Print Friendly and PDF

YİRMİ BİRİNCİ SİFİR 3. Bölüm

 


ÜÇ YÜZ ON DOKUZUNCU BÖLÜM

Nefsin Şeriatın Yönlerinden Birisinin Kaydından Başka Bir Tarzda Kurtulma Menzilinin Bilinmesi

Tevekkül amacıyla, rızkı sağlayan sebebi terkin, rızkı sağlayan se­bep olması ve onunla nitelenecek kimsenin sebepler bağından çıkmadı­ğı, ‘rızık’ olması yönüyle Allah Teâlâ karşısında oturan kimsenin malûl (illetli) olduğu hakkındadır.

Gök ve yer arasında Alİah’ın tenzili var

Bu tenzilde O’nun emriyle değişme ve başkalaşma var

Dürülüşünde suretlerden suretler çekilir

Bu suretlerle benzerleri olan suretler silinir                                         ,

Hakkın ondaki sureti                                                               ,

Hakkın olduğu hal üzeredir

Böyle bilinmezse, sapıtılır

Hüviyet Hakkın suretlerdeki tecellisine eşlik eder

Bu yanlışsız bir doğru

İbn Abbas’ın ve amcamızın makamı bu

Kuran ve tenzil gelmiştir

Bilmediğin bir durum, zinhar seni aldatmasın

Çünkü on senin için tespih ve tehlil Söyle onu ve bağlan ona; o bir senet!

En güçlü senet hem de! Şeriat ve akıl destekler onu  Tertemiz sayfaların hükmü bu

Zebur, Tevrat, İncil onlardan

Şahit ol! Öğrenilmesi çetin bilgileri hediye ettim

              Akıllar bilemez o bilgileri, Hakkın vechi makbul Aklın niteliğini kavramak isterse, hayrete düşer

Çünkü akıl duyunun baskısı altında ezilmiş Duyu verilen ikramların en faziletlisi . Fikir sahibi ise ya yardım görür veya başarısızdır

Ey samimi dost, Allah Teâlâ seni başarıya erdirsin ve rahmetiyle senin işini üstlensin, anlayış gözünü açsın, bilmelisin ki: Hakikati ‘sınırlan­mıştık’ olan birinin hakikati ve kendisi var olduğu sürece, herhangi bir şekilde mutlak! :ğı mümkün değildir, çünkü sınırlılık, onun zatî özelliği­dir. Hakikati mutlaklık olanın ise, genel olarak, sınırlılığı kabulü müm­kün değildir, çünkü onun zati niteliği, mutlaklıktır. Fakat sınırlı (mu­kayyet), mutlaklığı kabul edecek güce sahip değildir, çünkü onun özel­liği acizliktir. İlahi koruma hakikatini sürdürmesi için kendisine eşlik et­se bile, muhtaçlık onun ayrılmaz özelliğidir. Fakat mutlak, dilerse, ken­disini sınırlayabilir, dilerse sınırlamaz. Bu da onun mudaklığının bir yönüdür ki bu, ‘meşiyet mutlaklığıdır.’ İşte Hakk buradan kendisi için ‘zorunluluk’ ifadesini kullanmış, kulu karşısında söz yükümlülüğü altına girmiştir. Bu bağlamda Allah Teâlâ zorunluluk rahmeti hakkında ‘Kendisine rahmeti yazdı5136 buyurur. Yani Allah Teâlâ bunu vacip yaptı. Binaenaleyh Allah Teâlâ, kendisine bir şeyi zorunlu kılandır, yoksa başkası bir şeyi Allah Teâlâ’ya zorunlu kılamaz. Öyle olsaydı Allah Teâlâ, başkası nedeniyle ‘sınırlanan’ olur­du. Allah Teâlâ kendisini kullarına merhamet etmek, gizli ihsanlar vermek özelliğiyle sınırlamış, sözleşme hakkında ‘Sizinle yaptığım sözleşmeye uyun137 demiştir. Böylelikle, insanları yükümlü tuttuğu gibi, kendisini yükümlü tutmuştur. İnsanlar bilir ki, Allah Teâlâ doğru sözlüdür ve bu ne­denle Allah Teâlâ onları alıştırmak ve ısındırmak üzere böyle demiştir. Fakat bütün bunlar, yani Allah Teâlâ’nın kulları karşısında sınırlanması, O’nun zatı yönünden değil, ‘ilah’ olması yönünden gerçekleşir. Çünkü ilahi zat, âlemlerle ilişkisiz ve müstağnidir. Hükümdar ise hükmettiği mülkün­den müstağni değildir. Yönettiği mülk olmasaydı, hükümdar adı onun için geçerli olmazdı. Öyleyse sınırlılığı veren şey, Hakkın zatı değildir. Hakkın zatı böyle bir şeyden münezzehtir! Sınırlanmayı gerektiren, (ilahlık) mertebesidir. O halde yaratılmış ‘yaratılmış olmak’ yönünden Yaratanı talep ederken, Yaratan da yaratılmışı talep eder. Bakınız! Alem kendisi nedeniyle yok olduğu için, yaratanı ya da yokluğu talep etme­miştir. Çünkü onun yokluğu, zatindandır. Yok olan, ‘yaratılan’ olması yönüyle Yaratanı talep eder. Buradan Allah Teâlâ, kendisine vacip yaptığı üzere, sözleri yerine getirmekle kendisini sınırlamıştır. Yaratılmış da, bu konumda olduğu için, sebeplere bağlanmış, doğası gereği sebeplere zo­runlulukla yönelmiştir. Çünkü yaratılmış, bir sebepten var olmuştur ki, o da, Allah Teâlâ’dır. Bu nedenle Allah Teâlâ âleme sebepleri yerkştirmiştir. Çünkü Allah Teâlâ varlık ve takdir bakımından ‘yaratan’ isminin ancak varlığı ve tak­dir edilmesi yönüyle yaratılan vasıtasıyla geçerli olabileceğini bilir. Aynı şey, oluşu ve âlemi talep eden bütün ilahi isimler için geçerlidir. Misal olarak, el-Gafur, el-Malik, eş-Şekûr, er-Rahim gibi ilahi isimleri verebi­liriz. Buradan Allah Teâlâ, (âlemde) sebepleri koymuş, âlem de birbirine bağlı bir halde ortaya çıkmıştır. Her başak, çiftçi, toprak ve yağmur vasıtasıy­la yeşerir. Allah Teâlâ yağmur olmadığında, yağmur duası yapılmasını emret­ti. Yağmur duasının emredilmesi, sebeplerin varlığı nedeniyle, Allah Teâlâ’nın kulların kalplerini sabit kılma iradesinden kaynaklanır. Bu nedenle Allah Teâlâ kullarını hiçbir şekilde sebeplerin dışına çıkmakla yükümlü tutmamıştır, çünkü kulun hakikati, sebebin dışına çıkmayı gerektirmez. Allah Teâlâ kulu için müteselsil sebepler belirlemiş ve en sonunda kendisine şöyle demiş­tir: ‘Senin sebebin Benim! Bana itimat ve tevekkül et.’ Bir ayette ‘Allah Teâlâ’ya tevekkül edin, mümin iseniz138 buyurulur. Öyleyse ‘adam’, sebepleri kabul edendir. Çünkü sebepleri reddeden bir insan, Allah Teâlâ’yı bilemeyece­ği gibi, kendisini de bilemez. Halbuki Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Kendini bilen, rabbini bilir’ buyurur. Fakat burada ‘Rabbinin zatını bilir’ demedi. Çünkü rabbin zatı, kayıtsız anlamda, âlemden müstağnidir. Sınırlı Mutlak’ı nasıl bilebilir ki? Rab, hiç kuşkusuz merbubu talep eder ve böyle­likle onda ‘sınırlılık’ kokusu bulunur. Bu sayede yaratılmış rabbini bilir. Bunun için Allah Teâlâ peygambere Allah Teâlâ’dan başka ‘ilah olmadığını’ bilmesi­ni emretti. Bu ifade, ‘ilah’ olması yönünden söylenmiştir. Çünkü ilah, meluhu talep eder. Hakkın zatı ise tamlama ve izafetten müstağnidir ve dolayısıyla sınırlanmaz.

Öyleyse sebeplerin varlığını kabul etmek, Rabbi bilmenin en sağ­lam delilidir. Sebepleri reddeden ise, âlemden kaldırılması mümkün olmayan bir şeyi kaldırmaya (çalışmıştır). Halbuki insanın (sebepleri kabul etmekle birlikte) İlk Sebebin bilgisine yükselmeye çalışması gere­kir. İlk Sebep, bütün sebepleri yaratan ve onları âleme yerleştirendir. İş­ret ettiğimiz konuda bilgisi olmayan, Hakkın öğrettiği edebe göre, Rabbinin bilgisine ulaştıran yolu nasıl yürüyeceğini bilemez. Çünkü se­bepleri reddeden, Allah Teâlâ’ya karşı saygısızlık yapmış demektir. Allah Teâlâ’nın gö­revlendirdiği bir valiyi azletmeye kalkan, (Allah Teâlâ’ya karşı) saygısızlık yapmış ve valiyi azletme (iddiasında) yalancı olmuştur. Bakınız! Sebep­leri örten (inkâr eden) ve onları terk etmeyi savunan kimse, ne kadar da cahildir! Hakkın onayladığı bir şeyi terk eden, kul değil, tartışan; alim değil, bilgisizdir. Dostum! Gafil ve cahillerden olmamanı tavsiye ede­rim. Sebepleri terk etmeyi savunurken bile kendini yalanladığını görü­yorum. Çünkü sebepleri terk, onları reddetmek, sebeplere yönelmemek ve onları kullanmamaktan söz ederken bile -söz gelişisusadığını görü­yorum. Bu kez benimle sohbeti bırakıp, su içmeye gidiyor, susuzluk acısını dindirmek üzere su içiyorsun. Acıktığında ise ekmek alıyor ve yiyorsun. Gayen ekmeği uzanıp onu ağzına koymaktır. Ağzma koydu­ğunda ekmeği çiğner ve parçalarsın. Daha benim önümdeyken bile, kendini ne kadar hızla yalanlıyorsun! Bakmak isteyince gözlerini açma­ya muhtaç değil misin? Onları açman bir sebep değil midir? Bir arkada-, şını ziyaret etmek isteyince, yürüyerek gitmiyor musun? Yürümek ona ulaşmanın sebebidir. Nasıl olur da sebepleri sebepler vasıtasıyla redde­debilirsin ki? Böyle bir bilgisizliği kendine reva mı görüyorsun? Hakkın öğrettiği edeple hareket eden bilgili insan, Allah Teâlâ’nın bir yerde sabit kıldı­ğını sabit kılan ve Allah Teâlâ onu nasıl sabit kılmışsa, öyle sabit kılan kimse­dir. Böyle bir insan Allah Teâlâ’nın bir yerden kaldırdığını -Allah Teâlâ’nın kaldırdığı şekilde-kaldırır. Sonra (sebepleri reddeden) sen! Salih bir kul isen, Rabbine ibadet ederken de kendini yalanlarsın. Yoksa ibadetin muduluğuna (vesile olacak) bir ‘sebep’ değil midir? Sebepleri reddetmeyi sa­vunuyorsun, peki niçin ameli ve ibadeti bırakmıyor musun? Peygam­ber, nebi, veli, mümin, kâfir, bedbaht veya Mutlu hiçbir insanın mutlak anlamda sebepler boyunduruğundan çıktığını görmedim. Sebeplerin en küçüğü, teneffüstür. Ey sebebi terk eden insan! Bir an nefes alma, baka­lım! Nefes alıp vermek, yaşamanın sebebidir. Nefesini ölene kadar tut bakalım! Böyle bir durumda, kendi katilin olursun ve cennet sana ha­ram olur. Bunu yaptığında da sebebin altındasındır. Çünkü nefes alıp vermeyi terk, ölmenin sebebidir. Bu tarz ölmek bedbahtiığın sebebidir. Öyleyse yine sebepten uzaklaşamadın! Allah Teâlâ’nın ortaya koyduğu bir şeyi kaldırmayı iddia ediyorsan, akıllı olduğunu zannetmiyorum. Allah Teâlâ onu müşahede edilmiş bir bilgiye göre ortaya koymuştur. Allah Teâlâ ehlinin söz­lerinden duyduklarını da bir yana bırak. Çünkü onlar, böyle bir söz söylerken, zannettiğini kastetmezler. Sen ‘sebeplerin aşılması’ndan söz ederken onların neyi kast ettiğini bilmediğin gibi Allah Teâlâ’nın sebepleri koymadaki iradesini de bilmiyorsun. İşte seni Hakkın yoluna yönlen­dirdim ve Allah Teâlâ’nın kulları için koyduğu yolu açıkladım. Allah Teâlâ kullarına o yolda yürümeyi emretmiştir. Sen de o yolu takip et. Yolların en doğ­rusunu Allah Teâlâ öğretir. Allah Teâlâ dilerse hepinize hidayet eder.

Bundan sonra bilmelisin ki: Allah Teâlâ kula bazen günah, bazen itaat yaptırtır. Şimdi kulun bu iki zıt durumu hangi özelliğinden dolayı ka­bul edebildiğini açıklayayım. Sonra insanın âlemdeki yerini açıklayaca­ğım: İnsanın hemcinslerinden benzerleri varken âlemin genel olarak benzeri yoktur. Konuyla ilgili hakikat ve sırları açıklayacağım. Fakat önce ayrıntılı olarak açıklamak istediğimiz hususları bir şiirde özedeyelim. Bu şiir, bütün ana konuları içeren özet ve genel bir ilke olacaktır. Başkalarına onları açıklamak istersen, bu şür konuyla ilgili bilgilerin kaynaklarına dikkatini çeker. Kuldan kinaye yoluyla şöyle deriz:

Kul Allah Teâlâ’ya asi olursa, hakikatine uymuş İtaat ederse, kendi yoluna uymuş

‘Kabul’ özelliği olmasaydı, varlığı dd olmazdı Yaratılan manasıyla yaratılmayı ister

İmkânsız, düşünürsen, bir delil

Delil olmaktan çıkartma ki, hakikatini öğren

İmkânsız olmayı kabul etmez, imkân kabul eder Her bir şey, kendi gereğine uymuştur

Bu nedenle en yüceden O’nun suretini elde ettik Allah Teâlâ’nın inayetidir bu, yarattığı kimseye vermiş

Alemin bir benzeri olsaydı akika kurbanı gerekirdi Hemcinslerine bir cömertlik ve ikram olsun diye

                   Fakat âlem benzersiz biriciktir Hakk ise beslenmez! Bunun için âleme suretini vermedi

Ey samimi dost, Allah Teâlâ seni başarıya erdirsin, bilmelisin ki: Alem mümkündür, imkânsız değildir. Bu nedenle âlem, var olmayı kabul et­miştir. İmkânsız varlığı kabul etmez. Böylelikle varlığı kabul etmeyle mümkünün hakikati, onu kabul etmeyen imkânsızın hakikatinden ay­rışmış ve farklılaşmıştır. Allah Teâlâ âlemi ‘büyük insan’, Âdem’i ve oğullarını ise âlemin ‘özeti’ olarak yaratmış, bu nedenle de ona esma-i hüsna’yı (güzel isimleri) vermiştir. Başka bir ifadeyle âlemi var etmeye yönelen tüm ilahi isimleri Âdem’e vermiştir. Bunlar, âlemin özü gereği talep et­tiği -çünkü âlem onlardan var olmuşturilahi isimlerdir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Allah Teâlâ âlemi kendi suretine göre yarattı.’ Çünkü isimler, ‘Allah Teâlâ’ ismine aittir ve âlem o isimlerden var olmuştur. Öyleyse âlem, bütün olarak büyük insandır. Allah Teâlâ ilahi sureti (kendisine vermelde) in­sanı şereflendirdiğinde, âlem ve (insanın hemcinsleri anlamında) ben­zerler, insandan buna şükür talep etmiştir. Âkîka kurbanı -ki Allah Teâlâ her insan için onu belirlemiştirAllah Teâlâ’nın varlıkta kendisine tahsis ettiği bu özel duruma karşılık bir şükür ifadesi olmuş ve doğumdan sonraki ye­dinci günde kesilmesi istenmiştir. Bu esnada insan, akika kurbanının etinden beslenecek bir durumda değildir ve kendisi adına bir iş yap­mamış olur. Hemcinsleri akika kurbanını yer. Her insan, kendi akika kurbanıyla rehindir ve büyüdüğünde kendi akikasını kestiğinde de on­dan bir şey yememesi ve onu insanlara yedirmesi gerekir. Bu nedenle kendisi de ilahi surete göre yaratılmış iken âlemdeki varlıklar için akika kurbanı yoktur, çünkü onun akikasını yiyecek hemcinsi yoktur. Çünkü Allah Teâlâ’dan başkası yoktur. Âlem kendi akika kurbanından yiyemezken Hakk beslenmeden ve yemekten münezzehtir. Bu mertebe, sadece Allah Teâlâ’ya aittir. Öyleyse âlem için akika kurbanı, anlamsız bir işe döner. Allah Teâlâ akikadan ibaret olan bu şükre bir bedel belirlemiştir: Âlem için söz konusu bedel, Allah Teâlâ’yı övmek ve tespih etmektir. Bu tespih, Allah Teâlâ’nın âleme ihsan ettiği suretine göre kendisini var etme nimetine bir karşılıktır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Her bir şey O’nun övgüsünü tespih eder. Fakat siz onların tespihini anlayamazsınız. Allah Teâlâ bağışlayan ve hilim sahibidir.’139 Allah Teâlâ ezeli inayetiyle, ilahi surete göre var olmayı bize ihsan etmiş, kendi mertebesi olan sureti ise vermemiştir. Çünkü O’nun mertebesi rablik iken bizimki merbub olmaktır. Bu nedenle şöyle dedik: Âlem için akika yoktur. Çünkü âlem, alâkadan yiyemezken Hakk için böyle bir şey söz konusu değildir ve böyle bir şey O’na yaraşmaz. Âlem için akika, Allah Teâlâ’nın övgüsünü tespih olmuştur. Çünkü ona yaraşan şey, tes­pihtir.

Mümkünün doğası, varlığı kabul etmektir. Bu sayede mümkün daha önce yokken dışta var olmuştur. Allah Teâlâ mümkünü ‘halika’ kelime­sinden hareketle ‘halk’ diye isimlendirdi. Halika işin tabiatı ve hakikati demektir. Başka bir ifadeyle mümkün, surete göre tabiat kazanmıştır ve onun halikası budur. Allah Teâlâ mümkünü suretine göre var etmiş ve sonra da onu kendisine ibadet etmek üzere yaratmıştır. Bu durumda sahip ol­duğu özellik (ilahi suret), yaratılış sebebine (ibadet) aykırı düşmüştür. Allah Teâlâ ‘Cinleri ve insanları bana ibadet etsinler diye yarattım, onlardan rızık istemiyorum, beni doyurmalarını da istemiyorum140 buyurur. Akika’dan söz ederken, Allah Teâlâ’nın akikadan yemeyeceği ifadesiyle işaret ettiğimiz husus buydu. Cin var olma nedeninde -yoksa yaratılış özelliğinde değilinsanlarla ortaktır.

Hakkın sureti (veya ilahi suret), emir veya yasakla muhatap olma­mayı gerektirir. Bunun nedeni, ilahi suretin azizliğidir. Söz konusu iz­zet, doğası gereği insana yayılmış, insan (üzerinde yaratılmış olduğu) sureti yönünden içinde ve dışında günahkâr ve asi olmuştur. Çünkü in­san, emir, yasaklama ve zorlamayı kabul etmeyenin suretine göre yara­tılmıştır. Bakınız! İblis ilahi surete göre yaratılmadığı için, içinden gü­nahkâr ve asi olmamış, insana ‘kâfir ol’ demiş, insan küfre düştüğünde ‘Ben âlemlerin rabbi Allah Teâlâ’dan korkarım141 demiştir. İblis insana sadece dışta büyüklenerek şöyle demiştir: ‘Topraktan yarattığına mı secde ede­yim.’142 Başka bir ayette ise ‘Ben ondan daha iyiyim, beni ateşten yarattın143 demiştir. Ateş aydınlanmaya yakın iken, nuranilik nura yakındır. Nur Allah Teâlâ’nın isimlerinden biridir. Toprak ise tamamen karanlıktır. İblis ‘Ben ondan daha iyiyim’ derken Topraktan yarattığından sana daha yakınım’ demek istemiştir. Halbuki İblis, Allah Teâlâ’nın Adem’i yaratırken -Adem’in kendisine göre yaratıldığı ilahi suretin kemali nedeniyleiki elini kul­landığım bilmiyordu ve İbliste veya meleklerde bu konuda bilgi yoktu. Bu nedenle hepsi itiraz etmiş, melekler ve İblis kendilerinden aktarılan sözleri söylemişlerdir. O halde insanın günahkâr olması yaratılış özelli­ğinden kaynaklanırken itaatkârlığı yaratılış gayesinden kaynaklanır. ‘Ben insanları ve cinleri bana ibadet etsinler diye yarattım.’144 Yani onlar, benim izzetimin karşısında zelil olsunlar ve kendi mertebeleri karşısındaki be­nim mertebemin yerini öğrensinler! İnsanın yolu ibadettir. Çünkü in­san bir kuldur ve kul efendiyle sınırlanmıştır. Efendi de bir yönüyle ku­luyla sınırlanmıştır, çünkü kul, kendisine efendi olunandır. ‘Allah Teâlâ âlem­lerden müstağnidir.™ Burada mümkün, imkânsıza katılmamış, ilahi bir nitelik olan varlığı kabul etmekle Allah Teâlâ kendisine ihsanda bulunmuştur. Bununla birlikte mümkün, mutlak varlığın derecesine ,de katılmamıştır, çünkü varlığı kazanılmış ve sınırlıdır. Bu durumda mümkün imkânsıza ve onun derecesine bakar, Rabbinden kazandığı varlığı görür, varlığı kabul edişine bakar ve imkânsızdan ayrıştığını görür. Bu durumda bü­yüklüğe kapılır ve günahkâr olarak şöyle der: ‘Sizin en büyük rabbinizim ben.n46 Böylelikle insan ilahlık iddiasında bulunmuştur, halbuki herhan­gi bir cin böyle bir iddiada bulunmamıştır.

İnsan varlığı zorunlu olana muhtaçlığını ve varlığını O’ndan ve O’nun ihsanından kazandığını gördüğünde, şükretmesi borç olur. Bu durumda zelilleşir ve Rabbine itaat eder. Öyleyse insanın Allah Teâlâ’ya itaat etmesi yaratılış gayesinden kaynaklanırken, günahkârlığı yaratılış özelli­ğinden ve aynı mertebeye sahip olmayan imkânsızı görmesinden kay­naklanır. imkânsız üçüncü mertebede olmasaydı, mümkün kendisine karşı büyükleneceği kimse bulamazdı. Bir şey kendine karşı büyüklen­mez. Muhtaç ise, muhtaç olduğu varlığa büyüklenmez. Böyle bir du­rumda mümkünden günah meydana gelmezdi. Hakikatlerin verdiği hükümlerin ne kadar garip olduğuna bakınız! Bilmediğimiz şeyleri bize öğrettiği için Allah Teâlâ’ya hamd olsun. O, bize anlamadıklarımızı anlaşıhr yapmıştır. Allah Teâlâ’nın üzerimizdeki ihsanı ne büyüktür. Bu konuyla ilgili bu kadar açıklama yeterlidir.

Bu menzil dua bilgisini, nebilik bilgisini, birde bütünün hitabının bilgisini, zamanın bilgisini, takvanın bilgisini, haddi aşmanın bilgisini, burhan ve oluşturulmasının bilgisini, güzel ahlakın bilgisini, insan nef­sinin Allah Teâlâ nezdindeki değerinin bilgisini, acizlik ve imanın bilgisini, nefesleri ve tevekkül ilmini, gayb bilgisini, terazinin bilgisini, takdisin bilgisini, kuşkular mertebesinin bilgisini, kirlendikten sonra temizlenenin bilgisini, tekvinin bilgisini, talimin bilgisini, ahiret hayatının bilgi­sini, kiralamanın başkasından farklılaşmasının bilgisini, rahmetin ve şiddetin bilgisini, kazanç ve hüsranın bilgisini, akılların idraklerinin bil­gisini, talebin sonunun bilgisini, ilahi emrin bilğisini, âlemin bilgisini, ilahi iktidarın bilgisini, ihatanın bilgisini, Allah Teâlâ’nın âlemdeki bilgisinin sona erip ermeyeceğinin bilgisini içerir. Bu husustan Mekke’de karşılaş­tığım birisinden başka kimsenin söz ettiğini görmedim. O adam bu gö­rüşteydi ve bu bilinen bir görüştür. Fakat ben, her görüşü benimseyen


kimseleri gördüğüm halde, bu görüşü dile getiren kimse görmemiştim. Allah Teâlâ bizi doğru yola ulaştırsın. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

ÜÇ YÜZ YİRMİNCİ BÖLÜM

İki Kabzanın Tespih Menzilinin Bilinmesi ve Birbirle­rinden Ayrışmaları

Hakk karşısında ihlas ile amel eden kazandı Şirk bile olsa amelinde, müsamaha görür

Bilgi ikidir: verilen ve kazanılan bilgi Kulun ulaştığı en hayırlı bilgi, verilen bilgi

                   Bilinir ki, kazanılan bilginin terazide bir payı yok Çünkü kul (yeterli) gayret göstermedi

Ölçülerin hafif olursa kalbin hüzünlenir Ağır bastığında sevindiğin gibi

Zünnarı kes, tembel olma

Onu kestiğinden başka, Hakka gidenin bir değeri yok

Hiçbir şeyin benzemediği zat hakkında düşünmek ,

Bilgisizlik! Aklın peşinden koşma

Kalbi boşaltma kapısından gir

Müşahede bilgisini görürsün, kapısı açık olursa şayet

Bilmelisin ki, bedbahtlar diyarı ve azap melekleri, Allah Teâlâ’yı tazim eder ve över. Nimet melekleri de nimet diyarında (Allah Teâlâ’yı tazim eder) ve bunların arasında fark yoktur. Hepsi bir olana itaat eden kullardır. Bir kısmı Allah Teâlâ için nimet verirken, diğerleri Allah Teâlâ adına intikam alır.

İşte iki kabza böyledir. Onlar, iki âlemdir: mutluluk ve bedbahtlık âle­mi. Onlardaki her bir organ veya cevher-i ferd, Allah Teâlâ’nın celalini takdis ve tespih eder. Ancak her parça ve organ, kendisini yöneten yükümlü nefsin kendisinde nasıl tasarrufta bulunduğunu bilmez. Allah Teâlâ söz konu­su nefsi kendisine ibadet etmek ve organlar ile dış âlemini belirlediği iş­lerle yönetmekle yükümlü tutmuştur; Organlar yükümlü nefs gibi gü­nahın veya itaatin ne olduğunu bilselerdi, kesinlikle itaatsizlikte ona uymazlardı. Çünkü onlar, her varlığın Allah Teâlâ’yı tespih ve şanını takdis et­tiğini görürler. Bununla birlikte organlara büyük bir koruma gücü ve­rilmiştir. Dolayısıyla nefs organları bir işte kullandığında, o işe hakim­dirler ve onu bilirler. Nefs ise, organları kullandığı işin itaat veya günah olduğunu bilir. Kıyamet günü yükümlü nefs (-i natıka) sorguya çekilir­ken inkâr etmesi söz konusu olduğunda, Allah Teâlâ kendisine şöyle der: ‘Sa­na kendinden olan şahit gönderiyorum.’ Nefs içinden şöyle der: ‘Bana karşı kim şahidik yapacaktır ki?’ Allah Teâlâ nefsin kendilerini kullandığı ve fiilleri yapan organlara sorar. Söz gelişi göze şöyle der: ‘Nefsin seni hangi işte küllandığmı söyle!’ Göz cevap verir: ‘Rabbim! Benimle şöyle bir şeye baktı.’ Kulak ‘Benimle şunu dinledi’, el ‘Benimle şunu tuttu’ der vs. Aynı şeyi ayak ve diğer organlar söyler. Diller de öyle konuşur. Allah Teâlâ nefse şöyle der: ‘Herhangi birini inkâr ediyor musun?’ Nefs hay­rete düşer ve şöyle der: ‘Hayır.’ Organlar günahın veya itaatin ne oldu­ğunu bilmez. Allah Teâlâ onlara şöyle der: ‘Ben size peygamberimin diliyle ve kitaplarımda ‘şuna bakmayın, şunu dinlemeyin, şuraya gitmeyin’ deme­dim mi?’ Böylece duyularla ilgili bütün yükümlülükleri bir bir sayar. Aynı şeyi insanın içine yasaklanan kötü zan ve benzeri fiiller için yapar. Ardından yükümlü nefs, bedbahdık diyarında ateş vb. türlü azaplar gö­rürken organlar kendilerine ilişen azap türlerinden haz alır. Bu nedenle azap ‘azap’ (tat) diye isimlendirildi. Çünkü söz konusu azap Allah Teâlâ adına intikam alan cehennem bekçisine haz verdiği kadar organlara da bir haz verir. Organlar da cehennem bekçisi gibidir. Çünkü Allah Teâlâ onları üzerle­rinde hüküm sahibi nefsten intikam aldığı bir araç yapmıştır.

Nefsin çektiği acılar, mülkünde gördüğü şeylere ve hayvani ruhun kendisine taşıdıklarına göre değişir. Duyu nefse acı veren o fiillerde elem ve üzüntü getirir. Bu esnada organlar ise cehennemde sürekli ni­mettedir. Bu nimet cehennem bekçilerinin içinde bulunduğu nimete benzer. Onlar, sürekli, Allah Teâlâ’yı tespih eder, över, yerine getirdikleri fiille­re karşılık haz alırlar. Nitekim dünya hayatında da öyle yapmışlardı. Insan organın acıyı duyması nedeniyle acı duyacağını zannederken gerçek öyle değildir. Organın taşıdığı şeye göre acıyı duyan natık nefsin kendi­sidir. Hasta uyurken, hiç kuşkusuz, canlıdır ve duyularına sahiptir, uya­nıkken acı duymasına yol açan yara da onula birliktedir. Bununla birlik­te uyku esnasmda organ acı duymaz. Çünkü acıyı duyan nefs, yüzünü duyulur âlemden berzaha çevirmiştir. Bu nedenle bir bilgiye sahip de­ğildir. Böylelikle duyusal acılar ondan uzaklaşmış, bulunduğu halde berzahta kalmıştır. Fakat rüyada kâbus gören acı duyabilir. Ya da güzel bir rüya gören insan ondan haz alabilir. Bu durumda acı veya nimet, her nereye giderse gitsin, onunla birlikte hareket eder. Hasta uyandı­ğında -ki bu nefsinin şehadet âlemine dönmesidiracı ve korkular da onda bulunmayı sürdürür. İyi düşünürsen, sende açıyı .kimin taşıdığını, kimin hissettiğini, ve kimin hissetmediği açıklanmış oldu. Organlar acı duysaydı, nefs inkâr ettiği gibi onlar da inkâr eder ve nefsin aleyhine şahitlik etmezlerdi. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Siz kulağınızın gözlerinizin ve derile­rinizin aleyhinize şahidik ettiğini görmez misiniz?’1*7 Başka bir ayette ‘Ku­lak, göz, kalp; hepsi mesuldür48 denilir. Öyleyse ‘nefis’ denilen bir isim, daha önce belirttiğimiz gibi, nefse kulağından, gözünden ve kalbinden dolayı soru soracak ve şöyle diyecektir: ‘Yönettiklerine karşı nasıl dav­randın?’ Bakınız! Zalim bir vali hükümdar tarafından görevinden alınıp halkı rahatlatmak üzere cezalandırıldığında, validen alman intikamla halk nasıl sevinir? Aynı şey organlar için geçerlidir. Oranlar kıyamet günü kendilerini yöneten nefsin acı çektiğini gördüklerinde sevinç ve nimetlerini gösterirler. Çünkü Allah Teâlâ’nın yasaklarını gözetmek, organlar için (kendilerini yöneten) nefsten daha önemlidir.

Balanız! Allah Teâlâ mümin günahkârları cehennem ateşinde nasıl öldü­rür? Bu ölüm, cehennemde kalıcı olmayanlara dönük bir iyilik ve ina­yettir. Söz konusu kimseler kızardıklarında, oradan çıkartılırlar. Organ­lar acı duysaydı* Allah Teâlâ onları o esnada acı duymak özelliğiyle nitelerdi. Halbuki Kitap veya Sünnet böyle bir şey zikretmemiştir. Şöyle diyebi­lirsin: ‘Onların yanıp kızarmalarında ne fayda vardır ki?’ Şöyle deriz: ‘Her yer kendi hakikatini verir. Dolayısıyla cehennem, suretlerde böyle bir etki oluşturur. İnsan güneşte oturduğunda, yüzü ve bedeni kararır. Çamaşır güneşe serildiğinde ve suyla ıslatıldığmda beyazlamaya başlar. Acaba özel bir yer ve özel bir mizaçtan başkası bunu sağlar mı? Öyleyse maksat, azap değildir; azap olsaydı, Allah Teâlâ onları orada öldürmezdi. Çünkü nefislerdeki canlılık, iıimet ve elem verici sebeplere göre, acıyı ve nimeti arar. Öyleyse zikrettiğimiz şeyle nitelenen, kabiliyetlerdir. Allah Teâlâ onlara hayat vererek, kendilerini ateşten çıkarttığında, renklerinin baş­kalaştığına bakarlar. Kızardıklarını görünce, bu durum onları üzer. Bu­nun üzerine Allah Teâlâ, beğenecekleri bir sureti onlara nimet olarak verir ve bu surette onları yeniden yaratır. Onlar da, kendilerini üzen bir halden sevindiren bir Hakk taşıyan Allah Teâlâ’nın nimetini ve ihsanını öğrenirler.

Kardeşim! Senden kimin azap gördüğünü, kimin nimet gördüğü­nü öğrendin. Sen, kendinden başkası değilsin. Öyleyse yönettiğin or­ganlarını aleyhine şahit haline getirme, yoksa hüsrana uğrarsın. Allah Teâlâ seni görevlendirmiş, sana kendi isimlerinden birini vererek, ‘itaat edilen hükümdar’ demiştir. Zalim olma ve korkma! Çünkü zulüm, seni görev­lendirenin niteliği değildir. Allah Teâlâ sana kendisine davrandığı gibi dav­ranmış, sana zorunlu kıldığı gibi bunu kendisine zorunlu yapmış, senin için sözleşme altına girmiş, seni de söz altına almıştır. Allah Teâlâ sana her neyi emrederse, kendisine benzerini yapmıştır. Çünkü kesin delil O’na aittir. O kendisine zorunlu kıldığı her şeyi yerine getirmiş ve senden sa­na zorunlu kıldığı şeylere vefa göstermeni istemiştir. Allah Teâlâ’nın böyle yapmasının amacı şunu demeni engellemektir: ‘Ben kendisine şunların zorunlu kılındığı bir köleyim. Beni kendime bırakmadın İti? Beni söz ve zorunluluk altına soktun.’ Böyle diyen bir kula Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ben se­ni kendimi sokmadığım bir yükümlülüğün altına mı soktum? Ben ken­dime zorunlıi yapmadığım bir işi mi sana zorunlu kıldım? Biz karşılıklı sözleşme yapmadık mı? Sana şöyle dedim: ‘Bana verdiğin sözü yerine getirirsen, ben de verdiğim sözü yerine getiririm.’ Allah Teâlâ Peygamberine ‘Kesin delil, Allah Teâlâ’ya aittir’'49 demesini emreder. İşte bu ‘Rabbim! Hakk ile hüküm ver50 ayetinin anlamıdır. Allah Teâlâ haktan başka bir şekilde hüküm verir mi ki? Fakat Allah Teâlâ bu ayette kendisini peygamberin memuru yapmıştır. Çünkü ‘hüküm ver’ ifadesi, emirdir. Allah Teâlâ ise peygamberine bunu söylemesini emredip ‘Ya Muhammed söyle’ diyerek ‘Rabbim! Hakk ile hüküm ver’15' demiştir. Allah Teâlâ’nın kullarına daha büyük bir tenezzülü olamaz.

Ey Kul! Bu tenezzül Allah Teâlâ’nın kereminden değil midir? O’nun ihsa­nından değil midir? Allah Teâlâ kendisine zorunlu yaptığı her yükümlülüğü yerine getirmedi mi? Allah Teâlâ’ya verdiği sözü tutan herkese verdiği sözünü tutmadı mı? Dileseydi cezalandırabileceği kullarının çoğunu bağışlayıp affetmedi mi? Peki sen neredesin? Güçlü, kahredici, kadir Rabbinin bü­yük ihsanına nasıl bakmaktasın? Kimse O’na karşı koyamaz ve kimse O’nu yenemez.

Bilmelisin ki: İki kabzanın tespih etmek özelliğiyle nitelenmesinin nedeni, her ikisinin Hakk için açılmış olmasıdır. Allah Teâlâ iki kabzayı eline alarak şöyle demiştir: ‘Bunlar cennete, onlara değer vermem. Bunlar, cehennemlik, onlara değer vermem.’ Onlar ise sadece Allah Teâlâ’yı biliyordu. Binaenaleyh onlar, Allah Teâlâ’yı tespih ve tazim etmişlerdir. Çünkü onlar he­nüz kabzanın dışına çıkmamışlardı. Sonra Allah Teâlâ keremiyle ‘Bunlar azap için onlara değer vermem, bunlar nimet için onlarla ilgilenmem’ de­memiş, onları sadece kendilerini doldursunlar diye iki diyara izafe et­miştir. Sahih hadiste şöyle denilir: ‘Allah Teâlâ cennet ve cehennemi yarattı­ğında, sizi oldurmak benim işim demiştir.’ Yani onları sakinleriyle dol­duracağım. Çünkü bir yer ancak kendi sakiniyle mamur olabilir: Nite­kim şair şöyle der:

Vatanlar sakinleriyle mamurdur

Çünkü vatan bir yerdir ye kendisine yerleşen olmaksızın mahal ve yer olamaz. Allah Teâlâ cehenneme ‘Doldun mu?’ diye sorar, o da daha var mı der.,m el-Cebbar ayağını cehenneme koyduğunda cehennem şöyle der: ‘Yeter, yeter.’ Başka bir rivayette ‘tamam, tamam’, yani doldum der. Cehennemi kendi bilgisine göre ayağıyla Allah Teâlâ doldurmuştur. Bunun için Allah Teâlâ orayı dolduran kimseler yaratır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onların doğ­ru bir ayakları vardır.’153 Yani ezeli emriyle, Allah Teâlâ bu durumu onlara vermezden önce, bildirmiştir. Sonra onlara vermiş, kendilerine yaptığı vaadinde sözünü tutmuştur. Allah Teâlâ cehenneme kendisini doldurmak üzere söz vermiştir. Onu ayağıyla doldurduğunda ise, söz yerine gel­miştir. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ, ezeli sözüyle cehennemi dolduracağını söylemiş, cehennemi dolduran bir halk yaratmakla da sözünü doğrula­mış, onu dolduran ayakları el-Cebbar’a izafe etmiştir. Çünkü bu isim, azamet içindir. Ateş azametten meydana gelmişken cennet keremden meydana gelmiştir. Bu nedenle ayağın izafe edildiği el-Cebbar cehen­neme tahsis edilmiş, onu kendisine izafe etmiştir. Buradan, rahmetin iki diyara da yayıldığı ortaya çıkar. Rahmet o ikisini zikrettiğinde, kendile­rini kuşatmış, acılar ise zikredilmemiştir. Onları doldurmaktan söz et­miş, yine acılardan söz etmemiştir. Bütün bunlar, Allah Teâlâ’nın kullarına söylediği rahmetinin gazabını geçtiğiyle ilgilidir. Önde olan, sürekli hüküm sahibidir. Şöyle denilir: ‘Falanın bu işte öne geçmiş (sabık) ka­demi vardır.’ Allah Teâlâ dilerse, bu, bir müjdedir. Cehenriemi ateşle doldu­racak kimseler ise, oradan çıkmaz. Nitekim ‘Orada kalıcıdırlar’15* buyu­rur. Kastedilen yer, ateştir. Başka bir ayette ‘Orada halıcıdırlar’155 denilir. Burada cennet kastedilir. Halbuki onun içinde diyerek, azabı kast et­memiştir. Allah Teâlâ azabı zikrederken ‘Orada kalıcıdırlar’ deseydi, iş belirsizleşirdi. Zamir yere irca edilince, azap zorunlu olmamıştır. Birisi şöyle diyebilir: ‘Azap zorunlu olmadığı gibi nimet de zorunlu değildir.’ Biz de böyle deriz. Fakat Allah Teâlâ cennet nimetinin ‘sınırsız bir ihsan ol­duğunu’,156 başka bir ifadeyle, kesintisiz bir ihsan olduğunu söylemiş, bir ayette de ‘Ne engellenir ne kesilir157 buyurmuştur. Bu nedenle nimette ve diyarda kalıcılığı kabul ettik. Benzer bir ifade ateşin azabı hakkında gelmemiş, bu nedenle, biz de onu dile getirmedik. Şöyle diyebilirsin: ‘Allah Teâlâ ‘Orada kalıcıdırlar; kıyamet günü ne kötüdür onlar için’15* buyurdu.’ Şöyle deriz: ‘Bu ahiret yerlerinden birisinde böyledir. Zamir azaba de­ğil, günaha döner. Yükleri taşımaya yerleştiklerinde -ki yükler günah­lardıronları taşırlar. Allah Teâlâ ‘Onlar kendi günahlarını ve başka günahları taşır159 buyurur. Başka bir ayette ise ‘Kıyamette yaptıkları iftiradan sorgu­ya çekileceklerdir160 denilir. Allah Teâlâ ‘Kalıcıdırlar’ der. Yani orada, başka bir ifadeyle kabirlerinden çıktıkları yerde yüklendikleri günahı ce­henneme ulaşana kadar taşımakta kalıcıdırlar. Sonra ateşe girerler. On­lar, o süre zarfında o yük altında kalıcıdırlar. Ara verilmediği gibi sırtla­rındaki yükü başkası da taşimaz. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ondan yüz çeviren kimse kıyamette bir yük taşır. Orada kalıcıdırlar.’16' ‘Orada’ zamiri yüke dönmüş, onu kıyamete ait olarak, taşıma yapmıştır. Kıyametin müdde­ti, insanların kabirlerinden çıkarak, cennet veya cehennemdeki yerlerine yerleşme müddetidir. Ardından kıyamet sona erdiği gibi orada bulunan her şey de sona erer. Onda bulunanlardan bir tanesi de, yüklerin taşın­masındaki kalıcılıktır. Gün bitince, kalıcılığın bulunacağı yer kalmaz. Bu durumda hüküm, ateş ile cennetlere ve o ikisine özgü azap ve nime• te döner. Azap hakkında ateşte olduğu gibi kalıcılığı gösteren bir ifade gelmemiştir. Fakat azabın ateşte olması kaçınılmazdır. Bu konudaki sü­re, bize meçhuldür ve naslarda bu konuda kesin bir bilgiye sahip deği­liz. Şu var ki deliller, burada bir süre (ecel) olduğunu gösterir. Fakat onun ne kadar olacağı nasta geçmediği için meçhuldür. Bütün keşif eh­li, zahir ifadeler karşısında eşit iken keşifleri bakımından kesin kanaate sahiptir. Binaenaleyh çelişen bir nas olmadığında, keşifleri kabul edilir. Biz de ‘Rabbin dilediğini yapandır162 ayetine göre hareket ederiz. Allah Teâlâ her neyi irade ederse, o bu şeydir. İman edenlere daha fazlası gerekmez. Bununla birlikte bilgi ifade etmek üzere, mütevatir nas gelebilir. Bu es­nada mümin zorunlu olarak keşin kanaate ulaşır. Her dille tespih edi­len, her delille gösterilen Allah Teâlâ münezzehtir!

Bu menzil pek çok bilgi içerir. Bunlardan birisi, her âleme layık tenzih ilmidir, çünkü tenzih, âlemlerin değişmesiyle değişir. Bir âlem Hakkı kendisini bilmesine göre tenzih edebilir ve bu durumda sahip olduğu bütün özelliklerden Hakkı tenzih eder. Çünkü âlemin sahip ol­duğu özellikler, sonradan yaratılmıştır. Bu durumda tenzih, Hakkı son­radan var plânların kendisiyle var olmasından tenzih eder. Burada âle­me özgü sonradan olanları kastetmekteyim. Bu nedenle Hakkın tenzihi, tenzih edenlerin değişmesiyle değişir. Söz gelişi araz ‘varlığında zuhur etmek üzere bir yere muhtaç olmayanı tenzih ederim’ derken cevher ‘varlığında kendisini var eden bir yaratıcıya muhtaç olmayanı tenzih ederim’ diyebilir. Cisim ‘varlığında kendisini tutacak bir araca mühtaç olmayanı tenzih ederim’ diye tenzih yapar. Ana ilkeleriyle tenzihin tas­nifi böyledir. Çünkü varlıklar, cevher, araz ve cisimden ibarettir. Sonra her sınıfın kendine özgü nitelikleri vardır ve bunlar başka bir türe ait değildir. Her tür kendi niteliklerinden ve kendi makamından Allah Teâlâ’yı tenzih eder. İnsan-ı kâmil ise, Allah Teâlâ’yı âlemin bütün tespihleriyle birlikte tenzih eder, çünkü insan âlemin bir suretidir ve bu durum ona göste­rilmiştir.

Bu menzil eşyanın tenzih bilgisini, yaratmada vasıta ölan Hakkın bilgisini içerir. Abdusselam ya da Hakem b. Berracan konuşmalarında bu terime sıkça işaret etmiştir. Sehl b. Abdullah et-Tüsteri de bu terime işaret ederdi. Sehl onu ‘el-Adl’ (adalet) diye isimlendirmişken Ebu’lHâkem ise ‘el-Hakk el-mahlûk bihi’ diye isimlendirmiş, bu terimi ‘Gökle­ri, yeri ve ikisinin arasında olanları Hakk ile yarattı163 ayetinden çıkartmış, terim hakkında pek çok açıklama yapmıştır. Bu menzil, suret ilmini içe­rir. Suret araz midir cevher midir? İnsanlar bu konuda görüş ayrılığına düşmüştür. Dönüş ilmi bu menzilden öğrenilir. Bilginin bilinmesi de bu menzilden öğrenilir. Başka bir ifadeyle, bilgi neye göre öğrenilir.

Gayb ve şehadet bu menzilden öğrenilir. Geliş ve ortaya çıkış bu men­zilden öğrenilir. İtibar ilmi ve tanımı bu menzilden öğrenilir. Zevkler (tadar) bu menzilden öğrenilir. Bunlar, tecellinin ilk ilkeleridir. İllederin ilmi ve mertebeleri, kimin onlarla niteleneceği ve kimin nitelenme­yeceği bu menzilden öğrenilir. Önderlik tecellisinin ilmi bu menzilden öğrenilir. Onun medlulü bilgi midir, değil midir? Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Önder borçludur’ hadisi bü menzilden öğrenilir. Kavmin önderi kim­dir, onun mertebesi ne demektir? Niçin böyle isimlendirilmiştir? ima­nın bilgisi bu menzilden öğrenilir. Nurun bilgisi, bu menzilden öğreni­lir. Kastedilen, indirilen nurdur. Tecrübeyle gerçekleşen bilgi ve bu bil­ginin edinilmesi bu menzilden öğrenilir. Kazanan tacir ve onun kazancı ile zararı bu menzilden öğrenilir. Tehdit ve vaat, bu menzilden öğreni­lir. İlahi izin ve neyle ilgili olduğu, bu menzilden öğrenilir. Genel mi­dir, özel midir? Emir ve izin arasındaki fark nedir? İzinde emirdeki gibi günahkâr olunur mu, olunmaz mı? Bilginin kapsayıcılıkla nitelenmesi bu menzille ilgilidir. Tevhit ilmi neye döner? Tevekkül ilmi, bu menzil­den öğrenilir. Yaratıkların dosduk ve düşmanlıktaki mertebeleri, bu menzilden öğrenilir. Korkutma ve sakınma, bu menzilden öğrenilir: Kimden ve niçin sakınılır? Güç yetirme ve Hakk arasındaki fark bu men­zilden öğrenilir. Kerem sıfatının üstünlüğü bu menzilden öğrenilir. Kullardan olan ilahi talebin neticeleri, bu menzilden öğrenilir. Hilim ve bağışlama farkı, eşyanın tertibi, bu menzilden öğrenilir. En korunmuş ilahi yer, bu menzilden öğrenilir. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

ÜÇ YÜZ YİRMİ BİRİNCİ BÖLÜM

Şehadet Âlemi ile Gayb Âlemi Arasındaki Farkın Muhammedi Mertebeden Bilinmesi

Aklın bir nuru varken imanın nurları var Basiretler gözler için gözdür

Göz, kulak ve ihsan, hepsini bir araya getirir Akıl bilgilerini yardımcı ve destekçileriyle kazanır

\ Göz gayb âlemini görür

Vehimler ve fikir, seni perdelemesin

Gayb bilgilerini gözden elde etmeyen kimse Onlar korunmuş perdelerin ardında ve ulaşılmazdır

Dediler ki, varlıklarda bir bilgi var, ibret al Sahibini tanımayan eve ev denir mi?

Samimi dost, bilmelisin ki: Varlık, ibadet eden abid ile mabut ol­mak üzere ikiye taksim edilmiştir. Abid Allah Teâlâ dışındaki her şeydir ve ‘kul’ diye isimlendirilen âlemdir. Mabud ise, Allah Teâlâ diye isimlendirilen­dir. Varlıkta sadece bu zikrettiğimiz vardır. Allah Teâlâ’nın dışındaki her şey, yaratılmış olanlar ve olacaklar Allah Teâlâ’nın kuludur. Zikrettiğimiz meselede büyük sırlar vardır. Bunlar, Allah Teâlâ’yı bilme, O’nu birleme, âlemi ve mer­tebesini bilmekle ilgili sırlardır. Bu konuda alimler arasında ortadan hiç kalkmayacak görüş ayrılıkları vardır ve güvenilebilecek kesin bir ilkeye ulaşılamaz. Bu nedenle Allah Teâlâ kulları için muduluğu, iman etmeye ve bilhassa Allah Teâlâ’yı birlemedeki bilgiye bağlamıştır. Bu ikisinin dışında muduluğa götüren bir yol yoktur. İman, peygamberlerin Allah Teâlâ katın­dan getirdikleri haberle ilgilidir ve bu yönüyle iman, haberi bilelim veya bilmeyelim, mutlak bir taklittir. Bilgi ise, ya teorik araştırma veya Hak­kın ihsan ettiği keşif yoluyla elde edilir. Bu bilgi, kendisini bilende kuş­ku bulunmayacak şekilde zorunlu olarak gerçekleşmelidir. Böyle olma­yan bir bilgi, bilgi değildir.

Sonra şöyle deriz: Alem, üçüncüsü olmayan iki kısma ayrılır. Bi­rinci kısım, duyuyla algılanan şehadet âlemi iken duyunun algılamadığı diğeri ise, gayb âlemidir. Bu âlem, belli bir vakit gayb olup sonra duyu­ya gözükebilir. Böyle bir âlem, ‘gayb âlemi’ diye isimlendirilmez. Gayb duyunun algılaması mümkün olmayan şeydir. Fakat gayb (âlemi), ya kesin delil veya doğru haber vasıtasıyla akıl tarafından öğrenilir. Bu, imanın idrakidir. Öyleyse şehadet duyuyla algılanır. Bu, âlemin kendisi değil, bilgiye götüren bir yoldur. Böyle bir bilgi yolu, Allah Teâlâ’nın dışında, duyu idrakine sahip herkese özgüdür. Gayb ise, bilgiyle idrak edilir' Zikrettiğimiz konuda akıllar şaşırmış, akıl sahipleri hayrete düşmüştür.

İnsan ele aldığımız bu yola girip yolun alimleri ve efendileri asında temayüz etmek istediğinde, kendisini sadece Allah Teâlâ’ya bağlamalıdır. Bu bağlılık, genel olarak kendisinden ayrılmanın doğru olmayacağı zati bağlılıktır. Başka bir ifadeyle bu bağlılık, herhangi bir şekilde hürriyet kabul etmeyen kölelik, zevali olmayan mülktür. İnsan kendisini gerçek­te kendisiyle sınırlandığı kimseyle sınırlar -ki o daha önce söylediğimiz gibi insanın kendisini Allah Teâlâ’ya bağlamasıdır. ‘0 Allah Teâlâ, insanı yaratmış, takdir etmiş, sonra yolu göstermiştir.”64 İnsan böyle bir mertebeye sahip olunca, artık sadece berzahta bulunması uygun düşebilir. Berzah' şehadet ile gayb âlemi asında bulunan ve sadece vehimde varlığı olabi­len bir şeydir. Öyle ki belirli bir vakitte görülür Hakk gelen gaybten bir şey çıktığında -yoksa herhangi bir şekilde gayb özelliğini yitirmeyen mertebeden söz etmiyoruz-, o kişi onu bilir. Şehadet âlemine çıktığında ve onu algıladığında, ya şehadet âleminde kalır veya araz olarak kalır. Şehadet âleminden ayrılırsa, hiçbir şekilde idrak edilmesi mümkün ol­mayan gaybe döner. Çıktığı gaybe döndükten sonra, bir daha (şehadete) dönmesi mümkün değildir. Çünkü kendinden çıktığı gayb makamı, imkân gaybıdır. Şehadette bulunduktan sonra intikal ettiği gayb ise, imkânsız gayb makamıdır. Bu imkânsız gayb makamından hiçbir şey, şehadet (âlemindeki şeylerin) özelliğiyle nitelenmez. İntikal ettiği gayb belirli bir vakitte veya belirli bir halde görünme özelliğiyle nitelenmediği için, bu gaybe girmiş, kendisinden çıktığı gaybe dönme­miştir. insan bu makamı öğrenip ona yerleştiğinde, Hakk kendisini ala­rak kendisiyle onun dışındaki şeyler önüne yerleştirir. Burada, kulun kendisinden başkalarını kast etmekteyim. Bu esnada kul, kendisini ve aynmı görür. O, Hakkın kendisini yerleştirdiği makamda o gaybın dı­şındadır ve onu kendinden başka âlemle birlikte görür. Bu esnada yine kendisidir. Nitekim Âdem kendisini ve zürriyetini Hakkın kabzasında görmüştü. Halbuki Âdem, kendisini içinde gördüğü kabzanın dışın­daydı. Nitekim kutsi bir hadiste böyle denilmiştir.

İnsanın ulaştığı bu makam, keşiflerin en üstünüdür ve bütün ma­kamlar onun altındadır. Söz konusu makam, Ebu Bekir es-Sıddîk’in makamıdır. Hz. Ebu Bekir, bu makam nedeniyle -Peygamberin tanıklı­ğına göreya döneminde yaşayanlar veya ümmet içinde en faziledi kimşeydi. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in hangisini kastettiği bilinmez. Keşfinde doğru haberin geldiği kimse bunu bilebilir. İnsan bu makama ulaştığında, iki gaybı birden öğrenir. Birincisi varlıkların kendisinden meydana geldiği gayb, diğeri şehadet özelliğiyle nitelendikten sonra bazı varlıkların dön­düğü gaybtir. Bu konu insanların çoğunun bildiği değerli bir meseledir. Gaybten şehadete çıkıp da sonra gaybe dönen şeyleri kastetmekteyim. Sözünü ettiğimiz şeyler var olan arazlardır. Acaba arazlar dışta var olan şeyler midir, yoksa varlık ve yoklukla nitelenmeyen akledilir haller mi­dir? Bu durumda onlar nispederdir. Bunlar, haklarında yaratılmışların hayrete düştüğü sırlardandır. Çünkü onlar Allah Teâlâ olmadığı gibi onların gerçek varlıkları da yoktur ki, âlemin bir parçası veya Allah Teâlâ’nın dışındaki şeylerden olsunlar. Öyleyse onlar, akledilir (makul) hakikatlerdir. Araz­ları Allah Teâlâ’ya nispet edersen, Allah Teâlâ onları kabul eder ve O’nun hakkında imkânsız değillerdir; âleme nispet edersen, âlem onları kabul eder ve bu durum da imkânsız değildir.

Arazlar Allah Teâlâ hakkında iki kısma ayrılır. Bir kısmının Allah Teâlâ’ya nispe­ti imkânsızdır. Bunlar O’na nispet edilemez. Bir kısmının Allah Teâlâ’ya nispe­ti imkânsız değildir. İmkânsız olmayan kısmı, bütün âlem kabul eder. Bunun istisnası, mutlaklıktır. Çünkü âlem mudaklık nispetini kabul et­mez. Buna karşılık ‘sınırlılık’ nispetini âlem kabul ederken Allah Teâlâ kabul etmez. Akledilir hakikatler kendilerinde başkası için var olmayan mutlaklığı kabul eder. Böylelikle o nispederi Hakk ve âlem kabul eder. Hal­buki onlar ne Haktan ne de âlemdendir. Onlar mevcut da değildir. On­ları bilen akilimin kendilerini inkârı mümkün değildir. Buradan hayret ortaya çıkmış, konuşmalar artmış, insanlar görüş ayrılığına düşmüş, hayret gerçekleşmiştir. Öyleyse bu meseleyi ancak Allah Teâlâ ve Allah Teâlâ’nın bil­dirdikleri bilebilir. İşte bu, kendisinden bir şeyin meydana gelmediği gerçek gaybtir. Ondan bir şey meydana gelseydi, şehadet haline gelir, şehadet haline geldikten sonra ona bir şey intikal etmezdi. Bu âlem im­kânsız gayb da değildir. Yoksa ‘sırf yokluk’ olurdu. Ya da o, varlığı zo­runlu değildir, öyle olsaydı ‘sırf varlık’ olurdu. O, varlık ile yokluk ara­sında iki ucu eşit bir mümkün de değildir. Ya da o bilinmeyen de de­ğildir. Aksine makul ve malum bir şeydir. Öyleyse onun bir tanımı Ol­madığı gibi ibadet eden ve ibadet edilen de değildir. Gayb adının ona verilmesi şehadet adının verilmesinden uygundur. Çünkü onun belli bir vakitte görülebilecek bir varlığı yoktur. Bu, Hakka özgü gayb’tir. Allah Teâlâ ‘Gaybı bilendir165 buyurmuş, bu ismi şehadete bitiştirmemiştir. Bu ne­denle O’nun gaybını kimse bilemez. Şehadete bitiştirdiği gayb ise, şehadetin mukabilidir. Böylelikle Hakk, kendisini iki zıt şeyi bilmekle ni­telenerek, şöyle demiş: ‘Gaybı ve şehadeti bilendir.’166 Her ne kadar isim­de diğer gayb ile ortak olsa bile, burada kastedilen budur.

Şöyle diyebilirsin: (Gaybı bilmekle ilgili ayette geçen) ‘Razı olduğu peygamberleri hariç’ ayetinde geçen istisnanın yararı nedir? Şöyle deriz: Peygamberlerin öğrendikleri gaybın mahiyetini düşün! Acaba o neye bağlanmıştır? Kast edilenin kullardan gizlenen yükümlülük bilgisi ol­duğunu öğrenirsin. Bu nedenle melekler peygamber için bir korunak yaparak, insanlara ulaştıracağı veya kendi başına yerine getireceği amel­lere şeytanların vesvese vermesinden onu korumuşlardır. Allah Teâlâ bu yü­kümlülüğü emir ve yasaklarda kulların muduluğuna giden bir yol yap­mıştır. ‘Rablerinin risaletini ulaştırdıklarını öğrensinler diye...’167 Öyleyse buradaki istisna munkati istisna gibidir. Başka bir ifadeyle bu gayb, o gaybten gerçek bir şekilde kopmuştur. Yoksa o, gayb lafzında ortaklık gerçekleştiği için, parçanın bütünden kopması gibi değildir. Bu nedenle istisna olduğunu söyledik. Gerçekte ondan farklı olduğu için de, munkati olduğunu söyledik. Muttasıl istisna ise öyle değildir. Çünkü o da munkati olsa bile, özü gereği değil, hal ile munkatidir. Muttasıl is­tisna hakkında şöyle misal verilebilir: ‘Ma-fı’d-dari insanun ille Zeyd/Zeyd’den başka evde kimse yok.’ Bu muttasıl (bitişik) bir istisna­dır. Çünkü burada Zeyd hakikatiyle değil, evde bulunma haliyle diğer insanlardan farklılaşmış biridir. Evde ondan başka bir insan yoktur. Öy­leyse burada farklılaşma sadece halle ilgilidir. Fakat ‘Ma fı’d-dari insanun illa himarun/Evde eşekten başka insan yoktur’ dersen, burada hal ile değil gerçekte bir farklılık vardır. Peygamberlerin meleklerin gö­zetiminde öğrendikleri -iti bunun amacı şeytanların kovulmasıdırgayb, Allah Teâlâ’dan tebliğ edecekleri risalede ilgilidir. Bu nedenle Allah Teâlâ, ‘Rableri­nin risaletlerini tebliğ ettiklerinde bilsinler’ demiştir. Allah Teâlâ risaleti rableri kelimesine izafe etmiştir. Çünkü onlar, şeytanların peygamberlere herhangi bir vesvese veremeyeceklerini öğrenmişlerdir. Böylelikle pey­gamberler, bu risaletin -başkasından değilAllah Teâlâ’dan gelen bir risalet olduğundan emin olmuşladır. Bu ayette, yani ‘Razı olduğu peygamberler müstesna’16* ifadesi, acaba peygambere meleğin vasıtasıyla gerçekleşen bir bildirim midir? Yoksa bu özel vahiyde melek yok mudur? İkincisi, daha açık ve daha uygun ve doğru olandır. Melekler nurlarını Allah Teâlâ’nın elçisine -tıpkı ayın etrafındaki bir Hakk gibiyayarlar. Şeytanlar ise, nur­ların ardından peygambere ulaşmaya yol bulamaz. Böylelikle Allah Teâlâ, peygambere dilediğini vahyeder. Fakat bu vahiy, peygamberden ve kul­larından bilgisi gizlenmiş yükümlülükle ilgilidir. Bu yaklaşım, hakikat ehlinden farklı düşünen kimselerin görüşüne aykırıdır. Onlar, kulun Allah Teâlâ’ya yaklaştıran ibadederin -bütününü değilbir kısmını aldıyla bilebi­leceğini zannederler. Böyle bir iddia doğru olamaz. Kula ebedi muduluk sağlayan Allah Teâlâ’ya yakınlığı, sadece Hakkın içinde neyin bunduğunu bilen bilebilir. Böyle bir bilgiye ise, Allah Teâlâ’nın bildirmesi olmaksızın, her­hangi bir yaratılmış ulaşamaz. Nitekim Allah Teâlâ ‘O’nun dilediğinden başka kimse bilgisini ihata edemez169 buyurur. Bu ve benzeri konularda bütün gruplar için bundan daha çetin bir mesele yoktur.

Bilmelisin Ki, Allah Teâlâ kulunu kendisiyle kulun dışındaki her şeyinarasına yerleştirir. Nitekim daha önce bunu belirtmiştik. Bu, ilah ile kul arasındaki bir aralıktır, yoksa bir tanım aralığı değildir. Çünkü Allah Teâlâ tanımdan münezzehtir. Kul bu makama yerleşince, Allah Teâlâ’nın ona inayet ettiği bilinir. Çünkü Allah Teâlâ, kendisinden meydana gelen şeyler, varlıkla­rın ilahi kudretten yaratılışını ve onların imkân halinde oldukları halde varlıkla nitelenmelerini ona göstermekle meşgul etmiştir. Söz konusu varlıklar imkân halinden çıkmadıkları gibi onlar ile mertebeleri arasında da bir engel yoktur. Allah Teâlâ onlara sadece varlık elbisesi giydirmiştir. Böylelikle onlar, daha önce yoklukla nitelenmişken, bu kez varlıkla nite­lenmişlerdir. Her iki durumda da hakikatleri sabittir. Öyleyse konuşul­ması gereken, Hakkın mümküne -onu kendi mertebesinden çıkartma­dangiydirdiği varlıktır. Bu varlığın mahiyeti nedir!1 Yok idi (madum) de, var mı olmuştur? Varlık yokluk olmayacağı gibi mevcut da olmaz (totoloji). Yok ise, mertebesi nedir? Mertebesi imkân ise, onun ile var­lığın giydirildiği bu hakikat (ayn) arasında fark kalmaz. Çünkü varlık yok oluşu bakımından o mertebede varlığa muhtaçtır. Böyle bir du­rumda teselsüle varır ve (zihni) imkânsızlığa ulaştırır, imkânsızlık, var olmuş iken bir hakikatin tekrar var olmasıdır. Bu hakikat (ayn), imkân halinin dışına çıkmış da değildir. Peki iş nasıl açıklanacaktır?

Bilmelisin ki, bü hakikate (ayn) ait varlık, aynadaki surete benzer: Suret, ne görenin aynıdır ne ondan başkadır! Fakat kendisinde ve ken­disiyle görülen yer ile o yere bakan ve ona yansıyan şey sayesinde ayna-

daki suret ortaya çıkar. Öyleyse ayna zatı bakımından ayna iken bakan da kendisi bakımından bakandır. Aynada gözüken suret ise, kendisinde ortaya çıkan şeyin değişmesiyle değişir. Söz gelişi ayna boydan alınırsa, ondaki suret boyuna göre gözükür. Aynaya bakan kimse, bir yönden aynadaki suretin aynıyken bir yandan ondan başkadır. Aynanın özü ge­reği kendisindeki surete böyle bir etki yapağını ve (fakat) aynaya baka­nın bir açıdan ondaki suretten farklı olduğunu gördüğümüzde, aynanın bakana gerçekte bir etki etmediğini gördük. Aynaya bakan kişi, (bir açıdan) aynadan etkilenmemiş ve aynadaki suret aynanın kendisi veya bakanın kendisi değildir. Aynadaki suret sadece aynaya yansımaktan or­taya çıkmıştır. Buradan, aynaya bakan ile ayna ve aynada gözüken suret arasındaki farkı öğrendik. Bu nedenle aynaya bakan insanın aynadan uzaklaştığı görülünce, suretin de aynanın içinde uzaklaştığı görülür. Buna karşılık, bakan kişi aynaya yaklaştığında ise, suret de yaklaşır. Ay­nanın yüzeyinde itidal varsa ve bakan kişi sağ elini yukarı kaldırırsa, ay­nadaki suret sol elini kaldırır. Böylece aynadaki suret ona şu bilgiyi ve­rir: Ben senin tecellinden meydana gelmiş ve senin suretine göre var ol­sam bile, sen ben olmadığın gibi ben de sen değilim! Dikkatini çekti­ğimiz hususu anladıysan, hiç kuşkusuz, kulun varlıkla nasıl nitelendiği­ni, var olanın kim olduğun, yoklukla nereden nitelendiğini, yok olanın kim olduğunu, kimin konuştuğunu, kimin duyduğunu, kimin iş yaptı­ğını, kimin yükümlü olduğunu öğrenmiş olursun. Bunun yanı sıra ken­dinin kim olduğunu, Rabbini, mertebeni, Allah Teâlâ’ya muhtaç oluşunu öğ­renirsin. Sen O’na muhtaç iken, Allah Teâlâ özü gereği sana muhtaç değildir (müstağni). Bir adam şöyle demiş: ‘Cübbede Allah Teâlâ’dan başkası yok!’ Bu sözüyle de bu makamı kasteder. Başka bir ifadeyle, varlıkta Allah Teâlâ’dan başkası yok demek istemiştir. Şöyle diyebilirsin: ‘Aynada aynaya yansı­yandan başkası yok.’ Böyle dersen, doğru söylemiş olursun. Bilirsin ki gerçekte aynada bir şey yoktur veya aynaya bakan kimsede aynadan bir şey yoktur. Bununla birlikte aynadaki suretten etkilenme ve değişimi de anlarsın. Aynaya bakan kimse ise, bulunduğu hal üzere etkiye konu ol­maz. Örnekleri veren ve varlıkları hiçbir şeyin kendisine O’nun da hiç kimseye benzemediğini gösteren delil olarak ortaya koyan Allah Teâlâ mü­nezzehtir. O’ndan başka yoktur. Varlık O’ndan kazanılır. Herhangi bir varlığın hakikati O’nıin tecellisinden gerçekleşir. Öyleyse ayna imkân mertebesiyken Hakk aynaya bakandır. Aynadaki suret ise, mümkün ol­man yönüyle, sensin! O suret, ya melektir veya felektir veya attır. Başka bir ifadeyle aynanın uzunluk, genişlik, yuvarlaklık ve -her durumda ay­na olarak kalmasına rağmenşekillerinin değişmesiyle aynanın zatına göre meydana gelen suretlerdir. Mümkünler de imkân halindeki şekil­lerdir. İlahi tecelli o mümkünlere varlık giydirirken ayna onlara şekilleri giydirir. Böylelikle melek, cevher, cisim, araz ortaya çıkar. Bununla bir­likte kendisi olmak bakımından imkân, kendi hakikatinin dışına çıkmaz.

Böyle bir meselede daha açık bir izah tarzı olamaz, belki tasrih ya­pılabilir. Öyleyse âlem hakkında dilediğini söyle ve onu -bu hakikati ke­şif ve bilgi yoluyla öğrendikten sonradilediğine nispet et! Hakikatin verisine göre, bir şeyi (Allah Teâlâ’ya) izafe edersen, Allah Teâlâ karşısında dinin öğ­rettiği edebin gereğiyle onu yapmalısın. Yasaklamayı koyan, Allah Teâlâ’dır. İlahi edebe sarıl ve sana yaklaşmayı emrettiği şeyle Allah Teâlâ’ya yaklaş ki, sa­na keşif versin. Bu durumda kendini tanır, dolayısıyla Rabbini tanırsın. Senin kim olduğunu ve O’nun kim olduğunu öğrenirsin. ‘Allah Teâlâ doğru­yu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Bu mertebede iki yönün bilgisi, doğruluğun yanlıştan meydana geldiği mertebenin bilgisi, kulun bedbahtlığının bulunduğu şeyden giz­lenmesinin bilgisi, hallerin değişmesinin bilgisi, hatem (mühür, son) bilgisi, sayı ve özellikleri, teşbih, insanın -başka bir yönden değildoğa­sı yönünden bilinmesi, öne geçen ve sonraya kalanların bilgisi, rızık ve hâzinelerin bilgisi, engelleyici perdelerin bilgisi, sahip olmanın bilgisi, (âlemi var etmeye) yönelen cömertliğin bilgisi, vekilin kendisini vekil yapanın malından harcaması ve onda mal -kendisine ait değilkensahip gibi tasarruf etmesi, temenni ve kaza bilgisi bulunur.

‘Hamd âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ’ya aittir.’ Allah Teâlâ’m münezzehsin. Se­nin övgüsünü söyler dilim. Senden başka ilah yoktur. Bağışlanma dile­rim ve sadece Sana yönelirim!

ÜÇ YÜZ YİRMİ İKİNCİ BÖLÜM

Hakkı Halk Karşılığında Satan Kimsenin Menzilinin Muhammedî Mertebeden Bilinmesi

Bütün yaratıkların bir önder etrafında toplanması             .

Tek ilah’ın varlığına bir delil                                       ,

llah’tan başkası O’nun makamını elde etmek istemesi

Hayalin bozukluğunu gösteren bir delil

Heyhat! Tek bilgi nerede! .

Görünendeki nispetleri kabul etmeyen

Doğru akıl kabul etmez

Zait varlığında şeriatın verdiğini

Fikrin girdiği konu bunun dışında

Çekimserler benzer inkarcıya

İnsanlar akıllarından başkasına ibadet etmez

İnsanlar müslüman ve inatçı diye ayrılmış

Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘İlahınız tek ilahtır.,17C Başka bir ayette ‘Yerde ve gökte Allah Teâlâ’dan başka ilah olsaydı, bozulurlardı’,171 başka bir ayet­te ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım172 buyurdu. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, ‘İki halifeye biat edilirse, diğerini öldürün’ demiştir. Başka bir hadiste ‘Halife Kureyş’tendir’ buyurdu. Kureyşlilik, birleşme ve toplanma de­mektir. Bu kabile bütün kabileleri bir araya getirdiği için, ‘Kureyş (bir­leştiren)’ diye isimlendirilir. Başka bir ifadeyle Kureyş, bir kabileler top­luluğudur. Buradan hareketle kirş (bir köpek balığı türü) denilen bir deniz hayvanı vardır. Onu görmüştüm, toplu ve etli bir balıktı. İmam da öyledir. İmam ve önder, kendisini halife atayanın tüm özellikleriyle nitelenmemişse -ki bu özelliklere üzerlerine halife olarak görevlendiril­diği kimseler muhtaçtır-, onun halifeliği geçerli değildir. Öyleyse halife, bir toplanan birdir ve onun birliği, çokluk birliğidir. Ona ait gün, Cuma’dır. Cuma şehirde tek bir imamın etrafında toplanma günüdür. Ona ait hal, namazdır. Namazı cemaat içinden bir imam kıldırır. İmam on­ların ‘en karii’ olmalıdır. Yani Kuran-ı Kerîm’i kendinde en fazla ‘topla­yan’ olmalıdır. Yükseklik mertebelerinden ona ait olan, nur ilimleridir. Bununla birlikte makamı sır ilimlerini kendisine vermez, fakat bu duram ona zarar vermez. Çünkü namaz nurdur ve nur sayesinde doğru yol bulunur. Imam’ın da nur ve ışık sahibi olması gerekir, imam bu nur vasıtasıyla karanlığı açar ve Allah Teâlâ’nın kendisini görevlendirdiği âlemde bu nur vasıtasıyla yürür. Köylerde ve şehirlerde âlemin himmetleri ya da cemaatin himmeti, bir başkanları olması hususunda birleşir. Hepsi o başkana yönelir ve onun emri alanda bulunurlar. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bir savaşçı bölüğü gönderdiğinde, iki adamdan oluşsa bile birisini başkan yapardı. Bu, özel bir bilgiye sahip değerli bir makamdır. Bu bilgi her kimde bulunursa, onun imam ve önder olması gerekir.

Bakınız! Sahabe Usame b. Zeyd’in komutan olmasını kınamıştı. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, onu ordunun başına komutan yapmış, ordu şehrin dı­şına çıkmış, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ordusuyla birlikte orada beklemesini em­retmişti. Bölge Bizans toprağıydı. Ordu içinde ise Hz. Ebü Bekir ve Hz. Ömer de vardı. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, Üsame’nin komutanlığını eleşti­renlere şöyle demişti: ‘Artık söz uzamıştır. Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki, siz daha önce de onun babasının komutanlığını eleştirmiştiniz. Usame bu işe layıktır.’ Melekler Âdem’in halife olmasını eleştirdiğinde Allah Teâlâ bu konuda onlara cevap verdiği gibi Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de Usame’nin komu­tanlığıyla ilgili olarak sahabesine cevap vererek, Allah Teâlâ’nın ahlakıyla ahlaklanmıştı.

Bir imam ve önder edinmek, âlemin doğasında bulunmalda birlik­te, dinî bir zorunluluktur. Başka bir ifadeyle bir imam belirlemek, in­sanların genel özelliğidir. Şöyle diyebilirsin: ‘Peki imam edinmede Şari’nin emir vermiş olmasını sebebi nedir? Niçin vacip olsun?’ Şöyle deriz: Allah Teâlâ dinin ayakta tutulmasını emretti. Dinin ayakta tutulması, insanların canları, malları ve aileleri hakkında güvende olmalarına bağ­lıdır. Onlar, birbirlerinin saldırılarından güvende olmalıdırlar. Böyle bir güvenlik, imam olmadan gerçekleşmez. Sonra, otoritesinden korkulan ve bağışlaması umulan kişiye insanlar işlerini havale eder, onun etrafın­da toplanırlar. Daha önce kalpleri malları, canları ve aileleri hakkındaki korkuyla doluyken, imamın etrafında birleştiklerinde, kendilerini Allah Teâlâ’nın yapmakla yükümlü tuttuğu dini (yükümlülükleri) yerine getir-

meye adarlar. Bir vacibin kendisiyle gerçekleştiği şey de vaciptir. Binae­naleyh imam edinmek, dinî bir zorunluluktur.

imam (devlet başkanı) bir kişi olmalıdır ki ayrılık çıkmasın. Çünkü ayrılık ve ihtilaf, maslahatın gerçekleşmesini imkânsızlaştırdığı gibi bo­zulmaya da yol açar. Allah Teâlâ’nın bize öğrenmemizi emrettiği ilahlığın birlenmesiyle -ki O’ndan başka ilah yokturneyin amaçlandığını öğrenmiş oldun. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah olmadığını bil.*173 Halbuki Allah Teâlâ, zatının bölünmediğini bil veya O’nun bileşik olmadığını veya bir şeyden oluşmadığını veya cisim olmadığını bil dememiş, sade­. ce niteliği hakkında ‘O’nun benzeri bir şey yoktur174 buyurmuştur. Allah Teâlâ kullarına akıllarıyla inceledikleri meseleleri bildirmeye kalkmamış, kitabında teorik düşünmeyi sadece O’nun tek ilah olduğuna delil ge­tirmek üzere yapmalarını emretmiştir. Başka bir ifadeyle deliller, mer­tebedeki birliği gösterebilir. .Dolayısıyla ‘İki ilah edinmeyin, o bir ilahtır175 buyrulur, insanlar ise teorik araştırmayı sürdürmüş, yükümlü oldukları maksadın dışına çıkmışlar, Allah Teâlâ adına bir takım nitelikler belirlemişler­dir. Halbuki Allah Teâlâ onları kendisi için tespit etmemiştir. Bu kez başka bir grup çıkmış, o nitelikleri Allah Teâlâ’dan olumsuzlamışnr. Halbuki Allah Teâlâ onları olumsuzlamadığı gibi Kitabında veya peygamberlerinin dilinde bu konuda bir ifade zikredilmemiştir. Sonra akılcılar, Allah Teâlâ’ya isim ver­me hususunda görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Bir kısmı Allah Teâlâ’nın kendi­sine vermediği isimleri O’na isim yapmıştır. Bu isimler tenzih anlamı taşısa bile, böyle bir isimlendirme, isimlendirmeyi yapanın ve teorik ak­lıyla hareket edenin yetkisiz tasarrufudur. Sonra insanlar Allah Teâlâ’nın zatı hakkında konuşmaya başlamışlardır. Halbuki şeriat onlara Allah Teâlâ’nın zatı hakkında düşünmeyi etmeyi yasaklamıştı. Allah Teâlâ ‘Allah Teâlâ sizi kendin, den sakındırır176 buyurdu. Yani Allah Teâlâ’nın kendisi hakkında tefekküre kal­kışmayın. Böyle yaparlarsa, onların yetkisiz tasarruflarına yasaklanan bir şeye dalmaya şeriata karşı çıkma eylemi de eklenir. Bir kısmı ‘O cisim­dir’ demiş, bir kısmı ‘cisim değildir’ demiş, bir kısmı ‘cevherdir’ demiş, bir kısmı ‘cevher değildir’ demiş, bir kısmı ‘yöndedir’ demiş, bir kısmı ‘yönde değildir’ demiştir. Halbuki Allah Teâlâ, genel olarak, herhangi bir ya­ratılmışın bu konuyu incelemesini emretmemiş, ne olumlayana ne ölumsuzlayana bunu emretmiştir. Onlara âlemdeki bir varlığın zatının gerçek bilgisi sorulsaydı, onu bile bilemezlerdi. Bu konuyu inceleyen bir insana şöyle sorulabilir: ‘Nefsin bedenini nasıl yönetmektedir? İçin-

de midir, dışında mıdır? Yoksa ne içinde ne dışında mıdır? Aklınla bu­nu düşün.’ Acaba hayvani cismin hareket ilkesi olan bu ilave kısım, gö­ren, tahayyül eden, düşünen ve duyan bu kısım, neye racidir? Bire mi, çoğa mı? Araza mı cevhere mi yoksa cisme mi döner? Şeriat delili ol­madan akli deliler ile bu konu araştırılsaydı, kesinlikle delil bulunamaz­dı. Akıl yoluyla ruhların süreklilikleri ve ölümden sonra varlıkları bili­nemezdi. Bu konuda benimsenen bütün deliller, dayanaksız ye tartışılabilen delillerdir. Bu konudaki ileri sürülen her görüş imkan dahilinde­dir. Mümkün ise, varlığının veya yokluğunun.zorunluluğunda akli deli­le dayanmaz. Böyle olsaydı, onun ‘imkân’ olan hakikati başkalaşırdı. Öyleyse (bu konularda) şeriatın nasla belirlediğinden başka bilgi imkâ­nımız yoktur. Akıllı insan, kendisini sadece zorunlu işiyle meşgul eder ve (akıl için belirlenmiş) sınırı aşmaz. Süre kışa, nefesler az! Geçen ne­fes ise geri dönmez.

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ tek ilahtır, O’ndan başka ilah yoktur. O, anlam­lı isimlerle isimlendirilendir. O isimlerin anlamlarının bir kısmi, sadece O’na ve bu mertebenin sahibine aittir. Dostum! Bunların mahiyetine, niceliğine ve niteliğine dalma! Çünkü öyle bir araştırma, yükümlülük alanının dışına çıkartır. İman yolunu ve Allah Teâlâ’nın sana farz kıldığı şeyleri yapma yolunu tutarak ‘Gece ve gündüz Rabbini zikret’.'77 Kastedilen, sana emredilen tehlil, tespih ve hamd türündeki zikirlerdir. Ve Allah Teâlâ’dan çe­kin. Allah Teâlâ bilgisinden dilediklerini sana öğretirse, aklını ve sırrını sana vereceği ve ihsan edeceği kendisi hakkındaki bilgiye tahsis et. Faydalı iş, budur. Bu bilgi, kalbinin hayat bulmasını sağlayacak ve dünyada onünla yürüyeceğin nurdur. Bu nur içindeyken kuşku ve şüphe karanlıkla­rından güvende kalırsın. Onlar, fikrin sonucu olan bilgilere ilişen kuş­kulardır. Çünkü ışık kaçırtan demektir. Öyleyse ışık veya nur, görün­düğü yerden karanlıkları kovar. Allah Teâlâ hakkındaki tefekkürün verdiği bilgi iddia edildiği üzere ışık ve nur olsaydı, bilginin bulunduğu yere kuşku veya şüphe karanlığı hiçbir şekilde giremezdi. Halbuki bu karan­lıklar orada bulunur. Karanlık, ışığı kaçırma özelliğine sahip olmadığı gibi üzerinde otoritesi de yoktur. Otorite, karanlığı kaçırtan ışığındır. Bu durum, kelamcıların ve konuyu ele alanların Allah Teâlâ’nın zatı hakkındaki bilgisinin nur olmadığını gösterir. Onlar, kuşku gelmezden önce bir bilgiye ve Rablerinden gelen bu konudaki bir kesinliğe sahip oldukları­nı zanneder. Halbuki kuşku kendilerine gelene kadar eksiklikleri onlara görünmez. Nereden bileceksin ki? Belki ‘şüphe’ olduğunu iddia ettikleri kuşku, gerçek ve bilgidir. Çünkü kesin olarak şunu bilirsin: Eşari’nin Mutezile’nin olumsuzladığı bir konuyu kabul etmesi, (kendisine göre) gerçektir. Bu gerçek Mutezile’ye göre ise kuşkudur. Ya da Eşari’nin olumladığı bir konuda Mutezile’nin olumsuzladığı delil, Eşari’ye göre kuşkudur. Her mezhebin imamları vardır ve imamlar o mezhebi ayakta tutar. Onlar -söz gelişi Eşarilerortak bir ad altında toplansalar bile, kendi aralarında görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Ebu’l-Meali, Kadı’dan, Kadı ise, üstadının vardığı görüşten farklı görüşlere varmıştır. Üstad bir meselede şeyhten farklı düşünceye varmıştır. Bununla birlikte hepsi Eşari olduğunu iddia eder. Aynı şey Mutezile için geçerli olduğu gibi Allah Teâlâ hakkında ve inanç konularında ileri sürdükleri görüşlerde filozof­lar için geçerlidir. Her grubu bir makam ve bir ad birleştirse bile, görüş ayrılıklarını sürdürürler. Onlar, kendilerini bir araya getiren mezhebin esaslarında -çünkü feri konular, bu noktada dikkate alınmazgörüş ayrı­lığı içindedir. Halbuki Adem’den Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e kadar ve onların arasında gelmiş geçmiş resul, nebi diye isimlendirilenlerin Allah Teâlâ’nın mer­tebesi hakkındaki inanç esaslarında görüş ayrılığına düşmediklerine ta­nığız. Her biri ötekini doğrular. Onlardan birisinin inancında bir kuş­kunun bulunduğunu veya Rabbi hakkındaki bilgisinde şüphenin ortaya çıkıp bir delil vasıtasıyla onu giderdiğini duymadık. Böyle bir şey olsay­dı aktarılır, yazılır, kitaplar onu söylerdi. Nitekim kitaplar bu konu söz söyleyen başka insanların (çelişkili) görüşlerini aktarmıştır. Nebiler in­sanların canları, malları ve aileleri hakkında konuşmuş, bazı şeyleri ya­saklamış, mubah kılmış ve onlara yükümlülük yüklemişlerdir. Başka in­sanlar ise, böyle bir otoriteye sahip değildi. Bu nedenle Allah Teâlâ hakkında peygamberlerde ortaya çıkan görüş ayılıklarını nakletmek üzere amiller çoğalırdı. Çünkü nebiler Allah Teâlâ’ya dayanmakta ve Allah Teâlâ’nın onları pey­gamber olarak gönderdiğini söylemektedirler. Bu konuda mucizelerden ibaret olan bir takım deliler de getirmişlerdir. Bütün bu şartlara rağ­men, onlardan hiç birinden Rabbi hakkındaki bilgisine kuşkunun bulaş­tığı aktarılmadığı gibi herhangi birisi bu konuda diğer peygamberle gö­rüş ayrılığına da düşmemiştir. Aynı şey, görüş birliği içindeki peygam­ber takipçisi keşif sahipleri için geçerlidir. Onlar da, Allah Teâlâ’yı bilme hak­kında görüş ayrılığına düşmemiş, herhangi birisinden keşfinde veya ha­ber verişinde başkasıyla çelişecek bilgi aktarılmamıştır. Fakat kendi dü­şünceleri söz konusu olduğunda durum farklıdır. Çünkü fikirde insan diğer fikir sahipleriyle aynı konumdadır. Veliler arasında çelişkinin bu­lunmayışı, onların bilgilerinin nur olduğunu ve kuşkunun onlara ilişme imkânı bulamayacağını gösteren delillerdendir. Öyleyse nurun nur eh­line tahsis edildiğini örendin. Onlar nebiler, resuller ile onların şeriadarını takip edip belirledikleri sınırları aşmayan, Allah Teâlâ’dan korkan, Allah Teâlâ karşısında edebe sarılanlardır. Onlar Rablerinden bir nura sahip olan­lardır. Bu nur, nur üstüne nurdur. ‘Allah Teâlâ’dan başkasından gelseydi, onda pek çok çelişki bulurlardı.,m Yani Hakkın niteliği ve sahip olması gereken özelliklerde görüş ayrılığı ortaya çıkardı. Çünkü inancını fikriyle araştı­ran kimse, bir durumda sürekli kalamaz. Aksine düşünceyle hareket eden insan, her vakit ve halde, delil olduğunu zannettiği şeyin verisine göre hareket ederek, bir hükümden o hükmün zıddı başka bir hükme çıkar.

Kardeşim! Sana yararlı bilginin nereden elde edileceğini gösterdik. O’nun doğru yolu üzerinde yürürsen, bilmelisin ki, Allah Teâlâ senin elinden tutar, sana inayet eder, seni kendisine seçer. Allah Teâlâ bizim ile hakkında düşünmeyi emretmediği konularda fikirlerimizin otoritesi arasına perde çeksin! Zikrettiklerimizle insanların karşılaştıkları kuşkuların gereksiz işlerle uğraşmalarından kaynaklandığını öğrenmiş olmalısın. Görüş ay­rılıkları bu nedenle ortaya çıkmış, fikir ve arzuları insanlarla oynamıştır. Şâri’nin öğrenmelerini mubah kıldığı hususlarda, iki insan görüş ayrılı­ğına düşmemiştir. Allah Teâlâ onlardan görüş ayrılığına düştükleri konularda bir şey talep etseydi, o konuda görüş ayrılığına düşmezlerdi. İnsanların (ilahiyat bahislerinde) görüş ayrılığına düşmüş olmaları, Hakkın onlar­dan böyle bir şey talep etmediğini gösterir. Şöyle diyebilirsin: Görüş birliğine vardıkları şey nedir ki? Şöyle deriz: Her grubun aklî delilleri başka bir ifadeyle, aklın zorunlu delili, bir yaratıcının var olduğunda görüş birliği içindedir. Bu yaratıcı onları var etmiş, varlıklarında ona dayanmışlar, o ise kendilerine muhtaç değildir. Bu konuda insanlar ara­sında görüş ayrılığı yoktur. İşte Allah Teâlâ’nın kullarından ‘akıl yoluyla’ ispat­lamalarını istediği bilgi budur (yaratıcının varlığı). İnsanlar bu sınırda durmuş olsalardı ve Hakk onlara peygamberinin diliyle kendisine izafe edilip isim yapılması uygun şeyleri öğretseydi, kurtulurlardı. Halbuki insan aceleci yaratılmıştır: O, kendinde bir düşünce gücü görmüş, bu gücü yerli yerinin dışında kullanmış, Allah Teâlâ hakkında teorik düşüncenin verisine göre konuşmuştur. İnsanların mizaçları birbirinden farklıdır ve düşünme gücü mizaçtan doğmuştur. Bu nedenle teorik araştırma, mi­zaçların değişmesiyle değişmiş, onun algısı ve algıladığı şey hakkındaki hükmü de değişmiştir. Allah Teâlâ bizi doğru yola ulaştırsın. Hakkı imam edinen ve O’nun belirlediği şeriata sarılarak o şeriat üzere yürüyenler­den etsin! Bunu ihsan edecek, Allah Teâlâ’dır. O’ndan başka Rab yoktur.

Dostum! Bilmelisin ki, Allah Teâlâ peygamberleri boş yere göndermedi. Akıllar, tek başlarına mutluluğu sağlayacak hususları bilselerdi, pey­gamberlere gerek kalmaz ve peygamberlerin varlığı anlamsızlaşırdı. Fa­kat kendisine dayandığımız Varlık bize benzemediği gibi biz de O’na benzemeyiz. Benzeseydik, O’na dayanmamız O’nun bize dayanmasın­dan öncelikli olmazdı. Buradan kesin olarak şunu öğrendik: Bu ma­kamda Yaratıcının bizim gibi olmadığı ve bir hakikatin bizi birleştir­mediği kesindir. Öyleyse insan zorunlu olarak nereye varacağını, nereye ulaşacağını bilemeyecektir. Dayandığa kimsenin katında mutlu olursa, mutluluk nedeni nedir? Bedbaht olursa, bedbahtlık nedeni nedir? Çün(kü insan Allah Teâlâ’nın bu konudaki bilgisinden bihaberdir. Allah Teâlâ’yı onun hakkındaki iradesini ve kendisini niçin yarattığını (kendi aklıyla) bilmez ve bu konuda mutlaka Allah Teâlâ’nın öğretmesine muhtaçtır. Allah Teâlâ dileseydi, her şahsa muduluğun sebeplerini öğretir ve ona hangi yolda yürümesi ge­rektiğini açıklardı. Fakat böyle bir şey dilemedi. Her topluma kendi cinsinden -başkalarından değilpeygamber göndermiş, onların başına geçirmiş, insanlara ise peygamberin emrine girmelerini emretmiştir. AL lah’ın böyle yapması, bu konudaki ezeli bilgisine göre, onlara karşı delil getirmek üzere bir sulamadır. Allah Teâlâ peygamber olduğu iddiasında doğ­ruluğunu gösteren mucize ve deliller ile peygamberini destelder ki üm­metine karşı delili olsun. Peygamberin ‘ümmetin hemcinsi’ olduğunu söyledik, çünkü vakıa böyledir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onu melek yapsaydık, yine insan yapardık.’179 .Yani insanlara gelen peygamber melek olsaydı, yirie de bir adam suretinde inerdi Ki, melek olduğunu bilmesinler. Çün­kü (nebilik) mertebesine karşı haset, aynı cins arasında olabilir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Yeryüzünde yürüyen mutmain melekler bulunsaydı, onlara gök­ten melek peygamber indirirdik.’1110

Kavmin halifesi kendi oğullarından

Bu onlarm nefislerine daha ağır gelir

Onlardan olmasaydı, doğrularlardı onu                                         .

Hemcinslerinden başkasına haset etmezlerdi

İnsan bütün canlıların ve hayvanların kendisinden daha aşağı bir mertebede olduklarını bilir. Bununla birlikte bir hayvan -velev ki pislik böceği olsundile gelse ve ‘Size Allah Teâlâ’dan gelen bir elçiyim, şunu yapın, şundan uzak durun’ deseydi, sıradan insanlar kendisine uymak, saygı göstermek ve bereketinden yararlanmak üzere bütün güçlerini sarf eder, hükümdarlar o hayvana itaat eder, doğruluğuna bir delil istemez, ko­nuşmasını doğruluğunun delili sayarlardı. Halbuki gerçek öyle değildir, sadece nebilik mertebesine hemcinsleri olmayan birisi ulaştığında, haset ortaya çıkmamıştır. Allah Teâlâ’nın yaratıklarını sınadığı ilk şey, onlara başka­larından değil, içlerinden bir peygamber göndermesidir. Allah Teâlâ’nın pey­gamberlerin doğruluklarını kanıtlamak üzere verdiği mucizelere rağ­men, insanlara hakim olan haset duygusu, doğruluğunu bildikleri ve kesin olarak inandıkları bir şeyi taşkınlık ve büyüklenme nedeniyle onla­rı inkara zorlamıştır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onu inkâr ettiler, halbuki içlerinden kabul etmişlerdi.,m Yani kendilerine zulüm yapmışlardır. ‘Büyüklük taslayarak.,m Bu ise, kendilerine gönderilen peygambere karşıdır. Allah Teâlâ’ya karşı büyüklenme duyguları da buna dahildir. Böyle birine ‘Be adam! Seni yaratana karşı nasıl büyüklenirsin?’ denilse, böyle bir davranıştan Allah Teâlâ’ya sığınarak şöyle derdi: ‘Allah Teâlâ katından görevlendirildiğini iddia eden bu insan yalan söylemektedir. Allah Teâlâ’nın böyle birini bize gönder­mesi mümkün değildir. ‘Kuran o iki yerden büyük bir adama indirilseydi ya derler.Ona ‘Bu peygamber Allah Teâlâ’dan size gönderilen elçi olduğu­nu ispatlayan delil ve alamet getirmiştir’ denilse, bu kez şöyle derdi: ‘Sihrin gerçek olduğunu bilmiyor musun? Onun gösterdiği ‘mucize’ de bu kabildendir.’ Sıradan bir insana böyle denilir. Bilgin, filozof ve seç­kinlere gelirsek, onlara şöyle denilir: ‘Siz bu mucizeleri onun iddiasının doğruluk delili saymıyor musunuz?’ Nefisleri ve onların güçlerini bilen­ler şöyle cevap verir: ‘Nefsin güçlerinin âlemin cisimlerine etki edecek bir mertebeye ulaşacağını biliyoruz. Peygamberin gösterdiği de bu ka­bilden olmalıdır.’ Bu hususta ‘nazar’ gücüne sahip insanlardan veya zecr vb. sihir sanatına benzeyen örneklerden delil getirirler. Yıldızların hare­ketlerini bilen ve onların güçlerini gören bu gücün unsurdan oluşan âleme belirli ölçülerde yayıldığını gören birisi şöyle der: Tali ona bu imkânı vermiş, yıldızların ruhaniliği ona yardım etmiştir. O bu talide meninin rahme düşmesi esnasında bulunmuş, ondan şereflenmiş ve bu güçler ona değerli bir nefis kazandırmıştır. O da bu nefis vasıtasıyla ila­hiyat bahislerinde yüce mertebelere ulaşmıştır.’ Gök bilimcinin söyledi­ği doğrudur. Fakat Allah Teâlâ, bütün bunları kendisini yaratırken ulvi âleme yerleştirmiştir. Bu durum, Allah Teâlâ’nın kendisiyle kullarını sınadığı bir im­tihanıdır. Onlar, bu özeliği o ruhani güçlere izafe ederek Allah Teâlâ’nın bu konuda peygambere olan bakışından soyudayınca, bu davranışlarıyla ‘kâfir5 (gerçeği örten) diye isimlendirilmişlerdir. Halbuki onlar, doğru söylemişlerdi, fakat Allah Teâlâ âlemi böyle düzenlemiş, bilgilerindeki bilgi­sizlikleri yönünden (bu inançsızlık) onlara gelmiştir. Bu bağlamda bir grup şöyle demiştir: ‘Bilgi bir perdedir.’ Gerçek öyle değildir, çünkü onların bu konudaki bilgileri, Allah Teâlâ’nın yıldızların ruhaniliklerine yerleş­tirdiği özellikleri ortadan kaldırmaz. Onların içine düştükleri yanlışlık, bilgilerinden değil, bilgisizliklerinden kaynaklanmıştı. Peygamberlerin sayesinde muduluk yolları ortaya çıkınca, Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ona yolu açıkladık, şükreden veya kâfir olur.’184 Geride Allah Teâlâ’yı kullarına amel nasip etmesi kalmıştır. Bu amel, kendilerine emrettiği şekilde, peygamberine uyarak yapılır. Onlar, emir ve yasaklarında peygambere uyar, onun be­lirlediği sınır ve esaslarda durur. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Bu menzil, tenzil ilmini, isimler ilmini, imtihan etme ilmini, illet­ler, nispetler ve haberler ilmini, delillerin kaynağının ilmini, onların medlûl hakkında çoğalmasının bilgisini, ihtisas ilmini, mertebeler, nite­likler ve kaza ilmini, imamlık ilmini, şeriadar, intikaller, umut, feyiz ve beka sebeplerinin ilmini, tercih ilmini içerir. Bu ilimden ihsanlar arzula­rına uyar, hakikati bırakır ve onu göz ardı ederler. Allah Teâlâ bu niteliğin bulunmasından bizi korusun. Allah Teâlâ’m! Seni tenzih eder ve seni överiz. Senden başka ilah yok. Bağışlanma diler, sana dönerim.

Muhammedi Mertebeden, Müjdelenene Gelen Müjdenin Bilinmesi

Bir müjdeci risaleti getirdi

Ödül gerekir ona, gönderen Kerim’den                             '

Hatmü’l-velayet de getirdi onu                                 ;

Tıpkı gönderilmiş nebinin getirdiği gibi . .                                r,

İki hatemlikten de payımız çok

Bu bir veraset, indirilmiş kitapta bize gelen

Son mısrada şair ‘Bana ve Yakup oğullarına varistir1*1 ayetine işaret etmektedir. Bilmelisin ki, ilahi meşiyetin fiilde bir etkisi vardır. Bu ne­denle tercih edeninde -kendiliğinde değiledilgenliği kabul etmeyene ilişmesi olumsuzlanmıştır. Bu durum, kulun dilemesinden ve iradesin­den farklıdır. Çünkü kul bir şey diler ve iradesi dilediğine ilişirse, o şey bazen meydana gelirken bazen gelmez. Bunun için Allah Teâlâ bir şey yap­mak istediğimizde, ‘Allah Teâlâ dilerse’ dememizi emretti. Böylece Allah Teâlâ’nın iradesine bağladığımız fiil gerçekleştiğinde, asıl itibarıyla Allah Teâlâ’nın hük­müyle ve O’nun meşiyetinden meydana gelir. Bizim meşiyetimizin ise, onun var oluşunda etkisi yoktur, fakat bir hükmü vardır. Bu hüküm, Hakkın söz konusu şeyi bizim meşiyet ve irademizin varlığıyla dilemiş olmasıdır. Dilediğimiz şeyin varlığı ise, Allah Teâlâ’nın meşiyetinden meydana gelmiştir. Öyleyse bizim meşiyetimizin de bulunup fiile ilişmesi gerekir. Bu durum ‘Siz, Allah Teâlâ dilemeden dileyemezsiniz’186 ayetinde belirtilir. Kast edilen, bir şey dilediğinizde demektir. Bununla birlikte akla göre ger­çekleşmesi imkânsız bir şeyi -ilahi meşiyet ona ilişmemiştirAllah Teâlâ’nın ‘dileseydi yapardı’ diye bize bildirilmesinin faydası, şunu öğretmektir: İla­hi meşiyetin varlığına ilişmesi olumsuzlanan o şey, mümkün olması ne­deniyle, kendisine göre imkânsız değildir. Çünkü söz konusu şeyin kendiliğinde iki durumdan (olmak ve olmamak) birisini kabul etmesi gerekir: Bu durumda mümkün, bir tercih edene muhtaçtır. Halbuki özü gereği imkansız öyle değildir. Çünkü onun varlığına meşiyetin

ilişmemesinin olumsuzlanması imkânsızdır. O kendisi nedeniyle var olamaz. .     ,

Bazı insanlara göre, Allah Teâlâ kendisi nedeniyle varlığı imkânsız bir şeyi var etmek dileseydi, onu var ederdi. Allah Teâlâ’nın imkânsızı var et­meyişinin nedeni, varlığını dilememiş olmasıdır. Böyle bir görüş sahibi şöyle iddia etmiştir: Allah Teâlâ imkânsıza imkânsızlığı, vacibe zorunluluğu ve mümküne imkânı vermiştir. Böyle bir görüş sahibi ne dediğini bil­miyordur. Çünkü Allah Teâlâ, kendisi nedeniyle varlığı zorunlu olandır ve kendisi nedeniyle zorunluluğu verenin kendisi olması, gerekirdi. Bu du­rumda ise dileseydi, varlığı zorunlu olmazdı sonucu çıkar, bu durumda Hakkın varlığı, kendisi nedeniyle tercih eden olurdu. Bu durumda o adeta şairin dediği gibidir:

Kendisini Araplaştırmak istedi de

Böylece acem oldu

Çünkü bu görüşü ileri süren insanlar Allah Teâlâ’ya iktidarının nüfuzu özelliğini nispet etmek istemiş, halbuki iktidarın ve kudretinin neyle il­gili olduğunu anlamamış, gerekli olmayan bir şeye ilahi iktidarı bağla­mış, Hakkı ise farkında olmadan mümkünlerden birisine çevirmiştir. Öyleyse gerçekleşmeyen bir konuda ‘Allah Teâlâ dileseydi’ demenin yararı, zatına göre o şeyin gerçekleşmesinin mümkün olduğunu bildirme ama­cı taşır. Öyleyse Allah Teâlâ’nın gerçekleşmeyen bir konuda ‘dileseydi’ (gerçekleşirdi) diye bildirmesinin yararı, söz konusu şeyin kendisine göre ger­çekleşmesi mümkün bir şey olduğunu bildirmektir. Böylelikle Allah Teâlâ bi­zim için mümkün olan ile mümkün olmayanı ayırt etmiş, meşiyet ve iradesinin imkânsıza ilişmesini olumsuzlamıştır. Allah Teâlâ’nın irade ve meşiyetini ilginin olumsuzlanması yoluyla imkânsıza bağlamasına misal olarak, ‘Allah Teâlâ dileseydi, çocuk edinirdi\lS7 ‘Eğlence isteseydik, katımızdan edinirdikms ayetlerini verebiliriz. Böyle bir şey imkânsızdır. Nasıl olur da Allah Teâlâ’yı iradenin olumsuzlanması altına sokar? Böyle bir özellik, mümküne aittir. Cahil saydığımız ve görüşünü yanlış bulduğumuz kimsenin işaret ettiği husus budur.

Bilmelisin ki, ezeli bilgisinde böyle bir şahsın yaratılmış olmasını belirlemiş olması, ilahi cömerdiğin zirvesidir. O şahıs bozuk aklıyla O’nun hakkında hüküm vermiştir. Böyle bir hüküm verince, akimın böyle bir şeye inandığı hükmü verilir. Böyle bir hüküm, Allah Teâlâ hakkında bilgisizliğin son kertesidir. Allah Teâlâ iradesinin kendisi nedeniyle ger­çekleşmesi imkânsız olana ilişmeyeceğini bildirmiştir. Yetkin akıl sahibi buradan iradenin ilişmesinin doğru olmadığı şeye ilişmesinin reddini kabul eder. Zayıf akıllıysa, bu ifadeden şunu anlar: Allah Teâlâ ‘şayet (lev)’ dememiş olsaydı, mutlaka onu yapardı. Bu kanaate aklı yatar ve kalbi kırılmaz, çünkü bu düşüncesiyle ilahi iktidarın her şeye nüfuz etti­ğini söylemek istemiş ve Allah Teâlâ hakkında iyi bir şey söylemek istemiştir. Kamil akıl sahibiyse, Allah Teâlâ’nın kendisine olan ihsanını bilir, aklını öyle eksik akıl yapmadığı için Allah Teâlâ’ya şükreder. Bilir ki, Allah Teâlâ kendisine böy­le kıt akıllının ulaşamayacağı bir derece vererek üstün kılmıştır.

Bir topuluk, Allah Teâlâ’nın imkânsıza da güç yetirebileceğim ileri sür­müştür. Söylenmesi gereken şudur: Allah Teâlâ -kendisinin de söylediği gibiher şeye güç yetirir. Kudret ilişeceği mahallini talep ettiği gibi irade de ilişeceği mahalli talep eder. Allah Teâlâ’nın bilgisi de -ister olumlama ister olumsuzlama veya varlık veya yokluğunu bilme şeklinde olsunilişeceği mahalli talep eder. Duyma, görme ve Hakka kendisini nedeniyle nispet edilen her nitelikte durum böyledir. Aklı bol ve bilgili insan, bütün nispederin neyle ilgili olduğunu bilerek nispeti ilgili olduğu şeye bağlar. İşleri böyle bilen insan, Allah Teâlâ’nın ilahi meşiyete (Allah Teâlâ dilerse sözüyle!) kendisini bağlamadan yapmayacağı işleri söyleyene vereceği cezayı da bilir. İnsan fiilini Allah Teâlâ’nın iradesine bağlarsa, o davranış (yâpılmadığında) Allah Teâlâ’nın cezalandırması söz konusu olmaz. Çünkü Hakk yaratıkları­nın elleriyle ortaya çıkan amellerde gerçek yaratıcı olarak gizlenmiştir. Hiç kimsenin -yaratma yönündenfiillerde etkisi yoktur; fiillerde hük­mü ortaya çıksa bile, bu, bir etki değildir, insanlar, etki ile hükmü ayırt edemez. Allah Teâlâ bir hareketi veya varlığı maddelerde bulunacak herhangi bir anlamı var etmek dilediğinde -ki o kendi başına var olamaz-, kendi başına var olmayan o şeyin yaratılışının kendisinde ortaya çıkacağı bir yer bulunmalıdır. Yer ve mahal, mümkünün varlığında hüküm sahibi­dir, fakat bir etkisi yoktur. İşte iyice incelersen, etki ve hüküm arasında böyle bir fark vardır. Böyleyken kul ‘yaparız’, ‘işleriz’ nasıl der ki? Hal­buki onun fiilde genel olarak bir etkisi yoktur. İşte Allah Teâlâ bu nedenle onu cezalandırır.

Allah Teâlâ kullarının böyle yapacağını ve onların böyle sözler söyleyece­ğini bildiği için, cezalandırmadan kurtulsunlar diye, istisnayı (Allah Teâlâ di­lerse) söylemelerini emretmiştir. Bunun için gelecekteki bir davranıştan vazgeçince, öncesinde ‘istisna yapan’ suçlanmaz. Çünkü böyle bir insan fiili kendine değil, Allah Teâlâ’ya izafe etmişti. Fiili Allah Teâlâ’nın iradesine bağla­mak, yaratıklara fiilleri izafe etmekle çelişmez, çünkü onlar, ilahi fiillerin zuhur ettiği yerdir. Bu ölçüdeki bilgiyle akıl sahiplerinin dereceleri fark­lılaşır. Bakınız! Hakk şöyle der: ‘Ey iman edenler.’ Halbuki akıl veya bil­gi sahipleri dememiştir. ‘Niçinyapmadıklarınızı söylüyorsunuz9 Çünkü bilgili ve akıllı insan, Allah Teâlâ dilerse şeklinde istisna yapmaksızın, yapma­yacağı bir şeyi söylemez. Çünkü bilir ki, fiil, -kendisine değilsadece Allah Teâlâ’ya aittir. Böylelikle Allah Teâlâ, bir kısmının diğerlerinden üstün olduğu öğrenilsin diye, âlemin tabakalarını ayırt etmiştir. Öyleyse akıllı alimler, bütün genel hitaplarda Hakkın dikkate aldığı kimselerdir, çünkü onlar, sözün bağlamlarını bilenlerdir. Böylelikle onlar, bu. hitap vasıtasıyla âlemde hangi sınıfın amaçlandığını da bilirler. Bu nedenle ‘tefekkür edenler’, ‘bilenler’, ‘akıllılar’, ‘ince akıl sahipleri’ için değişen ayeder ne­deniyle sınıflar farklılaşmıştır. Allah Teâlâ Kuran’da ‘insanlara ulaştır’ buyu­rur. Burada, tebliğ olmanın dışında başka bir şey anlamayacak özel bir grup kastedilmiştir. ‘Onunla korkutsunlar diye.’ Bu hitap ise, belirlenen başka bir grup hakkındadır. ‘Bilsinler ki, O tek ilahtır.’ Bu ise, bu hitap­la yükümlü belirlenen başka bir gruptur. ‘İnce akıl sahipleri öğüt alsın."90 Bu ise başka bir grup için söylenmiştir. Kuran-ı Kerîm kendiliğinde tektir, fakat ondan bir ayet lüb sahibi için ‘öğüt’, birliği öğrenmek iste­yen için ‘tevhit5, çekinen için ‘korkutma’, dinleyen için ise sevap alsın diye ‘tebliğ’ olur. Bu kısma misal olarak, dili bilmeyen yabancıyı verebi­liriz. Böyle insanlara Allah Teâlâ’nın kelamı -Allah Teâlâ’ya nispet edilmesi yönüyleöğüt verir. Onlar ise, kendi dillerine tercüme edilip de açıklanana kadar, sözün anlamını bilemezler.

ilahi hitaplar arasında yer alan hususlardan birisi de, müjdelerdir. Bunlar, iki kısma ayrılır. Bir kısmı üzüntüyle müjdelemektir: ‘Onları acı azapla müjdele.’191 Bir kısmı ise ‘Onu mağfiret ve büyük bir ecirle müjde­le192 geçtiği üzere, sevindirici şeylerle müjdelemektir. Gelişi insanın gö­rünen derisini etkileyen her haber, müjdedir. Bu ise, iki adamda mey­dana gelebilir: Birincisi nefsi öyle bir güce sahiptir ki, varlığındaki ke­mal nedeniyle derisi başkalaşmayacak durumdadır, ikinci kişi ise, haberi verenin sözünü doğrulamayandır. Geride şu kalır: Acaba haber o kişi­nin içine etki etmiş midir, etmemiş midir? Verilen haber insanın içine etki ederse, böyle bir insan iki kişiden biridir: ya verilen haberin gerçek­leşeceğini kesin olarak bilen biridir veya bunu imkan dahilinde kabul edendir. Onun nefsine etki etmezse, bilen olmadığı gibi doğrulayan da değildir. Bu durumda birinci kişi için bu haber, onun nefsindeki hayali suretlerle -ki bu suretler haberin sonucunda meydana gelmiştirilgili­dir. O insanın hayalinde duyusal surete benzeyen ve (haberin sonucun­da meydana gelen) suret meydana gelmeseydi, haber onun hakkmda bir müjde olmaz ve dışında gözükmese bile, batınında sevinç ve üzüntü meydana getirmezdi. Ruhlar maddelerden soyutlanmış olsaydı, onlar hakkında müjde geçerli olmaz, sevinç ve hüzün meydana gelmez, bu durumda iş, onlarm hakkında ‘soyut bilgi’ olarak kalırdı. Çünkü ruhani hazzın sebebi, müşterek duyudur. Müşterek duyu ise, mizacın kendisine uygun veya uygun olmayan ve benzeri şeylerden etkilenmesinden du­yum alır. Soyut ruhların ne hazzı ne elemi vardır! Bu durum, tasavvuf yolunda ariflerin bir kısmı için gerçekleşir. Ebu Yezid şöyle der: ‘Bir vakit güldüm, bir vakit ağladım. Artık ne gülüyorum ne ağlıyorum.’ Işte bu durum, söylediğimizin ta kendisidir. Çünkü Ebu Yezid, doğasına bakmaksızın, mücerret ruhuyla kalmış, ‘sırf bilgi’yi müşahede etmiş, Hakkın ilahlık yönünden olan tevhidini düşünmekten zatının tevhidini düşünmeye doğru yükselmiştir. Yöneldiği tevhit, mümkünün ilgili ol­duğu mertebe jyönünden olan tevhit değil, Hakkın zaü nedeniyle sahip olduğu tevhittir. Bu tevhitte Hakkı nispet ve izafederden soyudanmış Bir olarak değil, Bir olarak müşahede eder. Bu tevhitte Hakk, mümkün­ler için bilinmezdir, O’na ‘kendisi nedeniyle bilendir’ özelliği nispet edilmez. Öyleyse O, bu tevhitte kendisinin aynıdır; yoksa ‘ne aynı ne gayrı’ olması yönüyle tevhitten şöz etmiyoruz. Bu, kendisine ilişme yö­nünden âlemin tecridindeki en üstün mertebedir. Binaenaleyh bu, (ni­teliklerin birliği anlamındaki) vahdaniyetin değil, (zafa özgü salt birlik anlamındaki) , ahadiyetin kemalidir. Vahdaniyetin kemali, birliğinin inançlara nüfuz etmesinden ortaya çıkar, çünkü vahdaniyete göre bir olan, O’nu birleyenleri talep eder. Ahadiyet ise, bunu talep etmez. Mi­sal olarak cismanıyi verebiliriz. Cismani, hükmünün ortaya çıkması için, cisimleri talep eder.

Öyleyse sevindirici ve üzücü sebeplerle karşılaştığı halde haz alma­yan ve üzülmeyen ya da haz verici bilgileri elde edişte maddi ve manevi şeylerle haz almayan arifi gördüğünde, onun içinde bulunduğu halinin ‘doğadan tam soyudanma’ olduğunu bilmelisin. Allah Teâlâ’yı bilen alimlerin peşinden koştuğu fakat azınlığın kendisini bulduğu ‘Allah Teâlâ’ya benzerliğin en güçlüsü budur. Onu bulan azınlığa, bu vecd nadiren eşlik eder. Allah Teâlâ onu dilediği kullarının bazı düşüncelerine ihsan eder ve bu ihsan sonucunda arif, zikrettiğimiz zati tevhidi öğrenir. Akıllılardan bir grup, kemal ile haz almayı ve sevinmeyi bu mertebeye nispet etmiştir, elAhad böyle bir nitelikten münezzehtir. Fakat ilahi vahdaniyet (nitelikle­rin birliği), bu sözü benimseyenlerin kendisine bakıp da farkına varma­dıkları şeydir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Farkında değillerken onları yanıltacağım, onlara mühlet vereceğim, benim tuzağım güçlüdür.’193 Zatı yönünden Hak­kı düşünen kimse, söylediğimizi bilir. İlahlığı yönünden O’nu düşünen de söylediğimizi bilir. Bakınız! Peygambere gelen ilahi vahyin başlangı­cı rüyalardan ibaretti. Bunlar, ümmet içinde nebiliğin kesilmesinden sonra kalan şeylerdir. Gerçeği olduğu hal üzere bilmeyenler, bu duru­mun bu ümmet için bir eksiklik olduğunu zannetmiştir ki gerçek, vah­yin taksimini bilmeyenlerin zannettiği gibi değildir. Çünkü sahih rüya­lar, Haktan kullarına dönük doğrudan bazen de vasıtalı olan en genel vahiydir. Nebiliğin özelliği, zorunlu olarak vasıtalı olmaktır. Binaena­leyh melek, bu vahiyde bulunmalıdır. Rüyalar ise öyle değildir. Arif kul, sahih rüyalar devam ederken, nebilikten kaçırdığına üzülmez. Bu­nunla birlikte insanlar, bu rüyalarda derece derecedir: Bir kısmı rüya­sında vasıtadan ayrılmazken bir kısmında vâsıta kalkar. Misal olarak Fertleri ve Hızır’ı verebiliriz. Onlar, vasıtaların ortadan kalkmasıyla, rü­ya görür ve onların nebilikleri böyledir. Bu nedenle onların hüküm ko­yabileceğini reddederiz. Binaenaleyh sahih rüyalardan ortaya çıkan her­hangi bir hüküm, rüyadan vasıtayla meydana gelir. Söz konusu hüküm, peygamberin getirdiği vahyin özel bir (yönünü) açıklamakla sınırlıdır. Hükmün bulunmadığı ,kısım ise, zatının kemale erdirmek üzere, soyut bilgi olmak üzere vasıtanın ortadan kalkmasıyla gerçekleşir. Peygamber­ler vahyin rüyalar ile onun dışındaki farklı türlerini elde etmekle, diğer insanlardan üstündür. Bu diğer kısma misal olarak, meleklerin kalpleri­ne veya duyularına gelmesini verebiliriz. Onlar sahih rüyalar da görür­ler. Onlar kutuplar-teklerdir. Biz ise, sadece tekleriz, kutup değiliz. Bu­rada ‘kutup’ derken, mucize ve ayetlerle desteklenip âlemin maslahadarını şamil idari kanun merdivenin etrafında döndüğü kimseyi kastet­mekteyim. Allah Teâlâ bizi verdiği müjdelerle sonsuza kadar uyuyup bir daha uyanmayanlardan etsin!

Sehl b. Abdullah, Abadanlı bir adama kalbin secdesini sormuş. Sehl kalbinin secde ettiğini görmüş, zamanındaki şeyhlerden bir gruba bunu arz etmiş, onlar ise aym hali tatmadıkları için ne söylediğini an­lamamışlardı. Bunun üzerine Sehl konuyu bilen birini bulmak üzere yo­la çıkmış. Abadan’a gelince, bir şeyhin huzuruna girmiş ve ‘Üstat! Kalp secde eder mi?’ demiş. Bunun üzerine şeyh ‘Eder, sonsuzluğa secde eder’ demiş. Yani secdeden başını kaldırmaz. Bu sorusuyla Sehl, Allah Teâlâ’nın kendisini kalbinin secdesine muttali ettiğini anlamış, onun gere­ğine uymuş, dünyada başını secdeden kaldırmamış, ahirette de kaldır­mayacaktır. Bu nedenle Sehl, bir daha bir şeyin gerçekleşmesi veya ger­çekleşmiş olanın kaldırılması için dua etmemişti. İşte bu, ariflerin bile bilmediği meçhul bir makamdır. Bu makamda tekler (Efrad) sabit du­rabilir.

Nebilere seçkin ve sıradan insanlar için hüküm koyma yetkisi veri­lip (ahlakta uyulan) ‘örnek’ haline getirilmeselerdi, onların durumu zik­rettiğimiz gibi olurdu. Fakat nebiler, şeriat getirme esnasmda kalp sec­desinde huzuru esas almışladır. Bu hal, hiçbir zaman ortadan kalkmaya­cak şekilde, eşlik eden halin hükmünün verdiği gücün zirvesidir. Nebi olmayan bu hali bilince, zorlanır. Pek çok yerde eşyada ilk olanın Allah Teâlâ’ya nispet edilmeye daha uygun olduğunu söylemiştik. İlkler, kuşku­nun girmeyeceği doğrulardır. Aynı zamanda ilk düşünme, ilk bakış, ilk duyuş, ilk hareket ve ilk sözde zafiyetin giremeyeceği bir güç vardır. Sadece Allah Teâlâ için olabilecek bütün ilklerde şirk bulunmaz. İlkten sonra ise, ona girenler girebilir ve girenlerin bir kısmı doğru bir kısmı yanlış olabilir. Peygambere ilk gelen vahyin sahih riiya oluşuna bakınız! Böy­lelikle sahih rüyalar, vahiyde ilklik mertebesini kazanmıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in gördüğü her rüya sabah aydınlığı gibi gerçekleşirdi, çünkü sabah aydınlığı, rüya gören insanın uykudan uyanması gibi, geceden or­taya çıkıştır. Validemiz Hz. Aişe’nin yaptığı benzetmenin güzelliğine bakınız! Böylelikle Allah Teâlâ, bu ümmetin ricali için hiçbir zaman yanılma­yan vahyin başlangıcı olan rüyaları geride bırakmıştır. Zikrettiğimiz ve dikkatini çektiğimiz hususu anlarsan, Allah Teâlâ’nın bu ümmete inayetini de öğrenirsin. Allah Teâlâ vahyin özeti olan şeyi onlar için geride bırakmıştır. Bu menzille ilgili bu kadar açıklama yeterlidir.

Bu menzil ilimler arasından tenzih ilmini, ilahi tevhit ilmini (ulûhiyetin birliği), ulvi ve süfli âlemin tenzihini, meşiyetin ve kelamın bilgi­sini, ameller ve tafsillerinin bilgisini, ilahi muhabbet bilgisini -bütün yönlerden değilözel bir yönden içerir. ‘Özel yönden’ derken, Allah Teâlâ’nın tövbe edenleri, temizlenenleri ve müminleri sevmesini kastetmekteyim. Sevgi yönleri, bu tabakaların denk olmayışı nedeniyle, birbirinden fark­lıdır. Öyle olmasaydı, bu konuda ayrıntının faydası ne olurdu ki? İlahi yolların bilgisi, nefislerin riyazet ve mücahedelerinin bilgisi, varidatta sebatın bilgisi, cinse uygun şeyle desteklenme bilgisi, azarlama bilgisi, dünyâdaki cezanın bilgisi, inayetin bilgisi, başarısızlığın bilgisi, yaratıklarm mertebelerinin bilgisi bu menzilden öğrenilir. Gerçek bilginin ha­yalî olandan ayrılması, tamamlık bilgisi, nurlar bilgisi, kınanan ve övü­len şirkin bilgisi, iman mağfiret ve varlıklarla ilgili sevginin bilgisi, bun­lardan övülenlerin bilgisi, müjdelerin bilgisi, karşısmda dürüst davran­dıklarında Allah Teâlâ ehlinin desteklenmesinin bilgisi, bu menzilden öğreni­lir.     .

‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’ Alemlerin Rabbi Allah Teâlâ’ya hamd olsun.

ÜÇ YÜZ YİRMİ DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Bazı İlahi Mertebelerde Kadınların Adamlarla Bir Ara­ya Gelmesinin Asımiyye Mertebesinden Bilinmesi

Nisa (kadınlar) erkeklerin yarısı Ruhlar ve bedenler âleminde

İkisi hakkındaki hüküm bir İnsan diye ifade edilendir o

Kadın geçici olarak ayrılmış erkekten Bu geçicilikle kadın ayrıldı erkekten

Birleşme mertebesinden, hüküm o ikisi hakkında verilir Dışta birlik hakikatiyle (ikisi insandır)        , . .

Göğe ve yere bakınca

Ayırırsın, gerçek bir fark yokken, ikisini

İhsana tek hakikat olarak bak

çıkışını gör

Onun ihsandan hükümle

Allah Teâlâ sana yardım etsin, bilmelisin ki, ‘insanlık’ kadın ile erkeği bir­leştiren bir hakikattir. Bu nedenle erkeklerin kadınlar üzerinde insanlık yönünden üstünlükleri yoktur. Nitekim insan, âlem olmada da büyük âlem ile ortaktır ve âlemin insan üzerinde bu yönden bir üstünlüğü yoktur. Bununla birlikte ayette, erkeklerin kadınlardan bir derece üstün olduğu belirtildiği gibi göklerin ve yerin yaratılışının insanin yaratılı­şından daha büyük olduğu da belirtilmiştir. İnsanların çoğu ise bunu bilmez. Yine de (varlıklarını yokluklarına) tercih edenin varlığına delil ve alamet olmada gök ve insan oraktır: ‘Siz mi zor yaratıldınız, yoksa gök mü? Onu inşa etti.’194 Allah Teâlâ göğe özgü şeyleri, sonra yeryüzünü zikret­miş, yuvarlak oluşundan ve başka özelliklerinden söz etmiştir. Bütün bunlar, göğün (yaratılış itibarıyla) insandan üstünlüğünü belirtmek üzere zikredilmiştir. Gök ve yerin insandan üstün olmasını sağlayan de­recenin erkeğin kadından üstün olmasını sağlayan derece olduğunu gördük. Başka bir ifadeyle söz konusu derece, insanın göğün ve yerin edilgeni olması ve o ikisinin arasında meydana gelmesinden ibarettir. Edilgen, edilgeni olduğu failin gücüne sahip değildir. Havva’nın Âdem’in edilgeni olduğunu ve onun sol kaburgasından yaratıldığını gördük. Böylelikle Havva, kendisinden meydana geldiği erkeğin dere­cesine katılmayacak derecede eksik kalmıştır. Erkeğin mertebesini ise, kendisinden yaratıldığı şey kadar bilebilir ki o da kaburgadır. Böylelikle kadın erkeğin hakikatini algılamaktan eksik kalmıştır. İnsan âlemi ancak kendi varlığına âlemden alınarak (yerleştirilen unsurlar) ölçüşünce bile­bilir, başkasını bilemez. İnsan, onun değerli bir özeti olsa bile, bütün olarak âlemin derecesine katılamaz. Kadın da bu özetin bir özü olsa bile erkeğin derecesine katılamaz. Öyleyse kadın edilgenlik mahalli olması itibarıyla doğaya benzer. Erkek ise öyle değildir, çünkü erkek sadece suyu rahme bırakır. Rahim, yaratma ve meydana getirmenin gerçekleş­
tiği yerdir ve bu sayede türün bireyleri, rahmin düzgün bir insan haline gelene kadar yaratılış sürecinde edilgenlik ve yaratma özelliğini kabul etmesiyle kadında meydana gelir. Bu ölçüyle erkekler kadınlardan ay­rışmış ve yine bu nedenle kadınların akılları erkeklerin akıllarından eksik kalmıştır. Çünkü kadın aklı, yaratılışı aslında erkekten aldığı kadarını bilebilir. Kadınlardaki din eksikliğine gelirsek, bu bağlamda karşılık, amel ölçüsündeyken amel bilgiden meydana gelir. Bilgi, bilenin kabili­yetine, onun kabiliyeti ise yaratılış esnasındaki istidadına bağlıdır. Ka­dının istidadı, erkeğinkinden eksiktir, çünkü kadın, erkeğin parçasıdır. Dolayısıyla kadın dini kabulde erkekten eksik olmuştur.

Bu bölüm, kadın ile erkeğin kendisinde birleştiği niteliği ele almayı gerektirir. Bu nitelik, hakikatler yönüyle, zikredilen hususta her ikisinin ‘edilgenlik’ makamında bulunmasıdır. Kadın ve erkeğin ortak davranış­ları nedeniyle gerçekleşen birliğe gelirsek, misal olarak ‘Müslüman erkek ve müslüman kadınlar... Allah Teâlâ’yı çok zikreden erkek ve kadınlar’,195 ‘Tövbe eden, hamd eden, tespih eden erkek-kadınlar’,196 ‘Tövbe eden, tespih eden ka­dınlar197 ayetlerinde geçen ortak zikredilmeyi verebiliriz. Allah Teâlâ’nın pey­gamberi, şöyle buyurur: ‘Erkeklerden pek çok kimse, kadınlardan ise İmran kızı Meryem ile Firavun’un eşi Asiye kemale erdi.’ Erkek ve ka­dın kemalde birleşmiş, erkekler ise -kemalde değilmükemmellikte ka­dından üstün olmuşlardır. Çünkü erkek ve kadın nebilik derecesine ulaşmakla kemale ermişken, erkekler resullük ve gönderilmeyle kadın­lardan üstün olmuş, kadın ise gönderilme ve resullük derecesine ulaş­mamıştır. Bununla birlikte söz konusu ortak makam (nebilik) mensup­ları arasında bir kemal derecelenmesi vardır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Peygam­berlerin bir kısmını diğerlerinden üstün yaptık.’198 Başka bir ayette ‘Bir kıs­mını diğerlerinden üstün yaptık199 denilir. Allah Teâlâ erkek ve kadınları yü­kümlülükte ortak tutarak erkekleri olduğu gibi kadınları da yükümlü saymıştır. Bununla birlikte kadınlar, erkeklerde bulunmayan bir hükme tahsis edilmiştir. Bazen erkek kadınla ilgisi olmayan bir hükme tahsis edilebilir. Bununla birlikte kadınlar, erkeklerin yarısıdır.

Bilmelisin ki, yaratılış aslı itibarıyla erkek karşısında kadının konu­mu, Rahman karşısındaki Rahim’in konumu gibidir. Çünkü rahim Rahman’dan bir daldır ve bu sayede onun suretine göre ortaya çıkmış­tır. Bir rivayette denilir: ‘Allah Teâlâ Adem’i Rahman’ın suretine göre yarat­tı.’ İnsandaki rahmin de Rahman’ın bir dalı olduğu sabittir ve böylece

Rahman karşısında Âdem karşısındaki Havya gibi olduk. Havva ço­ğalma yeridir ve çocuklar onda var olur. Biz de, fiillerin ortaya çıktığı bir yeriz. Öyleyse fiil Allah Teâlâ’ya ait olsa bile, bizim elimizde ortaya çıkar ve duyuda sadece bize aittir. Rahman’dan bir dal olmasaydık, Allah Teâlâ ile aramızdaki bağ (neseb-i ilahi) geçerli olmazdı. Bu bağ, O’nun kulu ol­mamız demektir ve ‘kavinin kölesi, onlardandır.’ Öyleyse bizim Allah Teâlâ’ya muhtaç olmamız, parçanın bütüne muhtaçlığıdır. Bu ölçüde bir ilişki olmasaydı, ilahi izzetin ve mutlak müstağniliğin bize yönelmesi veya bize bakması mümkün olmazdı. Bu bağ sayesinde O’nun tecelli ettiği yer haline geldik. Binaenaleyh Allah Teâlâ’nın zatı bizde müşahede edilir, çün­kü bizi ilahi surete göre yaratmış, bu sayede bütün ilahi isimlere sahip olduk. Bizde her ilahi isimden bir pay vardır ve bizde bulunan herhangi bir şeyin hükmü esasa dayanır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu isimle ilgili olarak insanın organları hakkında şöyle der: ‘Bir organ acı hissettiğinde, bede­nin bütün organları onu hisseder.’ Özel bir organdaki acı diğer organla­ra yayılır ve böylelikle bütün organlar acı duyar. Bu esnada ‘güvenilir bir şehir200 sayılan bedenin sultanı olan nefs-i natıka (düşünen nefs) hak­kında ne düşünürsün? O belirli organda hastalığı taşıyan hayvani nefis­tir ve natık nefs karşısında o mülkünde bozulmanın gerçekleştiği bir hükümdara benzer. Böyle bir hükümdarın sıkıntısı daha çoktur. Bakı­nız! Hakk kendisini öfke, rahmet, kabul, duaya icabet vb. özeliklere nite­lemiş, bunları bizden meydana gelen sebeplere bağlamıştır. Allah Teâlâ’ya açıkça asi olursak, O’nu kızdırırız. Razı olacağı söz söylersek, razı ede­riz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Rabbimizi razı edecek, söz söyleriz.’ Tövbe ettiğimizde, O’nun nezdinde kabul gerçekleşir. Günahlarımız olmasaydı, bizi cezalandırmaz veya bağışlamazdı. Bütün bunlar, (Allah Teâlâ ile kulu arasında) bağı meydana getirir, nispederi sabit kılar ve sebebin sonuçlarını güçlendirir. Öyleyse biz, bir annenin ve farklı babaların ço­cuklarıyız. O ise, müşahedeye göre değil, (aklî) delilin bildirdiğine göre İlk Sebeptir.                         ,

Zikrettiğimiz husus sabit olduğuna göre, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şu hadi­siyle nispederi tespit etmiştir: ‘Rahmi birleştireni, Allah Teâlâ kavuştursun, keseni Allah Teâlâ kessin.’ Bu hükmün ne kadar garip olduğuna bakınız! Onu Rahman’dan kesmiş, bizim mutluluğumuzu ve ona ulaşmamızı kestiği şeyi birleştirmeye bağlamıştır. Öyleyse (insanın üzerinde yaratıldığı) su­ret kavga edici bir surettir ve ilahi yakınlık ondadır. Bu sayede, kavuşma ve vuslat imkânı buluruz. Vasıl, yolcuyu ailesine döndürmek demektir ve ilahi hikmetin teşbihi reddetmekten başka bir hükmü yoktur. Çünkü Allah Teâlâ şöyle der: ‘O’nun benzeri bir şey yoktur.’20' Rahmi kestiğimizde, kesmede O’na benzeriz, Çünkü O, rahmi Rahman’dan dal yapmıştır. Her kim onu keserse, Allah Teâlâ’ya benzemiş olur. Allah Teâlâ ise bir şeye benze­mez ya da esasta bir şey O’na benzemez. Böylelikle Allah Teâlâ, rahmi keseni -kendisinden değilrahmetinden uzaklaşmayla tehdit ederek bize ‘sıla-ı rahmi’ emretmiştir. Bu davranış, rahmi kendisinden kesildiği asla dön­dürmektir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Bütün iş O’na döner, O’na ibadet ve tevekkül et. Rabbin onların yaptıklarından habersiz değildir.’202 Allah Teâlâ bilgiyi sana izafe ederek, kendisini O’nun üzerinde gözetmen ve şahit yapmıştır. O gaflete düşmeyen ve unutmayan şahittir. Sen de seni yükümlü tuttuğu işlerde O’na uyarsan, gafil olmaz ve unutmazsın. Çünkü sen, bu niteliğe daha layıksın. Sen O’na muhtaç iken, O sana muhtaç değildir.

Havva Adem’den bir parça olunca, Allah Teâlâ aralarına sevgi ve mer­hamet yerleştirmiş, bu sayede Rahim ile Rahman arasında sevgi ve merhamet olduğuna dikkat çekmiştir. Bu nedenle rahmi kopartıldığı kimseye bağlaman emredildi. Bu durumda kopartılma Allah Teâlâ’ya birleş­tirme sana düşer ve sayesinde âlemin diğer kısımlarından üstün olaca­ğın bu işte bir payın olur. Öyleyse iki çift arasına yerleştirilen sevgi, üremeyi gerektiren cinsel ilişki üzerinde ısrar demektir. Yaratılan mer­hamet ise çiftlerden birinin ötekine duyduğu sevgidir. Çiftlerden birisi ötekine arzu duyar ve onunla dinginlik kazanır. Kadının ilgisi parçanın bütününe veya dalın köke, gurbettekinin vatanına olan ilgisidir. Erke­ğin kadına ilgisi ise, bütünün parçaya ilgisidir, çünkü ‘bütün’ adını onun sayesinde elde edebilir. Parça yoksa bütün adı gerçekleşmez. Kö­kün sevgisi aynı zamanda bu kökün parçaya dönük sevgisidir. Çünkü ona yardım etmektedir. Böyle olmasaydı, yardım rabbaniliği onun adı­na ortaya çıkmazdı. Nitekim âlem olmasaydı, Allah Teâlâ’nın kendisine rab olması mümkün olmazdı. Allah Teâlâ Rabdir, dolayısıyla âlem olmalıdır. O, sürekli Rabdir, dolayısıyla ayan-ı sabite, kendilerine varlık adı verilsin diye, sürekli O’na bakmalıdır. Allah Teâlâ da, sürekli dua ettikleri için, rahmet gözüyle onlara bakar. Böylece Allah Teâlâ, yokluk halimizde olduğu gibi var­lık halimizde de sürekli Rabdir. İmkân özelliği bize ait olduğu gibi zo­runluluk O’na aittir. Şair şöyle der:

Kaynağımızı düşünürsen, aklınla iyice

Olumsuzu olumsuzlayarak, ispatı ispatlayarak                                 .

. Ezelde ezeli olmamdan daha'garibi yok ki Ben yine de zatı zamanda var olanım

Rabbimiz mevcuttu, yoktu O’nunla bir şey                             ,

Ne mazi ne gelecek zaman vardı

Sevgi ve merhamet, bütüne parçayı parçaya bütünü istetir. Bu sa­yede ikisi kaynaşır ve kaynaşmadan çocuklar doğar, kendilerine de ‘ebe­veyn’ denilir. Çocukların varlığı babalar için daha önce olmayan yeni bir hüküm ortaya çıkartır ki, o da babalıktır. Rab ise, öyle değildir. Allah Teâlâ ezelde Rabdir, çünkü mümkün imkân halinde ezeli olarak imkânla nitelenmiştir. Mümkünün var olması veya yoklukla nitelenmesi birdir. Çünkü (Hakk) yokluk halinde de sürekli ona bakar. Yokluğun mümkü­nün varlığını öncelemesi, ezeli bir niteliktir. Dolayısıyla mümkün, ezel­de merbub’tur. Allah Teâlâ hakkında zorunlu özellikle kul adına isim ve mer­tebe yönünden meydana gelen özellik arasındaki fark, çocuğun varlığıy­la ortaya çıkar. Böylelikle kadınlar babalıkta erkeklere katılır, hatta bazı yerlerde iki erkeğin yerini almıştır. Hakim İki erkeğin şahidiğiyle hü­küm verirken, kadın bazı yerlerde iki şahidin yerini alır. Bu durum, ha­kimin iddet hayızı hakkında tek kadının şahitiiğini kabul etmesi, koca­nın -ihtimale açık olmasına rağmenkadının ‘bu senin çocuğundur’ sö­zünü kabul etmesidir. Koca kadının hayızlı olduğu şahitliğini de kabul eder. Demek ki burada kadın, iki güvenilir şahidin yerini alır. Erkek ise elindeki şahitlikte iki kadının yerini almış, hükümde bir olmuşlardır.

Çok azın yerini alır                                                            ,

Az çoğun yerini alır

, Şüphe eden, onu toprağa katar Kim dilerse, onu esir’e katar

İnsan, noksanlığı olmayan ilahi surete göre yaratılmamış olsaydı, Hakka halife olamazdı. Kim halife olmak isterse, kendi başına bırakılırkeri kime halifelik talebi olmadan gelirse, ona yardım edilir. Talep eden, talep ettiği şeyin hakkını yerine getirmeyi iddia ediyor demektir. Kim halife olmak isterse, onda tek başına bırakılır. Çünkü halifelik, göklere ve yere ağır gelmiş bir emanettir. Her iddiacı imtihan edilir. Kimde bu nitelik bulunursa, durumu aynıdır ve bu konuda kimseyi istisna etmi­yorum. Herkesin imtihanı iddia ettiği tarza göre değişir. ‘Doğduğu, öl­düğü ve diri olarak diriltileceği gün ona selam olsun.’203 Bu, kesin-ilahi bir şahitliktir ve halifeliğin -kendi talebi ve çalışma olmadaninayede gel­diği kimsenin mertebesidir. ‘Doğduğum, öldüğüm ve diriltileceğim gün ba­na selam olsun.’204 Bu ise, sınanacak bir iddiadır. Aklı henüz kemale er­mediği için beşikteki hali şefaatçi olmasaydı, onun (Yahya as.) gibi olurdu ki, ilk ayette belirtilmiştir. Bu durum, söylediği sözü bilmediği halde konuşabilen birisiyse böyledir. Ne söylediğini biliyor ve aklı oturmuş, idrak araçları kendiliğinde ve -görenin gözündegüçlenmişse, böyle bir konuşma ‘âdetin aşılması’ demektir. Söylediği söz ona emre­dilmişse, Allah Teâlâ’nın söylediğini bildirmiş ve haber vermesi emredileni ge­tirmiştir. Böyle biri, iddiacı olmadığı gibi, övünmeyi talep eden birisi de değildir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Ben Ademoğulların efendisiyim, bu bir iftihar değil.’ Kastedilen, haksız yere övünmektir. Bu, ilahi bildi­rimden kaynaklanır ve öyle biri imtihan edilmez ve sınanmaz, çünkü iddiası yoktur. Bütün bunlar, erkek ve kadınların ortak olduğu haller­dir. O ikisi kutupluk dahil, bütün mertebelerde ortaktır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Başlarına kadını geçiren bir topluluk, kurtuluşa ermez’ hadisi se­ni perdelemesin. Biz Allah Teâlâ’nın görevlendirmesinden söz ediyoruz, hadis ise insanların görevlendirdiği kimseden söz ediyor. ‘Kadınlar erkeklerin ikiz kardeşidir (aynı özelliktedir)’ anlamındaki hadisten başka bir hadis bulunmasaydı bile, bu hadis yeterli olurdu. Başka bir ifadeyle erkeğin ulaşabileceği ve Allah Teâlâ’nın dilediklerinin ulaştiğı bütün makam, mertebe ve niteliklere Allah Teâlâ’nın dilediği kadınlar ulaşabilir. Allah Teâlâ’nın erkeğe göre kadınm isminde yaptığı ilavedeki hikmeti görün! Erkek için ‘merü’ de­nilirken dişiye ‘meratü’ denilir. Birleştirirken ‘te’, dururken ‘he’ erkeğin ismine eklenmiştir. Bu makamda kadın erkeğe karşı bir derece sahibi­dir. Halbuki ‘Erkeklerin onlar üzerinde derecesi vardır205 ayetinin muka­bilinde erkeğin bir üstünlüğü yoktur. Böylelikle kadındaki bu eksildiği (ismindeki) ilave gidermiştir. Aynı şey, habla’daki elif ile hamra kelime­lerindeki hemze için geçerlidir. Hakkın iki kadını şahitlikte bir adam yerine yerleştirmesi unutmayla ilgilidir. Bu durum ‘Birisi yanılırsa diğeri hatırlatsın206 ayetinde belirtilir. Hatırlatma, unutmadan kaynaklanır. Allah Teâlâ Âdem’in unuttuğunu bildirmiş, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise ‘Âdem unuttu, zürriyeti de I unuttu’ demiştir. Âdemoğullarının unutmuş olması, Âdem’in unutmasını soncudur. Biz de onun zürriyetiyiz. Öyleyse unutma âlemde ortaya çıkan ilahi bir niteliktir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ onları, onlar Allah Teâlâ’yı unuttu.’207 Bu durum, Hakkın iki kadından birisini şahitlik ettiği hususta -unutmayla değilhayretle nitelemesi demektir. Hayret unutmanın bütünü değil, yarısıdır. Unutma kemal üzere erkeğe nispede şöyle demiştir: ‘O unuttu. Biz onu azimli bulmadık.’208 Erkek şa­hitliği tek başına unutabilir ve onu hatırlamayız. Kadınlardan birisinin unutması ise mümkün değildir. O tam olarak hatırlatıcıdır. Böylece şa­hitlikte unuttuğumuz hususları yoldan çıkana hatırlatır. Çünkü Allah Teâlâ’nın verdiği haber doğrudur ve bu ayette kadınlardan birisinin ötekine hatır­latması şeklinde yer almışür. Öyleyse kadınlardan birisinin şahitlikten ayrılmaması ve unutmaması gerekir. Tek bir kadın şahidikte -Hakkın haberine göreilahi nitelikle nitelenmiştir. Bu durum ‘Rabbin yoldan çıkmaz ve unutmaz209 ayetinde belirtildiği üzere Hz. Musa’nın sözüdür.

Dişiliğin yegâne üstünlüğü zat ve nitelik (sıfat) lafzının -ki her ikisi de dişidirAllah Teâlâ’ya verilmesi olsaydı, bu durum, gerçeği bilmeyen erkek­lerin kendilerini kırmasına karşı, kadınların kalbini onarmak için (yeterli olurdu). Şâri Allah Teâlâ’nın zatı hakkında düşünmeyi bize yasaklamışken, bir­liği hakkında düşünmeyi yasaklamamış, aksine onu emrederek ‘Bil ki Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur, günahın için bağışlanma dile2'0 buyurmuştur. Bağışlama, Allah Teâlâ’nın birliği hakkında düşünenin aklına gelen ‘mahiyeti ve hakikatini araştırma günahıdır.’ O, bilinemeyecek olan zatın bilgisi­dir Allah Teâlâ şanının büyüklüğü nedeniyle, bu konunun düşünülmesini ya­saklamıştır. Başka bir neden ise, O’nun zatı ile delil olduğu zannedilen şey arasında bir ilişkinin bulunmayışıdır. Dolayısıyla vehim O’nu tasav­vur edemez, akıl sınırlayamaz. Celal ve tazim O’na aittir. Hatta bu bil­ginin talebi de mümkün değildir. Nitekim Firavun bu bilgiyi öğrenmek istemiş ve yanlış soru sormuş, Hz. Musa da sorusuna cevap vermemişti. Soru hatalıysa, cevap vermek lazım gelmez. Halbuki meclis genel bir meclisti. Bu nedenle Hz. Musa söyleyeceğini söylemiş, Firavun ise sor­duğu tarzda kendisine cevap verilmediğini görmüştü. Çünkü o sorusu­nun doğru olduğunu zannetmiş, halbuki Hakkın zatının herhangi bir edatın altına girmeyeceğini anlamamıştı. Hakkın zatı hakkında sadece ‘(var) mıdır’ sorusu sorulabilir. Bu edat, sorulan şeyin var olup olma­masıyla sınırlıdır. Bunun üzerine Firavun, (Musa’nın cevabından dola­yı) bilgisizliğini anlayarak, orada bulunanları meşgul edip bilgisizliğini fark etmesinler diye şöyle demişti: ‘Size gönderilmiş olan elçiniz bir deli (mecnun, gizli)-’2" Hakk Firavun’a öğretmeseydi, bu sözünde ifade ettiği üzere Hakkın bir elçi gönderdiğini ve Musa’nın kendiliğinden elçi ol­madığını söylemezdi. Çünkü Musa başkasına (Hakka) davet etmiştir. Aynı şekilde Firavun, Musa’yı bulunduğu durumla ilişkilendirmiş, onu ‘mecnun’, yani ‘sizden saklı’ diye nitelemişti. Dolayısıyla siz onu tanı­mazsınız. Hz. Musa da verdiği cevapla Firavun’u bilgilendirmiş, fakat orada bulunanlar ise kendisini (peygamber olarak) anlamamıştı. Nite­kim daha sonra da sihirbazlar kendisini tanımış fakat sihri bilmeyenler onu tanımamıştı. Böylelikle bu ‘hamur, Firavun’da baki kalmış, onunla tıynetinin hamurunu yoğurmuştu.’ Bu tıynetin ve hamurun etkisi ancak ‘İsrail oğullarının inandığına iman ettim’ dediğinde ortaya çıkmıştı. Halbuki ‘Allah Teâlâ’ya inandım’ demedi. Bunun nedeni, kuşku ve belirsizliği ortadan kaldırma arzusudur. Çünkü orada bulunanlar, İsrail oğullarının Musa’nın ve Harun’un Allah Teâlâ katından (bir görevle) kendilerine getirdi­ği İlah’a inandıklarını biliyorlardı. Dolaysıyla Firavun ‘Allah Teâlâ’ya iman et­tim’ deseydi -ki kavminin kendinden başka ilahları olmadığını iddia et­mişti-, insanlar ‘Firavun Musa’nın bize getirdiğine değil, kendi ilahlığına şahidik etti’ diyeceklerdi. Nitekim Allah Teâlâ da kendi ilahlığına şahitlik yapmıştır. İşte, Firavun böyle diyerek bu belirsizliği kaldırmıştır.

Bu meselenin gerçek açıklamasına gelirsek, bu konuyu ilahi emir karşısında doğanın yerini bilmeyen anlayamaz. Erkek karşısında kadın, ilahi emir karşısında doğa gibidir. Kadın çocukların varlığının gerçek­leştiği bir yerdir. İlahi emir karşısında doğa ise, cisimlerin ortaya çıktığı yerdir. Cisimler onda ve ondan meydana gelirler. Doğa olmaksızın, tek başına emirden bir şey meydana gelmeyeceği gibi emir olmaksızın do­ğadan bir şey meydana gelmez. O halde oluş (yaratma), iki şeye bağlı­dır. Allah Teâlâ’nın başka bir şeyin edilgenliği olmaksızın bir şey yaratmaya güç yetirebileceğim söyleme! Çünkü böyle bir söze karşılık Allah Teâlâ ‘Bizim irade ettiğimizde bir şeye sözümüz ‘ol’ demektir, o da olur212 ayetiyle cevap verir. Öyleyse ‘genel şeylik’ her şey adma özeldir. Başka bir ifadeyle ge­nel şeylik, kendisinde ortaklığın gerçekleştiği ve bizim ortaya koydu­ğumuz husustur. İlahi emir bu mutlak şeylikte özel bir şeyin ortaya çıkması için kendisine yönelir. Cisimler ve bedenler ortaya çıkınca, şe­killer, suretler ve arazlar, ruhani ve maddi bütün güçler ortaya çıkar. Şeriatın diliyle, ‘Ama’ denilen şey odur, denilebilir. Amâ Hakk karşısında yaratıkları yaratmazdan önce altında ve üstünde hava bulunmayan şey­dir. Şâri, bunu zikretmiş ve suret ve şekiller kabul eden bir varlık adıyla onu isimlendirmiştir.

Doğanın mertebesini -ki o mutlak şeyliktirNikah-ı evvel (ilk ni­kah) kitabında zikretmiştik. Ulvi ve süfli âlem ondan ortaya çıkar. Allah Teâlâ’nın dışındaki her şey, kesif veya latif, akledilir veya duyulur her şey, varlıklaı nitelenmiştir. Ondan sadece bize gözüken kadarını bilebilece­ğimiz gibi ilahi isimlerden de bize ulaşanları bilebiliriz. Doğanın mer­tebesini bilen kimse, kadının yerini bilirken ilahi emri bilen, erkeğin mertebesini bilir, Allah Teâlâ’nın dışındaki varlıkların bu iki hakikate dayandı­ğını anlar. Şu var ki hakikat gizlidir ve oğullan olan akılların bilemeye­ceği kadar incedir. Dolayısıyla basit âlemde onu kabul etmezken bileşik âlemde kabul eder. Bu ise, akılların doğanın mertebesini bilmemesin­den kaynaklanır. Nitekim Şâri ‘Kadınlar erkeklerin ikizidir’ sözüyle ko­numlarına dikkat çekmiş olsa bile, kadının yeri ve mertebesi de bilinmemiştir. O halde ulvi ve süftr emir, o ikisinin arasında meydana gelir. Bakınız! Tecelliler ve bedenlenen ruhaniler, doğal suretlerin dışında bir şeyde gözükür mü? Bu bedenler sürade başkalaşsa bile, niçin onlardan çıkarlar? Bu konu, hakkında uzun konuşmanın gerektiği bir bölümdür. Şimdilik ayrıntıya girmeden içerdiği ana konulan zikredelim:

Bunlardan birisi, mümine hangi makamdan nida edildiğidir. Acaba nida edenin değişmesiyle nida değişir mi, değişmez mi? Bu menzilde Allah Teâlâ ve yaratıkları arasındaki düşmanlığın nedeni öğrenilir. Acaba düşmanlığın olabilmesi, iki tarafta bulunmak şartına mı bağlıdır, yoksa bir tarafta mı bulunur? Birisi başka biri nedeniyle düşmanlık yapar mı? Düşmanlık kendi adına mı yapılır, yoksa başkası için de yapılır mı? Kalplere sevginin aktarılması ve yerleşmesi buradan öğrenilir. Sevginin aktarılması varlık intikali midir veya mahalde yaratılan bir şey midir? Sevginin şartı münasebet midir, değil midir? Zıtlığa yol açan vatandan uzaklaşma buradan öğrenilir. İlahi yolların güçlükleri, sevimli ve sevim­siz konularda rızayı talebin bilgisi, gizli ve aleni olanın bilgisi, -özel yoldanhayretin bilgisi, tecellinin üzerindeki örtünün sevilmesinin bil­gisi, buradan öğrenilir. Allah Teâlâ’nın birleştirdiğini emrettiğini kesmeyi ge­


rektiren sebebin sabit olması, buradan öğrenilir. Bu durumda onun ke­silmesi yalanlık iken birleştirilmesi uzaklıktır. Mertebeler buradan öğ­renilir. İşler hükümlerine nasıl gelir? Kevnî işlerde ve ilahi hükümlerde nasıl etki ederler? Bu, geniş bir bilgidir. Amellerin -kevnî arazlar olma­larına rağmengörülmeleri buradan öğrenilir? Kevnî arazların kendileri değil hükümleri görülür. Halbuki renklerle ilgili arazlar böyle değildir. Onların hem kendileri ve hem hükümleri görülür. Öncekilere uyma, üstün olanın aşağıdakine uyması, çokluktan uzak durmak, bu menzil­den öğrenilir. Çokluğun ve toplamın birliğinin perdesi, bu menzilden öğrenilir. Şartlı sevgi ve nefret, buradan öğrenilir. Gerçekte böyle bir şey mümkün müdür, değil midir? Sevgide istisna mümkün müdür, de­ğil midir? Kulun tevekkülde ve diğer hallerinde -ilahi isimlerin hepsine değil deözel bir isme yönelmesi, ilahi bilgiye zarar verir mi, vermez mi? Ret ve dönüş ve bu ikisinin arasındaki farkta başkalaşma, buradan öğrenilir. İhtiyar nerede övülür ve kınanır? İzzetin hikmeti içermesi, or­tak umut, Haktan mutlak ve sınırlı olarak yüz çevirmenin neticesi, bu­radan öğrenilir. Yüz çevrilen bu esnada eddlenir mi etkilenmez mi? Hakk bir şeye yaklaşmak özelliğiyle nitelenir mi, nitelenmez mi? Rahme­tin varlığının örtülü ve örtüsüz olması, nasıl bilinir? Kerim’in ikramının sebebi, soysuzun cezalandırılması, buradan öğrenilir? Acaba ona ceza, kendi tarzında mı verilir? Böyle bir durumda, birisi ceza olsa bile, ildsi ortaktır. Yoksa onu ihsan yoluyla mı cezalandırır? Acaba cezanın kötü­lüğü gerçekte bir kötülük müdür, yoksa kötünün bir niteliğidir de baş­kasında ortaya çıkmadan ona mı dönmüştür? Bu durumda o kişi, kendi kötülüğünü böyle görerek nahoş bulmuştur. Buradan onun insanın kendi niteliği olduğu ve karşılık verende arızî bir durum olarak bulun­duğu anlaşılır. Onu öğretmek amacıyla ortaya çıkartmıştır. Bu yararlı bir bilgidir, amellerine karşılık Allah Teâlâ’nın kullarını cezalandırması buradan öğrenilir. Bununla birlikte Allah Teâlâ kendiliğinde müstağnidir ve (kulların yaptığından) bir zarar görmez.

Yaratıklar bir günahkârı cezalandırılırken, onu cezalandırmada kendisiyle aynı konumda mıdırlar, değiller midir? İddia sahiplerine na­sıl davranılacağı buradan öğrenilir. Bilgiyle hüküm buradan öğrenilir. Zan din tarafından bazen bilgi diye isimlendirilmiştir. Niçin zan -onun zıttı iken‘bilgi’ diye isimlendirilmiştir? Acaba bilgi, kendisiyle hüküm veren zan sahibinin nefsinde zannın meydana geldiği alamet midir? Bu durumda bilgi, kişinin alamet sayesinde -ona hakim olan zarının bilgi kokusu taşıması nedeniyleo hükmü gerektirmesidir. Çünkü bilgi ala­metten başka bir şey değildir ve bu nedenle ‘bilgi’ diye isimlendirilmiş­tir. Diğer bilinenler olduğu gibi, bilgi de bilgiyle öğrenilir. Öyleyse on­ların hepsi, alamet demektir. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘işte onların erişebilecek­leri bilgi budur5213 buyurur. Halbuki bilgi değildir. Sanki alametin bu şeyde verdiği hükmü söylemiştir. Aklî ve dinî helal ve haram buradan öğrenilir. Üçten dokuza kadar olan şeylerde bedeller buradan öğrenilir. Bu garip bir bilgidir. Çünkü bu konuda özel olarak yararlanmanın dı­şında müşterinin bir ilişkisi yoktur. Sanki o yararlanma müşterisidir. İlahi hükümde adalet ve naiplik, buradan öğrenilir. İlim ve hikmet ara­sındaki fark, buradan öğrenilir. Allah Teâlâ’nın neye karşı siper edinildiği, bu­radan öğrenilir. Acaba bu bilgi mi, yoksa iman mertebesinden mi ger­çekleşir? Uyan ve uyulanın hükümleri, bu menzilden öğrenilir. O ikisi tek bir hususta bir araya gelir mi, gelmez mi? Hükümdardan ibaret olan imama biat, buradan öğrenilir. Acaba onun hükmüyle alışveriş hükmü bir midir? Bu durumda alış veriş yapılan ve satın alman şey be­lirlenir. Nefislerin satılması da bunun içine girer mi -bu, ölüme karşı yapılan biatleşmedir-, girmez mi? Teşbih bu menzilden öğrenilir.

Bu menzilin içerdiği (ana) ilimler bunlardır. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’                                                                        !

ÜÇ YÜZ YİRMİ BEŞİNCİ BÖLÜM

Kuran Menzilinin Muhammedi Mertebeden Bilinmesi

Cem’(toplam) her bir işte muteber Çoklukta teklik birdeki sayılar gibi

Bu ilah isimleri tekleştirdi

Doksan dokuz isim, eksik veya fazla değil                                      .

Hakikat isimlerin toplamı onlarda yok teklik

Zikrettiğimiz sayılardan başka

Bizzat tekten başkası yok

Çokluğun hakikati bir’e

Allah Teâlâ tektir çoğaltmaz onu bir şey                                             .

Sana bilgilerin verdiği hükme göre

Öyleyse Allah Teâlâ’dan başka etkin yok

Başkası da yok, beldenin sakinine yönel

Sana iyilikle ihsanda bulunur O dilerse bulunmaz

Allah Teâlâ sana anlayış versin bilmelisin ki, Allah Teâlâ’nın dışındaki şeyler, ya­ratıcılarını ve var edenlerini tenzih eden temiz ruhlardır. Bunlar, mekân ve mekâna yerleşen, olmak üzere iki kısma ayrılır. Mekân, iki kısma ay­rılır: Birincisi ‘gök’ diye isimlendirilirken diğeri yerdir. Bu ikisine yerle­şenler de iki kısma ayrılır. Birincisi onun ‘içine’, diğeri ‘üzerine’ yerleşir. Mekânın içine yerleşen, mekânın bulunduğu yerdedir. Üzerine yerleşen ise, mekânın bulunduğu yerde değildir. Allah Teâlâ’nın dışındaki şeylerin tasni­fi böyledir. Bütün bunlar, gerçekte ruhlar, cisimler ve yaratmada vasıta olan Hakta bulunan cevherlerdir. Bu ruhlar, ‘mekanet (manevi merte­be)’ diye isimlendirilen tenzihte mertebe mertebedir. Allah Teâlâ’yı tenzih eden herkesin tenzihi, kendi mertebesi kadardır Çünkü her şey sadece kendisini bilebileceği için, yaratıcısını kendisi yönünden tenzih eder. Bu durumda bu tenzih, Allah Teâlâ katında onun adına bir mertebe belirler ve o mertebe sayesinde her varlık, ötekinden ayrışır.

Bu menzil -mekânda bulunan değilmekân üzerindeki ruhların tenzihini içerir. Bu menzil içerisinde bir menzil gelecektir, onda mekân ve mekânlının birlikte tenzihini zikredeceğiz. Bu menzil âlemin tenzih edici olmak bakımından yarısını içerir. Sonra Allah Teâlâ, Hakkın onun tecelligâhı olması itibarıyla, bu mekanet ile tenzih yapana döner. Böyle­likle tenzih yapan, kendisini ve mertebesini görmüş, o ölçüde de tenzih etmiştir. Meğerse tenzih ettiği başkası değil, kendisi imiş! Allah Teâlâ kendi­siyle kulları arasına izzet perdesi çekmiş, tenzih onun ardında kalmıştır.

Buradan Hakka yaratıkların tenzihinin layık olmadığı ve izzet perdesi­nin onu engellediği ve ortadan kaldırdığı ve hakim olduğu anlaşılır. Sonra Allah Teâlâ’yı bilen başka insanları görür. Onlar, selbî niteliklerle Allah Teâlâ’yı tenzih eden farklı mertebelerdeki insanlardır. Onların hepsi tenzih ya­parken hatada ortaktır. Onların tenzihi de kendilerinin dışına çıkma­mıştır. Bu durum, yaratılmışlara yayılan bir hikmetten kaynaklanır. Böylelikle tenzih -başka bir şey değilhikmet tenzihi olur. İzzet perdesi örtü olmasaydı, bunu bilemezlerdi. Bu perde nedeniyle âlemde inanç­sızlık ortaya çıkmış, marifet perdenin ardındakinden haber vermek ha­line gelmiştir. Böylelikle âlemde iman, örtü ve mümin arasında ortaya çıkmıştır. Kâfir ‘örten’ demektir ve küfrü nedeniyle daha yakındır. Çünkü perde, örttüğünü olduğu kadar örtüleni de görür. Bu, kâfirin niteliğidir. Mümin ise perdenin gerisindedir. Öyleyse onun makamı perdedir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Hiçbir insan vahiy veya perde ardından olma­dan kendisiyle konuşamaz.’214 İman haberle ilgilidir ve haber sözün kısımlarındandır.          ,

Allah Teâlâ, iki durumu birleştirme makamını elde etsinler diye, perde ehlini gaybten şehadet âlemine çıkarttı. Böylelikle perdeliler, iki dille O’nu tenzih eder, iki nitelik O’nun adına sabit olur. Halbuki perde ehli, Hakkın kendisine yaptığı şeyin farkında değildi. Aksine gaybın şehadet mertebesinde olamayacağını zannediyordu. Çünkü gaybın ulaşılmaz bir koru olduğunu ve onda bulunan hiçbir şeyin bilinmediğini ve kendisine ulaşılamayacağını zannediyordu. Onun makamı, neyin fark edildiği his­sedilmeden, fark edilmekten ibarettir. Söz konusu insanlar, Allah Teâlâ’nın di­lediğini yapan olduğunu ve O’nun hakkında ‘gayb’ bulunmadığından habersizdi. Gayb, sadece göreli olabilir. Bu kişiye Allah Teâlâ’dan hesap etme­diği bilgi gözükünce, işlerin Allah Teâlâ’nın elinde bulunduğunu ve kendisi .adına hüküm istihkak eden hiç kimsenin olmadığını anlar. Her şeye ya­ratılışını veren, Allah Teâlâ’dır. Böylece her şey, kendinden bir şeye sahip oIt madığmı ve her şeyin yaratıcısının zatının gerektirdiği durumda bulun­duğunu, -dayandıkları hakikatlerin (ilahi isimler) taleplerine görehal­lerin sürekli üzerlerinde değiştiğini öğrenir. Onların dayandığı, Allah Teâlâ’dır. Böyle bir durumda eşya, gelecekte Allah Teâlâ’nın bilgisinde kendileri hakkında neyin bulunduğunu bilemedikleri için korkar ve dayandıkları her şeyi terk ederler. Başka, bir ifadeyle dayandıkları her şeyi, yaratıcıla­rının nezdinde bulunan şey adına terk ederler ve Allah Teâlâ’yı yeni bir yaratılışia yeni bir şekilde tespih ederler. Eşya, kendisine bakmaktan ‘her şe­yin melekûtunu elinde tutan’ Hakka bakmaya geçer. Allah Teâlâ’nın eşyayı yer­leştirdiği ve kendilerini yakından döndüğü bu makam olmasaydı, onları ‘uzaktan’ çağırırdı. Bu durumda mesafe uzar, afet ve yoldaki engeller ortaya çıkardı. Çünkü yolcu ve malı tehlike altındadır. Sonra eşya bu makamda bulununca, marifet alametlerinden bir alamet onlar adına yükseltilir. Bu bilgi onlara yarım olduklarını ve varlığın yarısına sahip olduklarını öğretir. Varlığın kemali, onlara bağlıdır. Binaenaleyh onlar olmasaydı, varlıkta ve bilgide kemal ortaya çıkmayacaktı. Bu durumda eşya böbürlenir ve kendi gözlerinde değerleri artar. Fakat eşya, varlıkta kendilerine hangi kısmın ait olduğunu bilmez. Sonra bu bilgi namaz ibadetinde onlara görünür. Allah Teâlâ namazı kendisiyle kulu arasında ikiye bölmüştür. Bu durumda eşyanın hayreti daha artar ve ardından rivaye­tin son kısmının hallerine uygun olduğunu işitirler. Halbuki daha önce ‘yarısı benimdir’ ifadesinde bunun farkında değillerdi. Burada Allah Teâlâ be­lirlememiştir. Kula ait yarım hakkında ise ‘yarısı kuluma aittir, istediği verilecektir’ demiştir. İstek insanı zelilleştirirken aynı zamanda yoksul­luk, ihtiyaç ve miskinlik demektir. Kula bu perdenin ardından, bilme­diği bir bilgi açılır. Bu ise, Hakkın kulun gerisinde bulunduğu bir men­zilde bulunmasıdır. Bunun bir benzeri ‘Allah Teâlâ onların ardından ihata edendir21S ayetinde belirtilir. Allah Teâlâ’nın ardında bulunması, kulun taşıma gücüne sahip olmadığı şeyin karşısına çıktığında kaçma (ihtimalinden kaynaklanır). Bunun üzerine Allah Teâlâ, ardından kendisini ihata ettiği gibi önünde bulunan olduğunu bildirmiştir. Böylece kul O’ndan kaçmaya yeltenirse, farkında olmadan, yine O’na doğru kaçar. Başka bir menzil­de ise ‘Hiçbir canlı yoktur ki, onun perçeminden tutmuş olmasın216 denilir. Allah Teâlâ kendisini ‘hidayet eden, rehber’ diye nitelemiştir. Rehber toplu­mun önünde bulunan kimsedir ki, onlara yolu göstersin. Bu durum ‘Rabbim doğru yoldadır217 ayetinde belirtilir. Başka bir ayette ise ‘Sen ki­tap ve iman nedir bilmezdin (Allah Teâlâ hidayet etti)’218 buyrulur. Eşya Hakk kar­şısında bir topluluk haline gelmiş, Allah Teâlâ ise, mutluluklarını sağlayacak işe yönlendirmek üzere onların önünde durur. Bununla birlikte kendile­rini tehdit eden şeye karşı onları korumak üzere arkalarında da bulunur. Onları tehdit eden, yokluktur. Çünkü yokluk, tıpkı varlık kendilerini ta­lep ettiği gibi, kendilerini arar Onlar (mümkün) iki hükmü kabul eden bir mahaldir. Binaenaleyh onlar, el-Latifin hükmü olmadan, bu iki hü­kümden yüz çevirme gücüne sahip değillerdir.

Allah Teâlâ onlara bunu öğretince, Allah Teâlâ’nın şanı hakkındaki bilgiden bir takım isimler öğrenmişler, o isimlerle Allah Teâlâ’yı tespih etmiş, O’na hamd etmiş, daha önce müşahede etmedikleri bu isimlere göre O’nu övmüş­lerdir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kıyamet günü makam-ı mahmûd’da şöyle der: ‘Ben o gün Allah Teâlâ’yı şimdi bilmediğim hamdlerle överim.’ O hamdleri kendisine bulunduğu makam verecektir ve Allah Teâlâ’nın kendisine ilham et­tiği ilhamla onları alıp Allah Teâlâ’yı över. Dünya ve ahirette bütün menzil ve mertebeler, böyledir. Sonsuza varana kadar, her bir menzil ve mertebe­nin özel bir övgüsü vardır. İnsan bu tespihi yaptığında, tespih kendisine daha önce sahip olmadığı ilahi izin hakkında bir bilgi kazandırır. Allah Teâlâ bu izinden İsa’nın eliyle kuşu yaratmış, İsa ondan kuşa üflemiş, kuş uçmuştur. Öte yandan Hz. İsa, şaşıları ve körleri bu izinle iyileştirmiş, ölüleri diriltmiştir. Söz konusu bilgi (ilahi izin bilgisi), değerli bir bilgi­dir ve Ebu Yezid Bestami ile Zünnûn el-Mısrî ona ulaşmıştı. Ebu Yezid istemeden bir karınca öldürmüş, sonra ona üflemiş, karınca Allah Teâlâ’nın iz­niyle canlanmıştı. Zünnun’a ise oğlunu timsahın kaptığı yaşlı bir kadın gelmiş, birlikte Nil nehrine gitmişler, Zürinun timsahı çağırmış, timsah o çocuğu -tıpkı balığın Yunus’u dışarı atması gibikarnından dışarı at­mıştı. Bu bilgi kendisine keşfolununca, bunun için layık olduğu hamdler ile Allah Teâlâ’ya hamd etmiştir. Bunlar bu makamın gerektirdiği öv­gülerdir.

Bu menzilde insan, bu makamın dışındaki kimseler hakkında bilgi elde eder ve dışında kalanların halini öğrenir. Çünkü bu menzil, birleş­tirici bir menzildir ve bu nedenle ‘Kuran menzili’ diye de isimlendiril­miştir. Bu menzil sahibi, bu makamdan âleme çıktığında ise, askerleriy­le birlikte düşman kendisine sataşır. Düşman özü gereği ona, özellikle de Âdemoğullarına düşmanlık eden İblis’tir. Çünkü İblis, Adem’e düş­manlığından farklı olarak, bütün yönlerden oğullarına düşmandır. Çünkü onu ve Adem’i birleştiren ortak yön, kuruluktur. Bunun nedeni (Âdem’in kendisinden yaratıldığı) toprak ile (İblis’in kendisinden yara­tıldığı) ateş arasında birleştirici unsurun kuruluk olmasıdır. Bu birleşti­rici özellik nedeniyle İblis Âdem’e karşı ‘samimi’ olduğu hususunda yemin ettiğinde kendisini doğrulamış, çocukları ise onu doğrulamamıştı. Çünkü İblis çocuklara bütün yönlerden zıttır. Bu durum, onlar hak­kında söylediği gibi, Âdemoğullarının sudan yaratılmış olmasından kaynaklanır. Su ise (bütün yönleriyle) ateşe zıttır. Binaenaleyh İblis’in çocuklara olan düşmanlığı, babalarına olan düşmanlıktan daha ğüçlüdür. Allah Teâlâ bu düşmanı gözlerden perdelemiş, onun adına -şeriat yoluy­lakalpte bazı alametler belirlemiştir ki, bunlar vasıtasıyla kendisi tanı­nır. Bü tanıma, gözün onu idrakinin yerini alır ve yine bu alametler va­sıtasıyla onun vesvesesinden korunmak mümkün olur. Allah Teâlâ insana İb­lis’in mukabilinde yarattığı ve onun gibi görünmez olan bir melekle yardım eder. İblis insanın zahirine etki edemediğinde, melek kendisine hakim olur ve nefse yardım eder. Bu durumda nefs hem kendi ücretini hem ona yardım edenin -ki melektirücretini kazanır. Çünkü melek, karşılık beklemez veya makamında artış ve eksiklik olmaz. İblis insanın zahirine etki ederse, melek bundan üzülür ve kul adına mağfiret diler. Melek gerçekte üzülecek bir varlık değildir. Bu nedenle günahın cezası insana döner. Öyleyse melek, her iki durumda, yani itaat ve günahta da kârdadır, iman ise, melekle güçlenir. Bu nedenle melek onun adına ba­ğışlanma diler.

Bilmelisin ki, Kuran, kuşatıcı olduğu için, bütün hakikatleri içer­miştir. Bu nedenle onda eğrilik ve tahrif bulunmadığı gibi yine bu se­beple onun menzili itidaldir. İtidal, varlığın bekasını koruyan menzil demektir, yoksa var etme menzili değildir. Çünkü var etme ancak bir sapma ve meyilden meydana gelir ki, Hakk için bu sapma ve meyil, ‘iradi yönelme’ diye isimlendirilir ‘Bir şeyi irade ettiğimizde...'’219 ayetinde belir­tilen iradeyi kast etmekteyiz. Kuran’ın menzili ‘itidal’ olunca, süreklilik ve beka özelliğinde olmuştur. Bu nedenle, tekvinin bekası ve var olanın sürekliliği bu menzile aittir. Menzilinden inmiş olsaydı, itidalden sap­maya inmiş demek olurdu ki, ‘Kuran ile dağlar yürütülseydi’220 ayetinde bu husus belirtilir. Başka bir ayette ise ‘Bu Kuran’ı indir şeydik bir dağın üzerine, onun korkmuş ve parçalanmış olduğunu görürdün221 denilir. Kas­tedilen, dağdır. Yani menzilinden aşağı indiği için, onun sureti konul­mazdı. Kuran’ın menzili bu olup hakikatler eşit ölçüde onu kendisine çekince, indirildiği kimsenin bütün âlemlere rahmet olması gerekmiştir. Çünkü rahmet her şeyi kuşatmış, her şey zorunlu bir şekilde onu talep etmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, Kunut dualarında beddua edince kınanmış ve kendisine şöyle bir hatırlatma yapılmışür:‘Seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.’222 Yani onlara merhamet et diye gönderdik. Çünkü sen Ku­ran sahibisin ve Kuran ‘seni rahmet olarak gönderdik’ der. Bunun yanı sıra, rahmetin her şeyi kuşattığım söyler. Rahmet, bir minnet rahmeti ile zorunluluk arasındadır. Rahmet kulların bir kısmını zorunluluk yo­luyla kuşatırken bir kısmını ihsan yoluyla kuşatır. Esas olan, ilahi ihsan ve nimettir. Oluş (âlem) var olmadığı için, Hakk edeceği bir şey de yok­tur. Âlem ihsandan dolayı zuhur edebilir. Aynı şey, sayesinde varlığın rahmeti Hakk ettiği durum için geçerlidir. O da, ihsandan olabilir. Kuran kendi menzilinden indiğinde -ki O’nun sözüdür ve söz bölünebilse de O’nun sözü tek bir nispete sahiptir-, onu kendisi indirmiştir. Nispetler­deki itidal onda bulunur. Kuran, okuyan herkes için sürekli yenilenir. Dolayısıyla Kuran’ın inişi, itidalde kendisine denk olanı kabul eder. Kuran’ın ineceği kimsede itidal hali, arzudan soyutlanmış olmaktır ve bu nedenle peygamber için ‘0 arzusundan konuşmaz223 denilmiş, başka peygamber ve halifeler de arzuya uymaktan alıkonmuştur. Bu nedenle mertebe itibarıyla -haber verdiği kimse gibiarzudan konuşmayan de­recesine inmiştir., Her okuyan, ruhunun doğasıyla meşgul olması nede­niyle, onu hissedemez ve bu durumda doğa perdesinin ardından ona iner ve ona haz vermez. Bu durum bir grup hakkında Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin dediği ‘Kuran’ı okurlar da okudukları boğazlarını geçmez’ hadisinde be­lirtilir Böyle bir durumda Kuran, kalplere değil, dillere indirilen Kuran’dır. Zevk hakkında ise, ‘Ruh-ı emin (Cebrail) onu senin kalbine in­dirdi’ denilir. Bu, üzerine indirilmiş olmasından bir haz duyulan şeydir. Bu hazzın her hazdan daha üstün olan kadri takdir edilemez. Bu hazzı bulan insan, okunan yeni Kuran’ın indiği kimsedir. İki inişi ayıran özel­lik şudur: Kuran kalbe inerse, anlayış getirir. Bu durumda insan oku­duğunu bilir, kendi dilinde olmasa bile, okunan sözlerin anlamını bilir. Bununla birlikte Kuran’ın dışında o sözlerini anlamım bilemez, çünkü onlar, kendi dilinde değildir. Halbuki okurken Kuran kalbine inenler­den ise, okurken sözlerin anlamını bilir. Kuran’ın makamı ve mertebesi zikrettiğimiz gibi olunca, her varlık onda dilediğini bulabilmiştir. Bu nedenle Şeyh Ebu Medyen şöyle derdi: ‘Mürid Kuran’da dilediği her şeyi bulmadan, mürit olamaz.’ Bu genelliğe sahip olmayan bir söz de, Kuran değildir.

Kuran kalbe inmiştir ve o, nitelenenden ayrılmayan ilahi bir nite­liktir (kelam). Bu nedenle kelamı olduğu kimseden başkasının onu in­dirmesi mümkün değildir. Hakk, mümin kulunun kalbinin kendisini sığdırdığını söylemiştir. Öyleyse Kuran’ın bir müminin kalbine inmesi, Hakkın o kalbe inmesi demektir. Böylelikle Hakk, o kulu ‘sırrından sır­rına’ konuşturur; Sûfilerin ‘kalbim vasıta olmaksızın Rabbimden bana haber verdi ki’ derken kast ettikleri budur. Okuyucu -kelam birbirini takip eden sözlerden oluştuğu için‘tali’ diye isimlendirilmiştir. Kuran’ın bu ardışıklığı, iki bitiş harfiyle onun hakkında hüküm vermeyi gerektirir. Bu iki bitiş harfi, ‘min (den)’ ve ‘ila e, a)’dır. Böylelikle Ku­ran ‘Hakk’tan kula iner. Kalp, en üst âlemden iken dil en aşağı âlemden­dir. Hakkın menzili kulun kalbidir ve O konuşandır. Hakk kalpte bir ha­kikat olarak bulunurken harfler dil âlemindendir. Dil, ayetleri tafsil eder, onları parçalayarak okur. Böylelikle insan dili bakımından ‘okuyu­cu’ diye isimlendirilir ve genel olarak indirileni tafsil eder. Kuran, indi­rilmiş kitap ve sahifeler arasında âlemde insan gibidir. Başka bir ifadeyle Kuran, kitapların toplamı gibidir ve insan âlemin bir toplamıdır Öyley­se Kuran ve insan -ki insan-ı kâmili kast ediyoruziki kardeştir. Bu du­rum, Kuran’ın bütün yönlerinden ve nispetlerinden indirildiği peygam­ber hakkında böyledir. Onun dışındaki varislerine ise, omuzları arasın­dan indirilir ve ezberden onu sadra yerleşir, İşte bu, ‘kâmil varislik’ de­mektir. Ebu Yezid’in Kuran’ı ‘istizhar (tam olarak ezberlemek)’ etme­den ölmediği aktarılır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, Kuran verilen biri hakkında “Nebilik onun iki yanı arasına sokulmuştur’ demiştir. Nebiler ve onlara uyan veliler arasındaki fark budur.

Fakat nebiliğin ‘iki yanı arasına sokulduğu’ ve Kuran’ı ezberleyen kimseye, önünden olduğu gibi ardından görme gücü verilir. Çünkü Kuran ancak yüz yüze iken (müvacehe) iner. Bu bağlamda Kuran, pey­gamber için iki yüzden (ve yönden) inmiştir. Birincisi bilinen yüz iken diğeri bilinmeyen yüzdür. Varis için ise, bilinen yüzün/yönün dışındaki yüzden iner ve bu nedenle aşla göre ‘sırt’ diye isimlendirilmiştir. Ferin hükmüne göre ise, yüzdür. Biz bu makamı tattığımızda, kendi adımıza herhangi bir yüzü ayırt edemedik. Bu durum bize ansızın gelmişti ve işin nasıl olduğunu bunun ardından anlayabilmiştik. ‘Kuran’ oluşu ba­kımından onun karşısında duranın, ‘çokluğun birliğine’ sahip bir gözü vardır. Toplam olması itibarıyla Kuran’a vakıf olan hakkında Kuran furkan’dır. Bu durumda o, zahiri, batını, haddi ve matlaı müşahede ederek her ayetin bir zahiri, batını ve matlaı olduğunu söyler. Öteki ise, bunu söylemez ve (ikisinin Kuran’ın inişiyle ilgili) zevki birbirinden farklıdır. Biz bu diğer durumu tattığımızda, iniş furkanî (ayrıştırıcı) olmuştu ve ‘şu helaldir, şu haramdır’ dedik. Bu (furkanîlik) nedeniyle mezhepler değişmiş, dinler ve inançlar farklılaşmış, mertebeler ayrışmış, ilahi ve kevni eserler ortaya çıkmış, âlemde ilahi isimler çoğalmış, me­leklere, yıldızlara, doğaya, unsurlara, rükünlere, hayvanlara, bitkilere, taşlara, insanlara ve cinlere tapılmıştır. Öyle ki, içlerinden bir (peygam­ber) birliği getirdiğinde, şöyle karşı çıkmışlar: ‘İlahları bir ilah mı yapa­cak?’22* Gerçekte birleştiren (tevhit) kimsenin işinde şaşılacak bir şey yoktur. Şaşılacak olan, bir delil olmadan, çoğaltanın işidir. Bu nedenle ‘Allah Teâlâ ile birlikte başka ilaha dua edenin delili yoktur225 buyurur. İşte bu, çokluğu kabul ederken şüpheye kapılana dönen Allah Teâlâ’nın rahmetidir. Böylelikle o, Allah Teâlâ’nın kendisini bağışlayacağı hakkında kesin bir delil olduğuna inanmıştır. Çünkü bu kişi, bütün gayretini harcamış ve ince­leme gücü kendisine bu sonucu vermiştir. Bir araştırma sonucu Allah Teâlâ’ya şirk koşmuş müşriklerin bu ayetten daha çok Allah Teâlâ’nın affını ümit ede­cekleri bir dayanakları yoktur.

Şöyle dedik: Alemdeki her eser, ilahi bir hakikate dayanır. Öyleyse ilahlar nereden çoğalmıştır da ilahi hakikatlere ibadet edilmiştir? Bun­lar, isimlerden kaynaklanır. Çünkü Allah Teâlâ ismi onları kuşattığında şöyle buyurmuştur: ‘Allah Teâlâ’ya ibadet edin.’226 Başka bir ayette ‘Rabbinizden kor­kun227 denilir. ‘Rahman’a secde edin229 Başka bir ayette ‘En güzel isimler O’na aittir229 buyrulur. Burada iş daha belirsizleşir. Çünkü ayet ‘Allah Teâlâ’ya ya da Rahman’a dua edin’ demekle (kalmamış), ‘hangisine dua ederse­niz hakikat tektir’ demiştir. Bu iki isim de O’na aittir. Bu, sorunu çöze­cek bir nastır. Binaenaleyh Allah Teâlâ’nın bu sorunu yerinde bırakması, müş­riklere, başka bir ifadeyle bir kuşkuyla şirk koşan araştırıcılara (ehl-i na­zar) dönük bir rahmettir. Tehdit ise, kendilerine inceleme imkânı ver­diği halde taklit eden insanlara dönük olarak kalmıştır. Onlar (bu yete­neklerine rağmen) düşünmemiş, tefekkür etmemiş ve yorum yapma­mışlardır. Çünkü o bir taklit bilgisi değildir. Bu konuda araştırarak ya­nılan insan, isabet edene göre daha üstün ve doğrudur. Taklit yoluyla doğruyu bulan ise, sadece Hakkın zati hakkmdaki bilgide doğru yapabi­lir. Çünkü bir yaratılmışın o konuda nazari düşüncesiyle hüküm verme­si mümkün değildir. İnsan, kendisinden haber verdiği hususlarda, ilahi habere göre davranmalıdır. Ona kıyas veya ekleme veya çıkartma ya­pılmaz, tevil edilmez, o söz belli bir yöne çekilmez. Aksine anlam büinir ve nispet bilinmez. Nispetin bilgisi Allah Teâlâ’nın o konudaki bilgisine bı­rakılır. İşi böyle inceleyen kimse için mazeret belirtmiş, (bu bilgiyi geti­ren peygamber) âlemlere rahmet olmuştur.

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ kitabı kadir gecesinde -ki o Şaban’ın ortasıdır‘fiırkan’ olarak indirmiş, Ramazan ayında ise ‘Kuran’ olarak indirmiştir. Her ikisi de yakın göğe indirilmiştir. Buradan ise, yirmi üç senede parça-parça, ayet-ayet ve sureler şeklinde inmiştir. Bu tedriciliğin maksadı, menzillerin bilinmesini ve mertebelerin ortaya çıkmasını sağlamaktır. Öyleyse yeryüzüne Şaban ayında inmiş olması itibarıyla Kuran ‘Furkan’ olarak okunur. Ramazan ayındaki inişi itibarıyla ise ‘Kuran’ olarak okunur. Öte yandan bir kısmımız, onu Allah Teâlâ ile okur, bu, Kuran’dır; bir kısmımız ise, kendi nefsiyle okur, bu ise, ‘furkandır.’ Kuran, bir ha­kikatte ve halde bu ikisiyle birlikte okunamaz. Sen O’nun katındaysan aynı zamanda kendi yanındasm demektir; halbuki kendinde birlikte isen, O’nun yanında değilsin. Her şey O’nun katında bir ölçüyle bulu­nurken O böyle değildir. Çünkü O, her şey ile beraber olduğu gibi kendisini zikredenle beraberdir. Çünkü onlarla oturur.

FASIL

Kuran’m Niteliklerinin Açıklanması

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ Kuran’ı ikiden beş harfe kadar kelimelerle in­dirmiş, kelimeler, ayeder, sureler, hidayet, aydınlık, şifa, rahmet, zikir yapmıştır. Bunun yanı sıra Allah Teâlâ onu ‘açık bir Arapça’ ile ‘Hakk kitap’, muhkem, müteşabih ve mufassal olarak indirdi. Her ismin ve niteliği­nin kendine özgü bir anlamı vardır ve hepsi Allah Teâlâ kelamıdır. Kuran bu ve benzeri hakikatleri kendinde topladığı için, ‘Kuran’ adını Hakk etti. Allah Teâlâ ehli menzilini öğrensin diye, bazı niteliklerini söyleyelim.

VASIL

' ' . ' ' • 

Kuran Harflerdir

‘Harf isminden iki şey anlaşılır: Birincisi, söz, kelam ve lafız diye isimlendirilen şey iken diğeri çizgi, rakam ve yazı diye isimlendirilen şeydir. Kuran çizgidir, dolayısıyla rakam harfleri ona aittir. Kuran söy­lenir, bu nedenle harfler ona aittir. Söylenen harfler olması, Allah Teâlâ’nın ke­lamına mı, yoksa söyleyene mi döner? Allah Teâlâ’nın peygamberi bize Hakkın kıyamette farklı suretlerde tecelli edeceğini, bir kısmında bilinip bir kısmında inkar edileceğini bildirmiştir. Farklı suretlerde tecelliyi kabul eden bir hakikat için, söylenen harflerle gerçekleşen kelamın -şanına la­yık tarzda kendisinde tecelli ettiği bazı suretler sayılarak‘Allah Teâlâ kelamı’ diye isimlendirilmesi uzak görülemez. Buradan hareketle ‘Allah Teâlâ şanına layık tarzda bir surette tecelli etti’ dediğimiz gibi ‘Allah Teâlâ ses ve harf ile şanına layık tarzda konuştu’ deriz. Biz bunu da sevinç, gülme, göz, ayak, sağ el gibi Kitap ve Sünnette yer alan ve -herhangi bir nitelik ve benzetme olmaksızınmakul anlamı üzere kendisine inanmanın zorun­lu olduğu hususlarla bir sayarız. Çünkü Allah Teâlâ ‘O’nun benzeri bir şey yok­tur230 buyurur. Burada Allah Teâlâ bir şeye benzemekten tenzih edilmiştir. Bununla birlikte anlam bilinirken nispet bilinmez. Harfler düzenlendi­ğinde, kelime, kelimeler düzenlenince, ayet, onlar düzenlenince sure di­ye isimlendirilir. Allah kendisini -şanına layık tarzdanefs sahibi olmak­la nitelemiş, onu ise ses ve söz ile niteleyerek ‘Allah Teâlâ’nın kelamını duyana kadar komşuluk et231 demiştir. Burada nefes, ses denüen şeydir. Onun seste kesintiye uğraması ise, ‘harf diye isimlendirilir. Bütün bunlar, ila­hi haberlerde bize büdirUdiği şekilde bilinen ve anlaşılan hususlardır. Bununla birlikte diğer niteliklerde olduğu gibi benzerlik ve teşbih söz konusu değildir.                                                     ,                        :

Allah kendisini suret sahibi olmakla nitelemiştir. Buradan O’nun ‘Zahir ve Bâtın5232 olduğunu öğrendik. Bâtın, Zahir için gayb iken zahir bâtın için şehadettir. Allah bir nefesi olduğunu bildirmiştir. Bu, onun gaybten çıkmasıdır. Harflerin ortaya çıkması ise, şehadettir. Harfler on­ların ruhları olan manaların zarflarıdır ve ‘tevatü’ yoluyla göstermek üzere konulmuşlardır. Allah şöyle der: ‘Her peygamberi kavminin diliyle gönderdik ki, onlara açıklasın.’2*3 Allah Teâlâ’nın kullarına dönük bundan daha açık bir izah olamaz. Binaenaleyh Kuran’da kullanılan kelimeler, Arap­ça’da o sözlerin bildirdiği anlamlara göre anlaşılması gerekir. Sözün dilde gösterdiği anlam bilindiği gibi bu anlamın yaratılmışla ilişkisi de bilinir. Aynı kelime Allah Teâlâ’dan bir şeyi bildirdiğinde ise, sözün gösterdiği anlam bilinir, fakat aidi delil ve şer’i delil (Allah Teâlâ ile yaratılmış arasında­ki) benzerliği reddettiği için, anlamın (Allah Teâlâ ile ilişkisi, yani) nispet bi­linemez.

Ortaya koyduğumuz husus tam öğrenilince, Allah Teâlâ kelamının bu okunan, duyulan ve söylenen Kuran, Tevrat, Zebur ve İncil diye isim­lendirilen şey olduğu anlaşılır. Onun harfleri, kelimelerin tekiT olarak mertebelerinin belirlenmesidir. Sonra kelimelerin çoğul iken başka bir anlamı vardır ki, bunlar, tekil olarak kelimeye ait değildir. Kelimenin duyanın nefsinde bir etkisi vardır ve bu nedenle ‘kelime’ Arapça’da yara anlamındaki kelem’den türetilmiştir. Kelem, yaralanın cismindeki etki­dir. Nitekim kelimenin de duyanın nefsinde bir etkisi vardır. Bu etki ona duyma istidadı kazandırır Ki, anlama yoluyla kelamı kabul edebil­sin. Bu zorunludur, iki veya daha çok kelime birleştiğinde, toplam, ayet diye isimlendirilir. Bu, tek başına her bir kelimenin vermeyeceği bir an­lamı gösteren ‘alamet5 demektir. Bu durum, kelime karşısında harflerin durumuna benzer. Çünkü açıktır Ki, toplamın bir hükmü vardır ve bu hüküm toplamın tekillerinde bulunmaz. Ayetler konuşanın dilediği öl­çüde bir araya geldiğinde ise, bu toplam ‘sure’ diye isimlendirilir. Sure ‘menzil’ demektir ve bu ayetlerin toplamından ortaya çıkar. Menzil, ayetlerden her birinin tek tek verdiği şeylerin bir toplamıdır. Kuran, söylediğimiz şekilde, sure, ayet, kelime ve harflerden başka bir şey de­ğildir.                                                          .              ,

Kuran ve menzilleri hakkında genel bir ilke verdik. Kuran ayetleri değişir, kelimeleri de değişir ve bu nedenle harflerin sıralanışı da deği­şir. Kuran büyük ve çoktur. İma ettiğimiz hususları ayrıntılı açıklamaya kalksaydık, bir ömür yetmezdi. Kuran içindeki hâzineleri ortaya çı­kartmak üzere, seni kendine yönlendiriyoruz. Bu durum, onu ‘kelam5 kabul ettiğimizde böyledir. Kitap konumuna getirdiğimizde ise, kitap, harflerin kelimeleri oluşturmak üzere bir araya geldiği şeydir. Bunun amacı, sureleri meydana getirmek üzere, kelimeleri oluşturmaktır. Bun­lar, yazarın elinde gerçekleşir. Söz de Rahman5ın nefesinden gelir ve böylelikle -haller başkalaşsa daiş tek tarz üzerinde kahr. Çünkü söz söylemek, yazı değildir. Elin niteliği nefesin niteliğiyle bir değildir. Oyleyse onun ‘kitap’ olması, zahirin ve şehadetin sureti olmaktır. ‘Söz’ ol­ması ise, gaybın ve bâtının sureti gibidir. Öyleyse sen, kesif ve latif ara­sında bulunmiaktasın. Harfler ise her tarzda kendisi için konulmuş an­lamı göstermek üzere hamd edilen nispete göre kesiftir. Mana latif ola­bileceği gibi kesif de olabilir. Fakat delalet, yani harfin taşıdığı ve harfin ruhu ise, her bakımdan latiftir. Çünkü ruh suretten latiftir. •

Allah Teâlâ Kuran’daki surelerden birini kalp yapmış, o surenin Kuran’a on kez bedel olduğunu söylemiştir. Kuran ayetleri için bir ayet belirle­miş, ona bütün Kuran ayetlerinin efendiliğini vermiş. Surelerinden bi­rini belirlemiş, onun Kuran’ın ‘üçte biri’ veya yarısına veya çeyreğine denk geldiğini söylemiştir. Bunu o surenin mertebesi sağlar. Hepsi de Allah Teâlâ kelamıdır ve bu yönüyle Kuran’da bir derecelenme yoktur. Ken­disini telaffuz etmesi itibarıyla ise, dizilişin değişmesi nedeniyle, bir de­recelenme gerçekleşir. Allah Teâlâ’ya dua et ki, işaret ettiğimiz hususu sana açıklasın. Çünkü nimet veren ve ihsan eden Allah Teâlâ’dır.

VASIL

Kuran Nurdur

Kuran’ın nur olması, saptırıcı kuşkulan ortadan kaldıran ayetlerin­den kaynaklanır! Bu durum ‘Yerde ve gökte ilahlar bulunsaydı bozgun or­taya çıkardı’,234 ‘Batanları sevmem’,235 ‘Konuşuyorlarsa putlara sor’,236 ‘Sen güneşi batıdan getir’,237 ‘Arş sahibine bir yol bulursa’,2311 ‘Onda pek çok ihtilaf bulurlardı’,239 ‘Onun gibi bir sure getirin240 gibi ayetlerden ortaya çıkar. Kuran’da delil olarak zikredilen bütün ayeder, onun nur olmasından kaynaklanır. Nur karanlıkları kaçırtan şeydir ve bu nedenle nur diye isimlendirilmiştir. Nur, kaçırtan demektir.

Kuran Ziyadır

Kuran’ın ziya olması, işleri ve hakikatleri açıklayan ayetlerin onda bulunması demektir. ‘Her gün bir iştedir’,241 ‘Sizin için fariğ kalacağız’,242 ‘Peygambere itaat eden’,243, ‘Bana şunların isimlerini bildirin244 ‘İki elimle yarattığım’,241 ‘Allah Teâlâ dilemeden siz dileyemezsiniz7,246 ‘Hepsi Allah Teâlâ’dandır’,247 ‘Ona fücur ve takva ilham etti’24* gibi ayeder bu kapsamda değerlendirile­bilir. Hakikatlere işaret eden bütün ayeder, bu kapsamdadır.

VASIL

Kuran Şifadır

Kuran’ın şifa olması, ondaki Fatiha suresi ile dua ayetleriyle ilgili­dir.

VASIL

Kuran Rahmettir

Kuran’ın rahmet olması, Allah Teâlâ’nın kullarına dönük iyilik ve müjde­lerle kendisine zorunlu kıldığı vaatlerin onda bulunmasıdır. Misal ola­rak ‘Allah Teâlâ’nın rahmetinden umut kesmeyin, Allah Teâlâ kendisine rahmeti yazdı’,249 ‘Benim rahmetin her şeyi içerdi250 gibi umut ayetlerini verebiliriz.

Kuran Hidayettir

Onun hidayet olması, sarih ve yoruma kapalı ayetlerinden kaynak­lanır. İhtimale kapalı ve ilk bakışta zahirinden anlaşılan her ayet, Kuran’ın hidayet olmasından kaynaklanır. Misal olarak, ‘Cin ve insanları bana ibadet etsinler diye yarattım’,251 ‘Kısasta sizin için hayat vardır’,252 ‘İyi­lik getiren onun on katıyla, kötülük getiren misliyle cezalandırılır’,253 ‘Kim affeder ve barışa yanaşırsa, ücreti Allah Teâlâ’ya kalmıştır254 ayetlerini verebiliriz. Bunlar çoktur.

VASIL

Kuran zikirdir

Kuran’ın zikir olması, içerdiği ibret alma ve inançsızlıkları nedeniy­le yok alan toplumların öykülerinden kaynaklanır. Nuh kavminin, Ad, Semud, Lut, Eykeliler ve Res kavminin durumunu anlatan ayederi mi­sal verebiliriz.

VASIL

Kuran Arapçadır

Kuran’ın Arapça olması, nazmının güzelliği, muhkem ayetlerinin müteşabihten farklılığı, kıssaların lafza ekleme ve eksiltme yoluyla de­ğiştirilmesiyle tekrarı gibi hususlarla ilgilidir. Bununla birlikte, lafız ve­ciz olsa bile, verilen bilgi ve açıklamada manâ tam ifade edilir. Misal olarak ‘Her çığlığı aleyhlerine zannedeler’,255 ‘Sana onu cedel diye misal ve­rirler’,256, ‘Ey yer, suyunu tut, ey gök suyunu çek257 gibi ayederi verebiliriz.

Başka bir ayette ‘Musa’nın annesine onu emzir diye vahyettik, hakkında korkunca onu sandala koy, korkma ve üzülme, onu sana döndüreceğiz, onu peygamberlerden yapacağız258 denilir. Bütün bunlar, bir ayette iki müj­deyi ve yararlı bir bilgiyle iki durumu içeren ayetlerdir ve Allah Teâlâ’dan bir müjdedir.

VASIL

Kuran Mübindir

Kuran’ın ‘mübin’ olması, Mutlu ve bedbahtların özelliklerini açık­layan ayederiyle ilgilidir. Kuran sevinenlerin niteliklerini diğerlerinden ayırır. Misal olarak ‘Müminler sevinmiştir259 ayetini verebiliriz. Başka bir ayet ise ‘Allah Teâlâ müminlerden canlarını satın aldı260 ayetidir. Hüküm ayetle­ri ve öğrenilmesi için bir durumu açıklayan bütün ayeder, Kuran’ın açıklayıcı olmasını sağlar. Bu nedenle Allah Teâlâ onu bütün isimlerle isim­lendirmiş, onu ‘Kuran’, yani sadece kendisinde bulunan anlamları top­layan kitap yapmıştır.

‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Yirmi Birinci Sifir bu bölümle sona ermiştir.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar