Meryem’in Esrarı
LUCE LRİGARAY:1932 Belçika, Blaton doğumlu Fransız feminist
psikanalist ve kültür kurcasıdır. Felsefe, psikanaliz ve dilbilim alanlarında
yaptığı karşılaştırmalı araştırmalarıyla tanınan düşünür, Leuven Katolik Üniversitesi’nde
okuduktan sonra, Brüksel'de bir lisede öğretmen olarak çalışmaya
başladı.1960'ların başında Fransa'ya yerleşti. Aynı yıllarda Jacques Lacan'ın
psikoanalitik seminerlerine katıldı. Lacan tarafından kurulan EFP'ye (Ecole
freudienne de Paris - Paris Freud Okulu) üye olan Irigaray, 1968 yılında
dilbilim alanında doktora yaptı. 1974 yılında ünlü doktora çalışması Speculum.
De l’autre/emme' i (Speculum. Diğer Kadından) tamamladı. Yapıtları
dünyanın her yerinde pek çok biliminsanı ve femnisti etkiledi. E=mc2
denkleminin cinsel bir denklem olduğu şeklindeki fikirleriyle uzaman zaman
eleştirileri üstüne çekti.
Lacan'ın psikoanalitik teorileri ve Jacques Derrida'nın yapısal
analizlerinden belirgin izler taşıyan çalışmalarından bazıları: Amante marine
de Friedrich Nietzsche (Friedrich Nietzsche'nin Deniz Sevgilisi; 1980); Le
Corps-a-corps avec la mere (Anneyle Sıcak Çatışma; 1981); L'Oubli
de l'air-chez Martin Heisegger (Martin Heidegger'de Unutulan Hava; 1983); Je,
tu, nous. Pour une culture de la difference (Ben, Sen, Biz. Farklılık Kültürü;1992); Ente Orient et
Occident (Doğu ve Batı Arasında; 1999). Yeni Enerji Kültürü adlı kitabını
yayımladığımız yazarın Au Commencement, Elle Etatit (Başlangıçta Kadın
Vardı) adlı kitabı yayınevimizin programındadır.
FEYAN YILDIRIM: 1984'te Strasbourg'da doğdu. Stras- bourg Marie
Curie Lisesi nin dil ye edebiyat bölümünde okudu. Paul Valery Montpellier 3
Üniversitesi'nden mezun oldu. Notre Dame de Sionda öğretmenlik yapmaktadır.
Luce lrigaray
Meryem’in Esrarı
1. İnceleme 2.Psikoloji 3. Feminizm
4. Felsefe 5. Teoloji 6. Deneme
LUCE IRIGAGARAY
Çeviren: Feyan Yıldırım
İÇİNDEKİLER
Giriş Yerine............................................................. 7
Doğuştan Kutsal.................................................... 11
Meryem'e Duyuru................................................. 15
Meryem'in Bekâreti.............................................. 21
Meryem'in Sükûneti.............................................. 25
Görünür ve Görünmez.......................................... 29
İlahi Hidayet'e Kavuşmuş..................................... 33
Bilgeliğin Yüzü..................................................... 39
Zaman ve Mekânda Bir Köprü............................. 43
Meryem hakkında bilgilerimiz oldukça az. İncil metinlerinde, onun
hakkında ancak küçük öykü niteliğinde, birkaç satır bulunuyor. Ancak bunlar
bize ne kendisi ne de Hak ile ilişkisi hakkında fazla bilgi veriyor. Günümüzün
dini törenlerinde Meryem çok az yer tutuyor. Öyle ki, benim oturduğum yerin
yakınlarındaki kilisede Meryem, Noel kutlamaları çerçevesinde, sadece çocuklara
yönelik ayinde anımsanıyor. Takvimde yer alan Meryem'e adanmış bayramlar;
tahmini doğumu (8
Eylül), Cebrail'in, Meryem'e gebe kalacağını haber vermesi (25
Mart) veya Meryem'in göğe yükselmesi (15 Ağustos) neredeyse hiç kutlanmıyor. Ve
yine mahallemin kilisesinde "daha uygun görüldüğü" şeklindeki bir
gerekçeyle, Tanrının annesi olarak gösterildiği heykeli Mihrap bölümünden alınıp,
ikinci planda kalan Sahn'a[*] taşındı. Artık orada
diğer Azizlerin arasında.
Lourdes[†] ve Fatima'da
görünmelerini simgeleyen eserler de, aynı şekilde artık kilisenin dip
taraflarındaki başka bir bölümde. Orada da yanında Aziz Antoine ve Aya Rita
gibi çok sevilen başka azizler var. Oysa Meryem, Hıristiyanlığa giriş çağının
simgesi. O olmadan Hıristiyanlığın müjdesi de, tek kelimeyle, var olamazdı. O,
Tanrı'nın bedende zuhur etmesinin (Bedenleşme'nin)[‡]
sebebi, dünyanın affı gerçekleşebilsin diye kutsallık ile insanlık, Tanrı ile
insanlar arasında ilk arabulucu, ilk vasıta.
Halk sevgisinde yanılmıyor. Halk ona güveniyor, onun adına tapınak
inşa ediyor ya da yaptıkları yapıyı ona ithaf ediyor. Uğruna hacca çıkıyor, ona
yakarıp onun adına şarkılar söylüyor. O, her ne kadar ona adanmış yerler veya
ayinlerden uzaklaştırılsa da bu sevgi anlatılarda ve halk şarkılarında her
daim ola gelmiştir. Bu eylemleri saflık, çok tanrıcılık inancının bir kalıntısı
veya ruhani bir boyuta yüksele
meme olarak mı kabul etmeliyiz? Yoksa çocuklara, alçak gönüllülere,
saflara, ruhu içinde yoksul kalmışlara, temiz kalplilere, adalete susamışlara
ifşa edilen bir gizem mi? Kurtarılışımızın yolunda, kadının payıdır bu gizem.
Batı ilahiyat biliminin uzağına düşmüş, yaradılışımıza bağlı ve oldukça eril
bir mantığa sahip olan bir gizem.
Tanrısallık havaya, nefse/nefese bağlıdır. Geleneklerimizde Tanrı
olarak adlandırdığımız varlık nefesiyle yaratır. Bu sebepten dolayı manevi
açıdan yücelmiş insanlar, havaya, rüzgâra yani hayatın kaynağı ve hareketine
bağlıdırlar. Şeytanilik ise kapanıklılığı sever, rüzgârdan korkar; O, havayla
değil, ateşle uyumludur.
Yaşayanlar misali, şeytanilik nefes almıyor ya da nefes almayı
bıraktı: dünyanın ve başkalarının nefesini çalıyor.
Bizler doğuştan kutsalız, fakat nefsi- mizi/nefesimizi yeterince
geliştiremediğimiz için kaybederiz kutsallığımızı. Yaratılış (Tekvin) bölümünde
anlatılan ilk günah da bu şekilde yorumlanabilir. Dünyevi nefislerini
beslemek, onu adım adım aşka, anlayışa, düşünceye, söze dönüştürmek yerine-
kadın ve erkek o yasak meyveyi yemek istediler. üstelik altından kalkamadıkları,
onları aşan bir ilme sahip olmak adına yedikleri bir meyve. Nefis kültürü
uyanışa, içimizdeki kutsallığa yol açar. Başkasının ilmini sahiplenmek için
kendi kişiliğinden çıkmak ise, insana o kutsal kaynağı kaybettirir ve onu
şeytansı yapar.
Nefse/nefese özel bir bağı olduğu için ilk günahın azmettiricisi
olarak gösteriliyor kadın. Kadın nefsi/nefesi daha içsel olduğu gibi, evrenin
yaşamına daha bağlı. Kadın, doğadan kopmadan, nefsi/nefesi insanlaştırıp,
ruhanileştirebilir. Kendine sadık kalan kadın, yeri ve göğü sürekli
birleştirerek, maddeyi nefsiyle/nefesiy- le dönüştürerek, ilk olarak kendi
nefsini/ nefesini ruhanileştirerek, doğaya kutsallık kazandırabilir. Evrenle
bütünleştiği, evrenin havasıyla nefsini/nefesini arındırdığı içindir ki,
kadın, nefsine/nefesine daha çok sahip çıkabiliyor. O nefsini/nefesini sevgi
çerçevesinde bir başkasıyla paylaştığında, anne olduğunda kullanıyor. Doğadan
daha kopuk olan erkeğe gelince, o, nefsini/nefesini üremek amacıyla, kendi
dışında yaratmak için kullanıyor.
Bazı geleneklerde, özellikle Yahudi-Hı- rıstiyan geleneklerinde,
tanrısallığı temsil etmek amacıyla bir küçük kız veya bir ergen kız figürü
tercih edilir; erkek cinsiyeti için ise, tam tersine yaşlı bir adam seçilir.
Buradan hareketle, denebilir ki, kadın ve erkek, içindeki tanrısallıkları aynı
yaşta
yeşertemiyorlar.
Bizim geleneğimizde, insanlığın bağışlanması ve kutsallığa yeniden
erişmesinin emanetçisi ergen bir bakire kızdır.
Bakire Meryem, küçük bir kızın tüm dişilik özelliklerini taşımakta.
Annesinden bağımsızlaşmış, zira ne teni ne de nefsi/ nefesi başka bir insanla
özleşmiş. Nefsi/ nefesini vasıta olarak kullanıyor, kendisiyle ve evrenle
uyuşuyor ve birlik içinde. O bir ergen, erinlik çağına gelmiş, fakat
nefsi/nefesi hâlâ bir çocuk, yani neredeyse çocuk kalmış. Bedeni heyecanlanmaya
başlıyor ve bütünlükle bağlantısız olan yerlerine yerleşiyor nefsi/nefesi. işte
tam o anda geliyor duyuru.
Nefsi/nefesi tamamen doğal bir döllenmeye yol açmadan geliyor.
Kutsal nefsin/ nefesin tecessümü, Tanrının elçisi olan bir melek tarafından
çağrılır Meryem. Hayati olduğu kadar tinsel bir nefse/nefese ermesi için bir
çağrıdır bu. Melek onunla sadece bir nefis değil, itaat etmeyi kabul
ettiği ve cevap verdiği sözleri paylaşıyor.
Bu doğrultuda, gebe kalma duyurusu heyecan veya fiziksel bir madde
paylaşımına indirgenemez, onlarla sınırlandırılamaz. Buradaki söz
alış-verişidir.
Meryem'e yapılan duyuru konusunda ikonografi çok zengin ve geniş. O
sahneyi canlandıran yapıtlar, vücudunun göğüs kemiğini merkez olarak alırlar;
yani ilk yedi kaburga kemiklerini köprücük kemiğine bağlayan kemik. Söz konusu
eserlerde, güneş ışığının ve kuşun şakımasının yörüngesi Meryem'in bedenine
tam o hizadan dokunuyor. Canlandırıldığı yapıtların çoğunda, bir hazineyi
korurcasına, o bölgede ellerini birleştiriyor. Orası, hayati
nefsinin/nefesinin tinsel paylaşıma açık aşk nefsine/nefesine dönüştüğü yerdir.
Yahudi-Hıristiyan geleneğinde, tıpkı başka geleneklerde olduğu
gibi, kutsal çiftlerin varlığından bahsedilmiyor. Belki bu üçüncü bir zamanda,
yani yaradılış, kıyamet ve insanlığın bağışlanmasından sonra gelen ruh
zamanında mümkün olabilir. Böylece söz konusu üçüncü zaman, nefsin/nefesin
uyanması ve gelişmesiyle, birbirini sevenler arasında tensel ve tinsel
paylaşımı olağan kılan bir zaman olur.
Bu anlayış duyuru zamanında muhtemelen yoktu. Aziz Jean'nın
bahsettiği, kıyamet sonunda kutsal çiftler arasında yapılan evliliklerden
değildi henüz. Yunan mitolojisinde anlatıldığı gibi; ölümlü bir kadını seven,
tanrılar ve ölümlüler arasında bağ kuracak bir çocuğa sahip olmak amacıyla
gökyüzünden inen tanrıların basit hikâyelerinden biri de değildi. Yusuf
isminde bir nişanlısının olduğu bilgisi dışında, Meryem'in aşkları hakkında
hiçbir bilgimiz yok. Yani bedensel bekaret Meryem'in tercihi değildi. Zaten
meleğin uyandırışı da bu yönden değildi; daha yüksek, onun üstünde bulunan
nefsinin/ne- fesinin, iki farklı varlığın arasında iletişimi ve bütünleşmeyi
mümkün kılan ve aşk ile sözden ibaret bir nefsi/nefesi uyandırmaya gelmişti o.
Tanrı herhangi bir söz bırakmadı Meryem'e. Neredeyse ona sormaksızın
ve onun fikrini almaksızın, filizlensin diye verimli bir toprağa kendi sözünü
bıraktı. Tanrı söz alışverişinde bulunuyor Meryem'le. Onunla, onun içinde
yaşamak için gelmesini kabul edip etmediğini soruyor.
O zamanlarda İsrail Tanrısının varlığı ve yeri bir nevi
tehlikedeydi. Gücünü, gerçeklerini ve sözünü bir şekilde ele geçirmek isteyen
insanlar ve toplumlar vardı. Başlangıcın ilk çifti, kendilerine verilen insanlığı
yaşamak, geliştirmek ve paylaşmak yerine, erkeğin ve kadının erişemeyeceği
zihinsel bir seviyeyle mukaddesata doğrudan ulaşmak istediler. Bu olay
yaşadıkları "yeryüzündeki cennet"ten atılmalarına, acı çekmelerine
sebep oldu. insan olmaya çabalamadan önce, sahip olmaya çalıştıkları kutsal
ilim her ikisi içinde acı ve anlaşmazlık kaynağı oldu.
Kutsal gerçek, kimilerinin bazen kanla başla savundukları çeşitli
ve kısmi yorumları yüzünden yitirildi.
Bir tarafta insanoğlu diğer tarafta gerçek söz, zamanla ters
köşelere düşerek birbirlerinden ayrıldılar. insanlığın, gerçeği yeniden bir
yücelik ufku olarak görebilmesi için, sözün bir birlik olarak can bulması
gerekiyordu. Bunu gerçekleştirmek için, öyle bir sözü idrak edebilecek doğal ve
tinsel bir bekaret gerekiyordu.
Sadece toprak, su ve kutsal nefesten oluşmak yerine, insanlık,
sözün dahil olduğu bir doğumdan oluşacaktı. Hayatta kalmak için, sözün vücuda
ihtiyacı vardır. Söz ise vücuda can verendir. Doğal ve tinsel bir aidiyet
arasında var olabilmesi için de insanlığın söze ihtiyacı vardır. Bu aidiyet
ancak bu şekilde insanlığı olumlu yönde değiştirir ve iyiye doğru gitmesini
sağlar.
"Başlangıç"a (genese) göre kadın, kutsal ilmi
sahiplenmek için kendinden geçip nefsini/nefesini terk eder. İlahilerin
ilahilerine[§] göre ise sevgiliyi almak
için. (İsa bütün insanlığın kurtuluşu adına acı çekerken) Meleğin duyurusuyla
kadın, nefsine/nefesine döndürülerek insanlığın kurtuluşunun
sağlanmasına vesile oluyor. Ancak bu nefis artık söz ile ilişik. Nefsin/
nefesin kalbi, inancı ve sözü besleyeceği yere gelmesini buyuruyor melek. Bazı
Doğu geleneklerinde orası bedensel ve ruhsal enerjinin birleştiği yer, merkezlerin
tanımlanmasında çakra olarak adlandırılan yerdir. insanlığın varoluşunu izah
eden "Başlangıç" a bakarsak, ne ilginçtir ki kadının nefsi/nefesi
erkekten gelir, en azından bir kısmı. Ancak insanlığın kurtuluşunu sağlayan
erkek, bu sefer kadının nefsinden/nefesinden doğacaktır.
Bir çocuk, gereksinimi olan oksijeni annesinin karnından aldığı
için, doğana dek annesinin nefesine muhtaçtır. Meryem'e yapılan duyuru bu doğal
olayı tinselleştiriyor. Zaten tinsel olan görevi hakkında Tanrının elçisi
kendisine açıklama yapmamıştı. Melek onun dikkatini şu hususlara çekti:
Kutsal bir çocuk doğurmanın beraberinde bazı mesuliyetleri getirdiğini
hatırlattı; Meryem nefsine/nefesine sadık kalmalıydı, yani ruhu, başkalarını farklılıklarıyla
ve paylaşım içinde kabul edebilecek kadar büyük bir manevi güce sahip olmalı ve
kendi inancından asla vazgeçmemeliydi. Bu da demek oluyor ki, Meryem'in Tanrıyla
özel bir bağı vardı; insanların dolayım kazandıramadığı, onunsa sadık kaldığı
bir bağ. Bu doğrultuda Meryem'e yapılan duyuru da, toplumdan, soyundan
-nişanlı olduğu adamdan ve doğacak olan oğlundan bile- bağımsız bir şekilde bu
özel bağı hem kuruyor hem de yüceltiyordu.
MERYEM'İN BEKARETİ
Meryem'in bakireliği konusu, ister dini geleneğimiz açısından
olsun, isterse Meryem ve bütün kadınlar açısından, ne yazık •ki aşağılayıcı
bir dille ele alınıyor. Bu dilin zihniyetine göre, Tanrı saltık bir lider gibi
davranıyor ve ne bedensel ne de tinsel bir aşk bağı kurmaksızın, oğlunu
doğurması için Meryem'i kullanıyor. Hıristiyan teslisinde var olan ruh
(ROhü'l-kudüs) aracılığıyla, Tanrı (Baba) esrarengiz bir şekilde Meryem'i
(Oğul'a) gebe bırakır. Aracı ruh, Hıristiyan üçlemesinde, Baba ile Oğul
arasındaki sevgiyi simgeleyen kutsal bir figür. Söz konusu zihniyete göre, Meryem,
böyle bir sevgiye ne bedensel ne de tinsel bir katkıda bulunmadan gebe kalmıştır.
Bu durum günümüze, "tam olarak kendisine ait olmayan bir çocuğun taşıyıcı
annesi olmayı kabul ediş" şeklinde özetlenerek çevrilebilir.
Bu tarz yorumlar günümüzde Hıristiyanlığın temellerini hâlâ
yıpratmakta. "Vücut bulma"da (Tanrının insan biçiminde, yani onun
bir parçasının ete kemiğe bürünmesinde) onu doğuran kadının tensel ve tinsel
katkısını inkâr etmek ne kadar anlamlı olabilir ki? Bu sav, Tanrı için bile bir
hakarettir: çünkü bu durumda Tanrı, Meryem'in nişanlısı Yusuf üzerinde
egemenliğini kullanan bir derebeyi gibi davranmış olur.
Hıristiyanlığın, bu konuda yapılan eğretilemelere rağmen, vermek
istediği doğurganlık, verimlilik duyuruları ile böylesi soruları bağdaştırmak
ne mümkün! Buna rağmen, günümüzün hatırı sayılır ilahiyatçıları, bütün
Hıristiyan kiliselerini birleştirmeyi amaçlayan perspektiflere açık olsalar
da, İsa'nın doğumu hakkında bu tarz düşünceleri savunmaya devam ediyorlar.
Savundukları iddialar, insani doğayı ve kutsal doğayı ayırmak için gerekli bir
yaklaşım oluşturmakta; ancak tezlerini savunurken kullandıkları dil,
Hıristiyanlıktan çok Platonculuğu anımsatıyor.
Tarihte ve günümüzde kimi ilahiyatçılar, Meryem'in kızlık zarını
oldukça tabii bir şekilde, hatta saygısızca ve ahlaksızca sorguladılar. Ancak
bunlardan kaç tanesi İsa'nın doğumu ve insanlığın bağışlanmasında, Meryem'in
manevi katkısıyla ilgilendi? Oysaki Meryem'in katkısı olma-
dan bunların hiç birisi gerçekleşemezdi. Meryem'in
"duyuru"ya "evet" demesi bir liderin kaprisine basit bir
boyun eğmeden ibaret olsaydı, ne "vücut bulma" mümkün olurdu ne de
insanlığın bağışlanması. Muhtemelen, henüz zamanı gelmedi. .. Bu yüzden hâlâ
bedeni ruhtan ayırt etmeye devam ediyoruz; bu da gerek kendimizin gerekse
yaşadığımız evrenin kutsallaşmasına engel oluyor. Bu durum özellikle kadınlar
için geçerlidir, çünkü onlar, "vücut bulma" olayındaki rolleri
hakkında yapılan yanlış yorumlara hapsedilmişler. Erkeklerin daha kutsal
oldukları düşünüldüğü için, kadınlara biçilen pay, tanrıyla erkekler arasında
aracılık yapmaları. Kadınlar, erkeklerin hoşgörüsüne muhtaçlar. Erkeklerin
tohumu, bu, sperm hücresi de olsa, söz de olsa, doğum yaptıran hücrelerdir.
Kadınların sadece alıcı, doğurgan ve besleyici bir toprak olmaları yeterlidir.
Günümüzde hâlâ övülen ve değer verilen kadın niteliği, onun o tohumu bir
cemaate ve kiliseye kazandırmış olmasıdır; yani kadının, efendisi veya
efendilerinin hizmetine koşulmasıdır. Bu durumda, kadınlara düşen, bedensel ve
tinsel bir gebelik hazırlığında, manevi bekaretlerini kaybetmektir.
Tanrının insanlaşmasını ("vücuda gelmesini") inanılır ve
saygın kılmak için, Meryem'in ve bütün kadınların bekaretleri ile
nefisler/nefeslerinin uyumluluk içinde bağdaşması gerekiyor. Nefsine/nefesine
hakim olmak yetmiyor, onu muhtemel gelişe ve karşısına çıkacak yüce kişiye
karşı saygı çerçevesinde hazır tutması gerekiyor. Bunun anlamı da, Meryem'in
kendini -her ne kadar kutsal da olsa- tek bir efendi için hazır etmemesidir.
Onun kendi manevi geleceğini düşünmesi ve bu maneviyat içinde başkasıyla
paylaşımda olması gerekir. Bu paylaşım Meryem ile Meryem'den farklı biri, bir
baba, âşık bir sevgili veya bir oğul arasında var olabilir.
Bakire kalmak, murakabeye dalmak (recueillement) ve insanın
kendisiyle bir yakınlaşmasını gerektirir. Meryem hakkında bildiklerimiz veya
hayal edilenler hak- kındaki davranışların önemsendiğinin ispatı.
Batı kültüründe, konuşmak susmaya yeğlenir. Konuşan (eril)
yeteneklerini sergiler, sessiz kalan ise (dişi) zayıflığını ve baş eğdiğini
itiraf eder. Doğuda olduğu gibi bazı geleneklerde ise durum tam tersidir.
Hegel gibi bir filozof için Tanrı, sözlerimizin anlamını çözecek anahtara
sahiptir. Bu yüzden ona göre, her canlının yaşamının bitimi, var olan bütün
konuşmalarının sentezi olmalıdır. Buda, Hegel'in tersine, sukünete erişebilen
bir bilgedir. Birine göre konuşmaya yönlenmemiz gerekiyor, diğerine göre ise
sessizliğe. O halde sükûnetin anlamı bir niteliğin eksikliği değildir, kişinin
kendini tamamlamış olması ve mükemmel bir iç dünyaya erişebilmesidir. Buda'nın
bazı betimlemelerinde, sukünetin getirmiş olduğu bir içe dalışa rastlanıyor;
bütün varlığının huzur içinde olduğu. Buda'nın ait olduğu kültür, bizim kültürümüz
kadar eril değil. Onların geleneğinde bir şeyler yapmak, yaratmak ve söylemek,
ruhani bir alıştırmadan, gelişmeden daha önemli.
Meryem'in sukuneti olumsuz bir şekilde yorumlanıyor, özellikle
kadınlar tarafından. Bu olumsuz yorumların kaynağı, erkeklerin baskın olduğu
Batılı değerler. Fakat Meryem'in sessizliğini farklı bir şekilde
anlayabiliriz. Bu sessizliğin nedeni, kendi mahremiyetini ifşa etmemek, kendisine
olan sevgisini korumak olabilir.
Bunları, başkalarına ait olan sözlerde kaybetmemek için susmuş
olabilir.
Dudakların birbirine değmesiyle gelen sessizlik her zaman olumsuz
değildir. Dış dünya ile iç dünya, salya ile ten arasında çekilmiş bir sınır,
kendini koruma yeridir. Dudakları birleştirmek, tıpkı elleri ve göz kapakları
birleştirmek gibi içe dalış yapmaktır. Kendine dönebilmek için, insanın, iki
yanını birleştirmesidir.
Bizi var eden iki parçamızı birleştirip kendi içimize dalmamız,
başkasıyla kendimizi kaybetmeden bir duygusallık yaşayabilmemiz için kaçınılmaz.
Farklı bir bireyle bir ilişki yaşayabilmek için kendi içimizde bulunan bu iki
parçayı bir araya getirmek ve bir yerden başlayıp bir yere geri dönebilmek
şart. insanın kendisine duyduğu sevgisi ve kendi içe dalışı olmazsa, başka
bireyi kendi yarısıyla veya kendi yarısını o
bireyle karıştırma riski doğar.
Yunan mitolojisinde, Kore tanrıçasının heykellerindeki dudak
şeklinin olumsuz gelişmesi fark edilmeyecek gibi değil. Henüz genç bir
bakireyken, Hades tarafından tecavüze uğramadan önce dudaklar uyumlu,
kapanıyor ve birbirine değiyor. Fakat yeraltı tanrısı Hades tarafından kaçırılıp
zorla "evlendirildikten" sonra ağzının şekli bozuluyor, ağzı
kapanamıyor ve dudakları birleşmiyor. Tecavüzden sonra Kore, yani Persephone,
özelini, kendine dönme imkânını kaybediyor.
İçe dalışı sağlayan dudakların kapalı olması, Dora'nın, ayin
alayının geçişi sırasında Bay K.'nın onu öpme teşebbüsüne karşı çıkmasını
açıklıyor. Freud bu tepkisini nevrozla (sinirceye ilişkin) açıklasa 'da, bence
durum farklı. Bana göre, kendi özelini savunmak adına meşru ve sağlıklı bir
tepki. Bay K.'nın iddia ettiği gibi bastırılmış bir arzunun sonucundan doğan
bir ret değil, özellikle bir ayin sırasında genç bir kızın bir başkasını
sevmeye zorlanmasından kaynaklanan bir ret. Burada söz konusu olan, genç bir
kızı bir nevi zorlamak, ona fiziksel, psikolojik ve manevi açılardan tecavüz
etmektir.
Dudakların kapalı kalmasının, birbirine değmesinin önemini evrensel
olan "om" hecesi hatırlatmakta. Bu hecenin son harfini telaffuz
edebilmek için dudaklarımızı kapamamız gerekiyor. O harf henüz açığa vurmamış
olanı korumak için var. Siyah renkle bağdaştırılması boşuna değil.
Meryem'in sukuneti söz eksikliği anlamında değerlendirilmemeli; o,
henüz açığa vurmamış olan sözlerin ve olayların koruması demektir. Bu
doğrultuda Meryem, her kadın gibi (?), gerçekleşimlerin tersine henüz olmamış
şeylerin gizemini içinde barındırır. Bu sav hem doğal bir gebelik sırasında
hem de kutsal bir çocuğa gebe kalındığında da geçerlidir. Kutsal bir çocuğu
dünyaya getirmek, insanlığın tarihinin yeni bir çağını dünyaya getirmektir.
Tanrı dediğimiz varlık, bu görevi bir kadına vermiştir.
Bu yorum mümkün olduğu kadar kutsalın yeryüzünde var olabilmesinde
kadının kesin bir rol üstlendiğini gösteriyor. Geleneğimizde, çoğu kadın,
kutsalın "dünya"ya "geliş"inde ayrıcalıklı bir görev
üstlendiklerini söyleyemiyorlar. Oldukça eril olan kültürümüz, kadınların,
insanlığın geleceğine dair bu yapıcı görevin tadını çıkarmalarına engel
oluyor; bu görevi önemsemiyor, hatta küçümsüyor. Bu da, kilisenin ve toplumun
bu önemi erkeklere doğru kaydırmasını sağlıyor.
Meryem'in kendisi bir nevi görünür, fakat eseri çoğunlukla
görünmez. O, İsa'yı doğuruyor ancak nasıl dünyaya getirdiği bir gizem.
"Başlangıç" bölümünde, Tanrı'nın nefesinin, madde göndermesinin
insanoğlunun yaradılışıyla sonuçlandığı anlatılıyor. Fakat bir çocuğu dünyaya
getirmek için Meryem'in nefesini bir dölüt ile paylaştığını söyleyen var mı?!
Duyuru bize Meryem'in nefsinin/nefesinin melek tarafından daha üstün bir
boyuta yükseltildiğini söylüyor. Ancak hangi metin, hangi resim -belki birkaç
ikon dışında (?)- bize İsa'nın, Meryem'in nefesine ihtiyaç duyduğunu
anlatıyor?! (İsa) gizemli bir şekilde, sadece Tanrı'nın kelamından
yaratılmıştır. Meryem ile İsa'nın arasındaki görünmez nefes paylaşımından söz eden
yok. Meryem sadece Tanrı'nın oğlunu doğurmak için bir alıcı, bir vesile ve bir
besleyici olmuştur. Oysa ki Meryem'in bu doğuşa katkısı, bize anlatılanlardan
çok daha gizemli bir tinselliğe sahip.
Bir kere, İsa'nın cinsiyeti Meryem'in- kinden farklı. Başkasına
bizden farklı olduğu için saygı duymak, onu ülkesinde - evinde özellikle de
içinde konuk edip ona hayat vermek kendini aşma niteliğini gerektirir. Tıpkı
Meryem'in yaptığı gibi. O kutsal çocuğun doğması sadece Tanrı'nın saltık
ululuğuna bağlı olamaz. Aynı zamanda kendinden farklı bir bireyi dünyaya
getirmenin sebep olduğu fiziksel ve psişik bir çaba var. Meryem ile taşıdığı,
doğuracağı çocuğu arasındaki indirgenemez farkı kabul etmek, bir bayan için
doğal bir şey olmakla sınırlanamaz. Kendini aşmaya hazır olmak gerekiyor. Ancak
aşılması gereken, Tanrı'nın bir anne ile oğlu arasında paylaşımı değil,
"o" diğer bireyin indirgenemez başkalığı. Bir kadın olarak burada
Meryem'in etik davranışı sadece başkasının hayatına saygı duymaktan ibaret
değildir, kendisinden doğal ve tinsel olan birini dünyaya getirmektir. Eğer
hür ve içten bir kararın sonucuysa -İncil öyle olduğunu söylüyor-, bu duruşuyla
Meryem, Hıristiyan ilahiyatçıların ve kültürümüzün kadınlara yapıştırdıkları
kimliği ta o zamanlarda aşmış oluyor. Başkasının farklılığını, yüceliğini aşma
niteliğini gösteriyor. Bunu yapabilecek erkek sayısı çok az. Fakat bu
davranışı çoğunlukla görünmez kılınıyor. Oysa bir kadının oğlunu
kucağına alması, doğumu gerçekleştirerek aştığı için ona saygı duyulması için
yeterli olmalı. Kendini aşamayıp bunu gerçekleştiremeyen çok kadın var.
Çocuklarını sahiplenen ya da tersine reddeden kadınlar, bir anne için oğlunun
kendinden başka, kendi dışında birey olduğunu kabul etmenin zorluğunu gösterir.
Anneyi evladından ayırmak için gerekli olan babanın müdahalesini ifade eden
beyanlar şu noktayı ihmal ederler: O çocuğu doğurmak için kadın kendini zaten
yeterince aşmıştır. Meryem'in nefsini/ nefesini yüceltmek, onunla kelamı paylaşmak
için gelen meleğin müdahalesi, asıl anlamını, kendinden farklı birine doğal ve
manevi hayat vermekte, o görünmez çabada kazanıyor.
Her kadın için olduğu gibi, Meryem'in sadece anneliğine odaklanmak,
kültürümüzün ona değer atfetmesi ve görünmeze nazaran görünüre önem
vermesidir. Belli bir tarihten bu yana, kültürümüz için Tanrı insanlara
görünmezdir. Fakat ihmal edilen şey görünmezliğin içindeki görünürlüktür; bu,
maddenin dönüşümü sayesinde ulaşılan bir boyuttur. O dönüşüm sayesinde madde
ve tin, beden ve ruh karşıtlığının kalktığı boyut. Buda'nın hayatında olduğu
gibi, İsa'nın hayatında da madde dönüşümüyle ilintili bazı bulgular var.
örneğin İsa'nın ölümünden sonra Ta- bor dağında üç havarisine görünmesi veya Buda'nın
zuhur eden aurası gibi. İsa'nın dirilişi de bu şekilde yorumlanabilir. Aynı
şekilde, Meryem'in ölüm ve diriliş evrelerinden geçmeden cennete çıkabilmesi
de. Fakat hayati nefsini/nefesini tinsel nefese dönüştürmek için ve çocuğu
olacağı halde bakireliğini koruyabilmek için kendi içinde gerçekleştirdiği
madde dönüşümü görünüm kazanmaz. En azından olaylara bakış açımızı değiştirene
dek görünmez kalmaya devam edecek; biz, görünmeyi seyretmeye devam ettiğimiz,
öteki olanı tüm belirginliğiyle görmek istemediğimiz, onu sadece birtakım
görünüşlere indirgediğimiz sürece...
İLAHİ HİDAYETE KAVUŞMUŞ
Batı geleneğinde duyu algılarımız, düşünme kabiliyetimize göre
daha madun. Bu yüzden, duyularımız zihnimizin emrindedir. Çoğu zaman,
algıladıklarımızı dile getirmek için genel bir anlam taşıyan, soyut kelimeler
kullanırız; dolayısıyla bu sözcükler, gerek tarif etmeye çalıştığımız nesneden,
gerekse algılarımızdan birtakım nitelikleri alıp götürüyor. Daha önce de
söyledik, yeri geldikçe söyleme devam edeceğiz... Bizler, ağacı izleriz, müzik
dinleriz, yemeğin tadına bakarız, koku duyarız; fakat içimizde bir kayın
ağacını seyretmek için Schubert'in bir doğaçlamasının tadını çıkaran, bir
şeftalinin keyfine varan ya da güneşe doymuş hatta yağmurdan ıslanmış bir çam
ormanının rahiyasını içine çeken biri var mı?! Soyut bir şekilde adlandırmak
yerine algıladığımızı, onu var eden bütün nitelikleriyle, yani yaşayan bir
gerçek olarak anlatmaya özen göstersek, bizler de daha çok var olabiliriz.
Böylece daha dikkatli, saygılı ve sevgi dolu algı şekline sahip oluruz. Ayrıca
kendimi yaşayan bir varlığı algılamakla sınırlarsam, duyularımla
algılayamayacağım bir şeye sahip olduğumu fark ederim. Bir papatyaya veya bir
güle bakmak, onu var eden öz suyunu görmeden algılamaktır. Çiçeğin görünmez
yanına saygı duyan algım, başka bir boyuta geçiyor. Daha bir dünyayı
kapsayıcı, daha hayran kalmış bir şekilde duyumsuz bir tinselliğe geçiyor.
Bu, özellikle benden farklı olan bir kimseyi algılamada daha da
geçerli. Sadece duyularımla onu algılamaya çalıştığımda - yani ona baktığımda,
sesini duyduğumda, dokunduğumda - benden farklı diye saygı duymam. Benim
göremediğim, duyamadığım, dokunamadığım şeyler var onda. İşte bu bilinçle
algıladığım zaman, basit bir fiziksel algılamadan manevi bir algılama şekline
geçiyorum. Bu da sahiplenme olmadan, biri diğerine boyun eğdirmeden, iki kişi
arasında sevginin var olmasına yol açıyor.
Duyu algılarımızın gelişmesi, beden- leşme geleneğimizin önemli bir
parçasını oluşturmalı. Böylece duyuların yüceliği değil, cisimleşmenin
yüceliği algılanır. Kültürümüz ve Hıristiyan kültürü duyularımızla
algılayamadıklarımızı üstün, aş-
kın bir şey olarak kabul ediyor; bir nevi gerçekten uzak. Bu
yaklaşım Hıristiyanlığın vermek istediği mesajı, felsefesel bir mantığa tabii
tutmaktır. Yersiz olması bir yana, erkekler tarafından belirlenmiş bir
mantıktır bu. Sahip oldukları tinselliğin geleceğini, duygusal ve bedensel
istikrarını düşünmeden yürüttükleri bir mantık ve sadece kendi temellerinden
yani annelerinden kurtulmak için inşa ettikleri bir şey.
İsa'yı ve ondan önce Meryem'i böyle bir sav ile bağdaştırmak,
insanoğlunun gelişimindeki kutsal cisimleşmeyi bilmemektir. Incil'in "iyi
haber" (bonne nou- velle) bölümünde duyularımız aracıyla algılarımızın
öneminin izahatı bulunmakta. Meryem, çevresinde bulunanların doğal ve manevi
bütünlüklerine dikkat ediyor. O, kendisini hayatından yoksunlaştıran soyut ve
ideal konuşmalarda ve davranışlarda kaybolmuyor. O, Havva'ya nazaran,
olabildiğince dünyevi. O kadar sadık ve mütevazı bir şekilde dünyevi ki Batı
ilahiyatçıları üzerinde bıraktığı izlenim onları yanlış yorumlara sevk etti;
onların gözünde Meryem, "vücuda gelme"nin ilk kutsal figürü olmak
yerine, sadece kutsala bir vesile oldu. Fakat ilahiyatçıların düştüğü tuzağa
sanatçılar düşmediler. Meryem'in varlığının doğurduğu hisleri resim, ikon,
müzik veya şiire döktüler. Hiçbir konu onları, ilahiyattan uzak tutulan bu
kadın kadar heyecanlandırıp ilham vermedi. Bu yüzden Hıristiyanlığın en doğru
yayılma şekli sanat oldu.
Başkalarıyla ve dünyayla bağlantısında, duyuların algılarına
oldukça önem veriyor İsa. Havarilerine çoğunlukla doğada rastlıyor ve orada
konuşuyor onlarla. Hayatı boyunca ve ölümünde bile, doğayla daima özel bir
bağlantısı olmuştur. İsa'nın lisanı, soyutlaşmış felsefesel bir lisan değildi;
şiirsel bir dildi. O'na gelenlerin, o'nu konuk- layanların ve o'nu sevenlerin
ihtiyaçlarını, hatta duygusal arzularını önemsiyordu. O'na gelen hastaları
onlara dokunarak, onlarla konuşarak ve su ya da toprak gibi dünyasal şeyleri
kullanarak iyileştiriyordu. Bunların yanı sıra hastanın iç dünyasına ve
güvenine bakıp, onunla bir bütün oluyordu. Onları ancak bu şekilde iyileştiriyor,
hastayı kötülüğünden arındırıyordu.
Duyuru'nun bile hidayeti dokunma ile gerçekleşti; kendine özgü ve
kuralsız bir sisteme ait olan soyut bir dil aracılığıyla değil. Öyle olsaydı,
sadece mantığa hitap ederdi çünkü. Kutsal "vücuda gelme"nin gizemi
ancak dokunma olasılığıyla çözülebilir. Tensel ve duygusal bir dokunuş.
Hıristiyanlığın haberinin soyut, ayinsel ve kodlanmış tarafını reddedenler,
nitekim körü körüne inanmayı kabul etmeyenler dokunmanın ve hidayetin temas
boyutunun önemini kavradılar. Fakat bu esasa dönüş kolay olmadı. Onları, o ilk
dokunuştan, o masumiyetten ayıran şeylerden kurtulmak için, çok uç noktalardan
ve
şiddetli acılardan geçtiler.
Dokunuşu ruhani bir içe dalış noktası olarak görmek ve hidayetin
içimize ve aramıza gelişini düşünmekle, acaba duyuru ile başlayan "vücut
bulma"ya güven duyduğumuzu ve sadık olduğumuzu göstermiyor muyuz?
Hıristiyan çağını başlatmış olsa da, Meryem hak ettiği minneti
göremedi. Ancak dünyayı günahlarından kurtararak çocuğu gizemli bir şekilde
doğuran anne olarak kabul gördü. Her gelenekte mevcut olan kadın (ana)
tanrıçaların panteon'u- nun bir azası Meryem. Ancak bu efsanevi
tanrıçaların aksine, Meryem herhangi karşıtlar birliğini barındırmıyor
kendinde. O, kimsenin korkmayacağı, bembeyaz iyilik anası. Bu da onun, ana
tanrıçalar arasında, ayrıcalıklı bir yere sahip olmasını sağlıyor. Onu Demeter
gibi kimi Yunan tanrıçalarına benzetmek mümkün. Fakat Demeter, Meryem gibi ne
kusursuz bir duruluğa ne de eksilmez bir iyilik ve sadakate sahip. Zira
Demeter'e dair mitlerde, gebelikte ön planda olan nefsin/nefesin tinsel
niteliği değil, toprağın verimliliğidir.
Meryem'i annelik rolü dışında değerlendirdiğimizde ve ona sadece
bir kadın olarak baktığımızda, Hint tanrısı olan Shiva'nın partnerlerinden
birine benzetebiliriz. Yaşadığımız çağın tanrısı olan Shiva hakkında şunlar
söyleniyor: O anki partnerine bağlı olarak dünyanın sonunu getirebileceği kadar
selameti de getirebilir. Sevgilisi olan Koli, siyahı temsil ederken, diğer
sevgilisi Porvati beyazı temsil ediyor. Koli, Shiva'nın tutkulu ateşini
coştururken, Porvati O'nu aşkıyla rahatlatıyor ve yatıştırıyor... Tıpkı Meryem
gibi, Porvati tanrının taze ve bir nevi bakir yanıyla eşleşiyor. O'nun ateşini
yıkıcı olmaktan kurtarıp, yaratıcılığın ve yenileyiciliğin kaynağı yapıyor.
Porvati aynı zamanda dağların kadını. Yani havanın ince, temiz ve serin olduğu
yerde. Ne tesadüf ki, Meryem de çoğunlukla tepelerde görülmüştür. Meryem ile
Povati arasında evrensel olan bazı olayların boyutunu anlamanıza yardımcı
olabilecek benzerlikler var. örneğin, Meryem'in bakireliğinin anlamını bedensel
bir sakınma değildir. Bu, kestirmeden, basit bir yorumdur. Çünkü vücudu
dönüştürme, değiştirme anlamına da geliyor. Bu kısa yolları kullanarak,
Meryem'in iffetini ve Havva'nın ayarsız davranışını birbirine karıştırmış
oluruz. Ve insanoğlunun kutsallaşması yolunda, Meryem'i basit, eril kalıplara
indirgemek demek olur. Bu eril kalıplara göre, bedenin tinsel açıdan paylaşımı
mümkün değildir.
Ateşin hakim ve yıkıcı olduğu eril bir evrende, Meryem us'un
temsilcisi ve koruyucusudur. Tanrının bile öfkesini din- direbilen kişi olarak
gösteriliyor. Rab'ın intikam ihtiyaç ve arzusunu, anlayış ve sevgiye dönüştürebilirmiş.
Meryem, tanrı ile insanlar arasında bir aracı. insanların hatasına karşı
gülümseyebilen ve incil'e göre bunu İsa'ya karşı da yapan kişi. insanları
sakinleştirmeye çalışan ve diğer yandan tanrı huzurunda onlar için şefaat
edendir. insanların hakaretlerine karşı Tanrının sabrını ve bağışlayıcılığını
diler. Meryem için ruh ateş değil, incelen, ışık olan, lokman ruhuna dönüşen
bir ruhun serinliği gibi.
Biz Batılılar, ateşin yıkıcılığından koruyabilecek o nefesin aşka,
ışığa dönüşmesini pek bilmeyiz. Zira böyle bir us gelişiminde, bir kadının
bulunabileceği kesin katkıyı bizler ya unutuyoruz ya da küçüm- süyoruz. Bu
katkı zor olduğu kadar da insanlığın hayati ve manevi geleceği için
belirleyici. Söz konusu katkı, kendi dışında bir şeyleri yapıp enerji
harcamak, sonucunda da harcanan enerjiden daha suni ve yıkıcı enerji almak
değildir. Kendi içinde olanı, içine geleni işlemek, onun var olmasına izin
vermek ve onu dönüştürerek konuklamak. Kendilerine sadık kaldıklarında,
kadınlar bunu yapmaya daha yatkınlar. Günümüzde insanlığın, geleceği ve
varlığını sürdürebilmesi için en çok ihtiyaç duyduğu şey.
insanı tinselleştirme süreci alçak gönüllülük ister. Fakat bu
erdem tıpkı bekaret gibi önemsizleştirildi, çünkü gerçek anlamı kaybedildi.
Açık ve konuksever kalmamızı alçak gönüllülük sağlar. Ancak dünyaya, başkasına
ve hidayete körü körüne boyun eğdirttirmeden yapar. Us gelişiminde alçak
gönüllülük vazgeçilmezdir, ama kesinlikle bir ustaya karşı yumuşak başlı olmayı
ya da katlanışı beraberinde getiren basit, psişik bir davranış değildir.
ZAMAN VE MEKANDA BİR KÖPRÜ
Bazı kültürlerde ağırbaşlılık gelenekleri vardı geçmişte. Hatta
günümüzde bazılarında hâlâ var. Genellikle örf, adetler ve tinsellik hakkında
kadınların baskın olduğu, ağır bastığı toplumlarda söz konusu gelenekler
mevcut. Yoga ve ona benzer şeyler yaptığım için bu konuda bilgim geniş. Bu
bilgi sayesinde, kendi geleneğimizin yaptığı gibi, baba erkil ve erkek üstünlüğünü
savunan geleneklerin bize aşıladığı yorumları aşıp Meryem'in kişiliği hakkında
bir şey keşfettim.
Kadınların kurtuluşu, daha doğrusu insanlığın hürriyeti için
bulunduğum girişimler, daha önceki kültürlerde olup bitenler hakkında çok
kitap okumamı sağladı. Gelen her yeni kültür, yeni değerler vesilesiyle bir
öncekini silmiştir hep. örneğin; insanoğlunun el işleri, tekniği, çatışma ve savaşa
kadar gidebilen rekabet ruhu, para ile ölçülen mal ve insan ticareti başka değerlerin
pabucunu dama attı. Bu değerle hangileri derseniz: Suni imalatın yerine doğal
verimliliği tercih etmek; sanatsal ve somut bir dili kullanmak; -ve en önemlisi-
soyut ve isteğe bağlı kuralların değil, ailenin ve doğal yaşam ortamının
belirlediği gerçekçi toplumsal kurallar.
Dişi düzenin yavaş yavaş ayağı kaydırıldı ve yerine eril bir düzen
getirildi. Bu doğrultuda, Hıristiyanlığın mesajının yavaşça İsa'ya
indirgenmesi, O'nun tek başına dünyanın kurtarıcı olarak gösterilmesi ve bu
eylemde Meryem'in unutulması da rastlantı sonucu gelişmiş bir şey değil. Doğu
ve Batı kiliselerinin ayrılması da bu süreci hem hızlandırdı hem onayladı. Günümüzde,
Batı metafiziğinin etkisinde olduğumuz için, İncil'i tekrar okusak bile,
cisimleşmeyi ve cisimleşme'nin başlangıcı olan esas mesajına sadık bir okuma yapacağımıza
inanmıyorum. Kendi nefsini/ nefesini geliştirmeden, insanı suç ortağı yaparak
kutsal ilme sahip olmaya çalışan Havva'nın hatasını anımsatıyor bu. Tinsel,
hatta bedensel bir paylaşımı hedefleyerek, kendi doğasını kutsallaştırmaya
çalışmamıştı. Öyle görünüyor ki, bizler de Havva'nın düştüğü hataya düşüyoruz.
özellikle entelektüel ve feminist olan çoğu Batılı kadınların
Meryem hakkında- ki olumsuz düşüncelerini bilmiyor değilim.
Bu kararın, eril bir geleneğin etkisi altında verilmiş olması
olağan. O eril gelenekten, yine ona boyun eğerek, kurtulduklarını
zannediyorlar, çünkü onlara sunulan başka alternatif yok. Var olan bir
geleneği eleştirmek, yeni bir gelenek inşa etmekten elbetteki daha kolay.
Incil'in metinlerinin aksine, Meryem'in sükûneti bize bir şey buyurmuyor. Tam
tersine, kendimize gön- lümüzce bir gelenek hayal etme özgürlüğü bırakıyor.
Fakat söz konusu gelecek bize uygun olmayan, esas değerlerimizle hak davasına
girişen ve çatışan değerlerin taklidinden ibaret olmamalı. Yoksa gücümüz yok
olur gider. Tam tersine gelecek, kendimize olan sadakatimizi yansıtmalı, kendi
enerjimizin gelişimi olmalı.
Meryem'i annelik rolüyle sınırlandırmak, gunumüz kadınlarını,
dikkatlerini onun üzerinde yoğunlaştırmaya, onun hakkında düşünmeye teşvik
etmiyor; çünkü bu şekilde Meryem, baba (ata) erkil- liğin esiri ve kefili
haline geliyor. Ancak Meryem'in kişiliği böyle bir görevle sınır- lanamayacak
gibi görünüyor. O'ndan bahseden bütün Incil'in metinlerini birbirine
bağladığımızda, sanatçıların bize sunduğu yapıtları incelediğimizde, esin
kaynağı olduğu bütün sanat eserlerini değerlendirmeye aldığımızda, ve ayrıca
bütün bunlara vesile olduğu bütün hidayet ve yardımları eklenirse Meryem'in
oluşturduğu esrar hakkında kendimize soru sormamamız mı gerekir? Bu esrar henüz
bize bütün sırla rını söylemedi ve bir yanı sonsuza dek bir gizem olarak
kalacak. Bu esrara yol açan da onun dokunulmaz bir yanının olması, özel olması,
görünülmez olması. Geleneğimiz gereği ve onun yönlendirmeleri sonucunda, bu
gizemi Meryem'in kadınlık kimliğinde aramak yerine daha çok onun annelik
rolüyle karıştırdılar.
"Esrar"ın veya mistik olayın bulunduğu yer Meryem'in kadın
olmasında mevcut. Ancak ne bizim kültürümüzde ne de zamanla açıklanacak bir
sır bu. Çünkü kadın varlığının anlığının bir parçası oldu o sır. Söz konusu
varlığa, bulunduğumuz usçul sözlü ve mantıklı yaklaşımlar dışında başka
yaklaşımlarda da bulunabiliriz. Tabii bu varlığa şiddet, aşağılama, bilisizlik
ve unutkanlıkla değil, örneğin sanat-şiir- şarkı aracılıyla yaklaşabiliriz.
Bunun yanı sıra, narsist kibirden ve kapanmadan uzak kalmış, kendi kendimizi
sevme ve murakabeye dalma davranışları aracılığıyla o varlığa yaklaşabiliriz.
Bu varlık sessizlikte de hissedilir. Bizim ve Meryem'in
sessizliğinde. Huzur içinde kendine dönme ve orada kalıp bir bütünlük
oluşturmaya yarayan bir sessizlik. Henüz gerçekleşmemiş bir geleceğin o
bütünlükte doğup filizlenebileceği bir sessizlik. Hâlâ beklemekte olduğumuz bir
sessizlik. Bir kadının varlığının bedenleş- mesi. Geçmiş, şimdiki zaman ve
geleceğin arasında bir zaman köprüsü olabilecek bir
kadın - tinsel bekaretiyle bütün kültürler arasında mekân köprüsü
olabilecek bir kadının bekleyişi bu. hiçbir şeye ve hiç kimseye indirgenemez,
yaşayan ve özgür bir nefsi/nefesi esirgeyen bir kadın.
O bir bilge... O bir kadın bilge... O, okurla bir iç ses gibi
mırmır konuşan, küçük hacimli metinlerini kafamızda ciltlerce büyüten bir
bilge... O, felsefe psikoloji, din ve hatta yoga; el attığı alan ne olursa
olsun, bakışlarını onlardaki cinsiyet ilişkilerine çeviren ve dahası onlara
kadınlığı/nı dahil eden bir bilge... Batının kültürel kodlarındaki erilliği her
fırsatta sorgulayan bir kadın bilge... Okurlar Luce Irigaray’ı Türkçede ilk
olarak Yeni Enerji Kültürü adlı kitabıyla tanıdı, sevdi. Meryem 'in
Esrarı nA^ bu kez Hıristiyanlığı, Hıristiyanlığın Meryem’e bakışındaki eril
tavrı tavrı sorguluyor Irigaray. Meryem’i sadece Oğul’u meydana getirmenin bir
vasıtası olmaktan ibaret gören, onu kilise ayinlerinin kuytu köşelerinde
unutulmaya mahkûm eden, onun kadınlığını ve anneliğini yadsıyan/bastıran
gelenekselleşmiş erkek egemen Hıristiyan tavrını mercek altına alıyor.
“Meryem’in sükûneti olumsuz bir şekilde yorumlanıyor,” diyor Irigaray,
Hades’le zorla evlendirildikten sonra dudaklarını bir daha asla bitiştiremeyen
Persephone’den bahsetmeden hemen önce,”bu olumsuz yorumların kaynağı,
erkeklerin baskın olduğu Batılı değerler. Fakat Meryem’in sessizliğini farklı
bir şekilde anlayabiliriz. Bu sessizliğin nedeni, kendi mahremiyetini ifşa
etmemek, kendisine olan sevgisini korumak olabilir. Bunları, başkalarına ait
olan sözlerde kaybetmemek için susmuş olabilir.
[*] Sahn: Kilisenin arkalara
düşen kuytu bölümü. -ç.n.
[†]
Lourdes: Güney Fransa'da, Orta Pireneler'de, İspanya sınırına yakın bir şehir.
Kato- likler için önemli bir hac merkezi. Buradaki kutsal suyun şifalı olduğuna
inanılır. -y.n.
[‡] Luce lrigaray'ın
kullandığı s'incarner, in- carnation tabirleri, Yeni Enerji Kültürü
adlı kitabındaki gibi, "vücut bulma" veya "bedenleşme"
ifadeleriyle karşılandı. -y.n.
[§] ilahilerin ilahileri:
(Fr. Cantique des Canti- ques") Hıristiyanlıkta kutsal yazı.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar
Yorum Gönder