[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] ELLİNCİ KISMI
Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla
YETMİŞİNCİ
BÖLÜM
Zekâtın Sırları
Namazın
kardeşidir zekât, kıyaslama!
Bunda ve ondaki nas aynıdır
Varlığı sekiz üzerine kuruldu (zekât sekiz sınıfa
verilir), bunun ı ' ' '
Taksimde, istiva Arş’ını
taşıdı.
Bu nedenle dince sekiz gruba
taksim edildi.
O ise, (Arş üstüne) istiva edenin hükmüdür
Kitap
onların adını ve özelliklerini zikretti .
Onların yüce makamını da
ihtiva etti
Malları ve zatları zekâtla
temizlendi
Sancağı tutanın namazıyla
öne geçti
Ki o, yaratıkların en
hayırlısı olan Muhammed’dir
Kendi türünde; o bütün
yaratıklardan üstündür
O’nun inayetinden sevgiye
mazhar oldu
Artık,
düşmanlıktan, özlemden ve sevgiden şikayet etmez.
Allah Teâlâ,
kullarına (zekâtı) emrederken şöyle der: ‘Namaz kılın, zekât verin, Allah Teâlâ’ya karz-ı hasen (iyi borç)
verin:3'7 Burada karz, gönüllü sadaka demektir. Böylece ayette,
gönüllü sadaka emredildiği gibi zekât vermek de geçmiştir. Bunlar arasındaki fark
şudur: Zekât zaman, nisap miktarı
1
ve kendilerine zekât verilecek türlerle sınırlıyken gönüllü
sadakanın böyle bir şartı yoktur. Bazen zekât, sadakaya (karz) dahil olabilir. Allah
Teâlâ adeta şöyle der: ‘Zekâtı Allah Teâlâ’ya bir borç olarak veriniz ki, sizin
adınıza onu artırsın.’ Bu durum, güvenilir bir rivayette Allah Teâlâ’nın,
‘Acıktım, beni doyurmadın’ demesine benzer. Kul Allah Teâlâ’ya, ‘Sen âlemlerin
Rabbiyken, ben seni nasıl doyurabilirim?’ der. Allah Teâlâ ise, ‘Falan kulum
senden yemek istedi, ona yemek vermedin, şayet verseydin onu benim yanımda
bulurdun’ der. Bu rivayet, meşhur ve güvenilir bir rivayettir. Zekât kısmına
girmeyen sadaka (karz), ne kendiliğinde, ne zamanda ne de herhangi bir sınıfla
sınırlı olmayandır.
Dince belirlenmiş zekât ve sadaka, eş anlamlı iki sözdür. Allah
Teâlâ şöyle, der: ‘Onlarm mallarından kendilerini
temizleyen ve arındıran sadaka ai:3is Başka bir ayette ise, ‘Sadakalar
yoksullar içindir’319 denilir ve onları ‘sadaka’ diye isimlendirir. Öyleyse
verilmesi zorunlu olan, zekât ve sadaka olarak isimlendirilmişken zorunlu
olmayan ise, ‘gönüllü sadaka’ diye isimlendirilerek dini anlamıyla ‘zekât’ diye
isimlendirilmemiştir. Başka bir ifadeyle artış, bereket, temizleme gibi
anlamlar kendisinde bulunsa bile, şeriat bu lafzı kendisine vermemiştir.
Güvenilir bir rivayete göre bir bedevi, Peygambere bir elçisinin mallarında
sadaka hakkı bulunduğunu söylediğini aktarmış. Bunun üzerine Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle demiş: ‘Doğru söylemiş!’ Bedevi başka bir
yükümlülüğüm var mı diye sorunca Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem,
gönüllü verdiğinin dışında yoktur demiştir. Bu nedenle farzın dışında kalan
‘gönüllü sadaka’ diye isimlendirilmiştir. Burada Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem, ‘Allah Teâlâ onu size farz kılmamıştır’ demiştir. ‘Kim bir iyilik
yaparsa, o kendisine aittir.’ Bunun için Allah Teâlâ zekâttan sonra, ‘Allah
Teâlâ’ya borç veriniz’320 ve ‘kendiniz
için hangi hayrı gönderirseniz, Allah Teâlâ katında onu bulursunuz’32' buyurur.
Hayır, sadaka
vb. gibi Allah Teâlâ’ya yaklaştıran bütün davranışlardır. Fakat yine de mala
‘hayır’ adı verilmiş ve Allah Teâlâ şöyle demiştir: ‘İnsana
bir hayır ulaştığında...’322 Yani insan, bu özellikte yaratılmıştır. Bu durumu, ‘nefsinin
cimriliğinden korkan kişi’323 ayeti destekler. Öyleyse, nefis malı sevmek ve biriktirmek
özelliğinde yaratılmıştır. Allah Teâlâ şöyle der: cİnsan
hayrı sevmede çok şiddetledir.’324
Burada da, hayır derken mal kastedilir. Bu nedenle malda cömerdik,
(yaratılıştan gelen) bir ‘huy’ değil, ‘ahlaldanma’ (hulk değil tahalluk)
sayılmıştır. Bu nedenle, zekâtı ‘sadaka (güç, çetin)’ diye isimlendirdi. Başka
bir ifadeyle, zekât verirken nefs doğasının dışına-çıktığı için, zekât vermek
nefse ağır bir yükümlülük gelir. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in diliyle Allah Teâlâ zekâtı nefislere sevdirmiştir. ‘Sadaka Rahman’ın
eline düşer. Aranızdan biri malını artırdığı gibi Allah Teâlâ da onu
berekedendirir.’ Bunun iki nedeni vardır: Birincisi, zekâtı alan kimsenin
sadakayı verenden değil, Rahman’ın elinden almasını sağlamaktır. Çünkü Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Sadaka alıcının eline düşmezden önce,
Rahman’m eline düşer.’ Bu durumda sadaka alan ldşi, sadaka verene değil, Allah
Teâlâ’ya ait minnet duyar. Çünkü Allah Teâlâ, zekât verenden ‘borç
istemiştir.’ Sadakayı alan ise, bu borcu istemede Hakk’ın tercümanıdır.
Dolayısıyla (bu hadise) inandığında, sadaka alan kişi veren karşısında mahcup
olmayacağı gibi onun kendisine bir iyiliğinin olduğunu da düşünmez. Çünkü
insan sadakayı, onun adına bereketlendirmek için borç isteyen Allah Teâlâ’ya
verir. İşte bu, ilahi gayretin ve ilahi ihsanın bir yönüdür. Diğer neden ise,
sadakayı alan kişinin sadakanın kendisi için berekedeneceği ve artacağı bir
yere verildiğini öğrenmesini sağlamaktır. Bütün bunlar, insanın sadaka verirken
cömert davranmasını ve nefsinin cimriliğinden sakınmasını sağlar.
İnsan
yaratılışının gereği olarak ticarette kazanç arar ve malının berekedenmesini
ister. Bu nedenle, Allah Teâlâ’nın sadakaları bereketlendireceği
bildirilmiştir. Bunun amacı, zekât olması bakımından (verdiği mala karşılık)
bedel, artış ve berekedenme nedeniyle insanın malını verirken doğasından gelen,
hırsı korumasını sağlamaktır. Nitekim insanın mal toplaması ve cimriliği de yaratılışındaki
hırsından kaynaklanır. Allah Teâlâ yaratılmış olduğu özellikten kendisini
çıkarmayarak, kuluna şefkat gösterir. Tacirin can ve malı telef edecek
tehlikeli yerlere yolculuk ettiği; daha çok kazanmak, malını çoğaltmak ve
artırmak için elindeki malını verdiği görülür. Üstelik bunu yaparken mududur. Allah
Teâlâ ise, ondan bütün karşılığında borç almayı ister. Çünkü onun malının üçte
biri ya da yarımı karşılığında borç verdiğini bilir. Kulun verdiği borcun katı
kadar almakla sevinmesi daha fazla ve daha büyüle olur.
Allah Teâlâ’nın
verdiği bu bilginin ardından ve malın artışıyla ilgili nefsin yaratılış
özelliğine rağmen, sadaka verirken cimri davranmak belirttiğimiz konuda iman
azlığına kanıttır. Çünkü insan Rabbine karşı kesin inanç sahibi olsaydı ve
kulundan borç almada verdiği haberi doğrulasaydı, doğal olarak sadaka vermeye
koşardı, dünyada peşin veya gecikmeli kazançlar için koştuğu gibi. Söz gelişi
insan birine malının yarısı ya da üçte biri karşılığında borç verir, borcu alan
kişi başka bir şehre yolculuk yapar, iki sene kaybolur ve bu esnada malı teslim
etmesi ya da yok olması ya da herhangi bir artış olmaması mümkündür. Mal telef
olduğunda, borcu alanın bir sorumluluğu olmaz. Bu ihtimallere rağmen, insanın
gözü körelir ve malını vererek gerçekleşmesi kesin olmayan bir neticeyi
beklemeye koyulur. Gecikme, erteleme ve verip vermeme ihtimaline rağmen gönlü
hoştur. Böyle bir insana ‘Allah Teâlâ’ya borç ver, o borcu ahirette üçte biri
ya da yarısı olarak değil, bütün kazanç ve sermaye sana ait olmak üzere kat be
kat alırsın’ denildiğifide ise pek az sabreder. Bu durumda nefs direnir ve
sadece az bir şey verebilir. Halbuki bütün bunların gerçekleşeceğinden de
(güya) eminsin! İşte bu, yaratılışın kabullenemediği bir konuda imanın nefse
hakim olamayışı değil de nedir? Halbuki daha önce ifade ettiğimiz gibi, başka
gönül hoşluğuyla borç verebilir. Halbuki ölüm ona ayakkabının bağından daha
yalcındır. Bilal şöyle der:
Herkes ailesi içinde sabahlar . .
Ölüm ise ona ayakkabı bağından daha yakındır.
Bu nedenle Allah
Teâlâ onu sadaka diye isimlendirdi. Başka bir ifadeyle o, nefse ağır gelir.
Araplar Rumh-ı sadk [sağlam, sert ok] derler. Anlamı, sağlam, güçlü ve kuvvedi
olmak demektir. Başka, bir ifadeyle nefs bu malı Allah Teâlâ için elinden
çıkardığında bir sıkıntı ve güçlük duyar. Nitekim Salebe b. Hâtib böyle
demişti.
DESTEKLEYİCİ
VASIL
Allah Teâlâ Salebe b. Hâtib hakkında şöyle der: ‘Onlardan bazıları, kendilerine ihsanından verdiğinde
sadaka vereceklerini ve salihlerden olacaklarına söz vermişti.™5 Onun ‘Allah Teâlâ dilerse’ dediği
bildirilmemiştir. Şayet ‘Allah Teâlâ dilerse’ deseydi, hiç kuşkusuz onu
yapardı. Sonra Allah Teâlâ onun hakkında şöyle demiştir: ‘Ona ihsanından verdiğinde, cimrilik yapar ve yüz çevirir.'326 Nitekim Allah Teâlâ
zekâtı farz kıldığında Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin elçisi,
sürüsünün zekâtını istemek için Salebe’ye gelmiş, o ise cbu cizyenin
küçük kardeşidir’ diyerek malını vermekten imtina etmiştir. Bunun üzerine Allah
Teâlâ onun hakkında söylediklerini bize bildirmiştir. ‘Onların kalplerine yaptıkları nedeniyle kıyamet gününe
kadar nifak koymuştur.’327
Allah Teâlâ’nın
hakkında indirdiği ayet Salebe’ye ulaştığında, zekâtını Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve selleme getirmiş, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise, onun
zekâtını almamış, vefat edinceye kadar onun sadakasını kabul etmemiştir.
Sadakasını kabul etmekten imtina etmesinin nedeni ise, Allah Teâlâ’nın
Salebe’nin Peygamberin huzuruna ‘münafık olarak’ geldiğini bildirmesiydi. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem onun sadakasını alsaydı, bu sadakayla kendisini
temizler, arındırır ve Allah Teâlâ’nın emrettiği gibi şefaat ederdi. Allah
Teâlâ, peygamberin ‘salatmın (şefaat)’ sadaka verenler için bir huzur ve
dinginlik olduğunu bildirmiştir. Bütün bunlar, iki yüzlülük ye iki yüzlü
insanın Allah Teâlâ’nın katında karşılaşacağı şeylerle çelişen hususlardır. Bu
şardardan dolayı Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, Allah Teâlâ’nın
kendisi hakkında söylediklerinden sonra, onun getirdiği sadakayı alamazdı.
Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin ölümünden sonra Salebe’nin getirdiği sadakayı Hz.
Ebu Bekir ve Ömer de kabul etmemişti. Osman b. Affan halifelik görevini
üsdendiğinde Salebe zekâtını ona getirmiş, Hz. Osman da ‘zekât sınıfların bir
hakkı’ olarak yorumlayarak, almıştır; söz konusu sınıflar için Allah Teâlâ bu
miktarı maldaki bir Hakk olarak belirlemişti. Osman’ın bu davranışı tenkit
edildiği konulardan biriydi. Halbuki içtihadından dolayı bir müçtehit
eleştirilmemelidir, çünkü şeriat, müçtehidin hükmünü onaylamıştır. Allah
Teâlâ’nın peygamberi ise, herhangi bir görevlisini o şahıstan sadaka almaktan
engellememiştir. İlahi emir, zekât verilmesini bildirmiştir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin böyle bir durumdaki tavrı, başkasının verdiği
hükümden ayrıdır. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ya genel olarak
peygamberliğin ya da kendisinin peygamberliğinin gerektirdiği özel bir nitelik
nedeniyle başkasma ait olmayan bir takım durumlara tahsis edilmişti. Allah
Teâlâ sadakayı almayla ilgili olarak peygamberine ‘o
sayede kendilerini temizler ve arındırırsın5318 demiş, ‘sadakayla arınır ve temizlenirler’ dememişti.
Dolayısıyla, bu durum Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin özel
niteliklerinden biridir. O, ümmetine karşı şefkadi ve merhametlidir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem zekâtını almasının onu temizleyeceğini ve
arındıracağını bilmeseydi -halbuki Allah Teâlâ Salebe b. Hâtib’in ona münafık
olarak geldiğini bildirmiştionun sadakasını almaktan imtina etmezdi. Demek ki
Peygamber, Allah Teâlâ’ya karşı saygısından dolayı zekâtı almaktan çekinmişti.
Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem bir insanın zekâtını almadığı için, dileyen kişi
zekâtını almayabilir. Buna örnek olarak, Hz. Ebu Bekir ve Ömer’i verebiliriz.
Osman gibi, dileyen ise zekâtı vermeyle ilgili Allah Teâlâ’nın genel emrinden
dolayı bundan imtina etmeyebilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemden
başkası, verdiği zekâda zekât veren kişiyi temizleyemez ve arındıramaz. Halife
zekât meselesinde zekâtın kendisi için belirlendiği sınıfların vekilidir. Başka
bir ifadeyle halife, zekâtı Hakk eden sınıfların vekilidir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem sakındığı ve çekingen kaldığı herhangi bir konuda
bir kimseyi yasaklamamış ya da ona emir vermemiştir. O halde içtihat
geçerlidir ve her müçtehit içtihadının kaynağı olan delili dikkate alır.
Dolayısıyla herhangi bir müçtehidi yanlış yapmalda suçlayan kişi, onun hakkım
teslim etmemiş demektir, çünkü içtihadında hata eden de doğru yapan da -bizzat
olmasa bilebirdir.
VASIL
Bilmelisin ki Allah
Teâlâ, ‘Gümüş ve altını biriktirip onu Allah
Teâlâ yolunda harcamayanları acı bir azapla müjdele”29 demiştir. Bu ayet, Allah Teâlâ’nın mallarında kullarına
farz kıldığı zekâtın farz olmasından önceydi. Dolayısıyla Allah Teâlâ mümin
kullarına zekâtı farz kıldığında, onun sayesinde mallarını temizlemiş, zekâtı
vermekle veren kişiden cimri ismi düşmüştü. Çünkü Allah Teâlâ zekâtın
kendisinden dolayı farz kılındığı kişi hakkında şöyle demiştir: ‘Allah
Teâlâ ihsanından verdiğinde cimrilik yapar ve gerisin geriye dönerler:330 Böylece onları Allah Teâlâ’nın hükmünü kabul etmemekle
nitelemiştir. Allah Teâlâ, mallarında kendilerine farz kıldığı şeyi
vermedikleri için onları cimri diye nitelemiştir. Sonra, ‘acı azabı’ hali hazırda
içinde bulundukları durum diye yorumlayarak şöyle buyurur: ‘O gün
cehennem ateşine atılırlar. Derileri onunla tutuşturulur:331 Zengin, kendisine gelen dilenciyi gördüğünde, malından
isteyeceğini bildiği için kaşlarını çatar. ‘Alnı buruşur.’ Dilenci, onun zekât
vermek istemediğini yüzünden anlar. Sonra, zekât istenilen kişi dilencinin
isteğini anlamazlıktan gelir, ona sırtını döner, onun farkında değilmiş gibi
davranır. ‘Ona sırtını döner.’ Dilencinin açık bir şekilde kendisine
yöneldiğini anladığında, sırtını ona verir ve döner. Allah Teâlâ bu durumu
‘sutlarını dönerler’ ayetiyle dile getirir. İşte zekât vermeyenlerin, başka bir
ifadeyle altın ve gümüşün zekâtını vermeyenlerin durumu budur. Koyun, inek ve
deve zekâtını vermeyenlerin durumu ise, bir rivayete geçtiği gibi, farklıdır:
‘Onlar için bir çukur kazılır. Çukur onları içine çekip alır, ağızlarıyla
onları tutar.’ Bu nedenle Allah Teâlâ zekât vermeyenlerin cezasından söz
ederken ‘alınları’, ‘sırtları’, ‘yanları’ gibi hususları dile getirmiştir. Neyi
kastettiğini en iyi bilen Allah Teâlâ’dır.
Daha önce ifade
ettiğimiz gibi, Allah Teâlâ zekâtı mallan temizlesin diye emretti. Zekât,
bilgisiz gafillere ağır gelir, çünkü onlar, Allah Teâlâ’nın bu sınıflar için
belirlediği malın kendi mülkleri olup verdikleri kısmın kendi malları olduğuna
inanmış, (zekât alıcıları için) belirlenmiş bu miktarın onlara ait olmayıp
-onların mallarından değilmallarındaki bir Hakk olduğunu anlamamışlardır.
Dolayısıyla zenginlerden istenen şey, sadece o payı mallarından çıkarmaktır.
Onu ayırdıklarında ise, verdikleri kısmın kendi mallarından olmayıp sadece
kendi mallarına katılmış olduğunu anlarlar. İşin gerçeği budur.
Zekât
vermeyenler, sahip oldukları her şeyin kendi mallan ve mülkleri olduğuna
inanır. Allah Teâlâ ise, bir topluluğun onların mallarında ödenmesi gereken
haklarının bulunduğunu bildirmiştir. Bu durum, mallara ortaklık anlamı taşıdığı
için, zenginlerin nefislerine ağır geldi. Çünkü başkalarının onlarm malında bir
payının bulunmasının borç ya da alışveriş gibi kabul edebilecekleri görünür bir
sebebi yoktu. Allah Teâlâ sadece verdilderi malın ahirette kendi adlarına bir
ödül olarak saklanacağını bildirmişti.
Allah Teâlâ,
nefislerinin yaratılışındaki özelliği bildiği için, bu ölçüdeki malı onlarm
elinden çıkardı. Hatta bütün malları ellerinden çıkarmış ve şöyle demiştir:
‘Sizi kendisinde halife yaptığı şeylerden infak ediniz mı Yani, malda size ait olan kısım, kendisinden infak
yaptığınız kısımdır. İnfak ise, o malda tasarruf etmenizdir. Bu durum,
vekillerin tasarrufuna benzer. Mal ise Allah Teâlâ’nındır. Sahip olmadığinız
bir şey ile cimrilik yapıyorsunuz. Çünkü siz malda sadece vekilsiniz ve
mülkiyetinizde bulunan şeylerin eminlerisiniz. Böylece Allah Teâlâ, malda
halife olduklarına kullarının dikkatini çekmiştir. Bunun nedeni, kendilerine
bir merhamet olarak, sadakaları kolay vermelerini sağlamaktır. Allah Teâlâ
adeta şöyle der: ‘Size halifesi olduğunuz mallardan infak etmenizi
emrettiğimiz gibi aranızdaki elçi ve vekillerimize de ‘zekât5 diye
isimlendirdiğimiz ve hayrı size dönecek belli bir miktarı bu mallardan
almalarını emrettik. Vekillerimiz, zekât alırken size ait mallarda tasarruf
etmemiştir. Onlar, sizin halife olduğunuz mallarda tasarruf etmiştir. Nitekim
size de, sadece ‘infak5 konusunda tasarruf yetkisi verdik. O halde,
zekât vermek size niçin güç gelmektedir?5 Şu halde mümin, malı
olmayan kimse demektir: Dünyada ve ahirette bütün mal ona aittir.
Bir sadaka oluşu
yönünden zekâtın nefse ağır geldiğini belirtmiştik. İnsan, sadakayı malından
çıkardığında alacağı ödül ve ecir kadanır. Çünkü bu durumda hem meşakkat sevabı
ve hem de malı çıkarma sevabı kazanır. Meşakkat çekmeksizin zekâtını malından
çıkarması ise, önceki mükâfatından kıyaslanamayacak ve belirlenemeyecek ölçüde
daha çoktur. Benzer bir şekilde, Kur'an-ı Kerim5i iyi okuyan
kişinin saygın yazıcı meleklere katılacağı, zorlanarak okuyanın ise kat kat
ücret alacağı bildirilir. Bunun nedeni, Kur'an-ı Kerim5i öğrenmek ve
bu uğurda çalışırken karşılaştığı güçlüklerdir. Dolayısıyla, bir yandan çektiği
meşakkatin ödülünü diğer yandan ise okumanın ödülünü alır.
Zekât, temizleme
ve takdis anlamına gelir. Allah Teâlâ zekât verenden cimrilik ve hasislik adını
düşürdüğü için artik bu iki özelliğin onda bir hükmü kalmaz. Bunun yanı sıra,
içerdiği artış ve bereket nedeniyle de ‘zekât5 diye isimlendirilir,
çünkü Allah Teâlâ onu bereketlendirir. Nitekim Allah Teâlâ ‘sadakaları
bereketlendirir5333 buyurur.
Böylece verilen sadakalar artar. Öyleyse, bereketlenme anlamı kendisinde
bulunduğu için sadakaya ‘zekât5 denildi. Çünkü zekât, malın
bereketlenmesini, nefsin temizliğini, Allah Teâlâ5ın dininde direnç
göstermeyi sağlar. Bu niteliklerin verildiği kimseye ise, pek çok iyilik
verilmiştir. .
‘O’na
iyi bir borç verirseniz5334
ayetine gelirsek, bir ameldeki güzellik (ya da onu güzel yapmak), Allah Teâlâ5ı
onda görmek demektir. Amelde Allah Teâlâ5! görmek ve müşahede etmek
ise, ihsanın bir gereğidir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, kendisine
ihsanın ne olduğunu soran Cebrail'e ihsanı böyle yorumlamıştı. İhsan, malın Allah
Teâlâ’nın malı olduğunu; senin sahipliğinin ise
Allah Teâlâ’nın
seni sahip kılması demek olduğunu bilmendir. Seni mal sahibi yaptıktan sonra Allah
Teâlâ, lütuflarında ‘borçlanma kapısı’na gelir ve şöyle der: ‘Bu malda senden
borç istediğimi unutma. Çünkü biliyorsun ki, rhal senin değil, benim malimdir.
Öyleyse, kendi malında keyfince tasarruf ettiğini gördüğün bir insanın
davranışı sana güç ve ağır gelmediği gibi seni kendisine vekil yaptığım maldan
istemem de sana güç ve ağır gelmesin^ Çünkü biliyorsun ki, dilediğim kullara
vermek için senden sadece seni emini yaptığım malımı istiyorum. Bu miktardaki
zekâtı sana vermemiştim, bilakis onu sana emaneten vermiştim; Emin kişiye ise,
emaneti sahibine ulaştırmak ağır gelmez. Emanetin sahibinin elçisi ve vekili
olan sadaka memuru geldiğinde, gönül hoşluğuyla emaneti teslim et! Ayette
geçen‘güzel borç’budur.
Çünkü ihsan, Allah
Teâlâ’yı görüyormuş gibi O’nâ ibadet etmek demektir. İhsan Allah Teâlâ’yı
gördüğünde, malın O’nun malı, kulun O’nun kulu olduğunu; tasarrufun da O’na
ait olup bu konuda hiç kimsenin Allah Teâlâ’yı zorlayamayacağını anlar. Verilen
zekât ve sadakalardan Allah Teâlâ’ya herhangi bir yararın dönmeyeceğini de
anlarsın. Vermediğinde ise, Allah Teâlâ bundan bir zarar görmez ve hepsi (kar
veya zarar) sana döner. Öyleyse, kendin hakkında en güzelini seç ki, kendine
ihsanda bulunasın! İhsan sahibi olduğunda ise, nefsinin cimrilik ve
hasisliğinden sakınmış olursun. Bu davranış, senin için ihsan ve takvayı bir
araya getirir, böylece Allah Teâlâ seninle beraber olur. Çünkü Allah Teâlâ
takva ve ihsan sahipleriyle beraberdir. Zekâtını vermekle nefsinin
cimriliğinden korunan kişi takva sahiplerinden olduğu gibi, ‘Beni görürcesine
ibadet eden kişi de ihsan sahiplerindendir.’ Kulumun kendisini bana ait bir
malda tasarruf etmekle sorumlu tuttuğumu bilip verdiği sadakanın yararının bir
iyilik ve lütuf olarak kendisine döneceğini anlaması, beni görmesinin
delilidir. Bununla beraber, bu konuda en güzel övgü kendisine aittir ! Allah
Teâlâ, büyüle ihsan sahibidir.
AÇIKLAMA
VASLI
Bilmelisin ki, Allah
Teâlâ zekâtı mallara farz kılmış, yani onu mallardan
bir hisse olarak belirlemiştir. Mal sahibine şöyle der; ‘Malından farz olarak
belirlediğim bu kısım sana ait değildir. Sen o mal üzerinde bir emanetçisin.’
Dolayısıyla mal sahibi zekâta sahip olamaz. Ardından Allah Teâlâ canlarımızı
da. mallarımızla aynı konuma indirmiş, onlarda da mallardaki gibi bir zekât
belirlemiştir. Başka bir ifadeyle, malların zekâtını vermeyi emrettiği gibi,
canlarımız hakkında da bize şöyle demiştir: ‘Onu tezkiye
eden kurtuluşa ermiştir.’335 Nitekim
malının zekâtını veren kişi de kurtuluşa ermişti. Öte yandan Allah Teâlâ,
nefisleri alışverişte mallara katmış ve şöyle demiştir: ‘Allah
Teâlâ müminlerden canlarını ve mallarını satın almıştır.’336 Burada
alışverişin konusu, nefisler ve mallardır. Bu ayette, fikhî bir konu vardır.
Aynı şekilde, Allah Teâlâ zekâtı mallara ve nefislere yerleştirmiştir.
Malların zekâtı, -Allah Teâlâ izin verirsebu bölümde ayrıntılı olarak zikredeceğimiz
üzere bilinen bir şeydir.
Nefislerin zekâtını ise, -Allah Teâlâ
izin verirsekısmen açıklayacağım. Bu açıklama, daha önce ifade etmiş olduğumuz
gibi, zekâtın can ve mal sahibinin hakkı olmayıp Allah Teâlâ’nın mal ve
nefisteki bir hakkı olduğu ilkesine göre yapılacaktır. Bu bağlamda neyin nefse
ait olduğuna baktık: Nefse ait kısımda zekât yükümlülüğü yoktur. Nefiste Allah
Teâlâ’nın hakkı olan şey ise, zekâtla yükümlüdür. Nefsin sahibi, kurtüluşa
erenlerden olmak için, söz konusu hakkı nefsinden Allah Teâlâ’ya verir. Allah
Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onu tezkiye eden kişi, kurtuluşa
ermiştir.’337 Başka bir
ayette ise, ‘Nefsinin cimriliğinden korunan kişi,
hiç kuşkusuz kurtuluşa ermiştir,33S buyrulur.
Mahiyeti yönünden nefsin hakikatine
baktığımızda, onun özü gereği ‘mümkün’ olduğu yargısını veririz. Bu yönden
nefs üzerinde bir zekât sorumluluğu yoktur. Çünkü Allah Teâlâ’nın imkân
alanında herhangi bir hakkı yoktur. Böyle bir şeyden Allah Teâlâ münezzeh ve
yücedir. Allah Teâlâ, herhangi bir şekilde mümkün olmaksızın, özü gereği
varlığı zorunlu olandır. Bu nefsin varlık ile nitelendiğini gördük ve şöyle
sorduk: Nefs kendisiyle nitelendiği bu varlıkla özü gereği mi nitelenmiştir,
yoksa nitelenmemiştir? Onun varlığının zatının aynı olmadığını ve özü gereği varlıkla
nitelenmediğini gördük. Bu kez, bu varlığın kime ait olduğuna baktık ve onun Allah
Teâlâ’ya ait olduğunu gördük. Bu durum, bir insanın malında zekât diye
isimlendirilen belirli bir miktarın o kişinin malı değil, o kişiye verilmiş
bir emanet olmasına benzer. Nefsin kendisiyle nitelendiği varlık da -nefse ait
değilonu var eden Allah Teâlâ’ya aittir. Öyleyse, varlık nefse değil, Allah
Teâlâ’ya ait olduğu gibi o, nefsin değil Allah Teâlâ’nın varlığıdır. Bu
nedenle nefse şöyle dedik: ‘Kendisiyle nitelendiğin bu varlık sana ait
değildir. O, Allah Teâlâ’nındır ve Allah Teâlâ onu sana sadece giydirmiştir.
Sen de onu Allah Teâlâ adına çıkar ve sahibine izafe et. Sen ise, sürekli
olarak bulunduğun imkân halinde kal. Çünkü varlığı Allah Teâlâ’ya izafe etmekle,
sana ait hiçbir şey eksilmez. Bunu yaptığında ise, Allah Teâlâ’nın katında
bilginlerin sevabını elde eder ve Allah Teâlâ’dan başka kimsenin değerini
takdir edemeyeceği bir mertebeye ulaşırsın. Bu mertebe, ‘beka’ demek olan
kurtuluştur. Böylece Allah Teâlâ bu varlığı senin adına baki kılar, onu senden
hiçbir zaman almaz.
İşte bu, ‘Nefsi
tezkiye eden (zekâtını veren, arındıran) kurtuluşa ermiştir™9 ayetinin anlamıdır. Kurtuluşa
ermiştir, yani Allah Teâlâ onu mevcut olarak balei kılmıştır. ‘Onu arındıran’
ifadesi ise, kötülükten arındıran demektir. Başka bir ifadeyle, varlığının Allah
Teâlâ’ya ait olduğunu bilen kimse için Allah Teâlâ bu elbiseyi baki lalar. O
da, sürekli olarak nimedenerek bu elbiseyle süslenir. Bu beka, Allah Teâlâ’nın
bekasıyla irtibatlı özel bir bekadır. Çünkü nefsini kirleten bedbaht da
bakidir. Fakat o, Allah Teâlâ’nın bekasıyla değil, baki kılmasıyla bakidir.
Cehennemlik olan müşrik, koştuğu ortak nedeniyle varlığını bütünüyle Allah
Teâlâ’ya tahsis ettiğini göremez. Allah Teâlâ’nın niteliklerini işlevsiz
sayanlar da bırakanlarda böyledir.
Bunu şunun için söyledik: Bilgisiz
insanlar zannetmesin Ki, Allah Teâlâ kendisine ortak koşana ve niteliklerini
işlevsiz sayana varlığı sürekli verecektir. Böylece, Allah Teâlâ’nın kurtuluşa
erenlerin varlığını sürekli etmesiyle cehennemliklerin varlığını sürekli
etmesinin aynı tarz olmadığını açıklamış olduk. Bü nedenle, Allah Teâlâ
cehennemlikleri ‘orada ne ölür ne dirilirler’ durumuyla nitelemiştir. Mudularm
özelliği ise bunun tersidir. Çünkü onlar, sürekli hayat içindedirler. Öyleyse, Allah
Teâlâ’nın bekasıyla baki olup Allah Teâlâ’nın varlığıyla mevcut olan ile -Allah
Teâlâ’nın bekasıyla değilbaki kılmasıyla baki olan ve -varlığıyla değilvar
etmesiyle mevcut olan arasında ne büyük fark vardır! İşte arifler, buna
erenlerdir. Onlar, varlığın kime layık bir nitelik olduğunu anlamışlardır.
Varhk, Haktan kazanmış oldukları şeydir. İşte ‘onu tezkiye
eden kurtuluşa ermiştir”40 ayetinin anlamı budur.
Öyleyse, zekât mallarda olduğu gibi
nefislerde ve canlarda da vacip kılınmış, mallardaki gibi canlarda da ahş veriş
gerçekleşmiştir. Bu bölümün bir kısmı, ‘rakîlc’ ve hükmünün ne olduğunu
açıklarken gelecektir. Nefis niçin rakîk ile ilişkilendirilir ve ondan zekât
düşer? Bununla beraber, rakîk hangi yönden mallara katüır. Bu konuyu -Allah
Teâlâ izin verirsebu bölüm içerisinde zikredeceğiz. Ayrıca zekât verilmesi
gereken insanların da zekât verilmesi gereken mal türlerinin sayısınca olduğunu
belirteceğiz.
FASIL
‘Nefislerinizi tezkiye etmeyin. O takva sahibi olanı daha iyi bilir5341 ayetine
gelince, şöyle deriz: Allah Teâlâ nefsini kendisine izafe eden birinin zekâtını
(ve tezkiyesini) kabul etmez. Çünkü Allah Teâlâ ‘nefislerinizi
tezkiye etmeyin’342 demiş,
onları size izafe etmiştir. Başka bir ifadeyle, nefislerinizin bana değil de
size ait olduğunu görebilirsiniz. Zekât ise benim hakkımdır, siz onun
emanetçisisiniz. Siz nefisleriniz hakkında iddiada bulunur ve size ait olan
şeyi bana verdiğinizi iddia edebilir ve sizden bana ait olmayan bir şeyi istediğimi
söyleyebilirsiniz. Halbuki gerçek böyle değildir. İşte böyle davranan kişinin
zekâtı onu temizlemez. Çünkü ben sadece bana ait olan bir şeyi istedim. İşin
sonunda bana kavuşursun ve ahiret diyarında perde açılır. O zaman zekât
vermenizi farz kıldığım nefislerinizin size mi, yoksa bana mı ait olduğunu
öğrenirsiniz. Gerçi orada bunu öğrenmeniz size bir fayda vermez. Bu nedenle Allah
Teâlâ ‘nefislerinizi tezkiye etmeyin’ demiş, kendisine ait iken onları size
izafe etmiştir.
Balcınız! Hz. İsa kendisine ait
olduğu bir yönden nefsini kendisine izafe ederken Allah Teâlâ’ya ait olduğu bir
yönden de Allah Teâlâ’ya nasıl izafe etmiş ve şöyle demiştir: ‘Sen
benim nefsimde olanı bilirsin, ben ise senin nefsinde olanı bilmem.’343 Burada
İsa, nefsi Allah Teâlâ’ya izafe etmiştir. Yani, senin nefsin ve mülkün olan
nefsimde neyin bulunduğunu bilemem. Çünkü sen onu satın aldın ve o artık benim
bir mülküm değildir. Dolayısıyla sen, onda neyi meydana getirdiğini en iyi
bilensin. Ardından nefsi kendisine izafe etmiştir. Çünkü nefis hakikati
yönünden kendisine ait iken varlığı yönünden -kendisine ait değilAllah Teâlâ’ya
aittir. Böylece, ‘Benim nefsimde olanı bilirsin’ demiştir. Bu durum, nefsin
mahiyeti yönündendir. ‘Ben ise senin nefsinde olanı bilmem,’ Bu ise, nefsin
varlığı yönündendir. Öyleyse nefis, mahiyeti've hakikati yönünden sana aittir.
Nefis tek olsa bile, hiç kuşkusuz,
ilişki ve nispetlerin farklılaşması nedeniyle izafetleri değişir. Dolayısıyla ‘nefislerinizi
tezkiye etmeyin’344 ayeti ‘nefsini
tezkiye eden, kurtuluşa ermiştir’345 ayetiyle
çelişmez. Çünkü burada nefisleriniz, ‘sizin benzerleriniz’ demektir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ‘kimseyi Allah Teâlâ karşısında tezkiye etmem’
demiştir.
Allah Teâlâ izin verirse, bu bölümde
zekâtın farzlığı, kime, neye ve ne kadar farz olduğu, ne kadardan farz olduğu,
ne zaman farz olduğu ve ne zaman farz olmadığı; kime farz olduğu, farz olduğu
kimseye ne kadar farz olduğu gibi bu meselelerin batını yorumlan da şeriatın
diliyle zahirî hükümleri ifade edildikten sonra gelecektir. Nitekim namazda da
böyle yapmıştık. Böyle yapmamızın amacı, varlığın kemale ulaşması için, zahir
ve bâtının bir araya gelmesini sağlamaktır.
Çünkü hangi sebeple ve hangi şekilde
olursa olsun, âlemde Allah Teâlâ’nın yaratmış olduğu bir suret ortaya
çıktığında, dışta yaratılmış o varlığın bir ruhu vardır. Bu ruh, söz konusu
şeyin suretine ve şekline eşlik eder. Çünkü bir melek ya da cin ya da insan ya
da hayvan ya da bitki ya da bir donuğun vekilliğiyle ortaya çıkan bu yaratma
eyleminin gerçek sahibi Allah Teâlâ’dır. Bu vekiller, görünüşte o suretin
dışta var olmasının sehepleridir. Allah Teâlâ’nın rabbani bir isminin hükmünden
kaynaklanan ilahi bir yönelişle maddi her surete manevi bir ruh bağladığını
gördük. Bu nedenle, Şari’nin bâtındaki söyleyişini ve hitabını zahirdeki
hükmüne göre adım adım dikkate aldık. Bir şeyde görünür olan yön, onun
duyusal-maddi suretiyken surette bulunan manevi-ilahi ruh ise, ‘batındaki yorum
ve değerlendirme (itibar)’ diye isimlendirdiğimiz şeydir. İtibar, ‘vadiyi
geçmek’ için söylenen ‘abertü el-vadiye’ deyişinden türetilmiştir. Bu anlam, ‘Onda
hiç kuşkusuz basiret sahipleri için ibret vardır’346 ve ‘Ey
basiret sahipleri! İbret alınız’347
ayetlerinde ifade edilir. Başka bir ifadeyle, gözlerinizle gördüğünüz suretlerin
vasıtasıyla ö suretlerin verdiği batınlarınızdaki mana ve ruhlara geçip,
onları basiretlerinizle (iç gözlerle) algılarsınız. Böylece Allah Teâlâ,
‘zahirden batına geçmeyi (itibar)’ teşvik ve emretmiştir.
Bu konu, özellikle zahirde donup
kalan kimseler olmak üzere, bilginlerin gafil olduğu bir konudur. Onlarm
bâtınî yorumdan payı, sadece şaşırmaktır. Dolayısıyla onların akıllarıyla
küçük çocukların akılları arasında hiçbir fark yoktur. Onlar, Allah Teâlâ’nın
emrettiği şekilde, hiçbir za-
man bu görünür sureti aşamamıştır. Allah
Teâlâ’dan konuşmada isabet ve bize gösterdiği ve öğrettiği şeyi doğru ifade
etme gücünü nasip etmesini istiyoruz! Bu öğrettiği gerçek keşif, müşahede ve
zevk olabilir. Çünkü kalbe gelen Hakk tam mutabık olacak şekilde keşfi ifade
edebilmek, sadece Allah Teâlâ’nın bir fedıi ve nasibidir. Nice insan vardır ki
içindekini ifadeye güç yetiremez. Nice insan vardır ki, ifadesi içindeki şeyin
doğruluğunu bozar. Başarıya erdiren Allah Teâlâ’dır. O’ndan başka Rab yoktur.
Bilmelisin Ki, Allah Teâlâ ‘Onları
bununla temizler ve arındırırsın’348 demiş„ tir. Öyleyse
zekâtın anlamı temizleme olduğuna göre, ilahi isimlerden ona ait isim,
el-Kuddûs’tür. el-Kuddûs, temiz olan demektir. Bunun yanı sıra, ilahi
isimlerden temizlik anlamı taşıyan diğer isimler de zekâtla ilgilidir. Sadaka
verirken çıkarılan mal, zekât vermekle sorumlu olan kimsenin mallarından
olmadığı gibi aynı şey nefislerin zekâtında da geçerlidir. insanın elinde o
malın bulunması bir emanettir ve sahibinden başkası onu alamaz. Bu mal başka
birinde sadece sahibine verilmek üzere emanet yoluyla bulunabilir.
Nefislere özgü ve layık bir takım
nitelikler vardır. Bunlar, mümkünün Hakk ettiği her niteliktir. İnsan,
mahiyeti yönünden mümkünün Hakk etmediği bir takım niteliklerle de
nitelenebilir. Fakat mümkün onlarla nitelendiğinde, kendiliğinden sahip olduğu
özelliklerden ayırt edilsin diye, onların gerçek sahibi Allah Teâlâ’dır.
Nitekim Hakk, kullarına tenezzül ve merhamet amacıyla, kendisini mümküne ait
özelliklerle de nitelemiştir. O halde, nefsin zekâtı Allah Teâlâ’nın ondaki
hakkını çıkarmaktır. Bu yorumla çıkarma, kendisine ait olmayan nitelilderden
nefsi temizlemek demektir. Böylece, sana ait olan kısmı (imkân) alır, O’na ait
kısmı (varlık) kendisine verirsin. Yine de hüküm, ‘Bütün
iş Allah Teâlâ’ya aittir”49 ayetinde belirtildiği gibi Allah
Teâlâ’ya aittir. Öyleyse, Allah Teâlâ’dan başka herkes, Allah Teâlâ için ve Allah
Teâlâ ile beraberdir. Çünkü sadece O’ndan meydana gelen bir şey O’na ait
olabilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Bir leavmin
kölesi, onlardandır.’ Bu nefis bir işarettir. Bu ifade (ondan), bir şeyin
yakınlığının son haddini ifade eder ki, bu yakınlık, bir şeyin adeta diğeri
olması demektir. Aynı zamanda bir şeyin diğeri, olmadığını söyleyecek şekilde,
uzaklığın son noktasını anlatır. Çünkü senden olan bir şey, sana tamlama
yapılamaz. Çünkü başkalık bulunmadığı için bir şey kendisine izafe edilemez.
İşte bu, kavuşmanın (ve bir olmanın) son derecesidir. Sana izafe edilmeyen bir
şey ise, senden değildir ki, bu da, uzaklığın son noktasıdır. Çünkü seninle
onun arısında başkalık gerçekleşmiştir. Bu meseledeki izafet (tamlama),
insanın elinin insanın parçası olması, insanın canının insandan olmasına
benzer. Çünkü insanın canlı olması, insanın zatındandır. Zatının aynıyken
‘zatının onsuz yapamayacağı bir şey’ olarak canlılık insana izafe edilir. Bu
izafeyi örnek alırsan, mümkünlerin özü gereği varlığı zorunlu ile ilişkisi
hakkında değindiğimiz hususu anlarsın. Çünkü mümkün için imkân, özü gereği
zorunludur. Dolayısıyla bu hakikat sürekli oria eşlik eder. Çünkü mümkün olmak,
bir yandan onun kendisiyken öte yandan ona izafe edilmiş bir şeydir. Böylece
kendişinden olan bir şey, ona izafe edilmiştir.
İşte bu, ‘Bütün iş Allah
Teâlâ’ya aittir’3™ ayetinin anlamıdır. Başka bir ifadeyle,
(daha önce nefse ait olan ve Allah Teâlâ’ya ait olan kısım diye yaptığımız
tasnifin ötesinde) senin nitelendiğin ve Hakk’ı nitelediğin her şey Allah
Teâlâ’ya aittir. Öyleyse, ‘sana ait olan şeyi bana ver’ ifadesinde geçen ‘şey’
edatını niçin başka türlü anlamıyorsun ki? Bu ifade, işaret yönünden
ölumsuzlama, delalet yönünden ise isim olarak anlaşılabilir. Bu yorumla, sana
ait olanı bana ver demektir. Bu ifadenin kökeni ise, ‘maliyye’den gelir. Bu
nedenle ayette ‘onların mallarından al™1 denilmiştir (mal ve ma-leke
ilişkisi). Yani, onların mallarında bulunup kendilerine ait olmayan (ma-leke,
sana ait olmayan), aksine kitabımda zikrettiğim kimselere bir sadakam olan
malı al! Allah Teâlâ böyle der. Onun şöyle dediğini görmez misin: Allah Teâlâ
bize mallarımızda zekât ya da sadaka farz kılmıştır. Burada Allah Teâlâ, mallar
kelimesini sadakanın zarfı (mallarında) yapmıştır. Zarf ise, mazruf değildir.
Öyleyse, sadaka malı senin sahip • olduğun şey değildir. Bilakis sana ait olan
şey, onun zarfıdır. Dolayısıyla Allah Teâlâ, senden sana ait olan bir şeyi
istemedi.
Nefislerdeki (can) zekât ise,
mallardaki zekâta göre daha vurguludur. Bu nedenle Allah Teâlâ satın almada
onları öne geçirip şöyle demiştir:
‘Allah Teâlâ müminlerin canlarını ve
mallarını satın aldı.’352 O halde, kul
Allah Teâlâ yolunda canını ve malını infak eder. Allah Teâlâ izin verirse,
öğreneceğin başka hususlar bu bölümde gelecektir.
Zekâtın Farz Olması
Zekât Kitap, Sünnet ve İcma ile farzdır. Bu konuda hiçbir görüş ayrılığı
yoktur.
(Meselenin batını yorumuna gelirsek)
Herkes, Allah Teâlâ’dan başka her şeyin varlığının Allah Teâlâ’ya bağlı
olduğunda görüş birliğine varmış, bu görüş birliğinden dolayı herkes
varlıklarını Allah Teâlâ’ya dayandırmıştır. Bu konuda hiç kimse arasında bir
görüş ayrılığı yoktur. İşte varlığın zekâtı hakkındaki görüş birliğinin
(batını) yorumu budur. Böylece Allah Teâlâ’ya ait olan şeyi, Allah
Teâlâ’ya bıraktık. Şu halde Allah
Teâlâ’dan başka mevcut yoktur. Bu konuda Kitaptan delile
gelince Kur'an-ı Kerim, ‘O’nun vechinden (zat) başka her şey
yok olacaktır'353 der. Vech
ise, varlıktan başka bir şey değildir. Bu ise, zatların ve varlıkların ortaya
çıkmasıdır. Sünnetten delil ise, ‘Allah Teâlâ’dan başkasının güç ve kuvveti yoktur’
ifadesidir. Zekâtın farz oluşunun akli ve dinî yorumu budur.
VASIL
Kime Zekât Verilir
Bilginler hür, akıllı yetişkin, tam nisap miktarına sahip her müslümana
zekâtın farz olduğunda görüş birliğine varmıştır. Görüş birliği konusu budur.
Bununla beraber öksüze, deliye, köleye, zimmet ehline, mülkiyeti eksik olana
farz olup olmadığı hususunda ise, görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Mülkiyetin eksikliğine örnek olarak, borcu olan ya da alacağı olan kimseyi Veya rehin malı verebiliriz.
Görüş Birliğine Varılan Şartların Yorumu
Müslüman,
istenilen şeye boyun eğen demektir. Allah Teâlâ’dan başka herkesin
varlığını Allah Teâlâ’ya dayandırmaya boyun eğdiğini söylemiştik. Onlar,
varlıklarını sadece Allah Teâlâ’dan kazanmıştır ve Allah Teâlâ sayesinde (billahi)
olmaksızın varlıkları devam edemez. Hürriyet de bunun gibidir, çünkü bu
durumdaki kişi hürdür. Başka bir ifadeyle, Allah Teâlâ’nın yaratıklarından hiç
biri onun varlığına sahip değildir. Yetişkinliğin batmî yorumu ise, Rabbinin Hakk
ettiği şeylerle Hakk etmediklerini ayırt edebilme yeteneği demektir. Kişi bunun
farkına vardığında, hiç kuşkusuz, bütün işleri Allah Teâlâ’ya havale etmesi
gereken bir sınıra ulaşmış demektir. Bu da, kendisine farz olan zekattır. Akıl
ise, nefsine ilham ettiği ya da peygamberinin diliyle gönderdiği hitabında Allah
Teâlâ’nın kendisinden istediği şeyleri bizzat Allah Teâlâ’dan anlamak demektir.
Varlığını Yaratanın varlığıyla sınırlayan kimse hiç kuşkusuz nefsini anlamış
demektir. Akıl, ‘hayvanın bağlanması’ anlamındaki ‘ikal’ kelimesinden
türetilmiştir. Gerçekte ise, ‘hayvanın bağlanması’ akıldan türetilmiştir. Çünkü
akıl, hayvanın bağlanmasından öncedir. Bir iple bağlandığında hayvanın serbest
dolaşmaktan engelleneceği ve sınırlanacağı bilinmeseydi (akl), onu ‘bağ’ diye
isimlendirmezdi.
Zekât verecek kimsenin nisap
miktarına sahip olmasına gelirsek, daha önce Müslüman olmak, hürriyet,
yetişkinlik ve akıl hakkında ifade ettiğimiz gibi, bir insanın nisap miktarına
sahip olması, varlığının ta kendisidir. Burada tam sahip olmak ifadesi şu
anlama gelir: Tam, eksi' ğin bulunmadığıdır. Eksiklik ise, yokluğa ait bir
niteliktir. (Gazzâlî) Şöyle demiştir: ‘Eksiklik yokluk iken tam olan
varlıktır.’ Bu, İmam Ebu Hamid’in şu ifadesinin anlamıdır: ‘imkanda bu âlemden
daha güzeli yoktur (olabilecek âlemlerin en güzeli).’ Çünkü onun örneksiz
yaratılışı, başka bir şey değil, bizzat varlığının kendisidir. Yani, imkânda
onun varlığından daha güzeli yoktur. Çünkü âlem, özü gereği mümkündür ve
varlıktan başka bir şey kazanmamıştır. Dolayısıyla imkânda varlıktan daha
güzeli yoktur ve o da gerçekleşmiştir. Çünkü mümkün için Hakk-
tan varlıktan başkası meydana gelmez.
İşte bu, ‘tam sahip olmak’ ifadelerinin yorumudur. -
VASIL
Bilginlerin zekâda ilgili görüş ayrılığına düştükleri hususlardan biri yaşça küçük
olmaktır. Bazı bilginler, küçüklerin mallarında zekâtın farz olduğunu ileri
sürmüşken bazı bilginler yetimin malına sadaka düşmeyeceğini söylemiştir. Bazı
bilginler ise, toprakta yetişen ile yetişmeyen mallan ayırt ederek, toprakta
yetişen mallara zekât düşeceğini, bunun dışındaki mallarda zekât bulunmadığını
söylemiştir. Bazı bilginler ise, mallan ayırt ederek altın ve gümüşün dışındaki
mallarda zekat verilebileceğini ileri sürmüştür.
VASIL
Batınî Yorum
Yetim, babası ölmüş, kendisi de yetişkin olmamış
kimsedir. Başka bir ifadeyle yaş olarak yetişkin olmamış ya da malını gözetecek
olgunluğa ulaşmamış, sakalı çıkmamış veya cinsel olgunluğa ulaşmamış kişidir.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Doğurmamıştır.’354
Başka bir ayette ise ‘Çocuğu olmaktan münezzehtir’355 buyurur. Hakk
yarattığı hiçbir kimsenin babası olmadığı gibi yaratıklarından hiç biri de
O’nun çocuğu değildir. Allah Teâlâ böyle bir şeyden münezzehtir! Yükümlülüğün
malla ilgili olduğunu dikkate alan kimse zekâtın yetime farz olduğunu;
yükümlülüğün mal sahibiyle ilgili olduğunu dikkate alan kimse ise, yükümlü
olmadığı için zekâtın yetime farz olmadığını söyler. Varlığının Allah Teâlâ’ya
ait olduğunu dikkate alan kimse, (yetim olduğu için) zekâtın farz olmadığını
söyler, çünkü farz olsaydı, onu kabul edecek kimse bulunmazdı. Allah Teâlâ’dan
başka kimse yoktur. Varlığın mümküne izafesini -ki daha önce varlıkla
nitelenmemiştidikkate alan ise, zekâtın farz ve bunun zorunlu olduğunu kabul
etmiş demektir. Çünkü izafenin anlaşılır bir etkisi olmalıdır.
Bu nedenle varlıklar iki kısma
ayrılır: kadim ve hadis (sonradan var olan). Mümkünün varlığı hadistir. Yani,
bu nitelik onun için sonradan meydana gelmiş demektir. Bu taksimde, mevcudun
hadis mi kadim mi olduğu sorununa girmeyeceğiz. Çünkü bize göre bir şeyin hadis
olması, bizim nezdimizde hadis olmaktan önce bir varlığı olmadığını göstermez.
‘Rablerinden onlar a hadis bir söz geldiğinde™6 ayeti buna yorumlanır. Söz konusu
olan, Allah Teâlâ’nın kadim kelamıdır ve insanların nezdinde hadis olmuştur.
Nitekim şöyle deriz: ‘Bu gün bize bir misafir geldi.’ Onun bize gelmesi, bize
gelmezden önce varlığı olmadığı anlamına gelmez.
‘Hadis’ varlığın kendisiyle nitelenen
mümküne ait bir Hakk olmayıp başkasına ait bir Hakk olduğunu dikkâte alan
kimse, yetimin zekât vermesinin farz olduğunu söyler. Çünkü bu varlık,
mümkünün nitelendiği konuda varlığı zorunlu olana ait bir haktır. Nitekim
zekâtın yetime farz olduğunu dikkate alan kimse de, malda yoksulların hakkı
olduğunu dikkate almıştır. Malda tasarruf yeddsi olan veli, bu zekâtı verir.
Zekâtın bir ibadet olduğunu dikkate alan kimse ise, zekâtı yetime farz saymaz,
çünkü yetim yükümlülük sınırına ulaşmamıştır. Biz, bu hususa şu mısrayla işaret
ettik:
Rab Haktır, kul da Haktır '
Kimdir yükümlü? Keşke
bilseydim
Bu durum, yetişkinle ilgilidir. Yaşça
küçük olan sorumlu değildir ve o yetimdir. Bütün ibadeder böyle
değerlendirilir. Çünkü bir şey kendisine ibadet etmez.
Bir arif böyle bir dereceye ulaşır ve
Allah Teâlâ’dan başka kimsenin bulunmadığı ona görünürse, Allah Teâlâ’yı
bilmeyenlerin düştüğü hataları işlemekten korkar. Onlar, yükümlülükleri
ortadan kaldıran ve Şari’nin kınadığı kimselerdir. Böyle bir şeyden Allah
Teâlâ’ya sığınırız!
Arif, (Allah Teâlâ’dan başka kimsenin
olmadığını öğrendiği) bu esnada ilahi isimlere bakar ve onların hükümlerinin
birbirine dayanıp ve pek çok yerde zikretmiş olduğumuz gibi ilgileri bakımından
birbirlerine gö-
re üstün olduklarını görür. Arif, bu
yönden ve bu bakışla ibadederi farz sayar. Çünkü içinde bulunduğu hal ve
vakitte hükmün sahibi olan ilahi bir isim kendisine hitap ettiğinde, bir yerin
kendisiyle bilfiil varlık kazandığı bir isimden meydana gelecek fiil orada
ancak bu sayede ortaya çıkabilir. Böylece, bunu kendisinden istediğinde, diğer
ilahi ismin o yeri harekete geçirmesi gerekir. İşte bu harekete geçirme,
‘ibadet’ diye isimlendirilir. Tevhit kapsamında^, yükümlülüklerin ispatı
hususunda varılabilecek son nokta budur. Böylece emreden emredilen, konuşan
dinleyen haline gelir.
Toprakta yetişen ve yetişmeyen
şeyleri ayırt etmeye gelirsek, bu görüşü kabul edenin dikkate aldığı şey,
varlıkla nitelenmiş şeyi temizleyecek olandır. O mümkünün varlığını varlığının
izafe edildiği şeye izafe ederse zekât olmayacağını söyler. İzafe etmez ve
ondan ortaya çıkmasını dikkate alırsa, vacip olduğunu söyler.
Altın ile
başka malları ayırt eden kimseye gelirsek, altın kemal ya da . kemale benzeme
özelliğidir. Onun dışındakiler ise, kemal veya kemale benzeme derecesinden
aşağı olmuş ve eksiklikle nitelenmiştir. Bu durumu dikkate alan kişi, kendisini
eksildikten temizlemek için nakısta zekâtı farz görmüş, kemalde farz
görmemiştir. Kamil başkasında bulunamaz, çünkü kemal, sadece birlikte
olabilir. .
Bunlardan biri de, müslümaııların
koruması altındaki Hristiyan. ve , Yahudilerdir (zimmet ehli). Çoğunluk,
bunların zekât vermeyeceği görüşündedir. Bir gruptan ise, Benî Tağlib
Hristiyanlarının katmerli bir şekilde zekât vermesi görüşü aktarılmıştır.
Müslümanlardan hangi şeylerde ne alınıyorsa, onlardan da o alınır. Bir grup
bunu söylemiş ve Hz. Ömer’in Hristiyanlara böyle davrandığını aktarmıştır.
Onlar, böyle bir davranış esaslarla çelişse bile, bir yorum olduğunu düşünmüş
gibidir.
Benim görüşüm kâfirden zekât
alınamayacağıdır. Bütün farzlar ile birlikte zekât da kâfire farz olsa bile,
inanmadıktan sonra sorumlu olduldarı herhangi bir şey kâfirden alınamaz. Kitap
ehlinden olduğunda ise, bize göre, o konuya bakmak gerekir, çünkü onlardan
cizye almak, Şari’nin içinde bulundukları dinlerini onayladığı anlamına
gelebilir. Bu yorumla dinleri onlar için meşrudur ve bu durumda dinlerini
uygulamaları farzdır. Dinlerinde zekât vermek bulunduğu için zekât getirirlerse,
kabul edilir. En iyisini Allah Teâlâ bilir! Müşrikten zekât istenilemez, fakat
zekâtı
getirirseonu kabul ederiz. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Zekât
vermeyen o müşriklere yazık olsun!’157 Başka bir
ayette ise ‘kâfirlere de ki: Yaptığınız işe son verirseniz, geçmiş
günahlarınız bağışlanır.’358 Burada
kâfir, birleyen değil, şirk koşandır. =
. VASIL -•’ ’ :
, Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onlar
bir mümin hakkında
il ve zimmeti gözetmez.’359 Ayette
geçen il, Allah Teâlâ demektir ve Allah
Teâlâ’nın isimlerinden biridir. Zimmet ise, ahit ve sözleşme demektir. Meşru
bir sözleşmeye vefa göstermek, sözleşmenin zekâtıdır. Öyleyse zimmîlerin zekât
sorumluluğu vardır, çünkü onlar yaptıkları sözleşmeye vefa göstermek
zorundadır. Onlardan zekâtı düşüren kişi, zimmîyle sözleşme yapıldığında,
sözleşmede iki tarafın eşit olduğunu kabul eder. İki kişiyi eşit sayan ise
onları benzer yapmıştır. Allah Teâlâ ise şöyle der: ‘Onun
benzeri bir şey yoktur.’360 Dolayısıyla,
ortak koşanın birlemesi kabul edilemez. Şirk.koşan'kişi, Allah Teâlâ’nın
büyüklüğünü onaylar, çünkü o ‘biz onlara sadece bizi Allah Teâlâ’ya
yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz’361 der. Bu
ise, hiç kuşküsuz, birlemedir. Bununla beraber şeriat, onun bu sözünü
reddetmiştir.
Bilmelisin ki, delil delillendirilen
(medlûl) ile çelişir. Delillendirilen, tevhittir ve delil ona zıttır.
Dolayısıyla tevhit, diye bir şey yoktur. Tevhidin delilini tevhidin kendisi
yapan kimse, zekâtın kendisine farz olduğu kimse olamaz. Dolayısıyla bu yorumla
zimmîye zekât yükümlülüğü düşmez. Zekât temizliktir, dolayısıyla imanın
bulunması gerekir. Çünkü iman iç temizliğidir. Bizce geçerli iman, söyleyenin
bildirdiği tarzda bir sözü söylemek ya da bildirenin sözünden dolayı o şeyi yapmak
demektir; yoksa aklın kanıtından dolayı onu yapmak ve söylemek geçerli iman
değildir.
Şirki anlamak, tevhidin eşyaya
yayılmış olmasından dolayı, incelenebilecek en güç konulardan biridir. Çünkü
fiilde kesinlikle ortaklık olamaz. Özel mertebesi olan herhangi birinin
mertebesine ortak koşulamaz. Ortada ise, sadece özel mertebesi olanlar vardır.
Fakat şeriatta dildcate alman şirk mevcuttur ve ona göre cezalandırma
yapılacaktır.
TAMAMLAYICI
VASIL
Bilmelisin ki, kâfirler şeriatın aslıyla sorumludur. Bu asıl, peygamberin Allah
Teâlâ’nın katından getirdiği her şeye inanmak demektir. Bunun yanı sıra,
hükümlerin asıl ve ayrıntılarıyla da sorumludurlar. Bu da, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin, ‘Bana ve getirdiğime inanmalısınız’ hadisinin
anlamıdır. Kast edilen şey, hitabın gerektirdiği şeldlde yapmak ya da terk
etmek demektir. O halde, gönüllü sadakanın gönüllü olduğuna inanmak vaciptir
ve bu şeriatın ilkelerindendir. Sadakayı vermek ise, bir fer ve ayrıntıdır. Bu
sadakayı vermek ve kendisine inanmada, farz sadaka ile arasında herhangi bir
fark yoktur. Ödülde eşit olmasalar bile, bu durum asla ve ilkeye zarar vermez.
Bunlar bir açıdan ayrılsalar bile hiç kuşkusuz daha güçlü bir açıdan
birleşirler.
O halde iman asıl, amel ise, hiç
kuşkusuz ki bu aslın bir feridir. Bu nedenle müminin kendisine itaatin
katışmadığı saf bir günahının olması mümkün değildir. Katıştıran ise,
günahkâr-mümindir. Çünkü mümin günahkâr olduğu bir işin günah olduğuna inanır,
inanmak farzdır ve kuşkusuz bir farzı yerine getirmiştir. Öyleyse, mümin günah
işlerken sevap alır. İman ise, günahtan daha güçlüdür.
Zimmet
ehline zekât düşmez. Başka bir ifadeyle, vermeleri kendilerinden sorumluluğu
düşürmez. Bununla beraber, zekât şeriatın bütün diğer farzları gibi, onlara da
farzdır. Zekâtın onlara sevap kazandırmayışının nedeni, zekâtı geçerli yapacak
şartın bulunmayışıdır. Bu şart, zekâta ya da şeriatın getirdiği şeylerin bir
kısmına değil, getirmiş olduğu her şeye inanmaktır. Zimmî zekâta ya da bazı
farzların farz olduğuna ya da bazı nafilelerin nafile olduğuna inanıp tek bir
farza ya da bir nafileye inanmasaydı, imanı geçerli olmazdı. Bununla beraber,
herhangi bir zimmîden zekât isteyemeyiz, fakat kendiliğinden getirirse onu geri
çevirenleyiz çünkü biz istemeden getirmiştir. Bu durumda hükümdar, Müslümanların
hâzinesi için o malı alır. Bununla beraber, onu zekât olarak almaz ya da geriye
çevirmez. Geriye çevirirse, hiç kuşkusuz ki, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellemin emrine isyan etmiş demektir. '
Köleye gelirsek, insanlar onun
hakkında üç görüşe ayrılmıştır: Bazı kimseler, malına tam bir mülkiyede sahip
olmadığı için kölenin malında kesinlikle zekât bulunmadığını söylemiştir.
Efendisi malı kölesinden alabilir. Efendisi de tam olarak mala sahip olamaz,
çünkü kölenin eli malda tasarruf eder. O halde kölenin malında zekât yoktur.
Başka bir grup ise, kölenin malının zekâtının efendisinin görevi olduğu görüşündedir.
Çünkü malı almak efendinin hakkıdır. Başka bir grup ise, kölenin malında zekât bulunduğunu söylemiştir. Çünkü
hür insanın tasarrufuna benzetilerek mala sahiplik, malı kullanma bağlamında
zekât vermeyi gerektirir.
Şeyhimiz şöyle der: ‘Kölenin malında
zekât bulunmadığını söyleyenlerin çoğu, azat edilinceye kadar sözleşmeli kölenin
malında da zekât bulunmadığı görüşündedir.’ Ebu Sevr ise şöyle der: ‘Sözleşmeli
kölenin malında zekât vardır.’ Benim görüşüm şudur: Burada şu ihtimaller vardır:
Ya zekâtın malda bir Hakk olduğu görülür ve mal sahibi dikkate alınmaz. Bu
durumda, şart gerçekleştiğinde, hükümdarın bütün mallardan zekât alması
gerekir. Bu şardar, nisap miktarı ve bir yıl süreyle mala sahip olmaktır.
Zekâtın mal sahiplerine farz olduğunu düşünenler, zikretmiş olduğumuz görüşleri
ileri sürer. En uygunu malda yetkili olan kimsenin ondan zekâtı çıkarıp
vermekle sorumlu olduğudur.
Bu meselenin batını yorumu şudur:
Köle ve sahip olduğu her şey efendisinindir. Efendisi emrederse kölenin itaat
etmesi vaciptir. Zekât, Allah Teâlâ’nın zikredilen sınıflara ait olmak üzere
malda vacip kıldığı bir haktır ve mal da müminlerin elindedir. Çünkü her malın
bir sahibi ya da kendisinde tasarruf hakkına sahip biri vardır. Zekât
(yükümlülüğü), malı elinde tutan kimseye verilmiş bir emanettir ve bu emanet,
belirtilen sınıflara aittir. Zekât, hür ya da kölenin malı değildir. Öyleyse,
müminlerin içinden ister hür ister köle olsun, malında bulunduğu yetkili kimse
tarafından zekâtın (sahibi olan kimselere) verilmesi farzdır. Herkes Allah Teâlâ’nın
kölesidir.
Dolayısıyla (gerçekte) kölenin zekât verme
zorunluluğu yoktur, çünkü o, bir emaneti yerine getirmiştir. Onun emaneti
yerine getirmesi, hakkı sahibine ulaştırması demektir. ‘Çünkü Allah
Teâlâ emanetleri sahiplerine ulaştırmanızı emreder:362 Zekâtın
içinde bulunduğu malı temizlemesi ise, ‘zekât’ sayesinde gerçekleşir. Başka bir
ifadeyle, zekâtı maldan çıkarmakla mal temizlenir. Zekât vermek, mal sahibi
olan efendiye düşer. Onun efendiye düşmesi, yaratıklarına karşı Hakk’ın nefsine
zorunlu kıldığı (rahmet) bakımından böyledir. Örnek olarak ‘Rabbiniz
nefsine ,rahmeti yazmıştır’363 ve ‘ben
onu yazacağım5364 ya da ‘müminlere
yardım etmemiz üzerimizde bir haktır’365 ya da ‘Sizinle
yaptığım sözleşmeyi yerine getiririm’366 gibi
ayetleri verebiliriz. Öyleyse, zikrettiğimiz bu konulardan bir ilke gören
herkes, kölenin malı hususunda kendi görüşüne varmıştır.
VASIL
Görüş
ayrılığına düşülen kişilerden biri de, borçlu
zenginlerdir. Bu borçlar, onlarm mallarını ve zekât verilmesi gerekli
servetlerini aşar. Bununla birlikte o insanlar, zekât verilebilecek miktarda
bir malı da ellerinde tutmaktadır. Bazı bilginler, ister tohumlu mal olsun
ister olmasın, borç çıkarılıncaya kadar malda zekât bulunmadığını söylemiştir.
Borç çıkarıldıktan sonra zekât gereken miktar geride kaldığında zekât verilir,
aksi halde verilmez. Başka bir grup ise, borcun tohumlu ürünlerin zekâtını
değil, onun dışındakileri engellediğini söylemiştir. Başka bir grup ise, borcun
altın ve gümüşten zekât vermeyi engellediği görüşündedir. Başka bir grup,
borcun zekâtı kesinlikle engellemediği görüşündedir. '
Meselenin batını yorumu şudur: Zekât
bir ibadettir. Dolayısıyla o, Allah Teâlâ’nın bir hakkıdır. Allah Teâlâ’nın
hakkı, yerine getirilmeye daha layıktır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemden
böyle rivayet edilir. Allah Teâlâ zekâtı yüce Kur'an-ı Kerim’inde zikrettiği
sınıflara ait bir Hakk yaptı. O, önünden ya da ardından yanlışın giremediği
övülen ve hikmet sahibinin katından indirilmiş kitaptın Borç ise, düzenlenmiş
bir haktır. O halde, borcun zekâttan önce verilmesi daha doğrudur.
VASIL
Görüş ayrılıklarından biri de, sahibinin elinde olmadığı halde başkasının zimmetinde
bulunan maldır. Bazı bilginler, alınıp sahibinin elinde bir sene kalıncaya
kadar onun zekâtının olmadığını söylemiştir. Benim görüşüm-de budur. Bazı
bilginler ise, sahibi malını aldığında
geçmiş seneler için de zekâtını verir
demiştir. Bazı bilginler ise, borçluda iki sene kalsa bile, bir senelik
zekâtını verir demiştir. Bu durum, bir bedel karşılığında alacaklıda
bulunduğunda böyledir. Bir bedel karşılığında olmaksızın alacaklıda
bulunduğunda ise, bir sene beklenir.
Meselenin batınî yorumu şudur: Allah
Teâlâ’dan başka sahip yoktur. Allah Teâlâ’nın bir şeye sahip yaptığı kimse ise,
sahip olduğu şeyden tasarruf imkânı bulan kimsedir. Bu durumda, şartına göre
zekât vermesi farzdır. Burada, geçen zaman dikkate alınmaz, çünkü insan
vaktinin oğludur (ibnü’l-valct); ne geçmiş zamanın ne de gelecek zamanın
oğludur. Bununla beraber insan geleceğe niyet edip geçmiş hakkında temennide
bulunabilir. Fakat bütün bunlar, şimdiki zamanda yapılır. Şu halde insan,
geçmiş ya da gelecek zamandan değil, şimdiki zamandandır.
Dolayısıyla, bu malla ilgili olarak
‘borçlunun elinde bulunduğu geçmiş zaman dikkate alınmaz.’ Çünkü insan, Allah
Teâlâ ile beraber sürekli fetihler içindedir. (Diğer görüşe gelirsek) Mal
sahibi, Allah Teâlâ’dır, dolayısıyla geçmiş senelere karşılık o mala zekât
düşer. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Babanın yerine hacca
git.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, bir ölü yakınına ölünün üzerinde
kalan Ramazan orucunu yerine getirmesini emretmiştir. Burada söz konusu olan,
üzerinde farz bulunup (yerine getirmezden ölenin) kendisi adına hac yapılan
veya oruç tutulan kimseye amelin ürününün (sevap) ulaştırılmasıdır. Aksi halde,
aşırıya giderse onun başka bir hükmü vardır.
. Bununla
beraber, bir insan adına hacca gitmek veya bir amel yapmalc, yapan kişinin
bunların kendisi adına yapıldığı kimseye verdiği bir sadakadır; hakkında amel
yapılan kişi, ölü ya da diri olabilir. Şu var ki, başkasının amel yapmasıyla
yaşayan kişiden sorumluluk düşmez. Ameli yapmaya gücü yetmediğinde yükümlülük
düşer. (Ölünün veya hastanın) velisi farzı yerine getirdiğinde, farzı yerine
getirenin sevabını kazanır. Bu durum, sadece belirttiğimiz hadise göre, hac
için geçerlidir. Burada sevap, onun için alınmış değildir. Şu var ki kendisi
adına amel yapılan kişi ölmüş ve ahirete göçmüş olabilir. Söz konusu kişi
yaşıyorsa, sevabı alan vekil, o da Allah Teâlâ’dır. Onu aldığında ise, ahirette
dünya da kendisi için işleyene bunu verir. ’
Bu konuyla ilgili batınî yoruma devam
edersek, bir insan ‘malım olsaydı onunla iyilik yapardım’ diye temennide
bulunabilir. Böyle bir temenniye karşılık, Allah Teâlâ kendisine amel edenin
sevabını yazar. Çünkü onun niyeti amelinden daha hayırlıdır. Bu nedenle, en
yetidn bir şekilde sevap verilir. Hâlbuki mal başkasının elindedir ve kendisi
hiçbir şeye sahip değildir. Temenni ettiği mal meydana geldiğinde yâ da temenni
ettiği şeyden o iyiliğin ameline ulaşmasını sağlayacak kısım gerçekleştiğinde
ise, niyetlenmiş olduğu o iyiliği işlemesi gerekir. Bunu yapmazsa, niyet ettiği
şeyin sevabı yazılmaz. Halbuki temenni ettiği şeyi kazanmazdan önce ölürse,
niyet ettiği şeyin sevabı kendisine yazılır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Mallarınız
ve çocuklarınız bir fitnedir:367 Yani
bunlar, iddianın doğru ve yalan olmasında delil ortaya koymak için bir
sınanma„dır.
VASIL
Görüş ayrılığı bulunan hususlardan biri de, kökleri saklı meyvelerin zekâtı hakkındaki
görüş ayrılığıdır. Bazı bilginler, bu malların zekâdarının verileceğini
söylemiş, bazı bilginler ise zekâdarının verilemeyeceğini söylemiş, bazı
bilginler ise yoksullar için saklanmış olmakla -Ki bu durumda zekât
yokturbizzat bir topluluğa ait olmayı ayırt etmiştir. Bir topluluğa ait iseler,
onlar için zekât vardır. Ben ise, her kimde olursa olsun, belirli ya da
belirsiz olarak bu mallara zekâtın farz olduğunu kabul ediyorum. Bir grubun
belirlenmesi söz konusu olduğunda, zekâtı vermek onlara düşer. Belirlenmeden
olduğunda ise, hükümdarın vekalet yoluyla onlardan zekât alması gerekir.
Bu meselenin batını yorumu şudur:
Meyve, yükümlü insanın ameli demektir. Amel ise, namaz, oruç vb. gibi bütünüyle
Allah Teâlâ için olabileceği gibi zekât gibi başkalarının hakkının bulunduğu
ameller de olabilir. Şu var ki, amel meşrudur. Örnek olarak, insanın, bir amel
yapıp, ‘bu, Allah Teâlâ ve sizin içindir’ demesini verebiliriz. Ya da ‘benim
için sen ve Al-
lah’tan başkası yoktur’ der. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Bu Allah Teâlâ ve sizin hatırınız içindir’
diyen kimsenin ameli sizin içindir, Allah Teâlâ’ya ait onda bir şey yoktur.’
Sonra Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu söz sahibine şöyle demeyi emretmiştir:
‘Bu amel Allah Teâlâ içindir, sonra falanca içindir.’ Böylece ortaklık bildiren
bağlaç ifadeye katılmamıştır. İşte bu bir yandan Allah Teâlâ için olduğu gibi
aynı zamanda insanlar için yapılan bu amel, aslı alıkonmuş malın zekâtına
benzer. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin -‘ve’ bağlacıyla değil‘sonra’
edatıyla ‘sonra falancanındır’ demesinin anlamı budur. Bu zekâta ilave olan, bu
üründen kendisine verilecek olan kimsenin elinde kalacak kısımdır.
Böyle bir mala zekâtın düştüğünü
kabul etmenin batını yorumu budur. O malda zekât bulunmadığı, yani o malda
Hakk’a ait bir Hakk olmadığı düşüncesinin batım yorumu ise, ‘O sizin içindir
(yüzleriniz içindir)’ ifadesidir. Yani, Allah Teâlâ’nın onda herhangi bir hakla
yoktur. Zekâtın yoksulların bir hakkı olduğunu düşünen kişi, batım yorumda tohumları
saklanan meyvelerin zekâtının efendinin yanında hapsedilip asla azat
edilmeyecek kölenin bir ameli olduğunu düşünmüştür. Şöyle der: ‘Amel işlenişi
bakımından Allah Teâlâ’ya aittir. Hurilerin ve benzerlerinin de bu amelden bir
nasibi vardır.’ İşte bu, zekât denilen şeydir. Nitekim bir şair mücahider
hakkında şöyle der:
Adn kapıları açılmıştır
Onlarm içinden huriler bakmaktadır Her nerede iseniz koşunuz Ey gaziler! Acele
ediniz Önlerinizde cennetler vardır.
Orada haz veren güzeller
vardır Derler ki: Atlar koşarken
Bizim mihrimiz sabır ve sebattır .
Cihatta sabır ve direnç, ürün
karşısındaki zekâta benzer. Amelin kuldan olması, aslını kendinde tutar. Bu
durum, ‘Cinleri ve insanları bana ibadet
etsinler diye yarattım,m ayetidir. Allah Teâlâ, onları sadece
kendisine ibadet etsinler diye yarattı. Onlar, kendi nezdinde ‘tutulmuş
(hapsedilmiş)’ kimselerdir, Sonra, Allah Teâlâ ağacın meyvesi konumundaki
amellerine
kendisine ait bir pay bir de kula ait
pay yerleştirdi. Amelde Allah Teâlâ’ya ait pay, ihlastır ve o da ameldendir.
Amel sahibi için olan Hakk ise, amel sahibi için meydana gelecek mükâfat ve
ödüldür. Bu ise,, sevabın gerektirdiği zekât gibidir. İşte bu, bilginlerin
görüş ayrılıklarıyla, aslı saklanan meyvelerin zekâtıdır. Hidayete ulaştıran Allah
Teâlâ’dır!
VASIL
Bilginlerin zekâtla ilgili görüş ayrılıklarından biri de, kiralanmış yerin yetiştirdiği
ürünün zekâtının kime farz olduğudur. Bazı bilginler, zekâtın ekinin sahibine
farz olduğunu söylemiş, bazı bilginler ise, zekâtın toprak sahibine farz olup
toprağı işletenin bu konuda bir yükümlülüğünün olmadığını söylemiştir. Ben ilk
görüşteyim. Zekât, ekin sahibinin yükümlülüğüdür.
VASIL
Batınî Yorum
İmam, müezzin, cihat eden, sadaka toplayan, kısaca
işi karşılığında bir ücret alan herkes, o konuda kendisini ücretle
çalıştırandan hakkını alır. Kiralanan toprak ise, sorumlunun ta kendisidir.
Onun çıkardığı şeyler ise, bu nefisten ortaya çıkan amellerdir. Gerçek ziraatçı
Haktır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Siz mi onu ekiyorsunuz, yoksa biz
miyiz ziraatçı?”69 Toprağın
sahibi, Şari olması yönünden Haktır. Nitekim O, ekinde ‘başarıya ulaştıran’
olması bakımından bulunur. Allah Teâlâ bir peygamberinin şöyle dediğini
bildirir: ‘Başarını sadece Allah Teâlâ sayesindedir ”70
Allah Teâlâ, hidayet ve başarı
tohumunu nefislerin toprağına eker. Nefis toprağı da, ekilen şeye göre bir ürün
yetiştirir. Bu topraktan yetişen şeylerde Allah Teâlâ’nın hakkı olduğu gibi bir
kısmında da insanın hakkı var-, dır. Öyleyse, Allah Teâlâ’ya ait olan kısım
zekât diye ifade edilirken kalan kısmı ise insana aittir. Ücrede çalıştırma ise,
dince geçerli bir davranıştır.
Çünkü Allah Teâlâ bizden
nefislerimizi satın almış, sonra ‘onda bir (öşür)’ karşılığında bize kiralamış
ve şöyle demiştir: ‘İyilik getiren kimseye on katı
verilir.’371 İyilik, Allah
Teâlâ’ya verip O’nun da nefislerimizin topraklarında ektiği ve bu iyi ameli
bitiren iyilik değildir. Öyleyse, toprağın sahibi Allah Teâlâ’dır. Aynı zamanda
O, eken, kiralayan ve kiralanandır! O, zekâtın farz olduğu kimsedir ve
sadakaları alandır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘0, kullarından, tövbeyi kabul eden ve
sadakaları alandır.’372 Fakat,
farklı ilişki ve yönlerle. Öyleyse Hakk, veren ve alandır. O’ndan başka ilah
yoktur ve O’ndan başka fail yoktur. Söz gehşi şöyle olması yönünden şunu gerektirirken
böyle olması yönünden ise kendisine bir şey farzdır.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Rabbiniz
nefsine rahmeti yazmıştır.’373 Başka bir
ifadeyle, vacip ve farz kılmıştır. Onu herhangi bir zorlayıcı kendisine farz
kılamazdı. Bilakis, kendisinden bir lütuf ve size yönelik bir ihsan olarak,
nefsine rahmeti farz kılan bizzat kendisidir. İsimlerinin hakikatleriyle bize
tanındığı gibi bu isimlerin hakikatlerine göre bütün ilahi şeriariar
sabitieşir. ‘De ki, hepsi Allah Teâlâ katındandır.
Bu topluluğa ne oluyor ki, neredeyse sözü anlamıyorlar?’374 Allah Teâlâ,
bu ifadenin devamında şöyle der: ‘Sana ulaşan her iyilik Allah
Teâlâ’dan, sana ulaşan her kötülük kendindendir.'375 Kötülük,
seni üzen şeydir. Dolayısıyla sen, kötülüğün etkisinin bulunduğu bir yersin.
Kötülük, bir fiil olması yönünden kötü diye nitelenemez. Her fiil, kendisini
var eden ilahi bir ismin fiilidir. Bir ilahi ismin böyle bir fiili var etmesi,
kendisinden ortaya çıkan bir iyiliktir. Dolayı-
• • sıyla bu fiil, sadece onu kötü gören
ya da kötüleştirdiği kimsede kötü olabilir. Bu ise, insanın nefsidir. Çünkü
acıyı ancak bulunduğu kimse bulabilir. Acının hükmü, kendisini var edenden
değil, acıyı duyanda ortaya çıkar. Çünkü kötülüğün, öznesinde bir hükmü
yoktur.
‘Sana ulaşan her kötülük kendindendir’376 ayetinin
anlamı budur. İyilik de böyle olsa bile, iyilik insanda güzel karşılanır.
Çünkü o, kendisini var eden Hakk’ın nezdinde de bir güzelliktir. Böylece
iyilik, Allah Teâlâ’ya izafe edilir, çünkü O, kendiliğinden iyiliği var
edendir. Bununla beraber, var edildikten sonra bile, sende onun iyiliği
bulunabilir. Fakat meşru olmasının dışında iyilik diye isimlendirilemez. Meşru
olması ise, Allah Teâlâ katından olabilir. Dolayısıyla iyilik ancak Allah
Teâlâ’ya izafe edilebilir.
Bu nedenle kötülüğün ‘Hakk yönünden
iyilik olduğunu’ söyledik, çünkü Allah Teâlâ sakınılsın diye onu açıklamıştır.
Bununla beraber, kötülük, bulunduğu kişiyi ya dünyada ya da ahirette üzer.
Bazen bir şeyi yapmak değil, yapmamak günah olabilir. Bazen de yapmak günah
olabilir. Bazen iyilik bir şeyi yapmak ya da yapmamak olabilir. Bir şeyi yapma
veya yapmamada etkin, Hakk’ın o konuda başarıya erdirmesidir. Bu durum, bir
şeyi yapmama eyleminin o insana ait olması veya yapmak söz konusu olduğunda
ise kendisinden ortaya çıkması yönündendir. Kulun yükümlü olduğu bir şeyi
yapmak veya yapmamakta Allah Teâlâ’ya ait bir Hakk vardır. Hakim, söz konusu
hakkı Allah Teâlâ adına talep eder. Yapma veya yapmamada Allah Teâlâ’ya ait
kalan bir Hakk bütün yönlerinden Allah Teâlâ’ya aittir, hiçbir yaratılmışın
onda bir hakkı yoktur. Örnek olarak, namaz kılmak ve cezaları uygulamayı
verebiliriz. Bir şeyi yapma veya yapmama (yükümlülüğünde, yani vacip ve
haramda) herhangi bir yaratılmışa ait bir Hakk bulunsa bile, onda Allah
Teâlâ’ya ait bir Hakk da vardır. Yaratıkların söz konusu fiillerde bulunan
haklarına örnek olarak birini dövmek, sövmek, mal gasp etmek gibi kul haklarını
verebiliriz. Allah Teâlâ’nın hakkı ise, daha önce zikrettiğimiz haklardır (bir
şeyin sadece Allah Teâlâ için yapılması). Öte yandan, bu eylemlerde yaratılmışa
ait bir Hakk da vardır. Allah Teâlâ’ya ait olan Hakk, Allah Teâlâ’nın
yaratıklarındaki bütün fiilleri demek olan zekâttır. Hakim (ya da hükümdar),
kendisini halife atadığı konuda Allah Teâlâ’nın vekilidir: Dilerse o hakkı
alır, dilerse hal ve maslahatın gereğine göre onu bırakır. Bu konuda onun
üzerinde bir sorumluluk yoktur. Hakimin bu konudaki tasarrufu, (Şari
tarafından belirlenmiş ceza anlamındaki) had bulunmayan durumlarda ‘tazîr’
diye isimlendirilir. Söz gelişi, hırsızın eli mutlaka kesilir (had cezası).
Malı elinden alıp tekrar sahibine iade etmişse, bu durumda hakim serbesttir:
Dilerse, kendisinde Allah Teâlâ’ya ait belirlenmiş bir Hakk bulunan bu fiili
nedeniyle ona tazir cezası uygular, dilerse tacir cezası uygulamayıp ahirette
hakkını doğrudan alması için işi Allah Teâlâ’ya havale eder. 1
VASIL
Bilginler arasındaki görüş ayrılıklarından biri de, haraç toprağa -anlaşma yapılmış
Hristiyan ve Yahudilerin elindeki toprak demektirharaçla (toprak vergisi)
birlikte zekâtın farz olup almadığıdır. Bazı bilginler, böyle bir toprakta
öşrün (ürünün onda biri), yani zekâtın farz olduğu görüşündedir. Bazı bilginler
ise, böyle bir toprak için öşür verilemeyeceği görüşündedir. Bilmelisin ki,
zekât ya toprağın ya da tohumun hakkıdır. Toprağın hakkı ise zekât farz
değildir, çünkü bir şeyde iki Hakk bir araya gelmez. Bu iki Hakk, öşür ve
haraçtır. Toprağın hakkı ise, haraç toprağın haklcı, öşür ise, tohumun
hakkıdır. Haraç toprağının satımı hususundaki görüş ayrılığı da bilginler
arasında meşhurdur.
VASIL
Batınî Yorum
Bedensel ameller ekine, beden toprağa, arzu gücü ise
toprak üzerinde hükümran olan kişiye benzer. Bu toprak şeriatın hükmüne geçtiğinde
-ki bu, İslam’ın gerektirdiği şekilde amel etmek demektirtoprağın haracı,
kendisini idrak sahibi yapması bakımından Allah Teâlâ’nın beden üzerindeki
haklarıdır. Bu konu, aklın algılayabileceği bir durumdur. Dolayısıyla bu
toprakta Allah Teâlâ’ya ait ‘haraç’ vardır. Nimet verilen kişi şükrederse
övülür, nimeti veren ise Allah Teâlâ’dır.
Bu toprak Müslüman’ın eline
geçebilir, başka bir ifadeyle şeriat hükmüne intikal edebilir. Bu bağlamda
Müslümanlar iki kısımdır: Arif olan ve arif olmayanlar. Arif, iyi amelleri bu
toprağa ektiğinde, zekâtın toprağın değil, amelin bir yükümlülüğü olduğunu
görür ve zekâtın amelde farz olduğunu anlar. Ameldeki zekât ise, yaptığı
amelleri (gerçekte) işleyene -ki Haktırhavale etmektir. Arif olmayan müslüman
ise, amelin bedensel güçlere ait olduğunu düşünür. Bu nedenle o güçlerin haraç
vermesi vaciptir. Dolayısıyla, iki Hakk bir araya gelmesin diye zekât bu kişide
vacip olmaz. Çünkü arif olmayan müslüman amelini kendisine ait görür. Allah
Teâlâ ise, hiçbir nefsi yapamadığı bir şeyden sorumlu tutmaz. ‘Bu onların
ulaştığı bilgi derecesidir.’
Bu meseledeki son sözümüze gelirsek,
toprakta iki Hakk bir araya gelir ve bu yadırganamaz. Çünkü toprağın bir sahibi
vardır..Bu durum, başkasının kendisinde ancak sahibinin izniyle tasarruf
etmesine imkân tanır. Öyleyse, toprakta ‘haraç’ diye isimlendirilen sahibine
ait bir yükümlülük vardır. Sahip toprağı ektiğinde ise, ekilmesi veya
ekilmemesi bakımından toprağın durumu değişir; Bu durumda, ekilmiş olması bakımından
toprakta başka bir yükümlülük ve Hakk ortaya çıkar. Öyleyse, ekilmiş olması
yönünden toprakta ‘öşür’ vacip olurken, sahibinin elinde bulunup sahibinin onda
hüküm sahibi olması bakımından da haraç vacip olur. Meselenin batını yorumunda
da bunu dikkate alırız.
VASIL
Öşür toprağı (müslümanlara ait toprak) bir zimmînin eline geçip zimmî o toprağı ekerse,
bazı bilginler böyle bir toprağa hiçbir şeyin gerekmediğini söylemiştir. Başka
bir ifadeyle, bu toprak için ne haraç ve ne de öşür verilir. Numan (Ebu Hanife)
ise, şöyle der: Bir zimmî öşür • toprağını satın alırsa, toprak haraç toprağına
dönüşür. Numan bu görüşüyle adeta öşrün Müslümanların toprağının bir haklcı
olduğunu, haracın ise, zimmîlerin toprağının hakla olduğunu düşünür. Böyle
düşünen bir bilginin, zimmînin toprağının Müslümanın eline geçtiğinde öşür
toprağına dönüştüğünü de kabul etmesi gerekir.
Meselenin batınî yorumu şudur: Aldın,
zatı ve düşüncesi yönünden nefiste bir hükmü olduğu gibi şeriatın da nefiste
bir hükmü ve etkisi vardır. Akıl, nefsi kendisiyle satın aldığı bir kuşku
vasıtasıyla şeriatın elinden alabilir. Böyle bir durumda nefs şeriatın suretini
övdüğü bir amel işlerse acaba Allah Teâlâ onu kabul eder mi > Fakat bu
ameller, şeriatın (belirlediği) yönden değil, -şeriat onları övse bilealdın
(belirlediği bir) yönden yapılmıştır. Aramızdan bazı kimseler, böyle birinin
amelenin kabul edileceğini ve -birleyen değil-müşrik ise sadece dünyada ödüllendirileceğini
söylemiştir; birleyen olursa, ameli kabul edilir ve müminin ödülünden başka bir
şekilde (ahirette) ödüllendirilir.
Mümininkinden farklı olmasına
gelirsek, çünkü kıyamet günü müminin ameli karşılığında iki ödülü olacaktır:
Biri, şeriatla amel eden bir mümin olması yönünden aldığı ödül, diğeri ise o
amelin güzel bir huy ve iyilik olması yönünden alacağı ödüldür. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem, cahiliye döneminde iyilik yapmış Hizam
kabilesinden Hakîm müslüman olduğunda şöyle demiştir: ‘Geçmişte yaptığın
iyiliklere göre müslüman oldun.’ Böylece Allah Teâlâ cahiliye dönemindeki
iyilikleri karşılığında onu ödüllendirmiştir. İyilik, özü gereği ödülü talep
eder. İman ona bitiştiğinde, bu nitelik arttığı için ödül de ziyadeleşir,
çünkü onun başka bir hakle vardır. Öyleyse, şeriatın hükmü öşür, aldın hükmü
ise haraçtır.
VASIL
Verilen zekât zayi olabilir. Bazı bilginler, böyle bir durumda yükümlülüğün kalktığını
söylemişken bazı bilginler, onu yerine koyuncaya kadar sahibinin borçlu
olduğunu ileri sürmüştür. Bazı bilginler ise, malından çıkarması mümkün
olduktan sonra zekâtı maldan çıkarmak ile vacip olduğu ve imkân bulduğu ilk
anda zekâtı çıkarmayı ayırt etmiştir. Bazı bilginler, zekân ödeme imkânı
bulduktan birkaç gün sonra verip (zayi olmuşsa) ödeneceği; vacip olur olmaz
ödenmişse ve kaybolma aşırı değilse, ödenmeyeceği görüşündedir. Bazı bilginler
ise, çoğunluğu zayi olmuşsa ödeneceğini söylemiştir ki, ben de bu görüşteyim.
Zayi olan kısım aşırı değilse, verilen zekât kalanı temizler. Bazı bilginler
ise, kaybolan malın (zekât değil) malın bütününden sayılacağı görüşündedir. Bu
durumda, yoksullar ve mal sahibi, anamaldaki payları ölçüsünde kalan malda
ortaktır. Bu durum, aralarında ortak malın bir kısmının kaybolduğu iki ortağa
benzer. Bu iki ortak, geride kalan malda daha önceki ortaklık ölçüsünde
ortaktır.
Öyleyse bu konuda beş görüş vardır:
Birincisi, zayi olan zekâtın genel olarak tazmin edilmeyeceğidir. İkincisi,
genel olarak tazmin edileceğidir. Üçüncüsü, zayi olan miktar aşırıysa tazmin
edilip böyle olmazsa tazmin edilmeyeceğidir. Dördüncü görüş ise, zayi olan
miktar aşırı olursa tazmin edilip böyle olmazsa kalan kısmın zekâtının
verileceğidir. Beşinci görüş ise, yoksul ve mal sahibinin kalan malda ortak
olmasıdır.
Zekât farz olup zekâtı verme imkânı
bulmadan önce malın bir kısmı kaybolursa, bir görüşe göre kalanın zekâtı
verilir. Bazı bilginler ise, yoksul ve mal sahibinin durumunun, mallarının bir
kısmını kaybeden ortaklara benzediğini ileri sürmüştür. Zekât vacip olup zekât
verme imkânı olduğunda ve malın bir kısmı kaybolduğunda ise, bütün bilginlerin
görüş birliğiyle zekât telafi edilir. En iyisini Allah Teâlâ bilir! Zekâtın
farz olmasının zekât memurunun bulunması ve bir yılın geçmesi şartına bağh
olduğunu düşünenlere göre, ayaklı hayvanlarda durum farklıdır. Son görüş,
Malik’in görüşüdür. ,
VASIL
Meselenin Batınî Yorumu
Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle
buyurur: ‘Hikmeti ehli olmayanlara vermeyiniz, yoksa hikmete
zulmedersiniz. Hikmeti ehlinden de sakınmayınız, yoksa onlara zulüm yapmış
olursunuz.’ Hikmeti ‘infak etmek’, onun zekâtıdır. Zekâtın verilmesi gereldi
bir ehli olduğu gibi hikmetin de bir ehli vardır. Hikmeti ehli olduğunu
zannettiğin (fakat) ehli olmayana verdiğinde, hiç kuşkusuz, hikmet zayi olmuş
demektir. Bu durum, maldan çıkardıktan sonra zekâtın zayi olup sahibine
ulaşmayışına benzer. Bu durumda, kişi zayi ettiği şeyi ödemelidir. Çünkü o,
hikmetin kendisinde zayi olacağını öğrenme hususunda ısrarlı davranmayarak,
ihmalkâr davranmıştır. Bu durumda, hikmeti yerli yerine koymak için onu bir
daha ‘çıkarması’ gerekir. .
Bu konuda
iki ortağın durumu ise, daha önce ifade edildiği gibidir. Çünkü hikmet
taşıyıcısı, zannıyla hareket ederek, ehli olmayana hikmeti verirse onu zayi
etmiş saydır. Hikmetin verildiği insan hikmete ehil değilse, onda da hikmet
kaybolmuştur. Hikmeti zayi eden böyle bir insan, hikmetin hakkının bir kısmını
zayi etmiş demektir. Dolayısıyla, hikmeti ehli olmayana veren kişinin yitirdiği
kısmı telafi etmesi gerekir. Bunu ise, kendisinde hikmetin zayi olduğu kimsenin
durumuna bakarak ona yaraşır bir tarzda konuşmakla yapabilir. Bu sayede,
hikmete ehil olmayan kişi de, hikmet sahibinin yardımıyla ona ehil Hakk gelir.
Söz konusu kişi, zayi olan dlc hikmeti eksik anladığı ölçüde diğerinin hakkını
da zayi eder. .
Diğer konulardaki görüş
ayrılıklarının durumu da, batını yorum bakımından birdir. Öyleyse, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin ‘Sorulan şeyin cevabım gizleyen kimseyi Allah
Teâlâ ateşe koyar’ hadisinin genel olduğunu kabul eden kişi, genel olarak
yitirilmiş şeyin telafi edilmeyeceğini düşünür. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellemin ‘hikmeti ehlinden başkasına verip ona zulmetmeyin’ hadisini benimseyen
ise, genel olarak tazmini kabul eder. Hikmetin tazmin edilmesi ise, soru soran
kişiye yaraşır bir şekilde verilmesidir. Gerçekte ise, verilen yanıt doğru
olmayabilir. Örnek olarak, mekânda bulunmak özelliğiyle nitelenmeyen hakkında
mekânda bulunmak şeklindeki bir cevabı (Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
‘Allah Teâlâ nerededir’ sorusuna cariyenin verdiği ‘Göktedir’ cevabını
onaylamasını) verebiliriz.
Birinci cevaptan o vakitte o
meseleyle ilgili soru soranın halinin gereği olan cevaba dönen kişi, verilen
cevabın kalanı temizleyeceğini düşünür. Bu durumda, giden ve kaybolan şeyin
hükmü, üzerinden yıl geçmeden kaybolan malın hükmü gibidir. Bazı bilginlere
göre ise, soru soranın haline bakılmalıdır. Bu yapılmazsa, aşırıya kaçılmış
demektir, insan soru soranın haline bakıp onun (hikmet sahibine olan)
benzerliği nedeniyle hikmete ehil olduğunu zannederek yanılabilir ve tefrite
kaçmaz. Böyle bir insan, ‘tefrite kaçarsa telafi eder, tefrite kaçmazsa tazmin
etmez’ diyen kişiye benzer. Beşinci görüş ise, ortaklarla ilgili zikredilmişti.
Bilgin, insanların muhtaç olduğu
bilgisinin onlar adına kendisinde bir emanet olduğuna inanmalıdır. Dolayısıyla
bilginin bilgisindeki yetkisi, emanetçinin emanetteki hükmü gibidir. Ya da
bilgin, bilgisinin insanların kendisindeki bir alacağı olduğuna inanmalıdır.
Bu durumda, bilgili kişi borçlu insana benzer. Emanet, borç ve kaybolmanın
hükmü malumdur. Böylece, herkese o tarzlara göre hareket eder. Allah Teâlâ en
iyisini bilir!
VASIL
• ' .
. ’ ' ı
I
Zekât Farz Olmadan Önce
Ölenin Durumu
Bazı bilginler,
bu durumda zekâtın ana malından verileceğini, bazı bilginler ise vasiyet
ederse üçte birlik bölümünden verileceğini, aksi halde sorumluluğu olmadığını
söylemiştir. Böyle düşünenlerin bir kısmı, malın üçte biri kısıtlı kalırsa,
diğer bölümden verileceğini, bazı bilginler ise, verilmeyeceği görüşündedir.
VASIL
Meselenin Batınî Yorumu
Allah Teâlâ yolunun
ehli olan bir adama Allah Teâlâ hakkındaki bilgi
verilir. Daha önce, bilginin zekâtının onu öğretmek olduğunu belirtmiştik.
Dürüst ve (bilgiye) susamış bir mürit gelip bir soru sorarsa, bu soru, sorulan
konuda bilenin öğretmesinin farz olduğu vakittir. Bu durum, sene şartının ve
nisap miktarının tamamlanmasıyla zekâtın farz olmasına benzer. Âlim sorulan
konuda bildiğini öğretmezse, Allah Teâlâ o meseleyi bilenden çekip alır ve o
konuyu bilmeyen birine döner; o meselenin cevabını bilgisinin içinde arar,
fakat bulamaz. İşte bu, zekât farz olduktan sonra yükümlünün ölümüdür. Çünkü
bilgisizlik ölüm demektir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ölüyken
hayat verdiğimiz kimse...’377 Ya da,
bilgiye layık olana öğretmek zorundaki âlim, (ona değil de) bilgiye ehil
olmayana öğretir. Bu da, hikmete ehil olan kişideki ehliyeti bilmediği için,
âlimin ölümü demektir. Bu bilgisizlik nedeniyle hikmeti ehli olmayana vermiştir.
Öncelikle, dürüst müride bilgi ihsan edilir.
Fakat âlim, başkasının ona öğrettiğini duymalıdır. Ya da, daha önce bu âlimin
kendisine öğrettiği kişiden o meseleyi öğrenir. Bu durumda, artık kendisini
bilmiyor olsa bile, söz konusu mesele ilk bilenin mizanında bulunur. İşte bu
‘onun adına ödenir ve ana malından (zekât) çıkarılır’ ifadesinin anlamıdır. Bu
âlim, müride mazeret belirterek hatasını ve günahını itiraf ederse, Allah
Teâlâ o bilgiyi, öğrenmek isteyen kimseye açar. Âlimin hatasını itiraf etmesi,
vasiyet eden kimseye benzer. Zekâtın malın üçte birinden verilmesine gelirsek,
hasta malının sadece üçte birine sahiptir. Bu durumda, zekât adeta sahip
olduğu şeye farzdır. Aynı şekilde, bu âlim de o durumda sadece mazeret
belirtebilir. Sahip olmadığı diğer iki üçte birlik kısım da (öğretim
karşılığında müridin kendisine duyacağı) minnet-
tir. Bu olaydan sonra, öğretimde ona
bir minnet duyulamayacağı gibi o meseleyi unutmuş olacağı için öğretmek (veya
zekât) ona farz değildir. Kısaca, böyle bir insan yaptığı hatadan dolayı
tövbesini yenileyip Allah Teâlâ ile kendisi arasındaki ilişkide Allah Teâlâ’dan
mağfiret dilemelidir. Çünkü Allah Teâlâ tövbe edenleri sever.
VASIL
Sadaka Farz Olduktan Sonra Satılan Mal Hakkındaki Görüş Ayrılığı
Bazı
bilginlere göre, böyle bir durumda sadaka
memuru, zekâtı aynı maldan alır ve müşteri malın kıymetini satıcıya öder. Bir
grup ise, satımın geçersiz olduğu görüşündedir. Bir grup ise, müşterinin
alışverişi geçerli sayma ya da reddetme özgürlüğüne sahip olduğu görüşündedir.
Öşür ise, meyveden ya da zekâtın farz olduğu tohumdan alınır. İmam Malik
zekâtın satana farz olduğu görüşündedir ki, ben de bu görüşteyim.
VASIL
Batınî Yorum
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onu tezkiye eden kurtuluşa
ermiştir:378 Kastedilen
nefistir, çünkü Allah Teâlâ nefsi zekâtın farz olduğu bir mala dönüştürmüştür.
Kula ise, nefsinin zekâtını vermesi emredilmiştir. Allah Teâlâ ‘müminlerden
nefislerini satın almıştır.’
Bazı müminler, zekât kendilerine farz
olduktan sonra nefislerini Allah Teâlâ’ya satmıştır, çünkü kul iman ettiğinde,
nefsinin zekâtını vermek zo< randadır.
Böylece zekât farz olduktan sonra nefsini Allah Teâlâ’ya satar. Zekât ya malın
kendisindedir ya da aynı mala sahip olanın yükümlülüğünde-
dir. Zekât yükümlünün sorumluluğunda
ise, satan kişinin zekât vermesi farzdır. Malda ise, malı satın alan kişi
zekâtı ödemek zorundadır. Böylece müşteri zekâtı maldan çıkarır ve değeri
satana döner. Zekât, satana farz ise, mal sahibi elinde kalan maldan zekât
miktarını verir. Bu durum, müritlerinin nefislerine sahip olan bir
mürşit-şeyhe benzer. Şeyh, Allah Teâlâ’ya satmazdan önce onların nefislerinden
üzerine farz olduğu kadar zekât verir. Çünkü zekât onun nefsine vacip olmuş,
yanında bulunan müritlerin nefislerinin zekâtı da onun adına bu zekâtın yerini
almıştır. Bu şeyh (böyle bir durumda) alışverişin bozulacağını kabul edenlerden
ise, zekâtını verinceye kadar alışverişine döner. Bu durumda, onları Allah
Teâlâ’ya satar. Müşterinin alışverişi geçerli saymak ya da bozmak hakkını kabul
edenlerden ise, bu durum Allah Teâlâ’ya kalır: Dilerse kabul eder ve zekâtını
verir, dilerse onu satana döndürür ve böylece zekâtını verir.
VASIL
Hibe Malın Zekâtı
Bilginlerin
görüş ayrılıklarından biri de,
hibe malın zekâtı hakkındadır. .
Meselenin
yorumu şudur: Bağış yapılan kişi, serbesttir: Dilerse hibeyi kabul eder. Bu
durumda, hibede bulunan hakkı bilmiş ve o hakkı sahibine ulaştırmış, kalanı ise
elinde tutmuştur. Dilerse, zekâtın farz olduğu miktarı ödesin diye satana iade
eder. Kendisine hibe edilen kimse, Haktır. Bu nefisten zekât vermesi gerekenler
ise, kendilerinden cennet istenenlerdir. Acaba bu, müminin nefsinden kendileri
adına bir Hakk mıdır, değil midir? ,
Ellinci kısım tamamlandı, onu elli
birinci kısım takip edecektir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar