezâ el- Kâşânî
Şerhu’s-Samediyye: Molla Muhammed Mu’min b. el-Hâc
Muhammed Kâsımi’ l-Cezâirî eş-Şîrâzî
k) Şerhu’s-Samediyye:
Mirza Muhammed b. Süleyman (h. 1302)
Mektûbu’ş-Şeyh el-Bahaî: Müellifin Seyyid Mirza
İbrahim el- Hemedanî’ye yazdığı mektupları toplayan bir kitaptır.
Risâletu’n
fi’l-Vucûdi’z-Zihnî: İstanbul Beşir Ağa Kütüphanesi’nde bir nüshası
mevcuttur.
Dini
Konularla İlgili Diğer Eserleri
el-Hakîkatu’l-Ahlâkiyye: Bu kitap Duâ’u
Makârimi’l-Ahlâk kitabının şerhidir.
Miftâhu’l-Felâh:
Kitap günlük yapılan zikir ve dualardan oluşur. H. 1015 senesinde Sâfer
ayında Tiflis’te yazmıştır. Eser 1317 Tahran’da 1323 Mısır’da ve 1303 Bombay’da
basılmıştır.[72]
el-Âmilî, zamanındaki
şâirlerden üstün bir şâir değildir. Ama o hep yeni sözleri tercih etmiştir.
el-Âmilî 10. asrın sonunda 11. asrın başlarında ortaya çıkan hem âlim hem de
şâir olan şâirlerden biridir. Medh, gazel, mersiye, tasvir ve taşlama gibi
şiirin bütün çeşitlerinde şiirler nazmetmiştir. Dini şiirleri (nasihat, vaaz,
Nebi (s.a.v) ve ehlinin övülmesi gibi) konulardaki şiirleri diğer alanlardaki
şiirlerden daha çoktur ve daha güzeldir. el-Âmilî, 60, 70 ve 100 beyite ulaşan
uzun kasideler nazmetmiştir. Bu da onun yetenekli bir şâir olduğuna işaret
etmektedir.
el-Âmilî iki dilde de (Arapça ve Farsça)
şiirler yazan her iki dili de güzel kullanan bir şâirdir. Eleştirmenlerden
bazıları Farsça şiirlerinin daha güzel olduğunu belirtmişlerdir.[73] el-Âmilî
şiirlerini bir kitapta toplamamıştır. Yani bir şiir divanı yoktur. Şiirlerinden
bir çoğu kitaplarında yer alır. Bir kısmı da asrında yaşayan veya ondan sonraki
dönemde yaşayan âlimlerin edebiyat ve teracim kitaplarında mevcuttur.
Şiirlerin birçoğu
kaybolmuş, bu da âlim şâirlerin musibetidir. Müderrisler böylelerin ilmine önem
vermişler; ancak şiirlerini toplamaya hiç önem vermemişler.[74]
Şiirlerini konularına göre sınıflandırırsak,
şu başlıklar altında inceleyebiliriz:
Dini şiirleri, nitelik ve nicelik, şekil ve
mana olarak diğer alanlardaki şiirlerinden tamamen farklıdır. Bu da çok doğal
bir neticedir çünkü el-Âmilî şâir olmadan önce fakîh bir kişidir. Dini
şiirleri, uzun beytler, güçlü tabirlerle doludur. Şiirleri, bu konuda otorite
sahibi olan kişilerin şiirlerine yakın bir uslup taşımaktadır. En faydalı
manalar ı seçer ve en güzel bir kalıba sokardı. Kendini işine tamamen adamış
bir kişidir.[75]
el-Âmilî’nin dini şiirlerini nebevi medh ve
ehli beyti medh olmak üzere iki kısma ayırmak mümkündür.
1)Nebevî medh:
Nebevî medh İslam’ın başlangıcından beri Arap şiiriyle iç içe olan bir şiir çe
şididir. el-Âmilî kalbinin ve ruhunun derinliklerinden gelen birçok şeyi
şiirlerine aktarmış, şefaati, bağışlanmayı ve günah ateşinin sönmesini
isteyerek şiirler yazmıştır.
Nebevi medh, tasavvufun
etkisiyle meydana gelen, dini duygu ve hislerin derinleştiği, dünya namına
hiçbir illet, ğaraz, bedel olmaksızın Allah Teâlâ’nın onun rasulünün ve ardınca
gidenlerin sevgi ve muhabbetlerinin kalbe yerleşmesiyle kabiliyetler ölçüsünde
meydana gelen bir şiir çeşididir.
Yine bu şiir çeşidi, o
dönemde Osmanlı devletinde de çok yaygındır.
el-Âmilî genelde dini
şiirleri özelde ise nebevi medhi tercih etmiştir. Taklidi kaside şeklini
muhafaza ederek mukaddes yerleri ziyaret, tevessül şefaat, zelil olmak, şevk
duymak gibi konularda şiirleri vardır. Mesela Hac ziyaretiyle alâkalı olarak
Arap bölgelerinin, mukaddes bölgeleri ve bu beldelere karşı olan duygularını
zaman zaman dile getirmiştir.
Necd hakkında şunları
söylemiştir.
أَیُّھَا السَّائرُ المُلِحُّ إذ ماَ جِئْتَ
نَجْداً فَعُجْ بِوَادِي الخُزَامِ
وَتَجَاوَزْ عَنْ ذِي المََجَازِ وَعَرِّجْ عَادِلاً عَنْ یَمِینِ ذاَكَ
المََْقاَمِ
Israrla yoluna devam eden kimse! Necd’e
geldiğin zaman Huzam vadisinde dur. Ve Zu’l-Mecâz’dan geç, bu makamın sağından
dönerek yüksel.
O, Peygamber sevgisinden başka faydalı bir
ilim olamayacağını şu beyitleriyle dile getirmiştir.
أَیُّھاَ الْقَوْمُ
الَّذِي فِي الْمَدْرَسَةَ مَا حَصَّلْتُمُوهُ وَسْوَسَةْ
فِكْرُكُمْ إِنْ كَانَ فِي غَیْرِالحَبِیبْ
مَا لَكُمْ فيِ النَّشْأَةِ اْلاُخْرَى نَصِیبْ
Ey medresedeki insanlar! Tahsil ettiğiniz her şey vesvesedir. Fikriniz,
zikriniz Allahtan başkasında ise, ahirette nasibiniz yoktur.
Ehl-i
Beyti Medh: el-Âmilî Şia bölgesinde doğmuş, büyümüş, Şii olan
âlimlerden ders almış, Şia geleneğine ait olan kitaplarla yetişmiş bir kişiliğe
sahip olması sebebiyle, ehli beyt sevgisini, onların çektikleri sıkıntıları
dile getiren birçok kasidesi vardır. el- Âmilî’nin beklenen İmam Mehdi Muntazar
hakkında söylediği uzun kasideleri bulunmaktadır. Vesiletü’l-Fevz ve’l-Eman
fîMedh-i Sahibi’z-Zaman adlı kasidesini bu konuda nazmetmiştir.
Ehli beyt hakkında söylediği şu sözleri
örnek gösterebiliriz.
وَثِقْتُ
بِعَفْوِاللهِ عَنِّي فِي غَدٍ وَإِنْ كُنْتُ أَدْرِي أَنَّنِي الْمُذْنِب
الْعَاصِي
وَ أَخْلَصْتُ حُبِّي فِي
النَّبيِّ وَ آلِه كَفَى فِي خَلاَصِي یَوْمَ
حَشْرِي إِخْلاَصِي
Ben kendimin günahkâr olduğumu bilsem de, yarın Allahu Tealanın beni
affedeceğinden eminim.
Çünkü ben Nebi (salla'llâhü
aleyhi ve sellem.) ve ailesini gerçekten sevdim. Haşr gününde benim kurtulmam
için ihlâsım yeter.
ھَذَا اْلأُفْقُ الْمُبِینُ قَدْ لاَحَ لَدَیْكَ فَاسْجُدْ مُتَذَلِّلاً وعَفِّرْ خَدَّیْكَ
ذَا
طُورِ سِینِینَ فَاغْضُضِ الطَّرْفَ بِه ھَذَا حُرُمُ الْعِزَّةُ فَاخْلَعْ نَعْلَیْكَ
Bu sana görünen apaçık
bir ufuktur. Mütevazı bir şekilde secde et ve yüzün nurlansın.
İşte bu da Tur’u Sinadır. Burası şanı yüce bir yerdir. Ona
yüksekten bakma ayakkabılarını çıkar.
el-Âmilî’nin medih şiirleri genellikle Peygamberimiz (s.a.v.)
ve ehlini medh ettiği şiirlerden oluşmaktadır. el-Âmilî’nin Peygamber ve
ehlinden başkasını övdüğü çok nadirdir. Bazı şiirlerinde babasını methetmiştir,
babasına yazdığı methiyelerden başka ulemadan makamı yüksek, çok sevdiği kişiler
hakkında methiyeler yazmıştır. Bunlardan birisi de eş-Şeyh Muhammed el- Hurr
hakkında yazdığı şu medhiyyesidir.
مُحَمَّدٌ الْحُرُّ ذَاكَ الَّذِي
حَوَى كُلَّ فَضْلٍ بِأَصْلٍ أَصِیلْ
وَمَدْحِي وَإِنْ قَلَّ فِي لَفْظِه
وَلَكِنَّه لَیْسَ مَعْنًى قَلِیلْ
Muhammed el-Hurr asaletiyle faziletleri kendinde taşıyor.
Benim övgüm lafzan az olsa da manası az
değildir.
el-Âmilî, nesirde güzel bir vaizdir. Nesir
şeklindeki vaazları kitaplarının çeşitli yerlerinde görmek mümkündür. Ancak
vaazlarını bazen şiir şeklinde takdim etmek istemiş, en küçüğü iki beyit, en
çoğu bir kaç beyitten oluşan kıta şeklinde şiirler irad etmiştir.
یاَ رَبِّي إِنِّي مُذْ نِبٌ خَاطِئٌ مُقَصِّرٌ فِي
صَالِحَاتِ الْقَرَبْ
وَ لَیْسَ لِي مِنْ عَمَلٍ صَالِحٍ أَرْجُوهُ فِي
الْحَشْرِ لِدَفْعِ الْكَرَبْ
غَیْرَ اِعِتقَادِي حُبَّ خَیْرِ الْوَرَى وَآلِه
وَالْمَرْءُ مَعَ مَنْ أَحَبْ
Ya Rabbi! Ben gerçekten hayırlı amellerde
gevşek davranan, hatası çok, günahkâr bir kulum. İnsanların en hayırlısı (Hz.
Muhammed salla'llâhü aleyhi ve sellem) ve onun ailesini sevmek gerektiği
yönündeki inancımdan başka haşir gününde sıkıntıları giderecek salih amelim
yok. Ancak itikadım, o günde kişinin sevdiğiyle beraber olmasıdır.
إِنَّ ھَذَا الْمَوْتَ یَكْرَھُه كُلُّ مَنْ یَمْشِي عَلَى الْغَبْرَا
وَبِعَیْنِ الْعَقْلِ لَوْ نَظَرُوا
لَرَأَوْهُ الرَّاحَةَ الْكُبْرَى
Yeryüzünde
yaşayan herkesin ikrah ettiği ölüm! Eğer (insanlar) akıllıca düşünselerdi, onun
büyük bir rahatlık olduğunu görürlerdi.
قَدْ
صَرَّفْناَ الْعُمْرَ فِي قِیلٍ وَقَالْ یَا نَدِیمِي قُمْ فَقَدْ ضَاقَ
الْمَجَالْ
وَاسْقِنِي
تِلْكَ الْمُدَامَ السَّلْسَبِیلْ إِنَّھَا تُھْدِي إِلَى خَیْرِ السَّبیِلْ
Ömrümüzü falan şöyle dedi filan şöyle dedi diyerek dedikodu ile geçirdik.
Dostum kalk
beklemeye zaman kalmadı. Bana cennet pınarından bir şarap sun. Gerçekte bu
duygu insanı doğru yola ulaştırır.
“ EL-MİHLAT KİTABI”ndan Alıntılar
Mihlat
kelimesi lûgatta, “içerisine taze ot konulan torba, kese” manasına gelir. Daha
sonra bu kelime, “içerisine yem konulup hayvanın boynuna asılıp hayvanın,
içinden yem yediği torba” manasında kullanılmaya başlandı. Ancak çoğunlukla
mihlat kelimesi teşbih cinsinden “dilencinin, hayır sahiplerinin verdikleri
şeyleri koyduğu torba” manasında kullanılmıştır.
Dilenci
insanların verdiği yiyecek, içecek ya da yardımları, oradan buradan topladığı
şeyleri torbasına koyar. Bu topladığı şeyler ya da torbanın içine atılan şeyler
herhangi bir tertip ve düzeni olmadan üst üste birikir. Aynı şekilde müellifimiz
el-Âmilî aklına gelen vaazları, hikmetli sözleri, istisnâ olayları ve
hikayeleri, rivayetleri alarak, eşyanın birbiri üzerine birikip kar ıştığı gibi
karışık bir şekilde belirli bir konu sıralaması olmadan el-Mihlât’ı telif etti.
Kitap bu yüzden tembel okuyucuya zor ve uzun gelebilir. Belli bir konu arayan
kimse de aradığını bulamayabilir. Ancak dilencinin torbasıyla el- Mihlât kitabı
arasında çok önemli bir fark var. Dilenci torbasına ne bulduysa koyar. el-
Âmilî ise kitabına koyduğu şeyleri seçerek koymuştur.
Ahlâkî ve Hikemî Özdeyişler
el-Mihlât
güzel söz ve şiirleri toplayan bir antoloji kitabıdır. Her birisi uzun
tecrübeler sonucu elde edilen birikimin üzerine söylenmiş sözleri el-Âmilî
toplamış ve bu sözlerin de kendi ifadesiyle, en seçkin olanlarını kitabına
almıştır. Örnek olarak seçtiğimiz sözlerden bazıları şunlardır:
Filozoflardan
birisi şöyle dedi: “İnsanların en mazlumu kendisine saygı göstermeyene tavâzû ile
karşılık verendir. Kendinden kaçana yaklaşmaya çalışandır.”[76]
Bir
kişiyi olmayan özellikleri ile övme. Çünkü o kendini senden iyi bilir. Olmayan
sıfatları söylemen seni alçaltır.[77]
Hukemâdan
birisi: “Adaletsiz yönetici, yağmursuz bulut gibidir. Takvâsız âlim çorak arazi
gibidir. Tevbesiz kişi meyvesiz ağaç gibi, vermeyen zengin kilitsiz anahtar
gibi, hayâsız kadın tuzsuz yemek gibidir” dedi.[78]
Şu
dört şey seni asla gaflete düşürmesin: Hükümdarın ikramı, düşmanın gülmesi,
kadının yaltaklanması, kışın sıcağı.[79]
Düşmanın
sana güveninceye kadar (eman vermek) kâmil olamazsın. Peki, arkadaşın bile sana
güvenmediği zaman halin ne olur?
Hata yapanın hatasını
yüzüne vurma, hatasını senden öğrenir ve sana düşman olur. Kim sırrını gizlerse
gayesine ulaşır. Sırrını gizlemen başarmana sebeptir. Başkasının sırrını da
gizlemen gerekir. Başkasının sırrını gizle.
Güzel Ahlâk, sahibini
tehlikeden korur.
Kötü Ahlâk, sahibini
tehlikeye sokar.
Hilm, ahmak ve cahilin
düşmanıdır.
Hilm, düşmanın tuzağına
karşı bir kalkandır, hasetçilerin hasedinden bir koruyucudur.[80]
Fudayl b. İyaz Rahmetullahi Aleyh: Kur’an-ı Kerim’den bir
âyet okuyup onunla amel etmek. Amel etmediğim halde bin defa hatmetmekten daha
çok mutlu eder.
Bir mü’mini sevindirmek
ve bir ihtiyacını gidermek, ömür boyu ibadet etmekten daha sevimlidirir.
Dünyayı ve dünyalıkları
terk etmek, gökteki ve yerdekilerin ibadetlerinden daha sevimlidir.
Bir hırsızın veya ahmağın
bir haramı terk etmesi, helâl bir maldan 200 defa haccetmekten daha sevimlidir.[81]
Var
olandan verilen sadaka, cömertliğin en son sınırıdır. Az olan, olmayan değerli
şeylerden hayırlıdır. Cepteki az, olmayan yoktan hayırlıdır. Olan, “olsaydı”
dan daha iyidir.Elindeki serçe, havadaki turnadan daha hayırlıdır. Küçük de
olsa bir şeylerle uğraşmak durmaktan daha iyidir.[82]
Felsefecilerin Hikmetli Sözleri
Müelifin ahlâk anlayışına ışık tutacak
yaklaşımları ve örneklemeleri gözlemlenmektedir. Ahlâk felsefesi zaman zaman
fazilet rezilet, nefsin arzu ve istekleri, şekâvet ve saadet gibi terimleri
açıklarken ahlak konusunda eser vermiş filozoflara atıfta bulunması, ahlâk
felsefesine bakış yönünü ortaya koymaktadır.
—İnciyi denizden, alt ını madeninden, yolu
fareden, hikmeti de hakîmden öğren, dedi.[83]
Aristotales:
Hikmet yüceliğe bir merdivendir. Hikmetin olmaması, rabbinden uzaklaşmak
demektir.[84]
Eflâtun
derste not alan bir öğrencisini görünce not aldığı kâğıtları yakmasını emretti
ve “önemli gördüğün şeyi ezberle, kafana değil de sayfaya yazman, seni ilmi
öğrenmekten geri bırakır. Sahibiyle beraber hamama girmeyen ilim, ilim değildir”
dedi.[85]
Pisagor:
“Dostlar! Yabandaki ölümle vatandaki ölüm arasında hiçbir fark yoktur. Bütün
yönlerden ahiret’e giden yol birdir”.[86]
Eflâtun:
“Seni hafife alan kimseyi ziyaret etme, seni yalanlayan kimseye bir şey
anlatma, seni dinlemeyen kimseye öğüt verme”.[87]
Devlet ricalinden birisi Sokrat’ın yanına geldi. Geldiği
zaman Sokrat uyuyordu. Ayağıyla dürterek kalk dedi. Sokrat onun bu tutumuna
karşı aldırış etmeksizin kalktı. Bu şahıs sen beni tanıyor musun? Deyince
Sokrat: hayır ama sende hayvan tabiatı görüyorum onlar da ayaklarıyla dürterler
cevabını verince, adam sinirlenerek, bu ne cüret! Sen benim bir kölem olduğun
halde bunu bana nasıl söylersin dedi.
Sokrat: Bilakis sen benim
kölemin kölesisin.
Adam: Bu ne demek?
Sokrat: “Seni egon esir almış, ben de egomu
esir aldım” cevabını verdi.[88]
Galen:
Söz aklın, fiil aslın tercümanıdır. Söylediğin şeyi bil, yaptığın şeyi idrak
et. [89]
Kutsal Kitaplarda Geçen Sözler
Âlimler
dört esası dört kitaptan seçmişlerdir: Tevrat’tan: “kanaat eden aç kalmaz”.
Zebur’dan: “diline sahip olan rahat eder”. Incil’den: “kendini günahlardan
soyutlayan kurtulur”. Kuran’dan: “kim Allah’ın kudretine güvenirse hidayete erer”.[90]
Talk b. Hubeyb Incil’de şöyle bir söz geçtiğini söyledi.
“Ey İnsan! Gazaplandığın zaman beni hatırla ki ben de gazaplandığım zaman seni
hatırlayayım. Zulme uğradığın zaman sabret. Sana, senden daha hayırlı bir
yardımcı vardır”.
Zû’n-nûn: Tevrat’ta şöyle yazılıdır:
“Kendisi gibi aciz birine güvenen lanet edilmiştir”.[91]
Kelam İlmi Konularıyla İlgili Örnekler
Müellifimiz
kelamî, konulara fazla yer vermemiş, zaman zaman ansiklopedik nitelikte
bilgiler verirken kelamî bazı konulara da değinmiş, bu konuları
detaylandırmadan konunun tarifini ve bir örneğini vermekle yetinmiştir. Mesela
Nebi ile rasul arasındaki farkı şöyle tarif eder. Rasul: Kendisine kitap
verilendir. Musa (a s) gibi. Nebi ise kitap gönderilmeyip Allah’tan haber
getiren kimsedir. Yûşa (a s) gibi. Bunun Keşşafta da böyle açıklandığını
belirtmiş akabinde peygamberimizin “Ümmetimin âlimleri İsrail oğulları ’nın
nebileri gibidir” sözünü aktarmıştır.[92]
Diğer bir örnekte de mucize ile keramet
arasındaki farkı şu şekilde açıklar: nebiler mucizelerini göstermek
mecburiyetindedir velî ise kerametini gizlemesi gerekir. Nebi mucize
gösterdiğini iddia eder ve hükmünü bununla kuvvetlendirir. Velî kerametinin
olduğunu iddia edemez ve bir aldatma olabileceğinden dolayı hükmünü bununla
kuvvetlendiremez.[93]
Abdullah b. Abbas’a (r a) cesetten ayrıldığı zaman ruhlar
nereye gider diye soruldu. Abdullah b. Abbas’ta “yağ bitince kandilin ışığı
nereye gider ?” diyerek cevap verdi.[94]
Kanaatimizce böyle bir örnek meseleyi zihne yaklaştırmak için
verilmiştir. Aksi takdirde buna göre ölüm tamamen yok olmaktan ibarettir.
Hâlbuki ruhların asla ölmediği ve tayin edilen mekânlarına sevkedildiği, ölümün
asla bir yok olu ş olmadığı bilakis sonsuzluğa açılan bir kapı olduğu şeklinde
olan İtikadımıza ters düşmektedir.
Kitapta
mezheplerin anlayışına dair bazı bilgilere de rastlamaktayız. Müellifin bu
konudaki uslubu insan mantığının hemen kavraması için çok az ve öz bir şekilde
meseleyi anlatmasıdır. Mesela “Hamdûn’a
melametiyye fırkasının ne olduğu sorulunca Kaderiyyenin korku anlayışıyla
mürcie’nin ümit anlayışı arasındaki yolda görülen seraptır cevabını verdi”[95] diye aktarılan örnekte de
olduğu gibi uzun uzadıya melametiyye’den bahsetmemiş nükteli bir yaklaşımla
meseleyi kısaca açıklamıştır.
Mezheplerle alakalı başka bir konuda, İbnu’l-Cevzî’nin
ittifakla rivayet ettiği şöyle bir rivayetini aktarmaktadır: Bağdat’ta Ehl-i
sünnetle şia arasında Ebû Bekir ile Ali (r.a) hakkında hangisinin daha
faziletli olduğu tartışması vuku buldu. Oradakilerin hepsi Ebû’l-Ferec’in
hakemliğine razı oldular. İçlerinden bir kişi belirleyip bu konuyu sordurdular.
Ebu’l- Ferec vaaz kürsüsünde iken, belirlenen bu şahıs hangisinin daha
faziletli olduğunu sordu.
“Kimin kızı kimin hükmü
altındaysa o daha faziletlidir” cevabını vererek münakaşayı artırmamak için
kürsüden indi. Buna binaen,
Ehl-i sünnet’ten olanlar:
Ebû Bekir’dir; çünkü kızı Ayşe nebi (s.a.v) in hanımıydı.
Şia’dan olanlar ise:
Ali’dir; çünkü Peygamberin kızı Fatıma onun hanımıydı.
el-Âmilî, bu nakli
yaptıktan sonra, Bu çok anlamlı bir cevaptır. Üzerinde kafa yorulacak olursa son
derece güzel bir nükte olduğu anlaşılır, yorumunu getirmiştir. [96]
Bunlardan başka kadîm,
hâdis, mevcut(varlık), muhal gibi kelamın konusuna dâhil olan bazı terimlerde
çok kısa açıklamalar da bulunmuştur.[97]
Tarihe Dair Örnekler
el-Âmilî tarihi meselelerde çoğu yerde kaynak
belirtmeksizin tarihi bilgiler vermektedir. Kaynak verdiği yerlerde de hikâyeci
tarih usulünü benimsemiş menkıbe şeklinde hikâyeler aktarmıştır. Örneklerle
açıklayacak olursak;
Ebu Bekr Sıddık(r.a.)’ ın hilafeti iki yıl, üç ay, dokuz
gündür ve atmış üç yaşındayken vefat etmiştir.
Ömer b.Hattap(r.a.)’ın
hilafeti on yıl, altı ay, dört gündür ve elli beş yaşındayken vefat etmiştir.
Osman b.Affan(r.a.)’ın
hilafeti iki senedir. h.35 de zilhicce ayında öldürüldü. Atmış dokuz yıl, yedi
aylık bir ömrü vardı .
Ali b.Ebî Tâlip(r.a.)’ın
hilafeti dört yıl, üç aydır.
Hasan b.Ali b.Ebî Tâlip(r.a.)’ın hilafeti üç
aydır. Emevî devleti: Muaviye otuz beş yıl emirlik, on dokuz yıl halifelik
yapmıştır.[98]
Âdem(a.s.) bin yıl yaşadı. Havva validemiz kırk tane doğum
yaptı. Her doğumda bir kız bir erkek olmak üzere ikiz doğum gerçekleştirdi. Doğanların
ilki Kabil onun ikizi de “iklime” idi. Âdem(a.s.) kırk bin tane torununu görüp
vefat etti. Bunların hepsinin nesli kesildi.
Sadece Nuh(a.s.)’ın
evlatları kaldı. Onlarda; Sam, Ham ve Yafes’tir.
Sâm Arapların, Hâm zencilerin, Yafes Türk ve
Rumlar ın atasıdır. Ye’cuc ve Me’cuc Türklerin amcaoğullarıdır.[99]
Allahu Tealanın ilk yarattığı şey kalemdir. Yeryüzüne
dikilen ilk dağ Ebû Kubeys dağıdır. İlk yapılan mescit Mescid-i Haram, ilk yazı
yazan İdris, ilk sünnet olan ve ilk ziyafet veren İbrahim, ilk hamama giren
Süleyman, ilk kiremit(tuğla) yapan Hâman, erkeklerden ilk Müslüman olan Ebû
Bekr, çocuklardan Ali, kölelerden Zeyd, kadınlardan Hatice, Ensardan Câbir b.
Abdillah b.Rabab, ilk ezan okuyan Bilâl, İslam da ilk kılıç çeken Zübeyr,
Kur’an-ı ilk toplayan Ebu Bekr, insanlardan ilk çekilip alınan şey huşu,
dininizden ilk kaybolan şey emanettir. Kıyametin ilk alameti güneşin bat ıdan
doğmasıdır. Kendisinden dünya sevgisi tamamıyla kaldırılan ilk kişi Peygamberimiz,
cennetin kapısını ilk çalan ve ilk şefaat edecek olan yine Peygamberimizdir.
İlk giydirilen kimse İbrahim, kulun hesaba çekileceği ilk şey namazdır. Cennete
ilk giren ümmet bizim nebimizin ümmeti olacakt ır.[100]
Nebilerden sadece beş tanesi Araplardandır; bunlar: Hûd,
Salih, Şuayb, İsmail ve Muhammed’dir.
Sadece beş tanesi de
İbranî; bunlarda Âdem, Şit, İdris, Nuh ve İbrahim(a.s.)dir.
Diğer Nebiler Acem’dir
diye rivayet edildi.[101]Buradan şu
tesbiti yapabiliriz: el- Âmilî bazen hurafelere dikkatsizce inanıyor ve
onaylıyor. Çünkü İbrahim (a.s.)Arapların ve Yahudilerin babası iken kendisi
nasıl Yahudi olabilir. Âdem (a.s.)ın milleti olabilir mi?
Bazen el-Mihlât’ta
inanılması güç, akla mantığa sığmayan hurafelerle dolu kıssalar gelmiştir. Bu
da bin bir gece masallarındaki kıssalara benzer: “Ahmed b. Tûlûn’un saltanatı
zamanında yıldız kayacağı söylendi. Ahmed b. Tûlûn bunu takip etti. Sonra
gökbilimci ve âlimleri yanına çağırdı ve onlara bu konudaki fikirlerini sordu.
Ancak hiçbiri cevap veremedi. Derken bir heyet büyük piramite girdiler.
Odalardan birinde rengi ve şekli acayip cam bir kâse buldular. Onu odadan
çıkarınca heyetten biri kayboldu. Onu aradılar. O da sonra onlara gülerek
çırılçıplak çıkageldi. Anladılar ki arkadaşlarını cinler aldatmıştı.[102] Garipliklerden
biri de “Pakistan’ın kalabalık yerlerinde gözleri omuzlarında, ağızları
göğüslerinde, balık yiyen insanlar vardır. Onlardan biri bir insan gördüğü
zaman kaçar. Yanlarında kuzu doğuran çocukları vardır. O kuzular üremedikleri
halde 2-3 ay yaşarlar.”[103] Diğer bir kıssada “Veba
hastalığı yüzünden Ebu Bekir’in bir defada 40 çocuğu, Enes bin Malik’in de 83
çocuğu ölmüştür.”[104]
Zaman zaman kelimelerin manaları
üzerinde durarak varsa aralarındaki farkları belirterek sarf bilgilerine yer
verir Ehad ile Vâhid arasındaki fark: قُلْ
ھُوَ اللَّھُ أَحَدٌ âyetinde ehad lafzını zikretti
vahid demedi. Çünkü ehad, kendisiyle beraber başka bir şeye itibar edilmeyen
zattır (Birlerin içerine girmeyen bir). Vâhid lafzı ise bir olmakla vasıflanan
zattır (Birlerin içine dâhil olan bir). Ehadde sadece zatının itibarı vardır.
Vâhidde ise vahdet sıfatıyla bir zat vardır. Ehad fert olmaya, soyutlanmaya ve
tenzihe vâhid lafzından daha çok delâlet edicidir. Umulur ki buradaki sır budur.[105]
Müellifin
kitaptaki genel uslubuna uygun olarak bu konuda da Nükteli yaklaşımları vardır
Ebû Said anlatıyor: Bana Ebû Dâvut el-Mesihî
İsmin ne? dedi. Ben,
Sa’d dedim.
Kimin oğlu? dedi.
İbn Mis’ade dedim.
Babası kim? dedi. Ben
Ebû Said. dedim. Bana,
Senin işin, bir zaman
karşılaşan şu iki kişinin işine döndü. Birisi,
İsmin ne? dedi. O, Feyyaz
dedi. Diğeri,
Kimin oğlu? dedi.
İbn Fırat, dedi.
O kimin oğlu dedi.
Ebû Bahr dedi. Adam,
—Seninle
kayıksız karşılaşmamamız gerekir. Aksi takdirde boğuluruz [106]dedi.
Kökünde mutluluk ifade eden kelimelerin bir
ailenin künyesi olması, başka bir ailenin kökünde coşku fırtına ve deniz olan
künyesini akla getirmesi, soruyu soran kişiye denizin, fırtınanın ve dalgaların
olduğu yerde kayıksız karşılaşılmaması gerektiği esprisini yaptırmıştır.
**
Dilencilerden birisi nahivcilerden birinin kapısına geldi.
Kapıyı çaldı.
Nahivci,
Kim o? deyince, dilenci,
İsteyici, dedi. Nahivci,
_ ینصرف çeksin gitsin dedi.
Dilenci:
İsmim Ahmet dedi. Nahivci çocuğuna:
اعط سیبویھ
كسرة (oğlum Sîbeveyh, şuna
biraz kırıntı ver)[107] [108]
Buradaki nükteyi nahiv bilen birisinin,
kapısına gelen dilenciye ینصرف çeksin gitsin! Demesini dilenci işine geldiği gibi anlayıp
ismim Ahmet diyerek isminin gayrı munsarif olduğunu munsarif olamıyacağını
belirtmekle gitmemekte ısrarlı olduğunu söylemiştir. Tabiî ki bu durumda
nahivci altta kalır mı? Oğluna dönüp oğlum Sîbeveyh, sen de kesra var. Şu kesra
alamıyan kesra yoksununa biraz kırıntı ver demiş-şeklinde anlıyoruz.
**
Fabl Örnekleri
el-Âmilî bazen üzerinde düşünülüp ders
alınması için bazende eğlendirmek için fıkralar nakletmektedir. Şu kadar var ki
kendisi bunlar üzerinde hiçbir yorum yapmamış değerlendirmeyi tamamen okuyucuya
bırakmıştır.
Tilki,
tavşanın üzerine bir zıplamada yakaladı.
Tavşan :
Sen
bunu kudretinden dolayı yapmadın, bilakis benim zayıflığımdan dolayı yakaladın.
Köpek,
kasap dükkânın önünde durdu ve ısrarla havlamaya başladı.
Kasap:
Eğer gitmezsen başına şu işkembeyi geçiririm.” dedi.
Köpek gitmeyip beklemeye
devam etti. Kasap bir şeylerle uğraşıyordu. Köpek aldırış etmeyen kasaba:
Başıma bir şey vurmayacak mısın? yoksa
gideceğim.” dedi.
**
İki tilki beraberce avlanan iki avcı gördü. Gece yarısı
olunca biri diğerine
Bir daha ne zaman karşılaşırız.”
dedi. Diğeri de:
Üç gün sonra kürkçü dükkânında.” dedi.
**
Kurt bir kemik yuttu. Ancak kemik boğazına takıldı. Turna
geldi. Kurt turnaya:
Bu kemiği çıkarırsan sana ücretini veririm.” dedi. Turna
başını kurdun ağzına soktu. Kemiği çıkardı. Kemiği çıkardıktan sonra ücretini
istedi. Kurt da ona:
Sen
başını ağzıma soktun ve sağ salim çıkardın bir de benden ücret istiyorsun ha!”
dedi.[109]
Bir gün aslan, kurt ve tilki
avlanmak için yola çıktılar. Bunlar bir eşek bir ceylan bir de tavşan
avladılar. Aslan kurda:
Eşek efendimizin, ceylan benim, tavşan da tilkinin olsun.”
dedi. Aslan kurda tokadı bir indirdi. Kurt yuvarlandı gitti. Aslan bu defa
tilkiye:
Paylaştır bakalım.” dedi. Tilki:
Eşek efendimizin sabah yemeği, ceylan akşam yemeği, tavşan
da kurtla benim olsun.” dedi.
Aslan:
Bu adaleti nerden öğrendin.” dedi. Tilki:
-Kurta uygulanan adaletten.” dedi.[110]
**
Horozla köpek yolda arkadaş olurlar. Yollarına devam
ederken akşam olur. Bir ağaca yönelirler. Âdeti üzerine horoz ağaca çıkar,
köpekte ağacın dibinde yatar. Seher vakti gelince horoz, kanatlarını birkaç
defa çırptıktan sonra ötmeye başlar. Bunu duyan tilki hızlıca oraya yaklaşır.
Ağacın üzerinde horozu görünce kafasını kaldırıp ona: İn aşağıya da cemaat olup
namazımızı kılalım deyince horoz: Tamam ama ben imamı beklemek istiyorum, diye
cevap verir.
Tilki, peki imam
nerde?
Horoz: Ağacın arkasına
bak, orada uyuyor.
Tilki bir göz gezdirdi
ne görsün aslan gibi bir köpek!
Bunu gören tilki
kaçmaya başladı.
Horoz ona hadi gelsene
hani cemaat olacaktık deyince,
Tilki: Benim abdestim bozuldu. Abdestimizi
yenileyelim sonra hazır oluruz diyerek kaçmaya başladı.[111]
Diğer Konular
Kitabın birçok yerinde dua ve virdlerle
alâkalı bilgiler verilmiştir. Bununla beraber yirmi üç ve yirmi dördüncü cevle
(kısmının) tamamına yakını bu konularla ilgili bilgilere ayrılmıştır. Kısaca
özetlemek gerekirse;
Bazı peygamberlerin, Ashaptan ve bazı tasavvuf
ehlinin yapmış olduğu dualardan sabah akşam veya çeşitli zaman ve mekânlarda
okunabilecek dualardan, çeşitli ihtiyaçlara, isteklere, zorluklara karşı
okunabilecek dua ve tılsımları zikretmiştir. Şimdi bunlara birkaç örnek
verelim.
Âyetlerin fazileti ile
alakalı:
Nebi (s.a.v.) : 10 şey 10
şeyi defeder:
Fatiha suresi, kabir
azabını
Yasin suresi, kıyamet
susuzluğunu
Duhan suresi, kıyamet
korkusu ve zorluğunu
Vakıa suresi, fakirliği
Mülk suresi, kabir azabını
Kevser suresi,
düşmanların düşmanlığını
Kâfirûn suresi, kargaşa
ve gaflet anında küfrü
İhlâs suresi, nifak,
kutuplaşmayı
Felâk suresi, kıskanç
kimselerin kıskançlığını
Nas suresi, vesveseleri men eder.(Keşşaftan
nakledilmiştir.)[112]
Sabah ve akşam şu dua
vird edinilmelidir diye aşağıdaki duayı nakletmiştir.
اللَّھُمَّ أَنْتَ رَبِّي لاَ إلَه إِلاَّ أَنْتَ عَلَیْك تَوَكَّلْت
وَأَنْتَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِیمِ ، مَا شَاءَ اللَّه كَانَ
وَمَا لَمْ یَشَأْ لَمْ یَكُنْ ، وَلاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إِلاَّ
بِاَللَّه الْعَلِيِّ الْعَظِیمِ ، أَعْلَمُ أَنَّ اللَّه عَلَى كُلِّ
شَيْءٍ قَدِیرٌ وَأَنَّ اللَّه أَحَاطَ بِكُلِّ شَيْءٍ عِلْمًا اللَّھُمَّ
إنِّي أَعُوذُ بِك مِنْ شَرِّ نَفْسِي وَمِنْ شَرِّ
كُلِّ دَابَّةٍ أَنْتَ آخِذٌ بِنَاصِیَتِھَا إنَّ رَبِّي عَلَى صِرَاطٍ
مُسْتَقِیمٍ بِسْمِ اللَّه الَّذِي لاَ یَضُرُّ مَعَ
اسْمِه شَيْءٌ فِي الأَرْضِ وَلا فِي السَّمَاءِ وَھُوَ السَّمِیعُ الْعَلِیمُ
. بِسْمِ اللَّه الرَّحْمَنِ الرَّحِیمِ. 3 kere
حم تَنْزِیلُ الْكِتَابِ مِنَ اللَّھِ الْعَزِیزِ الْعَلِیمِ غَافِرِ الذَّنْبِ
. وَقَابِلِ التَّوْبِ شَدِیدِ
الْعِقَابِ ذِي الطَّوْلِ لاَ إِلَه إِلاَّ ھُوَ إِلَیْه الْمَصِیرُ
Bazı yerlerde tecrübe edilmiştir ve faidesi
görülmüştür şeklinde naklettiği dualar vardır. Örnek olarak; Muhammed b.
C‘afer’in tercümesinde: gözleri zayıf gören birisi vardı. Rüyasında ona şöyle
denildi:
أَعِیذُ نُورَ بَصَرِى بِنُورِ
اللِه الَّذِى لاَ یَطْفَأ
de. Ve gözlerini sağ elinle meshet. İkinci defa
âyet el-Kürsî ile birlikte aynı şeyi yap, görmen düzelecektir. Adam yaptı ve
tecrübe ile sabit gözleri düzeldi.[113]
Bundan başka duaların tılsımı ve yapılışını aktarmıştır. Mesela “ Kim
bir sultanın yanına girerse yahut da şerrinden korkarsa كھیعص ve حمعسق okusun. Sağ elinin başparmağıyla
başlayıp sol elinin başparmağıyla bitirerek her harfte bir parmağını kapatsın.
Bütün parmaklarını kapatınca içinden Fil Suresini okusun. ترمیھم sözüne gelince onu on kere
tekrarlasın. Her defasında bir parmağını açsın. Bunu yaptığı zaman onun
şerrinden emin olur. Bu da tecrübe edilmiş garip bir iştir.”
Sultan veya zalimden korkmaktan
dolayı yapılan tecrübe edilmiş işlerden biri de “beş çakıl taşı veya çekirdek alıp
birincisinde ك, ikincisinde ه, üçüncüsünde ي, dördüncüsünde ع, beşincisinde ص okursun. Sonra ilkini sağına atıp قولھ dersin. İkincisini soluna atıp الحق dersin. Üçüncüsünü arkana
atıp ولھ dersin. Dördüncüsünü önüne atıp الملك dersin. Sonra beşincisini
başının üstünde tutup ك ه ي ع ص ح م ع س ق Ey filan oğlu filan İsm-i
Âzam hakkı için bana karşı dilini tut dersin.”
el-Âmilî kitapta faideli
bilgilere de yer vermekte ve faydalı olduğunu düşündüğü bazı cümlelerin başına
bu bir faydalı bilgidir manasında faide diyerek giriş yapmaktadır. Bunlara
örnek verecek olursak: ekmek, bal ve şekerle beraber nane yenirse balgamı ve
üşütmeye dayalı hastalıkları keser.[114]
Şeklinde bazıları
hastalık tedavisi ile ilgili ve büyük bir çoğunluğu ise akılalmaz batıl
inançlarla doludur. Mesela tilkinin iç yağı alınıp ateşte eritilip ağır işiten
birinin kulağına damlatılırsa Allahın izniyle kulağı işitmeye başlar.[115] Başka bir örnek verecek
olursak azgın bir denizin köpüğü bir kadına yedirilirse o kadın yedi yıl
boyunca hamile kalamaz. [116]
Bu şekilde örneklere bolca rastlamaktayız.
Bunlardan başka, Kurbağa veya büyük baykuşun
kalbi alınıp uyuyan kişinin kalbi üzerine konulduğu zaman ondan, istenilen
bütün sırlar öğrenilir. Yahut bunlar tuzlanıp kurutulup nohut kadarı şerbet,
süt veya bıldırcın yumurtasıyla karıştırılıp birine içirildiği zaman o kişiye
istenilen her türlü garip iş yaptırılır. Yarasanın kafası insanın boynuna
asıldığı ya da yastığına konulduğu zaman, boynuna asılı ya da yastığında
kaldığı müddetçe o kişi olduğu yerden asla kalkamaz.136 Örneklerinde
olduğu gibi batıl inançlarda yer almaktadır.
Yazarın üslubunda her şeyi hayra
yormak ve bir vesileye tutunmak vardır. Bu metodu seçen kimsenin de en basit
işlerini bile hadis ve buna tayin edilen hükümlere sevketmek, Peygamber’in,
Hulefâ-i Râşidîn’in söz ve fiillerine yahut ulemanın telif ve tayin ettikleri
hükümlere nisbet etmesi gerekir. Bunun misali Ömer İbnü-l Hattab Radıyallahu
Anh’a nisbet edilen sözdür: “Şüpheli bir şeyden kazanç elde etmek
dilenmekten daha hayırlıdır.”[117]
SONUÇ
el-Âmilî, 953/1546 yılında Lübnan’ın Cebel-u
Âmil bölgesinde doğmuş, küçük yaşlardayken ailesiyle birlikte İran’a göç
etmiştir. Babası Hüseyin b. Abdissamed, aynı zamanda ilk hocasıdır. Babasından,
Arapça, usul-u fıkıh, hadis ve tefsir ilimlerini öğrenmiş ve on sekiz
yaşındayken icazet almıştır. Babasından başka, devrin ileri gelen âlimleriyle
tanışıp bir çok hocadan ders almıştır. Safevîler zamanında devletin önemli dini
kurumlarında görev yapmış, İlim öğrenmek ve öğretmek gayesiyle ömrünün hemen
tamamını seyahatlerle geçirmiş olan el-Âmilî, bu uğurda yüzden fazla talebe
yetiştirmiş, aklî ve naklî ilimlerde doksan civarında eserin altına imza
atmıştır. Yazdığı eserler İran’da, Irak’ta ve Osmanlı devletinde asırlarca
okutulmuş, ana dili Arapça olduğu halde Farsça yazdığı manzum eserleri, kendi
türünde başarılı sayılan eserlerin arasına girmiştir.
Hem dini ilimlerde hem de pozitif ilimlerde
iyi bir âlim olan el-Âmilî dini- sosyal kültürü oldukça geniş bir kişidir. Bu
durum, el-Mihlat adlı eserine bakılınca çok rahat görülür. Çünkü el-Mihlat adlı
eser ve daha sonra yazdığı el-Keşkül adlı eser yaşama dair her şeyin bulunabileceği
kendisininde belirttiği gibi bir başucu kitabı olma özelliğine sahiptirler.
el-Mihlatı gençlik yıllarında, el-Keşkül’ü ise daha sonraki yıllarda telif
etmiş ve bu iki kitapta müellifin hayatı boyunca okuduğu eserlerde karşılaştığı
güzel ve ilginç parçaların düzensiz bir biçimde bir araya toplanmasıyla meydana
gelmiştir. Bakıldığı zaman Arap edebiyatında bu tür eserlerin en iyi
örneklerinden olan bu eserler müellifin geniş kültürünü, ince zevkini
gösterdiği gibi telif edildiği çağın edebiyat ve kültür seviyesine de ışık
tutmaktadır.
[16] İslam Ansiklopedisi, İslam Alemi,
Tarih Coğrafya, Etnografya ve Bibliyografya Lugati, M.E. B, İstanbul 1988, X,
53-58.
[17] Muhammed el-Muhibbî, Hulâsatu’l-Esîr,
İstanbul, III, 440; el-Humî’l-Amilî, Emelu’l-Âmil, Mektebetu’l-Endelüs,
Bağdat, s. 155; Abdullah Nîmet, Felâsifetü’ş-şîa, Dâru’l-Fikr, Lübnan,
s. 398; Hayrettin ez-Zirikli, el-A ’lâm, Dâru’l-’İlm, Beyrut, 1984, VII,
334; İbn M’asum, Silâfetu’l-Asr fî Mehasini’ş’-Şuarâi bi Külli Mısr,
el-Mektebetü’l-Murtedaviyye li İhyâi’t-Turâs, Tahran, t.s. , s. 289.
[18] Muhammed Bâkır b. Zeyne’l-Âbidîn b. Cafer
el-Mûsevî el-Hûnsârî, Ravdâtü ’l-Cennat fî Ahvâli’l- Ulemave's-Sâdâî,
TEsedullah Ismailiyyan), TahKffl, 1392,,N,٦5; Delâl Abbas, Bahâu'd-dînel-Âmilî Edîben
ve Fakîhen ve Alimen, DarulHıvar, 1995, s. 79.
[19] Delâl Abbas, age.,
s. 80
[20] Muhsin el-Emin, ‘Ayânu’ş-Şia, (Tahk.
Hasan el-Emin), Dâru’t-Taaruf, Beyrut, 1983, IV, 301; Muhammed Bâkır b.
ZeynelAbidîn b. Cafer el- Mûsevî el-Hûnsârî, age., V, 75.
[21] el-Muhibbî, age. , III,
455, Bazıları (ki onlardan biri de) Ziriklîdir. Nisbesini Hemezânî olarak
belirtmişlerdir. Ancak bu bir hatadır. Çünkü Hemezan Iran beldelerdendir. Delâl
Abbas, age., s. 81. Muhramuned AAVrncî-, Bahâu'd-dîn el-El-Âmilî
Bahâ^u'd-C^în el-El-Âmilî Edîben Şaiı^en Alimen, Dımeşk, s>. 11
[22] Delâl Abbas, age.,
81; Muhammed elMuhibbi, age., III, 455.
[23] Salih Zeki,
Asar-ı Bakiye , Matbaa-i Amire, İstanbul, 1329, II, 292; Kays Ali Kays, el-Îraniyyûn
ve’l- Edebu’l-Arabî, Muessesetu’l-buhus ve’t-tahkikati’s-sikafıyye,
t.s.;s.397; el-Hurru’l-Amili, age., I, 155; Muhammed elMuhibbi, age.,
III, 440, Abdullah Nîmet ,age., s. 398, ez- Ziriklî, a.g.e., VII,
334
[24] Kadri Hafız Tûkan,
Tuasu’l-Arabi’l-'ılmî, Dâru’ş-Şuruk, Beyrut 1963.
[25] Şemsettin Sâmi, Kâmûsu’l-A‘lâm,
Mihran Matbası, İstanbul, 1308, II, 1411.
[26] Salih Zeki, age., II, 292,
[27] Muhsin el-Emin, age., VI, 63.
[28] Delâl
Abbas, age, s. 97.
[29]Bahauddîn el-Âmilî, el-Keşkûl, thk. et-Tâhir Ahmed ez-Zâvî,
Dâru İhyâi’l Kûlûbî’l-Arabîyye, t.s.,mukaddime bölümü.
[30] el-Muhibbî, age., III,
447
[31] Ömer Okumuş, “el-Âmilî” , DİA,
III,60.
[32] Muhammed
Bâkır b. Zeyne’l-Âbidîn b. Cafer el- Mûsevî el-Hûnsârî, Ravdâtü ’l-Cennat fî
Ahvâli’l- Ulema ve’s-Sâdât, IVUS., TE edllahîsmailyya Tahraa,1392, VII, ٦1-٦2.
[33]Ebu’l-Abbas
Şihabu’d-dîn Ahmed b. Muhammed b. Ömer el-Hafâcî, Rayhânetu’l-Elibbâ ve
Zehrati’l- Hayatu’d-Dünya, (Thk. Abdulfettah Muhammed Hulvî), Kahire, 1967,
I, 208
[34] el-Hûnsârî,
age., V, 81.
[35] Delâl Abbas, age.,
s.104, 105.
[36] Delâl Abbas, age., s. 107.
[37] Muhammed Altuncî, age., s. 82.
28
ez- Ziriklî, age. , VII, 884.
Burada
ilk görevi olan Şeyhülislamlık görevinde bulundu. Şeyhülislamlık görevi Osmanlı
Devletinde en büyük dini kurumdur. Safevi devletinde ise en yüksek dini kurum
molla başıdır. Şeyhülislamın şer’i işleri yürütülmesi emri bi’l- maruf
ve’n-nehyi an’il-müüker görevini ve talak, nikâh ve yetim mallarım korumak gibi
görevleri vardır. Molla Başı ise Şah’ın yanında durur, zulmü kaldırmak,
Müslümanlar arasında güvenliği tesis etmek, fakirlerin ihtiyaçları ile
ilgilenmek gibi görevleri vardır. Delâl Abbas, , age. s. 182.
[39] Muhammed Altuncî, age.,
s. 35.
[40] Muhammed
Altuncî, age., s. 36.
[41] el-Hûnsârî, age., VII,
78.
[42] Delal Abbas, age., s.
161.
[43] Ömer Rıza, el-Kehhâle,Mu’cemu’l-Muellifin,
Dâru İhyâi’t-Turâsi’l-‘Arabî, Beyrut, 1958.
[44] el-Hûnsârî, age.,
VII,59; Muhammed Altuncî age., s. 15.
[45] el-Hurru’l-Amüî, age., I, 158.
[46] el-Muhibbî, age., III, 453; Delal Abbas
age., s. 162,163.
[47] Delal Abbas, age., s. 216.
[48] el-Hûnsârî, age, I,
56.
[49] İbn M‘asûm, age., s.
289.
[50] el-Muhibbî, age, III, 440.
[51] el-Muhibbî, age., III, 441.
[52] el-Muhibbî, age., III,
442.
[53] el-Muhibbî,
age., III, 443.
[54] Delâl Abbas, age., s.
217
[55] el-Muhibbî, age., III,
441; Abdullah Nîmet, age., s. 451.
[56] Delâl Abbas, age., s. 221.
[57] Muhsin el-Emin, Ayânu’ş-Şia, X, 111.
[58] Delâl Abbas, age., s.
221,222.
[59] Kays Ali Kays, age., s. 408.
[60] Muhammed Altuncî age., s. 17, 18.
[61] Muhammed et-Tûncî, age.,
s. 46.
[62] Kays Ali Kays, age.,s.
406, 407.
[63] Muhammed et-Tûncî, age.,
s.45
[64] Abdullah Nîmet, age. ,
s. 457.
[65] Salih Zeki, age.,
II, 293.
[66] Ömer Okumuş, agm, İA, .I,
405.
[67] Abdullah Nîmet, age.,
s. 457.
[68] Abdullah Nîmet, age.,
s. 459.
[69] Yusuf İlyan Serkîs, Mu’cem,
Daru’s-Sadr, Beyrut, 1928, s. 1264.
[70] Hüseyin Elmalı , “el-Keşkûl” DİA,
XXV, 324.
[71] Corci Zeydan, TarihuÂdabi
Lugati ’l-Arabiyye, Beyrut, 1983, III, 353.
[72] Eserleri hakkında geniş bilgi
için bkz. Kays Ali Kays, el-Îraniyyûn ve’l-Edebu’l-Arabî, s. 403, 425.
[73] el-Hafâcî,Rayhânetu’l-Elibbâ,
I, 208.
[74] Muhammed Altuncî, age.,
s. 84, 85.
[75] Delal Abbas, age., s.
363.
[76] el-Âmilî, age., s.
122.
[77] el-Âmilî, age., s.
158.
[78] el-Âmilî, age., s.
166.
[79] el-Âmilî, age., s.
338.
[80] el-Âmilî, age., s.
335.
[81] el-Âmilî, age., s. 400.
[82] el-Âmilî, age., s. 456.
[83] el-Âmilî, age., s.
20.
[84] el-Âmilî, age., s.
88.
[85] el-Âmilî, age., s. 334.
[86] el-Âmilî, age., s.
163.
[87] el-Âmilî, age., s.
338.
[88] el-Âmilî, age., s.
178.
[89] el-Âmilî, age., s.
595.
[90] el-Âmilî, age., s.
179.
[91] el-Âmilî, age., s.
77.
[92] el-Âmilî, age., s.
431.
[93] el-Âmilî, age., s.
435
[94] el-Âmilî, age., s.
130.
[95] el-Âmilî, age.,
s.399.
[96] el-Âmilî, age., s.531.
[97] el-Âmilî, age., s.421.
[98] el-Âmilî, age., s. 50-51.
[99] el-Âmilî, age., s. 352.
[100] el-Âmilî, age., s.
612.
[101] el-Âmilî, age., s.
74-75.
[102] el-Âmilî, age., s.
543.
[103] el-Âmilî, age., s. 536.
[104] el-Âmilî, age., s.
53.
[105] el-Âmilî, age., s. 35.
[106] el-Âmilî, age., s. 523
[107] el-Âmilî, age., s.
543.
[108] el-Âmilî, age., s.
567.
[109] el-Âmilî,
age, s. 350.
[110] el-Âmilî, age, s. 534
[111] el-Âmilî, age., s.558
[112] el-Âmilî, age., s.71.
[113] el-Âmilî, age.,
s.149.
[114] el-Âmilî, age.,
s.593.
[115] el-Âmilî, age.,
s.603.
[116] el-Âmilî, age., s.597.
[117] el-Âmilî, age., s.
67.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar