Print Friendly and PDF

OTUZ DÖRDÜNCÜ SİFİR 1.Bölüm

 


Rahman ve Rahim Allah Teâlâ’nın Adıyla

BEŞ YÜZ ELLİ DOKUZUNCU BÖLÜM

Çeşitli Menzillerden Hakikatlerin ve Sırların Bilinmesi

Yaratıkları içinde Allah Teâlâ’nın bir korkutucusu var

Onlara öğretir bir müjdeci olduğunu

öyle bir kandildir ki o

Akıllarımızı hayrete düşürür durur

Her asırda bir adamcağızdır onun vekili

Onun nefesleriyle asırlar akar durur

Varlıkta tek bir kişidir o

Birdir, bilendir, basiretlidir bir de

Ey tek olan ve şanı yüce Rab!

Varlıklar içinde bir benzerin yok

O’nun nurları yalnız bizimle zuhur eder

Zira bize aittir zuhur

Biz her şey için bir tecelligahız

İşler, O’nun varlığında zuhur eder

Allah Teâlâ ruhu’l-kuds vasıtasıyla bize ve sana yardım etsin, bilmelisin ki: Kitabın en değerli bölümlerinden birini teşkil eden bu bölüm, güçlü nurların türlerini, parlayan şimşekleri, hakim halleri, derin ma­kamları, ledünnî marifetleri, İlâhî ilimleri, müşahede edilen menzilleri, en mukaddes ilişkileri, netice veren zikirleri, hoş konuşmaları, ruhanî nefesleri, rav’ kaynaklı kabulleri ve keşfin verip de mutlak Hakkın şahitlik ettiği her şeyi içerir. Bu itibarla bölüm, kitapla ilgili tüm hu­susları içerir. Onlar dikkat çekilmesi gereken ve birinci bölümden sıralı olarak son kısma kadar devam edecek konulardır.

Bunlardan birisi imam-ı mübîn (apaçık imam) sırrı ile birinci bö­lümle ilgili hususlardır.

Hiç kuşkusuz imam açık ve mübindir îşleri ve kuralları kullara açıklayan şeriattır

Şeriat onların hakkındadır ve öğrenirsin onu Bir kısmı da tevhide mahsus konulardır

İmam-ı mübîn doğru sözlü olan demektir. O bilginin ihata ettiği her şeyin tecelligâhıdır. Nicelik ve nitelikte şekillenen arazlar kendisi­ne yerleşir, iradeleri ve gayeleri meydana getirir, hasta idrak araçları kendisinden etkilenir. İmam-ı mübîn susturucu nur olduğu kadar cevherlerin cevheridir; âlemdeki izafederin kendisine dayanmasını ve varlıkların istinadını kabul ettiği gibi hikemi konumları ve mekânları da kabul eder. Mertebesi yüksek iken var oluşu çoktur. Başmda ateş bulunan bir âlem iken basiret sahipleri için de ibrettir. Yazılan her şeyi yazdırırken bununla beraber yine de zorba değildir. Ancak taşıdığı şeye göre bir varlığa sahipken ancak kabul ettiği şeye göre tafsil eder. O bilinen ve bilinmeyen, mufassal ve mücmel her şeyi sayandır. Her suretin kendisinde aynı bulunurken onun her surette oluşu ve kevni bulunur. Yardım eder ve yardım alır, sayılır ve sayar. Biz kendisinden zuhur ettiğimiz gibi bize yasaklanan ve emredilen de ancak odur.

Başka bir konu ise ikinci bölümle ilgili olan ve harfe yerleştirilmiş zarfın sırrıdır. Zarf bir kap iken harf (anlamın kendisinde bulunduğu) döşektir. Harflerin sureti değişirken sureti de hüküm verir. O manala­rın manası, şekillerin ve yapıların farklılığına göre (anlamları) izhar edici olandır. Allah Teâlâ onun varlığını ihata ederken Hakkı müşahededen uzaktır. Menzilleri sınırlıdır ,ve eserleri görülür. Kelimeleri sınırlı, ayetleri nazarın yöneldiği şeylerdir. Beyanın kilitlerini verir, açıklar, ifade eder. Nesir de nazım da kendisinden meydana gelir. Emir ondan olduğu gibi hüküm de ondan meydana gelir. Halk ve Hakk ondadır, adalet ve zulüm, lafız ve rakam -vehim değiltevehhüm ondadır. Onun ancak kendinden varlığı olabilir. Dikkatli ol! Kulaklara derunun gizlediği şeyleri açıklar, kuşkusuz ve tereddütsüz şekilde bilinmeyeni söyler. İman ve müşahede onu görür. ‘Saygın sahi/eler, temiz ve yüksel­tilmiş saygın yazıcıların elindedir325 diye ifade edilen odur. İmamın oğludur, daha doğrusu kemalin ve tamlığın sahibi olan babasıdır. Açıklanırsa gider, veciz bırakılırsa aciz bırakır, böylece söz söylemek sahih olur. Sözü ve ifadesi çoktur. Şekilleri ve miraçları birbirinden farklıdır. Onun eserleri ve yolları nerede ile neredenin (ilişkisi gibi) araştırana gizli kalır. Gidendir ve kalandır. Hayali yurt edinmiş, kitap onun döşeği olmuş, dile temas eder. En yüce tenzihin sırrı buradan ortaya çıkar. Bu konu üçüncü bölümle ilgilidir.

Tenzihten uzak kaldık                                  

Gördük ki tenzih teşbihe delilmiş

Dedik ki Hakkın bizden olan payı bu Tek ve Bir’in bilgisi söyler bunu

Tenzih münezzehin sınırlanması demekken teşbih ise teşbih edi­len varlığın ikilenmesi demektir. Dostum! Kimi tenzih ve teşbih etti­ğini iyice düşün, dikkadi ol! Böyle bir durumda tenzihçi doğru yoldan ayrılmış mıdır, yoksa bilgisi hakkında karanlıklarda mıdır? Yoksa tenzihçi bilgisinden kaynaklanan bir gölgelik içinde sabit bir iyilikte mi bulunur ve doğru mu söylemektedir? Tenzihçi (soyutlamak anla­mında) boşaltırken, teşbihçi süsler ve niteler. Bunların arasında bulu­nan ne boşaltır, ne süsler; aksine şöyle der: ‘O zuhur edenin ve bâtın kalanın aynı olduğu gibi dolunay gibi ortaya çıkanın ve gizlenenin aynıdır.’ Bu yönüyle (varlık) ay ve güneş iken O’nun karşısında âlem nefs karşısındaki beden gibidir. Sadece cem’ vardır ve varlıkta bir parçalanma söz konusu değildir! Hakikat böyle olmasaydı, var olan bir şey bulunmazdı; hâlbuki varlık vardır ve hatta o varlığın (kendisi­dir; mevcuttur, hatta vücûddur). Varlığın hükmü de müşahede edilir, daha doğrusu şuhudun kendisidir. (Allah Teâlâ ile âlem arasındaki) nispet­ler sayesinde nesep ve bağ sahih olmuştur. Sebebin yaratıcısı, yani müsebbib olmasaydı, sebebin hükmü ortaya çıkmazdı. Şöyle diyebilir­sin: ‘O'nun benzeri bir şey yoktur.’ Böyleyken gölge ve onun izi sili­nir. Buna mukabil gölge nassın ifadesiyle uzamış ve ortaya çıkmıştır. Bu durumda derinden araştırman ve incelemen gerekir.

Bunlardan birisi de dördüncü bölümden, latif başlangıcın sırrı ve konuyla ilgili gelen bildirimler bahsidir: Alem bir alamettir de kimden var olmuştur!1 Alem gizli kalan bir hakikate alamettir. Başka bir ifa­deyle âlem gizli olup dış varlığın (kevn) izhar edeceği hakikate ala­mettir. Biz zuhur etmiş işareder, dairevî mekânlar gördük. Daha önce orada yerleşen vardı. Ona ‘Ardında ne var, ey Isam?’ diye sorduk, şöyle dedi: ‘Bağlanılan bir şey vardır.’ Şöyle dedim: ‘Allah Teâlâ ve O'nun ipi, bir de kimsenin bilemeyeceği bir şeyden başkası yoktur.’ Şöyle dedi: ‘Kesifler olmasaydı, latifler bilinmezdi. Eserleri olmasaydı ışıkla­rı ortaya çıkmazdı. Kimin ateşi sönerse, onun ışığı zayıflar. Kutsiyet mertebesi ona aittir. Duyu kendisini izhar eder. Duyu eserini görmeseydi, latif bilinmezdi. Nefs sadece -aşırı yakınlık nedeniylekörlüğü haber verir. Duyular da kendisini müşahede edemez. Onlar kuruntu ve vesveseleri idrak edemeyecek şekilde sağırdırlar; dilsizdirler, konu­şamazlar, yabancıdırlar, ifade edemezler.

Latif latiften yayıldı ve ona benzedi

Farklılık kendisinden çıktı, sonra onu cezalandırdı

Latiften kendisine haklar yöneldi

Her şeyi bilen kadı için onu çağırdı ve sorguladı

Bilgili bir şekilde nida etti ona; bu bir karşılık Amil olan uzak cins ve arkadaşından

Nidayı duyan sevap kazansın ve dönsün diye Anlar ki yaklaşırsa kendisine

İki eliyle bütün iyilikleri elde eder Bunun için elçileri kullandı ve kâtipleri

Allah Teâlâ esma-i hüsna, yani güzel isimlerinde el-Latiftir. Yukarı ve aşağı melekler topluluğu bu isimlerle zuhur etmiş, birbirlerine komşu olduklarında sohbet etmişler, çoğaldıklarında gece sohbeti yapmış, bazı hakikatler üzerinde kendilerini görmüşlerdir. Ö hakikatlerin yol­ları olmadığı kadar göklerinde de gedikler bulunmuyordu. Bununla beraber melekler, inerler ve yükselirler! Onlar her çeşit bitkinin yetiş­tiği toprağı, yani yeryüzünü talep etmişler, (ürün ve netice çıkartma­daki) anahtarın nikâhta ve birleşmede olduğunu söylemişlerdir. Bu itibarla nikâhta üç şeyin bulunması gereklidir. Veli ve bu hüküm ve uygulamaya iki güvenilir şahit! Bilgili şöyle demiş: ‘Rahman ve Ra­him Allah Teâlâ’nın adıyla’ demek lazım! Dostum! Bu ifade (evlilik ilişkisini meşru kılan) iki şahit ve veli demektir. Bunlar, delillerin düzenlenme­sinin başlangıcı olmuş, daha sonra saptırıcı kuşkular ortaya çıkmıştır.

Bunlardan birisi de beşinci bölümden, kendisini (âlemdeki işle­rin) illeti sayan kimse için, ‘ol’ sırrı ve besmelenin sırrıdır. Görüşü esas alınanlardan biri olmasa bile Hallac-ı Mansur şöyle der: ‘Senin besme­le çekmen, Allah Teâlâ’nın ‘ol’ demesi mesabesindedir. Besmele çekerek tek­vini, yani iş yapabilme (gücünü) O’ndan almalısın! Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem gibi kimin sadrı güçlenir, arşı daire haline gelir, zemini döşeğe dönü­şürse, o kişi besmele çekmeksizin sadece ‘ol’ der, ‘ol’ dediği şey mey­dana gelir, başka bir dua okumaz! Kim zevk ederse, daralır: ‘Topuk topuğa karıştığında, dönülecek olan rabbindir.’ Bütün işler O’na dö­ner, zaten her şey O’ndan sudur etmiştir.

Besmele çekme, ‘ol’ de sadece Hakkın dediği gibi; olur ve meydana gelir

Bizim dönüşümüz O’nadır Bize değil! ‘01’, olursun

Bunlardan birisi de altıncı bölümden ruhun sırrı ve onun Yuh’a, yani güneşe benzetilmesi bahsidir.

Ruh malum olduğu üzere emir âleminden

Muhkem zikirde bana söylendiği üzere

Rabbim bu kadarım bana bildirdi

O’nun bildirmesi benim değerimi de gösterir

Cisimler arzı nefisler sayesinde aydınlandığı kadar yeryüzü de gü­neşin ışıklarıyla aydınlanır. Burada kelimeyi tekil getirmedik (ve nefis­lerin arzı dedik), çünkü onlar, ancak kendilerinde bulunan var oluşun nuruyla ve ışığıyla aydınlanırlar. Bununla birlikte hepsinin aslı birdir ve bu nedenle Bir’den sudur edenler O’na ilave bir şey katmazlar. Bir ‘yerleşen’ gibi kendisini mekânlara indirdiğinde, mekânlar O’nu ço­ğaltmıştır. Binaenaleyh hakikatin ince bağları vardır ki, o bağlar ‘yara­tılmışlar’ diye ifade edilir.

Bunlardan birisi de yedinci bölümden nicelik, nitelik ve onlara mahsus hükümler bahsidir.

Nicelik ve nitelik meçhulken bilinmiş

Bana niçin onlarla geldiğini anlamış olmalısın

Nicelik ve nitelik bize şu bilgiyi ulaştırır: .

O’nun bizde hükmü vardır, bu ikisiyle bakmalısın O’na

O el-Kavi ismi itibarıyla beyt-i mamur iken istiva eyleminin üze­rinde gerçekleştiği yer, zuhur mahalli, nur ile aydınlanan, Hakkın kelimesi, doğruluk oturağı, inceliklerin kaynağı, uyumların mazharı, berekederin mahalli, hareket ve duruşların belirleyicisidir. Miktarlar ve ölçüler onunla bilindiği gibi insan ve cin ona göre isimlendirilmiş­tir. isimlerden kendisine ait olan el-Metin ismidir. O apaçık ışığı orta­ya çıkartandır. Işıktaki hükmü bölmek şeklinde ortaya çıkar. Varlığıy­la gölgeler ve karanlık ortaya çıkar. Hükmün kaynaldarı ondan doğar. Cevamiü’l-kelim ondan çıkar. Nasihatlerin işareüerini ve maslahatların hâzinelerini içerir. Şahadet latifliği, gayb ise kesifliğidir. Gayreti ne­deniyle gizlenir ve hiç kimse kendisini göremez. Bütün hallerde hal­den Hakk girer, zatı gereği bütün amellerde tasarruf edebilendir.

Bunlardan birisi de sekizinci bölümden bedenlerin sırrı bahsidir.

Ruhun gözler için bedenlenmesi bir tahayyül Orada durma! İş saptırıcıdır zaten

Delil bunu ortaya koymuş Cebrail vahyin ruhunu indirdiğinde

Berzah özü gereği iki ucun mukabiliyken iki gözü olana ayetleri­nin sırlarını gösterir. Bunlar onun gücüne delalet edip keremine ve diğerkâmlığına işaret eden ayederdir. Bu itibarla berzah halden Hakk giren kalp demek iken her surette halden Hakk girer. Büyükler ona itimat ederken küçükler onu tanımaz. Hükümlere nüfuz eder, nicelik ve nitelikte derin ayak sahibidir. Süratle başkalaşır. Nitekim arifler onun halini bilirler. İşlerin kilitleri elindeyken gururun dayanakları ona ulaşır. Kıymetli İlâhî nispet ve bağ ona mahsus iken yaratılmışa ait en yüce mertebe de ona mahsustur. Kesifliğinde latifleşirken latif­liğinde kesifleşir. Akıl deliliyle onu eleştirirken şeriat otoritesiyle onu doğrular ve itidale oturtur. Bütün varlıklarda hüküm sahibiyken hükmünün doğruluğuna müşahede verileri delildir. Cahil ve âlim onun değerini itiraf ederken hiçbir hakim hükmünü geri çeviremez.

Bunlardan birisi de dokuzuncu bölümden iç içe giren şeylerin ve karışımların sırrıdır:

Yakarken ateş ışık gibidir, görülen budur Bu iş nedeniyle Efendiye kulluk edilir

Hepsi yakın O’na, hepsi yakındır O’nunla Her gelen işte hüküm vermek O’nun işi

İlk cömert Ba gibidir: Emir verdiğinde, direnmiştir. Yasağı ille ih­lal eden, yasak koyan kendi sınırda durmayandır. Uzlaşmada ayrılık ve muhalefet adettir. Seven ile buğzedenin kim olduğu bilinsin diye zıddı izhar etmiştir. Kendini bedbaht edecek işlerde (arzunun) emrine bağlanır, sakındığı haller kendisine yerleşir. Böyle biri değersiz ahlaka uyar, hidayetle ters düşen işler yapar, fakat başıboş bırakılmaz. Kor­kuyla nitelenmesine rağmen işlerinde korkuyla hareket etmez. Onlar­dan biri itaat etmek üzere Rabbine yöneldiğinde, daha önce kimsenin çalmadığı saadet kapısını çalmış olur. Böyle birinin görme gücü ve duyma gücü Hakk’tır. Kendi duyarsa kulak verir; ona duyurulursa susar.

Bunlardan birisi de onuncu bölümden gizlilik ve zuhurda nurun sırrıdır:

Güneş nuruyla güneşi izhar edicidir O hükmü ateş olan bir nur

Amcasının kardeşi ibadet eder ona sadece Kalpte eserleri ortaya çıkar

Nurlar aydınlık saçınca aydınlık olmuş, varlıklar birbirinden ay­rışmış ve parçalanmış, işaretler ibareleri ve sözleri gereksiz Hakk getirir. Onların bir kısmı hayrete düşürür ve bu nedenle düşürmüş; bir kısmı ise hüküm vericidir ve hüküm vermiştir. Her varlığın belli bir makamı ve belirlenmiş bir sınırı vardır. Bir kısmı remiz, bir kısmı mefhumdur. Onlar nefislerini diledikleri yere yönlendirirler, diledikleri her surete girerler. Onlar demirciler ve perdedarlardır. Zuhur ve perde onlara aittir. ‘Bu şaşılacak bir iştir.’ Onlar çok tekbir getirirler, divana kuru­lurlar. En yüce makam onlarındır. Onların Allah Teâlâ ile içimizden alimle­rin arasındaki menzilleri berzahtadır. Onların arasından nesep ve nis­pet sahipleri, fikir erbabma göre, insanlar arasından halife olanlardır. Nazari gücünü hakkıyla kullanıp da keşif ve ibret alınacak bağlamlar­da haberin getirdiklerine iman eden biri bu durumu bilir. Akıllar salt kendi delilleri bakımından öyle bir bilgiyi idrak edemeyecek kadar acizdir. Bunun nedeni anlayış gözündeki körlüktür.

Bunlardan birisi de on birinci bölümden nikâhla gerçekleşen açılmanın ve başlangıcın sırrıdır:

Varlıkta bir kapıyım ben

Üzerinde bir kilit var                                                                    .

Bir açıdan güvey benim                                                                 "

Bir açıdan da gelin

Söyleyenin sözü dinleyende nikâhtır. Bu itibarla söylenen dinle­yenden meydana gelenin aynıdır. Bu durumda lambanın görünmesi gibi ortaya çıkar. Teveccüh sözün sebebi olduğu gibi zuhur eden mahalde belirlenmiş yaratılışın sebebidir. Bu yaratmanın gayesi bâtın olanın zuhur edene yerleşmesidir. Bu nikâh mana ile duyu, bileşik olan varlık ile nefs arasında gerçekleşen nikâhtır. Bu sayede kesif ve latif olan bir araya gelir, temyiz ve tarif gerçekleşir. Manaların terkibi harflerin terkibinden farklı olsa bile, bu durum marifet ile maruf, yani bilinenin farklılığına benzer. Sonra nikâh işi, başlangıç ve açılış ma­kamından ruhlar makamına, yüce menzillerden tabiattaki nikâhtan ortaya çıkan mertebelere, meleklerin evlerinden meleklerin varlığı için feleklerin nikâhına doğru iner. Bunun yanı sıra zamanların hareketle­rinden rükünlerin nikâhına, rükünlerin hareketlerinden en sonuncusu insan cismi olan türeyenlerin zuhuruna kadar ulaşır. Sonra şahıslar ve bireyler ortaya çıkar. Demek ki nikâh (yani yeni bir ürün ortaya çı­kartmak için birleşme) sabit ve yerleşik, sürekli ve daimidir.

Bunlardan birisi de on ikinci bölümden döngü ve devir ile divan üzerinde kurulmanın sırrıdır:

Emirle divan üzerine kurulduk ve istiva ettik

O bir devir, devir varlığı kuşatır

Bizimle işler döndü, hayrete düştü

O’nun mertebesini elde ettiğimizde

Dehr kalbin dönüşmesidir ve bu nedenle suretten surete girerek kalp başkalaşır, türden türe girer. Zamanın dönüşü olmasaydı varlık­lar ortaya çıkmazdı. Gece ile gündüz olmasaydı, zamanda var olmak mümkün olmazdı. Asılların hükmü mevsimlerin tekrarlanmasıyla devam ederken dünyada ve selam yurdunda nimetler böyle ortaya çıkar. Şerir ve divan dönmüştür, bunun nedeni tafsil ve tedbir bilgisi­nin bütün var olanları ihata etmesini sağlamaktır. Böylece Hakk zatıyla işleri ve varlıkları idare eder, hibelerinden kendilerine uygun olanları onlara verir. Çünkü bütün hazineler O’nun katında ve ellerindedir. İhata etmek ve devir olmasaydı, bu durum gerçekleşmez, sakin olan her şey O’nun olmazdı. Binaenaleyh ihata edilenin herhangi bir nüfu­zu yoktur, bunu fark etmelisin! Dönmenin kürede olduğunu söyleyen kişi, küreden sonra dönmekten çekinmiştir. Dönmekten ancak (felek­lerin) hareketi hakkında bilgisi olmayan kimse söz eder. Böyle biri işin ardında bir imam olduğunu da bilmez. Gerisin geri hareketi ileri sürmek çelişkili bir görüştür.

Bunlardan birisi de on üçüncü bölümden ferşin sırrı ve Arş taşıyı­cılarının sırrıdır:

Ben ferş’te varım Ferş ise Arş’ta var ,

imam olunca ben

Bütün var olanlar benim döşeğim

Ruhlar ve suretler divanlara, mertebelere ve makamlara uzanmış­lardır. Bunların yolları ve ara yolları vardır. Ruhlar ve suretler, melek­ler ile insanların arasında bulunur. Bu itibarla insan anlamındaki be­şer, yaratılışına iki elin temas etmesi nedeniyle böyle isimlendirilmiş­tir. Buna mukabil melekler ise göz ile göz arasında gidip gelmeleri nedeniyle böyle isimlendirilmişlerdir. Başka bir ifadeyle melekler mekânsızlıktan mekâna, mekândan mekânsızlığa, mekândan başka bir mekâna, mekânsızlıktan mekânsızlığa gidip gelirler. Böylece melekler ‘-den’ ile ‘-e’ arasında bulunurlar. Yüce ve ulvi melekler topluluğu ortaya çıkmıştır. Arş taşıyan-taşınan, emir ise ayıran-ayrılan, âlem ise derece derece olmuştur. Ferş ise konulmuş yatak iken yasaklanmamış mubah olandır; şeriat kendisini sınırlasa bile tabiat onda hüküm sahi­bidir. Kendi hakikati olmasaydı, sınırlamanın âlemde hükmü ortaya çıkmazdı. Sınırlar kaybolsaydı, sınırlama da kaybolurdu. Hâlbuki onların yok olması imkânsızdır, çünkü onların bekası kemallerinin ta kendisi demektir. Bu sayede derecelenme mümkün olmuş ve ortaya çıkmıştır.

Arş üzerinde istiva edenin ferşi, yani döşeğidir. Emir O’ndan çı­kar ve tekrar O’na döner. Fakat geriye doğru dönüş değildir bu! Bila­kis emir gittiği şekilde gider. Bu itibarla bir bitiş yeri ve gaye yoktur ki geriye dönsün! İhatasının bir nihayeti yoktur ki, parçalanma olsun! Allah Teâlâ’nın ardında bir gaye ve hedef yoktur. Allah Teâlâ gören ve kör için elEvvel’dir. Herkes başlangıcı söylerken sonu ispatta farklılaşırlar: Bir kısmı bir görüşü, bir kısmı başka bir görüşü söyler ki, bütün bunlar aktarılmıştır.

Bunlardan birisi de on dördüncü bölümden iki nebilik sırrı ve on­lara ait hususlardır:

Teşrii peygamberlik sona erince Yüce haberler devam eder durur

İkinci tür nebilik, herkesi kuşatır ve o velilerin nebilerden tevarüs ettikleri mirastır. İlhamlar, nefesler ve üflemeler onlara ait (bilgi kay­naklarıdır). Bu itibarla içtihat, sonradan meydana gelen bir şeriattır ve onunla haris, ‘haris’ diye isimlendirildi. İçtihat Allah Teâlâ’nın seçtiği bir imama mahsus izinli şeriat demektir. Miras geride kaldığı sürece gön­derme ve nebilik sürer. Bu miras mal, infak ederek eksilmez; aksine sürekli artar. Misal olarak ardından sabahın gelmediği bir lamba ve aydınlığı verebiliriz. Güneş sureti bakımından her ikisinde ortaya çıkar. Bu itibarla güneş ay bakımından ışık iken zatı bakımından da aydınlık ve ışıktır. Her iki hali sayesinde sabah ve akşam ortaya çıkar. Güneş kendisini kendisiyle gizler. Kamer yani ay ise gündüze ulaştı­ğında sırrın ve açıklığın sebebi olur. Yaratılmış birinin geceleyin gön­derilmesi, gönderilenin gecesine (işaret eder). O halde varislik nebiliği aya ait bir nebilik iken peygamber ve resulün nebiliği güneşe aittir.

Bununla birlikte her ikisi nebilikte ortak olmuş, ay fîitüvvet derecesini elde etmiştir.

Güneş geceleyin ayda doğar Batar da gözün hiç haberi olmaz

Suretlerde sana verilen surete şaşılır Gözdeki ışık gibi bir ışığı yok

Peygamberlere itaat onları gönderene itaat demek Allah Teâlâ peygamberinin bir tesiri yok

Allah Teâlâ derse peygamber söyler, arzusuyla konuşmaz Bu nedenle peygambere itaat etmeyen Allah Teâlâ’ya asidir

Bunlardan birisi de on beşinci bölümden lambanın nefeslerle söndürülmesi bahsidir. Kabul eden edilgenlik mizacına sahip olunca, nefes, söndürme ve tutuşturma özelliğinde olmuştur; söndürürse öldürür, tutuşturursa hayat verir ve ihya eder! Binaenaleyh güldüren ve ağlatan O’dur ve bu nedenle fiil ve tesir O’na izafe edilirken vasıfları incelemede insafın bulunmayışı sebebiylekabul edene itimat edilmez. Yine de ortaklığın, yardım edicilik özelliğindeki asıllarda olduğunu anladık. Kendisinden yardım talep edilmez, bilinmeyenbilinen iken zevk sahibi de kendisine dayanır. Yaratılmışta ve ICadim’de hükmü vardır. Bu hüküm isteyene icabet ederken ortaya çıkar ve ‘kabul eden’ derken kastettiğimiz budur. Rahman’ın nefesi olma­saydı, varlıklar ortaya çıkmazken varlıkların kabiliyeti olmasaydı var olmayla nitelenmez, hiçbir şey var olmazdı. Sabah yeli estiğinde, ka­rarmış geceyi ortadan kaldırır.

Gece olmasaydı gündüz olmazdı İşık olmasaydı gece kaçmazdı

Karanlıklar hakikatleri bakımından değil, var oluşları itibarıyla kaçar ve kaybolur, çünkü hakikat ortadan kalkmazken halleri başkala­şır. Gölgelerin akşam ve sabah secde etmeleri, bir şükür secdesi oldu­ğu kadar aynı zamanda İlâhî tuzaktan korunma amacı taşır.

Bunlardan birisi de on altıncı bölümden evtad (direkler) ve ebdal’in (bedeller) sırrı ile onların dağlara benzetilmesinin sırrıdır. Ebdal’in ruhları, yedi feleğin ışıklarından meydana gelen meleklerin varlıklarıdır ve burçlar feleği onları ayrıştırmıştır. Onlar makamlarda yükselmekle menzillere inerken inişle nitelenirler. Bu nedenle varlık muduluk ve kara bahdılık şeklinde onların üzerinde taksim edilirken azletme, görevlendirme, yoksulluk ve yeterlilik onlara mahsustur. Evtad yoksul ve muhtaçtır. Aynı zamanda onlar imkân ve güç sahibi­dir. Derinlik ve yücelik onlara mahsus olduğu kadar bu izzet, ulaşıl­mazlık ve engelleme gücüyle birlikte başkalaşmaları ve dönüşmeleri kaçınılmazdır. Böylece (ebdal’in kendilerine benzetildiği dağlar) par­çalandığı için yeryüzüne ve zemine katılırlar, feleklerin hareketleri kendilerinde tesir icra eder. Rical, yani Allah Teâlâ adamlarının bilgilerinin en sırlısı, failinin isimlendirilmediği bilgidir. Mesela ‘yeryüzü şiddede sarsıldı, dağlar atıldı’ gibi ifadelerdir. Bu ikisi ‘vakıa’nın (kıyamet) gerçekleşmesinin delilleridir. Söz konusu vakıa ‘gerçekleşeceği sözü­nün yalan olmadığı, alçaltıcı ve yükseltici’ vakıadır. Allah Teâlâ’yı bilen için meydana gelen ilk bilgi O’nun söylediği gerçekleşme ve var olmayla ilgili (emri) duymanın bilgisidir. Allah Teâlâ var olmamışa ‘ol’ diyerek emir verir. Bu sayede ölçüler terazide ortaya çıkar ki, terazi insandır. İnsan Hakkın suretiyle ortaya çıkar ve ‘doğruluk oturağında, muktedir hü­kümdarın nezdinde’ misafir olur. Bu itibarla imam olmak bir alamet, halifelik ise konukluktur. İnsan İlâhî isimlerin bilgisiyle gökyüzü ve yerin hükümdarlığını elde ederken (Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e tahsis edilen) cevamiü’l-kelim sayesinde hikmederin bilgisini elde etmiştir. Binaena­leyh insan bileşik ve basitin Hakk ettiği şeyleri ihata eden ve onlara hükmedebilendir. Böylece genişlikte dolaşmış, vuslata erebilmiş, ya­ratmada vecdi almış, gözlerin şahidiği için sübût mertebesinden hare­ket etmiştir. Bu itibarla şahider, hükümleri kendisinden meydana gelen ve eserleri ondan ve onunla ortaya çıkan İlâhî isimlerdir. Öyley-

se duymak ile varlık meydana gelmişken müşahede de varlıkla gerçek­leşmiştir.

Av olmasaydı ceylan kaçmazdı Uzaklık olmasaydı vuslat tat'vermezdi

Şeriat olmasaydı kayıtlar ortaya çıkmaz

Bölünme olmasaydı hilal büyümezdi                                                     .

Açlık olmasaydı beden erimezdi Oruç olmasaydı vuslat olmazdı

Kevn olmasaydı gök parçalanmazdı Göz olmasaydı dağ, parçalanmazdı

Doğruluk yanlışı izhar etmeseydi Hidayet veya delalet bilinmezdi -

Her konuda nimet olmazdı Celalin ve cemalin hükmü de olmazdı

Bir şahıs görürüm gözü keskin . İtaat edilen emrin sahibidir

Ona en son ait olan şey bir göz Yanında ne yay vardır ne de ok

Her işi bilen münezzehtir Celal O’na ait, ihatalı bilgi de

Bir kavmin gözleri bakınca O’na Kemal onlara görünür

Bazen sadece uzak nefisleri görürler Gayeleri vuslat olan nefisleri

Bunlardan birisi de on yedinci bölümden ‘Kâr elde etmek üzere çalışan kendisi için çalışmış, verilecek nimet için kap olmuştur’ bahsi­dir.

Bir meydan olunca sen Olunca onda dolan dur

Olumsuzlamam ben onu Bu nedenle insan diye isimlendirildin

‘Ta ki bilelim326 ayetiyle bilgi kendisine geçtiğinde, arif susmuş, bu hitabı duyunca artık konuşmamış, nazari bilgi sahibi ise vehim sahibi bir cahilin veya kalbinde hastalık bulunan birinin (yanlış anlayacağın­dan) çekinerek ayeti tevil etmiştir. Cahil acı duyarken Allah Teâlâ’yı bilen bu bilgiyle memnun olmuştur. Allah Teâlâ ona (doğru yorumu) ilham etmiş, o ise ilham edileni saklamış, ondan söz etmemiş ve bir zahirî gibi şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ en iyisini bilir!’ Öyleyse (bilgisini Allah Teâlâ’dan, alan) İlahî bilmiş, yaratılmış olan selamette kalmıştır. Bilmediğini sana öğreten Allah Teâlâ’ya hamd etmelisin. Allah Teâlâ’nın senin üzerindeki ihsanı büyüktür. Sen de O’na şükür için gayret göstermeli ve ısrar etmelisin. Bu husus­ta övgü ve kınamayı ayırt eden birisini görürsen ona şöyle demelisin: ‘Acele etme, sonra pişman olursun. Çünkü senin duvarın yıkılır, bi­linmeyen sır ortaya çıkar, dün teslim olan artık iman eder. Binaena­leyh veren alanın aynıyken veren (gerçekte) kendisine ikram etmiştir. Bunlar Allah Teâlâ’nın şiarlarıdır. Onları yücelten kişi büyür ve yücelir; kim onlara haksızlık ederse alçalır. Himmet sahipleri nerede, ihsan ve söz sahipleri nerede! Onlar belirsizi açıklar, üzerindeki mührü ve kapağı açarlar. Böylece gayblerde bulunanlar ortaya çıkar. Onları sağa doğru alır ki, önceki ümmetler kendilerine tahsis edilmiş nimetlere bakabil­sin. Cevamiü’l-kelim verilmiş olan Abdullah oğlu Muhammed’dir. Yaratılış onunla başladığı gibi onunla sona erer. Hz. Âdem toprak ile su arasında henüz çamuru yoğrulmamış bir haldeyken ve isimleri öğrenmemişken o peygamberdi. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in toprağı (bedeni) ise hüküm verince adil davranan terazi devri gelene kadar ertelenmiş­tir. Binaenaleyh Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, ruh, nefs, akıl ve duyu itibarıyla, şeriadarı koyan ve onları kaldırandır. Bütün bunları Kalem, Levh-i mahfuz’a yazmıştır.

Bunlardan birisi de on sekizinci bölümden teheccütte ibadet ve kulluk bahsidir: İki gözü olan kimse için sabah ortaya çıkıp biz de Allah Teâlâ’nın iki kez öldürüp iki kez dirilttiği kimselerden olunca, gayblerimizde itiraf ettiğimiz günahlarımız ortaya çıkar. Teheccüdümüz sınırlanmış, Kur’an’ımız/okumamız meşhûd, yani görülen olmuştur. Yitip kaybolan şey nafilede ortaya çıkar, farzlar ise mekânları doldurmuş ve imar etmiştir. Biz de onları kurban olarak sunduk, binekler edindik. Evrad ticareti kazanç vermiş, alışılagelmiş edebi aşarken doğruluk ve reşad ortaya çıkmıştır. Biz de doğruluk oturağında her nefs üzerinde kaim olan Hakkın niteliğiyle oturduk. Allah Teâlâ her nefs üzerinde nefsin kazandığıyla kaim olarak bulunurken kazandığı bilgiyle de her alimin üzerinde durur. Fecir doğduğunda, ışıkları ve nurları nefsin önünde yürür, ecri ve sevabı da onları takip eder. Ecir kesifi geçerken nur ile de latif aydınlanır.

Benim virdim -benim niteliğimle değilsenin niteliğinle oldu  Teheccüddeki ihtişamın benim haşmetim

Üzerime bir ahit alınca sana söz verdim

Yerine getirdim onu; benim ahdim benim için öncelikli

Sen vaat ettin, ben de vaat ettim

Bütün vaatlerimde doğru sözlüyüm                                                                       

Sen de doğru sözlü Hakk’sın

Şanında haşmetimle duran

Şanımın yüksekliğini şanımla bildim

llah’a benim gibi hamd edenin şanı                            .

Bizimle hamd edenlere söyle, ayılın                                                        "

Hakkın hamdı sınırlılıkta

Mutlaklıkta ise tenzih takyidi vardır

Benim sınırımda hamd bilinir

Bunlardan birisi dc on dokuzuncu bölümden kazanılmış bilgide med ve cezir bahsidir. Bazı varlıklar sınırlanır ve tanımlanırken bir kısmı tanımlanamaz. Med ve cezir tabiatta ortaya çıkıp da tanımlana­bilen iki iş ve neticedir. Bilenin elde ettiği kazanılmış bilgi hem hâdis (zamanda var olan) hem kadimle ilgilidir ve her ikisini de şamildir. Kadim hakkında söylediğimizi kabul etmezsen ‘Sizi sınayacağız ta ki öğrenelim/bilelim''327 ayetini hatırlamalısın. Hakk kendisi hakkında nasıl hüküm vermişse, sen de O’nun hakkında öyle hüküm ver; vahyi bir kenara bırakarak aklınla hüküm vermeye kalkışma! Çünkü sınırlan­mada taklit, kullarını gözetmek üzere halifeyi kendi makamına indi­rirken sınırlamaktır. Onu taklit ederken kendisini sınırlamıştır. ‘Gökle­rin ve yerin kilitleri (sınırlamaları) O’nundur.’328 Yükseltme ve alçaltma terazisi O’nun elindedir. Allah Teâlâ mülkün sahibi ve maliki olsa bile, aym zamanda mülkün mülküdür. Mülkü dilediğipe verir, dilediğinden çekip alır, dilediğini aziz kılar, dilediğini zelil eder. Hayırlar ve iyilik O’nun elindedir. O her şeye güç yetirendir, ‘Benzeri hiçbir şey yoktur, O gören ve duyandır.’329

Medden sonra cezir, fazlalığın sınırda ve tanımda bir eksiklik ol­duğuna dikkat çeker. Bu itibarla cezir, bizde örtülü olan Hakka dair bilginin bizim için bilinir Hakk gelebileceğini gösterir. Buna mukabil kendisini bilmesi, kutsiyetinin yüceliği nedeniyle bilinemez. Bu du­rum (Hz. İsa’nm sözüyle) ‘Ben senin nefsindekini bilmem’ ayetinde belirtilir. (Hz. İsa demek istiyor ki:) Ben seninle hemcins değilim, çünkü sen, izzet mertebesi ulaşılmazlığı gerektirdiği için türü, yani alt kısımları olmayan bir cinssin. Hakkın ilahların suretlerindeki tecellileri olmasaydı, mutlu ve şen nefisler O’ndan nimetlenemeyeceklerdi. Bu­radan hareketle ‘Sen cinssin’ diyebilirsin. Gerçekte Allah Teâlâ her şeyin kendisine döndüğü asıl ve esastır.

Konulardan birisi de yirminci bölümden bilginin genişlik ve uzunluğa taalluku bahsinde farz ve nafile ibadederin sırrıdır. Kimin illeti İsa ise o artık üzülmez, çünkü o yaratan-hayat veren, hayat veren yaratılmıştır. Âlemin genişliği onun tabiatında, uzunluğu da ruhunda ve şeriatındadır. Bu nur, Hüseyin b. Mansur el-Hallac’a nispet edilen sayhur ve deyhur’dandır. Retki ve fetki, yani dürülme ve parçalanmayı bir görmedim. O rabbinin (sözleriyle) konuşmuş, şafak vaktine, gece­ye ve gecenin örttüğüne yemin etmiştir. Ortaya çıktığında aya yemin etmiş, tabaka tabaka terkip edilmekten söz etmiştir. Çünkü o karanlık içindeki bir nurdur. O’nun katında Hakkın konumu tabut karşısında Hz. Musa’nın konumuyla birdir. Bu nedenle Hallaç lâhut ve nâsut fikrine sahipti. Onun sözleri nerede, ‘Hakikat tektir’ diyerek bu haki­kate ilave sıfatları imkânsız sayanın görüşleri nerede! Fırın nerede, Tur nerede? Ateş nerede, nur nerede? Genişlik sınırlanmış olan iken uzunluk uzamış ve ortaya çıkmışbir gölgedir. Farz ve nafile ise şahit ile şahit olunandır (meşhud).

Bu konulardan birisi de yirmi birinci bölümdeki tevalüc ve tehalüc bahsidir. Tevalüc nikâh, yani cinsel ilişki demekken tehalüc geceyle gündüzün birleşmesinden melekût ve şehadet âleminde ger­çekleşen doğumdur. Bu doğum sayesinde asırlardan ibaret olan ço­cuklar ve ürünler meydana gelir. Böylelikle günler, aylar ve yıllar bir­birinden ayrışır. Dehir dehirler ile birleşir. Güneşin hükmü olmasaydı, rükünler âleminde bir nefis sahibi kimse ortaya çıkmazdı. Menziller kendilerine yerleşenlerle birlikte çoğalır. Daha doğrusu menzillere yerleşenler menzilleri belirler. Bunları ise sayılar takip eder. ‘Evde kimse yoktur.’ Bu olumsuzlamada istisna gerçekleşirse, munkati istis­na diye isimlendirilir. Bu durum kaçınılmayacak bir durumdur.

Konulardan birisi de yirmi ildnci bölümdeki menziller ve menzile yerleşenin sırrı bahsidir. Menzil mekân, menzile ise hakikatle ilgilidir. Buna göre emir ve şe’n, mekanet ve mekândadır. Nazil olan ise kendi menzilinde ve menzilesindedir. Kur’an’ın sureti bakımından sureleri vardır. Bunlar onun menzilleridir. Bunun yanı sıra onun ayederi de vardır. Bunlar ise onun delilleridir. Kur’an’da kelimeler de vardır. Kelimeler ise surettir. Onun harfleri vardır; harfler Kur’an’ın cevher­leri ve incileridir. Binaenaleyh harf ‘çekik gözlü’ olmakla nitelenmiş olanın zarfıdır. Kelamda kelimeler ise çadırlardaki çekik gözlüler gibi­dir. Öyleyse işaretlerin anlamını idrak etmekten aciz kalma. Aynı zamanda ibarelerin gösterdiklerini anlamaktan da aciz kalmamalısın.

Binaenaleyh icaz ancak Kur’an’ın mecazdan münezzel olmasıyla ger­çekleşmiştir. Kur’an’ın bütünü doğrudur ve her kelimenin gösterdiği haktır. Onun durumunda bir belirsizlik de yoktur. Bununla birlikte bir surenin benzeri olan surenin getirilmesini talepte bir güçlük ve sıkıntı ortaya çıkar. Allah Teâlâ her peygamberi kavminin diliyle göndermiş­tir. Bunu iyi düşünmelisin, yardımı ancak Allah Teâlâ’dan dilemelisin!

Başka bir konu ise yirmi üçüncü bölümden ‘yardım talebi’ ve ko­runmanın sırrı bahsidir: Korunmuşlük ve masûniyet velilerde muha­faza, nebilerde ve peygamberlerde de ismet demektir. Bunun Allah Teâlâ’dan gelen ve peygamberin bildirdiği vahiydeki ifadesi ‘Hakkı bâtıl üzerine yığar ve onu yok eder’ ifadesidir. Bir de bakmışsın ki, bâtıl yok olmuş ve öteki onun izini takip eder. Bu itibarla teklif hakikat olsa bile, meyledici bir araz iken aynı zamanda yok olucudur. Dünya­nın kardeşi ahirette bulunmayan bir hükmü vardır. Kızı üzerine anne nikâhlanamaz! Bununla birlikte ‘kız hücrede değilse’ bazı mezheplerde helal olabilir. Yardım talebi bela ve imtihan sahibinden gelen bir iddi­adır. Perdeler ve örtüler göz için çekilmiştir. Sen de bakmaktan sa­kınmalısın! Bazen haber haberi yalanlar. Sabır yoluyla yardım istemek cebir ile muhayyerlik arasındaki bir hayrettir. Allah Teâlâ’dan yardım iste­mek, bir karışıldığa ve belirsizliğe (müteşabihlik) yol açar: Müteşabihi takip eden ise hiç kuşkusuz sapıtır ve kalbi eğrilir. Peygamberin göre­vi, tebliğden ibarettir. Muhkeme bağlanan, hiç kuşkusuz, sağlam bir yolu tutmuş demektir.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğruya ulaştırır, çünkü kefil olan O’dur.

Başka bir konu yirmi dördüncü bölümden, fırtınaların hükmün­den şeriatlardaki ortaklığın sırrı bahsidir.

Bilmelisin ki, fırtınalar, şeriadarın ve tabiatların hükmüne göre gerçekleşir. Bu nedenle yükselirler, aşağı inerler, terakki ederler, iner­ler. Gerçi yaratıklarda bulunan bu iki nitelik (yukarda olmak ve aşağı inmek), gerçekte ilâhı bir niteliktir. Yukarda ve ulvi olan aklî delilin seni kuşkuya düşürdüğü her şey iken inmek (nüzûl) nakledilen şeriat deliliyle sabittir. Halifelik ve imamlığın sahibi Necd ile çölü arasında mesken tutarken berzahlar ilmini elde ettiği için yüksek şeref ve itibar sahibidir. Temyiz ve eleştiri onun hakkıdır. ‘îşirı başında ve sonunda emir Allah Teâlâ’ya aittir. O gün müminler Allah Teâlâ’nın yardımıyla sevinirler.’330 On­ların sevinmelerinin nedeni imamlarının, önderlerinin, efendilerinin, reislerinin ve bilginlerinin sevinmiş olmasıdır. Siyaset ilmi başkan olanlara aittir. Bu itibarla her başkan yönettiklerinin üzerinde bulun­duğu durumun kadir ve kıymetine göre yönetici ve idarecidir. İslam ümmetinin en hayırlı ümmet olmasının nedeni, hiç kuşkusuz, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in bütün Âdemoğullarmın efendisi olmasıdır. Bu hususta bir belirsizlik ve karışıklık yoktur. Binaenaleyh o bize (efendi) olmuş­ken bizim değerimiz de ona bağlıdır, bunu fark etmelisin!

Bu konulardan birisi de yirmi beşinci bölümden hangi nimetin hangi güne tahsis edildiğinin öğrenilmesidir: Hilim sahipleri çok ah edenlerdir. Ona Allah Teâlâ’nın günlerini öğretirsen, intibah yoluna ve yön­temine yönlendirmiş olursun. Binaenaleyh ancak uyuyan uyandırılırken, o ancak ‘kazandığıyla birlikte her nefs üzerinde kaim olan’ kim­sedir. Burada günler nimetlerin yerini almıştır, çünkü onlar, farklı türleriyle ikramları getirendir. Zaman kapsayıcı olduğu için koruyu­cuyken sapma ve istiva da onun vasıtasıyla gerçekleşir. Bu itibarla zaman geniş olunca, dört mevsimi içerebilmiştir. Hadiseleri ortaya çıkartıp gece ile gündüzün ardışık gelmesi nedeniyle rükünlerde hü­küm sahibi olan zamandır. Bazı suretler meydana gelir ve geçer, bazı haller üzer ve bazısı mutlu eder, devirler döner, yıldızlar doğar, batar. Günlerin, haftaların ve senelerin gelip geçmesi, asırlardaki hadiseleri gerçekleştirir. Bir gün, gece ile gündüzden oluşurken dolunay ve ka­rarma devrelerinden geçer. Sene tekrarlanır, hafta yedi günlük bir devirdir. Yolların hükmü saatlerde, derece ve dakikalarda ortaya çıkar. Bunlara eklenen ikinci, üçüncü ve daha fazla dereceler, rakikalardır. Onlar hakikatlere doğru uzar.

Bu konulardan birisi de yirmi altıncı bölümden olmasıdır: Nasi­hatlerin remizleri hâzinelerin sırrıdır. Nasihatçi zaman kendisine hadi­seleri gösterebildiği takdirde nasihat edebilir. Bu itibarla maslahatın gereğine göre amel etmek, bütün iyi ve salih kulların şiarıdır. Bakınız!

Salih kul nasıl duvarı onarmıştır (Hızır’ın duvarı onarması hadisesine atıf!). Duvarı onarmak küçük yetimlerin menfaatine olan bir işti. Hızır duvarı onarmış, fakat ona karşılık ücret istememiş, sadece Hz. Musa’ya ‘Sana daha sonra bundan söz edeceğim’ demekle yetinmiştir. Meselenin hikmetini kendisine bildirince Hz. Musa Kelimullah kendi­sine râm olmuş, daha önce yadırgadığı hususta Hızır’a itimat etmişti. Buna mukabil rahmete mazhar kul da Hz. Musa’nın itirazını anlayışla karşılamış, onun durumunu anlamış, ardından her biri ötekine ‘Ben senin sahip olmadığın bir bilgiye sahibim’ demiş, burada ayrışmışlar­dı. Hz. Musa onun üstünlüğünü görünce, onun bütün yaptığı işleri kendisine havale etmiştir.

Bunlardan birisi de yirmi yedinci bölümden gölgelerin sabah ve akşam secde etmeleri bahsidir: Gölgeler sahip oldukları kendini be­ğenme duygusu nedeniyle güneşe secdeden ve boyun eğmekten imti­na etmiş, güneş ise bu vakitlerde onları döndürmüş, gölgeler de gök­lerin ve yerin melekûtunu elinde tutan Hakkın karşısında secde etmek üzere uzamışlardır. Göklerin ve yerin melekûtunu elinde tutan, tem­kin ehlinden olduklarını ileri sürenlerin secde ettiği ve sağlam ve derin akıl sahibi olduğunu iddia edenlerm ibadet ettikleri Hakk’tır. Gölgeler güneşin kendilerini görmek üzere onlara doğru eğildiğini görünce, asıllarım talep ederek, geri çekilmiş ve büzülmüşler, bu sayede güne­şin üstünlüğü ortaya çıkmış, güneş ise onların varlıklarını görememiş­tir. Bu durumda güneş ışığıyla kendisine boyun eğdirecek kimse bu­lamamıştır. Bunun nedeni onların süratle uzaklaşması ve kaybolmala­rıdır. Aslın inayeti olmasaydı, bu üstünlükleri ortaya çıkmayacaktı.

Bunlardan birisi de yirmi sekizinci bölümden kışta ve yazda bu­lunan adına gerçekleşen keyfiyetin sırrıdır. Mezarda rabbini bilecek kişi, ancak evveli ve ahiri bilendir. Kimin zahiri yazda bulunursa, onun bâtını kıştır. Böyle biri ‘ne zaman’ ve ‘nerede’ sorularında olan­ları bir araya getirir. Kimin zahiri kış olmuşsa onun zahiri yaz olmuş­tur. Böyle biri her iki halde de yarımla kanidir. Bu ikisi de nitelenme (keyfiyet) halleri arasındadır. Keyfiyet cisimlerin bir hali olduğu gibi vehimlerin mahallidir ve kesifleri içerir. Basitlerde de özele ait latifeler bulunur. İtidal zamanın ise zevali yoktur.

Bunlardan birisi de yirmi dokuzuncu bölümden ehl-i beytin ölümden (bilgisizlik) tenzihi bahsidir. ‘Kuddûs, Subbûh, Rabbü’lmelaiketi ve’r-ruh’ (olan Hakk) kirleri temizler, vesvese veren hannas (şeytanların) şerrinden muhafaza eder. En kötü ölüm, cehalet ölümü­dür ve Allah Teâlâ ehl-i beyt’i o kötülükten korumuştur. Ehl-i beyt’in değe­rini ve kadrini ancak Allah Teâlâ’nın onların işlerine muttali kıldığı insanlar bilebilir. Onu öğrenen ise hemen kendisine dayanır ve istinat eder. Ehl-i beyt en büyük dayanak ve kendisine yönelmede en güvenilir şeydir. Öyleyse sen de akıbet için onların sevgisine sarılmalısın. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bizden sadece ‘akrabaları hakkında meveddet’, yani sürekli-sabit sevgiyi talep etmiştir.

Bunlardan birisi de otuzuncu bölümden binekli, süvari, ayaktaki ve oturana ait sırdır. Binekli iz sürer, süvari saldırır ve geri çekilir, ayaktaki infak ederken oturan yumuşaklık ve şefkat gösterir. Oturan kınanmaz; süvari yüzüstü düşmez; ayağa kalkan uyur; oturan umu­dunu yitirir. Ey binekliler! Ameliniz helak içindedir. Ey Allah Teâlâ’nın atla­rı! Bininiz ve benim gittiğim yolu takip ediniz. Ey maddi ve manevi rızıklarla nefisler üzerinde hakim olanlar! Hakkı ve sabrı tavsiye edi­niz! Ey doğruluk oturağında Hakk ile oturanlar! Tuzaktan sakınınız, şükrü tavsiye ediniz. Allah Teâlâ dört kadınla evliliği ancak dört sayısının en geniş makamı haiz olması nedeniyle mubah kıldı. Dört sayısındaki bu genişlik olmasaydı -onu dikkate alanlar içinkemal özelliğine sahip on sayısını içeremezdi (dört sayısını oluşturan sayıların toplamı ondur). ‘Bu kâmil ondur.’ Kastedilen üçü hacda ve yedi günü de dönüp yollan kat ettikten sonra olmak üzere peş peşe gelen günlerdir. On sayısı basamaklı sayıların ilki olduğu kadar bütün tanımlar ve sınırlar (hudûd) ondan meydana gelir. Binekli süvarinin görmediklerini gö­rürken ayaktaki oturanın görmediklerini görür. Komutanın durumu sedir üzerinde oturmak iken hizmetkâr onun önünde ayaktadır. Bu itibarla o da efendidir. Çünkü efendinin önünde ayakta dursa bile, efendinin işleri ona bırakılmış ve havale edilmiştir. Onlar adarı ve binekleri gündüz yürütmek ve gece dinlendirmek üzere yönlendirir ve kullanırlar. Dikkatle düşünün ve ibret alınız!

Bunlardan birisi de otuz birinci bölümden fasıllardaki asılların sırrı bahsidir: Kurucu fasıllar olmasaydı, karanlık evler ortaya çıkmaz­ken fasıllar olmasaydı tanımlar asılları ortaya çıkartamaz ve beyan edemezdi. Ayrıştıran ve bölen fasıllar sayesinde merhamet ve uğursuz­luk ortaya çıkmışken yine fasıl sayesinde Rab ile merbub birbirlerin­den ayrışmıştır. Fasıllar sayesinde seven sevgilisine kavuşmuşken fasıl sayesinde seven-âşık kendisinin yok olucu ve sevgilinin malik ve sahip olduğunu öğrenmiştir. Fasıl ancak vasi, yani kavuşma üzerinde gelir ve ortaya çıkar. Bu itibarla fasıl valsın unvanı olduğu gibi vaslın tera­zisi de fasılla bilfiil Hakk gelir. Bu itibarla fasıl tanımlanmış bir boşluk­ken (halâ) faslın sınırladığı ise görülen ve müşahede edilen doluluktur (mele). Fasıl vaslın mahalline yerleşir. Binaenaleyh vasıl da fasıl gibi bir boşluktur ve bir şeyin benzeri ve misli onun şeklindedir. O halde fasıl ve vasıl iki tarz olduğu gibi Allah Teâlâ’nın iki nimetidir.

Başka bir konu otuz ikinci bölümden iksirin tedbiri bahsinin sır­rıdır: İksir varlıkları başkalaştıran bir sultandır. Onun (varlıklardaki) hükmüyle zamanın hükmü aynıdır. Bununla beraber iksir zamana göre daha sürade tesir icra eder. İksir etkin ve otorite sahibi olmakla birlikte kâbil (edilgen) hükmünde olduğu kadar kabul ettiği şeye doğ­ru bilfiil meyillidir. Demek ki acizlik ve eksiklik, bütün işle­re/varlıklara yayılmışken bağımsızlığın olmayışı emelleri keser. Hasta­lıklar olmasaydı tedbir olmayacağı gibi hükümdar da tahtından inmez veya altın kurşuna katılmazdı. Veya Utarit iksir sayesinde iksirin yeri­ni almaz, altın bakırın yerini almazdı. Bu itibarla bütün madenler tek bir asla dönmeyecek olsalardı, onlar ‘eksik’ ve ‘fazla’ diye isimlendirilmezlerdi. İlletli olmanın ilkesi bedenlerdeki (ahlâtta bulunan) fazla­lık ve eksilmedir. Mahir doktor iksirleri doğru kullanabilen kişidir. Gümüş ve altın nedeniyle sürekli ‘Ebu Leheb’in elleri kurudu, kazandık­ları da331 suresini okur. Doktor bedendeki dengeyi tekrar kurmaya ve ölçülere ayarlamaya çalışırken insanın Nisan ayındaki yaratılışını ko­rumaya çalışır. Nisan gençlik ve dinçlik çağı olduğu kadar meyvelerin ve çiçeklerin ortaya çıkma vakti ve kırlarda ve bahçelerde dolaşma ve gezinme ayıdır. Bunu öğrenmeli, öğrenince ona göre davranmalı, davranınca da gizlemelisin!

Bunlardan birisi de otuz üçüncü bölümden birleyenlerde (muvahhid) ve övgüde niyetin sırrıdır: Hadislere (zaman içinde yara­tılmış olan) ilişen hadis varlık iki veya üç kişinin varlığıyla mümkün olabilir. Bunun anlamı türeyenlerin ortaya çıkabilmesi için öncüllerin terkibi ve oluşturulması demektir. Türeyenler, akli veya nakli bir tarz­da ve şarda duyusal veya aklî bir nikâhla öncüllerden çıkarlar. Burada akıl nakle uyarken tabiat vahye yardımcıdır. Bakınız! (Yaratılış anla­mındaki) İş ve emir, bizim iktidarımıza bağlıdır. Binaenaleyh aklın kesin delillerinin gösterdiği üzere, kabul edici olmalısın! İki öncülün üçüncüye bağlı ve dayalı olduğunu söyleyen, hâdisin var olmasında birliği dile getirmiş demektir. Her ikisini dikkate alan ve onlara bakan ise zaidin varlığıyla birlikte ikinin varlığını dile getirmiş demektir. Böyle biri işi karanlık ile nur, tasa ve neşe arasında görürken hiçbir kuşkunun ve tereddüdün girmediği İlâhî kelamda belirtildiği üzere ‘Her şeyi çift yarattık332 ayetinin hükmünü söyler. Bu ikisinden başka bir şey yoktur. İlah ise birdir. Başka bir görüş ileri süren ise soğuk demir döver.                                                     -

Bunlardan birisi de otuz dördüncü bölümden oturanların nefesle­ridir: ‘Oturan başkan olur.’ Bu düşünce deyişte ‘sabit biter’ şeklinde dile getirilir. Oturan ünsiyet edendir. Allah Teâlâ’yı zikredenlerle oturan bizzat Allah Teâlâ’dır. Allah Teâlâ onlarla otururken zikirle de onlarla ünsiyet eder. Kim seninle oturursa, sen de onunla oturmuş olursun. Bu demektir ki (Allah Teâlâ’yı zikreden) sizler, Hakk ile oturanlarsınız! Doğruluk oturağı bu demektir. Ardından oturma türlerine ayrılır. Ya sen O’na oturmaya gidersin veya O sana oturmaya doğru gelir ve tenezzül eder. İkinci durumda Hakk ‘ta ki bilelim333 makamındadır. Söylediğimi anladıysan, bu hal üzere devam etmelisin! Sen O’na oturmaya gidersen, zarif hikmederi sana öğretir ve cevamiü’l-kelim ihsan eder! Bazen veren Hakk bu kez istifade eden haline gelir ve daha önce istifade eden (kul) ifade makamında bulunur. Medistekiler ve oturanlar, önde gelenler ve başkanlardır. Oturan hizmetkâr iken ayağa kalkan pişmandır. Duvar ayağa kalkmasaydı yıkılmazdı. İnsanın bedeni ömrün ileri aşamalarına varmamış olsaydı, yaşlanmaz ve tükenmezdi. Ayaktaki nefeslerin esin­tilerine maruz kalırken ayaktayken hareket eden ise gidici olmak ve ayartıcı olmak (özelliğiyle) nitelenir. Binaenaleyh vesvesecinin şerrin­den insanların rabbine sığının!

Başka bir konu da otuz beşinci bölümden zil sesinin sırrı ve ön­lem almanın sırrıdır: Ceres yani zil kapalı ve genel söz anlamına gelir­ken önlem kilitli kapıya işaret eder. Kim kapalı sözü tafsil eder ve onun kiliderini açarsa, garip sırra ulaşır, derin akıl sahiplerine katılır, kabuğun saklamış olduğu özleri öğrenir. Perdeyi ve perdedarları yü­celtir ve onlara saygı gösterir. Kapalılık ve genellik hikmet iken sözü tafsil etmek taksim etmek demektir. Tafsilin amacı, önem verilen kapalı, belirsiz karanlık işlerde kişinin gam ve tasasını gidermektir. Susmak koruyucudur. Anlayış sıkıntıyı ortadan kaldırmak için en büyük nimettir. Çan sesi atın kişnemesi gibidir.

Bunlardan birisi de otuz altıncı bölümden Hz. Musa’nın Hz. İsa için Tevrat’ı hazırlaması bahsidir: ilk nesil İncil ile emniyet bulmuş­ken ilk nur Zebur ile ortaya çıkmıştır. Hz. Musa ateş aramak amacıyla yola çıkmış, kader kıvılcımları tutuşmuş, Tevrat’ı getirmişti. Bu itibar­la Hz. Musa eserlere hamd eder. Hz. Musa Hz. İsa ile haydır! Çünkü Hz. İsa Hz. Musa’nın konuştuğu kelimenin ruhudur ve bu nedenle güneşin ışığına benzemiştir. ‘Allah Teâlâ Musa ile konuşmuştur.’334 Allah Teâlâ Hz. İsa’ya selam vermiş, ancak farkına varsın diye kendisine onunla selam vermiştir. Halaoğlu Yahya’ya ise -bugününün mertebesi dünün ve yarmın mertebesinden ayrışsın diyekendisiyle selam vermiş, ‘gün’ kelimesinin zikredilmesiyle yarın ile dün arasındaki karışıklık ortadan kalkmıştır. Önce gelen her peygamber ümmetinin içinde müjdeci, ümmetini korkutucuyken kendisinden sonra gelecek peygamberi bil­dirir, gelecek olana katılmaya ve beraber olmaya teşvik eder. Haleflik ve ‘hilaf ancak insafın olmayışı nedeniyle ortaya çıkmıştır. Her pey­gamber haleftir, çünkü kendisinden önce gelene halef olmuştur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ise bir halefi yoktur, çünkü o insaf sahibidir.

Başka bir konu, otuz yedinci bölümden tabiler içerisindeki tabile­rin sırrı bahsidir: Tabilerin bir hükmü olmasaydı ‘tabi’ diye isimlendirilmezlerdi. Peygamberlere tabi olanlar, yolları hakkıyla bilenlerdir. Onun doğru yolunu takip eden, davranışlarında ve sözlerinde övülür. İş ve emir, doğru ve ‘sıddîk’tır. Bu nedenle bir tabi ve uyulan olmalı­dır ki işin gerçeği ve hakikati budur. ‘Allah Teâlâ hakkında doğrudan başka bir şey söylememek gerekir.’335 Çünkü ben Allah Teâlâ vasıtasıyla duyarım, O’nunla görüyor ve konuşuyorum. Sen de bu yola gir ki, öğrenesin.

Bunlardan birisi de otuz sekizinci bölümden mutlak bir keşifle ulaşılan bir husustur: Keşifle elde edilenler tecelli, yakınlık ve tedelli ilmidir. Aynı durum isimlerle süslenmenin ve ahlaklanmanın ortaya çıkarttığı haberlerin bilgileriyle ilgilidir. Duyuya bağlı herhangi bir bilgide karışıklık bulunmazken fikrin ortaya çıkarttığı bilgilere itimat edilmez. Böyle bir bilgi sürade inkâr edilir. (Duyuyla ilgili söylediği­mize itiraz etmek üzere) ‘Sen atmadın attığında336 ayeti hatırlatılabilir. Kuşkusuz bu ayette gözle görülen olumlanmış ve ispat edilmiştir. Buna mukabil ‘Fakat Allah Teâlâ atmıştır337 ifadesi, kör ile âmânın kendisin­de eşit olduğu bir duruma delalet eder. Binaenaleyh gözler farklılaşsa bile Allah Teâlâ’nın eli yaratılmışların elidir. Sen de suretlere bakmaktan uzaklaş! Onlar farlılık ve başkalığın bulunduğu yerlerdir. Sen (Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem gibi) bir hüküm meydana getirebilmek için ‘Rabbim! bilgimi artır’ de!

Bunlardan birisi de otuz dokuzuncu bölümden azletmenin ve vali olarak görevlendirmenin sırrının dalalet ve hidayette bulunmasıdır: Dalalet hidayeti içerdiği gibi azletmek de görevlendirmeyi (velayet) tazammun eder. Dalalete yönelik bir hidayet ve kılavuzluk da bir hidayettir. Bu itibarla dalaleti anlamsız Hakk getirmekten sakınmalısın! Dalalet hayret demektir. Dalalet zatî olmasaydı başkalık ve gayret kendisini icap ettirirdi. Dalalet olmasaydı, korusuna girerdi. İdrak ise Amâ’sında gerçekleşirdi. Azletmek görevlendirmekten sonra olabile­ceği gibi dalalet de hidayetten sonra olabilir. ‘Allah Teâlâ hidayet ettikten sonra bir kavmi dalalete düşürmez, ta ki, onlara sakındıkları şeyleri öğre­tir!’338 Bu bilgi korunmuş ve sakınılmış bilgilerdendir. Allah Teâlâ’nın bir bilgiye sahipken dalalete düşürdüğü kişi anlayış sahibidir. Allah Teâlâ elMütealî ismi el-Vali’dir.

Başka bir konu ise kırkıncı bölümden komşuluk-civarlık ve karşı­lıklı sohbet bahsidir: Bir yakınlık ve komşuluk olmaksızın konuşmak anlaşılmaz. ‘Konuşma’ derken kadim ile hâdis arasında sözün karşılıklı gidip gelmesini kastediyoruz. Komşu nesep sahibinden daha çok ketıdisine yakındır. Çünkü hepiniz asıl itibarıyla ulu’l-erham, yani akraba, kaynaşan ve ülfet sahibi olan kimselersiniz. Komşulukta cins şartı yoktur. Bu husus karışıklık içindeki ortaya çıkan bir bilgidir. Allah Teâlâ aradaki benzerlik ortadan kalkmış olsa bile beraberlik nedeniyle kulun komşusuyken kul da O’nun hareminde Allah Teâlâ’nın komşusu, O’nun ha­remine ulaşan kimsedir. Allah Teâlâ’nın kulları O’nun tükenmeyen kelimele­rinin tecellilerinden ibarettir. Bunu inkâr etme, yoksa uzaklaşırsın!

Başka bir konu da kırk birinci bölümden gece, gündüz, mahru­miyet ve ulaşmanın sırrıdır: Gündüz geçim ve maişet, gece de elbise demek iken nail olmak, bulmak; mahrumiyet de iflas demektir. Öy­leyse karışıklık ve belirsizlik kalkmıştır. Gündüz hareket, gece sükûn ve durağanlıktır. Yaratıklardan gizli olan, bir şeye ol demesiyle birlikte o şeyin sözünün ardından meydana geldiği kimsedir. Tekvin nedeniy­le itirazcı ortaya çıkarken telvin ve değişme nedeniyle de çoklukta taayyün gerçekleşir. Tevhide karşı ancak yaratılmış/kevn suç işlerken O’nunla dış varlık didişir ve tartışır. Kurtuluşa eren ise Hakkı her şeyin aynı görebilen kimsedir.

Başka bir konu kırk ikinci bölümden nebiliğe mahsus mutlakfütüvvet bahsidir. Fütüvvet sahibi, yani feta, nerede ve ne zaman so­rularını bilmez. Onun mekânı sürekli ve sabitken zamanı süregelen bir haldir. Onun başlangıcı sonuyla birleşmiştir; onun zamanın ne baş­langıcı ne bitimi vardır! O belirlenmiş ecele aşina olmadığı kadar muammanın çözüldüğünü de söylemez. Gece ile gündüz onun hük­müne bağlıdır. Onların tasarrufları fütüvvet sahiplerinin halleridir. Bu itibarla gece ile gündüzün işleri ve amelleri, fütüvvet sahiplerinin amelleridir. Kibirli biri feta, yani fütüvvet sahibi diye isimlendirilemez. Fütüvvetin zirvesi hullet, yani dosüuk makamıdır. Hz. İbrahim putları parça parça etti, büyüklerini geride bıraktı, sonra onları Allah Teâlâ’nın vahyettiği şeye yönlendirdi.

Bunlardan birisi de kırk üçüncü bölümden benzerin benzere ilha­kının sirrıdır: Benzerlikler olmasaydı küşkular olmazdı. Gölgeler ben­zerlerdir. Misli karşısında gölgenin durumundan daha garip ve bilin­mez ne olabilir? Işık gölgeyi suretten surete geçirtirken gölgenin ken­disi ışıktan kaçar. Buna mukabil cisim gölgeyi sabit tutar ve bir mekâ­na yerleştirir; onu meydana getiren kendisidir Arapçada şöyle denilir: ‘Babasına benzeyen çocuk annesine kara çalmaz.’ O’nun güzel isimleri bizim de isimlerimizdir. Demek ki bizim yapımız ve varlığımız (Allah Teâlâ’ya) benzerlik ilkesine dayalıdır. Bizim hükümlerimiz de O’nun hükümleridir. Binaenaleyh her bakımdan biz O’nun şiarları ve alamet­leriyiz. Onları yüceltmemiz ise kalplerin takvasına ve gayblerin açıl­masına işaret eder.

Bunlardan birisi de kırk dördüncü bölümden fenlerde tasarrufun mecnunların işi olmasının sırrıdır: Fenler şe’nlerin dış varlıklarıdır. Şe’nler muhted, yani had mertebesinin hüviyeti, müşahede mertebesi­nin rabbaniliğidir. Gelen en sırlı ifadelerden birisi O’nun doğurmamış olduğunu belirten ifadedir. Sayılar O’ndan ortaya çıkmışken sayıların birliği O’na aittir. ‘Evde hiç kimse (ahad) yoktur.’ Mecnunluk ve cünun örtmek ve perdelenmek demektir. ‘De ki, işler Allah Teâlâ’ya varır.’

Bunlardan birisi de kırk beşinci bölümden devirlerdeki tekrarın sırrıdır: Gece ile gündüz varlıklarıyla değil, isimleriyle tekrarlanmıştır. Felek dönmüş, iki yeni şey (gece ile gündüz) ortaya çıkmıştır. Gök dürülmüş, ses çıkarmak oriun hakkı olmuştur. Çünkü bu dürülmenin özelliği sıkışmadır. Gök yok olmaktan korkarken onun sesi nasıl du­yulmasın ki? Gök bilir ki sürülüp götürülecektir. ‘Dağlar da yürütüleçektir. Birinci üflemenin ardından onu ikinci üflemenin takip ettiği gün, kalpler ürperir, nefisler telef olur, akıllar ürker, sırlar kendi halle­ri üzerinde kapanırlar. Gök düşer ki zaten düşecektir. Direkleri üze­rinde çöker kalır. Sakinleri kalmış olsaydı, meskenleri ortaya çıkmazdı. Öyleyse devir ve dönüş daireyi ortaya çıkartmıştır.

Bunlardan birisi de kırk altıncı bölümden tutuşturmadaki azlık ve çokluğun sırrıdır: İzafetlere kul olan kişi afete maruz kalmıştır. Kim güçlükle karşılaşırsa gözünü kolaylığa çevirsin. ‘Her güçlükle beraber kolaylık vardır.’ Taze ve kuru hurmada, yaşlık ve (kuruluk) kitapta yazılmıştı. İnsanların çoğu secde etmemiş, çoğu üzerinde azap Hakk olmuştur. Size bilgiden ancak azı verildi. Sözü bakımından daha doğ­ru olsa bile, ‘Rabbinin ismini zikret, bütünüyle O’na yönel.’339 ‘Rabbini sabah ve akşam tespih et5, ‘Geceleyin kalk, gündüz çok işin vardır.’ Az bile olsa eldekınin elden çıkartılması çoktur. Azın ve çoğun anlamını öğrenmelisin! Bir dirhem sadakanın bin dirhem sadakayı geçmiş ol­masının nedeni sadakayı verenin bin dirhem bulamamış olmasıdır.

Bunlardan birisi de kırk yedinci bölümden aşağıdaki ve yukarıda­ki ile aşağı doğru inen ile yukarı doğru çıkanın sırrıdır: Yüce ve yu­karda olan ruh sahibiyken aşağıda olan donuk bir bakışla ona bakar. Ortada bulunan ise her iki uca da sahiptir ve her iki uca da bakabilir. Aşağı doğru inen arkadaşını yüksekliğine şahitlik ederken yukarıya doğru çıkan ise kendisiyle nitelenen adına yakın makamı müşahede eder. Bu makam gerçekleşen yakınlıkla elde edilir ve böyle biri taşkın­lık yapmaz. Taşkınlık eden aşağı düşer ve süflileşir. Su sele dönmeden tümsekleri geçemez. ‘Ey kitap ehli! Dininizde taşkınlık yapmayınız, Allah Teâlâ hakkında ancak Hakk olanı söyleyiniz.’340 Kulu Allah Teâlâ’ya oğul yapan kişinin ne bilgisi vardır ne fütüvveti! Oğul nerede, kul nerede? Ünsiyet nere­de, yalnızlık nerededir?

Bunlardan birisi de kırk sekizinci bölümden ezelin sırrının illet­lerde bulunması bahsidir: Allah Teâlâ illet olsaydı, malul kendisini varlıkta geçerdi, hâlbuki daha sonra gelmiş, bu sayede el-Mukaddim ve elMuahhir (önce gelen, sonra gelen) isimleri sabit olmuştur. Allah Teâlâ âle­min varlığını zatı gereği iktiza etseydi, yaratılan hiçbir şey gecikmez ve sonraya kalmazdı. O’ndan bir’den başkasının çıkması bâtıl olma­saydı, nispet ve şahider anlamsız Hakk gelirdi. Kendisi bir iken bir’e ait nispederi kabul eden ise hiç kuşkusuz nispet ve hükümleri ispat etmiş, yani olumlamış demektir. Sudur eden şey mevcut ve malum iken nispet var olmayan bir şey ve durumdur. Yokluk varlıkla bulunmaz.

Çünkü tanımlar ve kesin deliler, bunu kabul etmez. Bu itibarla çokluk akılda mevcut iken her illet aynı zamanda maluldür.

Bunlardan birisi de kırk dokuzuncu bölümden aseste (gece bekçi­sinde) nefsin varlığının sırrıdır: Bekçi sayesinde uyku güzelleşirken nefes sayesinde de elemler ve üzüntüler gider. Nefesi Rahman’dan başkasına izafe etmek Rahman’a iftiradır. Onun hükmü ortaya çıkar ve sıkıntıdaki kişiden gam ve tasa kalkar. Nefes Yemen cihetinden gelmiş, hükmünü icra ettikten sonra ise ayrılmıştır. Bütün işler O’na döner, çünkü her şey O’nun gölgesidir. Gölge kendisinden çıktığı kimse tarafından çekilir ve dürülür. Bunun nedeni gölgenin ancak ondan ortaya çıkmış olmasıdır. Fer (dal) bağımsızlaşmaz, çünkü aslı­na dayanır. Tafsil ferlerde ortaya çıkarken aklın hükümlerinde asıllar kendisine şahidik eder.

Bunlardan birisi de ellinci bölümden çadırların ve köşklerin içer­miş olduğu hususlarda eksiklik ve hayret sırrıdır: Çadır ve köşk kahrı ve zorlamayı bildirir. Hayret olmasaydı acizlik var olmayacağı kadar izzetin saltanatı da ortaya çıkmazdı. Eksiklik nedeniyle işlerin nasıl meydana geldiği öğrenilir. Bir varlığı meydana getirmek tek başına olmayacağı için, eksiklik, iki tarafın varlığını gerektirir. Kabul ile ikti­dar veya (güneşin) batışı ve doğuşuyla birlikte gece ile gündüzün varlığı olmadaydı, dıştaki varlıklar ortaya çıkmayacağı gibi (var olan) varlıklar yok olmazlardı. Zamanlara ve varlıklara ihsanda bulunan Allah Teâlâ’yı tenzih ederim.

Bunlardan birisi de elli birinci bölümden savaştan kaçmak bahsi­dir: Maksadı bir gölge bulmak veya (savaşta taktik gereği) geri dönen kişi kaçmamıştır. Bu esnada savaştan kaçmak, savaş içindeki bir tertip ve hile demektir. Kararlı ol, kaçanı arama ve peşinden gitme! Onu darlığa zorlama, yoksa nahoş bulduğun hal üzerinden sana gelir. Her birisi kendi yakınlığında belli bir süreye kadar akar. Sakın kınama! Kader gelince göz körelir, elçinin gelişi ayakları bağlar. Kaçınılmaz bir emrin tesirindeki kişinin bir günahı yok! Kim rahata ererse, ruhların makamına yerleşir. Göğün kapısının açıldığı kimse, Sidre-i münteha’da gölgelenmek ister. Şehit hayat sahibidir.

Bunlardan birisi de elli ikinci bölümden hevaya ibadetin sırrıdır: Niçin heva sahibi olursun? Heva üzerinde bir sınırlama yoktur ve bu nedenle heva sınırsız bir şekilde arzu sahibidir. Hevanın hakkı onun kendi sebebi olmasıdır. Kalpte heva bulunmasaydı heva gücüne ibadet edilmezdi. Hakka da heva sayesinde uyulur ve heva seni doğruluk oturağında oturtur. Heva haz vericiyken ibadetteyken haz onunla almır. Heva kendisine sığınan için bir barınaktır. ‘Yıldıza yemin olsun ki, kayıp giderken (heva), arkadaşınız şaşırmadı.’341 Yıldız doğup kaydık­tan sonra yemin gerçekleşmiştir. Keşke bilseydiniz, büyük bir yemin­dir. Değeri böyle yüksek olmasaydı, durumu yüceltilmezdi.

Bunlardan birisi de elli üçüncü bölümden işaretler ve onların iba­relere katılmasının sırrıdır: İşaret ayette de belirtildiği gibi bir imadır. Hz. Meryem için ‘Ona işaret etti’ denilir. Bu işaret, beşikteki çocuğa itimatla yapılmıştı. Hz. Meryem’in masumluğu çocuğun söylenen söz hakkındaki şahitliğine bağlıydı. Kur’an’da, Zebur’da, İncil’de ve Tev­rat’ta olmak üzere, bütün nesiller bunu böyle okumuştur. İşaret (di­liyle konuşmak) ancak (sükût) orucu tutan adına caiz olabilir. Bu itibarla işaretler gizli ibarelerdir. Sufilerin görüşü budur. Her dinde ve millette işaret uzaktan yapılan bir nidadır ve illetin varlığına bağlıdır. Gizlemek arzusu olmasaydı, kaş ve gözle işaret edilmezdi. İşaretle konuşmak yalana ve gizlemeye işaret eder. Bu nedenle Peygamberde göz hainliği gibi bir özellik bulunmamış, işaret yalana delalet etmiştir.

Bunlardan birisi de elli dördüncü bölümden hükümdarlardaki şeytanların sırrıdır: Sultan gölgedir. Onunla arkadaşlık zillet ve horluktur. Şeytanlık uzaklık demektir. Gölge uzamadıkça ortaya çıkmaz. Gölge uzadığında bu kez aslından uzaklaşır. Ona doğru yöneldiğinde de uzaklaşır. Hükümdar gözetici ve davetçidir. ‘Her biriniz çobansı­nız.’ Herkes birbirinin benzeridir ve benzerler zıtlar, zıtlaşmak ise inatlaşmaktır. Bu durumda şeytanların hükümdarlar olduğu sabit olmuştur. Şeytanlar yıldızların kuyruklarıyla taşlanmışlardır. Taşlar gedikler üzerinde oturup önden ve yandan onlara taş atarlar. Ateşi ateş ile yarmada büyük sır vardır.

Bunlardan birisi de elli beşinci bölümden çeşitlenmenin araştırıl­ması bahsidir: Alemin Hakk’taki çeşidenmesi ve değişmesi şe’nler de­mektir. Bunlar ortaya çıkan fenler ve ferlerdir. Zan bilmeden konuş­mak demekken bilgide kuşku yoktur. İster kadim ister hadisle ilgiii olsun zan sözlerin en yalan olanıdır. Türler -herhangi bir görüş ayrılı­ğı olmaksızıncinsin tafsilidir. Allah Teâlâ insanların bir kısmıyla bir kısmı­nı defetmemiş olsaydı, sünnet ve farzlar yok olurdu. İsimler türlü türlü olmuş, bu nedenle sebepler türlü türlü olmuştur. Hepsi nispet­lerdir ve nispeder yok olucudur. Çeşitlenme hakikatlerin gereğiyle ayrışma ve farklılaşma demektir. ‘Bu bir uydurmadır’ diyen kişi helak olmuştur. Araştırmak ve peşinden gitmek tecessüs demek iken teces­süs etmek ise yasaklanmıştır.

Bunlardan birisi de elli altıncı bölümden uykudaki ilham ve vahiy bahsidir: Dakikalar uyku esnasında yıllara dönerken nazarî bilgiler ilham kaynaklı ilimleri nezdinde vehimlerden ibarettir. İlhamla konu­şan kişi yanılmaz, ona göre verilen hüküm de gecikmez. ‘Ona takva ve günahım ilham etti342 ayeti hakkında nefislerin sıkıntıları ve imtihanları çoğalmıştır. Nefsi kendi arzusuyla arzusundan uzak tutan insan onun gaile ve sıkıntılarından eman bulur. Arılara ilham gelmeseydi, kovan­larında bal bulunmazdı. An ilham sayesinde meralara gitmiş, derle­miş, onları saklamıştır. Sadık rüyalar nebilik ve resullüğün (parçası­dır). Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem (rüyalar ile vahiy arasında irtibat kurduğu hadi­sinde) önce genel ifade kullanmış, sonra araya girerek ‘sadık rüyalar kalmıştır’ demiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e hikmetleri ve cevamiü’l-kelim’i (bütün hakikatleri toplama Özelliği) tahsis eden Allah Teâlâ münezzehtir.

Bunlardan birisi elli yedinci bölümden zamanın ve mekânın sırrı­dır: Mekân mevcuttaki bir nispetken zaman -varlığı olmasa bileta­nımlı/sınırlıdaki bir nispettir. Mekân oturanla tanımlanırken zaman nefeslerle sayılır. Bu itibarla imkân zaman ve mekânda hüküm sahibi­dir. Zaman kendisine döndüğü bir asla sahiptir ve o asıl Allah Teâlâ’nın edDehr ismidir. İşte zaman ed-Dehr’e dayanır. Mekân istivayla ortaya çıkmışken zaman göğe inmekle ortaya çıkar. Hakk (Arş’a) istiva et­mezden önce Amâ’da zuhur etmişti. ‘Nerede’ mekândakine ve ona yerleşene sorulacak bir sorudur. Mekânlar ile mahal arasındaki fark açıktır. Yerleşen mahalle göreyken mekâna yerleşen mekândan ayrıla­bilir. Zaman mazruf için zarf mesabesindedir. Bu ilişki harflerle an­lamların ilişkisine benzer. Fakat mekân bir zarf olmadığı gibi harf de zarfa benzetilemez. Mekân insanın ibaresinde bulunabilir. Zaman bölünürken anla sınırlanır. Onun var olması için dış varlıkların bu­lunması şart değildir. Mekân kendisine yerleşenle bilinirken, mekân mesken demektir.

Bunlardan birisi de elli sekizinci bölümden felekler ve unsurlar­dan yardım eden ve edilenin sırrı bahsidir: Kûr’den sonra hur nede­niyle Allah Teâlâ’ya sığınmanın nedeni, dönüşün ve devrin tesiridir. Gerçekte hur diye bir şey yoktur, sadece -devir değilistidare söz vardır. Devir­ler ve dönmeler olsa bile, âlemde tekrar yoktur. Bütün bunlar yönel­me ve gitmekten ibarettir. Ne dönüş ne ricat vardır! Birinci sebep yardım edenlerin en hayırlısıyken son sebep yardım edilenlerin en hayırlısıdır. Felekler erkek (etkin), unsurlar ise zuhur ve tekvinin ger­çekleştiği yerdir. Bu itibarla felekler kendilerinde ortaya çıkan türe­yenlerin anneleridir. Onlardan failler melekler iken edilgen olanlar feleklerdir. İnfialler, yani fiilin sonuçları ise gelinler ve meleklerdir. Kaynaşma ve iltiham olmasaydı, bu nizam ortaya çıkmazdı. Bazen edilgen münfail tesirini kabul etmiş olmakla fail ve müessirin yardım­cısı olabilir. Bu kabul sayesinde failin gayesi ve maksadı gerçekleşir. İtaat edilen emir olmasaydı, birleşmeler mümkün olmazdı. Binaena­leyh bedenler ve ruhlar, ancak ‘nikâh’ vasıtasıyla ortaya çıkar ve zuhur ederler.

Bunlardan birisi de elli dokuzuncu bölümden bitkinliğin gazaba tahsisinin sırrıdır: Gazap her cins içinde nefsin yorulması ve bitkin düşmesi demektir. Bedenlerin yorulması, nefislerin makul ve mahsus varlıklarla ilgili himmederinden kaynaklanır. Müteessir olan öğrenir­ken müteessir olmayan da yoktur; maksadını gerçekleştirmiş olmakla Rab kullardan ayrılır. Rab -kul kadrini bilmese bileemrini maksadına ulaştırandır. Bunun yanı sıra kul ed-Dehr’in hükmüyle ‘kahır kulu­dur’. Kim senin üzerinde hüküm sahibiyse, valin odur; dilersen görev­lendirir, dilersen azledersin! Dilersen tenzih eder, dilersen teşbihin ta kendisi olan tenzihte teşbih edersin. Hal böyleyken marifetin verdiği rahadık nerededir? Bu niteliğin yanında varlık nedir ki? Zalim, merte­belerin çoğunda hüküm sahibi olandır. Zahirde hüküm bâtına aittir. Nefesler olmasaydı, duyular hareket edemezdi.

Bunlardan birisi de altmışıncı bölümden damarlar çekilmişken fırkaların ortaya çıkmasının sırrıdır: Arz günü gelip farzı ve sünneti yerine getirmekle ilgili hesaba çekilme gerçekleştiğinde, emzikli kadın­lar emzirdiklerini bırakır, herkes biriktirdiğini değersiz görür, insanla­rın damarları çekilir, fırkalar ayrışır, haklar sahiplerine ödenir, insan sandıkta biriktirdikleri hakkında hesaba çekilir. Artık kuşku ve yalan ortadan kalkar, iki göz sahibi için sabah aydınlanır. Yüz çeviren ve ardı sıra giden kişi pişman olurken ilâhî-güzel isimlerin tecellisiyle ahlaklanan kalpler saadeti elde eder. Bu tecelli ‘yaklaştı ve sarktı’ deni­len mahaldedir. Birinci ve öteki inişte ‘rabbinin büyük ayetlerini gör­dü.’ Fasıl kubbesinde adalet terazisi kurulurken ihsan ehlinin terazileri İlâhî inayet sayesinde ağır gelir. ‘Kimin terazisi ağır gelirse ‘Memnun bir hayat içindedir, yüce bir cennette dalları sarkmış bir halde...’343 Kimin terazisi hafif gelirse ‘Haviyeye yaslanır, haviye nedir ne bileceksin? kuşatı­cı ateştir.’344 Farklar tanımlarla ve sınırlarla belli olur. Bir kısmı bed­bahtlık menzillerine yerleşirken bir kısmı saadet menzillerine yerleşir.

Bunlardan birisi de altmış birinci bölümden berzahlarda bulunan ihtişamlı makamın sırrıdır: ‘Beyne-beyne’ diye ifade edilen berzah, iki şey arasındadır. Bu yönüyle berzah aralarında bulunduğu iki şeyden herhangi birisi değil, onların bir toplamıdır. Bu özelliğiyle berzah üstün izzet, etkileyici ihtişam ve derin makamla berzahlar ilminin sahibidir. Kıyametten ona ait olan kısım Araf iken isimlerden de (on­larla) nitelenmektir (ittisaf). Bu nedenle berzah insaf, yani yarımlık makamını elde etmiştir. O ismin aynı olmadığı kadar isimlendirilenin de aynı değildir. Onun hüviyetini muammayı çözen bilebilir. Gören ve kör onda eşittir. Berzah ışıklar ile karanlıklar arasındaki gölge ol­duğu gibi varlık ile yokluk arasındaki ayırıcı sınırdır. En doğru yol (tarîk-i emem) onda sonlanır. Berzah anlayan kimse için iki makam arasındaki vakfe ve durak yeridir. Zamanlardan ona mahsus olan ‘sü­rekli an’ iken bu özelliğiyle berzah sürekli varlık demektir. Berzah iki ucu da kendinde birleştirirken aynı zamanda iki âlem arasındaki me­kândır. Noktayla çevre arasındaki kısım ona mahsustur. Bileşik olma­dığı gibi basit de değildir. Hükümlerden onun payı mubahlıktır. Bu nedenle bütün mezheplere göre ihtiyar (seçim) ve serbesdik ona mah­susken haram, vacip, mekruh ve mendupla sınırlanmış değildir.

Bunlardan birisi de altmış ikinci bölümden neşir ve haşrin sırrı­dır: Neşir, yani yaymak dürmenin zıddıyken doğruluk taşkınlıktan onıin vasıtasıyla ayrışır. Neşir zuhur ve ortaya çıkma demektir. Bu özelliğiyle ‘nur üstüne nurdur.’ Haşir ise parçalanmış bir şeyin top­lanmasıdır. Haşir sayesinde izdiham gerçekleşirken kaynaşmayı sağla­yan da odur. Haşir olmasaydı nefisler bedenleriyle birleşmez (izdi­vaç), sofralar meydanlarına yerleştirilmezdi. Ruhların kabirleri onların bedenleriyken bedenlerin kabirleri onların bağları ve gemleridir. Be­denlerin hapishanesinde ruhlar serbestçe dolaşırken rahatça gezinme ve dolaşma ruhlara aittir. Bedenlerin suretleriyle sınırlanmış olsalar bile sürekli başkalaşma özelliğine sahip olanlar ruhlardır. Onların yegâne niteliği mutlak birliktir. Suretten ayrılmaları mümkün olmasa bile, en yüce ve ulaşılmaz surettedirler. Bedenler kabirlerinden dirilti­lip sadırlarda bulunanlar için arz günü gerçekleştiğinde haber haberi tasdik eder ve kuşkunun eseri kalmaz. Hayrete düşen elde ederken şahin ancak yakaladığını elde eder. İbret al fakat yerleşme! Dünya bir nehirdir veya med ile cezrin hüküm sürdüğü bir deryayken insan ne­hir üzerindeki köprüdür.

Bunlardan birisi de altmış üçüncü bölümden mukâme (cenneti) ve keramet (cenneti) sırrıdır: Ateş bir halden başka bir Hakk intikal etmek ve göçme yeriyken oradaki nihai hüküm ateşin rahmete, nime­te, sıkıntı ve güçlüğün ortadan kalkmasıyla sona erecektir. Bu nedenle ateş yeri olan cehennem ‘mukame (yerleşilen yer)’ diye nitelenmemiştir, çünkü öyle bir özellikte değildir. Buna mukabil ikram ve keramet diyarı olan cennet daru’l-mukame, yani ‘yerleşme yeri’ diye isimlendi­rilmiştir. Orası -sözü yerine getirmenin gereği olarakyerleşme yeri­dir. Mukamenin zıddı olan cehennem ahiret yaratılışına elverişli ol­mamıştır (cennet ise ahiret yaratılışını kabul etmiştir). Çünkü cehen­nem çukurun ta kendisidir. Cennet hüsrana uğratıcı bir yer değildir. Orası kazanç yeridir. Oranın çarşısı nifak olduğu kadar azabı da nifak, yani ikiyüzlüdür. İşin dış görünüşü sürekli bir azapken duyu tam bir nimet içindedir. Çünkü bedenlerin nimeti mizaca yatkın ve mülayim olan nimeüe gerçekleşir.

Bunlardan birisi de altmış dördüncü bölümden tabiata yatkın ge­len veya zıt düşen şeriat hükmünün sırrıdır: Şeriat (tabiata) yatkınlık veya zıdığa dayalı değildir. Şeriatın tasarruflarında insanı mutlu eden veya üzen fayda sağlayan veya zarar veren hususlarda hüküm ona aittir. Onun mertebesi -olgularda değilvarlıklarda hüküm vermek mertebesidir. Namaz kıraatin açık ve gizli okunduğu kısımlarıyla bir­likte beş vakittir. İslam karışıklığı ortadan kaldırmak üzere beş ilkeye dayalıdır. Buna göre tevhit önderdir ve en öndedir. Namaz nur, sabır ziya, sadaka burhan; hac ise saygın uygulamaları ve helal ve haramlar­la ilgili yasakları bildirmek demektir. Şeriat gidiciyken tabiat gidici değildir. Şeriatın yeri dünyayken tabiatın yeri hem dünya ve hem ahirettir. Teklif hükmü ahirette ortadan kalkarken tabiatın hükmü kabirden (sonra da) devam eder. Hükümlerin menzilleri şeriata ait iken tabiat beka ve süreklilik özelliğindedin Şeriat bedenlerin haşredileceğini bildirmişken kendileri de mucizelerle sabit olmuştur. Bedenlerin bulunduğu her yerde, oluş ve bozuluş da olmalıdır. Şeriat böyle bildirdiği üzere vahiy bu hükmü getirmiş, tabiat onu kabul etmiş, bu hususta görüş birliği olmuştur. Buna inanmak vaciptir. Daha önce de Allah Teâlâ insanı kuru topraktan yaratmıştı.

Bunlardan birisi de altmış beşinci bölümden iki şehadet ile iki ke­limeyi birleştirmenin sırrıdır: Göz (hakikate ulaştıran) bir yol iken bilgi tahkik anlamına gelir. Bilgi görmekten üstün olmasaydı (sahabe içinden) Huzeyme’nin şahitliği iki adamın şahitliğini yerini almazdı. İnsan anlaşılsın diye konuştuğu gibi öğrenmek için bakar. Sana da anlayasın diye söz söylenir ve sen de anlaşılsın diye konuşursun! Şehadet huzur demektir ve nur üstüne nurdur. Habere dayalı şahidik görmekle gerçekleşen şahitlikten hüküm itibarıyla daha güçlüdür. Bu husus Huzeyme’nin kendisinden aktardığı hükümlerde Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem için yaptığı şahidikten anlaşılır. Görmeye katışan kuşku olmasay­dı, sahabe Cebrail’in bir beşer olmadığı halde ‘beşerdir’ şeklinde şahit­lik etmezdi. Bilgilerinden yararlanmış olup anlayış gücünün hükmü altında bulunsalardı, hiç kuşkusuz, bilmediklerini sorarken gördükleri kimse hakkında fikir yürütür ve şöyle derlerdi: ‘Bu görülen bedene girmiş bir ruh değilse, Dıhye olmalıdır. Aynı anda birden çok ve farklı mekânda gözükmüşse, bu durum, onun Dıhye olmasına zarar vermez, çünkü her surette kendi hüviyetiyle birlikte bulunur. Onun hüviyeti karşısında göründüğü suretler insanın karşısında organları mesabesin­dedir. İnsan bütün varlıklarda da bulunan organları bakamından çok olsa bile kendisi tektir. Söylediğimizi kabul eden insan bir şeyi görün­ce neyi gördüğünü anlar ve iki kelimeyi birleştirir, iki şahitliği telaffuz eder. Çünkü Peygamber’e itaat eden Allah Teâlâ’ya itaat etmiştir. O’nun hüviyeti kulun görme, duyma ve diğer güçleri olmuştur.

Bunlardan birisi de altmış altıncı bölümden benzersiz cevherin kutsiyetinin sırrı bahsidir: Cevher asildir ve ayrışma ve fasıl onun sayesinde gerçekleşir. Kuddus ise sevilenin gayblerin perdesinin ar­dındaki gözüdür. İnsan insaflı olunca, iman ile müşahedeyi ayırt eder. Özellikle Hakkın güçleri olduğu kimse için bu durum böyledir. Habe­ri tasdik etmek düşünüp işin bâtınını görmedikçe gözle görmekle hüküm vermenin üzerinde bulunur.

Başka bir konu altmış yedinci bölümden mukavele ve muhavelenin sırrı bahsidir: Söz olmasaydı varlıklar ortaya çıkmayaca­ğı gibi olan hiçbir şey de olmayacaktı. Hitabın ayrışması sözden ger­çekleşirken onun otoritesi ‘dedim, dedi’ ifadesinde tezahür eder. Ta­lim ehli için muhavele anlayıştayken aynı zamanda anlama amacı taşır. Muhaveleden öğrenme amacı ‘Seni iki elimle yarattığıma secde etmekten alı koyan nedir?’345 ifadesizdeyken karşılıklı konuşmak anlamındaki mukavelede ‘Namazı kendim ile kulum arasında ikiye taksim ettim’ kutsi hadisindedir. Bana doğru ve benim üzerimdedir. Muhaveleden bir varlık ortaya çıkmaz. Bununla beraber karşılıklı konuşma onun bir parçası olduğu için çıkabilir. Karşılıklı konuşmak ve mukavele, sonra gelmek ve yarışmaktır. Buna mukabil muhavele varlıkta yarışmaktır. Mukavele nispet iken muhavele sebeptir. Mukavelenin bir türü ‘münaveha’, biri de karşılıklı konuşmadır. Söz duyulmak ister ve bir araya gelmeyi gerektirir. Onun duyanda etkisi vardır ve uzaktakini yakınlaştırır. Bazı yerlerde işareti ibareye ihtiyaç duymaz.

Bunlardan birisi de altmış sekizinci bölümden tabiat hükümlerin­den korunmuş ve uzak kalmış perdeler bahsidir: Tabiat hükümlerin­den korunmuş ve uzak kalmış perdeler’ tabirini harikulade hadiseleri kabul edenler söyleyebilir. Onlar nurların ve müşahedelerin ehliyken şeriatın sırlarına göre amel edenlerdir. Bununla beraber onların da tabiat hükümlerinden olduğunu fark etmemişlerdir. Çünkü adet de bir perdedir. Keşke kapının ardında olanı bilseydiniz! Tabiatın merte­be itibarıyla cennetten üstün olduğunu bilen, Allah Teâlâ’nın bu hayatta tabiata güç ve imkân bahşetmesinin (hikmetini) anlardı. Tabiat mer­tebe itibarıyla üstün olmasaydı, kıyamet günü bedenlerin yaratılışı müşkül meselelerden birisi olurdu. Kalem ve Levha’yla duran ve onla­rı dikkate alan, tabiattan perdelenir. Müheymen meleklerle oturan ise sağlam cisimlerin durumlarından habersiz kalır. Nefsin gezinmesi ve rahatlaması için ruhunu hazırlayan kimse, çan sesinin mahiyetini bi­lemez. Tabiatın hükmü nefsin altındayken akılcıların çoğu bu hususta yanılır. Herhangi bir maninin insanı tabiatın bilgisinden alıkoyması mümkün değildir. Alem karşısında insan toplayıcı-kuşatıcı bir surettir. Bir şey aslını ve esasmı bildiğini iddia ederken kendisini nasıl bilmesin ki? Dünüyle ve yarınıyla sınırlanmış biri kendi cinsinin dışına nasıl çıkabilir? ,            .

Bunlardan birisi de altmış dokuzuncu bölümden ihsan ve vergi nedeniyle perdenin keşfinin sırrıdır: Şükür nimetin artmasının sebe­bidir. Bunun yanı sıra şükür ikramların çoğalması ve İlâhî isimlerin insanı üzecek şekildeki (tecellilerinden) koruyan bir sebeptir. Cömert­likle varlık zuhur etmişken kerem üzüntülerin ortadan kalkmasının sebebidir. (Muhtaçken vermek anlamındaki) îsar nedeniyle eserler övülürken vermekle perde kalkar. Hibeler sayesinde kötülükler silinir.

Nimetler nimetlerden ağırlıkları ve binekleri yüklenir. Onların üzerle­rinde, insanların ancak nefislerin yorulmasıyla ulaşabilecekleri yerlere ve şehirlere ulaşabilirler. Bununla birlikte onlar en mukaddes makam­dan inmişlerdir. En sırlı işlerden birisi de (insanları uzak beldelere taşıyan) develerin etini yedikten sonra abdest almanın sünnet olması­dır. Bunun nedeni onların derin kuyulardan içmeleridir. İhsan güçlü­ğü ve engebeyi kolay Hakk getirir. Hediyeleşmek en büyük ibadet iken hibeden geri dönmek ayıplanırken yerine getirilmesi övülen bir dav­ranıştır. Mevhibeler en çok övülen hususlardandır. Varlığı ihsan et­mek bir cömertliktir ve o vecd ehline mahsustur. Allah Teâlâ merkebe su­yunu verdiği gibi her şeye yaratılışını vermiştir. Maksada ulaşma arzu­su kimi uykusuz bırakırsa, onun gecesi uzun olur. Perde katlığında zarar ida ortadan kalkar ve göz keskinleşir. Bu durumda görülenin değeri idrak edilir. Uydurulmuş bir söz değildir bu söz! Her av cevfi’l-ferada bu misalle akar.

Müezzinin sesinin ulaştığı yerlerde bulunan kuru ve yaş her şey, onun lehine şahitlik eder, fakat bu şahitlik ölümünden sonradır! To­humluların zekâtı tohumlardan iken varlıkların zekâtı hayvanlardan­dır. Genel itibarıyla zekât gümüş ve altınla verilir. Bu sayede vergiler ve adetler bütün türeyenleri içermiştir. Güneş gidiciliği verir. Kendisi de batmasaydı gitmezdi. Malım sana veren kişi emellerini yok ede­mez. Böyle biri merdiğin bağlı olduğu şeyi sana ihsan etmiştir. Sen de bakışını ve düşünceni onun içine ve ona doğru çevir! Kendisine ait bir şeyi sana veren cömerdik etmiş, nimet vermiştir. Bu ise ihtiyaç duyu­lana ilavedir.

Bilmelisin ki rızık vermek -tesadüfle değilkasıüa gerçekleşen bir şefkattir. İnfak sefaleti ortadan kaldırır. Geceleyin yolculuğa çıkartılan kimse yedi kat semayı gezmeden burakın sırtından inmez. Ona veri­lenler ancak Rezzak’ı bilmesinden dolayı verilmiştir.

Bunlardan birisi de yetmişinci bölümden ziyarette ve kasıtta ah­din sırrıdır: Ziyaret kastı olmasaydı resuller gelmeyeceği gibi yollar hazırlanmazdı. Hâlbuki peygamberliğin ve peygamberin varlığı zo­runludur. Dolayısıyla bir yol olmalıdır. O akit ve ahit sahibidir. ‘Önce ve sonra emir Allah Teâlâ’ya aittir.’ el-Malik’in yanından gelen herkes, orada neyin bulunduğunu bildirmek maksadıyla gelmiştir. Orası meçhuldür, akla göre değildir, hatta bazı akıllar orayı imkânsız sayar. Nakilde de bulunmaz. Fakat aklın imkânsız saydığı şeyi nakil çürütür ve redde­der. Böylece (nakille birlikte) yerleşme yeri sabit olmuş, kaçış yeri, O’na doğru olmak üzere belirlenmiştir. ‘Hayır, sorumluluk yoktur! Karar yeri Rabbindir.’ Allah Teâlâ takip edecek kimseler için menasiki belir­lemiş, sana olan inayeti nedeniyle onları artırmıştır. Allah Teâlâ salik için tutulacak meslekleri ve yolları açıklamış, O’na doğru giden ve yönelen herkese şiarlarına ve yasaklarına saygıyı emretmiş, (kurban edilen) develeri ‘hilim sahibi ve vahlananlar’ nezdinde şiarlarından saymıştır. Bununla birlikte kurbanlarda dikkate alınan husus, bizzat sizsiniz. Bu durum ‘Onların etleri ve kanları Allah Teâlâ’ya ulaşmaz, sizden olan takva Allah Teâlâ’ya ulaşır’346 ayetinde belirtilir. Allah Teâlâ menasiki ancak sana dönük inayeti ve iltiması nedeniyle artırmıştır. Çünkü sana kendisini tanıma­yı ve sıfatlarıyla nitelenmeyi emretmiştir. Binaenaleyh Allah Teâlâ da vaadi­ni doğrulamak ve gerçekleştirmek üzere kulunu ‘ziyaret eder (hac ileyhi)’. Bü ziyarete de belirli bir menasik ve tanımlanmış hükümler koymuştur. Bu itibarla Allah Teâlâ ‘Bulunduğunuz her yerde O sizinle beraber­dir347 buyurur ki, bulunduğunuz her halde demektir. Nitekim sizin için ‘şeriat’ olarak belirlediği amellerde O’nunla olmazını emretmiştir. Bunun yanı sıra Allah Teâlâ (hac’da) çokluk içinde çokluktan birliğe dön­menizi temin etmek üzere taş atmanızı emretmiş, taş atmayı dört güne yerleştirmiştir. Bu sayede tamlık ve kemal derecisini elde etme­niz için (bünyenizde bulunan) her tabiat için bir gün tespit etmiş, bunları yetmişle sınırlamıştır; yetmiş iimmet-i Muhammed’in ömürle­rinin bitiminde altmıştan daha yaygın ve galip olan sayıdır. Allah Teâlâ onu on sayısındaki yediye yerleştirmiştir ki, yediyle çarpan kendisini bula­bilsin! Böylece yedi onun sahibi olmuştur. Taş atmayı Mina’daki üç yere yerleştirmiştir. Bu durum insan yaratışlındaki üç özelliğe işaret eder; akıl, duyu ve hayal! Bu sayede insan yaratılışı Mina’ya (aynı zamanda maksadına) ulaşır. Akıl ve duyu kendisini sınırlasa bile infial özeliğindeki hayal kendisini serbest kılar. Bu itibarla hayal surete en çok benzeyen şey olduğu gibi surelerden en büyüğü de kendisine aittir.      

Sonra Allah Teâlâ hacda saçları kesmeyi (halk) emreder; halkın (saçı kesmek; yaratılmış) gitmesiyle Hakk zuhur eder, (kesilen saç anlamın­daki şa’r ile şuur arasındaki ilişkiye işarede) bu zuhur mücmel bir şuurdur. Bilginin daha mücmel bir şekilde görünmesiyle ilk şuuru ortadan kaldırmıştır. Allah Teâlâ yakınlık bölünmesin ve ayrılma olmasın, parçalanma girmesin diye cem’ (toplanmak) üzere vakfeyi emretti. Vakfe ise Arafat’ta olmuştur, (Arafat ile marifet arasındaki ilişkiye atıfla) çünkü vakfe ve durmak, ancak marifette olabilir. Hacmin karşı­laştığı güçlük ve sıkıntılara karşılık olarak, oradan ayrılmak üzere Mina günlerini ‘sofra’ yapmıştır. İnsan yaratılışı itibarıyla ‘yoksuldur ve toza toprağa karışmıştır’. Bu nedenle ilk tavaf geliş tavafıyken küdûm tavafı da gelmekle ilgili olmuş, veda haccı heyetlerin ayrılma­sıyla ilgilidir.

Bunlardan birisi de yetmiş birinci bölümden gizli işleri ortaya çı­kartmak üzere kesirli sayıların sırrıdır: Kesirli sayı sayılandır, bilhassa da varlıkla nitelenirse ve tanımlanırsa böyledir. Sayı çokluğun birliği­ne sahiptir. O çokluğun sınırında durulacağı sonu yoktur. Kesirli sayıyla işlerin gizliliklerinin ortaya çıkartılması, varlığa giren ve bölü­nebilir olan ‘sayılan’ itibarıyla gerçekleşir. Bu da sayı derken anlaşılan sayının ta kendisidir. Onunla eşyadan münezzeh Allah Teâlâ hakkındaki gizli bilgiler ortaya çıkar. Bu itibarla O’nu bilmekten daha gizli bir şey yoktur, dikkatle incelersen bunun farkına varmalısın!

Varlıkta bulunan sayılanın kesirli sayının ta kendisi olduğunu söyledik, çünkü biz, sonsuz sayıdaki mümkünlerden sarf-ı nazar ettik ve onları zamanda yaratılmış olanlar (hadisler) diye ifade ettik. Bu kısım bütünden bir cüz ve parçadır; onda ihata bulunmadığı gibi sınırlama ve sayım da yoktur. Tümevarımda neye ulaşırsa ulaşsın, sayılan ve adet haline gelen kısım, mevcut olan iken aynı zamanda mevcut sayılan demektir.

Bunlardan birisi de yetmiş ikinci bölümden yüksek menzilden ge­ri dönmenin sırrıdır: Allah Teâlâ’ya doğru ve dürüstçe yönelmenin alamederinden birisi yaratıklardan kaçmak iken yaratıklardan kaçıştaki dürüst­lüğün alametlerinden birisi Hakkı bulmaktır. Hakkı tam anlamıyla bulmanın alametlerinden birisi ya irşat maksadıyla veya bizzat Hakkın kendisi olduğu için yaratıklara (halk) dönmektir. Bu itibarla dönen insan; halkı, bir açıdan Hakk bir açıdan halk diye isimlendirir. Nitekim ‘vecih (yüz)’ sahipleri böyle derler. Vecih beka özelliğine sahiptir. Çünkü vecih ulvilik özelliğine sahip zattır. En doğru sözde ve kelam­da şöyle bildirilmiştir: ‘Her şey helak olacaktır, O’nun vechi hariç!’348 Başka bir ayette şöyle denilir: ‘Onun üzerinde bulunan her şey fanidir, celal ve ikram sahibi rabbinin vechinden başka!’349 Fakat ayette geçen ‘onun üzerinde’ ve yanında bulunmakla ilgili bir sır vardır, şöyle ki: Her ‘her (şey)’ ifadesi geçtiği her bağlamda genellik bildirmez. Mesela bazı yerlerde sınırlama anlamında olabilir. Allah Teâlâ bereketsiz rüzgâr hakkında ‘Üzerine uğradığı her şeyi kuma çevirir350 der. Hâlbuki rüzgâr üzerinden geçmiş olsa bile geçtiği her yeri kuma çevirmemiş, üstün­den geçmiş olsa bile Allah Teâlâ rüzgâra o yerle ilgili böyle bir tesir gücü vermemiştir.                                                         .

Bunlardan birisi de yetmiş üçüncü bölümden sadırlarda gizli kal­mış sadır ilimlerinin sırrıdır: Kalpte inanılan ilah (ilah-ı mutekad) kalbe işaret ederken kalp de inançta sabit olanı bulur, çünkü ‘O’nun benzeri bir şey yoktur.’351 Gölgesi olmayanın nasıl aksi ve yansıması olabilir ki? Kalp sadırlardadır ve aynı zamanda dönmek-değişmek demektir, yoksa sudurun biri değildir. Biz katındaki hâzinelerde bu­lunmamamız itibarıyla Hakk’tan sudur ettik. Nitekim Allah Teâlâ bize öğ­retmiş ve biz de öğrendik. Bu sudur bazı işlerde olduğu gibi vürudun, yani gelişin öncelemediği bir sudurdur. ‘Sudur vüruddan sonradır’ diyenler ise varlığın hakikati hakkında bilgiye sahip değillerdir. Yok­lukta sabit olmasaydık kerem hâzinelerinin bizi ihata etmesi mümkün olmazdı. Demek ki bizim hakikatlerimiz yoklukta görülmeyen sabit bir şeyliğe sahiptir. ‘Zikredilen bir şey değildi352 ayeti buna işaret eder. Ayette kastedilen insanın henüz var olmak için emir almadığı halidir ve bu halde Allah Teâlâ onu hikmetli zikrinde ‘zikir’ kelimesiyle ifade etmiş­tir.        ,

Bunlardan birisi de yetmiş dördüncü bölümden cihattaki iyilik ve bozukluğun sırrıdır: Varlıkta bir suret bozulunca, onun bozulması suretlerinin zuhuru demektir. Binaenaleyh suretler sürekli fayda ve zarar halindedir. Cihat salah ve fesadı içerir. Çünkü cihat esnasında kelleler kesilir, duyu duyulur olandan ayrılır. Şehit hayattan ayrılmış olmak itibarıyla ölü gibidir ve bu nedenle malı miras haline gelir, eşiyle başka birisi evlenebilir. Gerçekte şehidin eşinden boş sayılması, hakimin haber alınamayan biriyle eşini ayırmasına benzer. Öyle biri hayatta olsa bile ulaşılamayacak kadar uzakta olduğunda -mezheplere görehakim kararıyla boş sayılır. İnsanların efendisinin şöyle dediği aktarılır: ‘Ne zarara uğrayın ne zarar verin!’ Bilindiği üzere, şehit toprak altına girse bile ebedilik yurdunda saadete nail olmuştur. Bu­nunla beraber toprağın altında bulunduğu için geri dönmesine veya bulunduğu yüksek mertebeden inmesine imkân olmasa bile yine de hayattadır ve rızıklanır. Fakat eşinin yanında değildir ve boşanma olmamıştır. Bu da ölülerin durumudur. Şehider ‘hayattadır, rablerinin katında rızıklanırlar, sevinirler.’353 Bizim açımızdan onlar ölmüşlerdir ve biz gördüğümüzü biliriz. ‘Herkes için niyet ettiği vardır.’ Biz gör­düğümüze göre hüküm veririz. Sen de duy ve yararlan!

Bunlardan birisi de yetmiş beşinci bölümden inadaşmayı terk et­menin (bazen) isabetliyi terk etmek demek olduğundaki sırdır: İnat­laşmayı terk -alışkanlık olarak değil iradi olarakHakka uymak anla­mına geldiği için en doğru ve gereldi davranıştır. İnatçı doğruluk oturağında oturunca, hiç kuşkusuz Haklcın mertebesinde bulunmuş demektir. Hakikat ehli bâtılı savunanlarla inadaşmazsa, onun iyiliği yerleşen bir hal değil, aksine atıl bir şeydir. Binaenaleyh bu durumda inatlaşmayı terk eden doğruluğu terk etmiş sayılır. İsim isimlendirile­nin aynı olmadığında, isimler birbirinin zıddı ve mukabili olur. Kud­ret eli onları perçemlerinden tutunca, korunanları kalelerinden çekip indirir ve kaleler bunu engelleyemez. Hakikati söyleyen insanın inat­laşması bazı yerlerde doğruluk anlamına gelirken bâtılı savunanın inatlaşması ise bozgunculuktur. Birincisi inatçı sayılmaz; sadece onun­la tartışılırsa o da ısrarla tartışır. Muhatabı susarsa o da susturulmuş kimse gibi olur. Susturulmuş kimse delilden yoksun olup delil arayan kimsedir. Allah Teâlâ için ayağa kalkmak ve mücadele etmek, çok vah eden ve cezalandırmaya gücü yettiği halde bağışlamayı seçen (Hz. İbra­him’in) niteliğiydi. Allah Teâlâ uğruna yaptığı mücadele olmasaydı, ateşe atılmaz veya göz önünde âdet aşılmazdı. Ateş yaratılmışların gözlerine göre ateş iken Hz. İbrahim için ‘serin ve esenlikliydi’. İbrahim onlara göre sabit ve sürekli bir azap içindeyken gerçekte nimet cennetindeydi. Nefesler onun üzerine eserken adeta bir hamamdaydı.

Bunlardan birisi de yetmiş altıncı bölümden topluluk içindeki yalnızlığın (halvet fi’l-celvet) sırrıdır: Varlıkta halvet ve yalnızlık söz konusu olamaz. Çünkü varlıkta her şey ya görendir veya görülendir. Sırların halvetinde el-Cebbar ile celvet hali varken bedenlerin halve­tinde ise ruhlar insana eşlik eder. Mutlaka insanın doldurduğu bir mekân vardır. Sen onu görmesen bile o mekân seni görür. Halvet izafede ve nispî olarak var olan bir şeydir. Bu nedenle de bir sebebin kendisinde bulunması gerekir ki bu da celvet demektir. Varlık sefer­deyken ve gözler seyre dalmış hareket ederken halvet nerede gerçekle­şecektir ki? insanlar bir yere yerleşmiş olsalar bile seferdedirler; dola­şıyor olsalar bile bir yere yerleşmiş sayılırlar. Tek başına yolculuk edersen şeytansm; bir arkadaşınla beraber yolculuk edersen ikiniz birlikte şeytansınız; bir arkadaş ve melekle beraber yolculuğa çıkarsa­nız şeytanın üzerinizde otoritesi olmaz. Bu itibarla üç uzaklıktan ya­kınlığa doğru bir intikal ve hareket demektir. Binaenaleyh madum veya mevcut her halvet ve yalnızlık müşahede edilen bir şey olmadığı kadar her celvet ve topluluk da övülür değildir.

Bunlardan birisi de yetmiş yedinci bölümden ‘celvet içindeki hal­vetin’ sırrıdır: Halvet doğruluk oturağında Hakk ile gerçekleşen celvet demektir. Şah damarından daha yakın olan Hakktan uzaklaşarak kul­lar nereye gidebilirler ki? Binaenaleyh halvet Allah Teâlâ’dan (yani O’ndan uzaldaşarak yalnızlık değil), O’nunla tek kalmak demektir. Bu itibarla O’nun her bir şeyde bir varlığı vardır ve bunun için muriak anlamda halvet imkânsızdır. Kim mutlak anlamda bir halvetin olabileceğini ileri sürerse onun hatası süratle ortaya çıkar. ‘Allah Teâlâ’nın gördüğünü bilmez mi?’354 Hal böyleyken halvet nerede kalmıştır? ‘Bak ne göreceksin?’355 Celveti talep etmek olmasaydı, kimse halvete girmezdi. Halvetin yeri çöl (ma’bede) iken halleri sınırlıdır. Celvet ise zatı gereği talep edilen ve ismiyle ve alametiyle görülen bir şeydir.

Bunlardan birisi de yetmiş sekizinci bölümden sahillerde yalnız yaşamanın ve uzlete çekilmenin sırrıdır. Sahillerde ve dağlarda uzlete çekilmek ve yalnız yaşamak Allah Teâlâ adamlarının niteliklerindendir. On­lar bu hali Allah Teâlâ’nın eserlerine bakıp Yaratan’a geçmek üzere (bir istid­lal yöntemi olarak) benimsemişlerdir. Allah Teâlâ dağları direkler yapmış, direklerle sallanan yeryüzü beşiğini sabit kılmıştır. Allah Teâlâ adamı dağla­rın zirvesine bakarak yüksek himmet ve en ulvi ve kutsî işleri talep etmeyi öğrenir. Memur olduğu Rabbine itaatte kararlı ve sabit olmayı ise dağların derinliğinden alır. Hakkın sırrındaki tecellisini dağın par­çalanmasından alır ve öğrenirken Allah Teâlâ’nın dini hakkındaki kuvveti ve gayretini dağların sağlamlığından ve gücünden alır. Hakkın teşvik ettiği şekilde hükmü altında bulunanlara karşı yumuşak davranmayı ve zaaf ve gevşeklik göstermeksizin şefkat etmeyi, dağların beklenen gün için ‘atılmış pamuk haline gelmeleri’ ve dönüşebilmelerinden öğrenir. Allah Teâlâ adamı denizlerden genişliği alır ve ahlakına uygular. Bunun yanı sıra rüzgârların tesiri karşısındaki edilgenliklerini ve kabiliyederini alır; rüzgârlar nefis kokularıyla denizleri dalgalandırırken onlara tesir ederler. Binaenaleyh Allah Teâlâ adamı her İlâhî ismin hükmü karşısında o isim hakkındaki bilgisi ve marifetine göre hareket eder. Onun karşı­sında İlâhî isimler denizin karşısındaki hava mesabesindedir. İsimler onu sakinleştirdiğinde sakinleşir ve bilir ki ‘sakinleşen şey Allah Teâlâ’ya ait­tir.’ Allah Teâlâ hüviyeti bakımından zarar ve fayda denilen şeyleri kendinde toplayandır, çünkü ez-Zarr ve en-Nafi’dir. Allah Teâlâ adamı mücahe hali için denizlerin tutuşmasını dikkate alır. Denizlerin tutuşmasının bir yönü de onların yanmalarıdır. Bu ve benzeri nedenlerle Allah Teâlâ adamı sahillerde ve dağlarda uzlete çekilir.

Bunlardan birisi de yetmiş dokuzuncu bölümden aile ve malı yö­netmekle beraber uzlete çekilmenin sırrıdır: Cisimlerle uzlet etmek bir vehim iken manayla uzlet manayı sevene aittir. Bir şey teşbihsiz bir şekilde Hakk’tan uzak kalabilseydi, ‘Her nereye yönelirseniz, Allah Teâlâ’nın vechi oradadır356 ayeti doğru olmazdı. Hâlbuki bu ayet doğrudur ve hakikattir. Malını ve ailesini idare etmek üzere uzlete çekilen herkes Allah Teâlâ adamıdır ve ailesi ve malındaki her işinde O’nunla beraberdir. Temizlenmenin terkte olduğunu ileri süren kişi bir iftiracıyken yalnız kalmak üzere uzlete çekilen insan kutsiyetindeki şanına layık veçhile Rabbiyle beraber değildir. Böyle biri aklıyla duyusunu ayırt edemeye­ceği gibi bulunduğu yerde içinden talep etmesinden daha çok Hakkı talep etmez.

Bunlardan birisi sekseninci bölümden de kendi yurdunda karar kılmanın ve yerleşmenin sırrıdır: Yaratılmış için karar kılmak ve bir yere yerleşmek, Hakkın istiva etmesine benzer. Bilmelisin ki, komşu­luk bir yere yerleşmekle mümkün ve geçerliyken komşu da bir yere yerleşmiş olmalıdır. Kemal sahibi olduğuna şahitlik edilmiş arife ka­dın şöyle der: ‘Benim için senin katında bir ev inşa eyle!’357 Orası arzula­rın gerçekleştiği yerdir. Hz. Asiye önce komşuyu, ardından evi zik­retmiştir, çünkü komşuluğun evle birlikte olabileceğini biliyordu. Arş cennetin çarşısı ve istivanın gerçekleştiği yerdir. Cennetin dibi de belaların yeri olan cehennemin çatısıdır. Cehennem üzerinde cennet ibret gözüyle bakabilenler içinateş üzerindeki kazana benzer. Gerçek ye kâmil adam, kendi menzilinde evine yerleşebilen kimsedir. Allah Teâlâ’nın ihsanlarının yaygınlığını ve genelliğini bilen kimse karar kılar ve yerle­şir. Binaenaleyh insana bir menzil ve ev gereklidir. Bu itibarla ilk menzil ve evinden uzaklaşan olmaman gerekir! İnsanın ilk menzili ve evi Yaratan’ın kendisine dair bilgisidir. Ondan ayrılsan bile hem ayrı­lırken ve hem de yolculuk sürecinde o menzilde bulunursun. Dilersen rahat et dilersen yorul! Her durumda O’nun bilgisinde halden Hakk geçersin. Hz. Musa kendisiyle ancak ölümle karşılaşacağını biliyorken rabbinden kaçmış değildi. Onun kaçış sebebi, evinde kalınca Allah Teâlâ hakkındaki marifetinin artacağını bilmesiydi. Binaenaleyh onun kaçışı, karar kılmak ve yerleşmek demekti.

Bunlardan birisi de seksen birinci bölümden vatanlardan uzak­laşmak ve kardeşlerden ayrılmanın sırrıdır: insanın duyuları onun vatanıyken güçleri kardeşleridir. Vatanları oraya yerleşene (Hakk) ver, kardeşlerini de Rahman vasıtasıyla terk etmelisin. Allah Teâlâ ‘Beni göğüm ve yerim sığdıramadı, takva sahibi ve temiz mümin kulumun kalbi sığdırdı’ kutsi hadisinde belirttiği üzere ‘vatana yerleşendir’. Allah Teâlâ temiz ve saf bir yere yerleşebilir. Kutsi hadiste ‘Ben kulumun görme ve duyma (gücü) olurum’ denilir. Hakkın hüviyeti düşünen ve ibret alanlar için kulun güçleridir. Bu sayede arif, vatandan uzaklaşmanın anlamını öğrenir. Öğrenenin de kardeşlerini terk etmesi gerekir. Allah Teâlâ ile yaratılmış nasıl bir arada olabilir? Bütün hallerinde Allah Teâlâ ile bera­ber ol ki işinin sonu övülebilsin! Toplayıcı-kuşatıcı olduğunu öğren­dikten sonra, didişmekten ve itirazdan sakınmalısın. Zaten ayrışma mevcut olduğu kadar gözlerinle gördüğün de odur.

Bunlardan birisi de seksen ikinci bölümden imtihanlardan ve sı­kıntılardan dolayı delirmenin (cünûn) sırrıdır: Cünûn yönlendiricidir. En güçlüleri ihsanlar iken en zayıfları marifetlerdir. Bir marufu olan marufu müşahede eder; kim cennetinin (delirmek anlamındaki cünunun ikinci anlamı olan gizlenmek ile cennet arasındaki bağa işarede) ardında gizlenirse, cinnetinde cennetini müşahede eder. En büyük bela ve sıkıntı fitnelerin vukuudur. Allah Teâlâ adamlarına göre mal ve ev­lattan daha büyük fitne yoktur. Çocuk insanı cahil kılan, cimri ve korkak yapan bir fitnedir. Mala gelirsek onu her bakımdan sahibine terk etmelisin! İnsanı malı elde ederse helak olur, elinde tutarsa mal sahibini helak eder; cömertlikte kullanırsa mal elinden çıkar. Cimriyi cimrilik kmarken cömerde ise israf zarar verir. İnsan kokuşmuş bir nutfeden yaratılırken gerçekte ihtiyaç ve yoksulluk özelliğinde yara­tılmıştır. Züheyr b. Ebi Selma şöyle der: ‘Kadehin uçlarına asi olanın aileye itaati kaçınılmazdır.’

Kadehin etrafına asi olan hiç kuşkusuz İhtiyaçlara itaat eder, bütünüyle yok olmayı seçer

Fitnelere maruz kalan insan hiç kuşkusuz imtihanlardan büyük pay ve nasip alır. Delille ancak iddia sahibi imtihan edilirken iddia eden hiç kuşkusuz kendisini imtihana maruz bırakmıştır. ‘Kullarıma benim Gafur ve Rahim olduğumu bildir.358 Biz de hatalardaki cüreti dile getirdik. ‘Benim azabım elim bir azaptır.’359 Kötülükler ve sıkıntılar, belaların gelmesine engeldir. İbn Seyyid el-Batelyusî -Allah Teâlâ kendisin­den razı olsun-bir şiirinde şöyle der:

llah’tan umut ederim ve korkarım Sırat-ı müstakim bu demek bilirim

Rabbin Hicr suresinde buyurdu:

İlah Kerim’dir

Kullarıma bildir dedi: Ben Gafur ve Rahim’im

Ekledi: Benim azabım En acı azap

Bu nedenle kalp dolanır durur Umut ile korku arasında

Bunlardan birisi de seksen üçüncü bölümden perde, perdedar ve kapının ardında durmanın sırrıdır: Perde perdedar bir rahmet iken delil tecellileri yakmak demektir. Bu itibarla perde tecellinin intikamı­dır. Burhan derekelerde bulunanlara gelmemiştir. Kapı ardında bulu­nana ulaşmayı, onun nezdinde durmayı ve yerleşmeyi imkânsız Hakk getirmezse, kapının ardında durmak bir perde değildir. Ardındakine ulaşmayı mümkün kılan bir kapı talep edilenin ta kendisidir, çünkü sevilen odur. Yanına ulaştığında ise önünde durursun; kim ona yar­dım ederse, kendisini müşahede eder.

Bunlardan birisi de seksen dördüncü bölümden hadler ve akitle­rin sırrıdır: Hadler sınırlanmışı ve tanımlanmışı izhar ederken akitler akdedileni gizler. Rabde ve kulda akit ve sınırdan başka bir şey yok­tur. Hakkın smırı ve haddi ‘O’nun benzeri bir şey yoktur’360 ifadesinde belirtilirken (bu özelliğiyle kuldan) ayrışır. Kulun smırı ve haddi göl­gede ve yansımada tebarüz eder. Bilinmeyen sınır-tanım akıldayken mevcut sınır-tanım görülür. İlahi sınırlar-hadler; Ama, istiva etmek, inmek ve beraberlik şeklinde çeşitlenmiş, (varlık anlamında) iş sınırlanamamış ve idrak edilememiş, bunun için de âlem O’nun hakkında hayrete ve başarısızlığa düşmüştür. Kim işi O’na havale ederse selame­te ererken kim iman ederse daha çok güvende olur.

Bunlardan birisi de seksen beşinci bölümden belalardaki takvanın sırrıdır: Takvada yükselmek -beka yurdunda değilfena yurdu olan dünyada gerçekleşir. Teklif diyarı olan dünya hayatında her işinde takva sahibi olan insan göçerken kemal derecesini elde eder. Bu iş bir imtihandır ve imtihanda takva vesilesiyle yardım talep etmelisin. Tak­va ancak Allah Teâlâ’nın yardımıyla mümkün olurken sadece Allah Teâlâ’nın karşı­sında takva sahibi olmak mümkündür. O’ndan sakınmak gerekirken zarardan O’nun vasıtasıyla sakınılır. Kurtuluş ve necat yolumuz kabul ettiğimiz Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’dan Allah Teâlâ’ya sığınmıştır: O’na sığınılır ve O’ndan sığınılır! Demek ki hastalık da ilaç da sensin! Düşmanları hastalıklara teşvik eden de sensin. Takva sahibinin hükmü iki toplulu­ğun karşılaştığı karşılaşma gününde ortaya çıkar. Orada suret itibarıy­la iki grup bir araya gelir, çünkü söz konusu olan genel halifeliktir. Bu halifeliğin sırrı ise büyük imtihan günü ortaya çıkar. Niçin gruplardan birisi kurtulurken öteki kurtulamaz? Binaenaleyh zorbalar da nebiler de yeryüzünde halifedir.

Bunlardan birisi de seksen altıncı bölümden yaratıklardaki hü­kümlerin sırrıdır: Uykulardaki hükümler yaratıklardan kaynaklanırken ayakta duranlardaki hüküm uykudan ortaya çıkar. Hikmetler olma­saydı hükümler ortaya çıkmayacağı gibi intikam nimetten ayrışmazdı. Hükümler konulmamış olsaydı kimse uykudan haz almayacağı gibi âlemde hiçbir imam görevlendirilmezdi. Binaenaleyh âlemdeki nizam hüküm vasıtasıyla kurulmuş, nizam gerçekleşmiş, âlem birbirine bağ­lanmış, nefislerdeki güven ve emniyet temin edilmiş, bu hakim güven ise duyulura geçmiş ve taşmıştir. Böylelikle şehirlere göçler gerçek­leşmiş, yolculuğa çıkan insan ailesi ve malı hakkında bu sayede gü­vende olabilmiştir. Bu güven, şeriat tarafından bildirilmemiş olsa bile, akıl tarafından ortaya konulmuş hükümlerin neticesidir. Binaenaleyh her durumda can güvenliğini sağlayan bir kanun olmalıdır. Kanunla­rın en üstünü şeriatlar iken ona uyanlar kurtuluşa erer.

Bunlardan birisi de seksen yedinci bölümden farz ve nafilelerdeki doğan ve batanın ne olduğudur: Senden doğup sana battığında, Allah Teâlâ hakkındaki bu kadar bilgi kâfidir. Binaenaleyh Allah Teâlâ doğarken zuhur eden ez-Zahir batarken gizlenen el-Bâtın’dır. Saadet ve bilgiye ulaş­mak istersen O’nun sözünün sınırinda durmalısın! Hz. İbrahim (a.s.) batışı sevmemişti, çünkü onu aşağı doğru inerken görmüş, hâlbuki kendi himmeti yaklaşmak talebiyle yukarı yönelmişti. O zatı gereği aşağı inerken hakikatiyle de kaybolur ve batar. Yıldızın batışı hariçten olunca Hz. İbrahim yıldızı kaybetmemek için miraçlara muhtaç kal­mıştı. Bu miraçlar sayesinde artık batmak, bilgiyle arasında bir perde­ye dönüşmez. Miraç bir yolculuktur. Hâlbuki Hz. İbrahim bu işte intikal ve yer değiştirme olmadığını biliyordu. İstiva ederken veya etmeden, bütün mekânların Allah Teâlâ’ya yakınlığı birdir. Allah Teâlâ nafile iba­detlerde senin kendin olduğunu bildirmişken farz ibadetlerle de senin O’nun aynı olmanı sağlamıştır. Allah Teâlâ farzlarda seni seninle görürken nafile ibadetlerin sağladığı yakınlıkta sen O’nunla görürsün. Demek ki bu iş -birbirinin yerini almak üzeredevridir.           

O senden değildir sen O’ndansın

Sen O’ndansm, O’ndan değilsin sen

Bunlardan birisi de seksen sekizinci bölümden her tarzıyla kuşku­dan uzaklaşmanın sırrıdır: Şüphenin hakikati, her yön ve cihete dönük bir yönünün bulunmasıdır. Bir şey kendi hakikatinden ayrılmayacağı gibi yolunun dışına da çıkmaz. Herhangi bir varlık hakikatinden çıksa, bilgi ortadan kalkar ve idrak gözü körelir, hükümler anlamsız Hakk gelir, azaba güvenmek söz konusu olmaz. Benzerlik ve müteşabih, bilen ve hüküm veren için, hüküm sahibidir. Kim sana benzerse sen de ona benzersin; kim sana kızarsa sen de ona kızarsın. ‘Herkesin bir yönü vardır ve ona yönelir.’ Senin ve başka birinin (aynı anda) kendi­sine yöneldiği bir şüphe yoktur. Alem tahalli nedeniyle bir şüpheyken sen de tecellide kendisine benzersin. Ona bakarken üzerine gelen su­retlerdeki değişmelere bakınız! Hatta Hakk suretlerde başkalaşır. Hak­kın kendisi ‘başka’dan münezzeh olacak kadar yücedir. Bu itibarla hepsi bir hakikattir ve ihtilaf ve farklılık diye bir şey yoktur. Sayı da yoktur ki bir araya gelmek söz konusu olabilsin! Demek ki kuşkunun hakikati kuşkunun ve benzerliğin kendindedir.

Bunlardan birisi de seksen dokuzuncu bölümden arzu duyulan­larda şehvet ve arzuları elde etmenin sırrıdır: Şehvetten kurtulmak ve ondan soyudanmak mümkün değildir, çünkü şehvet, dünyevi yaratılı­şın hakikatinden kaynaklanır. Arzu nesnelerine yönelmek, bütün yön­lere yönelmek demektir. Âlemin İlâhî surette yaratılmış olmasında şaşılacak bir durum yoktur. Şaşılacak olan onu surette berzah olarak görmektir. Berzah iki uç arasındadır. Hâlbuki iki hakikatten başka bir şey yoktur: Sen ve senin kendisinden var olduğun (Hakk)! Her şey O’ndandır. Bizce berzah dıştaki varlıkta meydana gelebilir, çünkü berzah, madum-sabit hakikatler ile dış varlık arasında bulunur. Bu yüce ve zirve makamı dikkate alan ve ona riayet eden, âlemin varlık halinde bir berzah olduğunu öğrenir. Âlem varlıktan kalkmış olsaydı, tanımlanmış ye sınırlanmış berzah da kalkmış olurdu. Misiler nedeniy­le işlerin benzeşmesi, yoğun cisimlerin gölgeler sayesinde benzeşmesi gibidir. ‘Göklerde ve yerdeki her şey isteyerek veya zorla Allah Teâlâ’ya secde eder.’361 Onların gölgeleri akşam ve sabah değişir.

Bunlardan birisi de doksanıncı bölümden Allah Teâlâ adamlarının helali terk ederken tercih ettikleri tavrın sırrıdır: Haram bir şey helalde bu­lunduğunda gerçekte helal, helal ise haramda bulunduğunda haram­dır. Allah Teâlâ adamları helali ancak hükümler altına girmesi nedeniyle terk etmiş, bedenlerini ayakta tutmakta zorunlu kısmıyla yetinmişlerdir. Helal belli olduğu gibi haram da bellidir! Onların arasında bulunan ise her ikisini belirleyendir. ‘Ara’ kalksaydı, hükümler de varlıklarını yitirirdi. Binaenaleyh ilkeleri iyice incelediğinde, (görürsün ki): Zahit­lik ancak nimetin fazla kısmıyla ilgili olabilir. Muhtaç olunan kısım ise (bedenin ayakta durması için) kendisine dayanılan kısımdır ve ondan uzak kalmak doğru değildir. Bu itibarla muvahhidin gıdası birlerde iken varlık mevcut ile, tanım tanımlananla, sayı sayılanla, müşahede müşahede edilenle beslenir (her biri ötekinin gıdasıdır). Demek ki sebep kalkmayacağı gibi nispeder de yok sayılamaz.

Bunlardan birisi de doksan birinci bölümden mubahlardan uzak­laşmayı benimsemeyenlerin sırrıdır: iyilik mubahlardan uzaklaşmak demek değildir. Senin gıdan mubahta bulunurken seni besleyen de hükümlerden olan payındır. Hâlbuki insanlar mubahtan bihaberdir. Mubaha verilecek bir sevap olmadığı gibi onun günahı da yoktur. Bununla beraber mubahın mubah olduğuna iman edenden ecrin dü­şürüldüğüne dair bir hüküm bilmiyoruz. Ecirler ortadan kalkmış ol­saydı, işler birbirine karışırdı; işlerin birbirine karışacağı bir durum yoktur. Gerçeği ara, umutsuz olma, yoksa iflas edersin! Varlıkta bir karışıklık geçerli olsaydı, suret itibarıyla dün ile yarın arasında karışık­lık olabilirdi. Kulların yeniden yaratma hakkında kuşku içinde olmala­rından söz edilmiştir. Fakat bu durum gözü keskin olan için geçerli bir iş değildir. Perde kalktığında ve ikramlar geldiğinde, duyular ser­best kalır, karışıklık ve belirsizlik kalkarak nassın gerçek anlamı ortaya çıkar, araştırma ve inceleme biter. Binaenaleyh mubah insan için en yetkin dini hüküm olduğu kadar bütün hayvanlar da bu hüküm üze­rinde bulunur. Bakınız! Hayvanlar uyku ve uyanıklıkta tam bir keşif halinde değiller midir? Bununla beraber üzerinde bulundukları açıklık halini gizlerler ve ifade etmezler.

Bunlardan birisi de doksan ikinci bölümden perdenin kalkmasıyla gerçekleşen ihsanın sırrıdır: Alemdeki her parça, değerli ve değersiz olana muhtaçtır. Bu itibarla her şey nimetin kuludur. Nimet veren ise verdiği nedeniyle intikam almayacağı hususunda emniyet verir. Bu itibarla her birisi ilâhî ikram ve rabbani cömerdiğin kapısını çalar. Bir kısmı için perdenin kalkması ikramın kendisiyken bir kısmı için per­denin geride kalması ikramdır. İnsanların bir kısmının gözleri doğru­yu görürken bir kısmı yarasa gözlüdür. Çünkü iş izafi olduğu kadar eşya hakkındaki hüküm de nispi olarak verilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in Rabbini görmek hakkında söylediği ‘Nuranîdir, nasıl göreyim!’ sözü nerede, Rabbin görülmesi hakkında söylediği ‘Rabbinizi dolunay gecesinde ayı gördüğünüz gibi göreceksiniz’ demesi nerede! Görülen O’ndan başkası değildir. İkinci hadiste Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’yı görebi­leceğimizi söylemiş, O’nun hakkındaki bilgisi nedeniyle kendisinin göremeyeceğini belirtmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘biz göreceğiz’ dememiş­tir. Burada saklı bir sır vardır.

Bu konulardan birisi de doksan üçüncü bölümden susmayı yeğ­lemek ve evlere çekilmenin sırrıdır: Susmak abdalın (ebdal; bedeller) süsüyken evlere çekilmek de bir tür halvet ve uzlettir. Susmak imkân­sızdır ve her durumda konuşmak zorunludur. Bununla birlikte beya­nın varlığı dilin hareketine bağlı değildir. Hal dili (söze göre) daha fasih ve açıklayıcıyken sahibinin nefsinde bulunanı beyandaki terazisi daha üstündür. Bu yorumla evlere çekilmek, Hakkın diliyle konuşmak anlamına gelir. Kim susarsa (muhatabını) tekdir etmiş sayılır! Bazen dilsiz sayılır, zil sesi onun yerini alır. Bu durumda hali bilinmese bile, sırrı ortaya çıkar, insanlar arasında konuşulan biri haline gelir, insanlar onun hakkında kuşkuya kapılır, hakkında ileri geri sözler söylenir, hakkında yorumlar yapılır. Böylece insan susmakla dillerin kapılarını açmış olurken kendisi evdeyken her tarafta kendisinden söz edildiği için bütün mekânları doldurur, konuşulan biri haline gelir. Bu duru­mun yanı sıra susmak ve evlere kapanmakla insan İlâhî olmayan bir nitelik kazanmamış olsaydı, insan mahiyeti onu imkânsız saymazdı. Çünkü insanın tarifi nutk sahibi olmak, yani konuşmaktır. Hal böyleyken insan bu özelliği nasıl yitirebilir ki?

Bunlardan birisi de doksan dördüncü bölümden sözdeki uzunlu­ğun sırrıdır: Sözün uzunluğunun yegâne sebebi inşa ve ifşayı tercih edip mülkü tahkik ve onda fazlalığı bildirse -ki söz tekvin ve tayin demektirya da gerçeği olduğu hal üzere beyan etmek amacı taşısa, nasıl terk edilir ve ona bakılmaz ki? Hz. Musa’nın kıymeti kendisine nispet edilen kelamla ilgiliydi. Kelam sayesinde âlem var oldu ve en yetkin tarzda ve surette ortaya çıktı. Her söz söyleyenin hakikatine göre değerlendirilir. Bazı sözler sürekliyken bazı sözler yok olucu, bazı sözler harfle söylenir; sözün anlamı karşısında harf zarf gibidir. Bazı sözler ise harfsizdir ve yiter gider. İşin esasını açıklamış olduk.

Bu konulardan birisi de doksan beşinci bölümden daha fazla ih­san ve lütuf elde etmek üzere gece ibadetlerini yapmanın sırrıdır: Cisimlerin bilfiil varlığını gerektiren isim zü’l-celal ve’l-ikram ismidir. Bu itibarla celal ve ikram ilişkisi ‘elif harfinin ‘lam’ harfiyle ilişkisine benzer. Celal teşbihten tenzih iken teşbihin kendisinden olumsuzlan­ması esnasında teşbihin ta kendisine işaret eder. Allah Teâlâ ‘O’nun benzeri bir şey yoktur362 der. Bununla beraber gölgesi ve aksi vardır. Allah Teâlâ gölgeyi benzersiz bir misil ve faslı olmayan bir ayrım yapmıştır. Bu yaratılışın gecesi, tabiî cisimlerden ibaretken gündüzü de cisme üf­lenmiş aklî ruhtur. Ruhun üflenmesiyle birlikte beden, en keremli ahlakı kabul etmek üzere, en uygun ve mutedil fitile dönüşmüştür. Gizli lütuflar ve nicelikten münezzeh bol ihsanlar ona mahsustur. Kapının açılmasıyla hesapsız ikramlar ona verilir. İnsan yaratılışı bü­tün olarak bir geceyken son üçte birlik kısmında en büyük ihsanı ken­disine vermek üzere İlâhî tenezzül gerçekleşir. ‘Son üçte bir’, sebatkârlık, derinleşme ve diğer üçte ikiye göre üstünlük ve yücelik sahibi olan üflenmiş ruhtan başka bir şey değildir. Buna mukabil ilk üçte bir in­sanın topraktan olan bedeniyken ikinci üçte bir onun hayvanî ruhu­dur. İnsan son üçte birlik kısmı sayesinde insan olabilmiş, diğerleri onun yardımcısı olmuştur.

Bu konulardan birisi de doksan altıncı bölümden sufı kavminin uyku düşkünlüklerinin sırrıdır: Hayal kemalin ta kendisidir. Hayal olmasaydı insan diğer canlılardan üstün olamazdı. İnsan hayal gücü sayesinde koşuşturur, başarıya erer, iftihar eder, nimetlenir vs. ‘Ken­dimi tenzih ederim’, ‘Ben Hakkım’ diyen hayal gücü sayesinde bu sözleri söylemiştir. Bu güç sayesinde (Hz. İbrahim) ‘hilim sahibi ve çok ah eden’ biri olabilmiştir. Hayal gücü dağıtma özelliğine sahip olduğu kadar birbirine zıt nitelik ve hükümleri bir araya getirmek de hayal gücünün özelliğidir. Hayal gücü -mezheplerin tasniflerine göreimkânsız ve zorunlu üzerinde dilediği şekilde hüküm verir, her ikisin­de de âdeti aşar ve onları şehadet âlemine katarak bakanın göreceği şekilde bedenleştirir, birinciyi ötekinin hükmüne sokar. Bununla be­raber hayalin kendisi bir halde karar kılmaz ve sürekli halden Hakk geçer. Rahman suresinde zikredilen ‘O her gün bir iştedir363 ayeti ona mahsustur. Ayetin devamında ‘Rabbinizin hangi nimetini yalanlarsınız5364 denilir. Rabbimizin nimetlerinden hiç birini yalanlamayız! Çünkü biz de O’nun nimetleri arasmdayız.   .

Bunlardan birisi de doksan yedinci bölümden zarardan çekinmek maksadıyla kaderden uzak durmanın sırrıdır: Kaderin sırrı müessir, tesir edilen ve eser arasında Hakkın vasıta olması demektir. Bu sayede eser Hakka nispet edilirken Hakk da onu (İlâhî ilimde) olduğu hal üzere yaratmıştır. Allah Teâlâ’nın o şey hakkında başka bir hükmü yoktur; sadece (İlâhî ilimde) bulunduğu halde kendisine verdiği bilgiye göre hüküm vermiştir. Başka bir ifadeyle söz konusu şey, kendisi hakkında zatında Allah Teâlâ’ya bilgi verdiği gibi bütün halleri, özellikleri ve isimleri hakkında da bilgi veren odur. Mevcuda mahsus olan ise varlık ve mü­şahede vermektir. Bunlar nispederdir, dışta var olan şeyler değillerdir; aynı zamanda bunlar -olgular ve varlıklar değiltekvinlerdir. Hakikat ise tektir, ilave bir şey değildir. Şe’n de birdir. Kader sırrının bir yönü, âlemin Hakkın duyma ve görme (gücü) olmasıdır. Bu bilgiyi kazandı­ran din ve vahiy tarafından belirlenmiş farz ibadetleri yerine getir­mekken buna mukabil nafile ibadeder Hakkın senin görme ve duyma (gücün) olmasını sağlar. Nazari düşüncenin sana izhar ettiğini iyi öğrenmelisin! Onu bilirsen, hüküm verirsin, nispet edersin ve ortaya koyarsın. Bununla beraber sen yine de sen kalırsın. Öyle bir bilgi sahibi hiçbir zaman ‘Ben Allah Teâlâ’m’ demez. Nasıl söyleyebilir ki? Onun söyleyebileceği söz şudur: ‘Her durumda bir kulum, Allah Teâlâ ihsan ede­rek beni yaratmış, kendisi ise Müteal'dir.’

Bunlardan birisi de doksan sekizinci bölümden emniyetin iman­dan olmasının sırrıdır: İman kardeşliği emniyet kazandırır. İman be­reket demektir ve mahrumiyeti götürür. Akıllı iseniz, eman/emniyet bulduktan sonra nefisleri korkutmayınız! Emin kimseler iseniz, ye­minlerinizi aranızda bir kazanç kapısına çevirmeyiniz. İman, İslam ile ihsan arasındaki berzahtır. Bu itibarla iman cisimler âleminin talep ettiği hususları İslam’dan kazanırken ihsan sahibinin müşahede ettikle­rini ihsandan elde eder. Her kim iman ederse, hiç kuşkusuz, Müslü­man olmuş ve aynı zamanda ihsan sahibi (Allah Teâlâ’yı görür gibi ibadet eden biri) olmuştur. İki ucu birleştiren, iki iyiliği elde etmiş demektir. İman vasıtasıyla seninle Rahman arasındaki nispet kurulur ve sabit olur. O seninle ve senin için el-Mümin’dir; arzuna aykırı bir işe seni yerleştirse bile böyledir. Sakınmayı gerektiren İlâhî isimler olmasaydı, emniyetin anlamı olmazdı. Allah Teâlâ’nın isimleri en yüce isimlendirilene delalet etmeleri nedeniyle ‘hüsna’, yani güzel diye sınırlanmışlardır. Buna mukabil bilgili insan onların yapılarındaki farklılıklara, anlamla­rındaki değişikliklere bakar: İsimler hangi durumda birleşir ve hangi özellikle ayrışırlar? İman kardeşliği sayesinde varislik gerçekleşir. Sen nesep ve kan bağı kardeşliği hakkında üzülme, onu çoğaltmaya çalış­ma! Mümin müminin kardeşidir, onu başkasına bırakmaz. Mümin geride ne bırakırsa, öteki mümin kardeşi onu alır. İman ile ihsan iki kardeş iken İslam onların arasında rabıta ve bağdır. Gerçeği karıştır­ma! İslam doğru yol iken iman değerli ve büyük bir ahlaktır. İhsan Kadim’i müşahede etmektir. İhsan olmasaydı insanın sureti bilinmez­di, çünkü iman taklit demek iken bilgi gören ve görülendedir. İnkıyat, yani boyun eğmek hakkıyla yapılınca, onun alameti âdetin aşılması olur. Mümin bir sıkıntı vermeyeceğinden komşusunun emin olduğu kimsedir. İhsan sahibi ise bütün ilgilerini koparmış kişidir. Müslüman engellerini tahkik edip onları gayesine ulaşmak üzere yol edinen kim­sedir. Bu yollarda Müslüman en doğru yolu tutarak tevile kalkışmaz. Böylelikle ‘en güzel sözde, gölgelikler içerisindeki bir hayatta Sidre altında’ yaşar. Pek çok meyve vardır, ne biterler, ne yasaklanırlar. Onlar yükseltilmiş döşeklerde uzanmışlardır.

Bunlardan birisi de doksan dokuzuncu bölümden ecelin bitimli olmasına rağmen emelin devam etmesinin sırrıdır: Kim emellere mey­lederse, ecelleri onu mahrum bırakır. Allah Teâlâ’nın öyle adamları vardır Ki, kendilerine ihsan ettiği bilgi onların gelecekle ilgilenmelerini bir yana bırakmalarını sağlamıştır. Allah Teâlâ hakkındaki korku ve endişeleri onları ‘-cek, -cak’ demekten uzaklaştırmıştır. Onlar sürekli şimdiki andaki görevlerini yerine getirirken geçmiş veya gelecek zamanla bilgileri ve meşguliyetleri kalmamıştır. Emel sahibi her şeyin belli bir süreye doğ­ru akıp gittiğini bilirse, ameli için gayretini harcar. Vakit tamam olup sayı bitip süre tamamlandığında, elçi gelir ve davetçi yolun başında durursa, kendisini Hakta gizleyip fenaya eren kişi maksadına erer. İlk Sebep’te emel bulunmadığı gibi emel ezelin niteliklerinden birisi de değildir. Bunun nedeni orada kendisinden bir şey umulacak kimsenin bulunmayışıdır. Çünkü Allah Teâlâ her şeyi müşahede ederken her şey O’nun için mevcuttur. Bir şey ancak kendisi bakımından var olma­makla nitelenebilir. Dolayısıyla orada emelin ilişeceği bir konu olma­dığı gibi ortaya çıkabileceği hakikati de olmamıştır. İnsan-ı kâmil İlâhî surette yaratılmıştır. Hal böyleyken nasıl olur da emel sahibi olmakla nitelensin? Emelin ezelde bir sureti yok ki?

Alimlerin habersiz kalıp filozofların da vakıf olmadığı sırra dikka­tini çekmiş olduk. Sözün tafsilatından cevaba kulak vermelisin! Bilme­lisin ki, ‘Allah Teâlâ vardı’ ve kendisi olmak bakımından ‘O'nunla beraber bir şey yoktu’. O varoluşta başka bir yaratılmışın varlığı yoktu. Bu­nunla birlikte el-Alim’in bilgisi Kadim’den ayrı bir hâdisin bulundu­ğunu biliyordu. O hâdisin dış varlığı ise sonradan gerçekleşir. Bu sonralık, zamanın zamandan sonra gelmesindeki gibi belirli bir za­manda olmaksızın gerçekleşir. Akılla bilinen kader budur. Vehimler onu zapt eder ve idrak ederken akıllar imkânsız sayar. Bu itibarla akıllar Birinci Sebep’te bir emelin bulunabileceğini imkânsız sayar. O eceli zaman içinde yaratmış olandır. el-Evvel ismi el-Ahir ismiyle amelin gecikmesiyle birlikte emelin kendisi olarak izhar etmiş, onun dıştaki varlığında bilgi hüküm vermiş, onu irade ederek şöyle demiş­tir: ‘Ol!’365 Bu sözle birlikte o şey olmuş, dıştaki varlıklar ortaya çık­mıştır. İrade halindeyken (İlâhî ilimdeki) hakikat dışta bulunmakla nitelenmiş değildir. Dikkatle düşünüp aklını meseleye verenin anlaya­cağı üzere, emeli var eden iradedir.

Bunlardan birisi de yüzüncü bölümden duaya icabetin ikrama rağbetin olmadığının sırrıdır: Hakk seni kendisine çağırınca, O’nun yanında bulunanlara rağbet etmemelisin! Sen O’nun katindakiler nedeniyle icabet edersen, helak olmuşsun demektir. Böyle bir durum­da icabet ettiğin şeye ait olur, hata etmiş sayılırsın. Tamahkârlık seni köle yapmış, boyunduruğunu boynuna geçirmiştir. Hâlbuki Allah Teâlâ’nın sana hakkını ödeyeceğini ve vereceğini bilirsin. Kim Allah Teâlâ’dan başka­sına kulluk ederse, arzu gücü olan hevadan başkasına kulluk etmemiş, düşman onu hidayet yolundan uzaklaştırmıştır. Telbiye (lebbeyk sözü, buyur!), tevliye, yani teslim olmak demektir. Sen seni çağırana telbiye, yani buyur diyerek karşılık verirsin, çünkü O’nun katında himaye edilmektesin. Allah Teâlâ kendi katındaki eşyayı senin için saklamış­tır. Sen de emelini kısa tut, amelini sadece O’nun için yap! O günün geleceğini bilen kimse kavmi adına acele etmez. Allah Teâlâ peygamberine inayet ederek ‘Rabbin sana verecek ve sen de razı olacaksın366 demiş, bu ayetle onun gelecekte de ihlas sahibi olmasını sağlamıştır ki acele et­mesin!

Bunlardan birisi de yüz birinci bölümden nefiste hükümle yer­leşmiş bilginin sırrıdır: Bilgi hüküm vericidir. Bilgisiyle amel etmeyen alim, bilen sayılmaz. Bilginin hükmü ertelenmeyeceği ihmal de edile­mez. Binaenaleyh bilgi hüküm vermeyi gerektirir. Hızır bildiğinde hüküm vermiş, arkadaşı bilmeyince itiraz etmiş, Hızır’ın arkadaşlık için koştuğu şartlan unutmuştu. Hızır o şartlan hatırlatınca, Hz. Mu­sa da kabullenmişti. Adem isimleri öğrenince halifelik görevini elde etmiş, isimleri bilmenin önceliği imamlığın gerçekleşmesinin alameti olmuştur:

Bilgi hükmeder kaderler akar Her şeyin bir sınırı ve miktarı var

Sınırı olmayan bilgiler ise başka

Onların yaratılmışların kalplerinde eserleri var

Onların tanımı kalplerdeki eserlerinden yapılır Kendileri ise derinlik ve köklü olmaktır .

İdrak edilen diye tanımlanmış olsa bilgi

Başka bir tanım bozar onu; tanımlamada zarar var

‘Ta ki bilelim367 ayetini anlamalısın! Bu durumda -anlayış sahibiy­senHakka kimin bilgi verdiğini öğrenirsin. Bir şeyi var oluşundan önce bilen kişi onu var oluşu bakımından bilmiş değil sadece hakikati ve kendisi bakımından bilir. O hakikatin var olacağını nereden bile­cektir ki? Yoklukta var olan bir şey yoktur. Bu bilgiyi cömertliği ken­disine verir ve onunla varlığına hükmeder.

Bunlardan birisi de yüz ikinci bölümden hükmün değişmesi ne­deniyle bilginin değişmesinin sırrıdır: Tahkik bilgisiyle kuralcıların bilgisi şu hükmü vermiştir: Bilgi bilinenin değişmesiyle değişirken bilinen de ancak bilgi sayesinde başkalaşır. Öyleyse bize hükmün nasıl olacağını söylemelisin! Bu husus akılları hayrete düşürmekle birlikte hakkında naklî bilginin bulunmadığı bir meseledir. Delil yöntemini (takip ederek) ‘İllet ileti olduğu şeyin malulü olamaz’ nasıl derim ki? Bu hususlarda karışıklığa düşenler, görüneni görünmeyene kıyasları nedeniyle düşmüşlerdir. Binaenaleyh nazarî düşüncenin bozukluğu­nun bir tezahürü görmediğin bir şey hakkında yanında bulunanla aynı hükmü vermendir. Her makamın bir sözü vardır. Vacip nerede, mümkün nerede, muhal (imkânsız) nerede, hal nerede, imkânsız ne­rede! Her hakikatin herkese göre bir tanımı vardır, benzerlikler aldatmamalıdır; insanı saptıran şey benzerliklerdir.

Bunlardan birisi de yüz üçüncü bölümden Hakkı halka (yaratıl­mışlar) şikâyetin sırrıdır: el-Malik olan Hakk bir tecelli ve rivayette şöyle der: ‘Âdemoğlu beni kınadı, böyle yapmak ona yakışmadı! Âdemoğlu beni yalanladı, böyle yapmak ona yakışmadı.’ Sonra bu sözleri açıkladı ve şerh ederek açmak isteyene -ki kim o kapıyı açarsa pek çok hayır elde ederbir anahtar verdi. Bu anahtarla kapıyı açan kimse, emanet edilen sırrı öğrenir ve ona el-Veli yardım eder: ‘Siz Allah Teâlâ’ya yardım ederseniz, Allah Teâlâ da size yardım eder.’368 O’nu zikrederse­niz, O da sizi zikreder. Allah Teâlâ yardım etmek amacıyla (kulunu) zikre­der ve yardım eder. Kim Hakka uyarsa, isabet eder; kim O’na uymaz­sa hüsrana uğrar. Dünya hayatında Allah Teâlâ’ya yardım ederiz ki O da ahiret yurdunda bize yardım etsin. Bununla beraber Allah Teâlâ, -sabrımız olmadığı içinrahmetinin bir gereği olarak dünya hayatında da yar­dım edebilir. Biz sabırlı değiliz, fakat Allah Teâlâ es-Sabûr ve (bütün za­manların sebebi ve ilkesi) anlamında Müddehiru’-duhûr’dur. O ne mühlet verir, ne acele eder! Yine de Allah Teâlâ dünya hayatında bizden yardım istemiş, hem de aceleyle istemiştir. Bunun gayesi karşılığı vermeyle ilgili hikmetidir.       . .

Bunlardan birisi de yüz dördüncü bölümden yaratıkları Hakka şi­kâyetin sırrıdır: Hakimlerin hakimi şöyle hitap eder: ‘Rabbim! Bana zarar temas etti, sen merhamet edenlerin en merhametlisin!’369 Allah Teâlâ böyle şikâyette bulunan bir peygamberinden kitabında ‘Onu sabırlı bulduk, ne güzel kuldur, çok tövbe edendir370 diye söz etmiştir. Halini şikâyet edil­memesi gereken birisine arz eden; doğru yoldan çıkıp tahkik yönte­minin dışındaki bir yolu takip etmiş sayılır. Yaratıklar Hakkı şikâyet ederken Hakk da yaratıkları şikâyet eder! Kim kendi cinsine şikâyet ederse, kendi kendine şikâyet etmiş olur. Kim kendinde bulunan şikâ­yeti kendisine şikâyet ederse, hiç kuşkusuz, kendi kendine konuşmuş demektir. Allah Teâlâ kendi suretinde yaratıp vekâlet makamına yerleştirdiği kimseye şikâyet etmiştir. Onun eziyeti defetme ve uzaklaştırma gücü olmasaydı, böyle bir şikâyet olmazdı.

Bunlardan birisi de yüz beşinci bölümden konuşurken hakikati gözetmenin sırrıdır: Biz Ö’yuz demeyiz, çünkü ayette ‘Onu komşu edin ki Allah Teâlâ’nın kelamını duysun371 denilir. Sen tercümanken konuşan Rahman’dır. Allah Teâlâ’nın kelamı Mushaf ve dillerde bulunması itibarıyla me­kânlarla sınırlanır. Harfler zarf iken sıfat sahibinin aynıdır. Konuşur­ken kimin vasıtasıyla konuştuğunu bilmen gerekir. Bu durumda doğ­ru sözlü olman zorunluluktur. Kim yalan söylerse (bir yönden) doğru söylüyordur. (Doğrudan) ayrılma ve hakikate ve Hakka riayet eyle! Bazı kullar vardır ki Hakk onların beyanı ve dilleri haline gelmiştir. Bazı kullar bunu bilmez ve bu nedenle O’nu tenzih eder, teşbihi be­nimsemez, bu hususlarda Hakla yalanlar. Böyle biri kendi zannınca hakikattedir ve hakikate dikkat çekmektedir. Tenzih bir sınırlamadır.

Sen tecridden dem vurma, hayreti söyle dur! Hayret başkalıkta en yakın sınırdır. Acizlik (Hakkı) övenin niteliği ve tavrıdır. Söylerse övmüş olmaz; çünkü durması ve acizliği itiraf etmesi gerekir. Binae­naleyh ilk adımda durmak gerekir, çünkü kendisine layık olan budur. Böyle biri yürürse pişman olur, teveccühünde ayağını koyacağı bir yer bulamaz. O halde nesep ve bağ nispederi bilenler adına sabit olabilir.

Bunlardan birisi de yüz altıncı bölümden ‘O senin aynın iken se­nin varlığın neredeydi’ meselesindeki sırdır: Amâ mekânı cahiller, gök mekânı alimler için söylenmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Rabbimiz Amâ'da idi (fi-amâ)’ ifadesindeki ‘/e’ nebiliğin efendisine aitken ‘fı's-sema (gökte)’ ifadesindeki edat dilsiz cariyeye aitti. Kadının (göğü) işaret etmesi ibarenin yerini almış, cahil ve alim o alamederi belirlemede bir araya gelmiştir. Fakat bu hadiste rab, hakkında herhangi bir görüş ayrılığının bulunmadığı tamlamah rab’dir (rabbimiz şeklinde).

Arş’ın istiva için bir zarf ve döşek ehlinin hallerinin zarf olmasina gelirsek, birincisi Rahman’a aitken öteki insan âlemine mahsustur. Bunlar kendi sıfatı kendisini zayıf kılan kimseler için dört tanedir. Dört olmalarının nedeni, şeytanın geçiş yollan üzerinde otorite ve sultan yerleştirmektir. Böylece Hakk dilediğini korusun, dilediğini muhafaza etsin diye yüzünü her yöne yerleştirmiştir. Hakk velayetlerini üsdenmek ve kendilerine inayet etmek üzere bazı kullarıyla beraber iken bazı kullarıyla da konuşur, onları gözetir. Bu itibarla Hakkın her mekânda bir gözü vardır. Bu nedenle ayette göz kelimesi çoğul yapı­larak şöyle denilmiştir: ‘Gözlerimizin önünde akar.’372 Hakk söz gelince parçalar: Her yönetici O’nun gözüyken her amel sahibi O’nun eli ve varlığıdır. Allah Teâlâ göktedir, yerdedir, yükseltme ve alçaltma terazi O’nun elindedir; gizlediğinizi ve açıkladığınızı bilir, kazandıklarınızı bilir. Fakat insanların çoğu bilmedikleri gibi onların çoğu iman da etmezler. Varlıkların hal ve zarflarda bulunması bize ait bir iş iken harflerde ve kelimelerde bulunmak O’na mahsustur. O bilinmeyenmaruf, tenzih edilen-nitelenendir. Akıllar delilleriyle O’nun hakkında hüküm verir. Ben O’nunla (varım) ve O’na doğruyum! Bütün işler O’na döner. Alemdeki her şey O’nun gölgesidir ve her şey bütün olarak misilken çokluk itibarıyla emsaldir. O’na sabah akşam secde edenler sadece gölgelerdir. Kısalmak ve uzamak gölgelere mahsustur, çünkü onlar, kesif bedenlerden ortaya çıkar. Gölgeler ise kulları ifade ederler. Onların bir kısmı kibirli ve bir kısmı ibadet edicidir: Her kim ibadet ederse gölgesine, kibirli olan da aslına benzemiştir. Dallara dönmek köklere ulaşmaktan daha iyidir. Bu meseleyi hakka’l-yakin öğren ki Allah Teâlâ ehlinden olabilesin!

Bunlardan birisi de yüz yedinci bölümden eceli müşahede ederek emeli kısaltmanın sırrıdır: Allah Teâlâ kulunun emelini kesmesini irade buyurursa, ecelini kuluna gösterir. ‘Ebedi yaşayacakmışsın gibi dün­yan için çalışmalı, yarın ölecekmiş gibi ahiretin için çalışmalısın.’ İn­san bütün gayretini harcar, sahip olduklarını küçümser ve değersiz görür, el-Mukaddim ismiyle ahlaklanarak öne alması gerekenleri Öne alırken el-Muahhir ismiyle ahlaklanarak ertelemesi gerekenleri geride bırakır.

Bunlardan birisi de yüz sekizinci bölümden salike çetin gelen yol­ların sırrı hakkındadır: Azimetlere sarılmak, ulu’l-azm, yani kararlılık sahibi peygamberlerin vasfıdır. Onlar yolları hazırlarken güçlüklerle karşılaşan kimselerdir. Kim, düsturu kıssaların sonu kabul ederse, o kişi ruhsadara ve kolaylıklara iltifat etmez. Bu itibarla mutlak anlamda İlâhî isimlerle ahlaklanmak, en çetin ahlaktır. Bunun nedeni İlâhî isim­lerin uyum ve farklılıkları içermesidir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Senden sana sığınırım’ hadisinin anlamını öğrenmeksizin böyle bir davranışın sen­den ortaya çıkmasından sakın! Kimden sığınılmış, kime sığınılmıştır? Büyüklük zaman içinde yaratılanlarda bir kir ve pislik (hades) olarak meydana gelir. Hâdislik ise temizliği ortadan kaldırır. Bu kadar işaret sana yeterlidir. Hâdisliğin temizlenmesi fıtrat, fıtrat ise ilk yaratılışta sayesinde Allah Teâlâ’ya şahitlik edilen temizlik halidir. Bununla beraber mezarda haşredilir ve sonra diriltilir. Şirk arızî bir durumdur ve ahiret hayatı arızî durumları izale eder. Bu nedenle ahiret hayatında şirk ortaya çıkmadığı kadar orada iftira da söz konusu olmaz. Ahiret du­rakları çetin yerlerdir. Bunun nedeni gören ve görülenin, yani şahit ile meşhûdun orada bulunmasıdır. Kimin dünyadaki hesabıyla sevdikleri ferahlarsa, gidişi ve dönüşü övülür, onun için iyilikler açılır, ortaya çıkar. İyilikler onun kapılarıdır. Allah Teâlâ ona sevap ihsan eder. Kim bu­rada çetin yolu tutarsa ahiretteki güçlükler onun için kolaylaşır. Dün­yadaki güçlükler karşısında ahirette kolaylık vardır. Bunun yanı sıra dünyadaki güçlükle beraber ahirette yine kolaylık vardır. Bu durum müşahede ettiği manaları anlayan için böyledir. Sırta ağır gelen gü­nahtır. Sen de ağırlıklarına ağırlık eklememelisin! Buna mukabil senin için murat edilmiş ağırlıklar için bir değirmen ol. ‘Ağırlıklar’, fiil ve sözlerin ağırlıklarını ihata eder. Orada çöplere ve kirlere temas eder­sin. Ağırlıkları iyice düşün, ittiba ederek ve uyarak bidaderden uzak dur. İttiba etmek nedeniyle de sevinme! İtaatkâr ol! Tövbe sana fayda vermeyeceği gibi ihtiyacını da gidermez. Sana şeriat olarak bildirilen işlere dikkatini ver, şeriata uy, bid’at çıkarma, bütün bu hallerde Allah Teâlâ’nın hükmüne göre hareket et ki, akıbetin övülsün!

Bunlardan birisi de yüz dokuzuncu bölümden mutabakat ve mu­vafakatin (uyum) sırrıdır: Mutabakat benzeşme demekken muvafakat birbirinin misli olmak demektir. Herkes kendi suretince kendi benze­rine göre davranır. Bilmelisin ki, akıl sahipleri, verdiği emir ve yasak­larda Hakka uyanlardır. Bu uyum Allah Teâlâ adamlarının özelliklerindendir. Ayette benzerlik anlamı taşıyan kef harfiyle benzerlik sabit olmuş­tur. Bu teşbih, tenzihten tenzihtir. İnsanın İlâhî surette yaratıldığı ve Allah Teâlâ’ya halife olduğu belirtilmiştir. Hepsi naib iken naibler ise kapıcı­lardır. Başka bir ifadeyle onlar perdenin ta kendisidir. Onlar kapının önünde durup oraya gelen ve oradan çıkan veya misafir olanlar için kapıda dururlar. Onların görevi ağırlamak, bekçilik etmek ve su ver­mektir. Onlar kapıyı bekleyen ve gözetleyen kimselerdir. Naiblik on­lara verilen bir görevdir. Yakınlığı onlardan öğrenirsin. Onların saye­sinde güçlükler açılır. Onlar sadece kendilerine mutabık ve benzer olanı bilirler, ancak onlara muvafık olanı görürler. Kerem hâzineleri onların elindedir, himmeder onlara yükselir. Onlar Hakkın suretiyle zuhur edenler ve bütün yaratıklar için barınak ve sığınak olanlardır. Hayret ve gayret onlara mahsustur. Onlar belalardan korunmuş kim­selerdir. Yasaklar ve engeller onlara mahsustur. Her bela için koruyu­cu, her sıkıntı için engelleyicidirler. Bütün eşyada fiillerin isimlerdeki tasarrufları gibi tasarruf ederler. Bu tasarruf görevlendirmek ile yük­seltmek ve alçaltmak, vermek ve engellemek gibi fillerde gerçekleşir. Şafağa, geceye ve gecenin örttüğüne yemin olsun ki, tabaka tabaka terkip edileceksiniz. Kamere yemin olsun ki! Sadece fiil ve sözlerde hallerin başkalaşması söz konusudur. Dünya hayatının ziyneti husu­sunda mal ve çocuklar birbiriyle mutabık iken onların mertebeleri ahirette ayrışır. Bu nedenle onu içermiş ve azat etmiştir. Benzerlerin­den başkası onlar için ortaya çıkar. Kim bir buğday ekerse buğday biçer, bu nedenle de sevinir. Kim neyi ekerse ektiğinin bir benzerini biçer. ‘Kim bir hayır işlerse onu görür, kim zerre miktarı şer işlerse onu görür.’373 Bunlar size döndürülecek amellerinizdir. Size ancak elleriniz­le yaptıklarınız görünecektir. Sadece kendinizi kınayın ve size benze­yene yönelin!

Bunlardan birisi de yüz onuncu bölümden gıpta etmek ve ‘irtibat (ribadara çekilmek)’ kurmanın sırrıdır: Kimi hal ilzam ederse, onun mahareti güçlü olur. Kim bir işe gıpta ederse onu elde etmek amacıyla çalışır ve ayrıntılarını inceler. Kim irtibat kurarsa, hiç kuşkusuz, gıpta etmiş olur. Böyle biri ribadara gitmelidir. İlahi işler uğrunda mücade­le etmek mukavemet demektir. Gıpta eden muduyken irtibat kuran engellenmiştir. Yüce mertebeye ve kutsi makamlara yerleşip mertebe­nin isimlerinden öğrenebileceklerimi öğrendiğimde, el-Cami’ ismi beni karşıladı. Bu isim zarar ve menfaaderi kendinde birleştiren bir isimdir. Bana ‘hoş geldin, merhaba’ deyip ihsanlarda bulundu, cömerdik gösterdi, engellemedi. Bendeye ihsan ettiklerinden birisi de Nazmü’s-sülûk fi-müsamereti’l-mülük idi. Ben onu gözümün nuru say­dım, o da beni sohbet arkadaşı edindi. Ay doğana kadar sohbetimiz sürdü. Ardından insan gecesinin son üçte birlik bölümünde (yani bedene üjlennıiş ruhta) İlâhî tenezzül gerçekleşti. Allah Teâlâ o vakitte tövbe edip dua ve istiğfar eden kullarını çağırır. Allah Teâlâ onları türlü ihsan, lütuf ve güzellikler ihsan etmek üzere davet eder. Düa eden ve idraki açık kullardan birisi, tabiatı bilen biriydi. Onun ayağı tabiat bilgisinde derinleşmiş, kök salmıştı. Bu ilimlerde en üstün makam onundu.

Rabbine ‘(külli) nefs ve en münezzeh akıl makamı karşısında tabiatın yeri nedir?’ diye sordu. Allah Teâlâ şöyle cevap verdi: ‘Tabiat nefes alan veren herkes için nefsin ta kendisidir. Varlıkların üzerinde istiva eden Rahman ismi ona aittir. O sağ/Yemen yönden gelendir.’ Fakat kime gelecektir? Onun kimden geleceğini biliyoruz. Binaenaleyh güçlükler kendisini talep ederken ardından mutluluklar ve sevinçler gelir. Bunlar onu getiren ve onun da kendilerini getirdiği şeylerdir. Kalpler orada rahadar, güçlükler ortadan kalkar. Tartışır ve inat ederse, delil getirir; delil getirse sesini yükseltir. Ziyaret ederse (umre), mamur kılar, dol­durursa meşgul eder, boşaltırsa gaflete düşürür! Arafat’ta vakfe eder­se, kurumuş kemiklere hayat verir. Müzdelife’de uyursa farklı nefisleri uzlaştırır. Mina’da kurban keserse taş atmak üzere Mina’ya ulaşır. Oradan dağılırsa o da dağılır. O bast ve kabz halinde razı olandır.

Bunlardan birisi de yüz on birinci bölümden itidalin sırrıdır: İti­dalden ancak halin sürekliliği meydana gelir. Bu itibarla itidal tekvine elverişli olmadığı kadar başkalaşma, azalma ve çokluğa da elverişli ve kabiliyedi değildir. Yaratılmışların varlığını incelersen, yaratmanın Hakk’ın iradesinden meydana geldiğini görürsün. İrade hiç kuşkusuz itidalden sapmak demektir, çünkü irade ilgilenilen ve taalluk edilen şeyin belirlenmesi demektir. Söylediğimi öğrenen ve hakkıyla idrak eden (bilir ki): Nimet cenneti bilgi sahiplerine, Firdevs cenneti anlayış sahiplerine, Me’va cenneti takva sahiplerine, Adn cenneti ölçülü dav­rananlara, Huld cenneti sevgi üzere yaşayanlara, Mukâme cenneti keramet sahiplerine, görme (rü’yet) cenneti gaye sahiplerine aittir. Bunların hepsi en güzel şekilde ve tarzda nimederin yenilenme men­zilleridir. Bu itibarla şehvet, şehvet duyulanı talep eder ve şehvetin biteceği yer orasıdır. Hal böyleyken itidal nerede kalmıştır? Asıl olan meyledicidir. Binaenaleyh sadece daha çoğu elde etmek talebiyle, meyilden meyil olabilir. İtidal olsaydı, meyli olmazdı. Tenzih meyil demek olduğu kadar teşbih de meyil demektir ve ikisi arasında itidal meydana gelmez. İtidal O’nun bir niteliği olmayınca, Hakkın özelliği adalet olmuştur; adalet ise dönmek ve yönelmek kelimesinden türe­tilmiştir. Ne söylediğime iyice bak! İtidal olsaydı, vakfede olur, tera­zinin kefelerinden biri bir yöne sapmazdı. İstivayı dile getirip zeval­den söz eden kimse, itidal ve inhiraftan, yani sapmadan konuşmuş demektir. Akıl ve anlayış sahiplerine göre her hareket, bu üç hükmü kendinde toplar: Bu itibarla güneşin gökteki derecelerde ilerlemesini ve yolculuğunu bilen alimlere göre, doğmak batmanın, o ise tepe noktada bulunmanın ta kendisidir. Başka bir ifadeyle güneş her me­kândan ya yükselerek veya aşağıya inerek intikal eder. Binaenaleyh sükûn, yani durağanlık diye bir şey yok, sadece hareket var iken hare­kette de artış ve bereket vardır. ‘Gece ve gündüz sakin her şey Allah Teâlâ’ya aittir.’ Hâlbuki dışta sakin bir şey yoktur: Ya da kalp gözlerinde veya baş gözlerinde sakin ve durağan bir şey yoktur. Bakınız! Allah Teâlâ (sükû­nu ve hareketi) basiret sahipleri nezdinde gözler için ibret yapmıştır. İyice düşün ve ibret al.

Bunlardan birisi de yüz on ikinci bölümden adalette faslın sırrı­dır: Hakk itidaldedir. Kim zulmeder veya adil davranırsa, hiç kuşkusuz, meyletmiş ve sapmış demektir. Kim senin menfaatine meylederse, ihsan etmiş ve en nefis niteliği getirmiş demektir. Kim senin aleyhine yönelir ve meylederse, cimri ve kötü davranmış demektir. Hükümler­de adalet ancak hakimlerden meydana gelirse övülebilir. Burada adalet meyilden değil, itidalden ortaya çıkar ve öyle bir davranış ihsan de­mektir. Bir rivayette insanların efendisi Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ayakkabısı­nın bağlarından birinin koptuğu kimseye -ayakları arasında adaleti tesis etmek üzereötekini de çıkarmasını söylediği bildirilir. Evladarından birisini diğerlerinden ayırarak ona malından veren bir babaya da -evladar arasında itidal ve denklik olmadığı için‘Ben zulme şahit­lik edemem’ demiş, bu davranışı hayır olsa bile zulüm ve haksızlık diye isimlendirmiş, ardından adama şöyle demiştir: ‘Senin için hayır ve iyilikte evladarının eşit olmalarını istemez misin? Niçin doğruluk yolundan sapıyorsun? Zariflik ve iyilikle evladarın arasında adil dav­ranmalısın.’ Hükümler, mülk kapsamındaki mekân ve yerlere aittir; sahip olunmayan bir şey hakkında zulüm ortaya çıktığında ise sahibi helak olmaz. Nafaka, nikâh ve bedenlerle elde edilen hazlarda ruhlar arasındaki taksim eşit iken sevgideki taksim kulların takdirinin dışın­dadır. Binaenaleyh ruhların ‘zulmünde’ günah ve sorumluluk yoktur. Sevgi münasebetten kaynaklanır ve bu nedenle kınama ve azarlama ortadan kalkar. ‘Niçin beni sevmedin?’ denilemez. Buna mukabil ‘Be­denlerin yakınlığı gibi bana niçin yakın olmadın?’ denilebilir. Beden yakınlığı âdeten bilinen ölçüdeyken kalp yakınlığı ancak sevgiyle ger­çekleşebilir. Sevgi seven ile sevilen arasında nispetin varlığını ortaya çıkardığı için Allah Teâlâ için sevenler, gayenin gerçekleşmesi nedeniyle rahata kavuşmuştur; yoksa Allah Teâlâ yolunda birbirlerini sevenler değil! Sadık bir haberde Allah Teâlâ’nın kendisine uyacakları sevdiği bildirilir. Ona uyanlar kendisine itaat edenlerdir. Peygambere itaat etmek Allah Teâlâ’ya itaat etmektir. Allah Teâlâ ‘Peygamber’e itaat eden Allah Teâlâ’ya itaat etmiştir*74, ‘Allah Teâlâ’ya ve peygamberine itaat eden kişi büyük bir sevap elde etmiş demek­tir'’375 der. Peygambere salât ve selam getiriniz! Çünkü Allah Teâlâ ona salât getirir, onu nazargâhı yapar.

Bunlardan birisi de yüz on üçüncü bölümden ‘evlilik (akdi) ortak­lıktır’ bahsidir: Karı ve koca bir araya gelmek ve kaynaşmada müşte­rektir, çünkü evlilik, üremeyle rahadık veren bir nizamdır. Böyle ol­masaydı, en uygunu uzaklaşmak olurdu. Bu itibarla uzaklaşmak tenzih iken ondaki düzen ve süreklilik teşbihe karşılık gelir. Biz evliliği çocuk sahibi olan hakkında övdük ve bunu ortaya koyduk: Hakk bir insanın duyma ve görme gücü haline gelirse, bu nizamdan ve (evlilikten), ortaya çıkan doğum, sana müşahede ettirilen ve gösterilenlerdir. Ge­linler nefes sahiplerine aitken evlilik ortaklık yoluyla gerçekleşir. Or­taklık yoluyla evlilik gerçekleşir. Bu sayede mülkler ortaya çıkar, felek­ler onun uğruna dönerler. İhsan ilimlerinin en sırlılarından birisi bir mekândayken gerçekleşen dairevî harekettir. Dairevî hareket harekedi kendi mekânında dururken geçekleşen harekettir. Başka bir ifadeyle dairevî hareket eden şey, hareketli-ayrılan ve sakindir. Orta hareket hakkında yanılmalar ortaya çıkar. Çünkü dönmenin, hareketi üzerinde gerçekleşeceği sabit nokta olmalıdır. ‘Sakin olan her şey Allah Teâlâ’ya aittir.’ Sükûn ve durağanlık nimeti O’na aittir. Hareket eden ise bize aittir ve onunla malik oluruz. Mülkte meydana gelen eziyet bir nedenle mey­dana gelir. Gerçekte malik ve sahip ancak sahip olunmayan iken o da mülkün sahibinden başkası değildir. ‘Mülkün mülkü’ terimini kulla­nan ise idrakten uzak bir nispetle bunu söylemiştir. Onu öğretme maksadıyla söyleyen de Hakim Tirmizi’dir. Mülkün sahibi asıl mül­kün mülkü ise onun aslıdır. Böyleyken asıl karşısında fasıl demek olan fer nerede kalmıştır? Veya nafile karşısında farzın yeri nedir?

Muvahhidin tevhidi şirktir. Her kim ‘birledim’ derse, hiç kuşku­suz, mutlak birliği, yani ahadiyeti bozmuştur. Ahadiyet kimsenin birlemesiyle meydana gelmez, çünkü Allah Teâlâ ‘kimsenin denk olmadığı376 Bir’dir. O’nun eşten ve evlattan tenzihinde de bir sır vardır: Alemde türeyen her şey, Hakk’tan meydana gelmiştir. Başka bir ifadeyle ruh, cisim ve ceset sahibi türeyen her şey, O’ndan türemiştir. Bunun yanı sıra sahih burhanlar ve açık kelimeler, akılların ve şeriadarın nikâhla­rından doğar ve meydana gelir. Onlarda da bir güçlük ve yanlışlık yoktur. Akıllarda ve bedenlerdeki kuşkuların birleşmesinden doğan bilgiler, ‘sifah’ diye isimlendirilir. Bu kapı kapalıdır, seni anahtara yönlendirdim, kapıyı açanın elinden onu almadım!

Bunlardan birisi de yüz on dördüncü bölümden rahatlığın açıklık olmasıdır: Allah Teâlâ ruhları heykellerinden onların benzerleriyle çağırmış, onlar da bu çağrıya kulak vermiş, bedenlerinden ayrılmak onlara kolay gelmiş, bedenlerin kafeslerinden çıkarak rahata ermeleri mümkün olabilmiştir. İnsanların bir kısmı yüce menzillere (ulaşmalarına) baka­rak, nefisler hakkında hüküm vermiş, onların tabiatın hükmünden tecerrüt edebildiklerini söylemişlerdir. Bazı insanlar da onların yaratı­lış gayelerini teşkil eden vaz’î işlere bakarak ruhların bedenleri yönet­mesinin sürekliliği görüşünü dile getirmiş, şerî deliller de kendilerine yardımcı olmuş, onların duyulur nimetlerle nimedendiklerini belirt­mişlerdir. Birinci bakış ise ruhlara es-Subbûh ve el-Kuddûs’un niteli­ğini kazandırır. Her iki durumda yenilenmeyi dile getirenler ise iki kısma ayrılırken her kısmın kendine mahsus görüşü vardır, saadetin kendisinin benimsediği ve itimat ettiği görüşte bulunduğunu ileri sürer. Bazı insanlar yeniden yaratmanın nefislerin bütünüyle tümel nefse dönmek anlamına geldiğini ileri sürmüşken bazıları yeniden yaratmanın mead gününde şahiüerin gözlerinin önünde nefislerin bedenlere dönmesi demek olduğunu söylemiştir. Kâmil insan bütün bu görüşleri kabul edendir. Öyleyse dönüş bu demektir.

Ruhlar nurdan bir boynuz olan suretlerde hapsedilmişlerdir. Nur ise bedbahtlık (şekavet) âleminden değildir; dolaylı olarak bedbaht olsa bile, onun hükmü saadet ve sürekliliktir. Ölümden sonra intikali öğrenmek isteyen, uykuyu incelemelidir. Sufilerin görüşü budur. Sehl b. Abdullah et-Tüsteri bu görüşte olduğu kadar Hakka yönelmiş bü­tün bilginler de bu görüşteydi. Her alim tövbekâr ve pişman iken aynı zamanda sürekli tedbir sahibidir. Üzerinde haller değişir ve bilfiil bütün görüşlerde (onları kabul edici olarak) görünür. Bazı suretler çıkartılır, bazı suretler görünür ve ardından kaybolur. Uyuyanın uy­kusundan uyanması ise ölünün ölümünden sonra kendi gününü gör­mek üzere dirilmesi gibidir. Bu durumda sadırlarda bulunanlar ortaya çıksın diye kabirdekiler diriltilir. Bu iş ‘geliş ve gidiş’ arasmda gerçek­leşir. Rableri de o günde kendilerinden haberdardır. O her şeye güç yetiren iken iktidarı insanları yeniden yaratmaya kâfidir. O’nun bilgisi neşir hakkında böyle hüküm vermiştir. Arş’ı ise ferş’e indirmiş, daha önce dar iken bu kez kendisini sığdırır. Bu genişlik karşısında o darlık nerededir? Böylece kendi hükmü onun hükmü haline gelmiştir. Hü­küm sadece O’na aittir. Bunu ibrede incele ve basiret gözüyle bak!

Bunlardan birisi de yüz on beşinci bölümden Hakk’ın karşısında yüzlerin karalığının sırrıdır: İlahi inayet bazı yüzlerin beyaz ve bazı yüzlerin karardığı o günde Allah Teâlâ’ya yakın kimselerde tecelli eder. Yüz­leri beyaz olanlar, Allah Teâlâ’nın rahmetinin içinde kalıcıyken; yüzleri kara­ranlara ‘İman ettikten sonra kâfir mi oldunuz?’ denilir. Ardından da ‘O zaman inkârınıza karşılık azabı tadınız’ denilir. Önceki imanları, sutlardan alındıkları zerreler âlemindeki imanlarıydı; söz eskidiği için verilen sözü unutmuşlardır. Açıklama ve iman olmasaydı, zaten insan onu kabul etmezdi. Allah Teâlâ elleriyle kendisini yaratışım birine gösterir­se, o kişi verilen o söz hakkında ‘sanki şu anda kulağımdadır’ der.

Laf taşımak, dedikodu yapmak, sırrı yaymak ve bunlara benzeyen işler, nahoş sayılan hakikatlerdir ve bunlar yüzün kararmasına yol açarlar. Allah Teâlâ her şeyin kendisine mensup olduğunu bildirmiş, O’na mensup olan her şey de Allah Teâlâ’yı bilenlerce sevilir. Gözün gördüğü, dilin ifade etmek üzere hakkında hüküm verdiği, işarete konu olan ve itimat edilen her şey, hadis ve yaratılmıştır ve onlara haklar yönelir. Allah Teâlâ ancak bildiği bir şeyi izhar ederken bildiği de bilinenin sabitlik halinde O’na vermiş olduğu hal, nitelik ve özelliklerle ilgili bilgidir. Bunlar kınama ve övgüyle nitelenen hususlardır. Allah Teâlâ da her şeyi yerli yerine yerleştirmemiz için bizden sorumluluk ve söz almıştır. Binaenaleyh iyi ve övülen her şey bizden iken kötü görünen ve kına­nan bizim dışımızdandır. Biz kendimizi biliriz, kendimiz hakkında konuşuruz. Bizim O’nunla bağımız hakiki olsaydı, kimse hiçbir şeyi kınamaz, kınamış olsa kâfir olurdu; olsaydı, gizlenmezdi. Allah Teâlâ bili­nen ve maruf olmakla nitelenmeyen el-Maruf iken aynı zamanda nite­lenen olmamakla nitelenendir. ‘Rabbin onların nitelemelerinden münez­zehtir, peygamberlere selam olsun, hamd âlemlerin Rabbine aittir.377 Ari­fin yüzü dünya ve ahirette karayken kabirdeki yaratılışında ise yüzü­nün vechi beyazdır. Bu itibarla kararmak, arifin yerine getirdiği iba­detler nedeniyle, efendiliktir. Bu ibadet ve kulluk nedeniyle Allah Teâlâ kullarını övmüştür. Bir şeyin yüzü onun varlığı, zatı ve kendisiyken aynı zamanda yöneldiği kimseye bakan tarafıdır; yöneldiği şey onun emeli olsa da böyledir! .

Bunlardan birisi de yüz on altıncı bölümden varlıkta mevcutla ye­tinmenin sırrıdır: Allah Teâlâ ruhları benzerleriyle bedçnlerden davet etti­ğinde, müşahedede bu ölçüdeki vecd ile yetinmişlerdir. Başka bir ifadeyle bu vecd halini yeterli görmüşlerdir. Kanaat tükenmez bir hazineyken onun otoritesi yadırganamaz. Kanaat eden şifa bulur; hali iyi olsa da durum öyledir. Hakkında kadimlik hükmü verilse bile, varlığın dışında yolduk olabilir. Var olanla yetinmenin sebebi, varlıkta başka bir şey olmadığını bilmektir. İnsan tamahkâr yaratılmıştır ve bu nedenle kanaat edeceği söylenemez. İnsan bilir ki, bir gün elde edece­ği ve yanında bulunacak bir şeyin varlığı mümkündür. İçinde bulun­duğu anda ve halde ise söz konusu şeyin gerçekleşmesinin imkânsız olduğunu anlayınca, mevcuda yetinerek şöyle der: ‘Ancak görülen vardır.’ Allah Teâlâ onun gözlerini açıp kulağına sadık haberini işittirdiğin­de, tamah gösterip toplar ve kanaatkâr olmaz. Bu nedenle Allah Teâlâ insa­na kesin bir dille ‘Rabbim! Bilgimi artır378 diye (tamahkârlığını bilgiye yönlendirmesini) emretmiştir. Bu emre karşı kanaatkâr olan cahil ve saygısızdır! Binaenaleyh insan talebinde zahid davranmamalıdır. Allah Teâlâ bu emirle senden ancak sürekli muhtaçlık ve zorda kalma halini talep etmektedir. ‘İşini bitirince başkasına yönel, ancak Rabbine rağbet et379 Sen de mücahedeye ara verme, vuslatı talep ederken elçiliklerden ya­rarlanman gerekir. Bu vuslat bitecek bir süresi olmayan veya sona erecek bir vakti olmayan kavuşma halidir. Her iki el de açıktır ve her iki el de kapalıdır! Yaratıkların verecekleri şeye karşı elini kapatıp Hakkın ihsanına karşı elini açmalısın. Allah Teâlâ kullarından ancak ihsan ettiği bir şeyi kabzeder ve alır. (Kul Hakka bir şey verince) cömertlik Allah Teâlâ’dan ortaya çıktığı kadar tekrar O’na döner. Fazlalık kulların aldığında ortaya çıkarken kulun elindeki yaratılmıştır. Ey kadimi talep eden! Sen yoksun! Hakk sadece Hakkı kabul ederken yaratılmış sadece yaratılmışı verebilir. Amele sarılıp emelini kısa tutmalısın. Allah Teâlâ’ya şöyle demelisin: ‘Biz seninle varız, bizi kendin için yarattın. Bizler sana ibadet edelim diye yaratıldık. Senden talebimiz, seni müşahede edebilmektir. İstediğimiz müşahede ölçüşünce ibadetimiz eksilir. Doğru yol Allah Teâlâ’ya varır. Allah Teâlâ delil, medlûl ve delilin sahibi olandır.’

Bunlardan birisi de yüz on yedinci bölümden fayda meydana ge­tirecek şeyleri toplamak hususunda ısrarlı davranmanın sırrıdır: Hır­sın kadere tesiri, kaderin bir parçası olmasından kaynaklanabilir. Hırs­lı olan nice kişi vardır ki, kabiliyetleri olmadığı için hiçbir şey elde edememişlerdir. Vergi genel iken fayda özeldir. ‘Biz onlardan önce nice nesilleri helak ettik380 ayetini iyi düşünmelisin. Ayette helak olmak genel iken burada yönelme ve tövbe gerçekleşmediği için icabet genel olmamıştır. Emre uymak, yatkınlık (mülaime) demektir; bu husus -bilinmese biletabiatın bir hükmüdür. Fazlayı talep etmeyecek şekil­de, himmetin düşüklüğü hakiki kul olmamaktan kaynaklanır. Allah Teâlâ’nın ihsanlarını çok görmemelisin; varlığa giren her şeyi sana ihsan etmiş olsaydı, cömertlik hâzinelerinde kalanlara göre verdiği yine de az olurdu. Allah Teâlâ’nın verdiklerini de değersiz görmemen gerekir. Onları değersiz görmek verene karşı bir saygısızlıktır. O sana ancak senin için yaratmış olduğu şeyi verir. Senin de Hakkın yüzünün bir şeyde bu­lunması bakımından verdiğini alman gerekir ki bu sayede onun mahi­yetini anlayabilesin.

Bunlardan birisi de yüz on sekizinci bölümden kullardaki itima­dın sırrıdır: Kulluk zatı gereği rabliği talep ederken kulların Allah Teâlâ’ya itimatları gerçek ve yaratılıştan kaynaklanan bir durum olmuştur. Onlar Allah Teâlâ’nın hükmünü ve hikmederini bilmez, fakat (her şeyi) bilip yaratıklarının rızkını tam olarak vereceğini bilirler. Bunun yanı sıra kullar, Hakkın kendilerinden ancak O’nun ihsan ettiği güçle yapabile­cekleri yükümlülükleri talep ettiğini de bilirler. Gerçekte zorunluluk ve vücubun Allah Teâlâ’ya izafe edildiğini, bütün işin O’nun tasarrufunda bulunduğunu da bilirler. Bu nedenle Allah Teâlâ’ya itimat ve tevekkül etmiş­lerdir. Bu itimat, Allah Teâlâ’dan Allah Teâlâ’ya dönen bir itimat olmuştur. Binae­naleyh kullar hakkın bütünüyle Allah Teâlâ’ya ait olduğunu öğrenmekle ‘ifti­ra olarak söyledikleri sözler kaybolup gitmiş’, kendilerinin ise cahil olduklarını anlamışlardır. Bununla birlikte ihtiyaçlar ortadan kalkıp yoksulluk kaybolsa, arzular yok olsa, maksat ve iradeler tükense, hiç kuşkusuz, hikmet ortadan kalkar, karanlıklar birikir, ışıklar söner, perdeler parçalanır, sırlar ortaya çıkar ve yok olurdu. Her şey O’nun katındaki bir ölçüye göre bulunur. Böyle bir durumda işin iç yüzünü düşünmek ortadan kalkardı. Hâlbuki o kaybolmaz ve ortadan kalk­maz. O halde kullarda itimadın bulunması zorunludur.

Bunlardan birisi de yüz ori dokuzuncu bölümden alışılagelen âde­tin sırrıdır: Tekrarlanan bir şey yoktur. Böyleyken âdet (kelime anlamı dönmek, tekrar etmek) sayılan işler nerededir? Bunu araştırman gere­kir. Gözler onun karşısında sönmüş, daha doğrusu kendilerini sön­dürmüş, benzerlikten söz etmiş, varlıklar yok olup benzerleri var olurken benzerliğin gücü nedeniyle ‘bu (daha önce) olanın aynıdır’ demişlerdir. Hâlbuki ‘(iki işaret zamiriyle) bu şunun aynıdır’ deseler­di, o zaman ya ‘bu şudur’ veya ‘o budur’ demiş olurlardı. Çünkü bu durumda iki şeye işaret etmiş olur ve böyle söyledikleri gözleri görene gizli kalmazdı. İnsanlara perde olan şey benzerlerin varlığıdır ve bu nedenle Hakk kutsiyeti nedeniyle benzeri olmadığını belirtmiştir. O’nu nasıl tasavvur edersen et veya temsil veya tahayyül edersen et, bütün bunlar yok olucudur ve Allah Teâlâ ondan başkadır. Kıyamet saatine kadar, sufı cemaatinin inancı budur. Bize göre ise O, odur ve yok olucu bir şey yoktur.

Bunlardan birisi de yüz yirminci bölümden varlığı övmedeki artı­şın ve ilavenin sırrıdır: Ey uykucu! Talep eden herkes yitirmiştir. Hakkın emirleri kıyamet vaktine kadar itaat edilen ve duyulan emir­lerdir. Fakat O’nun açık emirlerine değil, gizli emirlerine itaat edilir. Nitekim O’nun şeriatı kendi emrinden olsa bile dinleyen herkes ona kadrini veremez. Kadrini bilemeyince de emir ve yasaklarına karşı gelinir. Hamd (kıyamet günü) teraziyi doldururken onu dolduran şey bol nimet ve ihsandır. Binaenaleyh şükür nimetin ta kendisidir. Nime­tin bir yönü de intikamı ve azabı kaldırmak ve uzaklaştırmaktır. Allah Teâlâ’nın pek çok nimeti vardır ki onları zuhurlarının şiddeti ve kişiye sürekli ulaşmaları gizlemiştir. Onlar gaflet içerisinde yüz çevirmişken söz konusu nimetler kendilerine akar durur. ‘Fakat onların çoğu bil­mez381 Hatta onlar bunu fark etmez, daha doğrusu cömertlikteki ihsana şükretmezler. Cömertlikteki ihsan ve asıldaki cömerdik fazilet­ten kaynaklanır. Böyleyken artış ve ilave nasıl mümkün olabilir? Allah Teâlâ her şeye yaratılışını vermiş, hakkını ödemiştir ve hiçbir şey ilaveyi kendisine sığdıramaz. Böyleyken insandan niçin şükür talep edilmiş­tir? Övgü ve yaratma Allah Teâlâ’ya mahsustur, insana ait değildir! Kim Allah Teâlâ’yı tekbirle ulular, tehlil getirirse, bütün bu sözler, yaratılmış cüm­leler iken Allah Teâlâ da kulu üzerinde hakları belirleyendir. Tekbir veya tehlil getirirken herkes, ehil olduğu işi yapmıştır. Başka bir ifadeyle kul Hakkın zuhurunun mahalli ve O’nun nurunun kandilinin lambası olması itibarıyla o zikirleri ve tekbirleri yapmıştır.

Bunlardan birisi de yüz yirmi birinci bölümden hayretteki insanın Hakkın lütuflarıyla durmasının sırrıdır: Dünya malı azdır ve dünya­daki her şey yol oğlu sayılır. Dünyadaki her nesil veya kabile en de­ğersiz malın, mülkün kölesidir. Herkes hayret içindedir ve bu nedenle mevcutla kanaat ederler. Bir kısmı şükrederken, bir kısmı nankörlük eder, bir kısmı heveskârdır, bir kısmı zahiddir, bir kısmı marifet ehli­dir, bir kısmı inkarcı ve inatçıdır. Emniyeti ancak içerken avuçla içen kişi elde edebilir. Kim avuçla içerse, dereceler elde eder; kim kanmak amacıyla içerse derekeleri doldurur. Binaenaleyh içerken kanmak söz konusu değildir. Avuçla içen kişi ise kanar ve neşelenir. Bununla bir­likte karineler en doğru sözlerdir. O her şeyi ihata eden, en doğru yolu gösterendir. Allah Teâlâ bize az bilgi vermiştir. Bunun nedeni dünya ve ahiret arasmda akıp giden imtihan nehridir. Bu nedenle de sınanma ve imtihana çekilmek zorunlu olmuştur. Susuzluk olunca, insan suyla sınanmıştır. Allah Teâlâ da her şeyi karanlık ve nur içinde ‘sudan canlı ya­ratmıştır.’ Bu itibarla hayatta hâdis ve kadim için nimet bulunur. Dünya ehli olanların bir kısmı ölmez ve dirilmezken ahiret ehlinin bir kısmının kurtuluşu O’nun lütuflarıdır. Çoğu nimete ulaşır. Çokluktaki fazlalık şahadet âleminde ortaya çıkabilir. Gayb âleminde eşitlik bu­lunduğunda kuşku yoktur. Mana bölünmezdir; bölünebilir olan ancak cisimler âlemidir. Aza razı olan kişi, serin ve gölgelik içerisinde yaşar­ken sürekli bir hayırda ve en güzel halde bulunur. Bu bağlamda çok diye bir şey yoktur, varlıktaki her şey, (İlâhî hâzinelere göre) azdır. Bununla beraber mahrumiyet vardır, fayda da genel değildir. Fayda maksada ulaşabilmek demektir. Hâlbuki maksat bazen hastalıklara yol açabilir. Maksadına ulaşamayanın dünya hayatında hastalığı çoğalır. Bu nedenle ‘Allah Teâlâ onlardan onlar da Allah Teâlâ’dan razıdır’ denilir. Hem biz hem Allah Teâlâ razı olacaktır!

Bunlardan birisi de yüz yirmi ikinci bölümden bir konudur: De­ğersize razı olan kişi önünü ardından ayırt etmeyen kişidir. Allah Teâlâ’nın değersiz bir şeye ilgi göstermesi ise onun değerli olduğunun delilidir. İki gözü olana âlemdeki her şeyde İlâhî inayetin bulunduğu gizli kal­maz. Bir şeyi yokluktan varlığa çıkartmak onun mutluluk ve saadet menzillerinde bulunduğunu gösterir. Allah Teâlâ birine kendi sıfatını verir­se, hiç kuşkusuz, bilgi ve marifetini ihsan etmiştir. Oluşu-kevni hic­vetmek bir övgü iken ona hamd etmek de bir hicivdir. Allah Teâlâ’dan vefa talep eden kişi hiç kuşkusuz O’nu cefa sahibi olmakla nitelemiştir. Hiç kuşkusuz Allah Teâlâ cefa eden bir rab değildir. Hakkın yaratıklarına karşı vefalı olması, O’nun düsturudur. O’nun niteliklerinde mecaz bulun­mazken onlarla nitelenmek meselenin özüdür. Allah Teâlâ’ya ancak kendisine itimat ederek ulaşabilirsin, fakat O’na itimat imkânsızdır. Çünkü her­hangi bir şekilde O’ndan ayrı ve başka değilsin. Her şey O’ndan ise ‘Allah Teâlâ onlardan, onlar da Allah Teâlâ’dan razı olmuştur’ demenin manası yok! Razı olmak azla ilgilidir; nimetlendirmek açık ve kesin delile göre süreklidir. O halde rızanın olması kaçınılmazdır ve delil böyle hüküm vermiş, bunu beyan etmiştir. Allah Teâlâ’nın senden razı olması senin O’na verdiğin bilgiyle ilgilidir. Allah Teâlâ’ya ancak O’nun sende yaratmış olduğu bir şeyi verirsin ve bu kadarı senin için kâfiyken O ise istida­dın verdiğinin üzerinde olduğunu bilir. İş -senin öğrendiğin üzeredaha aşağıdadır. Arif vakıf, yani duranın muhatap olduğu şeye iltifat etmez. Vakıf kendisine intikal ettiği halle perdelenmiş, perdelenenin hitabı ise sınırlıdır. Arif her yönde tasarruf sahibidir, çünkü Hakkın yüzünü görür; yüzü bilen, her bakımdan kâmildir. Gözler ancak Allah Teâlâ’ya bakarken basireder (kalp gözleri) O’na itimat eder. Alemdeki her şey arifin katında ve gözünün önündedir. Feleklerin meleklerce ihata edilmesi gibi her şeyi ihata eder. Onların üzerinde sahibin mülkünde hüküm vermesi gibi hüküm verir. Allah Teâlâ kötü sözün açıktan söylenme­sini sevmez. Her zorunluluk ve fariza itimat edilecek bir şey değildir. Cariye imkân bulamayanla evlendirilir. Başarıya erdiren Allah Teâlâ’dır, O her türlü iyiliğe layık olandır.

Bunlardan birisi de yüz yirmi üçüncü bölümden ‘güçlüğün kolay­laştırılmasının’ sırrıdır: Halk (yaratılmışlar) kolaylık sahibi olsa bile güçlüktedir. Hakkın kolaylığı halkın kendisi değildir. Binaenaleyh kendisinden almış, yine kendisine vermiştir. Bu durumu perdenin kalkmasından sonra öğrenebilirsin. Cömert kadim iken cömertlik zamanda var olmuştur (hâdis), bu nedenle söz etmemelisin! Nimet­lerden söz etmek bir şükürdür. O nimetler Hakkın elinde bulunsalar bile yaratılış itibarıyla senden başka değillerdir. Var etmek Allah Teâlâ’nın tasarrufundaki bir iştir ve bu nedenle bazen engeller, bazen ihsan eder.

Alışılagelmiş güçlükten söz ettik: Güçlük iflas demektir ve hayvan veya insan sınıfından muhtaçlarda bulunabilir. İradesiyle hareket eden herkes âdeti aşmak ister. Bitkiler ve donuklar ise hal diliyle alışılagel­miş ihtiyâçtan söz etmezler ve bu nedenle talepten ve istekten müs­tağnidirler. Hal dili en açık dil iken terazisi de en doğru tartan terazi­dir. Hal dili konuşma yeteneğine sahip olmayanlara mahsustur ve onların durumunu izhar eder. Hakk ile arandaki perde, senin konuş­madaki aceleciğinle ortaya çıkar. Rızık taksim edilmiştir ve belli bir ölçüye göre indirilmiştir; artmaz ve eksilmez! Kulların istekleri ve daha fazlasını talepleri, her millette, insanın yaratılışında bulunan özelliktir. Zorunluluk hükmünün altında bulunan birinden muhtaçlık nasıl ortaya çıkmasın? Hüküm kaderlere nasıl ait kalsın? Her şey belli bir ölçüye göre O’nun katindadır. Güçlük sahibi ise ‘kolaylığa bakar’. Allah Teâlâ onu belirlenmiş kaza nedeniyle geciktirir. Binaenaleyh Allah Teâlâ güçlüğün kolaylaştırılmasını geciktirmede hüküm verendir. Kolaylık güçlükte olunca, güçleştirme ortaya çıkar; bulunmazsa, sadece kolay­lık vardır. Âlemde bir güçlük yoktur. Gayeler ortadan kalksaydı, âlemdeki her şey kolay olurdu ve hastalıklar kalkardı. İllet (hastalık) ezelde bulunsaydı malul de ezeli olurdu; ezelde hâlbuki malul olmadı­ğı gibi illet de yoktur! Bazen delillerin suretlerinde kuşkular ortaya çıkabilirken kesin deliller gerçekte yanılmazlar. Bununla birlikte delil getiren kişi hataya düşebilir ve bu durum kendisine ait bir iştir. Kesin delil otorite sahibiyken delil de delil sayesinde bilinir. Onun bilinme­sinin (başka) bir yolu yoktur. Delili bildiğini iddia eden, onu bileme­miştir, çünkü bildiğin bir şeyi öğrenemezsin, bunun farkında olmalı­sın!

Bunlardan birisi de yüz yirmi dördüncü bölümden beyaz ölüm ile bize olan feyzin sırrıdır: Uzun bir şeyi kısaltan, onu özedemiş, sıkıcı olmamış demektir. Açlık ne kötü döşektir ve o girilmez bir korudur. Beslenen kişi bir nefes gıdasız kalsaydı, kendisine ‘o nedir?’ denilecek kimse kalmazdı. Ölüm bir halden başka bir Hakk intikaldir. Ölümün sırrı onun güçlükleriyken keşfi de onun hasretidir. Beyaz ölüm duyu­sal acı, kızıl ölüm nefsin acısı, siyah ölüm akıl hastahğı, yeşil ölüm ise dağılma ve ayrışma nedeniyle bitkilerin çiçekleridir. Ölüm sayesinde iki benzer ayrılır, iki benzer birbirinden uzaklaşır. Acı başkalaşıp lez­zete döndüğünde ondan haz alınır. Mümin için ölüm bir hediye iken onun tabutu hediyenin taşındığı sandıktır. Ölüm onu dünya haya­tından ahiret hayatına taşır; artık orada ne imtihan, ne denenme var­dır! Ölüm onu en güzel menzile, en bereketli yere, yani lezzet ve ni­met yurduna yerleştirir. Onun tertemiz ve hoş pınarından içilir. Bu pınar yüksekçe bir nehirdir ve yukarıdan aşağıya doğru dökülür. Bu nehrin yüksekliği Kabe’nin yüksekliği gibi mertebe yüksekliğidir. Bununla beraber çölde olsa bile değeri ve üstünlüğü nedeniyle hac yolculuğu ona yapılır ve bu durum onun üstünlüğüne bir delildir. Kulun Rabbine en yakın olduğu vakit secde halidir. Bu inişle yükseli­şin ne ilişkisi vardır? Buradan secdenin ‘a'lâ (daha üstün)’ diye nite­lenmesinin daha yerinde olduğunu öğrendik. Kim ölürse onun kıya­meti kopmuş demektir. Bununla beraber onun boyu toprağa uzanır ve onun içinde gizlenir. Duvar toprakla (bir seviyede) kalsaydı, yıkıl­maz, yaşlı daha önce genç olmasaydı yaşlanmakla nitelenmezdi. Yara­tılmış olanlar hareket etmek özelliğindedir. Bu sayede tavırdan tavra geçerler ve onların geçmesiyle de asırlar üzerlerinde hüküm verir. Zaman onun zamanıdır ve onun elinde emniyet ve güven yoktur. Onların içermiş oldukları, emanet ehli olanlardır. Bu emanederde ise alameder vardır. Kim alameti bilirse emanetini alır; kendisine ait ol­mayan bir şeyi almak isterse, istidadı onu kendisine vermez ve onu almayı kabul etmez. Herkes eceli geldiği için ölür ve arzusuna ulaşmaksızın can verir. Arzusuna ulaşmış biri hüsrana uğramadığı gibi başarısız da olmaz! Ölümle birlikte insan Allah Teâlâ’ya kavuşur ve ebedi bekaya ulaşır.

Bunlardan birisi de yüz yirmi beşinci bölümden ölüm ve onun içerdiği yitirmenin sırrıdır: Yitmek ve kaçırmak, ölen herkes için ge­çerli bir iştir. Dünya hayatı ecel araya girmediği sürece arzuya ulaşıla­cak yer iken aynı zamanda ahiretin de tarlasıdır. Peki tarlayı eken nerededir? Orada menfaatler elde edilir. Bu tarlanın hasadı kabirde, harman yeri haşir ve neşirdedir. Saklama ise ahirette gerçekleşir.

Ölümün kurban edilişi (cehennemlikler için) en büyük üzüntüyken onun kurban edilmesi ise ticareti verimsiz geçmiş kimselerin memnu­niyetsizliğini sona erdirmek ve bitirmek anlamına gelir. Böyle biri tekrar mezara döndürülmek ister. ‘Sizi bilmediğiniz hallerde yaratırız382 ayeti karşısında tekrar mezara döndürülmek ne işe yarar ki? ‘İlk yaratı­lışı öğrendiniz, hatırlamıyor musunuz?’383 ayetiyle bu hususa dikkat çeki­lir. İlk yaratılış misalsiz gerçekleşmiş, orada da böyle olacaktır. Parlak bir koç suretinde kurban edilen ölümde sırlar vardır: Hz. İbrahim’in oğlunun bedeli olan değerli ve büyük bir kurban! Ölüm cennet ile cehennem arasında kurban edilir ve işin iç yüzünü anlayanlar için berzahta bulunması bir ibrettir. Bu durum saadet ve bedbahtlık veya iniş ve yükseliş mekânlarında ebedi kalışın alametidir. Hepsi cami isim demek olan Allah Teâlâ’ya döner. Ölümün kurban edilmesi onun görevinden azledilmesi, kendi feleğinden ve makamından inmesi demektir. Onun hasreti sabit olmuş, sona ermiştir. Onun ameli, amellerden olmamış­tır. Ecellerin sona ermesiyle birlikte süresi de sona ermiştir. Vatanın­dan ayrılan, meskeninden ayrılmış demektir; yerleşen olmasaydı zaten vatan olmazdı.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar