OTUZ DÖRDÜNCÜ SİFİR 1.Bölüm
Rahman ve Rahim Allah Teâlâ’nın Adıyla
BEŞ YÜZ ELLİ DOKUZUNCU BÖLÜM
Çeşitli
Menzillerden Hakikatlerin ve Sırların Bilinmesi
Yaratıkları içinde Allah
Teâlâ’nın bir korkutucusu var
Onlara öğretir bir müjdeci olduğunu
öyle bir kandildir ki o
Akıllarımızı
hayrete düşürür durur
Her asırda bir
adamcağızdır onun vekili
Onun nefesleriyle
asırlar akar durur
Varlıkta tek bir
kişidir o
Birdir, bilendir,
basiretlidir bir de
Ey tek olan ve şanı
yüce Rab!
Varlıklar içinde
bir benzerin yok
O’nun nurları
yalnız bizimle zuhur eder
Zira bize aittir
zuhur
Biz her şey için
bir tecelligahız
İşler, O’nun
varlığında zuhur eder
Allah Teâlâ ruhu’l-kuds vasıtasıyla
bize ve sana yardım etsin, bilmelisin ki: Kitabın en değerli bölümlerinden
birini teşkil eden bu bölüm, güçlü nurların türlerini, parlayan şimşekleri,
hakim halleri, derin makamları, ledünnî marifetleri, İlâhî ilimleri, müşahede
edilen menzilleri, en mukaddes ilişkileri, netice veren zikirleri, hoş
konuşmaları, ruhanî nefesleri, rav’ kaynaklı kabulleri ve keşfin verip de
mutlak Hakkın şahitlik ettiği her şeyi içerir. Bu itibarla bölüm, kitapla
ilgili tüm hususları içerir. Onlar dikkat çekilmesi gereken ve birinci
bölümden sıralı olarak son kısma kadar devam edecek konulardır.
Bunlardan birisi imam-ı mübîn (apaçık
imam) sırrı ile birinci bölümle ilgili hususlardır.
Hiç kuşkusuz imam açık ve mübindir
îşleri ve kuralları kullara açıklayan şeriattır
Şeriat onların hakkındadır ve
öğrenirsin onu Bir kısmı da tevhide mahsus konulardır
İmam-ı mübîn doğru sözlü olan
demektir. O bilginin ihata ettiği her şeyin tecelligâhıdır. Nicelik ve
nitelikte şekillenen arazlar kendisine yerleşir, iradeleri ve gayeleri meydana
getirir, hasta idrak araçları kendisinden etkilenir. İmam-ı mübîn susturucu nur
olduğu kadar cevherlerin cevheridir; âlemdeki izafederin kendisine dayanmasını
ve varlıkların istinadını kabul ettiği gibi hikemi konumları ve mekânları da
kabul eder. Mertebesi yüksek iken var oluşu çoktur. Başmda ateş bulunan bir
âlem iken basiret sahipleri için de ibrettir. Yazılan her şeyi yazdırırken
bununla beraber yine de zorba değildir. Ancak taşıdığı şeye göre bir varlığa
sahipken ancak kabul ettiği şeye göre tafsil eder. O bilinen ve bilinmeyen,
mufassal ve mücmel her şeyi sayandır. Her suretin kendisinde aynı bulunurken
onun her surette oluşu ve kevni bulunur. Yardım eder ve yardım alır, sayılır ve
sayar. Biz kendisinden zuhur ettiğimiz gibi bize yasaklanan ve emredilen de
ancak odur.
Başka bir konu ise ikinci bölümle
ilgili olan ve harfe yerleştirilmiş zarfın sırrıdır. Zarf bir kap iken harf
(anlamın kendisinde bulunduğu) döşektir. Harflerin sureti değişirken sureti de
hüküm verir. O manaların manası, şekillerin ve yapıların farklılığına göre
(anlamları) izhar edici olandır. Allah Teâlâ onun varlığını ihata ederken Hakkı
müşahededen uzaktır. Menzilleri sınırlıdır ,ve eserleri görülür. Kelimeleri
sınırlı, ayetleri nazarın yöneldiği şeylerdir. Beyanın kilitlerini verir,
açıklar, ifade eder. Nesir de nazım da kendisinden meydana gelir. Emir ondan
olduğu gibi hüküm de ondan meydana gelir. Halk ve Hakk ondadır, adalet ve
zulüm, lafız ve rakam -vehim değiltevehhüm ondadır. Onun ancak kendinden varlığı
olabilir. Dikkatli ol! Kulaklara derunun gizlediği şeyleri açıklar, kuşkusuz ve
tereddütsüz şekilde bilinmeyeni söyler. İman ve müşahede onu görür. ‘Saygın
sahi/eler, temiz ve yükseltilmiş saygın yazıcıların elindedir’325 diye ifade edilen odur. İmamın
oğludur, daha doğrusu kemalin ve tamlığın sahibi olan babasıdır. Açıklanırsa
gider, veciz bırakılırsa aciz bırakır, böylece söz söylemek sahih olur. Sözü ve
ifadesi çoktur. Şekilleri ve miraçları birbirinden farklıdır. Onun eserleri ve
yolları nerede ile neredenin (ilişkisi gibi) araştırana gizli kalır. Gidendir
ve kalandır. Hayali yurt edinmiş, kitap onun döşeği olmuş, dile temas eder. En
yüce tenzihin sırrı buradan ortaya çıkar. Bu konu üçüncü bölümle ilgilidir.
Tenzihten uzak
kaldık ‘
Gördük ki tenzih teşbihe delilmiş
Dedik ki Hakkın bizden olan payı bu
Tek ve Bir’in bilgisi söyler bunu
Tenzih münezzehin sınırlanması
demekken teşbih ise teşbih edilen varlığın ikilenmesi demektir. Dostum! Kimi
tenzih ve teşbih ettiğini iyice düşün, dikkadi ol! Böyle bir durumda tenzihçi
doğru yoldan ayrılmış mıdır, yoksa bilgisi hakkında karanlıklarda mıdır? Yoksa
tenzihçi bilgisinden kaynaklanan bir gölgelik içinde sabit bir iyilikte mi
bulunur ve doğru mu söylemektedir? Tenzihçi (soyutlamak anlamında)
boşaltırken, teşbihçi süsler ve niteler. Bunların arasında bulunan ne
boşaltır, ne süsler; aksine şöyle der: ‘O zuhur
edenin ve bâtın kalanın aynı olduğu gibi dolunay gibi ortaya çıkanın ve
gizlenenin aynıdır.’ Bu yönüyle (varlık) ay ve güneş iken O’nun karşısında âlem
nefs karşısındaki beden gibidir. Sadece cem’ vardır ve varlıkta bir parçalanma
söz konusu değildir! Hakikat böyle olmasaydı, var olan bir şey bulunmazdı;
hâlbuki varlık vardır ve hatta o varlığın (kendisidir; mevcuttur,
hatta vücûddur). Varlığın hükmü de müşahede edilir,
daha doğrusu şuhudun kendisidir. (Allah Teâlâ ile âlem arasındaki) nispetler
sayesinde nesep ve bağ sahih olmuştur. Sebebin yaratıcısı, yani müsebbib
olmasaydı, sebebin hükmü ortaya çıkmazdı. Şöyle diyebilirsin: ‘O'nun benzeri
bir şey yoktur.’ Böyleyken gölge ve onun izi silinir. Buna mukabil gölge
nassın ifadesiyle uzamış ve ortaya çıkmıştır. Bu durumda derinden araştırman ve
incelemen gerekir.
Bunlardan birisi de dördüncü
bölümden, latif başlangıcın sırrı ve konuyla ilgili gelen bildirimler bahsidir:
Alem bir alamettir de kimden var olmuştur!1 Alem gizli kalan bir
hakikate alamettir. Başka bir ifadeyle âlem gizli olup dış varlığın (kevn)
izhar edeceği hakikate alamettir. Biz zuhur etmiş işareder, dairevî mekânlar
gördük. Daha önce orada yerleşen vardı. Ona ‘Ardında ne var, ey Isam?’ diye
sorduk, şöyle dedi: ‘Bağlanılan bir şey vardır.’ Şöyle dedim: ‘Allah Teâlâ ve
O'nun ipi, bir de kimsenin bilemeyeceği bir şeyden başkası yoktur.’ Şöyle dedi:
‘Kesifler olmasaydı, latifler bilinmezdi. Eserleri olmasaydı ışıkları ortaya
çıkmazdı. Kimin ateşi sönerse, onun ışığı zayıflar. Kutsiyet mertebesi ona
aittir. Duyu kendisini izhar eder. Duyu eserini görmeseydi, latif bilinmezdi.
Nefs sadece -aşırı yakınlık nedeniylekörlüğü haber verir. Duyular da kendisini
müşahede edemez. Onlar kuruntu ve vesveseleri idrak edemeyecek şekilde
sağırdırlar; dilsizdirler, konuşamazlar, yabancıdırlar, ifade edemezler.
Latif latiften yayıldı ve ona
benzedi
Farklılık kendisinden çıktı, sonra
onu cezalandırdı
Latiften kendisine haklar yöneldi
Her şeyi bilen kadı için onu çağırdı
ve sorguladı
Bilgili bir şekilde nida etti ona;
bu bir karşılık Amil olan uzak cins ve arkadaşından
Nidayı duyan sevap kazansın ve
dönsün diye Anlar ki yaklaşırsa kendisine
İki eliyle bütün iyilikleri elde
eder Bunun için elçileri kullandı ve kâtipleri
Allah Teâlâ esma-i hüsna, yani güzel
isimlerinde el-Latiftir. Yukarı ve aşağı melekler topluluğu bu isimlerle zuhur
etmiş, birbirlerine komşu olduklarında sohbet etmişler, çoğaldıklarında gece
sohbeti yapmış, bazı hakikatler üzerinde kendilerini görmüşlerdir. Ö
hakikatlerin yolları olmadığı kadar göklerinde de gedikler bulunmuyordu.
Bununla beraber melekler, inerler ve yükselirler! Onlar her çeşit bitkinin
yetiştiği toprağı, yani yeryüzünü talep etmişler, (ürün ve netice çıkartmadaki)
anahtarın nikâhta ve birleşmede olduğunu söylemişlerdir. Bu itibarla nikâhta üç
şeyin bulunması gereklidir. Veli ve bu hüküm ve uygulamaya iki güvenilir şahit!
Bilgili şöyle demiş: ‘Rahman ve Rahim Allah Teâlâ’nın adıyla’ demek lazım!
Dostum! Bu ifade (evlilik ilişkisini meşru kılan) iki şahit ve veli demektir.
Bunlar, delillerin düzenlenmesinin başlangıcı olmuş, daha sonra saptırıcı
kuşkular ortaya çıkmıştır.
Bunlardan birisi de beşinci bölümden,
kendisini (âlemdeki işlerin) illeti sayan kimse için, ‘ol’ sırrı ve besmelenin
sırrıdır. Görüşü esas alınanlardan biri olmasa bile Hallac-ı Mansur şöyle der:
‘Senin besmele çekmen, Allah Teâlâ’nın ‘ol’ demesi mesabesindedir. Besmele
çekerek tekvini, yani iş yapabilme (gücünü) O’ndan almalısın! Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem gibi kimin sadrı güçlenir, arşı daire haline gelir,
zemini döşeğe dönüşürse, o kişi besmele çekmeksizin sadece ‘ol’ der, ‘ol’
dediği şey meydana gelir, başka bir dua okumaz! Kim zevk ederse, daralır:
‘Topuk topuğa karıştığında, dönülecek olan rabbindir.’ Bütün işler O’na döner,
zaten her şey O’ndan sudur etmiştir.
Besmele çekme, ‘ol’
de sadece Hakkın dediği gibi; olur ve meydana gelir
Bizim dönüşümüz
O’nadır Bize değil! ‘01’, olursun
Bunlardan birisi de altıncı bölümden
ruhun sırrı ve onun Yuh’a, yani güneşe benzetilmesi bahsidir.
Ruh malum olduğu
üzere emir âleminden
Muhkem zikirde bana
söylendiği üzere
Rabbim bu kadarım
bana bildirdi
O’nun bildirmesi
benim değerimi de gösterir
Cisimler arzı nefisler sayesinde
aydınlandığı kadar yeryüzü de güneşin ışıklarıyla aydınlanır. Burada kelimeyi
tekil getirmedik (ve nefislerin arzı dedik), çünkü onlar, ancak kendilerinde
bulunan var oluşun nuruyla ve ışığıyla aydınlanırlar. Bununla birlikte hepsinin
aslı birdir ve bu nedenle Bir’den sudur edenler O’na ilave bir şey katmazlar.
Bir ‘yerleşen’ gibi kendisini mekânlara indirdiğinde, mekânlar O’nu çoğaltmıştır.
Binaenaleyh hakikatin ince bağları vardır ki, o bağlar ‘yaratılmışlar’ diye
ifade edilir.
Bunlardan birisi de yedinci bölümden
nicelik, nitelik ve onlara mahsus hükümler bahsidir.
Nicelik ve nitelik
meçhulken bilinmiş
Bana niçin onlarla
geldiğini anlamış olmalısın
Nicelik ve nitelik
bize şu bilgiyi ulaştırır: .
O’nun bizde hükmü
vardır, bu ikisiyle bakmalısın O’na
O el-Kavi ismi itibarıyla beyt-i
mamur iken istiva eyleminin üzerinde gerçekleştiği yer, zuhur mahalli, nur ile
aydınlanan, Hakkın kelimesi, doğruluk oturağı, inceliklerin kaynağı, uyumların
mazharı, berekederin mahalli, hareket ve duruşların belirleyicisidir. Miktarlar
ve ölçüler onunla bilindiği gibi insan ve cin ona göre isimlendirilmiştir.
isimlerden kendisine ait olan el-Metin ismidir. O apaçık ışığı ortaya
çıkartandır. Işıktaki hükmü bölmek şeklinde ortaya çıkar. Varlığıyla gölgeler
ve karanlık ortaya çıkar. Hükmün kaynaldarı ondan doğar. Cevamiü’l-kelim ondan
çıkar. Nasihatlerin işareüerini ve maslahatların hâzinelerini içerir. Şahadet
latifliği, gayb ise kesifliğidir. Gayreti nedeniyle gizlenir ve hiç kimse
kendisini göremez. Bütün hallerde halden Hakk girer, zatı gereği bütün
amellerde tasarruf edebilendir.
Bunlardan birisi de sekizinci
bölümden bedenlerin sırrı bahsidir.
Ruhun gözler için bedenlenmesi bir
tahayyül Orada durma! İş saptırıcıdır zaten
Delil bunu ortaya koymuş Cebrail
vahyin ruhunu indirdiğinde
Berzah özü gereği iki ucun
mukabiliyken iki gözü olana ayetlerinin sırlarını gösterir. Bunlar onun gücüne
delalet edip keremine ve diğerkâmlığına işaret eden ayederdir. Bu itibarla
berzah halden Hakk giren kalp demek iken her surette halden Hakk girer.
Büyükler ona itimat ederken küçükler onu tanımaz. Hükümlere nüfuz eder, nicelik
ve nitelikte derin ayak sahibidir. Süratle başkalaşır. Nitekim arifler onun
halini bilirler. İşlerin kilitleri elindeyken gururun dayanakları ona ulaşır.
Kıymetli İlâhî nispet ve bağ ona mahsus iken yaratılmışa ait en yüce mertebe de
ona mahsustur. Kesifliğinde latifleşirken latifliğinde kesifleşir. Akıl
deliliyle onu eleştirirken şeriat otoritesiyle onu doğrular ve itidale oturtur.
Bütün varlıklarda hüküm sahibiyken hükmünün doğruluğuna müşahede verileri
delildir. Cahil ve âlim onun değerini itiraf ederken hiçbir hakim hükmünü geri
çeviremez.
Bunlardan birisi de dokuzuncu
bölümden iç içe giren şeylerin ve karışımların sırrıdır:
Yakarken ateş ışık gibidir, görülen
budur Bu iş nedeniyle Efendiye kulluk edilir
Hepsi yakın O’na,
hepsi yakındır O’nunla Her gelen işte hüküm vermek O’nun işi
İlk cömert Ba gibidir: Emir
verdiğinde, direnmiştir. Yasağı ille ihlal eden, yasak koyan kendi sınırda
durmayandır. Uzlaşmada ayrılık ve muhalefet adettir. Seven ile buğzedenin kim
olduğu bilinsin diye zıddı izhar etmiştir. Kendini bedbaht edecek işlerde
(arzunun) emrine bağlanır, sakındığı haller kendisine yerleşir. Böyle biri
değersiz ahlaka uyar, hidayetle ters düşen işler yapar, fakat başıboş
bırakılmaz. Korkuyla nitelenmesine rağmen işlerinde korkuyla hareket etmez.
Onlardan biri itaat etmek üzere Rabbine yöneldiğinde, daha önce kimsenin
çalmadığı saadet kapısını çalmış olur. Böyle birinin görme gücü ve duyma gücü Hakk’tır.
Kendi duyarsa kulak verir; ona duyurulursa susar.
Bunlardan birisi de onuncu bölümden
gizlilik ve zuhurda nurun sırrıdır:
Güneş nuruyla güneşi izhar edicidir
O hükmü ateş olan bir nur
Amcasının kardeşi ibadet eder ona
sadece Kalpte eserleri ortaya çıkar
Nurlar aydınlık saçınca aydınlık
olmuş, varlıklar birbirinden ayrışmış ve parçalanmış, işaretler ibareleri ve
sözleri gereksiz Hakk getirir. Onların bir kısmı hayrete düşürür ve bu nedenle
düşürmüş; bir kısmı ise hüküm vericidir ve hüküm vermiştir. Her varlığın belli
bir makamı ve belirlenmiş bir sınırı vardır. Bir kısmı remiz, bir kısmı
mefhumdur. Onlar nefislerini diledikleri yere yönlendirirler, diledikleri her
surete girerler. Onlar demirciler ve perdedarlardır. Zuhur ve perde onlara
aittir. ‘Bu şaşılacak bir iştir.’ Onlar çok tekbir getirirler, divana kurulurlar.
En yüce makam onlarındır. Onların Allah Teâlâ ile içimizden alimlerin
arasındaki menzilleri berzahtadır. Onların arasından nesep ve nispet
sahipleri, fikir erbabma göre, insanlar arasından halife olanlardır. Nazari
gücünü hakkıyla kullanıp da keşif ve ibret alınacak bağlamlarda haberin
getirdiklerine iman eden biri bu durumu bilir. Akıllar salt kendi delilleri
bakımından öyle bir bilgiyi idrak edemeyecek kadar acizdir. Bunun nedeni
anlayış gözündeki körlüktür.
Bunlardan birisi de on birinci
bölümden nikâhla gerçekleşen açılmanın ve başlangıcın sırrıdır:
Varlıkta bir
kapıyım ben
Üzerinde bir kilit
var .
Bir açıdan güvey
benim "
Bir açıdan da gelin
Söyleyenin sözü dinleyende nikâhtır.
Bu itibarla söylenen dinleyenden meydana gelenin aynıdır. Bu durumda lambanın
görünmesi gibi ortaya çıkar. Teveccüh sözün sebebi olduğu gibi zuhur eden
mahalde belirlenmiş yaratılışın sebebidir. Bu yaratmanın gayesi bâtın olanın
zuhur edene yerleşmesidir. Bu nikâh mana ile duyu, bileşik olan varlık ile nefs
arasında gerçekleşen nikâhtır. Bu sayede kesif ve latif olan bir araya gelir,
temyiz ve tarif gerçekleşir. Manaların terkibi harflerin terkibinden farklı
olsa bile, bu durum marifet ile maruf, yani bilinenin farklılığına benzer.
Sonra nikâh işi, başlangıç ve açılış makamından ruhlar makamına, yüce
menzillerden tabiattaki nikâhtan ortaya çıkan mertebelere, meleklerin
evlerinden meleklerin varlığı için feleklerin nikâhına doğru iner. Bunun yanı
sıra zamanların hareketlerinden rükünlerin nikâhına, rükünlerin hareketlerinden
en sonuncusu insan cismi olan türeyenlerin zuhuruna kadar ulaşır. Sonra
şahıslar ve bireyler ortaya çıkar. Demek ki nikâh (yani yeni bir ürün ortaya çıkartmak
için birleşme) sabit ve yerleşik, sürekli ve daimidir.
Bunlardan birisi de on ikinci
bölümden döngü ve devir ile divan üzerinde kurulmanın sırrıdır:
Emirle divan
üzerine kurulduk ve istiva ettik
O bir devir, devir
varlığı kuşatır
Bizimle işler
döndü, hayrete düştü
O’nun mertebesini
elde ettiğimizde
Dehr kalbin dönüşmesidir ve bu
nedenle suretten surete girerek kalp başkalaşır, türden türe girer. Zamanın
dönüşü olmasaydı varlıklar ortaya çıkmazdı. Gece ile gündüz olmasaydı, zamanda
var olmak mümkün olmazdı. Asılların hükmü mevsimlerin tekrarlanmasıyla devam
ederken dünyada ve selam yurdunda nimetler böyle ortaya çıkar. Şerir ve divan
dönmüştür, bunun nedeni tafsil ve tedbir bilgisinin bütün var olanları ihata
etmesini sağlamaktır. Böylece Hakk zatıyla işleri ve varlıkları idare eder,
hibelerinden kendilerine uygun olanları onlara verir. Çünkü bütün hazineler
O’nun katında ve ellerindedir. İhata etmek ve devir olmasaydı, bu durum
gerçekleşmez, sakin olan her şey O’nun olmazdı. Binaenaleyh ihata edilenin
herhangi bir nüfuzu yoktur, bunu fark etmelisin! Dönmenin kürede olduğunu
söyleyen kişi, küreden sonra dönmekten çekinmiştir. Dönmekten ancak (feleklerin)
hareketi hakkında bilgisi olmayan kimse söz eder. Böyle biri işin ardında bir
imam olduğunu da bilmez. Gerisin geri hareketi ileri sürmek çelişkili bir
görüştür.
Bunlardan birisi de on üçüncü
bölümden ferşin sırrı ve Arş taşıyıcılarının sırrıdır:
Ben ferş’te varım Ferş ise Arş’ta
var ,
imam olunca ben
Bütün var olanlar benim döşeğim
Ruhlar ve suretler divanlara,
mertebelere ve makamlara uzanmışlardır. Bunların yolları ve ara yolları
vardır. Ruhlar ve suretler, melekler ile insanların arasında bulunur. Bu
itibarla insan anlamındaki beşer, yaratılışına iki elin temas etmesi nedeniyle
böyle isimlendirilmiştir. Buna mukabil melekler ise göz ile göz arasında gidip
gelmeleri nedeniyle böyle isimlendirilmişlerdir. Başka bir ifadeyle melekler
mekânsızlıktan mekâna, mekândan mekânsızlığa, mekândan başka bir mekâna,
mekânsızlıktan mekânsızlığa gidip gelirler. Böylece melekler ‘-den’ ile ‘-e’
arasında bulunurlar. Yüce ve ulvi melekler topluluğu ortaya çıkmıştır. Arş
taşıyan-taşınan, emir ise ayıran-ayrılan, âlem ise derece derece olmuştur. Ferş
ise konulmuş yatak iken yasaklanmamış mubah olandır; şeriat kendisini sınırlasa
bile tabiat onda hüküm sahibidir. Kendi hakikati olmasaydı, sınırlamanın
âlemde hükmü ortaya çıkmazdı. Sınırlar kaybolsaydı, sınırlama da kaybolurdu.
Hâlbuki onların yok olması imkânsızdır, çünkü onların bekası kemallerinin ta
kendisi demektir. Bu sayede derecelenme mümkün olmuş ve ortaya çıkmıştır.
Arş üzerinde istiva edenin ferşi,
yani döşeğidir. Emir O’ndan çıkar ve tekrar O’na döner. Fakat geriye doğru
dönüş değildir bu! Bilakis emir gittiği şekilde gider. Bu itibarla bir bitiş
yeri ve gaye yoktur ki geriye dönsün! İhatasının bir nihayeti yoktur ki,
parçalanma olsun! Allah Teâlâ’nın ardında bir gaye ve hedef yoktur. Allah Teâlâ
gören ve kör için elEvvel’dir. Herkes başlangıcı söylerken sonu ispatta
farklılaşırlar: Bir kısmı bir görüşü, bir kısmı başka bir görüşü söyler ki,
bütün bunlar aktarılmıştır.
Bunlardan birisi de on dördüncü
bölümden iki nebilik sırrı ve onlara ait hususlardır:
Teşrii peygamberlik sona erince Yüce
haberler devam eder durur
İkinci tür nebilik, herkesi kuşatır
ve o velilerin nebilerden tevarüs ettikleri mirastır. İlhamlar, nefesler ve
üflemeler onlara ait (bilgi kaynaklarıdır). Bu itibarla içtihat, sonradan
meydana gelen bir şeriattır ve onunla haris, ‘haris’ diye isimlendirildi.
İçtihat Allah Teâlâ’nın seçtiği bir imama mahsus izinli şeriat demektir. Miras
geride kaldığı sürece gönderme ve nebilik sürer. Bu miras mal, infak ederek
eksilmez; aksine sürekli artar. Misal olarak ardından sabahın gelmediği bir
lamba ve aydınlığı verebiliriz. Güneş sureti bakımından her ikisinde ortaya
çıkar. Bu itibarla güneş ay bakımından ışık iken zatı bakımından da aydınlık ve
ışıktır. Her iki hali sayesinde sabah ve akşam ortaya çıkar. Güneş kendisini
kendisiyle gizler. Kamer yani ay ise gündüze ulaştığında sırrın ve açıklığın
sebebi olur. Yaratılmış birinin geceleyin gönderilmesi, gönderilenin gecesine
(işaret eder). O halde varislik nebiliği aya ait bir nebilik iken peygamber ve
resulün nebiliği güneşe aittir.
Bununla birlikte her ikisi nebilikte
ortak olmuş, ay fîitüvvet derecesini elde etmiştir.
Güneş geceleyin ayda doğar Batar da
gözün hiç haberi olmaz
Suretlerde sana verilen surete
şaşılır Gözdeki ışık gibi bir ışığı yok
Peygamberlere itaat onları gönderene
itaat demek Allah Teâlâ peygamberinin bir tesiri yok
Allah Teâlâ derse peygamber söyler,
arzusuyla konuşmaz Bu nedenle peygambere itaat etmeyen Allah Teâlâ’ya asidir
Bunlardan birisi de on beşinci
bölümden lambanın nefeslerle söndürülmesi bahsidir. Kabul eden edilgenlik
mizacına sahip olunca, nefes, söndürme ve tutuşturma özelliğinde olmuştur;
söndürürse öldürür, tutuşturursa hayat verir ve ihya eder! Binaenaleyh güldüren
ve ağlatan O’dur ve bu nedenle fiil ve tesir O’na izafe edilirken vasıfları
incelemede insafın bulunmayışı sebebiylekabul edene itimat edilmez. Yine de
ortaklığın, yardım edicilik özelliğindeki asıllarda olduğunu anladık.
Kendisinden yardım talep edilmez, bilinmeyenbilinen iken zevk sahibi de
kendisine dayanır. Yaratılmışta ve ICadim’de hükmü vardır. Bu hüküm isteyene
icabet ederken ortaya çıkar ve ‘kabul eden’ derken kastettiğimiz budur. Rahman’ın
nefesi olmasaydı, varlıklar ortaya çıkmazken varlıkların kabiliyeti olmasaydı
var olmayla nitelenmez, hiçbir şey var olmazdı. Sabah yeli estiğinde, kararmış
geceyi ortadan kaldırır.
Gece olmasaydı gündüz olmazdı İşık
olmasaydı gece kaçmazdı
Karanlıklar hakikatleri bakımından
değil, var oluşları itibarıyla kaçar ve kaybolur, çünkü hakikat ortadan
kalkmazken halleri başkalaşır. Gölgelerin akşam ve sabah secde etmeleri, bir
şükür secdesi olduğu kadar aynı zamanda İlâhî tuzaktan korunma amacı taşır.
Bunlardan birisi de on altıncı
bölümden evtad (direkler) ve ebdal’in (bedeller) sırrı ile onların dağlara
benzetilmesinin sırrıdır. Ebdal’in ruhları, yedi feleğin ışıklarından meydana
gelen meleklerin varlıklarıdır ve burçlar feleği onları ayrıştırmıştır. Onlar
makamlarda yükselmekle menzillere inerken inişle nitelenirler. Bu nedenle
varlık muduluk ve kara bahdılık şeklinde onların üzerinde taksim edilirken
azletme, görevlendirme, yoksulluk ve yeterlilik onlara mahsustur. Evtad yoksul
ve muhtaçtır. Aynı zamanda onlar imkân ve güç sahibidir. Derinlik ve yücelik
onlara mahsus olduğu kadar bu izzet, ulaşılmazlık ve engelleme gücüyle
birlikte başkalaşmaları ve dönüşmeleri kaçınılmazdır. Böylece (ebdal’in
kendilerine benzetildiği dağlar) parçalandığı için yeryüzüne ve zemine
katılırlar, feleklerin hareketleri kendilerinde tesir icra eder. Rical, yani Allah
Teâlâ adamlarının bilgilerinin en sırlısı, failinin isimlendirilmediği
bilgidir. Mesela ‘yeryüzü şiddede sarsıldı, dağlar atıldı’ gibi ifadelerdir. Bu
ikisi ‘vakıa’nın (kıyamet) gerçekleşmesinin delilleridir. Söz konusu vakıa
‘gerçekleşeceği sözünün yalan olmadığı, alçaltıcı ve yükseltici’ vakıadır. Allah
Teâlâ’yı bilen için meydana gelen ilk bilgi O’nun söylediği gerçekleşme ve var
olmayla ilgili (emri) duymanın bilgisidir. Allah Teâlâ var olmamışa ‘ol’
diyerek emir verir. Bu sayede ölçüler terazide ortaya çıkar ki, terazi
insandır. İnsan Hakkın suretiyle ortaya çıkar ve ‘doğruluk oturağında, muktedir
hükümdarın nezdinde’ misafir olur. Bu itibarla imam olmak bir alamet,
halifelik ise konukluktur. İnsan İlâhî isimlerin bilgisiyle gökyüzü ve yerin
hükümdarlığını elde ederken (Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e tahsis
edilen) cevamiü’l-kelim sayesinde hikmederin bilgisini elde etmiştir. Binaenaleyh
insan bileşik ve basitin Hakk ettiği şeyleri ihata eden ve onlara
hükmedebilendir. Böylece genişlikte dolaşmış, vuslata erebilmiş, yaratmada
vecdi almış, gözlerin şahidiği için sübût mertebesinden hareket etmiştir. Bu
itibarla şahider, hükümleri kendisinden meydana gelen ve eserleri ondan ve
onunla ortaya çıkan İlâhî isimlerdir. Öyley-
se duymak ile varlık meydana gelmişken müşahede de varlıkla
gerçekleşmiştir.
Av olmasaydı ceylan kaçmazdı Uzaklık olmasaydı vuslat
tat'vermezdi
Şeriat olmasaydı
kayıtlar ortaya çıkmaz
Bölünme olmasaydı hilal büyümezdi .
Açlık olmasaydı beden erimezdi Oruç
olmasaydı vuslat olmazdı
Kevn olmasaydı gök parçalanmazdı Göz
olmasaydı dağ, parçalanmazdı
Doğruluk yanlışı izhar etmeseydi
Hidayet veya delalet bilinmezdi -
Her konuda nimet olmazdı Celalin ve
cemalin hükmü de olmazdı
Bir şahıs görürüm gözü keskin . İtaat edilen emrin sahibidir
Ona en son ait olan şey bir göz
Yanında ne yay vardır ne de ok
Her işi bilen münezzehtir Celal O’na
ait, ihatalı bilgi de
Bir kavmin gözleri bakınca O’na
Kemal onlara görünür
Bazen sadece uzak nefisleri görürler
Gayeleri vuslat olan nefisleri
Bunlardan birisi de on yedinci
bölümden ‘Kâr elde etmek üzere çalışan kendisi için çalışmış, verilecek nimet
için kap olmuştur’ bahsidir.
Bir meydan olunca sen Olunca onda
dolan dur
Olumsuzlamam ben onu Bu nedenle
insan diye isimlendirildin
‘Ta ki bilelim’326 ayetiyle bilgi kendisine geçtiğinde,
arif susmuş, bu hitabı duyunca artık konuşmamış, nazari bilgi sahibi ise vehim
sahibi bir cahilin veya kalbinde hastalık bulunan birinin (yanlış anlayacağından)
çekinerek ayeti tevil etmiştir. Cahil acı duyarken Allah Teâlâ’yı bilen bu
bilgiyle memnun olmuştur. Allah Teâlâ ona (doğru yorumu) ilham etmiş, o ise
ilham edileni saklamış, ondan söz etmemiş ve bir zahirî gibi şöyle demiştir: ‘Allah
Teâlâ en iyisini bilir!’ Öyleyse (bilgisini Allah Teâlâ’dan, alan) İlahî
bilmiş, yaratılmış olan selamette kalmıştır. Bilmediğini sana öğreten Allah
Teâlâ’ya hamd etmelisin. Allah Teâlâ’nın senin üzerindeki ihsanı büyüktür. Sen
de O’na şükür için gayret göstermeli ve ısrar etmelisin. Bu hususta övgü ve
kınamayı ayırt eden birisini görürsen ona şöyle demelisin: ‘Acele etme, sonra
pişman olursun. Çünkü senin duvarın yıkılır, bilinmeyen sır ortaya çıkar, dün
teslim olan artık iman eder. Binaenaleyh veren alanın aynıyken veren
(gerçekte) kendisine ikram etmiştir. Bunlar Allah Teâlâ’nın şiarlarıdır. Onları
yücelten kişi büyür ve yücelir; kim onlara haksızlık ederse alçalır. Himmet
sahipleri nerede, ihsan ve söz sahipleri nerede! Onlar belirsizi açıklar,
üzerindeki mührü ve kapağı açarlar. Böylece gayblerde bulunanlar ortaya çıkar.
Onları sağa doğru alır ki, önceki ümmetler kendilerine tahsis edilmiş nimetlere
bakabilsin. Cevamiü’l-kelim verilmiş olan Abdullah oğlu Muhammed’dir.
Yaratılış onunla başladığı gibi onunla sona erer. Hz. Âdem toprak ile su
arasında henüz çamuru yoğrulmamış bir haldeyken ve isimleri öğrenmemişken o
peygamberdi. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in toprağı (bedeni) ise
hüküm verince adil davranan terazi devri gelene kadar ertelenmiştir.
Binaenaleyh Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, ruh, nefs, akıl ve duyu
itibarıyla, şeriadarı koyan ve onları kaldırandır. Bütün bunları Kalem, Levh-i
mahfuz’a yazmıştır.
Bunlardan birisi de on sekizinci
bölümden teheccütte ibadet ve kulluk bahsidir: İki gözü olan kimse için sabah
ortaya çıkıp biz de Allah Teâlâ’nın iki kez öldürüp iki kez dirilttiği
kimselerden olunca, gayblerimizde itiraf ettiğimiz günahlarımız ortaya çıkar.
Teheccüdümüz sınırlanmış, Kur’an’ımız/okumamız meşhûd, yani görülen olmuştur.
Yitip kaybolan şey nafilede ortaya çıkar, farzlar ise mekânları doldurmuş ve
imar etmiştir. Biz de onları kurban olarak sunduk, binekler edindik. Evrad
ticareti kazanç vermiş, alışılagelmiş edebi aşarken doğruluk ve reşad ortaya
çıkmıştır. Biz de doğruluk oturağında her nefs üzerinde kaim olan Hakkın
niteliğiyle oturduk. Allah Teâlâ her nefs üzerinde nefsin kazandığıyla kaim
olarak bulunurken kazandığı bilgiyle de her alimin üzerinde durur. Fecir
doğduğunda, ışıkları ve nurları nefsin önünde yürür, ecri ve sevabı da onları
takip eder. Ecir kesifi geçerken nur ile de latif aydınlanır.
Benim virdim -benim niteliğimle
değilsenin niteliğinle oldu Teheccüddeki
ihtişamın benim haşmetim
Üzerime bir ahit
alınca sana söz verdim
Yerine getirdim
onu; benim ahdim benim için öncelikli
Sen vaat ettin, ben
de vaat ettim
Bütün
vaatlerimde doğru sözlüyüm ’
Sen
de doğru sözlü Hakk’sın
Şanında
haşmetimle duran
Şanımın
yüksekliğini şanımla bildim
llah’a
benim gibi hamd edenin şanı .
Bizimle
hamd edenlere söyle, ayılın "
Hakkın hamdı
sınırlılıkta
Mutlaklıkta ise
tenzih takyidi vardır
Benim sınırımda
hamd bilinir
Bunlardan birisi dc on dokuzuncu
bölümden kazanılmış bilgide med ve cezir bahsidir. Bazı varlıklar sınırlanır ve
tanımlanırken bir kısmı tanımlanamaz. Med ve cezir tabiatta ortaya çıkıp da
tanımlanabilen iki iş ve neticedir. Bilenin elde ettiği kazanılmış bilgi hem
hâdis (zamanda var olan) hem kadimle ilgilidir ve her ikisini de şamildir.
Kadim hakkında söylediğimizi kabul etmezsen ‘Sizi sınayacağız ta ki öğrenelim/bilelim''327 ayetini hatırlamalısın. Hakk kendisi
hakkında nasıl hüküm vermişse, sen de O’nun hakkında öyle hüküm ver; vahyi bir
kenara bırakarak aklınla hüküm vermeye kalkışma! Çünkü sınırlanmada taklit,
kullarını gözetmek üzere halifeyi kendi makamına indirirken sınırlamaktır. Onu
taklit ederken kendisini sınırlamıştır. ‘Göklerin ve yerin kilitleri (sınırlamaları) O’nundur.’328 Yükseltme ve alçaltma terazisi O’nun
elindedir. Allah Teâlâ mülkün sahibi ve maliki olsa bile, aym zamanda mülkün
mülküdür. Mülkü dilediğipe verir, dilediğinden çekip alır, dilediğini aziz
kılar, dilediğini zelil eder. Hayırlar ve iyilik O’nun elindedir. O her şeye
güç yetirendir, ‘Benzeri hiçbir şey yoktur, O gören ve
duyandır.’329
Medden sonra cezir, fazlalığın
sınırda ve tanımda bir eksiklik olduğuna dikkat çeker. Bu itibarla cezir,
bizde örtülü olan Hakka dair bilginin bizim için bilinir Hakk gelebileceğini
gösterir. Buna mukabil kendisini bilmesi, kutsiyetinin yüceliği nedeniyle
bilinemez. Bu durum (Hz. İsa’nm sözüyle) ‘Ben senin nefsindekini bilmem’
ayetinde belirtilir. (Hz. İsa demek istiyor ki:) Ben seninle hemcins değilim,
çünkü sen, izzet mertebesi ulaşılmazlığı gerektirdiği için türü, yani alt
kısımları olmayan bir cinssin. Hakkın ilahların suretlerindeki tecellileri
olmasaydı, mutlu ve şen nefisler O’ndan nimetlenemeyeceklerdi. Buradan hareketle
‘Sen cinssin’ diyebilirsin. Gerçekte Allah Teâlâ her şeyin kendisine döndüğü
asıl ve esastır.
Konulardan birisi de yirminci bölümden
bilginin genişlik ve uzunluğa taalluku bahsinde farz ve nafile ibadederin
sırrıdır. Kimin illeti İsa ise o artık üzülmez, çünkü o yaratan-hayat veren,
hayat veren yaratılmıştır. Âlemin genişliği onun tabiatında, uzunluğu da
ruhunda ve şeriatındadır. Bu nur, Hüseyin b. Mansur el-Hallac’a nispet edilen
sayhur ve deyhur’dandır. Retki ve fetki, yani dürülme ve parçalanmayı bir
görmedim. O rabbinin (sözleriyle) konuşmuş, şafak vaktine, geceye ve gecenin
örttüğüne yemin etmiştir. Ortaya çıktığında aya yemin etmiş, tabaka tabaka
terkip edilmekten söz etmiştir. Çünkü o karanlık içindeki bir nurdur. O’nun
katında Hakkın konumu tabut karşısında Hz. Musa’nın konumuyla birdir. Bu
nedenle Hallaç lâhut ve nâsut fikrine sahipti. Onun sözleri nerede, ‘Hakikat
tektir’ diyerek bu hakikate ilave sıfatları imkânsız sayanın görüşleri nerede!
Fırın nerede, Tur nerede? Ateş nerede, nur nerede? Genişlik sınırlanmış olan
iken uzunluk uzamış ve ortaya çıkmışbir gölgedir. Farz ve nafile ise şahit ile
şahit olunandır (meşhud).
Bu konulardan birisi de yirmi birinci
bölümdeki tevalüc ve tehalüc bahsidir. Tevalüc nikâh, yani cinsel ilişki
demekken tehalüc geceyle gündüzün birleşmesinden melekût ve şehadet âleminde
gerçekleşen doğumdur. Bu doğum sayesinde asırlardan ibaret olan çocuklar ve
ürünler meydana gelir. Böylelikle günler, aylar ve yıllar birbirinden ayrışır.
Dehir dehirler ile birleşir. Güneşin hükmü olmasaydı, rükünler âleminde bir
nefis sahibi kimse ortaya çıkmazdı. Menziller kendilerine yerleşenlerle
birlikte çoğalır. Daha doğrusu menzillere yerleşenler menzilleri belirler.
Bunları ise sayılar takip eder. ‘Evde kimse yoktur.’ Bu olumsuzlamada istisna
gerçekleşirse, munkati istisna diye isimlendirilir. Bu durum kaçınılmayacak
bir durumdur.
Konulardan birisi de yirmi ildnci
bölümdeki menziller ve menzile yerleşenin sırrı bahsidir. Menzil mekân, menzile
ise hakikatle ilgilidir. Buna göre emir ve şe’n, mekanet ve mekândadır. Nazil
olan ise kendi menzilinde ve menzilesindedir. Kur’an’ın sureti bakımından
sureleri vardır. Bunlar onun menzilleridir. Bunun yanı sıra onun ayederi de
vardır. Bunlar ise onun delilleridir. Kur’an’da kelimeler de vardır. Kelimeler
ise surettir. Onun harfleri vardır; harfler Kur’an’ın cevherleri ve
incileridir. Binaenaleyh harf ‘çekik gözlü’ olmakla nitelenmiş olanın zarfıdır.
Kelamda kelimeler ise çadırlardaki çekik gözlüler gibidir. Öyleyse işaretlerin
anlamını idrak etmekten aciz kalma. Aynı zamanda ibarelerin gösterdiklerini
anlamaktan da aciz kalmamalısın.
Binaenaleyh icaz ancak Kur’an’ın
mecazdan münezzel olmasıyla gerçekleşmiştir. Kur’an’ın bütünü doğrudur ve her
kelimenin gösterdiği haktır. Onun durumunda bir belirsizlik de yoktur. Bununla
birlikte bir surenin benzeri olan surenin getirilmesini talepte bir güçlük ve
sıkıntı ortaya çıkar. Allah Teâlâ her peygamberi kavminin diliyle göndermiştir.
Bunu iyi düşünmelisin, yardımı ancak Allah Teâlâ’dan dilemelisin!
Başka bir konu ise yirmi üçüncü
bölümden ‘yardım talebi’ ve korunmanın sırrı bahsidir: Korunmuşlük ve
masûniyet velilerde muhafaza, nebilerde ve peygamberlerde de ismet demektir.
Bunun Allah Teâlâ’dan gelen ve peygamberin bildirdiği vahiydeki ifadesi ‘Hakkı
bâtıl üzerine yığar ve onu yok eder’ ifadesidir. Bir de bakmışsın ki, bâtıl yok
olmuş ve öteki onun izini takip eder. Bu itibarla teklif hakikat olsa bile,
meyledici bir araz iken aynı zamanda yok olucudur. Dünyanın kardeşi ahirette
bulunmayan bir hükmü vardır. Kızı üzerine anne nikâhlanamaz! Bununla birlikte
‘kız hücrede değilse’ bazı mezheplerde helal olabilir. Yardım talebi bela ve imtihan
sahibinden gelen bir iddiadır. Perdeler ve örtüler göz için çekilmiştir. Sen
de bakmaktan sakınmalısın! Bazen haber haberi yalanlar. Sabır yoluyla yardım
istemek cebir ile muhayyerlik arasındaki bir hayrettir. Allah Teâlâ’dan yardım
istemek, bir karışıldığa ve belirsizliğe (müteşabihlik) yol açar: Müteşabihi
takip eden ise hiç kuşkusuz sapıtır ve kalbi eğrilir. Peygamberin görevi,
tebliğden ibarettir. Muhkeme bağlanan, hiç kuşkusuz, sağlam bir yolu tutmuş
demektir.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğruya ulaştırır, çünkü kefil olan O’dur. ’
Başka bir konu yirmi dördüncü
bölümden, fırtınaların hükmünden şeriatlardaki ortaklığın sırrı bahsidir.
Bilmelisin ki, fırtınalar, şeriadarın
ve tabiatların hükmüne göre gerçekleşir. Bu nedenle yükselirler, aşağı inerler,
terakki ederler, inerler. Gerçi yaratıklarda bulunan bu iki nitelik (yukarda
olmak ve aşağı inmek), gerçekte ilâhı bir niteliktir. Yukarda ve ulvi olan aklî
delilin seni kuşkuya düşürdüğü her şey iken inmek (nüzûl) nakledilen şeriat
deliliyle sabittir. Halifelik ve imamlığın sahibi Necd ile çölü arasında mesken
tutarken berzahlar ilmini elde ettiği için yüksek şeref ve itibar sahibidir.
Temyiz ve eleştiri onun hakkıdır. ‘îşirı
başında ve sonunda emir Allah Teâlâ’ya aittir. O
gün müminler Allah Teâlâ’nın yardımıyla sevinirler.’330 Onların sevinmelerinin nedeni
imamlarının, önderlerinin, efendilerinin, reislerinin ve bilginlerinin sevinmiş
olmasıdır. Siyaset ilmi başkan olanlara aittir. Bu itibarla her başkan
yönettiklerinin üzerinde bulunduğu durumun kadir ve kıymetine göre yönetici ve
idarecidir. İslam ümmetinin en hayırlı ümmet olmasının nedeni, hiç kuşkusuz, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in bütün Âdemoğullarmın efendisi olmasıdır. Bu
hususta bir belirsizlik ve karışıklık yoktur. Binaenaleyh o bize (efendi) olmuşken
bizim değerimiz de ona bağlıdır, bunu fark etmelisin!
Bu konulardan birisi de yirmi beşinci
bölümden hangi nimetin hangi güne tahsis edildiğinin öğrenilmesidir: Hilim
sahipleri çok ah edenlerdir. Ona Allah Teâlâ’nın günlerini öğretirsen, intibah
yoluna ve yöntemine yönlendirmiş olursun. Binaenaleyh ancak uyuyan
uyandırılırken, o ancak ‘kazandığıyla birlikte her nefs üzerinde kaim olan’ kimsedir.
Burada günler nimetlerin yerini almıştır, çünkü onlar, farklı türleriyle ikramları
getirendir. Zaman kapsayıcı olduğu için koruyucuyken sapma ve istiva da onun
vasıtasıyla gerçekleşir. Bu itibarla zaman geniş olunca, dört mevsimi
içerebilmiştir. Hadiseleri ortaya çıkartıp gece ile gündüzün ardışık gelmesi
nedeniyle rükünlerde hüküm sahibi olan zamandır. Bazı suretler meydana gelir
ve geçer, bazı haller üzer ve bazısı mutlu eder, devirler döner, yıldızlar
doğar, batar. Günlerin, haftaların ve senelerin gelip geçmesi, asırlardaki
hadiseleri gerçekleştirir. Bir gün, gece ile gündüzden oluşurken dolunay ve kararma
devrelerinden geçer. Sene tekrarlanır, hafta yedi günlük bir devirdir. Yolların
hükmü saatlerde, derece ve dakikalarda ortaya çıkar. Bunlara eklenen ikinci,
üçüncü ve daha fazla dereceler, rakikalardır. Onlar hakikatlere doğru uzar.
Bu konulardan birisi de yirmi altıncı
bölümden olmasıdır: Nasihatlerin remizleri hâzinelerin sırrıdır. Nasihatçi
zaman kendisine hadiseleri gösterebildiği takdirde nasihat edebilir. Bu
itibarla maslahatın gereğine göre amel etmek, bütün iyi ve salih kulların
şiarıdır. Bakınız!
Salih kul nasıl duvarı onarmıştır
(Hızır’ın duvarı onarması hadisesine atıf!). Duvarı onarmak küçük yetimlerin
menfaatine olan bir işti. Hızır duvarı onarmış, fakat ona karşılık ücret
istememiş, sadece Hz. Musa’ya ‘Sana daha sonra bundan söz edeceğim’ demekle
yetinmiştir. Meselenin hikmetini kendisine bildirince Hz. Musa Kelimullah kendisine
râm olmuş, daha önce yadırgadığı hususta Hızır’a itimat etmişti. Buna mukabil
rahmete mazhar kul da Hz. Musa’nın itirazını anlayışla karşılamış, onun
durumunu anlamış, ardından her biri ötekine ‘Ben senin sahip olmadığın bir
bilgiye sahibim’ demiş, burada ayrışmışlardı. Hz. Musa onun üstünlüğünü
görünce, onun bütün yaptığı işleri kendisine havale etmiştir.
Bunlardan birisi de yirmi yedinci
bölümden gölgelerin sabah ve akşam secde etmeleri bahsidir: Gölgeler sahip
oldukları kendini beğenme duygusu nedeniyle güneşe secdeden ve boyun eğmekten
imtina etmiş, güneş ise bu vakitlerde onları döndürmüş, gölgeler de göklerin
ve yerin melekûtunu elinde tutan Hakkın karşısında secde etmek üzere
uzamışlardır. Göklerin ve yerin melekûtunu elinde tutan, temkin ehlinden
olduklarını ileri sürenlerin secde ettiği ve sağlam ve derin akıl sahibi
olduğunu iddia edenlerm ibadet ettikleri Hakk’tır. Gölgeler güneşin kendilerini
görmek üzere onlara doğru eğildiğini görünce, asıllarım talep ederek, geri
çekilmiş ve büzülmüşler, bu sayede güneşin üstünlüğü ortaya çıkmış, güneş ise
onların varlıklarını görememiştir. Bu durumda güneş ışığıyla kendisine boyun
eğdirecek kimse bulamamıştır. Bunun nedeni onların süratle uzaklaşması ve
kaybolmalarıdır. Aslın inayeti olmasaydı, bu üstünlükleri ortaya çıkmayacaktı.
Bunlardan birisi de yirmi sekizinci
bölümden kışta ve yazda bulunan adına gerçekleşen keyfiyetin sırrıdır. Mezarda
rabbini bilecek kişi, ancak evveli ve ahiri bilendir. Kimin zahiri yazda
bulunursa, onun bâtını kıştır. Böyle biri ‘ne zaman’ ve ‘nerede’ sorularında
olanları bir araya getirir. Kimin zahiri kış olmuşsa onun zahiri yaz olmuştur.
Böyle biri her iki halde de yarımla kanidir. Bu ikisi de nitelenme (keyfiyet)
halleri arasındadır. Keyfiyet cisimlerin bir hali olduğu gibi vehimlerin
mahallidir ve kesifleri içerir. Basitlerde de özele ait latifeler bulunur.
İtidal zamanın ise zevali yoktur.
Bunlardan birisi de yirmi dokuzuncu
bölümden ehl-i beytin ölümden (bilgisizlik) tenzihi bahsidir. ‘Kuddûs, Subbûh,
Rabbü’lmelaiketi ve’r-ruh’ (olan Hakk) kirleri temizler, vesvese veren hannas
(şeytanların) şerrinden muhafaza eder. En kötü ölüm, cehalet ölümüdür ve Allah
Teâlâ ehl-i beyt’i o kötülükten korumuştur. Ehl-i beyt’in değerini ve kadrini
ancak Allah Teâlâ’nın onların işlerine muttali kıldığı insanlar bilebilir. Onu
öğrenen ise hemen kendisine dayanır ve istinat eder. Ehl-i beyt en büyük
dayanak ve kendisine yönelmede en güvenilir şeydir. Öyleyse sen de akıbet için
onların sevgisine sarılmalısın. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bizden
sadece ‘akrabaları hakkında meveddet’, yani sürekli-sabit sevgiyi talep
etmiştir.
Bunlardan birisi de otuzuncu bölümden
binekli, süvari, ayaktaki ve oturana ait sırdır. Binekli iz sürer, süvari
saldırır ve geri çekilir, ayaktaki infak ederken oturan yumuşaklık ve şefkat
gösterir. Oturan kınanmaz; süvari yüzüstü düşmez; ayağa kalkan uyur; oturan umudunu
yitirir. Ey binekliler! Ameliniz helak içindedir. Ey Allah Teâlâ’nın atları!
Bininiz ve benim gittiğim yolu takip ediniz. Ey maddi ve manevi rızıklarla
nefisler üzerinde hakim olanlar! Hakkı ve sabrı tavsiye ediniz! Ey doğruluk
oturağında Hakk ile oturanlar! Tuzaktan sakınınız, şükrü tavsiye ediniz. Allah
Teâlâ dört kadınla evliliği ancak dört sayısının en geniş makamı haiz olması
nedeniyle mubah kıldı. Dört sayısındaki bu genişlik olmasaydı -onu dikkate
alanlar içinkemal özelliğine sahip on sayısını içeremezdi (dört sayısını
oluşturan sayıların toplamı ondur). ‘Bu kâmil ondur.’ Kastedilen üçü hacda ve
yedi günü de dönüp yollan kat ettikten sonra olmak üzere peş peşe gelen
günlerdir. On sayısı basamaklı sayıların ilki olduğu kadar bütün tanımlar ve
sınırlar (hudûd) ondan meydana gelir. Binekli süvarinin görmediklerini görürken
ayaktaki oturanın görmediklerini görür. Komutanın durumu sedir üzerinde oturmak
iken hizmetkâr onun önünde ayaktadır. Bu itibarla o da efendidir. Çünkü
efendinin önünde ayakta dursa bile, efendinin işleri ona bırakılmış ve havale
edilmiştir. Onlar adarı ve binekleri gündüz yürütmek ve gece dinlendirmek üzere
yönlendirir ve kullanırlar. Dikkatle düşünün ve ibret alınız!
Bunlardan birisi de otuz birinci
bölümden fasıllardaki asılların sırrı bahsidir: Kurucu fasıllar olmasaydı,
karanlık evler ortaya çıkmazken fasıllar olmasaydı tanımlar asılları ortaya
çıkartamaz ve beyan edemezdi. Ayrıştıran ve bölen fasıllar sayesinde merhamet
ve uğursuzluk ortaya çıkmışken yine fasıl sayesinde Rab ile merbub birbirlerinden
ayrışmıştır. Fasıllar sayesinde seven sevgilisine kavuşmuşken fasıl sayesinde
seven-âşık kendisinin yok olucu ve sevgilinin malik ve sahip olduğunu
öğrenmiştir. Fasıl ancak vasi, yani kavuşma üzerinde gelir ve ortaya çıkar. Bu
itibarla fasıl valsın unvanı olduğu gibi vaslın terazisi de fasılla bilfiil Hakk
gelir. Bu itibarla fasıl tanımlanmış bir boşlukken (halâ) faslın sınırladığı
ise görülen ve müşahede edilen doluluktur (mele). Fasıl vaslın mahalline
yerleşir. Binaenaleyh vasıl da fasıl gibi bir boşluktur ve bir şeyin benzeri ve
misli onun şeklindedir. O halde fasıl ve vasıl iki tarz olduğu gibi Allah
Teâlâ’nın iki nimetidir.
Başka bir konu otuz ikinci bölümden
iksirin tedbiri bahsinin sırrıdır: İksir varlıkları başkalaştıran bir
sultandır. Onun (varlıklardaki) hükmüyle zamanın hükmü aynıdır. Bununla beraber
iksir zamana göre daha sürade tesir icra eder. İksir etkin ve otorite sahibi
olmakla birlikte kâbil (edilgen) hükmünde olduğu kadar kabul ettiği şeye doğru
bilfiil meyillidir. Demek ki acizlik ve eksiklik, bütün işlere/varlıklara
yayılmışken bağımsızlığın olmayışı emelleri keser. Hastalıklar olmasaydı
tedbir olmayacağı gibi hükümdar da tahtından inmez veya altın kurşuna
katılmazdı. Veya Utarit iksir sayesinde iksirin yerini almaz, altın bakırın
yerini almazdı. Bu itibarla bütün madenler tek bir asla dönmeyecek olsalardı,
onlar ‘eksik’ ve ‘fazla’ diye isimlendirilmezlerdi. İlletli olmanın ilkesi
bedenlerdeki (ahlâtta bulunan) fazlalık ve eksilmedir. Mahir doktor iksirleri
doğru kullanabilen kişidir. Gümüş ve altın nedeniyle sürekli ‘Ebu Leheb’in
elleri kurudu, kazandıkları da’331 suresini okur. Doktor bedendeki
dengeyi tekrar kurmaya ve ölçülere ayarlamaya çalışırken insanın Nisan ayındaki
yaratılışını korumaya çalışır. Nisan gençlik ve dinçlik çağı olduğu kadar
meyvelerin ve çiçeklerin ortaya çıkma vakti ve kırlarda ve bahçelerde dolaşma
ve gezinme ayıdır. Bunu öğrenmeli, öğrenince ona göre davranmalı, davranınca da
gizlemelisin!
Bunlardan
birisi de otuz üçüncü bölümden birleyenlerde (muvahhid) ve övgüde niyetin
sırrıdır: Hadislere (zaman içinde yaratılmış olan) ilişen hadis varlık iki
veya üç kişinin varlığıyla mümkün olabilir. Bunun anlamı türeyenlerin ortaya
çıkabilmesi için öncüllerin terkibi ve oluşturulması demektir. Türeyenler, akli
veya nakli bir tarzda ve şarda duyusal veya aklî bir nikâhla öncüllerden
çıkarlar. Burada akıl nakle uyarken tabiat vahye yardımcıdır. Bakınız!
(Yaratılış anlamındaki) İş ve emir, bizim iktidarımıza bağlıdır. Binaenaleyh
aklın kesin delillerinin gösterdiği üzere, kabul edici olmalısın! İki öncülün
üçüncüye bağlı ve dayalı olduğunu söyleyen, hâdisin var olmasında birliği dile
getirmiş demektir. Her ikisini dikkate alan ve onlara bakan ise zaidin
varlığıyla birlikte ikinin varlığını dile getirmiş demektir. Böyle biri işi
karanlık ile nur, tasa ve neşe arasında görürken hiçbir kuşkunun ve tereddüdün
girmediği İlâhî kelamda belirtildiği üzere ‘Her
şeyi çift yarattık’332 ayetinin hükmünü söyler. Bu
ikisinden başka bir şey yoktur. İlah ise birdir. Başka bir görüş ileri süren
ise soğuk demir döver. -
Bunlardan birisi de otuz dördüncü
bölümden oturanların nefesleridir: ‘Oturan başkan olur.’ Bu düşünce deyişte
‘sabit biter’ şeklinde dile getirilir. Oturan ünsiyet edendir. Allah Teâlâ’yı
zikredenlerle oturan bizzat Allah Teâlâ’dır. Allah Teâlâ onlarla otururken
zikirle de onlarla ünsiyet eder. Kim seninle oturursa, sen de onunla oturmuş
olursun. Bu demektir ki (Allah Teâlâ’yı zikreden) sizler, Hakk ile
oturanlarsınız! Doğruluk oturağı bu demektir. Ardından oturma türlerine
ayrılır. Ya sen O’na oturmaya gidersin veya O sana oturmaya doğru gelir ve
tenezzül eder. İkinci durumda Hakk ‘ta
ki bilelim’333
makamındadır. Söylediğimi anladıysan, bu hal üzere devam etmelisin! Sen O’na
oturmaya gidersen, zarif hikmederi sana öğretir ve cevamiü’l-kelim ihsan eder!
Bazen veren Hakk bu kez istifade eden haline gelir ve daha önce istifade eden
(kul) ifade makamında bulunur. Medistekiler ve oturanlar, önde gelenler ve
başkanlardır. Oturan hizmetkâr iken ayağa kalkan pişmandır. Duvar ayağa
kalkmasaydı yıkılmazdı. İnsanın bedeni ömrün ileri aşamalarına varmamış
olsaydı, yaşlanmaz ve tükenmezdi. Ayaktaki nefeslerin esintilerine maruz
kalırken ayaktayken hareket eden ise gidici olmak ve ayartıcı olmak
(özelliğiyle) nitelenir. Binaenaleyh vesvesecinin şerrinden insanların rabbine
sığının!
Başka bir konu da otuz beşinci
bölümden zil sesinin sırrı ve önlem almanın sırrıdır: Ceres yani zil kapalı ve
genel söz anlamına gelirken önlem kilitli kapıya işaret eder. Kim kapalı sözü
tafsil eder ve onun kiliderini açarsa, garip sırra ulaşır, derin akıl
sahiplerine katılır, kabuğun saklamış olduğu özleri öğrenir. Perdeyi ve
perdedarları yüceltir ve onlara saygı gösterir. Kapalılık ve genellik hikmet
iken sözü tafsil etmek taksim etmek demektir. Tafsilin amacı, önem verilen
kapalı, belirsiz karanlık işlerde kişinin gam ve tasasını gidermektir. Susmak
koruyucudur. Anlayış sıkıntıyı ortadan kaldırmak için en büyük nimettir. Çan
sesi atın kişnemesi gibidir.
Bunlardan birisi de otuz altıncı
bölümden Hz. Musa’nın Hz. İsa için Tevrat’ı hazırlaması bahsidir: ilk nesil
İncil ile emniyet bulmuşken ilk nur Zebur ile ortaya çıkmıştır. Hz. Musa ateş
aramak amacıyla yola çıkmış, kader kıvılcımları tutuşmuş, Tevrat’ı getirmişti.
Bu itibarla Hz. Musa eserlere hamd eder. Hz. Musa Hz. İsa ile haydır! Çünkü
Hz. İsa Hz. Musa’nın konuştuğu kelimenin ruhudur ve bu nedenle güneşin ışığına
benzemiştir. ‘Allah Teâlâ Musa
ile konuşmuştur.’334 Allah Teâlâ Hz. İsa’ya selam
vermiş, ancak farkına varsın diye kendisine onunla selam vermiştir. Halaoğlu
Yahya’ya ise -bugününün mertebesi dünün ve yarmın mertebesinden ayrışsın
diyekendisiyle selam vermiş, ‘gün’ kelimesinin zikredilmesiyle yarın ile dün
arasındaki karışıklık ortadan kalkmıştır. Önce gelen her peygamber ümmetinin
içinde müjdeci, ümmetini korkutucuyken kendisinden sonra gelecek peygamberi bildirir,
gelecek olana katılmaya ve beraber olmaya teşvik eder. Haleflik ve ‘hilaf ancak
insafın olmayışı nedeniyle ortaya çıkmıştır. Her peygamber haleftir, çünkü
kendisinden önce gelene halef olmuştur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
ise bir halefi yoktur, çünkü o insaf sahibidir.
Başka bir konu, otuz yedinci bölümden
tabiler içerisindeki tabilerin sırrı bahsidir: Tabilerin bir hükmü olmasaydı
‘tabi’ diye isimlendirilmezlerdi. Peygamberlere tabi olanlar, yolları hakkıyla
bilenlerdir. Onun doğru yolunu takip eden, davranışlarında ve sözlerinde
övülür. İş ve emir, doğru ve ‘sıddîk’tır. Bu nedenle bir tabi ve uyulan olmalıdır
ki işin gerçeği ve hakikati budur. ‘Allah
Teâlâ hakkında doğrudan başka bir şey söylememek gerekir.’335 Çünkü ben Allah Teâlâ vasıtasıyla
duyarım, O’nunla görüyor ve konuşuyorum. Sen de bu yola gir ki, öğrenesin.
Bunlardan birisi de otuz sekizinci
bölümden mutlak bir keşifle ulaşılan bir husustur: Keşifle elde edilenler
tecelli, yakınlık ve tedelli ilmidir. Aynı durum isimlerle süslenmenin ve
ahlaklanmanın ortaya çıkarttığı haberlerin bilgileriyle ilgilidir. Duyuya bağlı
herhangi bir bilgide karışıklık bulunmazken fikrin ortaya çıkarttığı bilgilere
itimat edilmez. Böyle bir bilgi sürade inkâr edilir. (Duyuyla ilgili söylediğimize
itiraz etmek üzere) ‘Sen atmadın attığında’336 ayeti hatırlatılabilir. Kuşkusuz bu
ayette gözle görülen olumlanmış ve ispat edilmiştir. Buna mukabil ‘Fakat
Allah Teâlâ atmıştır’337 ifadesi, kör ile âmânın kendisinde
eşit olduğu bir duruma delalet eder. Binaenaleyh gözler farklılaşsa bile Allah
Teâlâ’nın eli yaratılmışların elidir. Sen de suretlere bakmaktan uzaklaş! Onlar
farlılık ve başkalığın bulunduğu yerlerdir. Sen (Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem gibi) bir hüküm meydana getirebilmek için ‘Rabbim! bilgimi artır’ de!
Bunlardan birisi de otuz dokuzuncu
bölümden azletmenin ve vali olarak görevlendirmenin sırrının dalalet ve
hidayette bulunmasıdır: Dalalet hidayeti içerdiği gibi azletmek de
görevlendirmeyi (velayet) tazammun eder. Dalalete yönelik bir hidayet ve
kılavuzluk da bir hidayettir. Bu itibarla dalaleti anlamsız Hakk getirmekten
sakınmalısın! Dalalet hayret demektir. Dalalet zatî olmasaydı başkalık ve
gayret kendisini icap ettirirdi. Dalalet olmasaydı, korusuna girerdi. İdrak ise
Amâ’sında gerçekleşirdi. Azletmek görevlendirmekten sonra olabileceği gibi
dalalet de hidayetten sonra olabilir. ‘Allah
Teâlâ hidayet ettikten sonra bir kavmi dalalete düşürmez, ta ki, onlara
sakındıkları şeyleri öğretir!’338 Bu bilgi korunmuş ve sakınılmış
bilgilerdendir. Allah Teâlâ’nın bir bilgiye sahipken dalalete düşürdüğü kişi
anlayış sahibidir. Allah Teâlâ elMütealî ismi el-Vali’dir.
Başka bir konu ise kırkıncı bölümden
komşuluk-civarlık ve karşılıklı sohbet bahsidir: Bir yakınlık ve komşuluk
olmaksızın konuşmak anlaşılmaz. ‘Konuşma’ derken kadim ile hâdis arasında sözün
karşılıklı gidip gelmesini kastediyoruz. Komşu nesep sahibinden daha çok
ketıdisine yakındır. Çünkü hepiniz asıl itibarıyla ulu’l-erham, yani akraba,
kaynaşan ve ülfet sahibi olan kimselersiniz. Komşulukta cins şartı yoktur. Bu
husus karışıklık içindeki ortaya çıkan bir bilgidir. Allah Teâlâ aradaki
benzerlik ortadan kalkmış olsa bile beraberlik nedeniyle kulun komşusuyken kul
da O’nun hareminde Allah Teâlâ’nın komşusu, O’nun haremine ulaşan kimsedir. Allah
Teâlâ’nın kulları O’nun tükenmeyen kelimelerinin tecellilerinden ibarettir.
Bunu inkâr etme, yoksa uzaklaşırsın!
Başka bir konu da kırk birinci
bölümden gece, gündüz, mahrumiyet ve ulaşmanın sırrıdır: Gündüz geçim ve
maişet, gece de elbise demek iken nail olmak, bulmak; mahrumiyet de iflas
demektir. Öyleyse karışıklık ve belirsizlik kalkmıştır. Gündüz hareket, gece
sükûn ve durağanlıktır. Yaratıklardan gizli olan, bir şeye ol demesiyle
birlikte o şeyin sözünün ardından meydana geldiği kimsedir. Tekvin nedeniyle
itirazcı ortaya çıkarken telvin ve değişme nedeniyle de çoklukta taayyün
gerçekleşir. Tevhide karşı ancak yaratılmış/kevn suç işlerken O’nunla dış
varlık didişir ve tartışır. Kurtuluşa eren ise Hakkı her şeyin aynı görebilen
kimsedir.
Başka bir konu kırk ikinci bölümden
nebiliğe mahsus mutlakfütüvvet bahsidir. Fütüvvet sahibi, yani feta, nerede ve
ne zaman sorularını bilmez. Onun mekânı sürekli ve sabitken zamanı süregelen
bir haldir. Onun başlangıcı sonuyla birleşmiştir; onun zamanın ne başlangıcı
ne bitimi vardır! O belirlenmiş ecele aşina olmadığı kadar muammanın
çözüldüğünü de söylemez. Gece ile gündüz onun hükmüne bağlıdır. Onların
tasarrufları fütüvvet sahiplerinin halleridir. Bu itibarla gece ile gündüzün
işleri ve amelleri, fütüvvet sahiplerinin amelleridir. Kibirli biri feta, yani
fütüvvet sahibi diye isimlendirilemez. Fütüvvetin zirvesi hullet, yani dosüuk
makamıdır. Hz. İbrahim putları parça parça etti, büyüklerini geride bıraktı,
sonra onları Allah Teâlâ’nın vahyettiği şeye yönlendirdi.
Bunlardan birisi de kırk üçüncü
bölümden benzerin benzere ilhakının sirrıdır: Benzerlikler olmasaydı küşkular
olmazdı. Gölgeler benzerlerdir. Misli karşısında gölgenin durumundan daha
garip ve bilinmez ne olabilir? Işık gölgeyi suretten surete geçirtirken
gölgenin kendisi ışıktan kaçar. Buna mukabil cisim gölgeyi sabit tutar ve bir
mekâna yerleştirir; onu meydana getiren kendisidir Arapçada şöyle denilir: ‘Babasına
benzeyen çocuk annesine kara çalmaz.’ O’nun güzel isimleri bizim de
isimlerimizdir. Demek ki bizim yapımız ve varlığımız (Allah Teâlâ’ya) benzerlik
ilkesine dayalıdır. Bizim hükümlerimiz de O’nun hükümleridir. Binaenaleyh her
bakımdan biz O’nun şiarları ve alametleriyiz. Onları yüceltmemiz ise kalplerin
takvasına ve gayblerin açılmasına işaret eder.
Bunlardan birisi de kırk dördüncü
bölümden fenlerde tasarrufun mecnunların işi olmasının sırrıdır: Fenler
şe’nlerin dış varlıklarıdır. Şe’nler muhted, yani had mertebesinin hüviyeti,
müşahede mertebesinin rabbaniliğidir. Gelen en sırlı ifadelerden birisi O’nun
doğurmamış olduğunu belirten ifadedir. Sayılar O’ndan ortaya çıkmışken
sayıların birliği O’na aittir. ‘Evde hiç kimse (ahad) yoktur.’ Mecnunluk ve
cünun örtmek ve perdelenmek demektir. ‘De ki, işler Allah Teâlâ’ya varır.’
Bunlardan birisi de kırk beşinci
bölümden devirlerdeki tekrarın sırrıdır: Gece ile gündüz varlıklarıyla değil,
isimleriyle tekrarlanmıştır. Felek dönmüş, iki yeni şey (gece ile gündüz)
ortaya çıkmıştır. Gök dürülmüş, ses çıkarmak oriun hakkı olmuştur. Çünkü bu
dürülmenin özelliği sıkışmadır. Gök yok olmaktan korkarken onun sesi nasıl duyulmasın
ki? Gök bilir ki sürülüp götürülecektir. ‘Dağlar da yürütüleçektir. Birinci
üflemenin ardından onu ikinci üflemenin takip ettiği gün, kalpler ürperir,
nefisler telef olur, akıllar ürker, sırlar kendi halleri üzerinde kapanırlar.
Gök düşer ki zaten düşecektir. Direkleri üzerinde çöker kalır. Sakinleri
kalmış olsaydı, meskenleri ortaya çıkmazdı. Öyleyse devir ve dönüş daireyi
ortaya çıkartmıştır.
Bunlardan birisi de kırk altıncı
bölümden tutuşturmadaki azlık ve çokluğun sırrıdır: İzafetlere kul olan kişi
afete maruz kalmıştır. Kim güçlükle karşılaşırsa gözünü kolaylığa çevirsin.
‘Her güçlükle beraber kolaylık vardır.’ Taze ve kuru hurmada, yaşlık ve
(kuruluk) kitapta yazılmıştı. İnsanların çoğu secde etmemiş, çoğu üzerinde azap
Hakk olmuştur. Size bilgiden ancak azı verildi. Sözü bakımından daha doğru
olsa bile, ‘Rabbinin ismini zikret, bütünüyle
O’na yönel.’339
‘Rabbini sabah ve akşam tespih et5, ‘Geceleyin kalk, gündüz çok işin
vardır.’ Az bile olsa eldekınin elden çıkartılması çoktur. Azın ve çoğun
anlamını öğrenmelisin! Bir dirhem sadakanın bin dirhem sadakayı geçmiş olmasının
nedeni sadakayı verenin bin dirhem bulamamış olmasıdır.
Bunlardan birisi de kırk yedinci
bölümden aşağıdaki ve yukarıdaki ile aşağı doğru inen ile yukarı doğru çıkanın
sırrıdır: Yüce ve yukarda olan ruh sahibiyken aşağıda olan donuk bir bakışla
ona bakar. Ortada bulunan ise her iki uca da sahiptir ve her iki uca da
bakabilir. Aşağı doğru inen arkadaşını yüksekliğine şahitlik ederken yukarıya
doğru çıkan ise kendisiyle nitelenen adına yakın makamı müşahede eder. Bu makam
gerçekleşen yakınlıkla elde edilir ve böyle biri taşkınlık yapmaz. Taşkınlık
eden aşağı düşer ve süflileşir. Su sele dönmeden tümsekleri geçemez. ‘Ey
kitap ehli! Dininizde taşkınlık yapmayınız, Allah Teâlâ hakkında ancak Hakk
olanı söyleyiniz.’340 Kulu Allah Teâlâ’ya oğul yapan
kişinin ne bilgisi vardır ne fütüvveti! Oğul nerede, kul nerede? Ünsiyet nerede,
yalnızlık nerededir?
Bunlardan birisi de kırk sekizinci
bölümden ezelin sırrının illetlerde bulunması bahsidir: Allah Teâlâ illet
olsaydı, malul kendisini varlıkta geçerdi, hâlbuki daha sonra gelmiş, bu sayede
el-Mukaddim ve elMuahhir (önce gelen, sonra gelen) isimleri sabit olmuştur. Allah
Teâlâ âlemin varlığını zatı gereği iktiza etseydi, yaratılan hiçbir şey
gecikmez ve sonraya kalmazdı. O’ndan bir’den başkasının çıkması bâtıl olmasaydı,
nispet ve şahider anlamsız Hakk gelirdi. Kendisi bir iken bir’e ait nispederi
kabul eden ise hiç kuşkusuz nispet ve hükümleri ispat etmiş, yani olumlamış
demektir. Sudur eden şey mevcut ve malum iken nispet var olmayan bir şey ve
durumdur. Yokluk varlıkla bulunmaz.
Çünkü tanımlar ve kesin deliler, bunu
kabul etmez. Bu itibarla çokluk akılda mevcut iken her illet aynı zamanda
maluldür.
Bunlardan birisi de kırk dokuzuncu
bölümden aseste (gece bekçisinde) nefsin varlığının sırrıdır: Bekçi sayesinde
uyku güzelleşirken nefes sayesinde de elemler ve üzüntüler gider. Nefesi
Rahman’dan başkasına izafe etmek Rahman’a iftiradır. Onun hükmü ortaya çıkar ve
sıkıntıdaki kişiden gam ve tasa kalkar. Nefes Yemen cihetinden gelmiş, hükmünü
icra ettikten sonra ise ayrılmıştır. Bütün işler O’na döner, çünkü her şey
O’nun gölgesidir. Gölge kendisinden çıktığı kimse tarafından çekilir ve
dürülür. Bunun nedeni gölgenin ancak ondan ortaya çıkmış olmasıdır. Fer (dal)
bağımsızlaşmaz, çünkü aslına dayanır. Tafsil ferlerde ortaya çıkarken aklın
hükümlerinde asıllar kendisine şahidik eder.
Bunlardan birisi de ellinci bölümden
çadırların ve köşklerin içermiş olduğu hususlarda eksiklik ve hayret sırrıdır:
Çadır ve köşk kahrı ve zorlamayı bildirir. Hayret olmasaydı acizlik var
olmayacağı kadar izzetin saltanatı da ortaya çıkmazdı. Eksiklik nedeniyle
işlerin nasıl meydana geldiği öğrenilir. Bir varlığı meydana getirmek tek
başına olmayacağı için, eksiklik, iki tarafın varlığını gerektirir. Kabul ile
iktidar veya (güneşin) batışı ve doğuşuyla birlikte gece ile gündüzün varlığı
olmadaydı, dıştaki varlıklar ortaya çıkmayacağı gibi (var olan) varlıklar yok
olmazlardı. Zamanlara ve varlıklara ihsanda bulunan Allah Teâlâ’yı tenzih
ederim.
Bunlardan birisi de elli birinci
bölümden savaştan kaçmak bahsidir: Maksadı bir gölge bulmak veya (savaşta
taktik gereği) geri dönen kişi kaçmamıştır. Bu esnada savaştan kaçmak, savaş
içindeki bir tertip ve hile demektir. Kararlı ol, kaçanı arama ve peşinden
gitme! Onu darlığa zorlama, yoksa nahoş bulduğun hal üzerinden sana gelir. Her
birisi kendi yakınlığında belli bir süreye kadar akar. Sakın kınama! Kader
gelince göz körelir, elçinin gelişi ayakları bağlar. Kaçınılmaz bir emrin
tesirindeki kişinin bir günahı yok! Kim rahata ererse, ruhların makamına
yerleşir. Göğün kapısının açıldığı kimse, Sidre-i münteha’da gölgelenmek ister.
Şehit hayat sahibidir.
Bunlardan birisi de elli ikinci
bölümden hevaya ibadetin sırrıdır: Niçin heva sahibi olursun? Heva üzerinde bir
sınırlama yoktur ve bu nedenle heva sınırsız bir şekilde arzu sahibidir.
Hevanın hakkı onun kendi sebebi olmasıdır. Kalpte heva bulunmasaydı heva gücüne
ibadet edilmezdi. Hakka da heva sayesinde uyulur ve heva seni doğruluk
oturağında oturtur. Heva haz vericiyken ibadetteyken haz onunla almır. Heva
kendisine sığınan için bir barınaktır. ‘Yıldıza
yemin olsun ki, kayıp giderken (heva), arkadaşınız şaşırmadı.’341 Yıldız doğup kaydıktan sonra yemin
gerçekleşmiştir. Keşke bilseydiniz, büyük bir yemindir. Değeri böyle yüksek
olmasaydı, durumu yüceltilmezdi.
Bunlardan birisi de elli üçüncü
bölümden işaretler ve onların ibarelere katılmasının sırrıdır: İşaret ayette
de belirtildiği gibi bir imadır. Hz. Meryem için ‘Ona işaret etti’ denilir. Bu
işaret, beşikteki çocuğa itimatla yapılmıştı. Hz. Meryem’in masumluğu çocuğun
söylenen söz hakkındaki şahitliğine bağlıydı. Kur’an’da, Zebur’da, İncil’de ve
Tevrat’ta olmak üzere, bütün nesiller bunu böyle okumuştur. İşaret (diliyle
konuşmak) ancak (sükût) orucu tutan adına caiz olabilir. Bu itibarla işaretler
gizli ibarelerdir. Sufilerin görüşü budur. Her dinde ve millette işaret uzaktan
yapılan bir nidadır ve illetin varlığına bağlıdır. Gizlemek arzusu olmasaydı,
kaş ve gözle işaret edilmezdi. İşaretle konuşmak yalana ve gizlemeye işaret
eder. Bu nedenle Peygamberde göz hainliği gibi bir özellik bulunmamış, işaret
yalana delalet etmiştir.
Bunlardan birisi de elli dördüncü
bölümden hükümdarlardaki şeytanların sırrıdır: Sultan gölgedir. Onunla
arkadaşlık zillet ve horluktur. Şeytanlık uzaklık demektir. Gölge uzamadıkça
ortaya çıkmaz. Gölge uzadığında bu kez aslından uzaklaşır. Ona doğru
yöneldiğinde de uzaklaşır. Hükümdar gözetici ve davetçidir. ‘Her biriniz
çobansınız.’ Herkes birbirinin benzeridir ve benzerler zıtlar, zıtlaşmak ise
inatlaşmaktır. Bu durumda şeytanların hükümdarlar olduğu sabit olmuştur.
Şeytanlar yıldızların kuyruklarıyla taşlanmışlardır. Taşlar gedikler üzerinde
oturup önden ve yandan onlara taş atarlar. Ateşi ateş ile yarmada büyük sır
vardır.
Bunlardan birisi de elli beşinci
bölümden çeşitlenmenin araştırılması bahsidir: Alemin Hakk’taki çeşidenmesi ve
değişmesi şe’nler demektir. Bunlar ortaya çıkan fenler ve ferlerdir. Zan
bilmeden konuşmak demekken bilgide kuşku yoktur. İster kadim ister hadisle ilgiii
olsun zan sözlerin en yalan olanıdır. Türler -herhangi bir görüş ayrılığı
olmaksızıncinsin tafsilidir. Allah Teâlâ insanların bir kısmıyla bir kısmını
defetmemiş olsaydı, sünnet ve farzlar yok olurdu. İsimler türlü türlü olmuş, bu
nedenle sebepler türlü türlü olmuştur. Hepsi nispetlerdir ve nispeder yok
olucudur. Çeşitlenme hakikatlerin gereğiyle ayrışma ve farklılaşma demektir.
‘Bu bir uydurmadır’ diyen kişi helak olmuştur. Araştırmak ve peşinden gitmek
tecessüs demek iken tecessüs etmek ise yasaklanmıştır.
Bunlardan birisi de elli altıncı
bölümden uykudaki ilham ve vahiy bahsidir: Dakikalar uyku esnasında yıllara
dönerken nazarî bilgiler ilham kaynaklı ilimleri nezdinde vehimlerden
ibarettir. İlhamla konuşan kişi yanılmaz, ona göre verilen hüküm de gecikmez.
‘Ona takva ve günahım ilham etti’342 ayeti hakkında nefislerin
sıkıntıları ve imtihanları çoğalmıştır. Nefsi kendi arzusuyla arzusundan uzak
tutan insan onun gaile ve sıkıntılarından eman bulur. Arılara ilham gelmeseydi,
kovanlarında bal bulunmazdı. An ilham sayesinde meralara gitmiş, derlemiş, onları
saklamıştır. Sadık rüyalar nebilik ve resullüğün (parçasıdır). Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem (rüyalar ile vahiy arasında irtibat kurduğu hadisinde)
önce genel ifade kullanmış, sonra araya girerek ‘sadık rüyalar kalmıştır’
demiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e hikmetleri ve
cevamiü’l-kelim’i (bütün hakikatleri toplama Özelliği) tahsis eden Allah Teâlâ
münezzehtir.
Bunlardan birisi elli yedinci
bölümden zamanın ve mekânın sırrıdır: Mekân mevcuttaki bir nispetken zaman
-varlığı olmasa biletanımlı/sınırlıdaki bir nispettir. Mekân oturanla
tanımlanırken zaman nefeslerle sayılır. Bu itibarla imkân zaman ve mekânda
hüküm sahibidir. Zaman kendisine döndüğü bir asla sahiptir ve o asıl Allah
Teâlâ’nın edDehr ismidir. İşte zaman ed-Dehr’e dayanır. Mekân istivayla ortaya
çıkmışken zaman göğe inmekle ortaya çıkar. Hakk (Arş’a) istiva etmezden önce
Amâ’da zuhur etmişti. ‘Nerede’ mekândakine ve ona yerleşene sorulacak bir
sorudur. Mekânlar ile mahal arasındaki fark açıktır. Yerleşen mahalle göreyken
mekâna yerleşen mekândan ayrılabilir. Zaman mazruf için zarf mesabesindedir.
Bu ilişki harflerle anlamların ilişkisine benzer. Fakat mekân bir zarf
olmadığı gibi harf de zarfa benzetilemez. Mekân insanın ibaresinde bulunabilir.
Zaman bölünürken anla sınırlanır. Onun var olması için dış varlıkların bulunması
şart değildir. Mekân kendisine yerleşenle bilinirken, mekân mesken demektir.
Bunlardan birisi de elli sekizinci
bölümden felekler ve unsurlardan yardım eden ve edilenin sırrı bahsidir: Kûr’den
sonra hur nedeniyle
Allah Teâlâ’ya sığınmanın nedeni, dönüşün ve devrin tesiridir. Gerçekte hur diye
bir şey yoktur, sadece -devir değilistidare söz vardır. Devirler ve dönmeler
olsa bile, âlemde tekrar yoktur. Bütün bunlar yönelme ve gitmekten ibarettir.
Ne dönüş ne ricat vardır! Birinci sebep yardım edenlerin en hayırlısıyken son
sebep yardım edilenlerin en hayırlısıdır. Felekler erkek (etkin), unsurlar ise
zuhur ve tekvinin gerçekleştiği yerdir. Bu itibarla felekler kendilerinde
ortaya çıkan türeyenlerin anneleridir. Onlardan failler melekler iken edilgen
olanlar feleklerdir. İnfialler, yani fiilin sonuçları ise gelinler ve
meleklerdir. Kaynaşma ve iltiham olmasaydı, bu nizam ortaya çıkmazdı. Bazen
edilgen münfail tesirini kabul etmiş olmakla fail ve müessirin yardımcısı
olabilir. Bu kabul sayesinde failin gayesi ve maksadı gerçekleşir. İtaat edilen
emir olmasaydı, birleşmeler mümkün olmazdı. Binaenaleyh bedenler ve ruhlar,
ancak ‘nikâh’ vasıtasıyla ortaya çıkar ve zuhur ederler.
Bunlardan birisi de elli dokuzuncu
bölümden bitkinliğin gazaba tahsisinin sırrıdır: Gazap her cins içinde nefsin
yorulması ve bitkin düşmesi demektir. Bedenlerin yorulması, nefislerin makul ve
mahsus varlıklarla ilgili himmederinden kaynaklanır. Müteessir olan öğrenirken
müteessir olmayan da yoktur; maksadını gerçekleştirmiş olmakla Rab kullardan
ayrılır. Rab -kul kadrini bilmese bileemrini maksadına ulaştırandır. Bunun yanı
sıra kul ed-Dehr’in hükmüyle ‘kahır kuludur’. Kim senin üzerinde hüküm
sahibiyse, valin odur; dilersen görevlendirir, dilersen azledersin! Dilersen
tenzih eder, dilersen teşbihin ta kendisi olan tenzihte teşbih edersin. Hal
böyleyken marifetin verdiği rahadık nerededir? Bu niteliğin yanında varlık
nedir ki? Zalim, mertebelerin çoğunda hüküm sahibi olandır. Zahirde hüküm
bâtına aittir. Nefesler olmasaydı, duyular hareket edemezdi.
Bunlardan birisi de altmışıncı
bölümden damarlar çekilmişken fırkaların ortaya çıkmasının sırrıdır: Arz günü
gelip farzı ve sünneti yerine getirmekle ilgili hesaba çekilme
gerçekleştiğinde, emzikli kadınlar emzirdiklerini bırakır, herkes
biriktirdiğini değersiz görür, insanların damarları çekilir, fırkalar ayrışır,
haklar sahiplerine ödenir, insan sandıkta biriktirdikleri hakkında hesaba
çekilir. Artık kuşku ve yalan ortadan kalkar, iki göz sahibi için sabah
aydınlanır. Yüz çeviren ve ardı sıra giden kişi pişman olurken ilâhî-güzel
isimlerin tecellisiyle ahlaklanan kalpler saadeti elde eder. Bu tecelli
‘yaklaştı ve sarktı’ denilen mahaldedir. Birinci ve öteki inişte ‘rabbinin
büyük ayetlerini gördü.’ Fasıl kubbesinde adalet terazisi kurulurken ihsan
ehlinin terazileri İlâhî inayet sayesinde ağır gelir. ‘Kimin terazisi ağır
gelirse ‘Memnun bir hayat içindedir, yüce bir
cennette dalları sarkmış bir halde...’343 Kimin terazisi hafif gelirse ‘Haviyeye
yaslanır, haviye nedir ne bileceksin? kuşatıcı ateştir.’344 Farklar tanımlarla ve sınırlarla
belli olur. Bir kısmı bedbahtlık menzillerine yerleşirken bir kısmı saadet
menzillerine yerleşir.
Bunlardan birisi de altmış birinci bölümden
berzahlarda bulunan ihtişamlı makamın sırrıdır: ‘Beyne-beyne’ diye ifade edilen
berzah, iki şey arasındadır. Bu yönüyle berzah aralarında bulunduğu iki şeyden
herhangi birisi değil, onların bir toplamıdır. Bu özelliğiyle berzah üstün
izzet, etkileyici ihtişam ve derin makamla berzahlar ilminin sahibidir.
Kıyametten ona ait olan kısım Araf iken isimlerden de (onlarla) nitelenmektir
(ittisaf). Bu nedenle berzah insaf, yani yarımlık makamını elde etmiştir. O
ismin aynı olmadığı kadar isimlendirilenin de aynı değildir. Onun hüviyetini
muammayı çözen bilebilir. Gören ve kör onda eşittir. Berzah ışıklar ile
karanlıklar arasındaki gölge olduğu gibi varlık ile yokluk arasındaki ayırıcı
sınırdır. En doğru yol (tarîk-i emem) onda sonlanır. Berzah anlayan kimse için
iki makam arasındaki vakfe ve durak yeridir. Zamanlardan ona mahsus olan ‘sürekli
an’ iken bu özelliğiyle berzah sürekli varlık demektir. Berzah iki ucu da
kendinde birleştirirken aynı zamanda iki âlem arasındaki mekândır. Noktayla
çevre arasındaki kısım ona mahsustur. Bileşik olmadığı gibi basit de değildir.
Hükümlerden onun payı mubahlıktır. Bu nedenle bütün mezheplere göre ihtiyar
(seçim) ve serbesdik ona mahsusken haram, vacip, mekruh ve mendupla
sınırlanmış değildir.
Bunlardan birisi de altmış ikinci
bölümden neşir ve haşrin sırrıdır: Neşir, yani yaymak dürmenin zıddıyken
doğruluk taşkınlıktan onıin vasıtasıyla ayrışır. Neşir zuhur ve ortaya çıkma
demektir. Bu özelliğiyle ‘nur üstüne nurdur.’ Haşir ise parçalanmış bir şeyin
toplanmasıdır. Haşir sayesinde izdiham gerçekleşirken kaynaşmayı sağlayan da
odur. Haşir olmasaydı nefisler bedenleriyle birleşmez (izdivaç), sofralar
meydanlarına yerleştirilmezdi. Ruhların kabirleri onların bedenleriyken
bedenlerin kabirleri onların bağları ve gemleridir. Bedenlerin hapishanesinde
ruhlar serbestçe dolaşırken rahatça gezinme ve dolaşma ruhlara aittir.
Bedenlerin suretleriyle sınırlanmış olsalar bile sürekli başkalaşma özelliğine
sahip olanlar ruhlardır. Onların yegâne niteliği mutlak birliktir. Suretten
ayrılmaları mümkün olmasa bile, en yüce ve ulaşılmaz surettedirler. Bedenler
kabirlerinden diriltilip sadırlarda bulunanlar için arz günü gerçekleştiğinde
haber haberi tasdik eder ve kuşkunun eseri kalmaz. Hayrete düşen elde ederken
şahin ancak yakaladığını elde eder. İbret al fakat yerleşme! Dünya bir nehirdir
veya med ile cezrin hüküm sürdüğü bir deryayken insan nehir üzerindeki
köprüdür.
Bunlardan birisi de altmış üçüncü
bölümden mukâme (cenneti) ve keramet (cenneti) sırrıdır: Ateş bir halden başka bir
Hakk intikal etmek ve göçme yeriyken oradaki nihai hüküm ateşin rahmete, nimete,
sıkıntı ve güçlüğün ortadan kalkmasıyla sona erecektir. Bu nedenle ateş yeri
olan cehennem ‘mukame (yerleşilen yer)’ diye nitelenmemiştir, çünkü öyle bir
özellikte değildir. Buna mukabil ikram ve keramet diyarı olan cennet
daru’l-mukame, yani ‘yerleşme yeri’ diye isimlendirilmiştir. Orası -sözü
yerine getirmenin gereği olarakyerleşme yeridir. Mukamenin zıddı olan cehennem
ahiret yaratılışına elverişli olmamıştır (cennet ise ahiret yaratılışını kabul
etmiştir). Çünkü cehennem çukurun ta kendisidir. Cennet hüsrana uğratıcı bir
yer değildir. Orası kazanç yeridir. Oranın çarşısı nifak olduğu kadar azabı da
nifak, yani ikiyüzlüdür. İşin dış görünüşü sürekli bir azapken duyu tam bir
nimet içindedir. Çünkü bedenlerin nimeti mizaca yatkın ve mülayim olan nimeüe
gerçekleşir.
Bunlardan birisi de altmış dördüncü
bölümden tabiata yatkın gelen veya zıt düşen şeriat hükmünün sırrıdır: Şeriat
(tabiata) yatkınlık veya zıdığa dayalı değildir. Şeriatın tasarruflarında
insanı mutlu eden veya üzen fayda sağlayan veya zarar veren hususlarda hüküm
ona aittir. Onun mertebesi -olgularda değilvarlıklarda hüküm vermek
mertebesidir. Namaz kıraatin açık ve gizli okunduğu kısımlarıyla birlikte beş vakittir.
İslam karışıklığı ortadan kaldırmak üzere beş ilkeye dayalıdır. Buna göre
tevhit önderdir ve en öndedir. Namaz nur, sabır ziya, sadaka burhan; hac ise
saygın uygulamaları ve helal ve haramlarla ilgili yasakları bildirmek
demektir. Şeriat gidiciyken tabiat gidici değildir. Şeriatın yeri dünyayken
tabiatın yeri hem dünya ve hem ahirettir. Teklif hükmü ahirette ortadan
kalkarken tabiatın hükmü kabirden (sonra da) devam eder. Hükümlerin menzilleri
şeriata ait iken tabiat beka ve süreklilik özelliğindedin Şeriat bedenlerin
haşredileceğini bildirmişken kendileri de mucizelerle sabit olmuştur.
Bedenlerin bulunduğu her yerde, oluş ve bozuluş da olmalıdır. Şeriat böyle
bildirdiği üzere vahiy bu hükmü getirmiş, tabiat onu kabul etmiş, bu hususta
görüş birliği olmuştur. Buna inanmak vaciptir. Daha önce de Allah Teâlâ insanı
kuru topraktan yaratmıştı.
Bunlardan birisi de altmış beşinci
bölümden iki şehadet ile iki kelimeyi birleştirmenin sırrıdır: Göz (hakikate
ulaştıran) bir yol iken bilgi tahkik anlamına gelir. Bilgi görmekten üstün
olmasaydı (sahabe içinden) Huzeyme’nin şahitliği iki adamın şahitliğini yerini
almazdı. İnsan anlaşılsın diye konuştuğu gibi öğrenmek için bakar. Sana da
anlayasın diye söz söylenir ve sen de anlaşılsın diye konuşursun! Şehadet huzur
demektir ve nur üstüne nurdur. Habere dayalı şahidik görmekle gerçekleşen
şahitlikten hüküm itibarıyla daha güçlüdür. Bu husus Huzeyme’nin kendisinden
aktardığı hükümlerde Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem için yaptığı
şahidikten anlaşılır. Görmeye katışan kuşku olmasaydı, sahabe Cebrail’in bir
beşer olmadığı halde ‘beşerdir’ şeklinde şahitlik etmezdi. Bilgilerinden
yararlanmış olup anlayış gücünün hükmü altında bulunsalardı, hiç kuşkusuz,
bilmediklerini sorarken gördükleri kimse hakkında fikir yürütür ve şöyle
derlerdi: ‘Bu görülen bedene girmiş bir ruh değilse, Dıhye olmalıdır. Aynı anda
birden çok ve farklı mekânda gözükmüşse, bu durum, onun Dıhye olmasına zarar
vermez, çünkü her surette kendi hüviyetiyle birlikte bulunur. Onun hüviyeti
karşısında göründüğü suretler insanın karşısında organları mesabesindedir.
İnsan bütün varlıklarda da bulunan organları bakamından çok olsa bile kendisi
tektir. Söylediğimizi kabul eden insan bir şeyi görünce neyi gördüğünü anlar
ve iki kelimeyi birleştirir, iki şahitliği telaffuz eder. Çünkü Peygamber’e
itaat eden Allah Teâlâ’ya itaat etmiştir. O’nun hüviyeti kulun görme, duyma ve
diğer güçleri olmuştur.
Bunlardan birisi de altmış altıncı
bölümden benzersiz cevherin kutsiyetinin sırrı bahsidir: Cevher asildir ve
ayrışma ve fasıl onun sayesinde gerçekleşir. Kuddus ise sevilenin gayblerin
perdesinin ardındaki gözüdür. İnsan insaflı olunca, iman ile müşahedeyi ayırt
eder. Özellikle Hakkın güçleri olduğu kimse için bu durum böyledir. Haberi
tasdik etmek düşünüp işin bâtınını görmedikçe gözle görmekle hüküm vermenin
üzerinde bulunur.
Başka bir konu altmış yedinci
bölümden mukavele ve muhavelenin sırrı bahsidir: Söz olmasaydı varlıklar ortaya
çıkmayacağı gibi olan hiçbir şey de olmayacaktı. Hitabın ayrışması sözden gerçekleşirken
onun otoritesi ‘dedim, dedi’ ifadesinde tezahür eder. Talim ehli için muhavele
anlayıştayken aynı zamanda anlama amacı taşır. Muhaveleden öğrenme amacı ‘Seni
iki elimle yarattığıma secde etmekten alı koyan nedir?’345 ifadesizdeyken karşılıklı konuşmak
anlamındaki mukavelede ‘Namazı kendim ile kulum arasında ikiye taksim ettim’
kutsi hadisindedir. Bana doğru ve benim üzerimdedir. Muhaveleden bir varlık
ortaya çıkmaz. Bununla beraber karşılıklı konuşma onun bir parçası olduğu için
çıkabilir. Karşılıklı konuşmak ve mukavele, sonra gelmek ve yarışmaktır. Buna
mukabil muhavele varlıkta yarışmaktır. Mukavele nispet iken muhavele sebeptir.
Mukavelenin bir türü ‘münaveha’, biri de karşılıklı konuşmadır. Söz duyulmak
ister ve bir araya gelmeyi gerektirir. Onun duyanda etkisi vardır ve uzaktakini
yakınlaştırır. Bazı yerlerde işareti ibareye ihtiyaç duymaz.
Bunlardan
birisi de altmış sekizinci bölümden tabiat hükümlerinden korunmuş ve uzak
kalmış perdeler bahsidir: Tabiat hükümlerinden korunmuş ve uzak kalmış
perdeler’ tabirini harikulade hadiseleri kabul edenler söyleyebilir. Onlar
nurların ve müşahedelerin ehliyken şeriatın sırlarına göre amel edenlerdir.
Bununla beraber onların da tabiat hükümlerinden olduğunu fark etmemişlerdir.
Çünkü adet de bir perdedir. Keşke kapının ardında olanı bilseydiniz! Tabiatın
mertebe itibarıyla cennetten üstün olduğunu bilen, Allah Teâlâ’nın bu hayatta
tabiata güç ve imkân bahşetmesinin (hikmetini) anlardı. Tabiat mertebe
itibarıyla üstün olmasaydı, kıyamet günü bedenlerin yaratılışı müşkül
meselelerden birisi olurdu. Kalem ve Levha’yla duran ve onları dikkate alan,
tabiattan perdelenir. Müheymen meleklerle oturan ise sağlam cisimlerin
durumlarından habersiz kalır. Nefsin gezinmesi ve rahatlaması için ruhunu
hazırlayan kimse, çan sesinin mahiyetini bilemez. Tabiatın hükmü nefsin
altındayken akılcıların çoğu bu hususta yanılır. Herhangi bir maninin insanı
tabiatın bilgisinden alıkoyması mümkün değildir. Alem karşısında insan
toplayıcı-kuşatıcı bir surettir. Bir şey aslını ve esasmı bildiğini iddia
ederken kendisini nasıl bilmesin ki? Dünüyle ve yarınıyla sınırlanmış biri
kendi cinsinin dışına nasıl çıkabilir? , .
Bunlardan birisi de altmış dokuzuncu
bölümden ihsan ve vergi nedeniyle perdenin keşfinin sırrıdır: Şükür nimetin
artmasının sebebidir. Bunun yanı sıra şükür ikramların çoğalması ve İlâhî
isimlerin insanı üzecek şekildeki (tecellilerinden) koruyan bir sebeptir.
Cömertlikle varlık zuhur etmişken kerem üzüntülerin ortadan kalkmasının
sebebidir. (Muhtaçken vermek anlamındaki) îsar nedeniyle eserler övülürken
vermekle perde kalkar. Hibeler sayesinde kötülükler silinir.
Nimetler nimetlerden ağırlıkları ve
binekleri yüklenir. Onların üzerlerinde, insanların ancak nefislerin
yorulmasıyla ulaşabilecekleri yerlere ve şehirlere ulaşabilirler. Bununla
birlikte onlar en mukaddes makamdan inmişlerdir. En sırlı işlerden birisi de
(insanları uzak beldelere taşıyan) develerin etini yedikten sonra abdest
almanın sünnet olmasıdır. Bunun nedeni onların derin kuyulardan içmeleridir.
İhsan güçlüğü ve engebeyi kolay Hakk getirir. Hediyeleşmek en büyük ibadet
iken hibeden geri dönmek ayıplanırken yerine getirilmesi övülen bir davranıştır.
Mevhibeler en çok övülen hususlardandır. Varlığı ihsan etmek bir cömertliktir
ve o vecd ehline mahsustur. Allah Teâlâ merkebe suyunu verdiği gibi her şeye
yaratılışını vermiştir. Maksada ulaşma arzusu kimi uykusuz bırakırsa, onun
gecesi uzun olur. Perde katlığında zarar ida ortadan kalkar ve göz keskinleşir.
Bu durumda görülenin değeri idrak edilir. Uydurulmuş bir söz değildir bu söz!
Her av cevfi’l-ferada bu misalle akar.
Müezzinin sesinin ulaştığı yerlerde
bulunan kuru ve yaş her şey, onun lehine şahitlik eder, fakat bu şahitlik
ölümünden sonradır! Tohumluların zekâtı tohumlardan iken varlıkların zekâtı
hayvanlardandır. Genel itibarıyla zekât gümüş ve altınla verilir. Bu sayede
vergiler ve adetler bütün türeyenleri içermiştir. Güneş gidiciliği verir.
Kendisi de batmasaydı gitmezdi. Malım sana veren kişi emellerini yok edemez.
Böyle biri merdiğin bağlı olduğu şeyi sana ihsan etmiştir. Sen de bakışını ve
düşünceni onun içine ve ona doğru çevir! Kendisine ait bir şeyi sana veren
cömerdik etmiş, nimet vermiştir. Bu ise ihtiyaç duyulana ilavedir.
Bilmelisin ki rızık vermek -tesadüfle
değilkasıüa gerçekleşen bir şefkattir. İnfak sefaleti ortadan kaldırır.
Geceleyin yolculuğa çıkartılan kimse yedi kat semayı gezmeden burakın sırtından
inmez. Ona verilenler ancak Rezzak’ı bilmesinden dolayı verilmiştir.
Bunlardan birisi de yetmişinci
bölümden ziyarette ve kasıtta ahdin sırrıdır: Ziyaret kastı olmasaydı resuller
gelmeyeceği gibi yollar hazırlanmazdı. Hâlbuki peygamberliğin ve peygamberin
varlığı zorunludur. Dolayısıyla bir yol olmalıdır. O akit ve ahit sahibidir.
‘Önce ve sonra emir Allah Teâlâ’ya aittir.’ el-Malik’in yanından gelen herkes,
orada neyin bulunduğunu bildirmek maksadıyla gelmiştir. Orası meçhuldür, akla
göre değildir, hatta bazı akıllar orayı imkânsız sayar. Nakilde de bulunmaz.
Fakat aklın imkânsız saydığı şeyi nakil çürütür ve reddeder. Böylece (nakille
birlikte) yerleşme yeri sabit olmuş, kaçış yeri, O’na doğru olmak üzere
belirlenmiştir. ‘Hayır, sorumluluk yoktur! Karar yeri Rabbindir.’ Allah Teâlâ
takip edecek kimseler için menasiki belirlemiş, sana olan inayeti nedeniyle
onları artırmıştır. Allah Teâlâ salik için tutulacak meslekleri ve yolları
açıklamış, O’na doğru giden ve yönelen herkese şiarlarına ve yasaklarına
saygıyı emretmiş, (kurban edilen) develeri ‘hilim sahibi ve vahlananlar’
nezdinde şiarlarından saymıştır. Bununla birlikte kurbanlarda dikkate alınan
husus, bizzat sizsiniz. Bu durum ‘Onların
etleri ve kanları Allah Teâlâ’ya ulaşmaz, sizden olan takva Allah Teâlâ’ya ulaşır’346
ayetinde belirtilir. Allah Teâlâ menasiki ancak sana dönük inayeti ve iltiması
nedeniyle artırmıştır. Çünkü sana kendisini tanımayı ve sıfatlarıyla
nitelenmeyi emretmiştir. Binaenaleyh Allah Teâlâ da vaadini doğrulamak ve
gerçekleştirmek üzere kulunu ‘ziyaret eder (hac ileyhi)’. Bü ziyarete de
belirli bir menasik ve tanımlanmış hükümler koymuştur. Bu itibarla Allah Teâlâ
‘Bulunduğunuz her yerde O sizinle beraberdir’347
buyurur ki, bulunduğunuz her halde demektir. Nitekim sizin için ‘şeriat’ olarak
belirlediği amellerde O’nunla olmazını emretmiştir. Bunun yanı sıra Allah Teâlâ
(hac’da) çokluk içinde çokluktan birliğe dönmenizi temin etmek üzere taş
atmanızı emretmiş, taş atmayı dört güne yerleştirmiştir. Bu sayede tamlık ve
kemal derecisini elde etmeniz için (bünyenizde bulunan) her tabiat için bir
gün tespit etmiş, bunları yetmişle sınırlamıştır; yetmiş iimmet-i Muhammed’in
ömürlerinin bitiminde altmıştan daha yaygın ve galip olan sayıdır. Allah Teâlâ
onu on sayısındaki yediye yerleştirmiştir ki, yediyle çarpan kendisini bulabilsin!
Böylece yedi onun sahibi olmuştur. Taş atmayı Mina’daki üç yere
yerleştirmiştir. Bu durum insan yaratışlındaki üç özelliğe işaret eder; akıl,
duyu ve hayal! Bu sayede insan yaratılışı Mina’ya (aynı zamanda maksadına)
ulaşır. Akıl ve duyu kendisini sınırlasa bile infial özeliğindeki hayal
kendisini serbest kılar. Bu itibarla hayal surete en çok benzeyen şey olduğu
gibi surelerden en büyüğü de kendisine aittir. ’
Sonra Allah Teâlâ hacda saçları
kesmeyi (halk) emreder; halkın (saçı kesmek; yaratılmış) gitmesiyle Hakk zuhur
eder, (kesilen saç anlamındaki şa’r ile şuur arasındaki ilişkiye işarede) bu
zuhur mücmel bir şuurdur. Bilginin daha mücmel bir şekilde görünmesiyle ilk
şuuru ortadan kaldırmıştır. Allah Teâlâ yakınlık bölünmesin ve ayrılma olmasın,
parçalanma girmesin diye cem’ (toplanmak) üzere vakfeyi emretti. Vakfe ise
Arafat’ta olmuştur, (Arafat ile marifet arasındaki ilişkiye atıfla) çünkü vakfe
ve durmak, ancak marifette olabilir. Hacmin karşılaştığı güçlük ve sıkıntılara
karşılık olarak, oradan ayrılmak üzere Mina günlerini ‘sofra’ yapmıştır. İnsan
yaratılışı itibarıyla ‘yoksuldur ve toza toprağa karışmıştır’. Bu nedenle ilk
tavaf geliş tavafıyken küdûm tavafı da gelmekle ilgili olmuş, veda haccı
heyetlerin ayrılmasıyla ilgilidir.
Bunlardan birisi de yetmiş birinci
bölümden gizli işleri ortaya çıkartmak üzere kesirli sayıların sırrıdır:
Kesirli sayı sayılandır, bilhassa da varlıkla nitelenirse ve tanımlanırsa
böyledir. Sayı çokluğun birliğine sahiptir. O çokluğun sınırında durulacağı
sonu yoktur. Kesirli sayıyla işlerin gizliliklerinin ortaya çıkartılması, varlığa
giren ve bölünebilir olan ‘sayılan’ itibarıyla gerçekleşir. Bu da sayı derken
anlaşılan sayının ta kendisidir. Onunla eşyadan münezzeh Allah Teâlâ hakkındaki
gizli bilgiler ortaya çıkar. Bu itibarla O’nu bilmekten daha gizli bir şey
yoktur, dikkatle incelersen bunun farkına varmalısın!
Varlıkta bulunan sayılanın kesirli
sayının ta kendisi olduğunu söyledik, çünkü biz, sonsuz sayıdaki mümkünlerden
sarf-ı nazar ettik ve onları zamanda yaratılmış olanlar (hadisler) diye ifade
ettik. Bu kısım bütünden bir cüz ve parçadır; onda ihata bulunmadığı gibi
sınırlama ve sayım da yoktur. Tümevarımda neye ulaşırsa ulaşsın, sayılan ve
adet haline gelen kısım, mevcut olan iken aynı zamanda mevcut sayılan demektir.
Bunlardan
birisi de yetmiş ikinci bölümden yüksek menzilden geri dönmenin sırrıdır: Allah
Teâlâ’ya doğru ve dürüstçe yönelmenin alamederinden birisi yaratıklardan kaçmak
iken yaratıklardan kaçıştaki dürüstlüğün alametlerinden birisi Hakkı
bulmaktır. Hakkı tam anlamıyla bulmanın alametlerinden birisi ya irşat
maksadıyla veya bizzat Hakkın kendisi olduğu için yaratıklara (halk) dönmektir.
Bu itibarla dönen insan; halkı, bir açıdan Hakk bir açıdan halk diye
isimlendirir. Nitekim ‘vecih (yüz)’ sahipleri böyle derler. Vecih beka
özelliğine sahiptir. Çünkü vecih ulvilik özelliğine sahip zattır. En doğru
sözde ve kelamda şöyle bildirilmiştir: ‘Her
şey helak olacaktır, O’nun vechi hariç!’348 Başka bir ayette şöyle denilir: ‘Onun
üzerinde bulunan her şey fanidir, celal ve ikram sahibi rabbinin vechinden
başka!’349 Fakat
ayette geçen ‘onun üzerinde’ ve yanında bulunmakla ilgili bir sır vardır, şöyle
ki: Her ‘her (şey)’ ifadesi geçtiği her bağlamda genellik bildirmez. Mesela
bazı yerlerde sınırlama anlamında olabilir. Allah Teâlâ bereketsiz rüzgâr
hakkında ‘Üzerine uğradığı her şeyi kuma
çevirir’350 der.
Hâlbuki rüzgâr üzerinden geçmiş olsa bile geçtiği her yeri kuma çevirmemiş,
üstünden geçmiş olsa bile Allah Teâlâ rüzgâra o yerle ilgili böyle bir tesir
gücü vermemiştir. .
Bunlardan birisi de yetmiş üçüncü
bölümden sadırlarda gizli kalmış sadır ilimlerinin sırrıdır: Kalpte inanılan
ilah (ilah-ı mutekad) kalbe işaret ederken kalp de inançta sabit olanı bulur,
çünkü ‘O’nun benzeri bir şey yoktur.’351 Gölgesi olmayanın nasıl aksi ve
yansıması olabilir ki? Kalp sadırlardadır ve aynı zamanda dönmek-değişmek
demektir, yoksa sudurun biri değildir. Biz katındaki hâzinelerde bulunmamamız
itibarıyla Hakk’tan sudur ettik. Nitekim Allah Teâlâ bize öğretmiş ve biz de
öğrendik. Bu sudur bazı işlerde olduğu gibi vürudun, yani gelişin öncelemediği
bir sudurdur. ‘Sudur vüruddan sonradır’ diyenler ise varlığın hakikati hakkında
bilgiye sahip değillerdir. Yoklukta sabit olmasaydık kerem hâzinelerinin bizi
ihata etmesi mümkün olmazdı. Demek ki bizim hakikatlerimiz yoklukta görülmeyen
sabit bir şeyliğe sahiptir. ‘Zikredilen
bir şey değildi’352 ayeti buna işaret eder. Ayette
kastedilen insanın henüz var olmak için emir almadığı halidir ve bu halde Allah
Teâlâ onu hikmetli zikrinde ‘zikir’ kelimesiyle ifade etmiştir. ,
Bunlardan birisi de yetmiş dördüncü
bölümden cihattaki iyilik ve bozukluğun sırrıdır: Varlıkta bir suret bozulunca,
onun bozulması suretlerinin zuhuru demektir. Binaenaleyh suretler sürekli fayda
ve zarar halindedir. Cihat salah ve fesadı içerir. Çünkü cihat esnasında kelleler
kesilir, duyu duyulur olandan ayrılır. Şehit hayattan ayrılmış olmak itibarıyla
ölü gibidir ve bu nedenle malı miras haline gelir, eşiyle başka birisi evlenebilir.
Gerçekte şehidin eşinden boş sayılması, hakimin haber alınamayan biriyle eşini
ayırmasına benzer. Öyle biri hayatta olsa bile ulaşılamayacak kadar uzakta
olduğunda -mezheplere görehakim kararıyla boş sayılır. İnsanların efendisinin
şöyle dediği aktarılır: ‘Ne zarara uğrayın ne zarar verin!’ Bilindiği üzere,
şehit toprak altına girse bile ebedilik yurdunda saadete nail olmuştur. Bununla
beraber toprağın altında bulunduğu için geri dönmesine veya bulunduğu yüksek
mertebeden inmesine imkân olmasa bile yine de hayattadır ve rızıklanır. Fakat
eşinin yanında değildir ve boşanma olmamıştır. Bu da ölülerin durumudur.
Şehider ‘hayattadır, rablerinin katında
rızıklanırlar, sevinirler.’353 Bizim açımızdan onlar ölmüşlerdir ve
biz gördüğümüzü biliriz. ‘Herkes için niyet ettiği vardır.’ Biz gördüğümüze
göre hüküm veririz. Sen de duy ve yararlan!
Bunlardan birisi de yetmiş beşinci
bölümden inadaşmayı terk etmenin (bazen) isabetliyi terk etmek demek
olduğundaki sırdır: İnatlaşmayı terk -alışkanlık olarak değil iradi
olarakHakka uymak anlamına geldiği için en doğru ve gereldi davranıştır.
İnatçı doğruluk oturağında oturunca, hiç kuşkusuz Haklcın mertebesinde bulunmuş
demektir. Hakikat ehli bâtılı savunanlarla inadaşmazsa, onun iyiliği yerleşen
bir hal değil, aksine atıl bir şeydir. Binaenaleyh bu durumda inatlaşmayı terk
eden doğruluğu terk etmiş sayılır. İsim isimlendirilenin aynı olmadığında,
isimler birbirinin zıddı ve mukabili olur. Kudret eli onları perçemlerinden
tutunca, korunanları kalelerinden çekip indirir ve kaleler bunu engelleyemez.
Hakikati söyleyen insanın inatlaşması bazı yerlerde doğruluk anlamına gelirken
bâtılı savunanın inatlaşması ise bozgunculuktur. Birincisi inatçı sayılmaz;
sadece onunla tartışılırsa o da ısrarla tartışır. Muhatabı susarsa o da
susturulmuş kimse gibi olur. Susturulmuş kimse delilden yoksun olup delil
arayan kimsedir. Allah Teâlâ için ayağa kalkmak ve mücadele etmek, çok vah eden
ve cezalandırmaya gücü yettiği halde bağışlamayı seçen (Hz. İbrahim’in)
niteliğiydi. Allah Teâlâ uğruna yaptığı mücadele olmasaydı, ateşe atılmaz veya
göz önünde âdet aşılmazdı. Ateş yaratılmışların gözlerine göre ateş iken Hz.
İbrahim için ‘serin ve esenlikliydi’. İbrahim onlara göre sabit ve sürekli bir
azap içindeyken gerçekte nimet cennetindeydi. Nefesler onun üzerine eserken
adeta bir hamamdaydı.
Bunlardan birisi de yetmiş altıncı
bölümden topluluk içindeki yalnızlığın (halvet fi’l-celvet) sırrıdır: Varlıkta
halvet ve yalnızlık söz konusu olamaz. Çünkü varlıkta her şey ya görendir veya
görülendir. Sırların halvetinde el-Cebbar ile celvet hali varken bedenlerin
halvetinde ise ruhlar insana eşlik eder. Mutlaka insanın doldurduğu bir mekân
vardır. Sen onu görmesen bile o mekân seni görür. Halvet izafede ve nispî
olarak var olan bir şeydir. Bu nedenle de bir sebebin kendisinde bulunması
gerekir ki bu da celvet demektir. Varlık seferdeyken ve gözler seyre dalmış
hareket ederken halvet nerede gerçekleşecektir ki? insanlar bir yere yerleşmiş
olsalar bile seferdedirler; dolaşıyor olsalar bile bir yere yerleşmiş
sayılırlar. Tek başına yolculuk edersen şeytansm; bir arkadaşınla beraber
yolculuk edersen ikiniz birlikte şeytansınız; bir arkadaş ve melekle beraber
yolculuğa çıkarsanız şeytanın üzerinizde otoritesi olmaz. Bu itibarla üç
uzaklıktan yakınlığa doğru bir intikal ve hareket demektir. Binaenaleyh madum
veya mevcut her halvet ve yalnızlık müşahede edilen bir şey olmadığı kadar her
celvet ve topluluk da övülür değildir.
Bunlardan birisi de yetmiş yedinci
bölümden ‘celvet içindeki halvetin’ sırrıdır: Halvet doğruluk oturağında Hakk
ile gerçekleşen celvet demektir. Şah damarından daha yakın olan Hakktan
uzaklaşarak kullar nereye gidebilirler ki? Binaenaleyh halvet Allah Teâlâ’dan
(yani O’ndan uzaldaşarak yalnızlık değil), O’nunla tek kalmak demektir. Bu
itibarla O’nun her bir şeyde bir varlığı vardır ve bunun için muriak anlamda
halvet imkânsızdır. Kim mutlak anlamda bir halvetin olabileceğini ileri sürerse
onun hatası süratle ortaya çıkar. ‘Allah
Teâlâ’nın gördüğünü bilmez mi?’354 Hal böyleyken
halvet nerede kalmıştır? ‘Bak ne göreceksin?’355 Celveti talep etmek olmasaydı, kimse
halvete girmezdi. Halvetin yeri çöl (ma’bede) iken halleri sınırlıdır. Celvet
ise zatı gereği talep edilen ve ismiyle ve alametiyle görülen bir şeydir.
Bunlardan birisi de yetmiş sekizinci
bölümden sahillerde yalnız yaşamanın ve uzlete çekilmenin sırrıdır. Sahillerde
ve dağlarda uzlete çekilmek ve yalnız yaşamak Allah Teâlâ adamlarının
niteliklerindendir. Onlar bu hali Allah Teâlâ’nın eserlerine bakıp Yaratan’a
geçmek üzere (bir istidlal yöntemi olarak) benimsemişlerdir. Allah Teâlâ
dağları direkler yapmış, direklerle sallanan yeryüzü beşiğini sabit kılmıştır. Allah
Teâlâ adamı dağların zirvesine bakarak yüksek himmet ve en ulvi ve kutsî
işleri talep etmeyi öğrenir. Memur olduğu Rabbine itaatte kararlı ve sabit
olmayı ise dağların derinliğinden alır. Hakkın sırrındaki tecellisini dağın parçalanmasından
alır ve öğrenirken Allah Teâlâ’nın dini hakkındaki kuvveti ve gayretini
dağların sağlamlığından ve gücünden alır. Hakkın teşvik ettiği şekilde hükmü
altında bulunanlara karşı yumuşak davranmayı ve zaaf ve gevşeklik göstermeksizin
şefkat etmeyi, dağların beklenen gün için ‘atılmış pamuk haline gelmeleri’ ve
dönüşebilmelerinden öğrenir. Allah Teâlâ adamı denizlerden genişliği alır ve
ahlakına uygular. Bunun yanı sıra rüzgârların tesiri karşısındaki
edilgenliklerini ve kabiliyederini alır; rüzgârlar nefis kokularıyla denizleri
dalgalandırırken onlara tesir ederler. Binaenaleyh Allah Teâlâ adamı her İlâhî
ismin hükmü karşısında o isim hakkındaki bilgisi ve marifetine göre hareket
eder. Onun karşısında İlâhî isimler denizin karşısındaki hava mesabesindedir.
İsimler onu sakinleştirdiğinde sakinleşir ve bilir ki ‘sakinleşen şey Allah
Teâlâ’ya aittir.’ Allah Teâlâ hüviyeti bakımından zarar ve fayda denilen
şeyleri kendinde toplayandır, çünkü ez-Zarr ve en-Nafi’dir. Allah Teâlâ adamı
mücahe hali için denizlerin tutuşmasını dikkate alır. Denizlerin tutuşmasının
bir yönü de onların yanmalarıdır. Bu ve benzeri nedenlerle Allah Teâlâ adamı
sahillerde ve dağlarda uzlete çekilir.
Bunlardan birisi de yetmiş dokuzuncu
bölümden aile ve malı yönetmekle beraber uzlete çekilmenin sırrıdır:
Cisimlerle uzlet etmek bir vehim iken manayla uzlet manayı sevene aittir. Bir
şey teşbihsiz bir şekilde Hakk’tan uzak kalabilseydi, ‘Her nereye
yönelirseniz, Allah Teâlâ’nın vechi oradadır’356 ayeti doğru olmazdı. Hâlbuki bu ayet
doğrudur ve hakikattir. Malını ve ailesini idare etmek üzere uzlete çekilen
herkes Allah Teâlâ adamıdır ve ailesi ve malındaki her işinde O’nunla
beraberdir. Temizlenmenin terkte olduğunu ileri süren kişi bir iftiracıyken
yalnız kalmak üzere uzlete çekilen insan kutsiyetindeki şanına layık veçhile
Rabbiyle beraber değildir. Böyle biri aklıyla duyusunu ayırt edemeyeceği gibi
bulunduğu yerde içinden talep etmesinden daha çok Hakkı talep etmez.
Bunlardan birisi sekseninci bölümden
de kendi yurdunda karar kılmanın ve yerleşmenin sırrıdır: Yaratılmış için karar
kılmak ve bir yere yerleşmek, Hakkın istiva etmesine benzer. Bilmelisin ki,
komşuluk bir yere yerleşmekle mümkün ve geçerliyken komşu da bir yere
yerleşmiş olmalıdır. Kemal sahibi olduğuna şahitlik edilmiş arife kadın şöyle
der: ‘Benim için senin katında bir ev inşa
eyle!’357 Orası
arzuların gerçekleştiği yerdir. Hz. Asiye önce komşuyu, ardından evi zikretmiştir,
çünkü komşuluğun evle birlikte olabileceğini biliyordu. Arş cennetin çarşısı ve
istivanın gerçekleştiği yerdir. Cennetin dibi de belaların yeri olan cehennemin
çatısıdır. Cehennem üzerinde cennet ibret gözüyle bakabilenler içinateş
üzerindeki kazana benzer. Gerçek ye kâmil adam, kendi menzilinde evine
yerleşebilen kimsedir. Allah Teâlâ’nın ihsanlarının yaygınlığını ve genelliğini
bilen kimse karar kılar ve yerleşir. Binaenaleyh insana bir menzil ve ev
gereklidir. Bu itibarla ilk menzil ve evinden uzaklaşan olmaman gerekir!
İnsanın ilk menzili ve evi Yaratan’ın kendisine dair bilgisidir. Ondan ayrılsan
bile hem ayrılırken ve hem de yolculuk sürecinde o menzilde bulunursun.
Dilersen rahat et dilersen yorul! Her durumda O’nun bilgisinde halden Hakk
geçersin. Hz. Musa kendisiyle ancak ölümle karşılaşacağını biliyorken rabbinden
kaçmış değildi. Onun kaçış sebebi, evinde kalınca Allah Teâlâ hakkındaki
marifetinin artacağını bilmesiydi. Binaenaleyh onun kaçışı, karar kılmak ve
yerleşmek demekti.
Bunlardan birisi de seksen birinci
bölümden vatanlardan uzaklaşmak ve kardeşlerden ayrılmanın sırrıdır: insanın
duyuları onun vatanıyken güçleri kardeşleridir. Vatanları oraya yerleşene (Hakk)
ver, kardeşlerini de Rahman vasıtasıyla terk etmelisin. Allah Teâlâ ‘Beni göğüm
ve yerim sığdıramadı, takva sahibi ve temiz mümin kulumun kalbi sığdırdı’ kutsi
hadisinde belirttiği üzere ‘vatana yerleşendir’. Allah Teâlâ temiz ve saf bir
yere yerleşebilir. Kutsi hadiste ‘Ben kulumun görme ve duyma (gücü) olurum’
denilir. Hakkın hüviyeti düşünen ve ibret alanlar için kulun güçleridir. Bu
sayede arif, vatandan uzaklaşmanın anlamını öğrenir. Öğrenenin de kardeşlerini
terk etmesi gerekir. Allah Teâlâ ile yaratılmış nasıl bir arada olabilir? Bütün
hallerinde Allah Teâlâ ile beraber ol ki işinin sonu övülebilsin!
Toplayıcı-kuşatıcı olduğunu öğrendikten sonra, didişmekten ve itirazdan
sakınmalısın. Zaten ayrışma mevcut olduğu kadar gözlerinle gördüğün de odur.
Bunlardan birisi de seksen ikinci
bölümden imtihanlardan ve sıkıntılardan dolayı delirmenin (cünûn) sırrıdır:
Cünûn yönlendiricidir. En güçlüleri ihsanlar iken en zayıfları marifetlerdir.
Bir marufu olan marufu müşahede eder; kim cennetinin (delirmek anlamındaki
cünunun ikinci anlamı olan gizlenmek ile cennet arasındaki bağa işarede)
ardında gizlenirse, cinnetinde cennetini müşahede eder. En büyük bela ve
sıkıntı fitnelerin vukuudur. Allah Teâlâ adamlarına göre mal ve evlattan daha
büyük fitne yoktur. Çocuk insanı cahil kılan, cimri ve korkak yapan bir
fitnedir. Mala gelirsek onu her bakımdan sahibine terk etmelisin! İnsanı malı
elde ederse helak olur, elinde tutarsa mal sahibini helak eder; cömertlikte
kullanırsa mal elinden çıkar. Cimriyi cimrilik kmarken cömerde ise israf zarar
verir. İnsan kokuşmuş bir nutfeden yaratılırken gerçekte ihtiyaç ve yoksulluk
özelliğinde yaratılmıştır. Züheyr b. Ebi Selma şöyle der: ‘Kadehin uçlarına
asi olanın aileye itaati kaçınılmazdır.’
Kadehin etrafına asi olan hiç
kuşkusuz İhtiyaçlara itaat eder, bütünüyle yok olmayı seçer
Fitnelere maruz kalan insan hiç
kuşkusuz imtihanlardan büyük pay ve nasip alır. Delille ancak iddia sahibi
imtihan edilirken iddia eden hiç kuşkusuz kendisini imtihana maruz bırakmıştır.
‘Kullarıma benim Gafur ve Rahim olduğumu bildir.’358
Biz de hatalardaki cüreti dile getirdik. ‘Benim
azabım elim bir azaptır.’359 Kötülükler ve sıkıntılar, belaların
gelmesine engeldir. İbn Seyyid el-Batelyusî -Allah Teâlâ kendisinden razı
olsun-bir şiirinde şöyle der:
llah’tan umut ederim ve korkarım
Sırat-ı müstakim bu demek bilirim
Rabbin Hicr suresinde buyurdu:
İlah Kerim’dir
Kullarıma bildir dedi: Ben Gafur ve
Rahim’im
Ekledi: Benim azabım En acı azap
Bu nedenle kalp dolanır durur Umut
ile korku arasında
Bunlardan birisi de seksen üçüncü
bölümden perde, perdedar ve kapının ardında durmanın sırrıdır: Perde perdedar
bir rahmet iken delil tecellileri yakmak demektir. Bu itibarla perde tecellinin
intikamıdır. Burhan derekelerde bulunanlara gelmemiştir. Kapı ardında bulunana
ulaşmayı, onun nezdinde durmayı ve yerleşmeyi imkânsız Hakk getirmezse, kapının
ardında durmak bir perde değildir. Ardındakine ulaşmayı mümkün kılan bir kapı
talep edilenin ta kendisidir, çünkü sevilen odur. Yanına ulaştığında ise önünde
durursun; kim ona yardım ederse, kendisini müşahede eder.
Bunlardan birisi de seksen dördüncü
bölümden hadler ve akitlerin sırrıdır: Hadler sınırlanmışı ve tanımlanmışı
izhar ederken akitler akdedileni gizler. Rabde ve kulda akit ve sınırdan başka
bir şey yoktur. Hakkın smırı ve haddi ‘O’nun
benzeri bir şey yoktur’360 ifadesinde
belirtilirken (bu özelliğiyle kuldan) ayrışır. Kulun smırı ve haddi gölgede ve
yansımada tebarüz eder. Bilinmeyen sınır-tanım akıldayken mevcut sınır-tanım
görülür. İlahi sınırlar-hadler; Ama, istiva etmek, inmek ve beraberlik şeklinde
çeşitlenmiş, (varlık anlamında) iş sınırlanamamış ve idrak edilememiş, bunun
için de âlem O’nun hakkında hayrete ve başarısızlığa düşmüştür. Kim işi O’na
havale ederse selamete ererken kim iman ederse daha çok güvende olur.
Bunlardan birisi de seksen beşinci
bölümden belalardaki takvanın sırrıdır: Takvada yükselmek -beka yurdunda
değilfena yurdu olan dünyada gerçekleşir. Teklif diyarı olan dünya hayatında
her işinde takva sahibi olan insan göçerken kemal derecesini elde eder. Bu iş
bir imtihandır ve imtihanda takva vesilesiyle yardım talep etmelisin. Takva
ancak Allah Teâlâ’nın yardımıyla mümkün olurken sadece Allah Teâlâ’nın karşısında
takva sahibi olmak mümkündür. O’ndan sakınmak gerekirken zarardan O’nun
vasıtasıyla sakınılır. Kurtuluş ve necat yolumuz kabul ettiğimiz Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’dan Allah Teâlâ’ya sığınmıştır: O’na
sığınılır ve O’ndan sığınılır! Demek ki hastalık da ilaç da sensin! Düşmanları
hastalıklara teşvik eden de sensin. Takva sahibinin hükmü iki topluluğun
karşılaştığı karşılaşma gününde ortaya çıkar. Orada suret itibarıyla iki grup
bir araya gelir, çünkü söz konusu olan genel halifeliktir. Bu halifeliğin sırrı
ise büyük imtihan günü ortaya çıkar. Niçin gruplardan birisi kurtulurken öteki
kurtulamaz? Binaenaleyh zorbalar da nebiler de yeryüzünde halifedir.
Bunlardan birisi de seksen altıncı
bölümden yaratıklardaki hükümlerin sırrıdır: Uykulardaki hükümler
yaratıklardan kaynaklanırken ayakta duranlardaki hüküm uykudan ortaya çıkar.
Hikmetler olmasaydı hükümler ortaya çıkmayacağı gibi intikam nimetten
ayrışmazdı. Hükümler konulmamış olsaydı kimse uykudan haz almayacağı gibi
âlemde hiçbir imam görevlendirilmezdi. Binaenaleyh âlemdeki nizam hüküm
vasıtasıyla kurulmuş, nizam gerçekleşmiş, âlem birbirine bağlanmış,
nefislerdeki güven ve emniyet temin edilmiş, bu hakim güven ise duyulura geçmiş
ve taşmıştir. Böylelikle şehirlere göçler gerçekleşmiş, yolculuğa çıkan insan
ailesi ve malı hakkında bu sayede güvende olabilmiştir. Bu güven, şeriat
tarafından bildirilmemiş olsa bile, akıl tarafından ortaya konulmuş hükümlerin
neticesidir. Binaenaleyh her durumda can güvenliğini sağlayan bir kanun
olmalıdır. Kanunların en üstünü şeriatlar iken ona uyanlar kurtuluşa erer.
Bunlardan
birisi de seksen yedinci bölümden farz ve nafilelerdeki doğan ve batanın ne
olduğudur: Senden doğup sana battığında, Allah Teâlâ hakkındaki bu kadar bilgi
kâfidir. Binaenaleyh Allah Teâlâ doğarken zuhur eden ez-Zahir batarken gizlenen
el-Bâtın’dır. Saadet ve bilgiye ulaşmak istersen O’nun sözünün sınırinda
durmalısın! Hz. İbrahim (a.s.) batışı sevmemişti, çünkü onu aşağı doğru inerken
görmüş, hâlbuki kendi himmeti yaklaşmak talebiyle yukarı yönelmişti. O zatı
gereği aşağı inerken hakikatiyle de kaybolur ve batar. Yıldızın batışı hariçten
olunca Hz. İbrahim yıldızı kaybetmemek için miraçlara muhtaç kalmıştı. Bu
miraçlar sayesinde artık batmak, bilgiyle arasında bir perdeye dönüşmez. Miraç
bir yolculuktur. Hâlbuki Hz. İbrahim bu işte intikal ve yer değiştirme
olmadığını biliyordu. İstiva ederken veya etmeden, bütün mekânların Allah
Teâlâ’ya yakınlığı birdir. Allah Teâlâ nafile ibadetlerde senin kendin
olduğunu bildirmişken farz ibadetlerle de senin O’nun aynı olmanı sağlamıştır. Allah
Teâlâ farzlarda seni seninle görürken nafile ibadetlerin sağladığı yakınlıkta
sen O’nunla görürsün. Demek ki bu iş -birbirinin yerini almak üzeredevridir. •
O senden değildir sen O’ndansın
Sen O’ndansm, O’ndan değilsin sen
Bunlardan birisi de seksen sekizinci
bölümden her tarzıyla kuşkudan uzaklaşmanın sırrıdır: Şüphenin hakikati, her
yön ve cihete dönük bir yönünün bulunmasıdır. Bir şey kendi hakikatinden ayrılmayacağı
gibi yolunun dışına da çıkmaz. Herhangi bir varlık hakikatinden çıksa, bilgi
ortadan kalkar ve idrak gözü körelir, hükümler anlamsız Hakk gelir, azaba
güvenmek söz konusu olmaz. Benzerlik ve müteşabih, bilen ve hüküm veren için,
hüküm sahibidir. Kim sana benzerse sen de ona benzersin; kim sana kızarsa sen
de ona kızarsın. ‘Herkesin bir yönü vardır ve ona yönelir.’ Senin ve başka
birinin (aynı anda) kendisine yöneldiği bir şüphe yoktur. Alem tahalli
nedeniyle bir şüpheyken sen de tecellide kendisine benzersin. Ona bakarken
üzerine gelen suretlerdeki değişmelere bakınız! Hatta Hakk suretlerde
başkalaşır. Hakkın kendisi ‘başka’dan münezzeh olacak kadar yücedir. Bu
itibarla hepsi bir hakikattir ve ihtilaf ve farklılık diye bir şey yoktur. Sayı
da yoktur ki bir araya gelmek söz konusu olabilsin! Demek ki kuşkunun hakikati
kuşkunun ve benzerliğin kendindedir.
Bunlardan birisi de seksen dokuzuncu
bölümden arzu duyulanlarda şehvet ve arzuları elde etmenin sırrıdır: Şehvetten
kurtulmak ve ondan soyudanmak mümkün değildir, çünkü şehvet, dünyevi yaratılışın
hakikatinden kaynaklanır. Arzu nesnelerine yönelmek, bütün yönlere yönelmek
demektir. Âlemin İlâhî surette yaratılmış olmasında şaşılacak bir durum yoktur.
Şaşılacak olan onu surette berzah olarak görmektir. Berzah iki uç arasındadır.
Hâlbuki iki hakikatten başka bir şey yoktur: Sen ve senin kendisinden var
olduğun (Hakk)! Her şey O’ndandır. Bizce berzah dıştaki varlıkta meydana
gelebilir, çünkü berzah, madum-sabit hakikatler ile dış varlık arasında bulunur.
Bu yüce ve zirve makamı dikkate alan ve ona riayet eden, âlemin varlık halinde
bir berzah olduğunu öğrenir. Âlem varlıktan kalkmış olsaydı, tanımlanmış ye
sınırlanmış berzah da kalkmış olurdu. Misiler nedeniyle işlerin benzeşmesi,
yoğun cisimlerin gölgeler sayesinde benzeşmesi gibidir. ‘Göklerde
ve yerdeki her şey isteyerek veya zorla Allah Teâlâ’ya secde eder.’361
Onların gölgeleri akşam ve sabah değişir.
Bunlardan birisi de doksanıncı
bölümden Allah Teâlâ adamlarının helali terk ederken tercih ettikleri tavrın
sırrıdır: Haram bir şey helalde bulunduğunda gerçekte helal, helal ise haramda
bulunduğunda haramdır. Allah Teâlâ adamları helali ancak hükümler altına
girmesi nedeniyle terk etmiş, bedenlerini ayakta tutmakta zorunlu kısmıyla
yetinmişlerdir. Helal belli olduğu gibi haram da bellidir! Onların arasında
bulunan ise her ikisini belirleyendir. ‘Ara’ kalksaydı, hükümler de
varlıklarını yitirirdi. Binaenaleyh ilkeleri iyice incelediğinde, (görürsün
ki): Zahitlik ancak nimetin fazla kısmıyla ilgili olabilir. Muhtaç olunan
kısım ise (bedenin ayakta durması için) kendisine dayanılan kısımdır ve ondan
uzak kalmak doğru değildir. Bu itibarla muvahhidin gıdası birlerde iken varlık
mevcut ile, tanım tanımlananla, sayı sayılanla, müşahede müşahede edilenle
beslenir (her biri ötekinin gıdasıdır). Demek ki sebep kalkmayacağı gibi
nispeder de yok sayılamaz.
Bunlardan birisi de doksan birinci
bölümden mubahlardan uzaklaşmayı benimsemeyenlerin sırrıdır: iyilik
mubahlardan uzaklaşmak demek değildir. Senin gıdan mubahta bulunurken seni
besleyen de hükümlerden olan payındır. Hâlbuki insanlar mubahtan bihaberdir.
Mubaha verilecek bir sevap olmadığı gibi onun günahı da yoktur. Bununla beraber
mubahın mubah olduğuna iman edenden ecrin düşürüldüğüne dair bir hüküm bilmiyoruz.
Ecirler ortadan kalkmış olsaydı, işler birbirine karışırdı; işlerin birbirine
karışacağı bir durum yoktur. Gerçeği ara, umutsuz olma, yoksa iflas edersin!
Varlıkta bir karışıklık geçerli olsaydı, suret itibarıyla dün ile yarın
arasında karışıklık olabilirdi. Kulların yeniden yaratma hakkında kuşku içinde
olmalarından söz edilmiştir. Fakat bu durum gözü keskin olan için geçerli bir
iş değildir. Perde kalktığında ve ikramlar geldiğinde, duyular serbest kalır,
karışıklık ve belirsizlik kalkarak nassın gerçek anlamı ortaya çıkar, araştırma
ve inceleme biter. Binaenaleyh mubah insan için en yetkin dini hüküm olduğu
kadar bütün hayvanlar da bu hüküm üzerinde bulunur. Bakınız! Hayvanlar uyku ve
uyanıklıkta tam bir keşif halinde değiller midir? Bununla beraber üzerinde
bulundukları açıklık halini gizlerler ve ifade etmezler.
Bunlardan birisi de doksan ikinci
bölümden perdenin kalkmasıyla gerçekleşen ihsanın sırrıdır: Alemdeki her parça, değerli ve değersiz olana
muhtaçtır. Bu itibarla her şey nimetin kuludur. Nimet veren ise verdiği
nedeniyle intikam almayacağı hususunda emniyet verir. Bu itibarla her birisi
ilâhî ikram ve rabbani cömerdiğin kapısını çalar. Bir kısmı için perdenin
kalkması ikramın kendisiyken bir kısmı için perdenin geride kalması ikramdır.
İnsanların bir kısmının gözleri doğruyu görürken bir kısmı yarasa gözlüdür.
Çünkü iş izafi olduğu kadar eşya hakkındaki hüküm de nispi olarak verilir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in Rabbini görmek hakkında söylediği ‘Nuranîdir,
nasıl göreyim!’ sözü nerede, Rabbin görülmesi hakkında söylediği ‘Rabbinizi
dolunay gecesinde ayı gördüğünüz gibi göreceksiniz’ demesi nerede! Görülen
O’ndan başkası değildir. İkinci hadiste Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Allah
Teâlâ’yı görebileceğimizi söylemiş, O’nun hakkındaki bilgisi nedeniyle
kendisinin göremeyeceğini belirtmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
‘biz göreceğiz’ dememiştir. Burada saklı bir sır vardır.
Bu konulardan birisi de doksan üçüncü
bölümden susmayı yeğlemek ve evlere çekilmenin sırrıdır: Susmak abdalın
(ebdal; bedeller) süsüyken evlere çekilmek de bir tür halvet ve uzlettir.
Susmak imkânsızdır ve her durumda konuşmak zorunludur. Bununla birlikte beyanın
varlığı dilin hareketine bağlı değildir. Hal dili (söze göre) daha fasih ve
açıklayıcıyken sahibinin nefsinde bulunanı beyandaki terazisi daha üstündür. Bu
yorumla evlere çekilmek, Hakkın diliyle konuşmak anlamına gelir. Kim susarsa
(muhatabını) tekdir etmiş sayılır! Bazen dilsiz sayılır, zil sesi onun yerini
alır. Bu durumda hali bilinmese bile, sırrı ortaya çıkar, insanlar arasında
konuşulan biri haline gelir, insanlar onun hakkında kuşkuya kapılır, hakkında
ileri geri sözler söylenir, hakkında yorumlar yapılır. Böylece insan susmakla
dillerin kapılarını açmış olurken kendisi evdeyken her tarafta kendisinden söz
edildiği için bütün mekânları doldurur, konuşulan biri haline gelir. Bu durumun
yanı sıra susmak ve evlere kapanmakla insan İlâhî olmayan bir nitelik
kazanmamış olsaydı, insan mahiyeti onu imkânsız saymazdı. Çünkü insanın tarifi
nutk sahibi olmak, yani konuşmaktır. Hal böyleyken insan bu özelliği nasıl
yitirebilir ki?
Bunlardan birisi de doksan dördüncü
bölümden sözdeki uzunluğun sırrıdır: Sözün uzunluğunun yegâne sebebi inşa ve
ifşayı tercih edip mülkü tahkik ve onda fazlalığı bildirse -ki söz tekvin ve
tayin demektirya da gerçeği olduğu hal üzere beyan etmek amacı taşısa, nasıl
terk edilir ve ona bakılmaz ki? Hz. Musa’nın kıymeti kendisine nispet edilen
kelamla ilgiliydi. Kelam sayesinde âlem var oldu ve en yetkin tarzda ve surette
ortaya çıktı. Her söz söyleyenin hakikatine göre değerlendirilir. Bazı sözler
sürekliyken bazı sözler yok olucu, bazı sözler harfle söylenir; sözün anlamı
karşısında harf zarf gibidir. Bazı sözler ise harfsizdir ve yiter gider. İşin esasını
açıklamış olduk.
Bu konulardan birisi de doksan
beşinci bölümden daha fazla ihsan ve lütuf elde etmek üzere gece ibadetlerini
yapmanın sırrıdır: Cisimlerin bilfiil varlığını gerektiren isim zü’l-celal
ve’l-ikram ismidir. Bu itibarla celal ve ikram ilişkisi ‘elif harfinin ‘lam’
harfiyle ilişkisine benzer. Celal teşbihten tenzih iken teşbihin kendisinden
olumsuzlanması esnasında teşbihin ta kendisine işaret eder. Allah Teâlâ ‘O’nun
benzeri bir şey yoktur’362 der. Bununla beraber gölgesi ve aksi
vardır. Allah Teâlâ gölgeyi benzersiz bir misil ve faslı olmayan bir ayrım
yapmıştır. Bu yaratılışın gecesi, tabiî cisimlerden ibaretken gündüzü de cisme
üflenmiş aklî ruhtur. Ruhun üflenmesiyle birlikte beden, en keremli ahlakı
kabul etmek üzere, en uygun ve mutedil fitile dönüşmüştür. Gizli lütuflar ve
nicelikten münezzeh bol ihsanlar ona mahsustur. Kapının açılmasıyla hesapsız
ikramlar ona verilir. İnsan yaratılışı bütün olarak bir geceyken son üçte
birlik kısmında en büyük ihsanı kendisine vermek üzere İlâhî tenezzül
gerçekleşir. ‘Son üçte bir’, sebatkârlık, derinleşme ve diğer üçte ikiye göre
üstünlük ve yücelik sahibi olan üflenmiş ruhtan başka bir şey değildir. Buna
mukabil ilk üçte bir insanın topraktan olan bedeniyken ikinci üçte bir onun
hayvanî ruhudur. İnsan son üçte birlik kısmı sayesinde insan olabilmiş,
diğerleri onun yardımcısı olmuştur.
Bu konulardan birisi de doksan
altıncı bölümden sufı kavminin uyku düşkünlüklerinin sırrıdır: Hayal kemalin ta
kendisidir. Hayal olmasaydı insan diğer canlılardan üstün olamazdı. İnsan hayal
gücü sayesinde koşuşturur, başarıya erer, iftihar eder, nimetlenir vs. ‘Kendimi
tenzih ederim’, ‘Ben Hakkım’ diyen hayal gücü sayesinde bu sözleri söylemiştir.
Bu güç sayesinde (Hz. İbrahim) ‘hilim sahibi ve çok ah eden’ biri olabilmiştir.
Hayal gücü dağıtma özelliğine sahip olduğu kadar birbirine zıt nitelik ve
hükümleri bir araya getirmek de hayal gücünün özelliğidir. Hayal gücü
-mezheplerin tasniflerine göreimkânsız ve zorunlu üzerinde dilediği şekilde
hüküm verir, her ikisinde de âdeti aşar ve onları şehadet âlemine katarak
bakanın göreceği şekilde bedenleştirir, birinciyi ötekinin hükmüne sokar.
Bununla beraber hayalin kendisi bir halde karar kılmaz ve sürekli halden Hakk
geçer. Rahman suresinde zikredilen ‘O her
gün bir iştedir’363 ayeti ona mahsustur.
Ayetin devamında ‘Rabbinizin hangi nimetini
yalanlarsınız5364
denilir. Rabbimizin nimetlerinden hiç birini yalanlamayız! Çünkü biz de O’nun
nimetleri arasmdayız. .
Bunlardan birisi de doksan yedinci
bölümden zarardan çekinmek maksadıyla kaderden uzak durmanın sırrıdır: Kaderin
sırrı müessir, tesir edilen ve eser arasında Hakkın vasıta olması demektir. Bu
sayede eser Hakka nispet edilirken Hakk da onu (İlâhî ilimde) olduğu hal üzere
yaratmıştır. Allah Teâlâ’nın o şey hakkında başka bir hükmü yoktur; sadece
(İlâhî ilimde) bulunduğu halde kendisine verdiği bilgiye göre hüküm vermiştir.
Başka bir ifadeyle söz konusu şey, kendisi hakkında zatında Allah Teâlâ’ya
bilgi verdiği gibi bütün halleri, özellikleri ve isimleri hakkında da bilgi
veren odur. Mevcuda mahsus olan ise varlık ve müşahede vermektir. Bunlar
nispederdir, dışta var olan şeyler değillerdir; aynı zamanda bunlar -olgular ve
varlıklar değiltekvinlerdir. Hakikat ise tektir, ilave bir şey değildir. Şe’n
de birdir. Kader sırrının bir yönü, âlemin Hakkın duyma ve görme (gücü)
olmasıdır. Bu bilgiyi kazandıran din ve vahiy tarafından belirlenmiş farz
ibadetleri yerine getirmekken buna mukabil nafile ibadeder Hakkın senin görme
ve duyma (gücün) olmasını sağlar. Nazari düşüncenin sana izhar ettiğini iyi
öğrenmelisin! Onu bilirsen, hüküm verirsin, nispet edersin ve ortaya koyarsın.
Bununla beraber sen yine de sen kalırsın. Öyle bir bilgi sahibi hiçbir zaman
‘Ben Allah Teâlâ’m’ demez. Nasıl söyleyebilir ki? Onun söyleyebileceği söz
şudur: ‘Her durumda bir kulum, Allah Teâlâ ihsan ederek beni yaratmış, kendisi
ise Müteal'dir.’
Bunlardan birisi de doksan sekizinci
bölümden emniyetin imandan olmasının sırrıdır: İman kardeşliği emniyet
kazandırır. İman bereket demektir ve mahrumiyeti götürür. Akıllı iseniz,
eman/emniyet bulduktan sonra nefisleri korkutmayınız! Emin kimseler iseniz, yeminlerinizi
aranızda bir kazanç kapısına çevirmeyiniz. İman, İslam ile ihsan arasındaki
berzahtır. Bu itibarla iman cisimler âleminin talep ettiği hususları İslam’dan
kazanırken ihsan sahibinin müşahede ettiklerini ihsandan elde eder. Her kim
iman ederse, hiç kuşkusuz, Müslüman olmuş ve aynı zamanda ihsan sahibi (Allah Teâlâ’yı
görür gibi ibadet eden biri) olmuştur. İki ucu birleştiren, iki iyiliği elde
etmiş demektir. İman vasıtasıyla seninle Rahman arasındaki nispet kurulur ve
sabit olur. O seninle ve senin için el-Mümin’dir; arzuna aykırı bir işe seni
yerleştirse bile böyledir. Sakınmayı gerektiren İlâhî isimler olmasaydı,
emniyetin anlamı olmazdı. Allah Teâlâ’nın isimleri en yüce isimlendirilene
delalet etmeleri nedeniyle ‘hüsna’, yani güzel diye sınırlanmışlardır. Buna
mukabil bilgili insan onların yapılarındaki farklılıklara, anlamlarındaki
değişikliklere bakar: İsimler hangi durumda birleşir ve hangi özellikle
ayrışırlar? İman kardeşliği sayesinde varislik gerçekleşir. Sen nesep ve kan
bağı kardeşliği hakkında üzülme, onu çoğaltmaya çalışma! Mümin müminin
kardeşidir, onu başkasına bırakmaz. Mümin geride ne bırakırsa, öteki mümin
kardeşi onu alır. İman ile ihsan iki kardeş iken İslam onların arasında rabıta
ve bağdır. Gerçeği karıştırma! İslam doğru yol iken iman değerli ve büyük bir
ahlaktır. İhsan Kadim’i müşahede etmektir. İhsan olmasaydı insanın sureti
bilinmezdi, çünkü iman taklit demek iken bilgi gören ve görülendedir. İnkıyat,
yani boyun eğmek hakkıyla yapılınca, onun alameti âdetin aşılması olur. Mümin
bir sıkıntı vermeyeceğinden komşusunun emin olduğu kimsedir. İhsan sahibi ise
bütün ilgilerini koparmış kişidir. Müslüman engellerini tahkik edip onları
gayesine ulaşmak üzere yol edinen kimsedir. Bu yollarda Müslüman en doğru yolu
tutarak tevile kalkışmaz. Böylelikle ‘en güzel sözde, gölgelikler içerisindeki
bir hayatta Sidre altında’ yaşar. Pek çok meyve vardır, ne biterler, ne yasaklanırlar.
Onlar yükseltilmiş döşeklerde uzanmışlardır.
Bunlardan birisi de doksan dokuzuncu
bölümden ecelin bitimli olmasına rağmen emelin devam etmesinin sırrıdır: Kim
emellere meylederse, ecelleri onu mahrum bırakır. Allah Teâlâ’nın öyle
adamları vardır Ki, kendilerine ihsan ettiği bilgi onların gelecekle
ilgilenmelerini bir yana bırakmalarını sağlamıştır. Allah Teâlâ hakkındaki
korku ve endişeleri onları ‘-cek, -cak’ demekten uzaklaştırmıştır. Onlar
sürekli şimdiki andaki görevlerini yerine getirirken geçmiş veya gelecek
zamanla bilgileri ve meşguliyetleri kalmamıştır. Emel sahibi her şeyin belli
bir süreye doğru akıp gittiğini bilirse, ameli için gayretini harcar. Vakit
tamam olup sayı bitip süre tamamlandığında, elçi gelir ve davetçi yolun başında
durursa, kendisini Hakta gizleyip fenaya eren kişi maksadına erer. İlk Sebep’te
emel bulunmadığı gibi emel ezelin niteliklerinden birisi de değildir. Bunun
nedeni orada kendisinden bir şey umulacak kimsenin bulunmayışıdır. Çünkü Allah
Teâlâ her şeyi müşahede ederken her şey O’nun için mevcuttur. Bir şey ancak
kendisi bakımından var olmamakla nitelenebilir. Dolayısıyla orada emelin
ilişeceği bir konu olmadığı gibi ortaya çıkabileceği hakikati de olmamıştır.
İnsan-ı kâmil İlâhî surette yaratılmıştır. Hal böyleyken nasıl olur da emel
sahibi olmakla nitelensin? Emelin ezelde bir sureti yok ki?
Alimlerin habersiz kalıp filozofların
da vakıf olmadığı sırra dikkatini çekmiş olduk. Sözün tafsilatından cevaba
kulak vermelisin! Bilmelisin ki, ‘Allah Teâlâ vardı’ ve kendisi olmak
bakımından ‘O'nunla beraber bir şey yoktu’. O varoluşta başka bir yaratılmışın
varlığı yoktu. Bununla birlikte el-Alim’in bilgisi Kadim’den ayrı bir hâdisin
bulunduğunu biliyordu. O hâdisin dış varlığı ise sonradan gerçekleşir. Bu
sonralık, zamanın zamandan sonra gelmesindeki gibi belirli bir zamanda
olmaksızın gerçekleşir. Akılla bilinen kader budur. Vehimler onu zapt eder ve
idrak ederken akıllar imkânsız sayar. Bu itibarla akıllar Birinci Sebep’te bir
emelin bulunabileceğini imkânsız sayar. O eceli zaman içinde yaratmış olandır.
el-Evvel ismi el-Ahir ismiyle amelin gecikmesiyle birlikte emelin kendisi
olarak izhar etmiş, onun dıştaki varlığında bilgi hüküm vermiş, onu irade
ederek şöyle demiştir: ‘Ol!’365 Bu sözle birlikte o şey olmuş, dıştaki
varlıklar ortaya çıkmıştır. İrade halindeyken (İlâhî ilimdeki) hakikat dışta
bulunmakla nitelenmiş değildir. Dikkatle düşünüp aklını meseleye verenin anlayacağı
üzere, emeli var eden iradedir.
Bunlardan birisi de yüzüncü bölümden
duaya icabetin ikrama rağbetin olmadığının sırrıdır: Hakk seni kendisine
çağırınca, O’nun yanında bulunanlara rağbet etmemelisin! Sen O’nun katindakiler
nedeniyle icabet edersen, helak olmuşsun demektir. Böyle bir durumda icabet
ettiğin şeye ait olur, hata etmiş sayılırsın. Tamahkârlık seni köle yapmış,
boyunduruğunu boynuna geçirmiştir. Hâlbuki Allah Teâlâ’nın sana hakkını
ödeyeceğini ve vereceğini bilirsin. Kim Allah Teâlâ’dan başkasına kulluk
ederse, arzu gücü olan hevadan başkasına kulluk etmemiş, düşman onu hidayet
yolundan uzaklaştırmıştır. Telbiye (lebbeyk sözü, buyur!), tevliye, yani teslim
olmak demektir. Sen seni çağırana telbiye, yani buyur diyerek karşılık
verirsin, çünkü O’nun katında himaye edilmektesin. Allah Teâlâ kendi katındaki
eşyayı senin için saklamıştır. Sen de emelini kısa tut, amelini sadece O’nun
için yap! O günün geleceğini bilen kimse kavmi adına acele etmez. Allah Teâlâ
peygamberine inayet ederek ‘Rabbin sana verecek ve sen de razı
olacaksın’366 demiş,
bu ayetle onun gelecekte de ihlas sahibi olmasını sağlamıştır ki acele etmesin!
Bunlardan birisi de yüz birinci
bölümden nefiste hükümle yerleşmiş bilginin sırrıdır: Bilgi hüküm vericidir.
Bilgisiyle amel etmeyen alim, bilen sayılmaz. Bilginin hükmü ertelenmeyeceği
ihmal de edilemez. Binaenaleyh bilgi hüküm vermeyi gerektirir. Hızır
bildiğinde hüküm vermiş, arkadaşı bilmeyince itiraz etmiş, Hızır’ın arkadaşlık
için koştuğu şartlan unutmuştu. Hızır o şartlan hatırlatınca, Hz. Musa da
kabullenmişti. Adem isimleri öğrenince halifelik görevini elde etmiş, isimleri
bilmenin önceliği imamlığın gerçekleşmesinin alameti olmuştur:
Bilgi hükmeder kaderler akar Her
şeyin bir sınırı ve miktarı var
Sınırı olmayan bilgiler ise başka
Onların yaratılmışların kalplerinde
eserleri var
Onların tanımı kalplerdeki eserlerinden
yapılır Kendileri ise derinlik ve köklü olmaktır .
İdrak edilen diye tanımlanmış olsa
bilgi
Başka bir tanım bozar onu;
tanımlamada zarar var
‘Ta ki bilelim’367 ayetini anlamalısın! Bu durumda
-anlayış sahibiysenHakka kimin bilgi verdiğini öğrenirsin. Bir şeyi var
oluşundan önce bilen kişi onu var oluşu bakımından bilmiş değil sadece hakikati
ve kendisi bakımından bilir. O hakikatin var olacağını nereden bilecektir ki?
Yoklukta var olan bir şey yoktur. Bu bilgiyi cömertliği kendisine verir ve
onunla varlığına hükmeder.
Bunlardan birisi de yüz ikinci
bölümden hükmün değişmesi nedeniyle bilginin değişmesinin sırrıdır: Tahkik
bilgisiyle kuralcıların bilgisi şu hükmü vermiştir: Bilgi bilinenin
değişmesiyle değişirken bilinen de ancak bilgi sayesinde başkalaşır. Öyleyse
bize hükmün nasıl olacağını söylemelisin! Bu husus akılları hayrete düşürmekle
birlikte hakkında naklî bilginin bulunmadığı bir meseledir. Delil yöntemini
(takip ederek) ‘İllet ileti olduğu şeyin malulü olamaz’ nasıl derim ki? Bu
hususlarda karışıklığa düşenler, görüneni görünmeyene kıyasları nedeniyle
düşmüşlerdir. Binaenaleyh nazarî düşüncenin bozukluğunun bir tezahürü
görmediğin bir şey hakkında yanında bulunanla aynı hükmü vermendir. Her makamın
bir sözü vardır. Vacip nerede, mümkün nerede, muhal (imkânsız) nerede, hal
nerede, imkânsız nerede! Her hakikatin herkese göre bir tanımı vardır,
benzerlikler aldatmamalıdır; insanı saptıran şey benzerliklerdir.
Bunlardan birisi de yüz üçüncü
bölümden Hakkı halka (yaratılmışlar) şikâyetin sırrıdır: el-Malik olan Hakk
bir tecelli ve rivayette şöyle der: ‘Âdemoğlu beni kınadı, böyle yapmak ona
yakışmadı! Âdemoğlu beni yalanladı, böyle yapmak ona yakışmadı.’ Sonra bu
sözleri açıkladı ve şerh ederek açmak isteyene -ki kim o kapıyı açarsa pek çok hayır
elde ederbir anahtar verdi. Bu anahtarla kapıyı açan kimse, emanet edilen sırrı
öğrenir ve ona el-Veli yardım eder: ‘Siz
Allah Teâlâ’ya yardım ederseniz, Allah Teâlâ da size yardım eder.’368 O’nu zikrederseniz, O da sizi
zikreder. Allah Teâlâ yardım etmek amacıyla (kulunu) zikreder ve yardım eder.
Kim Hakka uyarsa, isabet eder; kim O’na uymazsa hüsrana uğrar. Dünya hayatında
Allah Teâlâ’ya yardım ederiz ki O da ahiret yurdunda bize yardım etsin. Bununla
beraber Allah Teâlâ, -sabrımız olmadığı içinrahmetinin bir gereği olarak dünya
hayatında da yardım edebilir. Biz sabırlı değiliz, fakat Allah Teâlâ es-Sabûr
ve (bütün zamanların sebebi ve ilkesi) anlamında Müddehiru’-duhûr’dur. O ne
mühlet verir, ne acele eder! Yine de Allah Teâlâ dünya hayatında bizden yardım
istemiş, hem de aceleyle istemiştir. Bunun gayesi karşılığı vermeyle ilgili
hikmetidir. . .
Bunlardan birisi de yüz dördüncü
bölümden yaratıkları Hakka şikâyetin sırrıdır: Hakimlerin hakimi şöyle hitap
eder: ‘Rabbim! Bana zarar temas etti, sen
merhamet edenlerin en merhametlisin!’369
Allah Teâlâ böyle şikâyette bulunan bir peygamberinden kitabında ‘Onu
sabırlı bulduk, ne güzel kuldur, çok tövbe edendir’370 diye söz etmiştir. Halini şikâyet
edilmemesi gereken birisine arz eden; doğru yoldan çıkıp tahkik yönteminin
dışındaki bir yolu takip etmiş sayılır. Yaratıklar Hakkı şikâyet ederken Hakk
da yaratıkları şikâyet eder! Kim kendi cinsine şikâyet ederse, kendi kendine
şikâyet etmiş olur. Kim kendinde bulunan şikâyeti kendisine şikâyet ederse, hiç
kuşkusuz, kendi kendine konuşmuş demektir. Allah Teâlâ kendi suretinde yaratıp
vekâlet makamına yerleştirdiği kimseye şikâyet etmiştir. Onun eziyeti defetme
ve uzaklaştırma gücü olmasaydı, böyle bir şikâyet olmazdı.
Bunlardan birisi de yüz beşinci bölümden
konuşurken hakikati gözetmenin sırrıdır: Biz Ö’yuz demeyiz, çünkü ayette ‘Onu
komşu edin ki Allah Teâlâ’nın kelamını duysun’371 denilir. Sen tercümanken konuşan
Rahman’dır. Allah Teâlâ’nın kelamı Mushaf ve dillerde bulunması itibarıyla mekânlarla
sınırlanır. Harfler zarf iken sıfat sahibinin aynıdır. Konuşurken kimin
vasıtasıyla konuştuğunu bilmen gerekir. Bu durumda doğru sözlü olman
zorunluluktur. Kim yalan söylerse (bir yönden) doğru söylüyordur. (Doğrudan)
ayrılma ve hakikate ve Hakka riayet eyle! Bazı kullar vardır ki Hakk onların
beyanı ve dilleri haline gelmiştir. Bazı kullar bunu bilmez ve bu nedenle O’nu
tenzih eder, teşbihi benimsemez, bu hususlarda Hakla yalanlar. Böyle biri
kendi zannınca hakikattedir ve hakikate dikkat çekmektedir. Tenzih bir
sınırlamadır.
Sen tecridden dem vurma, hayreti
söyle dur! Hayret başkalıkta en yakın sınırdır. Acizlik (Hakkı) övenin niteliği
ve tavrıdır. Söylerse övmüş olmaz; çünkü durması ve acizliği itiraf etmesi
gerekir. Binaenaleyh ilk adımda durmak gerekir, çünkü kendisine layık olan
budur. Böyle biri yürürse pişman olur, teveccühünde ayağını koyacağı bir yer
bulamaz. O halde nesep ve bağ nispederi bilenler adına sabit olabilir.
Bunlardan birisi de yüz altıncı
bölümden ‘O senin aynın iken senin varlığın neredeydi’ meselesindeki sırdır:
Amâ mekânı cahiller, gök mekânı alimler için söylenmiştir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Rabbimiz Amâ'da idi (fi-amâ)’ ifadesindeki ‘/e’ nebiliğin efendisine aitken
‘fı's-sema (gökte)’ ifadesindeki edat dilsiz cariyeye aitti. Kadının (göğü)
işaret etmesi ibarenin yerini almış, cahil ve alim o alamederi belirlemede bir
araya gelmiştir. Fakat bu hadiste rab, hakkında herhangi bir görüş ayrılığının
bulunmadığı tamlamah rab’dir (rabbimiz şeklinde).
Arş’ın istiva için bir zarf ve döşek
ehlinin hallerinin zarf olmasina gelirsek, birincisi Rahman’a aitken öteki
insan âlemine mahsustur. Bunlar kendi sıfatı kendisini zayıf kılan kimseler
için dört tanedir. Dört olmalarının nedeni, şeytanın geçiş yollan üzerinde
otorite ve sultan yerleştirmektir. Böylece Hakk dilediğini korusun, dilediğini
muhafaza etsin diye yüzünü her yöne yerleştirmiştir. Hakk velayetlerini
üsdenmek ve kendilerine inayet etmek üzere bazı kullarıyla beraber iken bazı
kullarıyla da konuşur, onları gözetir. Bu itibarla Hakkın her mekânda bir gözü
vardır. Bu nedenle ayette göz kelimesi çoğul yapılarak şöyle denilmiştir: ‘Gözlerimizin
önünde akar.’372 Hakk
söz gelince parçalar: Her yönetici O’nun gözüyken her amel sahibi O’nun eli ve
varlığıdır. Allah Teâlâ göktedir, yerdedir, yükseltme ve alçaltma terazi O’nun
elindedir; gizlediğinizi ve açıkladığınızı bilir, kazandıklarınızı bilir. Fakat
insanların çoğu bilmedikleri gibi onların çoğu iman da etmezler. Varlıkların
hal ve zarflarda bulunması bize ait bir iş iken harflerde ve kelimelerde
bulunmak O’na mahsustur. O bilinmeyenmaruf, tenzih edilen-nitelenendir. Akıllar
delilleriyle O’nun hakkında hüküm verir. Ben O’nunla (varım) ve O’na doğruyum!
Bütün işler O’na döner. Alemdeki her şey O’nun gölgesidir ve her şey bütün
olarak misilken çokluk itibarıyla emsaldir. O’na sabah akşam secde edenler
sadece gölgelerdir. Kısalmak ve uzamak gölgelere mahsustur, çünkü onlar, kesif
bedenlerden ortaya çıkar. Gölgeler ise kulları ifade ederler. Onların bir kısmı
kibirli ve bir kısmı ibadet edicidir: Her kim ibadet ederse gölgesine, kibirli
olan da aslına benzemiştir. Dallara dönmek köklere ulaşmaktan daha iyidir. Bu
meseleyi hakka’l-yakin öğren ki Allah Teâlâ ehlinden olabilesin!
Bunlardan birisi de yüz yedinci
bölümden eceli müşahede ederek emeli kısaltmanın sırrıdır: Allah Teâlâ kulunun
emelini kesmesini irade buyurursa, ecelini kuluna gösterir. ‘Ebedi
yaşayacakmışsın gibi dünyan için çalışmalı, yarın ölecekmiş gibi ahiretin için
çalışmalısın.’ İnsan bütün gayretini harcar, sahip olduklarını küçümser ve
değersiz görür, el-Mukaddim ismiyle ahlaklanarak öne alması gerekenleri Öne
alırken el-Muahhir ismiyle ahlaklanarak ertelemesi gerekenleri geride bırakır.
Bunlardan birisi de yüz sekizinci
bölümden salike çetin gelen yolların sırrı hakkındadır: Azimetlere sarılmak,
ulu’l-azm, yani kararlılık sahibi peygamberlerin vasfıdır. Onlar yolları
hazırlarken güçlüklerle karşılaşan kimselerdir. Kim, düsturu kıssaların sonu
kabul ederse, o kişi ruhsadara ve kolaylıklara iltifat etmez. Bu itibarla
mutlak anlamda İlâhî isimlerle ahlaklanmak, en çetin ahlaktır. Bunun nedeni
İlâhî isimlerin uyum ve farklılıkları içermesidir. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’in ‘Senden sana sığınırım’ hadisinin anlamını öğrenmeksizin
böyle bir davranışın senden ortaya çıkmasından sakın! Kimden sığınılmış, kime
sığınılmıştır? Büyüklük zaman içinde yaratılanlarda bir kir ve pislik (hades)
olarak meydana gelir. Hâdislik ise temizliği ortadan kaldırır. Bu kadar işaret
sana yeterlidir. Hâdisliğin temizlenmesi fıtrat, fıtrat ise ilk yaratılışta
sayesinde Allah Teâlâ’ya şahitlik edilen temizlik halidir. Bununla beraber
mezarda haşredilir ve sonra diriltilir. Şirk arızî bir durumdur ve ahiret
hayatı arızî durumları izale eder. Bu nedenle ahiret hayatında şirk ortaya çıkmadığı
kadar orada iftira da söz konusu olmaz. Ahiret durakları çetin yerlerdir.
Bunun nedeni gören ve görülenin, yani şahit ile meşhûdun orada bulunmasıdır.
Kimin dünyadaki hesabıyla sevdikleri ferahlarsa, gidişi ve dönüşü övülür, onun
için iyilikler açılır, ortaya çıkar. İyilikler onun kapılarıdır. Allah Teâlâ
ona sevap ihsan eder. Kim burada çetin yolu tutarsa ahiretteki güçlükler onun
için kolaylaşır. Dünyadaki güçlükler karşısında ahirette kolaylık vardır.
Bunun yanı sıra dünyadaki güçlükle beraber ahirette yine kolaylık vardır. Bu
durum müşahede ettiği manaları anlayan için böyledir. Sırta ağır gelen günahtır.
Sen de ağırlıklarına ağırlık eklememelisin! Buna mukabil senin için murat
edilmiş ağırlıklar için bir değirmen ol. ‘Ağırlıklar’, fiil ve sözlerin
ağırlıklarını ihata eder. Orada çöplere ve kirlere temas edersin. Ağırlıkları
iyice düşün, ittiba ederek ve uyarak bidaderden uzak dur. İttiba etmek
nedeniyle de sevinme! İtaatkâr ol! Tövbe sana fayda vermeyeceği gibi ihtiyacını
da gidermez. Sana şeriat olarak bildirilen işlere dikkatini ver, şeriata uy,
bid’at çıkarma, bütün bu hallerde Allah Teâlâ’nın hükmüne göre hareket et ki,
akıbetin övülsün!
Bunlardan birisi de yüz dokuzuncu
bölümden mutabakat ve muvafakatin (uyum) sırrıdır: Mutabakat benzeşme demekken
muvafakat birbirinin misli olmak demektir. Herkes kendi suretince kendi benzerine
göre davranır. Bilmelisin ki, akıl sahipleri, verdiği emir ve yasaklarda Hakka
uyanlardır. Bu uyum Allah Teâlâ adamlarının özelliklerindendir. Ayette
benzerlik anlamı taşıyan kef
harfiyle benzerlik sabit olmuştur. Bu teşbih, tenzihten tenzihtir. İnsanın
İlâhî surette yaratıldığı ve Allah Teâlâ’ya halife olduğu belirtilmiştir. Hepsi
naib iken naibler ise kapıcılardır. Başka bir ifadeyle onlar perdenin ta
kendisidir. Onlar kapının önünde durup oraya gelen ve oradan çıkan veya misafir
olanlar için kapıda dururlar. Onların görevi ağırlamak, bekçilik etmek ve su
vermektir. Onlar kapıyı bekleyen ve gözetleyen kimselerdir. Naiblik onlara
verilen bir görevdir. Yakınlığı onlardan öğrenirsin. Onların sayesinde
güçlükler açılır. Onlar sadece kendilerine mutabık ve benzer olanı bilirler,
ancak onlara muvafık olanı görürler. Kerem hâzineleri onların elindedir,
himmeder onlara yükselir. Onlar Hakkın suretiyle zuhur edenler ve bütün
yaratıklar için barınak ve sığınak olanlardır. Hayret ve gayret onlara
mahsustur. Onlar belalardan korunmuş kimselerdir. Yasaklar ve engeller onlara
mahsustur. Her bela için koruyucu, her sıkıntı için engelleyicidirler. Bütün
eşyada fiillerin isimlerdeki tasarrufları gibi tasarruf ederler. Bu tasarruf
görevlendirmek ile yükseltmek ve alçaltmak, vermek ve engellemek gibi fillerde
gerçekleşir. Şafağa, geceye ve gecenin örttüğüne yemin olsun ki, tabaka tabaka
terkip edileceksiniz. Kamere yemin olsun ki! Sadece fiil ve sözlerde hallerin
başkalaşması söz konusudur. Dünya hayatının ziyneti hususunda mal ve çocuklar
birbiriyle mutabık iken onların mertebeleri ahirette ayrışır. Bu nedenle onu
içermiş ve azat etmiştir. Benzerlerinden başkası onlar için ortaya çıkar. Kim
bir buğday ekerse buğday biçer, bu nedenle de sevinir. Kim neyi ekerse
ektiğinin bir benzerini biçer. ‘Kim bir
hayır işlerse onu görür, kim zerre miktarı şer işlerse onu görür.’373 Bunlar size döndürülecek
amellerinizdir. Size ancak ellerinizle yaptıklarınız görünecektir. Sadece
kendinizi kınayın ve size benzeyene yönelin!
Bunlardan birisi de yüz onuncu
bölümden gıpta etmek ve ‘irtibat (ribadara çekilmek)’ kurmanın sırrıdır: Kimi
hal ilzam ederse, onun mahareti güçlü olur. Kim bir işe gıpta ederse onu elde
etmek amacıyla çalışır ve ayrıntılarını inceler. Kim irtibat kurarsa, hiç
kuşkusuz, gıpta etmiş olur. Böyle biri ribadara gitmelidir. İlahi işler uğrunda
mücadele etmek mukavemet demektir. Gıpta eden muduyken irtibat kuran
engellenmiştir. Yüce mertebeye ve kutsi makamlara yerleşip mertebenin
isimlerinden öğrenebileceklerimi öğrendiğimde, el-Cami’ ismi beni karşıladı. Bu
isim zarar ve menfaaderi kendinde birleştiren bir isimdir. Bana ‘hoş geldin,
merhaba’ deyip ihsanlarda bulundu, cömerdik gösterdi, engellemedi. Bendeye
ihsan ettiklerinden birisi de Nazmü’s-sülûk
fi-müsamereti’l-mülük idi. Ben onu gözümün nuru saydım, o
da beni sohbet arkadaşı edindi. Ay doğana kadar sohbetimiz sürdü. Ardından
insan gecesinin son üçte birlik bölümünde (yani
bedene üjlennıiş ruhta) İlâhî tenezzül gerçekleşti. Allah
Teâlâ o vakitte tövbe edip dua ve istiğfar eden kullarını çağırır. Allah Teâlâ
onları türlü ihsan, lütuf ve güzellikler ihsan etmek üzere davet eder. Düa eden
ve idraki açık kullardan birisi, tabiatı bilen biriydi. Onun ayağı tabiat
bilgisinde derinleşmiş, kök salmıştı. Bu ilimlerde en üstün makam onundu.
Rabbine ‘(külli) nefs ve en münezzeh
akıl makamı karşısında tabiatın yeri nedir?’ diye sordu. Allah Teâlâ şöyle
cevap verdi: ‘Tabiat nefes alan veren herkes için nefsin ta kendisidir.
Varlıkların üzerinde istiva eden Rahman ismi ona aittir. O sağ/Yemen yönden
gelendir.’ Fakat kime gelecektir? Onun kimden geleceğini biliyoruz. Binaenaleyh
güçlükler kendisini talep ederken ardından mutluluklar ve sevinçler gelir.
Bunlar onu getiren ve onun da kendilerini getirdiği şeylerdir. Kalpler orada
rahadar, güçlükler ortadan kalkar. Tartışır ve inat ederse, delil getirir;
delil getirse sesini yükseltir. Ziyaret ederse (umre), mamur kılar, doldurursa
meşgul eder, boşaltırsa gaflete düşürür! Arafat’ta vakfe ederse, kurumuş
kemiklere hayat verir. Müzdelife’de uyursa farklı nefisleri uzlaştırır. Mina’da
kurban keserse taş atmak üzere Mina’ya ulaşır. Oradan dağılırsa o da dağılır. O
bast ve kabz halinde razı olandır.
Bunlardan birisi de yüz on birinci
bölümden itidalin sırrıdır: İtidalden ancak halin sürekliliği meydana gelir.
Bu itibarla itidal tekvine elverişli olmadığı kadar başkalaşma, azalma ve
çokluğa da elverişli ve kabiliyedi değildir. Yaratılmışların varlığını
incelersen, yaratmanın Hakk’ın iradesinden meydana geldiğini görürsün. İrade
hiç kuşkusuz itidalden sapmak demektir, çünkü irade ilgilenilen ve taalluk
edilen şeyin belirlenmesi demektir. Söylediğimi öğrenen ve hakkıyla idrak eden
(bilir ki): Nimet cenneti bilgi sahiplerine, Firdevs cenneti anlayış
sahiplerine, Me’va cenneti takva sahiplerine, Adn cenneti ölçülü davrananlara,
Huld cenneti sevgi üzere yaşayanlara, Mukâme cenneti keramet sahiplerine, görme
(rü’yet) cenneti gaye sahiplerine aittir. Bunların hepsi en güzel şekilde ve
tarzda nimederin yenilenme menzilleridir. Bu itibarla şehvet, şehvet duyulanı
talep eder ve şehvetin biteceği yer orasıdır. Hal böyleyken itidal nerede
kalmıştır? Asıl olan meyledicidir. Binaenaleyh sadece daha çoğu elde etmek
talebiyle, meyilden meyil olabilir. İtidal olsaydı, meyli olmazdı. Tenzih meyil
demek olduğu kadar teşbih de meyil demektir ve ikisi arasında itidal meydana
gelmez. İtidal O’nun bir niteliği olmayınca, Hakkın özelliği adalet olmuştur;
adalet ise dönmek ve yönelmek kelimesinden türetilmiştir. Ne söylediğime iyice
bak! İtidal olsaydı, vakfede olur, terazinin kefelerinden biri bir yöne
sapmazdı. İstivayı dile getirip zevalden söz eden kimse, itidal ve inhiraftan,
yani sapmadan konuşmuş demektir. Akıl ve anlayış sahiplerine göre her hareket,
bu üç hükmü kendinde toplar: Bu itibarla güneşin gökteki derecelerde
ilerlemesini ve yolculuğunu bilen alimlere göre, doğmak batmanın, o ise tepe
noktada bulunmanın ta kendisidir. Başka bir ifadeyle güneş her mekândan ya
yükselerek veya aşağıya inerek intikal eder. Binaenaleyh sükûn, yani durağanlık
diye bir şey yok, sadece hareket var iken harekette de artış ve bereket
vardır. ‘Gece ve gündüz sakin her şey Allah Teâlâ’ya aittir.’ Hâlbuki dışta
sakin bir şey yoktur: Ya da kalp gözlerinde veya baş gözlerinde sakin ve
durağan bir şey yoktur. Bakınız! Allah Teâlâ (sükûnu ve hareketi) basiret
sahipleri nezdinde gözler için ibret yapmıştır. İyice düşün ve ibret al.
Bunlardan birisi de yüz on ikinci
bölümden adalette faslın sırrıdır: Hakk itidaldedir. Kim zulmeder veya adil
davranırsa, hiç kuşkusuz, meyletmiş ve sapmış demektir. Kim senin menfaatine
meylederse, ihsan etmiş ve en nefis niteliği getirmiş demektir. Kim senin
aleyhine yönelir ve meylederse, cimri ve kötü davranmış demektir. Hükümlerde
adalet ancak hakimlerden meydana gelirse övülebilir. Burada adalet meyilden
değil, itidalden ortaya çıkar ve öyle bir davranış ihsan demektir. Bir
rivayette insanların efendisi Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ayakkabısının
bağlarından birinin koptuğu kimseye -ayakları arasında adaleti tesis etmek
üzereötekini de çıkarmasını söylediği bildirilir. Evladarından birisini
diğerlerinden ayırarak ona malından veren bir babaya da -evladar arasında
itidal ve denklik olmadığı için‘Ben zulme şahitlik edemem’ demiş, bu davranışı
hayır olsa bile zulüm ve haksızlık diye isimlendirmiş, ardından adama şöyle
demiştir: ‘Senin için hayır ve iyilikte evladarının eşit olmalarını istemez
misin? Niçin doğruluk yolundan sapıyorsun? Zariflik ve iyilikle evladarın
arasında adil davranmalısın.’ Hükümler, mülk kapsamındaki mekân ve yerlere
aittir; sahip olunmayan bir şey hakkında zulüm ortaya çıktığında ise sahibi
helak olmaz. Nafaka, nikâh ve bedenlerle elde edilen hazlarda ruhlar arasındaki
taksim eşit iken sevgideki taksim kulların takdirinin dışındadır. Binaenaleyh
ruhların ‘zulmünde’ günah ve sorumluluk yoktur. Sevgi münasebetten kaynaklanır
ve bu nedenle kınama ve azarlama ortadan kalkar. ‘Niçin beni sevmedin?’
denilemez. Buna mukabil ‘Bedenlerin yakınlığı gibi bana niçin yakın olmadın?’
denilebilir. Beden yakınlığı âdeten bilinen ölçüdeyken kalp yakınlığı ancak
sevgiyle gerçekleşebilir. Sevgi seven ile sevilen arasında nispetin varlığını
ortaya çıkardığı için Allah Teâlâ için sevenler, gayenin gerçekleşmesi
nedeniyle rahata kavuşmuştur; yoksa Allah Teâlâ yolunda birbirlerini sevenler
değil! Sadık bir haberde Allah Teâlâ’nın kendisine uyacakları sevdiği
bildirilir. Ona uyanlar kendisine itaat edenlerdir. Peygambere itaat etmek Allah
Teâlâ’ya itaat etmektir. Allah Teâlâ ‘Peygamber’e
itaat eden Allah Teâlâ’ya itaat etmiştir*74, ‘Allah Teâlâ’ya ve
peygamberine itaat eden kişi büyük bir sevap elde etmiş demektir'’375 der. Peygambere salât ve selam
getiriniz! Çünkü Allah Teâlâ ona salât getirir, onu nazargâhı yapar.
Bunlardan birisi de yüz on üçüncü
bölümden ‘evlilik (akdi) ortaklıktır’ bahsidir: Karı ve koca bir araya gelmek
ve kaynaşmada müşterektir, çünkü evlilik, üremeyle rahadık veren bir nizamdır.
Böyle olmasaydı, en uygunu uzaklaşmak olurdu. Bu itibarla uzaklaşmak tenzih
iken ondaki düzen ve süreklilik teşbihe karşılık gelir. Biz evliliği çocuk
sahibi olan hakkında övdük ve bunu ortaya koyduk: Hakk bir insanın duyma ve
görme gücü haline gelirse, bu nizamdan ve (evlilikten), ortaya çıkan doğum,
sana müşahede ettirilen ve gösterilenlerdir. Gelinler nefes sahiplerine aitken
evlilik ortaklık yoluyla gerçekleşir. Ortaklık yoluyla evlilik gerçekleşir. Bu
sayede mülkler ortaya çıkar, felekler onun uğruna dönerler. İhsan ilimlerinin
en sırlılarından birisi bir mekândayken gerçekleşen dairevî harekettir. Dairevî
hareket harekedi kendi mekânında dururken geçekleşen harekettir. Başka bir
ifadeyle dairevî hareket eden şey, hareketli-ayrılan ve sakindir. Orta hareket
hakkında yanılmalar ortaya çıkar. Çünkü dönmenin, hareketi üzerinde
gerçekleşeceği sabit nokta olmalıdır. ‘Sakin olan her şey Allah Teâlâ’ya
aittir.’ Sükûn ve durağanlık nimeti O’na aittir. Hareket eden ise bize aittir
ve onunla malik oluruz. Mülkte meydana gelen eziyet bir nedenle meydana gelir.
Gerçekte malik ve sahip ancak sahip olunmayan iken o da mülkün sahibinden
başkası değildir. ‘Mülkün mülkü’ terimini kullanan ise idrakten uzak bir
nispetle bunu söylemiştir. Onu öğretme maksadıyla söyleyen de Hakim
Tirmizi’dir. Mülkün sahibi asıl mülkün mülkü ise onun aslıdır. Böyleyken asıl
karşısında fasıl demek olan fer nerede kalmıştır? Veya nafile karşısında farzın
yeri nedir?
Muvahhidin tevhidi şirktir. Her kim
‘birledim’ derse, hiç kuşkusuz, mutlak birliği, yani ahadiyeti bozmuştur. Ahadiyet
kimsenin birlemesiyle meydana gelmez, çünkü Allah Teâlâ ‘kimsenin
denk olmadığı’376 Bir’dir.
O’nun eşten ve evlattan tenzihinde de bir sır vardır: Alemde türeyen her şey, Hakk’tan
meydana gelmiştir. Başka bir ifadeyle ruh, cisim ve ceset sahibi türeyen her
şey, O’ndan türemiştir. Bunun yanı sıra sahih burhanlar ve açık kelimeler,
akılların ve şeriadarın nikâhlarından doğar ve meydana gelir. Onlarda da bir
güçlük ve yanlışlık yoktur. Akıllarda ve bedenlerdeki kuşkuların birleşmesinden
doğan bilgiler, ‘sifah’ diye
isimlendirilir. Bu kapı kapalıdır, seni anahtara yönlendirdim, kapıyı açanın
elinden onu almadım!
Bunlardan birisi de yüz on dördüncü
bölümden rahatlığın açıklık olmasıdır: Allah Teâlâ ruhları heykellerinden
onların benzerleriyle çağırmış, onlar da bu çağrıya kulak vermiş, bedenlerinden
ayrılmak onlara kolay gelmiş, bedenlerin kafeslerinden çıkarak rahata ermeleri
mümkün olabilmiştir. İnsanların bir kısmı yüce menzillere (ulaşmalarına) bakarak,
nefisler hakkında hüküm vermiş, onların tabiatın hükmünden tecerrüt
edebildiklerini söylemişlerdir. Bazı insanlar da onların yaratılış gayelerini
teşkil eden vaz’î işlere bakarak ruhların bedenleri yönetmesinin sürekliliği
görüşünü dile getirmiş, şerî deliller de kendilerine yardımcı olmuş, onların duyulur
nimetlerle nimedendiklerini belirtmişlerdir. Birinci bakış ise ruhlara
es-Subbûh ve el-Kuddûs’un niteliğini kazandırır. Her iki durumda yenilenmeyi
dile getirenler ise iki kısma ayrılırken her kısmın kendine mahsus görüşü
vardır, saadetin kendisinin benimsediği ve itimat ettiği görüşte bulunduğunu
ileri sürer. Bazı insanlar yeniden yaratmanın nefislerin bütünüyle tümel nefse
dönmek anlamına geldiğini ileri sürmüşken bazıları yeniden yaratmanın mead
gününde şahiüerin gözlerinin önünde nefislerin bedenlere dönmesi demek olduğunu
söylemiştir. Kâmil insan bütün bu görüşleri kabul edendir. Öyleyse dönüş bu
demektir.
Ruhlar nurdan bir boynuz olan suretlerde
hapsedilmişlerdir. Nur ise bedbahtlık (şekavet) âleminden değildir; dolaylı
olarak bedbaht olsa bile, onun hükmü saadet ve sürekliliktir. Ölümden sonra
intikali öğrenmek isteyen, uykuyu incelemelidir. Sufilerin görüşü budur. Sehl
b. Abdullah et-Tüsteri bu görüşte olduğu kadar Hakka yönelmiş bütün bilginler
de bu görüşteydi. Her alim tövbekâr ve pişman iken aynı zamanda sürekli tedbir
sahibidir. Üzerinde haller değişir ve bilfiil bütün görüşlerde (onları kabul
edici olarak) görünür. Bazı suretler çıkartılır, bazı suretler görünür ve
ardından kaybolur. Uyuyanın uykusundan uyanması ise ölünün ölümünden sonra
kendi gününü görmek üzere dirilmesi gibidir. Bu durumda sadırlarda bulunanlar
ortaya çıksın diye kabirdekiler diriltilir. Bu iş ‘geliş ve gidiş’ arasmda
gerçekleşir. Rableri de o günde kendilerinden haberdardır. O her şeye güç
yetiren iken iktidarı insanları yeniden yaratmaya kâfidir. O’nun bilgisi neşir
hakkında böyle hüküm vermiştir. Arş’ı ise ferş’e indirmiş, daha önce dar iken
bu kez kendisini sığdırır. Bu genişlik karşısında o darlık nerededir? Böylece
kendi hükmü onun hükmü haline gelmiştir. Hüküm sadece O’na aittir. Bunu ibrede
incele ve basiret gözüyle bak!
Bunlardan birisi de yüz on beşinci
bölümden Hakk’ın karşısında yüzlerin karalığının sırrıdır: İlahi inayet bazı
yüzlerin beyaz ve bazı yüzlerin karardığı o günde Allah Teâlâ’ya yakın kimselerde
tecelli eder. Yüzleri beyaz olanlar, Allah Teâlâ’nın rahmetinin içinde
kalıcıyken; yüzleri kararanlara ‘İman ettikten sonra kâfir mi oldunuz?’
denilir. Ardından da ‘O zaman inkârınıza karşılık azabı tadınız’ denilir.
Önceki imanları, sutlardan alındıkları zerreler âlemindeki imanlarıydı; söz
eskidiği için verilen sözü unutmuşlardır. Açıklama ve iman olmasaydı, zaten
insan onu kabul etmezdi. Allah Teâlâ elleriyle kendisini yaratışım birine
gösterirse, o kişi verilen o söz hakkında ‘sanki şu anda kulağımdadır’ der.
Laf taşımak, dedikodu yapmak, sırrı
yaymak ve bunlara benzeyen işler, nahoş sayılan hakikatlerdir ve bunlar yüzün
kararmasına yol açarlar. Allah Teâlâ her şeyin kendisine mensup olduğunu
bildirmiş, O’na mensup olan her şey de Allah Teâlâ’yı bilenlerce sevilir. Gözün
gördüğü, dilin ifade etmek üzere hakkında hüküm verdiği, işarete konu olan ve
itimat edilen her şey, hadis ve yaratılmıştır ve onlara haklar yönelir. Allah
Teâlâ ancak bildiği bir şeyi izhar ederken bildiği de bilinenin sabitlik halinde
O’na vermiş olduğu hal, nitelik ve özelliklerle ilgili bilgidir. Bunlar kınama
ve övgüyle nitelenen hususlardır. Allah Teâlâ da her şeyi yerli yerine
yerleştirmemiz için bizden sorumluluk ve söz almıştır. Binaenaleyh iyi ve
övülen her şey bizden iken kötü görünen ve kınanan bizim dışımızdandır. Biz
kendimizi biliriz, kendimiz hakkında konuşuruz. Bizim O’nunla bağımız hakiki
olsaydı, kimse hiçbir şeyi kınamaz, kınamış olsa kâfir olurdu; olsaydı,
gizlenmezdi. Allah Teâlâ bilinen ve maruf olmakla nitelenmeyen el-Maruf iken
aynı zamanda nitelenen olmamakla nitelenendir. ‘Rabbin
onların nitelemelerinden münezzehtir, peygamberlere selam olsun, hamd
âlemlerin Rabbine aittir.’377 Arifin yüzü dünya ve
ahirette karayken kabirdeki yaratılışında ise yüzünün vechi beyazdır. Bu
itibarla kararmak, arifin yerine getirdiği ibadetler nedeniyle, efendiliktir.
Bu ibadet ve kulluk nedeniyle Allah Teâlâ kullarını övmüştür. Bir şeyin yüzü
onun varlığı, zatı ve kendisiyken aynı zamanda yöneldiği kimseye bakan
tarafıdır; yöneldiği şey onun emeli olsa da böyledir! .
Bunlardan birisi de yüz on altıncı
bölümden varlıkta mevcutla yetinmenin sırrıdır: Allah Teâlâ ruhları
benzerleriyle bedçnlerden davet ettiğinde, müşahedede bu ölçüdeki vecd ile
yetinmişlerdir. Başka bir ifadeyle bu vecd halini yeterli görmüşlerdir. Kanaat
tükenmez bir hazineyken onun otoritesi yadırganamaz. Kanaat eden şifa bulur;
hali iyi olsa da durum öyledir. Hakkında kadimlik hükmü verilse bile, varlığın
dışında yolduk olabilir. Var olanla yetinmenin sebebi, varlıkta başka bir şey
olmadığını bilmektir. İnsan tamahkâr yaratılmıştır ve bu nedenle kanaat edeceği
söylenemez. İnsan bilir ki, bir gün elde edeceği ve yanında bulunacak bir
şeyin varlığı mümkündür. İçinde bulunduğu anda ve halde ise söz konusu şeyin
gerçekleşmesinin imkânsız olduğunu anlayınca, mevcuda yetinerek şöyle der:
‘Ancak görülen vardır.’ Allah Teâlâ onun gözlerini açıp kulağına sadık haberini
işittirdiğinde, tamah gösterip toplar ve kanaatkâr olmaz. Bu nedenle Allah
Teâlâ insana kesin bir dille ‘Rabbim!
Bilgimi artır’378 diye
(tamahkârlığını bilgiye yönlendirmesini) emretmiştir. Bu emre karşı kanaatkâr
olan cahil ve saygısızdır! Binaenaleyh insan talebinde zahid davranmamalıdır. Allah
Teâlâ bu emirle senden ancak sürekli muhtaçlık ve zorda kalma halini talep
etmektedir. ‘İşini bitirince başkasına yönel,
ancak Rabbine rağbet et’379 Sen de mücahedeye ara verme, vuslatı
talep ederken elçiliklerden yararlanman gerekir. Bu vuslat bitecek bir süresi
olmayan veya sona erecek bir vakti olmayan kavuşma halidir. Her iki el de
açıktır ve her iki el de kapalıdır! Yaratıkların verecekleri şeye karşı elini
kapatıp Hakkın ihsanına karşı elini açmalısın. Allah Teâlâ kullarından ancak
ihsan ettiği bir şeyi kabzeder ve alır. (Kul Hakka bir şey verince) cömertlik Allah
Teâlâ’dan ortaya çıktığı kadar tekrar O’na döner. Fazlalık kulların aldığında
ortaya çıkarken kulun elindeki yaratılmıştır. Ey kadimi talep eden! Sen yoksun!
Hakk sadece Hakkı kabul ederken yaratılmış sadece yaratılmışı verebilir. Amele
sarılıp emelini kısa tutmalısın. Allah Teâlâ’ya şöyle demelisin: ‘Biz seninle
varız, bizi kendin için yarattın. Bizler sana ibadet edelim diye yaratıldık.
Senden talebimiz, seni müşahede edebilmektir. İstediğimiz müşahede ölçüşünce
ibadetimiz eksilir. Doğru yol Allah Teâlâ’ya varır. Allah Teâlâ delil, medlûl
ve delilin sahibi olandır.’
Bunlardan birisi de yüz on yedinci
bölümden fayda meydana getirecek şeyleri toplamak hususunda ısrarlı
davranmanın sırrıdır: Hırsın kadere tesiri, kaderin bir parçası olmasından
kaynaklanabilir. Hırslı olan nice kişi vardır ki, kabiliyetleri olmadığı için
hiçbir şey elde edememişlerdir. Vergi genel iken fayda özeldir. ‘Biz
onlardan önce nice nesilleri helak ettik’380 ayetini iyi düşünmelisin. Ayette
helak olmak genel iken burada yönelme ve tövbe gerçekleşmediği için icabet
genel olmamıştır. Emre uymak, yatkınlık (mülaime) demektir; bu husus -bilinmese
biletabiatın bir hükmüdür. Fazlayı talep etmeyecek şekilde, himmetin düşüklüğü
hakiki kul olmamaktan kaynaklanır. Allah Teâlâ’nın ihsanlarını çok
görmemelisin; varlığa giren her şeyi sana ihsan etmiş olsaydı, cömertlik
hâzinelerinde kalanlara göre verdiği yine de az olurdu. Allah Teâlâ’nın
verdiklerini de değersiz görmemen gerekir. Onları değersiz görmek verene karşı
bir saygısızlıktır. O sana ancak senin için yaratmış olduğu şeyi verir. Senin
de Hakkın yüzünün bir şeyde bulunması bakımından verdiğini alman gerekir ki bu
sayede onun mahiyetini anlayabilesin.
Bunlardan birisi de yüz on sekizinci
bölümden kullardaki itimadın sırrıdır: Kulluk zatı gereği rabliği talep
ederken kulların Allah Teâlâ’ya itimatları gerçek ve yaratılıştan kaynaklanan
bir durum olmuştur. Onlar Allah Teâlâ’nın hükmünü ve hikmederini bilmez, fakat
(her şeyi) bilip yaratıklarının rızkını tam olarak vereceğini bilirler. Bunun
yanı sıra kullar, Hakkın kendilerinden ancak O’nun ihsan ettiği güçle yapabilecekleri
yükümlülükleri talep ettiğini de bilirler. Gerçekte zorunluluk ve vücubun Allah
Teâlâ’ya izafe edildiğini, bütün işin O’nun tasarrufunda bulunduğunu da bilirler.
Bu nedenle Allah Teâlâ’ya itimat ve tevekkül etmişlerdir. Bu itimat, Allah
Teâlâ’dan Allah Teâlâ’ya dönen bir itimat olmuştur. Binaenaleyh kullar hakkın
bütünüyle Allah Teâlâ’ya ait olduğunu öğrenmekle ‘iftira olarak söyledikleri
sözler kaybolup gitmiş’, kendilerinin ise cahil olduklarını anlamışlardır.
Bununla birlikte ihtiyaçlar ortadan kalkıp yoksulluk kaybolsa, arzular yok
olsa, maksat ve iradeler tükense, hiç kuşkusuz, hikmet ortadan kalkar,
karanlıklar birikir, ışıklar söner, perdeler parçalanır, sırlar ortaya çıkar ve
yok olurdu. Her şey O’nun katındaki bir ölçüye göre bulunur. Böyle bir durumda
işin iç yüzünü düşünmek ortadan kalkardı. Hâlbuki o kaybolmaz ve ortadan kalkmaz.
O halde kullarda itimadın bulunması zorunludur.
Bunlardan birisi de yüz ori dokuzuncu
bölümden alışılagelen âdetin sırrıdır: Tekrarlanan bir şey yoktur. Böyleyken
âdet (kelime anlamı dönmek, tekrar etmek) sayılan
işler nerededir? Bunu araştırman gerekir. Gözler onun karşısında sönmüş, daha
doğrusu kendilerini söndürmüş, benzerlikten söz etmiş, varlıklar yok olup
benzerleri var olurken benzerliğin gücü nedeniyle ‘bu (daha önce) olanın
aynıdır’ demişlerdir. Hâlbuki ‘(iki işaret zamiriyle) bu şunun aynıdır’ deselerdi,
o zaman ya ‘bu şudur’ veya ‘o budur’ demiş olurlardı. Çünkü bu durumda iki şeye
işaret etmiş olur ve böyle söyledikleri gözleri görene gizli kalmazdı.
İnsanlara perde olan şey benzerlerin varlığıdır ve bu nedenle Hakk kutsiyeti
nedeniyle benzeri olmadığını belirtmiştir. O’nu nasıl tasavvur edersen et veya temsil
veya tahayyül edersen et, bütün bunlar yok olucudur ve Allah Teâlâ ondan
başkadır. Kıyamet saatine kadar, sufı cemaatinin inancı budur. Bize göre ise O,
odur ve yok olucu bir şey yoktur.
Bunlardan birisi de yüz yirminci
bölümden varlığı övmedeki artışın ve ilavenin sırrıdır: Ey uykucu! Talep eden
herkes yitirmiştir. Hakkın emirleri kıyamet vaktine kadar itaat edilen ve
duyulan emirlerdir. Fakat O’nun açık emirlerine değil, gizli emirlerine itaat
edilir. Nitekim O’nun şeriatı kendi emrinden olsa bile dinleyen herkes ona
kadrini veremez. Kadrini bilemeyince de emir ve yasaklarına karşı gelinir. Hamd
(kıyamet günü) teraziyi doldururken onu dolduran şey bol nimet ve ihsandır.
Binaenaleyh şükür nimetin ta kendisidir. Nimetin bir yönü de intikamı ve azabı
kaldırmak ve uzaklaştırmaktır. Allah Teâlâ’nın pek çok nimeti vardır ki onları
zuhurlarının şiddeti ve kişiye sürekli ulaşmaları gizlemiştir. Onlar gaflet
içerisinde yüz çevirmişken söz konusu nimetler kendilerine akar durur. ‘Fakat
onların çoğu bilmez’381 Hatta
onlar bunu fark etmez, daha doğrusu cömertlikteki ihsana şükretmezler.
Cömertlikteki ihsan ve asıldaki cömerdik faziletten kaynaklanır. Böyleyken
artış ve ilave nasıl mümkün olabilir? Allah Teâlâ her şeye yaratılışını vermiş,
hakkını ödemiştir ve hiçbir şey ilaveyi kendisine sığdıramaz. Böyleyken
insandan niçin şükür talep edilmiştir? Övgü ve yaratma Allah Teâlâ’ya
mahsustur, insana ait değildir! Kim Allah Teâlâ’yı tekbirle ulular, tehlil
getirirse, bütün bu sözler, yaratılmış cümleler iken Allah Teâlâ da kulu
üzerinde hakları belirleyendir. Tekbir veya tehlil getirirken herkes, ehil
olduğu işi yapmıştır. Başka bir ifadeyle kul Hakkın zuhurunun mahalli ve O’nun
nurunun kandilinin lambası olması itibarıyla o zikirleri ve tekbirleri
yapmıştır.
Bunlardan birisi de yüz yirmi birinci
bölümden hayretteki insanın Hakkın lütuflarıyla durmasının sırrıdır: Dünya malı
azdır ve dünyadaki her şey yol oğlu sayılır. Dünyadaki her nesil veya kabile
en değersiz malın, mülkün kölesidir. Herkes hayret içindedir ve bu nedenle
mevcutla kanaat ederler. Bir kısmı şükrederken, bir kısmı nankörlük eder, bir
kısmı heveskârdır, bir kısmı zahiddir, bir kısmı marifet ehlidir, bir kısmı
inkarcı ve inatçıdır. Emniyeti ancak içerken avuçla içen kişi elde edebilir.
Kim avuçla içerse, dereceler elde eder; kim kanmak amacıyla içerse derekeleri
doldurur. Binaenaleyh içerken kanmak söz konusu değildir. Avuçla içen kişi ise
kanar ve neşelenir. Bununla birlikte karineler en doğru sözlerdir. O her şeyi
ihata eden, en doğru yolu gösterendir. Allah Teâlâ bize az bilgi vermiştir.
Bunun nedeni dünya ve ahiret arasmda akıp giden imtihan nehridir. Bu nedenle de
sınanma ve imtihana çekilmek zorunlu olmuştur. Susuzluk olunca, insan suyla
sınanmıştır. Allah Teâlâ da her şeyi karanlık ve nur içinde ‘sudan canlı yaratmıştır.’
Bu itibarla hayatta hâdis ve kadim için nimet bulunur. Dünya ehli olanların bir
kısmı ölmez ve dirilmezken ahiret ehlinin bir kısmının kurtuluşu O’nun
lütuflarıdır. Çoğu nimete ulaşır. Çokluktaki fazlalık şahadet âleminde ortaya
çıkabilir. Gayb âleminde eşitlik bulunduğunda kuşku yoktur. Mana bölünmezdir;
bölünebilir olan ancak cisimler âlemidir. Aza razı olan kişi, serin ve gölgelik
içerisinde yaşarken sürekli bir hayırda ve en güzel halde bulunur. Bu bağlamda
çok diye bir şey yoktur, varlıktaki her şey, (İlâhî hâzinelere göre) azdır.
Bununla beraber mahrumiyet vardır, fayda da genel değildir. Fayda maksada
ulaşabilmek demektir. Hâlbuki maksat bazen hastalıklara yol açabilir. Maksadına
ulaşamayanın dünya hayatında hastalığı çoğalır. Bu nedenle ‘Allah Teâlâ
onlardan onlar da Allah Teâlâ’dan razıdır’ denilir. Hem biz hem Allah Teâlâ
razı olacaktır!
Bunlardan birisi de yüz yirmi ikinci
bölümden bir konudur: Değersize razı olan kişi önünü ardından ayırt etmeyen
kişidir. Allah Teâlâ’nın değersiz bir şeye ilgi göstermesi ise onun değerli
olduğunun delilidir. İki gözü olana âlemdeki her şeyde İlâhî inayetin bulunduğu
gizli kalmaz. Bir şeyi yokluktan varlığa çıkartmak onun mutluluk ve saadet
menzillerinde bulunduğunu gösterir. Allah Teâlâ birine kendi sıfatını verirse,
hiç kuşkusuz, bilgi ve marifetini ihsan etmiştir. Oluşu-kevni hicvetmek bir
övgü iken ona hamd etmek de bir hicivdir. Allah Teâlâ’dan vefa talep eden kişi
hiç kuşkusuz O’nu cefa sahibi olmakla nitelemiştir. Hiç kuşkusuz Allah Teâlâ
cefa eden bir rab değildir. Hakkın yaratıklarına karşı vefalı olması, O’nun
düsturudur. O’nun niteliklerinde mecaz bulunmazken onlarla nitelenmek
meselenin özüdür. Allah Teâlâ’ya ancak kendisine itimat ederek ulaşabilirsin,
fakat O’na itimat imkânsızdır. Çünkü herhangi bir şekilde O’ndan ayrı ve başka
değilsin. Her şey O’ndan ise ‘Allah Teâlâ onlardan, onlar da Allah Teâlâ’dan
razı olmuştur’ demenin manası yok! Razı olmak azla ilgilidir; nimetlendirmek
açık ve kesin delile göre süreklidir. O halde rızanın olması kaçınılmazdır ve
delil böyle hüküm vermiş, bunu beyan etmiştir. Allah Teâlâ’nın senden razı
olması senin O’na verdiğin bilgiyle ilgilidir. Allah Teâlâ’ya ancak O’nun sende
yaratmış olduğu bir şeyi verirsin ve bu kadarı senin için kâfiyken O ise istidadın
verdiğinin üzerinde olduğunu bilir. İş -senin öğrendiğin üzeredaha aşağıdadır.
Arif vakıf, yani duranın muhatap olduğu şeye iltifat etmez. Vakıf kendisine
intikal ettiği halle perdelenmiş, perdelenenin hitabı ise sınırlıdır. Arif her
yönde tasarruf sahibidir, çünkü Hakkın yüzünü görür; yüzü bilen, her bakımdan
kâmildir. Gözler ancak Allah Teâlâ’ya bakarken basireder (kalp gözleri) O’na
itimat eder. Alemdeki her şey arifin katında ve gözünün önündedir. Feleklerin
meleklerce ihata edilmesi gibi her şeyi ihata eder. Onların üzerinde sahibin
mülkünde hüküm vermesi gibi hüküm verir. Allah Teâlâ kötü sözün açıktan
söylenmesini sevmez. Her zorunluluk ve fariza itimat edilecek bir şey
değildir. Cariye imkân bulamayanla evlendirilir. Başarıya erdiren Allah Teâlâ’dır,
O her türlü iyiliğe layık olandır.
Bunlardan birisi de yüz yirmi üçüncü
bölümden ‘güçlüğün kolaylaştırılmasının’ sırrıdır: Halk (yaratılmışlar)
kolaylık sahibi olsa bile güçlüktedir. Hakkın kolaylığı halkın kendisi
değildir. Binaenaleyh kendisinden almış, yine kendisine vermiştir. Bu durumu
perdenin kalkmasından sonra öğrenebilirsin. Cömert kadim iken cömertlik zamanda
var olmuştur (hâdis), bu nedenle söz etmemelisin! Nimetlerden söz etmek bir
şükürdür. O nimetler Hakkın elinde bulunsalar bile yaratılış itibarıyla senden
başka değillerdir. Var etmek Allah Teâlâ’nın tasarrufundaki bir iştir ve bu
nedenle bazen engeller, bazen ihsan eder.
Alışılagelmiş güçlükten söz ettik:
Güçlük iflas demektir ve hayvan veya insan sınıfından muhtaçlarda bulunabilir.
İradesiyle hareket eden herkes âdeti aşmak ister. Bitkiler ve donuklar ise hal
diliyle alışılagelmiş ihtiyâçtan söz etmezler ve bu nedenle talepten ve
istekten müstağnidirler. Hal dili en açık dil iken terazisi de en doğru tartan
terazidir. Hal dili konuşma yeteneğine sahip olmayanlara mahsustur ve onların
durumunu izhar eder. Hakk ile arandaki perde, senin konuşmadaki aceleciğinle
ortaya çıkar. Rızık taksim edilmiştir ve belli bir ölçüye göre indirilmiştir;
artmaz ve eksilmez! Kulların istekleri ve daha fazlasını talepleri, her
millette, insanın yaratılışında bulunan özelliktir. Zorunluluk hükmünün altında
bulunan birinden muhtaçlık nasıl ortaya çıkmasın? Hüküm kaderlere nasıl ait
kalsın? Her şey belli bir ölçüye göre O’nun katindadır. Güçlük sahibi ise
‘kolaylığa bakar’. Allah Teâlâ onu belirlenmiş kaza nedeniyle geciktirir.
Binaenaleyh Allah Teâlâ güçlüğün kolaylaştırılmasını geciktirmede hüküm
verendir. Kolaylık güçlükte olunca, güçleştirme ortaya çıkar; bulunmazsa,
sadece kolaylık vardır. Âlemde bir güçlük yoktur. Gayeler ortadan kalksaydı,
âlemdeki her şey kolay olurdu ve hastalıklar kalkardı. İllet (hastalık) ezelde
bulunsaydı malul de ezeli olurdu; ezelde hâlbuki malul olmadığı gibi illet de
yoktur! Bazen delillerin suretlerinde kuşkular ortaya çıkabilirken kesin
deliller gerçekte yanılmazlar. Bununla birlikte delil getiren kişi hataya
düşebilir ve bu durum kendisine ait bir iştir. Kesin delil otorite sahibiyken
delil de delil sayesinde bilinir. Onun bilinmesinin (başka) bir yolu yoktur.
Delili bildiğini iddia eden, onu bilememiştir, çünkü bildiğin bir şeyi
öğrenemezsin, bunun farkında olmalısın!
Bunlardan birisi de yüz yirmi
dördüncü bölümden beyaz ölüm ile bize olan feyzin sırrıdır: Uzun bir şeyi
kısaltan, onu özedemiş, sıkıcı olmamış demektir. Açlık ne kötü döşektir ve o
girilmez bir korudur. Beslenen kişi bir nefes gıdasız kalsaydı, kendisine ‘o
nedir?’ denilecek kimse kalmazdı. Ölüm bir halden başka bir Hakk intikaldir.
Ölümün sırrı onun güçlükleriyken keşfi de onun hasretidir. Beyaz ölüm duyusal
acı, kızıl ölüm nefsin acısı, siyah ölüm akıl hastahğı, yeşil ölüm ise dağılma
ve ayrışma nedeniyle bitkilerin çiçekleridir. Ölüm sayesinde iki benzer
ayrılır, iki benzer birbirinden uzaklaşır. Acı başkalaşıp lezzete döndüğünde
ondan haz alınır. Mümin için ölüm bir hediye iken onun tabutu hediyenin
taşındığı sandıktır. Ölüm onu dünya hayatından ahiret hayatına taşır; artık
orada ne imtihan, ne denenme vardır! Ölüm onu en güzel menzile, en bereketli
yere, yani lezzet ve nimet yurduna yerleştirir. Onun tertemiz ve hoş
pınarından içilir. Bu pınar yüksekçe bir nehirdir ve yukarıdan aşağıya doğru
dökülür. Bu nehrin yüksekliği Kabe’nin yüksekliği gibi mertebe yüksekliğidir.
Bununla beraber çölde olsa bile değeri ve üstünlüğü nedeniyle hac yolculuğu ona
yapılır ve bu durum onun üstünlüğüne bir delildir. Kulun Rabbine en yakın
olduğu vakit secde halidir. Bu inişle yükselişin ne ilişkisi vardır? Buradan
secdenin ‘a'lâ (daha üstün)’ diye nitelenmesinin daha yerinde olduğunu
öğrendik. Kim ölürse onun kıyameti kopmuş demektir. Bununla beraber onun boyu
toprağa uzanır ve onun içinde gizlenir. Duvar toprakla (bir seviyede) kalsaydı,
yıkılmaz, yaşlı daha önce genç olmasaydı yaşlanmakla nitelenmezdi. Yaratılmış
olanlar hareket etmek özelliğindedir. Bu sayede tavırdan tavra geçerler ve
onların geçmesiyle de asırlar üzerlerinde hüküm verir. Zaman onun zamanıdır ve
onun elinde emniyet ve güven yoktur. Onların içermiş oldukları, emanet ehli
olanlardır. Bu emanederde ise alameder vardır. Kim alameti bilirse emanetini
alır; kendisine ait olmayan bir şeyi almak isterse, istidadı onu kendisine
vermez ve onu almayı kabul etmez. Herkes eceli geldiği için ölür ve arzusuna
ulaşmaksızın can verir. Arzusuna ulaşmış biri hüsrana uğramadığı gibi başarısız
da olmaz! Ölümle birlikte insan Allah Teâlâ’ya kavuşur ve ebedi bekaya ulaşır.
Bunlardan birisi de yüz yirmi beşinci
bölümden ölüm ve onun içerdiği yitirmenin sırrıdır: Yitmek ve kaçırmak, ölen
herkes için geçerli bir iştir. Dünya hayatı ecel araya girmediği sürece arzuya
ulaşılacak yer iken aynı zamanda ahiretin de tarlasıdır. Peki tarlayı eken
nerededir? Orada menfaatler elde edilir. Bu tarlanın hasadı kabirde, harman
yeri haşir ve neşirdedir. Saklama ise ahirette gerçekleşir.
Ölümün kurban edilişi (cehennemlikler
için) en büyük üzüntüyken onun kurban edilmesi ise ticareti verimsiz geçmiş
kimselerin memnuniyetsizliğini sona erdirmek ve bitirmek anlamına gelir. Böyle
biri tekrar mezara döndürülmek ister. ‘Sizi
bilmediğiniz hallerde yaratırız’382 ayeti karşısında tekrar mezara
döndürülmek ne işe yarar ki? ‘İlk
yaratılışı öğrendiniz, hatırlamıyor musunuz?’383 ayetiyle bu hususa dikkat çekilir.
İlk yaratılış misalsiz gerçekleşmiş, orada da böyle olacaktır. Parlak bir koç
suretinde kurban edilen ölümde sırlar vardır: Hz. İbrahim’in oğlunun bedeli
olan değerli ve büyük bir kurban! Ölüm cennet ile cehennem arasında kurban
edilir ve işin iç yüzünü anlayanlar için berzahta bulunması bir ibrettir. Bu
durum saadet ve bedbahtlık veya iniş ve yükseliş mekânlarında ebedi kalışın
alametidir. Hepsi cami isim demek olan Allah Teâlâ’ya döner. Ölümün kurban
edilmesi onun görevinden azledilmesi, kendi feleğinden ve makamından inmesi
demektir. Onun hasreti sabit olmuş, sona ermiştir. Onun ameli, amellerden
olmamıştır. Ecellerin sona ermesiyle birlikte süresi de sona ermiştir. Vatanından
ayrılan, meskeninden ayrılmış demektir; yerleşen olmasaydı zaten vatan olmazdı.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar