YİRMİ BİRİNCİ SİFİR 3. Bölüm
ÜÇ YÜZ ON DOKUZUNCU BÖLÜM
Nefsin Şeriatın Yönlerinden Birisinin Kaydından Başka Bir Tarzda Kurtulma Menzilinin Bilinmesi
Tevekkül amacıyla, rızkı sağlayan
sebebi terkin, rızkı sağlayan sebep olması ve onunla nitelenecek kimsenin
sebepler bağından çıkmadığı, ‘rızık’ olması yönüyle Allah Teâlâ karşısında
oturan kimsenin malûl (illetli) olduğu hakkındadır.
Gök ve yer arasında
Alİah’ın tenzili var
Bu tenzilde O’nun
emriyle değişme ve başkalaşma var
Dürülüşünde
suretlerden suretler çekilir
Bu suretlerle benzerleri olan suretler silinir ,
Hakkın ondaki sureti ,
Hakkın olduğu hal
üzeredir
Böyle bilinmezse,
sapıtılır
Hüviyet Hakkın
suretlerdeki tecellisine eşlik eder
Bu yanlışsız bir
doğru
İbn Abbas’ın ve
amcamızın makamı bu
Kuran ve tenzil
gelmiştir
Bilmediğin bir durum,
zinhar seni aldatmasın
Çünkü on senin için tespih ve tehlil Söyle
onu ve bağlan ona; o bir senet!
En güçlü senet hem de! Şeriat ve akıl
destekler onu Tertemiz sayfaların hükmü
bu
Zebur, Tevrat, İncil
onlardan
Şahit ol!
Öğrenilmesi çetin bilgileri hediye ettim
■
Akıllar bilemez o bilgileri, Hakkın vechi makbul Aklın
niteliğini kavramak isterse, hayrete düşer
Çünkü akıl duyunun baskısı altında ezilmiş
Duyu verilen ikramların en faziletlisi . Fikir sahibi ise ya
yardım görür veya başarısızdır
Ey samimi dost, Allah Teâlâ seni
başarıya erdirsin ve rahmetiyle senin işini üstlensin, anlayış gözünü açsın,
bilmelisin ki: Hakikati ‘sınırlanmıştık’ olan birinin hakikati ve kendisi var
olduğu sürece, herhangi bir şekilde mutlak! :ğı mümkün değildir, çünkü sınırlılık,
onun zatî özelliğidir. Hakikati mutlaklık olanın ise, genel olarak,
sınırlılığı kabulü mümkün değildir, çünkü onun zati niteliği, mutlaklıktır.
Fakat sınırlı (mukayyet), mutlaklığı kabul edecek güce sahip değildir, çünkü
onun özelliği acizliktir. İlahi koruma hakikatini sürdürmesi için kendisine
eşlik etse bile, muhtaçlık onun ayrılmaz özelliğidir. Fakat mutlak, dilerse,
kendisini sınırlayabilir, dilerse sınırlamaz. Bu da onun mudaklığının bir
yönüdür ki bu, ‘meşiyet mutlaklığıdır.’ İşte Hakk buradan kendisi için
‘zorunluluk’ ifadesini kullanmış, kulu karşısında söz yükümlülüğü altına
girmiştir. Bu bağlamda Allah Teâlâ zorunluluk rahmeti hakkında ‘Kendisine
rahmeti yazdı5136 buyurur.
Yani Allah Teâlâ bunu vacip yaptı. Binaenaleyh Allah Teâlâ, kendisine bir şeyi
zorunlu kılandır, yoksa başkası bir şeyi Allah Teâlâ’ya zorunlu kılamaz. Öyle
olsaydı Allah Teâlâ, başkası nedeniyle ‘sınırlanan’ olurdu. Allah Teâlâ
kendisini kullarına merhamet etmek, gizli ihsanlar vermek özelliğiyle
sınırlamış, sözleşme hakkında ‘Sizinle yaptığım sözleşmeye uyun’137 demiştir. Böylelikle, insanları
yükümlü tuttuğu gibi, kendisini yükümlü tutmuştur. İnsanlar bilir ki, Allah
Teâlâ doğru sözlüdür ve bu nedenle Allah Teâlâ onları alıştırmak ve ısındırmak
üzere böyle demiştir. Fakat bütün bunlar, yani Allah Teâlâ’nın kulları
karşısında sınırlanması, O’nun zatı yönünden değil, ‘ilah’ olması yönünden
gerçekleşir. Çünkü ilahi zat, âlemlerle ilişkisiz ve müstağnidir. Hükümdar ise
hükmettiği mülkünden müstağni değildir. Yönettiği mülk olmasaydı, hükümdar adı
onun için geçerli olmazdı. Öyleyse sınırlılığı veren şey, Hakkın zatı değildir.
Hakkın zatı böyle bir şeyden münezzehtir! Sınırlanmayı gerektiren, (ilahlık)
mertebesidir. O halde yaratılmış ‘yaratılmış olmak’ yönünden Yaratanı talep
ederken, Yaratan da yaratılmışı talep eder. Bakınız! Alem kendisi nedeniyle yok
olduğu için, yaratanı ya da yokluğu talep etmemiştir. Çünkü onun yokluğu,
zatindandır. Yok olan, ‘yaratılan’ olması yönüyle Yaratanı talep eder. Buradan Allah
Teâlâ, kendisine vacip yaptığı üzere, sözleri yerine getirmekle kendisini
sınırlamıştır. Yaratılmış da, bu konumda olduğu için, sebeplere bağlanmış,
doğası gereği sebeplere zorunlulukla yönelmiştir. Çünkü yaratılmış, bir
sebepten var olmuştur ki, o da, Allah Teâlâ’dır. Bu nedenle Allah Teâlâ âleme
sebepleri yerkştirmiştir. Çünkü Allah Teâlâ varlık ve takdir bakımından
‘yaratan’ isminin ancak varlığı ve takdir edilmesi yönüyle yaratılan
vasıtasıyla geçerli olabileceğini bilir. Aynı şey, oluşu ve âlemi talep eden
bütün ilahi isimler için geçerlidir. Misal olarak, el-Gafur, el-Malik,
eş-Şekûr, er-Rahim gibi ilahi isimleri verebiliriz. Buradan Allah Teâlâ,
(âlemde) sebepleri koymuş, âlem de birbirine bağlı bir halde ortaya çıkmıştır.
Her başak, çiftçi, toprak ve yağmur vasıtasıyla yeşerir. Allah Teâlâ yağmur
olmadığında, yağmur duası yapılmasını emretti. Yağmur duasının emredilmesi,
sebeplerin varlığı nedeniyle, Allah Teâlâ’nın kulların kalplerini sabit kılma
iradesinden kaynaklanır. Bu nedenle Allah Teâlâ kullarını hiçbir şekilde
sebeplerin dışına çıkmakla yükümlü tutmamıştır, çünkü kulun hakikati, sebebin
dışına çıkmayı gerektirmez. Allah Teâlâ kulu için müteselsil sebepler
belirlemiş ve en sonunda kendisine şöyle demiştir: ‘Senin sebebin Benim! Bana
itimat ve tevekkül et.’ Bir ayette ‘Allah Teâlâ’ya tevekkül
edin, mümin iseniz’138 buyurulur. Öyleyse
‘adam’, sebepleri kabul edendir. Çünkü sebepleri reddeden bir insan, Allah Teâlâ’yı
bilemeyeceği gibi, kendisini de bilemez. Halbuki Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem ‘Kendini bilen, rabbini bilir’ buyurur. Fakat burada ‘Rabbinin zatını
bilir’ demedi. Çünkü rabbin zatı, kayıtsız anlamda, âlemden müstağnidir.
Sınırlı Mutlak’ı nasıl bilebilir ki? Rab, hiç kuşkusuz merbubu talep eder ve
böylelikle onda ‘sınırlılık’ kokusu bulunur. Bu sayede yaratılmış rabbini bilir.
Bunun için Allah Teâlâ peygambere Allah Teâlâ’dan başka ‘ilah olmadığını’
bilmesini emretti. Bu ifade, ‘ilah’ olması yönünden söylenmiştir. Çünkü ilah,
meluhu talep eder. Hakkın zatı ise tamlama ve izafetten müstağnidir ve
dolayısıyla sınırlanmaz.
Öyleyse sebeplerin varlığını kabul
etmek, Rabbi bilmenin en sağlam delilidir. Sebepleri reddeden ise, âlemden
kaldırılması mümkün olmayan bir şeyi kaldırmaya (çalışmıştır). Halbuki insanın
(sebepleri kabul etmekle birlikte) İlk Sebebin bilgisine yükselmeye çalışması
gerekir. İlk Sebep, bütün sebepleri yaratan ve onları âleme yerleştirendir. İşret
ettiğimiz konuda bilgisi olmayan, Hakkın öğrettiği edebe göre, Rabbinin
bilgisine ulaştıran yolu nasıl yürüyeceğini bilemez. Çünkü sebepleri reddeden,
Allah Teâlâ’ya karşı saygısızlık yapmış demektir. Allah Teâlâ’nın görevlendirdiği
bir valiyi azletmeye kalkan, (Allah Teâlâ’ya karşı) saygısızlık yapmış ve
valiyi azletme (iddiasında) yalancı olmuştur. Bakınız! Sebepleri örten (inkâr
eden) ve onları terk etmeyi savunan kimse, ne kadar da cahildir! Hakkın
onayladığı bir şeyi terk eden, kul değil, tartışan; alim değil, bilgisizdir.
Dostum! Gafil ve cahillerden olmamanı tavsiye ederim. Sebepleri terk etmeyi
savunurken bile kendini yalanladığını görüyorum. Çünkü sebepleri terk, onları
reddetmek, sebeplere yönelmemek ve onları kullanmamaktan söz ederken bile -söz
gelişisusadığını görüyorum. Bu kez benimle sohbeti bırakıp, su içmeye gidiyor,
susuzluk acısını dindirmek üzere su içiyorsun. Acıktığında ise ekmek alıyor ve
yiyorsun. Gayen ekmeği uzanıp onu ağzına koymaktır. Ağzma koyduğunda ekmeği
çiğner ve parçalarsın. Daha benim önümdeyken bile, kendini ne kadar hızla
yalanlıyorsun! Bakmak isteyince gözlerini açmaya muhtaç değil misin? Onları
açman bir sebep değil midir? Bir arkada-, şını ziyaret etmek isteyince,
yürüyerek gitmiyor musun? Yürümek ona ulaşmanın sebebidir. Nasıl olur da
sebepleri sebepler vasıtasıyla reddedebilirsin ki? Böyle bir bilgisizliği
kendine reva mı görüyorsun? Hakkın öğrettiği edeple hareket eden bilgili insan,
Allah Teâlâ’nın bir yerde sabit kıldığını sabit kılan ve Allah Teâlâ onu nasıl
sabit kılmışsa, öyle sabit kılan kimsedir. Böyle bir insan Allah Teâlâ’nın bir
yerden kaldırdığını -Allah Teâlâ’nın kaldırdığı şekilde-kaldırır. Sonra
(sebepleri reddeden) sen! Salih bir kul isen, Rabbine ibadet ederken de kendini
yalanlarsın. Yoksa ibadetin muduluğuna (vesile olacak) bir ‘sebep’ değil midir?
Sebepleri reddetmeyi savunuyorsun, peki niçin ameli ve ibadeti bırakmıyor
musun? Peygamber, nebi, veli, mümin, kâfir, bedbaht veya Mutlu hiçbir insanın mutlak
anlamda sebepler boyunduruğundan çıktığını görmedim. Sebeplerin en küçüğü,
teneffüstür. Ey sebebi terk eden insan! Bir an nefes alma, bakalım! Nefes alıp
vermek, yaşamanın sebebidir. Nefesini ölene kadar tut bakalım! Böyle bir
durumda, kendi katilin olursun ve cennet sana haram olur. Bunu yaptığında da
sebebin altındasındır. Çünkü nefes alıp vermeyi terk, ölmenin sebebidir. Bu
tarz ölmek bedbahtiığın sebebidir. Öyleyse yine sebepten uzaklaşamadın! Allah
Teâlâ’nın ortaya koyduğu bir şeyi kaldırmayı iddia ediyorsan, akıllı olduğunu
zannetmiyorum. Allah Teâlâ onu müşahede edilmiş bir bilgiye göre ortaya
koymuştur. Allah Teâlâ ehlinin sözlerinden duyduklarını da bir yana bırak.
Çünkü onlar, böyle bir söz söylerken, zannettiğini kastetmezler. Sen
‘sebeplerin aşılması’ndan söz ederken onların neyi kast ettiğini bilmediğin
gibi Allah Teâlâ’nın sebepleri koymadaki iradesini de bilmiyorsun. İşte seni
Hakkın yoluna yönlendirdim ve Allah Teâlâ’nın kulları için koyduğu yolu
açıkladım. Allah Teâlâ kullarına o yolda yürümeyi emretmiştir. Sen de o yolu
takip et. Yolların en doğrusunu Allah Teâlâ öğretir. Allah Teâlâ dilerse
hepinize hidayet eder.
Bundan sonra bilmelisin ki: Allah
Teâlâ kula bazen günah, bazen itaat yaptırtır. Şimdi kulun bu iki zıt durumu
hangi özelliğinden dolayı kabul edebildiğini açıklayayım. Sonra insanın
âlemdeki yerini açıklayacağım: İnsanın hemcinslerinden benzerleri varken
âlemin genel olarak benzeri yoktur. Konuyla ilgili hakikat ve sırları
açıklayacağım. Fakat önce ayrıntılı olarak açıklamak istediğimiz hususları bir
şiirde özedeyelim. Bu şiir, bütün ana konuları içeren özet ve genel bir ilke
olacaktır. Başkalarına onları açıklamak istersen, bu şür konuyla ilgili
bilgilerin kaynaklarına dikkatini çeker. Kuldan kinaye yoluyla şöyle deriz:
Kul Allah Teâlâ’ya asi olursa, hakikatine uymuş İtaat ederse,
kendi yoluna uymuş
‘Kabul’ özelliği olmasaydı, varlığı dd
olmazdı Yaratılan manasıyla yaratılmayı ister
İmkânsız, düşünürsen, bir delil
Delil olmaktan çıkartma ki, hakikatini
öğren
İmkânsız olmayı kabul etmez, imkân kabul
eder Her bir şey, kendi gereğine uymuştur
Bu nedenle en yüceden O’nun suretini elde
ettik Allah Teâlâ’nın inayetidir bu, yarattığı kimseye vermiş
Alemin bir benzeri olsaydı akika kurbanı
gerekirdi Hemcinslerine bir cömertlik ve ikram olsun diye
■
Fakat âlem benzersiz biriciktir Hakk ise beslenmez! Bunun
için âleme suretini vermedi
Ey samimi dost, Allah Teâlâ seni
başarıya erdirsin, bilmelisin ki: Alem mümkündür, imkânsız değildir. Bu nedenle
âlem, var olmayı kabul etmiştir. İmkânsız varlığı kabul etmez. Böylelikle
varlığı kabul etmeyle mümkünün hakikati, onu kabul etmeyen imkânsızın
hakikatinden ayrışmış ve farklılaşmıştır. Allah Teâlâ âlemi ‘büyük insan’,
Âdem’i ve oğullarını ise âlemin ‘özeti’ olarak yaratmış, bu nedenle de ona
esma-i hüsna’yı (güzel isimleri) vermiştir. Başka bir ifadeyle âlemi var etmeye
yönelen tüm ilahi isimleri Âdem’e vermiştir. Bunlar, âlemin özü gereği talep ettiği
-çünkü âlem onlardan var olmuşturilahi isimlerdir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem şöyle der: ‘Allah Teâlâ âlemi kendi suretine göre yarattı.’ Çünkü
isimler, ‘Allah Teâlâ’ ismine aittir ve âlem o isimlerden var olmuştur. Öyleyse
âlem, bütün olarak büyük insandır. Allah Teâlâ ilahi sureti (kendisine
vermelde) insanı şereflendirdiğinde, âlem ve (insanın hemcinsleri anlamında)
benzerler, insandan buna şükür talep etmiştir. Âkîka kurbanı -ki Allah Teâlâ
her insan için onu belirlemiştirAllah Teâlâ’nın varlıkta kendisine tahsis
ettiği bu özel duruma karşılık bir şükür ifadesi olmuş ve doğumdan sonraki yedinci
günde kesilmesi istenmiştir. Bu esnada insan, akika kurbanının etinden
beslenecek bir durumda değildir ve kendisi adına bir iş yapmamış olur.
Hemcinsleri akika kurbanını yer. Her insan, kendi akika kurbanıyla rehindir ve
büyüdüğünde kendi akikasını kestiğinde de ondan bir şey yememesi ve onu
insanlara yedirmesi gerekir. Bu nedenle kendisi de ilahi surete göre yaratılmış
iken âlemdeki varlıklar için akika kurbanı yoktur, çünkü onun akikasını yiyecek
hemcinsi yoktur. Çünkü Allah Teâlâ’dan başkası yoktur. Âlem kendi akika
kurbanından yiyemezken Hakk beslenmeden ve yemekten münezzehtir. Bu mertebe,
sadece Allah Teâlâ’ya aittir. Öyleyse âlem için akika kurbanı, anlamsız bir işe
döner. Allah Teâlâ akikadan ibaret olan bu şükre bir bedel belirlemiştir: Âlem
için söz konusu bedel, Allah Teâlâ’yı övmek ve tespih etmektir. Bu tespih, Allah
Teâlâ’nın âleme ihsan ettiği suretine göre kendisini var etme nimetine bir
karşılıktır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Her bir şey
O’nun övgüsünü tespih eder. Fakat siz onların tespihini anlayamazsınız. Allah
Teâlâ bağışlayan ve hilim sahibidir.’139 Allah Teâlâ ezeli inayetiyle, ilahi
surete göre var olmayı bize ihsan etmiş, kendi mertebesi olan sureti ise
vermemiştir. Çünkü O’nun mertebesi rablik iken bizimki merbub olmaktır. Bu
nedenle şöyle dedik: Âlem için akika yoktur. Çünkü âlem, alâkadan yiyemezken Hakk
için böyle bir şey söz konusu değildir ve böyle bir şey O’na yaraşmaz. Âlem
için akika, Allah Teâlâ’nın övgüsünü tespih olmuştur. Çünkü ona yaraşan şey,
tespihtir.
Mümkünün doğası, varlığı kabul
etmektir. Bu sayede mümkün daha önce yokken dışta var olmuştur. Allah Teâlâ
mümkünü ‘halika’ kelimesinden hareketle ‘halk’ diye isimlendirdi. Halika işin
tabiatı ve hakikati demektir. Başka bir ifadeyle mümkün, surete göre tabiat
kazanmıştır ve onun halikası budur. Allah Teâlâ mümkünü suretine göre var etmiş
ve sonra da onu kendisine ibadet etmek üzere yaratmıştır. Bu durumda sahip olduğu
özellik (ilahi suret), yaratılış sebebine (ibadet) aykırı düşmüştür. Allah
Teâlâ ‘Cinleri ve insanları bana ibadet etsinler diye
yarattım, onlardan rızık istemiyorum, beni doyurmalarını da istemiyorum’140 buyurur. Akika’dan söz ederken, Allah
Teâlâ’nın akikadan yemeyeceği ifadesiyle işaret ettiğimiz husus buydu. Cin var
olma nedeninde -yoksa yaratılış özelliğinde değilinsanlarla ortaktır.
Hakkın sureti (veya ilahi suret),
emir veya yasakla muhatap olmamayı gerektirir. Bunun nedeni, ilahi suretin
azizliğidir. Söz konusu izzet, doğası gereği insana yayılmış, insan (üzerinde
yaratılmış olduğu) sureti yönünden içinde ve dışında günahkâr ve asi olmuştur.
Çünkü insan, emir, yasaklama ve zorlamayı kabul etmeyenin suretine göre yaratılmıştır.
Bakınız! İblis ilahi surete göre yaratılmadığı için, içinden günahkâr ve asi
olmamış, insana ‘kâfir ol’ demiş, insan küfre düştüğünde ‘Ben
âlemlerin rabbi Allah Teâlâ’dan korkarım’141 demiştir. İblis insana sadece dışta
büyüklenerek şöyle demiştir: ‘Topraktan yarattığına mı secde edeyim.’142 Başka bir ayette ise ‘Ben
ondan daha iyiyim, beni ateşten yarattın’143 demiştir. Ateş aydınlanmaya yakın
iken, nuranilik nura yakındır. Nur Allah Teâlâ’nın isimlerinden biridir. Toprak
ise tamamen karanlıktır. İblis ‘Ben ondan daha iyiyim’ derken Topraktan
yarattığından sana daha yakınım’ demek istemiştir. Halbuki İblis, Allah
Teâlâ’nın Adem’i yaratırken -Adem’in kendisine göre yaratıldığı ilahi suretin
kemali nedeniyleiki elini kullandığım bilmiyordu ve İbliste veya meleklerde bu
konuda bilgi yoktu. Bu nedenle hepsi itiraz etmiş, melekler ve İblis
kendilerinden aktarılan sözleri söylemişlerdir. O halde insanın günahkâr olması
yaratılış özelliğinden kaynaklanırken itaatkârlığı yaratılış gayesinden
kaynaklanır. ‘Ben insanları ve cinleri bana ibadet
etsinler diye yarattım.’144 Yani onlar, benim izzetimin
karşısında zelil olsunlar ve kendi mertebeleri karşısındaki benim mertebemin
yerini öğrensinler! İnsanın yolu ibadettir. Çünkü insan bir kuldur ve kul
efendiyle sınırlanmıştır. Efendi de bir yönüyle kuluyla sınırlanmıştır, çünkü
kul, kendisine efendi olunandır. ‘Allah Teâlâ âlemlerden müstağnidir.™ Burada
mümkün, imkânsıza katılmamış, ilahi bir nitelik olan varlığı kabul etmekle Allah
Teâlâ kendisine ihsanda bulunmuştur. Bununla birlikte mümkün, mutlak varlığın
derecesine ,de katılmamıştır, çünkü varlığı kazanılmış ve sınırlıdır. Bu
durumda mümkün imkânsıza ve onun derecesine bakar, Rabbinden kazandığı varlığı
görür, varlığı kabul edişine bakar ve imkânsızdan ayrıştığını görür. Bu durumda
büyüklüğe kapılır ve günahkâr olarak şöyle der: ‘Sizin en
büyük rabbinizim ben.n46 Böylelikle insan ilahlık iddiasında
bulunmuştur, halbuki herhangi bir cin böyle bir iddiada bulunmamıştır.
İnsan varlığı zorunlu olana
muhtaçlığını ve varlığını O’ndan ve O’nun ihsanından kazandığını gördüğünde,
şükretmesi borç olur. Bu durumda zelilleşir ve Rabbine itaat eder. Öyleyse
insanın Allah Teâlâ’ya itaat etmesi yaratılış gayesinden kaynaklanırken,
günahkârlığı yaratılış özelliğinden ve aynı mertebeye sahip olmayan imkânsızı
görmesinden kaynaklanır. imkânsız üçüncü mertebede olmasaydı, mümkün kendisine
karşı büyükleneceği kimse bulamazdı. Bir şey kendine karşı büyüklenmez. Muhtaç
ise, muhtaç olduğu varlığa büyüklenmez. Böyle bir durumda mümkünden günah
meydana gelmezdi. Hakikatlerin verdiği hükümlerin ne kadar garip olduğuna
bakınız! Bilmediğimiz şeyleri bize öğrettiği için Allah Teâlâ’ya hamd olsun. O,
bize anlamadıklarımızı anlaşıhr yapmıştır. Allah Teâlâ’nın üzerimizdeki ihsanı
ne büyüktür. Bu konuyla ilgili bu kadar açıklama yeterlidir.
Bu menzil dua bilgisini, nebilik
bilgisini, birde bütünün hitabının bilgisini, zamanın bilgisini, takvanın
bilgisini, haddi aşmanın bilgisini, burhan ve oluşturulmasının bilgisini, güzel
ahlakın bilgisini, insan nefsinin Allah Teâlâ nezdindeki değerinin bilgisini,
acizlik ve imanın bilgisini, nefesleri ve tevekkül ilmini, gayb bilgisini,
terazinin bilgisini, takdisin bilgisini, kuşkular mertebesinin bilgisini,
kirlendikten sonra temizlenenin bilgisini, tekvinin bilgisini, talimin
bilgisini, ahiret hayatının bilgisini, kiralamanın başkasından
farklılaşmasının bilgisini, rahmetin ve şiddetin bilgisini, kazanç ve hüsranın
bilgisini, akılların idraklerinin bilgisini, talebin sonunun bilgisini, ilahi
emrin bilğisini, âlemin bilgisini, ilahi iktidarın bilgisini, ihatanın
bilgisini, Allah Teâlâ’nın âlemdeki bilgisinin sona erip ermeyeceğinin
bilgisini içerir. Bu husustan Mekke’de karşılaştığım birisinden başka kimsenin
söz ettiğini görmedim. O adam bu görüşteydi ve bu bilinen bir görüştür. Fakat
ben, her görüşü benimseyen
kimseleri gördüğüm halde, bu görüşü
dile getiren kimse görmemiştim. Allah Teâlâ bizi doğru yola ulaştırsın. ‘Allah
Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’
ÜÇ YÜZ YİRMİNCİ BÖLÜM
İki Kabzanın Tespih Menzilinin Bilinmesi ve Birbirlerinden Ayrışmaları
Hakk karşısında ihlas ile amel eden kazandı Şirk bile olsa
amelinde, müsamaha görür
Bilgi ikidir: verilen ve kazanılan bilgi
Kulun ulaştığı en hayırlı bilgi, verilen bilgi
■
Bilinir ki, kazanılan bilginin terazide bir payı yok Çünkü
kul (yeterli) gayret göstermedi
Ölçülerin hafif olursa kalbin hüzünlenir
Ağır bastığında sevindiğin gibi
Zünnarı kes, tembel
olma
Onu kestiğinden
başka, Hakka gidenin bir değeri yok
Hiçbir şeyin
benzemediği zat hakkında düşünmek ,
Bilgisizlik! Aklın
peşinden koşma
Kalbi boşaltma
kapısından gir
Müşahede bilgisini
görürsün, kapısı açık olursa şayet
Bilmelisin ki, bedbahtlar diyarı ve
azap melekleri, Allah Teâlâ’yı tazim eder ve över. Nimet melekleri de nimet
diyarında (Allah Teâlâ’yı tazim eder) ve bunların arasında fark yoktur. Hepsi
bir olana itaat eden kullardır. Bir kısmı Allah Teâlâ için nimet verirken,
diğerleri Allah Teâlâ adına intikam alır.
İşte iki kabza böyledir. Onlar, iki
âlemdir: mutluluk ve bedbahtlık âlemi. Onlardaki her bir organ veya cevher-i
ferd, Allah Teâlâ’nın celalini takdis ve tespih eder. Ancak her parça ve organ,
kendisini yöneten yükümlü nefsin kendisinde nasıl tasarrufta bulunduğunu
bilmez. Allah Teâlâ söz konusu nefsi kendisine ibadet etmek ve organlar ile
dış âlemini belirlediği işlerle yönetmekle yükümlü tutmuştur; Organlar yükümlü
nefs gibi günahın veya itaatin ne olduğunu bilselerdi, kesinlikle
itaatsizlikte ona uymazlardı. Çünkü onlar, her varlığın Allah Teâlâ’yı tespih
ve şanını takdis ettiğini görürler. Bununla birlikte organlara büyük bir
koruma gücü verilmiştir. Dolayısıyla nefs organları bir işte kullandığında, o
işe hakimdirler ve onu bilirler. Nefs ise, organları kullandığı işin itaat
veya günah olduğunu bilir. Kıyamet günü yükümlü nefs (-i natıka) sorguya
çekilirken inkâr etmesi söz konusu olduğunda, Allah Teâlâ kendisine şöyle der:
‘Sana kendinden olan şahit gönderiyorum.’ Nefs içinden şöyle der: ‘Bana karşı
kim şahidik yapacaktır ki?’ Allah Teâlâ nefsin kendilerini kullandığı ve fiilleri
yapan organlara sorar. Söz gelişi göze şöyle der: ‘Nefsin seni hangi işte
küllandığmı söyle!’ Göz cevap verir: ‘Rabbim! Benimle şöyle bir şeye baktı.’
Kulak ‘Benimle şunu dinledi’, el ‘Benimle şunu tuttu’ der vs. Aynı şeyi ayak ve
diğer organlar söyler. Diller de öyle konuşur. Allah Teâlâ nefse şöyle der:
‘Herhangi birini inkâr ediyor musun?’ Nefs hayrete düşer ve şöyle der:
‘Hayır.’ Organlar günahın veya itaatin ne olduğunu bilmez. Allah Teâlâ onlara
şöyle der: ‘Ben size peygamberimin diliyle ve kitaplarımda ‘şuna bakmayın, şunu
dinlemeyin, şuraya gitmeyin’ demedim mi?’ Böylece duyularla ilgili bütün
yükümlülükleri bir bir sayar. Aynı şeyi insanın içine yasaklanan kötü zan ve
benzeri fiiller için yapar. Ardından yükümlü nefs, bedbahdık diyarında ateş vb.
türlü azaplar görürken organlar kendilerine ilişen azap türlerinden haz alır.
Bu nedenle azap ‘azap’ (tat) diye isimlendirildi. Çünkü söz konusu azap Allah
Teâlâ adına intikam alan cehennem bekçisine haz verdiği kadar organlara da bir
haz verir. Organlar da cehennem bekçisi gibidir. Çünkü Allah Teâlâ onları
üzerlerinde hüküm sahibi nefsten intikam aldığı bir araç yapmıştır.
Nefsin çektiği acılar, mülkünde
gördüğü şeylere ve hayvani ruhun kendisine taşıdıklarına göre değişir. Duyu
nefse acı veren o fiillerde elem ve üzüntü getirir. Bu esnada organlar ise
cehennemde sürekli nimettedir. Bu nimet cehennem bekçilerinin içinde bulunduğu
nimete benzer. Onlar, sürekli, Allah Teâlâ’yı tespih eder, över, yerine
getirdikleri fiillere karşılık haz alırlar. Nitekim dünya hayatında da öyle
yapmışlardı. Insan organın acıyı duyması nedeniyle acı duyacağını zannederken
gerçek öyle değildir. Organın taşıdığı şeye göre acıyı duyan natık nefsin kendisidir.
Hasta uyurken, hiç kuşkusuz, canlıdır ve duyularına sahiptir, uyanıkken acı
duymasına yol açan yara da onula birliktedir. Bununla birlikte uyku esnasmda
organ acı duymaz. Çünkü acıyı duyan nefs, yüzünü duyulur âlemden berzaha
çevirmiştir. Bu nedenle bir bilgiye sahip değildir. Böylelikle duyusal acılar
ondan uzaklaşmış, bulunduğu halde berzahta kalmıştır. Fakat rüyada kâbus gören
acı duyabilir. Ya da güzel bir rüya gören insan ondan haz alabilir. Bu durumda
acı veya nimet, her nereye giderse gitsin, onunla birlikte hareket eder. Hasta
uyandığında -ki bu nefsinin şehadet âlemine dönmesidiracı ve korkular da onda
bulunmayı sürdürür. İyi düşünürsen, sende açıyı .kimin taşıdığını, kimin
hissettiğini, ve kimin hissetmediği açıklanmış oldu. Organlar acı duysaydı,
nefs inkâr ettiği gibi onlar da inkâr eder ve nefsin aleyhine şahitlik
etmezlerdi. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Siz kulağınızın
gözlerinizin ve derilerinizin aleyhinize şahidik ettiğini görmez misiniz?’1*7 Başka bir
ayette ‘Kulak, göz, kalp; hepsi mesuldür”48 denilir. Öyleyse ‘nefis’ denilen bir
isim, daha önce belirttiğimiz gibi, nefse kulağından, gözünden ve kalbinden
dolayı soru soracak ve şöyle diyecektir: ‘Yönettiklerine karşı nasıl davrandın?’
Bakınız! Zalim bir vali hükümdar tarafından görevinden alınıp halkı rahatlatmak
üzere cezalandırıldığında, validen alman intikamla halk nasıl sevinir? Aynı şey
organlar için geçerlidir. Oranlar kıyamet günü kendilerini yöneten nefsin acı
çektiğini gördüklerinde sevinç ve nimetlerini gösterirler. Çünkü Allah Teâlâ’nın
yasaklarını gözetmek, organlar için (kendilerini yöneten) nefsten daha
önemlidir.
Balanız! Allah Teâlâ mümin
günahkârları cehennem ateşinde nasıl öldürür? Bu ölüm, cehennemde kalıcı
olmayanlara dönük bir iyilik ve inayettir. Söz konusu kimseler
kızardıklarında, oradan çıkartılırlar. Organlar acı duysaydı* Allah Teâlâ
onları o esnada acı duymak özelliğiyle nitelerdi. Halbuki Kitap veya Sünnet
böyle bir şey zikretmemiştir. Şöyle diyebilirsin: ‘Onların yanıp
kızarmalarında ne fayda vardır ki?’ Şöyle deriz: ‘Her yer kendi hakikatini
verir. Dolayısıyla cehennem, suretlerde böyle bir etki oluşturur. İnsan güneşte
oturduğunda, yüzü ve bedeni kararır. Çamaşır güneşe serildiğinde ve suyla
ıslatıldığmda beyazlamaya başlar. Acaba özel bir yer ve özel bir mizaçtan
başkası bunu sağlar mı? Öyleyse maksat, azap değildir; azap olsaydı, Allah
Teâlâ onları orada öldürmezdi. Çünkü nefislerdeki canlılık, iıimet ve elem
verici sebeplere göre, acıyı ve nimeti arar. Öyleyse zikrettiğimiz şeyle
nitelenen, kabiliyetlerdir. Allah Teâlâ onlara hayat vererek, kendilerini
ateşten çıkarttığında, renklerinin başkalaştığına bakarlar. Kızardıklarını
görünce, bu durum onları üzer. Bunun üzerine Allah Teâlâ, beğenecekleri bir
sureti onlara nimet olarak verir ve bu surette onları yeniden yaratır. Onlar
da, kendilerini üzen bir halden sevindiren bir Hakk taşıyan Allah Teâlâ’nın
nimetini ve ihsanını öğrenirler.
Kardeşim! Senden kimin azap
gördüğünü, kimin nimet gördüğünü öğrendin. Sen, kendinden başkası değilsin.
Öyleyse yönettiğin organlarını aleyhine şahit haline getirme, yoksa hüsrana
uğrarsın. Allah Teâlâ seni görevlendirmiş, sana kendi isimlerinden birini
vererek, ‘itaat edilen hükümdar’ demiştir. Zalim olma ve korkma! Çünkü zulüm,
seni görevlendirenin niteliği değildir. Allah Teâlâ sana kendisine davrandığı
gibi davranmış, sana zorunlu kıldığı gibi bunu kendisine zorunlu yapmış, senin
için sözleşme altına girmiş, seni de söz altına almıştır. Allah Teâlâ sana her
neyi emrederse, kendisine benzerini yapmıştır. Çünkü kesin delil O’na aittir. O
kendisine zorunlu kıldığı her şeyi yerine getirmiş ve senden sana zorunlu
kıldığı şeylere vefa göstermeni istemiştir. Allah Teâlâ’nın böyle yapmasının
amacı şunu demeni engellemektir: ‘Ben kendisine şunların zorunlu kılındığı bir
köleyim. Beni kendime bırakmadın İti? Beni söz ve zorunluluk altına soktun.’
Böyle diyen bir kula Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ben seni kendimi sokmadığım bir
yükümlülüğün altına mı soktum? Ben kendime zorunlıi yapmadığım bir işi mi sana
zorunlu kıldım? Biz karşılıklı sözleşme yapmadık mı? Sana şöyle dedim: ‘Bana
verdiğin sözü yerine getirirsen, ben de verdiğim sözü yerine getiririm.’ Allah
Teâlâ Peygamberine ‘Kesin delil, Allah Teâlâ’ya aittir’'49 demesini emreder. İşte bu ‘Rabbim!
Hakk ile hüküm ver”50 ayetinin anlamıdır. Allah Teâlâ
haktan başka bir şekilde hüküm verir mi ki? Fakat Allah Teâlâ bu ayette
kendisini peygamberin memuru yapmıştır. Çünkü ‘hüküm ver’ ifadesi, emirdir. Allah
Teâlâ ise peygamberine bunu söylemesini emredip ‘Ya Muhammed söyle’ diyerek ‘Rabbim!
Hakk ile hüküm ver’15' demiştir. Allah Teâlâ’nın kullarına
daha büyük bir tenezzülü olamaz.
Ey Kul! Bu tenezzül Allah Teâlâ’nın
kereminden değil midir? O’nun ihsanından değil midir? Allah Teâlâ kendisine
zorunlu yaptığı her yükümlülüğü yerine getirmedi mi? Allah Teâlâ’ya verdiği
sözü tutan herkese verdiği sözünü tutmadı mı? Dileseydi cezalandırabileceği
kullarının çoğunu bağışlayıp affetmedi mi? Peki sen neredesin? Güçlü,
kahredici, kadir Rabbinin büyük ihsanına nasıl bakmaktasın? Kimse O’na karşı
koyamaz ve kimse O’nu yenemez.
Bilmelisin ki: İki kabzanın tespih
etmek özelliğiyle nitelenmesinin nedeni, her ikisinin Hakk için açılmış
olmasıdır. Allah Teâlâ iki kabzayı eline alarak şöyle demiştir: ‘Bunlar
cennete, onlara değer vermem. Bunlar, cehennemlik, onlara değer vermem.’ Onlar
ise sadece Allah Teâlâ’yı biliyordu. Binaenaleyh onlar, Allah Teâlâ’yı tespih
ve tazim etmişlerdir. Çünkü onlar henüz kabzanın dışına çıkmamışlardı. Sonra Allah
Teâlâ keremiyle ‘Bunlar azap için onlara değer vermem, bunlar nimet için
onlarla ilgilenmem’ dememiş, onları sadece kendilerini doldursunlar diye iki
diyara izafe etmiştir. Sahih hadiste şöyle denilir: ‘Allah Teâlâ cennet ve
cehennemi yarattığında, sizi oldurmak benim işim demiştir.’ Yani onları
sakinleriyle dolduracağım. Çünkü bir yer ancak kendi sakiniyle mamur olabilir:
Nitekim şair şöyle der:
Vatanlar sakinleriyle mamurdur
Çünkü vatan bir yerdir ye kendisine
yerleşen olmaksızın mahal ve yer olamaz. Allah Teâlâ cehenneme ‘Doldun
mu?’ diye sorar, o da daha var mı der.,m el-Cebbar
ayağını cehenneme koyduğunda cehennem şöyle der: ‘Yeter, yeter.’ Başka bir
rivayette ‘tamam, tamam’, yani doldum der. Cehennemi kendi bilgisine göre
ayağıyla Allah Teâlâ doldurmuştur. Bunun için Allah Teâlâ orayı dolduran
kimseler yaratır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onların
doğru bir ayakları vardır.’153 Yani ezeli emriyle, Allah Teâlâ bu
durumu onlara vermezden önce, bildirmiştir. Sonra onlara vermiş, kendilerine
yaptığı vaadinde sözünü tutmuştur. Allah Teâlâ cehenneme kendisini doldurmak
üzere söz vermiştir. Onu ayağıyla doldurduğunda ise, söz yerine gelmiştir.
Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ, ezeli sözüyle cehennemi dolduracağını söylemiş,
cehennemi dolduran bir halk yaratmakla da sözünü doğrulamış, onu dolduran
ayakları el-Cebbar’a izafe etmiştir. Çünkü bu isim, azamet içindir. Ateş
azametten meydana gelmişken cennet keremden meydana gelmiştir. Bu nedenle
ayağın izafe edildiği el-Cebbar cehenneme tahsis edilmiş, onu kendisine izafe
etmiştir. Buradan, rahmetin iki diyara da yayıldığı ortaya çıkar. Rahmet o
ikisini zikrettiğinde, kendilerini kuşatmış, acılar ise zikredilmemiştir.
Onları doldurmaktan söz etmiş, yine acılardan söz etmemiştir. Bütün bunlar, Allah
Teâlâ’nın kullarına söylediği rahmetinin gazabını geçtiğiyle ilgilidir. Önde
olan, sürekli hüküm sahibidir. Şöyle denilir: ‘Falanın bu işte öne geçmiş
(sabık) kademi vardır.’ Allah Teâlâ dilerse, bu, bir müjdedir. Cehenriemi
ateşle dolduracak kimseler ise, oradan çıkmaz. Nitekim ‘Orada
kalıcıdırlar’15* buyurur. Kastedilen yer, ateştir.
Başka bir ayette ‘Orada
halıcıdırlar’155 denilir. Burada cennet kastedilir. Halbuki onun
içinde diyerek, azabı kast etmemiştir. Allah Teâlâ azabı zikrederken ‘Orada
kalıcıdırlar’ deseydi, iş belirsizleşirdi. Zamir yere irca edilince, azap
zorunlu olmamıştır. Birisi şöyle diyebilir: ‘Azap zorunlu olmadığı gibi nimet
de zorunlu değildir.’ Biz de böyle deriz. Fakat Allah Teâlâ cennet nimetinin ‘sınırsız
bir ihsan olduğunu’,156 başka bir ifadeyle, kesintisiz bir
ihsan olduğunu söylemiş, bir ayette de ‘Ne
engellenir ne kesilir’157 buyurmuştur. Bu nedenle nimette ve
diyarda kalıcılığı kabul ettik. Benzer bir ifade ateşin azabı hakkında
gelmemiş, bu nedenle, biz de onu dile getirmedik. Şöyle diyebilirsin: ‘Allah
Teâlâ ‘Orada kalıcıdırlar; kıyamet günü ne kötüdür onlar için’15* buyurdu.’
Şöyle deriz: ‘Bu ahiret yerlerinden birisinde böyledir. Zamir azaba değil,
günaha döner. Yükleri taşımaya yerleştiklerinde -ki yükler günahlardıronları
taşırlar. Allah Teâlâ ‘Onlar kendi günahlarını ve başka
günahları taşır’159 buyurur.
Başka bir ayette ise ‘Kıyamette yaptıkları iftiradan sorguya
çekileceklerdir’160 denilir. Allah
Teâlâ ‘Kalıcıdırlar’ der. Yani orada, başka bir ifadeyle kabirlerinden
çıktıkları yerde yüklendikleri günahı cehenneme ulaşana kadar taşımakta
kalıcıdırlar. Sonra ateşe girerler. Onlar, o süre zarfında o yük altında
kalıcıdırlar. Ara verilmediği gibi sırtlarındaki yükü başkası da taşimaz. Allah
Teâlâ şöyle der: ‘Ondan yüz çeviren kimse kıyamette bir
yük taşır. Orada kalıcıdırlar.’16' ‘Orada’
zamiri yüke dönmüş, onu kıyamete ait olarak, taşıma yapmıştır. Kıyametin müddeti,
insanların kabirlerinden çıkarak, cennet veya cehennemdeki yerlerine yerleşme
müddetidir. Ardından kıyamet sona erdiği gibi orada bulunan her şey de sona
erer. Onda bulunanlardan bir tanesi de, yüklerin taşınmasındaki kalıcılıktır.
Gün bitince, kalıcılığın bulunacağı yer kalmaz. Bu durumda hüküm, ateş ile
cennetlere ve o ikisine özgü azap ve nime• te döner. Azap hakkında ateşte
olduğu gibi kalıcılığı gösteren bir ifade gelmemiştir. Fakat azabın ateşte
olması kaçınılmazdır. Bu konudaki süre, bize meçhuldür ve naslarda bu konuda
kesin bir bilgiye sahip değiliz. Şu var ki deliller, burada bir süre (ecel)
olduğunu gösterir. Fakat onun ne kadar olacağı nasta geçmediği için meçhuldür.
Bütün keşif ehli, zahir ifadeler karşısında eşit iken keşifleri bakımından
kesin kanaate sahiptir. Binaenaleyh çelişen bir nas olmadığında, keşifleri
kabul edilir. Biz de ‘Rabbin dilediğini yapandır’162 ayetine göre hareket ederiz. Allah
Teâlâ her neyi irade ederse, o bu şeydir. İman edenlere daha fazlası gerekmez.
Bununla birlikte bilgi ifade etmek üzere, mütevatir nas gelebilir. Bu esnada
mümin zorunlu olarak keşin kanaate ulaşır. Her dille tespih edilen, her
delille gösterilen Allah Teâlâ münezzehtir!
Bu menzil pek çok bilgi içerir.
Bunlardan birisi, her âleme layık tenzih ilmidir, çünkü tenzih, âlemlerin
değişmesiyle değişir. Bir âlem Hakkı kendisini bilmesine göre tenzih edebilir
ve bu durumda sahip olduğu bütün özelliklerden Hakkı tenzih eder. Çünkü âlemin
sahip olduğu özellikler, sonradan yaratılmıştır. Bu durumda tenzih, Hakkı sonradan
var plânların kendisiyle var olmasından tenzih eder. Burada âleme özgü
sonradan olanları kastetmekteyim. Bu nedenle Hakkın tenzihi, tenzih edenlerin
değişmesiyle değişir. Söz gelişi araz ‘varlığında zuhur etmek üzere bir yere muhtaç
olmayanı tenzih ederim’ derken cevher ‘varlığında kendisini var eden bir
yaratıcıya muhtaç olmayanı tenzih ederim’ diyebilir. Cisim ‘varlığında
kendisini tutacak bir araca mühtaç olmayanı tenzih ederim’ diye tenzih yapar.
Ana ilkeleriyle tenzihin tasnifi böyledir. Çünkü varlıklar, cevher, araz ve
cisimden ibarettir. Sonra her sınıfın kendine özgü nitelikleri vardır ve bunlar
başka bir türe ait değildir. Her tür kendi niteliklerinden ve kendi makamından Allah
Teâlâ’yı tenzih eder. İnsan-ı kâmil ise, Allah Teâlâ’yı âlemin bütün
tespihleriyle birlikte tenzih eder, çünkü insan âlemin bir suretidir ve bu
durum ona gösterilmiştir.
Bu menzil eşyanın tenzih bilgisini,
yaratmada vasıta ölan Hakkın bilgisini içerir. Abdusselam ya da Hakem b.
Berracan konuşmalarında bu terime sıkça işaret etmiştir. Sehl b. Abdullah
et-Tüsteri de bu terime işaret ederdi. Sehl onu ‘el-Adl’ (adalet) diye
isimlendirmişken Ebu’lHâkem ise ‘el-Hakk el-mahlûk bihi’ diye isimlendirmiş, bu
terimi ‘Gökleri, yeri ve ikisinin arasında olanları Hakk ile
yarattı’163 ayetinden
çıkartmış, terim hakkında pek çok açıklama yapmıştır. Bu menzil, suret ilmini
içerir. Suret araz midir cevher midir? İnsanlar bu konuda görüş ayrılığına
düşmüştür. Dönüş ilmi bu menzilden öğrenilir. Bilginin bilinmesi de bu
menzilden öğrenilir. Başka bir ifadeyle, bilgi neye göre öğrenilir.
Gayb ve şehadet bu menzilden
öğrenilir. Geliş ve ortaya çıkış bu menzilden öğrenilir. İtibar ilmi ve tanımı
bu menzilden öğrenilir. Zevkler (tadar) bu menzilden öğrenilir. Bunlar, tecellinin
ilk ilkeleridir. İllederin ilmi ve mertebeleri, kimin onlarla niteleneceği ve
kimin nitelenmeyeceği bu menzilden öğrenilir. Önderlik tecellisinin ilmi bu
menzilden öğrenilir. Onun medlulü bilgi midir, değil midir? Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Önder borçludur’ hadisi bü menzilden öğrenilir.
Kavmin önderi kimdir, onun mertebesi ne demektir? Niçin böyle
isimlendirilmiştir? imanın bilgisi bu menzilden öğrenilir. Nurun bilgisi, bu
menzilden öğrenilir. Kastedilen, indirilen nurdur. Tecrübeyle gerçekleşen
bilgi ve bu bilginin edinilmesi bu menzilden öğrenilir. Kazanan tacir ve onun
kazancı ile zararı bu menzilden öğrenilir. Tehdit ve vaat, bu menzilden öğrenilir.
İlahi izin ve neyle ilgili olduğu, bu menzilden öğrenilir. Genel midir, özel
midir? Emir ve izin arasındaki fark nedir? İzinde emirdeki gibi günahkâr olunur
mu, olunmaz mı? Bilginin kapsayıcılıkla nitelenmesi bu menzille ilgilidir.
Tevhit ilmi neye döner? Tevekkül ilmi, bu menzilden öğrenilir. Yaratıkların
dosduk ve düşmanlıktaki mertebeleri, bu menzilden öğrenilir. Korkutma ve
sakınma, bu menzilden öğrenilir: Kimden ve niçin sakınılır? Güç yetirme ve Hakk
arasındaki fark bu menzilden öğrenilir. Kerem sıfatının üstünlüğü bu menzilden
öğrenilir. Kullardan olan ilahi talebin neticeleri, bu menzilden öğrenilir.
Hilim ve bağışlama farkı, eşyanın tertibi, bu menzilden öğrenilir. En korunmuş
ilahi yer, bu menzilden öğrenilir. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola
ulaştırır.’
ÜÇ YÜZ YİRMİ BİRİNCİ BÖLÜM
Şehadet Âlemi ile Gayb Âlemi Arasındaki Farkın Muhammedi Mertebeden Bilinmesi
Aklın bir nuru varken imanın nurları var
Basiretler gözler için gözdür
Göz, kulak ve ihsan, hepsini bir araya
getirir Akıl bilgilerini yardımcı ve destekçileriyle kazanır
\ Göz gayb âlemini görür
Vehimler ve fikir, seni perdelemesin
Gayb bilgilerini gözden elde etmeyen kimse
Onlar korunmuş perdelerin ardında ve ulaşılmazdır
Dediler ki, varlıklarda bir bilgi var,
ibret al Sahibini tanımayan eve ev denir mi?
Samimi dost, bilmelisin ki: Varlık,
ibadet eden abid ile mabut olmak üzere ikiye taksim edilmiştir. Abid Allah
Teâlâ dışındaki her şeydir ve ‘kul’ diye isimlendirilen âlemdir. Mabud ise, Allah
Teâlâ diye isimlendirilendir. Varlıkta sadece bu zikrettiğimiz vardır. Allah
Teâlâ’nın dışındaki her şey, yaratılmış olanlar ve olacaklar Allah Teâlâ’nın
kuludur. Zikrettiğimiz meselede büyük sırlar vardır. Bunlar, Allah Teâlâ’yı
bilme, O’nu birleme, âlemi ve mertebesini bilmekle ilgili sırlardır. Bu konuda
alimler arasında ortadan hiç kalkmayacak görüş ayrılıkları vardır ve
güvenilebilecek kesin bir ilkeye ulaşılamaz. Bu nedenle Allah Teâlâ kulları
için muduluğu, iman etmeye ve bilhassa Allah Teâlâ’yı birlemedeki bilgiye
bağlamıştır. Bu ikisinin dışında muduluğa götüren bir yol yoktur. İman,
peygamberlerin Allah Teâlâ katından getirdikleri haberle ilgilidir ve bu
yönüyle iman, haberi bilelim veya bilmeyelim, mutlak bir taklittir. Bilgi ise,
ya teorik araştırma veya Hakkın ihsan ettiği keşif yoluyla elde edilir. Bu
bilgi, kendisini bilende kuşku bulunmayacak şekilde zorunlu olarak
gerçekleşmelidir. Böyle olmayan bir bilgi, bilgi değildir.
Sonra şöyle deriz: Alem, üçüncüsü
olmayan iki kısma ayrılır. Birinci kısım, duyuyla algılanan şehadet âlemi iken
duyunun algılamadığı diğeri ise, gayb âlemidir. Bu âlem, belli bir vakit gayb
olup sonra duyuya gözükebilir. Böyle bir âlem, ‘gayb âlemi’ diye
isimlendirilmez. Gayb duyunun algılaması mümkün olmayan şeydir. Fakat gayb
(âlemi), ya kesin delil veya doğru haber vasıtasıyla akıl tarafından öğrenilir.
Bu, imanın idrakidir. Öyleyse şehadet duyuyla algılanır. Bu, âlemin kendisi
değil, bilgiye götüren bir yoldur. Böyle bir bilgi yolu, Allah Teâlâ’nın
dışında, duyu idrakine sahip herkese özgüdür. Gayb ise, bilgiyle idrak edilir'
Zikrettiğimiz konuda akıllar şaşırmış, akıl sahipleri hayrete düşmüştür.
İnsan ele aldığımız bu yola girip
yolun alimleri ve efendileri asında temayüz etmek istediğinde, kendisini sadece
Allah Teâlâ’ya bağlamalıdır. Bu bağlılık, genel olarak kendisinden ayrılmanın
doğru olmayacağı zati bağlılıktır. Başka bir ifadeyle bu bağlılık, herhangi bir
şekilde hürriyet kabul etmeyen kölelik, zevali olmayan mülktür. İnsan kendisini
gerçekte kendisiyle sınırlandığı kimseyle sınırlar -ki o daha önce
söylediğimiz gibi insanın kendisini Allah Teâlâ’ya bağlamasıdır. ‘0 Allah Teâlâ, insanı yaratmış, takdir
etmiş, sonra yolu göstermiştir.”64 İnsan böyle bir mertebeye sahip
olunca, artık sadece berzahta bulunması uygun düşebilir. Berzah' şehadet ile
gayb âlemi asında bulunan ve sadece vehimde varlığı olabilen bir şeydir. Öyle
ki belirli bir vakitte görülür Hakk gelen gaybten bir şey çıktığında -yoksa
herhangi bir şekilde gayb özelliğini yitirmeyen mertebeden söz etmiyoruz-, o
kişi onu bilir. Şehadet âlemine çıktığında ve onu algıladığında, ya şehadet
âleminde kalır veya araz olarak kalır. Şehadet âleminden ayrılırsa, hiçbir
şekilde idrak edilmesi mümkün olmayan gaybe döner. Çıktığı gaybe döndükten
sonra, bir daha (şehadete) dönmesi mümkün değildir. Çünkü kendinden çıktığı
gayb makamı, imkân gaybıdır. Şehadette bulunduktan sonra intikal ettiği gayb
ise, imkânsız gayb makamıdır. Bu imkânsız gayb makamından hiçbir şey, şehadet
(âlemindeki şeylerin) özelliğiyle nitelenmez. İntikal ettiği gayb belirli bir
vakitte veya belirli bir halde görünme özelliğiyle nitelenmediği için, bu gaybe
girmiş, kendisinden çıktığı gaybe dönmemiştir. insan bu makamı öğrenip ona
yerleştiğinde, Hakk kendisini alarak kendisiyle onun dışındaki şeyler önüne
yerleştirir. Burada, kulun kendisinden başkalarını kast etmekteyim. Bu esnada
kul, kendisini ve aynmı görür. O, Hakkın kendisini yerleştirdiği makamda o
gaybın dışındadır ve onu kendinden başka âlemle birlikte görür. Bu esnada yine
kendisidir. Nitekim Âdem kendisini ve zürriyetini Hakkın kabzasında görmüştü.
Halbuki Âdem, kendisini içinde gördüğü kabzanın dışındaydı. Nitekim kutsi bir
hadiste böyle denilmiştir.
İnsanın ulaştığı bu makam, keşiflerin
en üstünüdür ve bütün makamlar onun altındadır. Söz konusu makam, Ebu Bekir
es-Sıddîk’in makamıdır. Hz. Ebu Bekir, bu makam nedeniyle -Peygamberin tanıklığına
göreya döneminde yaşayanlar veya ümmet içinde en faziledi kimşeydi. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in hangisini kastettiği bilinmez. Keşfinde doğru
haberin geldiği kimse bunu bilebilir. İnsan bu makama ulaştığında, iki gaybı
birden öğrenir. Birincisi varlıkların kendisinden meydana geldiği gayb, diğeri
şehadet özelliğiyle nitelendikten sonra bazı varlıkların döndüğü gaybtir. Bu
konu insanların çoğunun bildiği değerli bir meseledir. Gaybten şehadete çıkıp
da sonra gaybe dönen şeyleri kastetmekteyim. Sözünü ettiğimiz şeyler var olan
arazlardır. Acaba arazlar dışta var olan şeyler midir, yoksa varlık ve yoklukla
nitelenmeyen akledilir haller midir? Bu durumda onlar nispederdir. Bunlar,
haklarında yaratılmışların hayrete düştüğü sırlardandır. Çünkü onlar Allah
Teâlâ olmadığı gibi onların gerçek varlıkları da yoktur ki, âlemin bir parçası
veya Allah Teâlâ’nın dışındaki şeylerden olsunlar. Öyleyse onlar, akledilir
(makul) hakikatlerdir. Arazları Allah Teâlâ’ya nispet edersen, Allah Teâlâ
onları kabul eder ve O’nun hakkında imkânsız değillerdir; âleme nispet edersen,
âlem onları kabul eder ve bu durum da imkânsız değildir.
Arazlar Allah Teâlâ hakkında iki
kısma ayrılır. Bir kısmının Allah Teâlâ’ya nispeti imkânsızdır. Bunlar O’na
nispet edilemez. Bir kısmının Allah Teâlâ’ya nispeti imkânsız değildir.
İmkânsız olmayan kısmı, bütün âlem kabul eder. Bunun istisnası, mutlaklıktır.
Çünkü âlem mudaklık nispetini kabul etmez. Buna karşılık ‘sınırlılık’
nispetini âlem kabul ederken Allah Teâlâ kabul etmez. Akledilir hakikatler
kendilerinde başkası için var olmayan mutlaklığı kabul eder. Böylelikle o
nispederi Hakk ve âlem kabul eder. Halbuki onlar ne Haktan ne de âlemdendir.
Onlar mevcut da değildir. Onları bilen akilimin kendilerini inkârı mümkün
değildir. Buradan hayret ortaya çıkmış, konuşmalar artmış, insanlar görüş
ayrılığına düşmüş, hayret gerçekleşmiştir. Öyleyse bu meseleyi ancak Allah
Teâlâ ve Allah Teâlâ’nın bildirdikleri bilebilir. İşte bu, kendisinden bir
şeyin meydana gelmediği gerçek gaybtir. Ondan bir şey meydana gelseydi, şehadet
haline gelir, şehadet haline geldikten sonra ona bir şey intikal etmezdi. Bu
âlem imkânsız gayb da değildir. Yoksa ‘sırf yokluk’ olurdu. Ya da o, varlığı
zorunlu değildir, öyle olsaydı ‘sırf varlık’ olurdu. O, varlık ile yokluk arasında
iki ucu eşit bir mümkün de değildir. Ya da o bilinmeyen de değildir. Aksine
makul ve malum bir şeydir. Öyleyse onun bir tanımı Olmadığı gibi ibadet eden
ve ibadet edilen de değildir. Gayb adının ona verilmesi şehadet adının verilmesinden
uygundur. Çünkü onun belli bir vakitte görülebilecek bir varlığı yoktur. Bu,
Hakka özgü gayb’tir. Allah Teâlâ ‘Gaybı bilendir’165 buyurmuş, bu ismi şehadete
bitiştirmemiştir. Bu nedenle O’nun gaybını kimse bilemez. Şehadete
bitiştirdiği gayb ise, şehadetin mukabilidir. Böylelikle Hakk, kendisini iki
zıt şeyi bilmekle nitelenerek, şöyle demiş: ‘Gaybı
ve şehadeti bilendir.’166 Her ne kadar isimde diğer gayb ile
ortak olsa bile, burada kastedilen budur.
Şöyle diyebilirsin: (Gaybı bilmekle
ilgili ayette geçen) ‘Razı olduğu peygamberleri hariç’ ayetinde geçen
istisnanın yararı nedir? Şöyle deriz: Peygamberlerin öğrendikleri gaybın
mahiyetini düşün! Acaba o neye bağlanmıştır? Kast edilenin kullardan gizlenen
yükümlülük bilgisi olduğunu öğrenirsin. Bu nedenle melekler peygamber için bir
korunak yaparak, insanlara ulaştıracağı veya kendi başına yerine getireceği
amellere şeytanların vesvese vermesinden onu korumuşlardır. Allah Teâlâ bu yükümlülüğü
emir ve yasaklarda kulların muduluğuna giden bir yol yapmıştır. ‘Rablerinin
risaletini ulaştırdıklarını öğrensinler diye...’167 Öyleyse buradaki istisna munkati
istisna gibidir. Başka bir ifadeyle bu gayb, o gaybten gerçek bir şekilde
kopmuştur. Yoksa o, gayb lafzında ortaklık gerçekleştiği için, parçanın bütünden
kopması gibi değildir. Bu nedenle istisna olduğunu söyledik. Gerçekte ondan
farklı olduğu için de, munkati olduğunu söyledik. Muttasıl istisna ise öyle
değildir. Çünkü o da munkati olsa bile, özü gereği değil, hal ile munkatidir.
Muttasıl istisna hakkında şöyle misal verilebilir: ‘Ma-fı’d-dari insanun ille
Zeyd/Zeyd’den başka evde kimse yok.’ Bu muttasıl (bitişik) bir istisnadır.
Çünkü burada Zeyd hakikatiyle değil, evde bulunma haliyle diğer insanlardan
farklılaşmış biridir. Evde ondan başka bir insan yoktur. Öyleyse burada
farklılaşma sadece halle ilgilidir. Fakat ‘Ma fı’d-dari insanun illa
himarun/Evde eşekten başka insan yoktur’ dersen, burada hal ile değil gerçekte
bir farklılık vardır. Peygamberlerin meleklerin gözetiminde öğrendikleri -iti
bunun amacı şeytanların kovulmasıdırgayb, Allah Teâlâ’dan tebliğ edecekleri
risalede ilgilidir. Bu nedenle Allah Teâlâ, ‘Rablerinin risaletlerini tebliğ
ettiklerinde bilsinler’ demiştir. Allah Teâlâ risaleti rableri kelimesine izafe
etmiştir. Çünkü onlar, şeytanların peygamberlere herhangi bir vesvese
veremeyeceklerini öğrenmişlerdir. Böylelikle peygamberler, bu risaletin
-başkasından değilAllah Teâlâ’dan gelen bir risalet olduğundan emin olmuşladır.
Bu ayette, yani ‘Razı olduğu peygamberler müstesna’16* ifadesi,
acaba peygambere meleğin vasıtasıyla gerçekleşen bir bildirim midir? Yoksa bu
özel vahiyde melek yok mudur? İkincisi, daha açık ve daha uygun ve doğru
olandır. Melekler nurlarını Allah Teâlâ’nın elçisine -tıpkı ayın etrafındaki
bir Hakk gibiyayarlar. Şeytanlar ise, nurların ardından peygambere ulaşmaya
yol bulamaz. Böylelikle Allah Teâlâ, peygambere dilediğini vahyeder. Fakat bu
vahiy, peygamberden ve kullarından bilgisi gizlenmiş yükümlülükle ilgilidir.
Bu yaklaşım, hakikat ehlinden farklı düşünen kimselerin görüşüne aykırıdır.
Onlar, kulun Allah Teâlâ’ya yaklaştıran ibadederin -bütününü değilbir kısmını
aldıyla bilebileceğini zannederler. Böyle bir iddia doğru olamaz. Kula ebedi
muduluk sağlayan Allah Teâlâ’ya yakınlığı, sadece Hakkın içinde neyin bunduğunu
bilen bilebilir. Böyle bir bilgiye ise, Allah Teâlâ’nın bildirmesi olmaksızın,
herhangi bir yaratılmış ulaşamaz. Nitekim Allah Teâlâ ‘O’nun
dilediğinden başka kimse bilgisini ihata edemez’169 buyurur. Bu ve benzeri konularda
bütün gruplar için bundan daha çetin bir mesele yoktur.
Bilmelisin Ki, Allah Teâlâ kulunu
kendisiyle kulun dışındaki her şeyinarasına yerleştirir. Nitekim daha önce bunu
belirtmiştik. Bu, ilah ile kul arasındaki bir aralıktır, yoksa bir tanım
aralığı değildir. Çünkü Allah Teâlâ tanımdan münezzehtir. Kul bu makama
yerleşince, Allah Teâlâ’nın ona inayet ettiği bilinir. Çünkü Allah Teâlâ,
kendisinden meydana gelen şeyler, varlıkların ilahi kudretten yaratılışını ve
onların imkân halinde oldukları halde varlıkla nitelenmelerini ona göstermekle
meşgul etmiştir. Söz konusu varlıklar imkân halinden çıkmadıkları gibi onlar
ile mertebeleri arasında da bir engel yoktur. Allah Teâlâ onlara sadece varlık
elbisesi giydirmiştir. Böylelikle onlar, daha önce yoklukla nitelenmişken, bu
kez varlıkla nitelenmişlerdir. Her iki durumda da hakikatleri sabittir.
Öyleyse konuşulması gereken, Hakkın mümküne -onu kendi mertebesinden çıkartmadangiydirdiği
varlıktır. Bu varlığın mahiyeti nedir!1 Yok idi (madum) de, var mı
olmuştur? Varlık yokluk olmayacağı gibi mevcut da olmaz (totoloji). Yok ise,
mertebesi nedir? Mertebesi imkân ise, onun ile varlığın giydirildiği bu
hakikat (ayn) arasında fark kalmaz. Çünkü varlık yok oluşu bakımından o
mertebede varlığa muhtaçtır. Böyle bir durumda teselsüle varır ve (zihni)
imkânsızlığa ulaştırır, imkânsızlık, var olmuş iken bir hakikatin tekrar var
olmasıdır. Bu hakikat (ayn), imkân halinin dışına çıkmış da değildir. Peki iş
nasıl açıklanacaktır?
Bilmelisin ki, bü hakikate (ayn) ait
varlık, aynadaki surete benzer: Suret, ne görenin aynıdır ne ondan başkadır!
Fakat kendisinde ve kendisiyle görülen yer ile o yere bakan ve ona yansıyan
şey sayesinde ayna-
daki suret ortaya çıkar. Öyleyse ayna
zatı bakımından ayna iken bakan da kendisi bakımından bakandır. Aynada gözüken
suret ise, kendisinde ortaya çıkan şeyin değişmesiyle değişir. Söz gelişi ayna
boydan alınırsa, ondaki suret boyuna göre gözükür. Aynaya bakan kimse, bir
yönden aynadaki suretin aynıyken bir yandan ondan başkadır. Aynanın özü gereği
kendisindeki surete böyle bir etki yapağını ve (fakat) aynaya bakanın bir
açıdan ondaki suretten farklı olduğunu gördüğümüzde, aynanın bakana gerçekte
bir etki etmediğini gördük. Aynaya bakan kişi, (bir açıdan) aynadan
etkilenmemiş ve aynadaki suret aynanın kendisi veya bakanın kendisi değildir.
Aynadaki suret sadece aynaya yansımaktan ortaya çıkmıştır. Buradan, aynaya
bakan ile ayna ve aynada gözüken suret arasındaki farkı öğrendik. Bu nedenle
aynaya bakan insanın aynadan uzaklaştığı görülünce, suretin de aynanın içinde
uzaklaştığı görülür. Buna karşılık, bakan kişi aynaya yaklaştığında ise, suret
de yaklaşır. Aynanın yüzeyinde itidal varsa ve bakan kişi sağ elini yukarı
kaldırırsa, aynadaki suret sol elini kaldırır. Böylece aynadaki suret ona şu
bilgiyi verir: Ben senin tecellinden meydana gelmiş ve senin suretine göre var
olsam bile, sen ben olmadığın gibi ben de sen değilim! Dikkatini çektiğimiz
hususu anladıysan, hiç kuşkusuz, kulun varlıkla nasıl nitelendiğini, var
olanın kim olduğun, yoklukla nereden nitelendiğini, yok olanın kim olduğunu,
kimin konuştuğunu, kimin duyduğunu, kimin iş yaptığını, kimin yükümlü olduğunu
öğrenmiş olursun. Bunun yanı sıra kendinin kim olduğunu, Rabbini, mertebeni, Allah
Teâlâ’ya muhtaç oluşunu öğrenirsin. Sen O’na muhtaç iken, Allah Teâlâ özü
gereği sana muhtaç değildir (müstağni). Bir adam şöyle demiş: ‘Cübbede Allah
Teâlâ’dan başkası yok!’ Bu sözüyle de bu makamı kasteder. Başka bir ifadeyle,
varlıkta Allah Teâlâ’dan başkası yok demek istemiştir. Şöyle diyebilirsin:
‘Aynada aynaya yansıyandan başkası yok.’ Böyle dersen, doğru söylemiş olursun.
Bilirsin ki gerçekte aynada bir şey yoktur veya aynaya bakan kimsede aynadan
bir şey yoktur. Bununla birlikte aynadaki suretten etkilenme ve değişimi de
anlarsın. Aynaya bakan kimse ise, bulunduğu hal üzere etkiye konu olmaz.
Örnekleri veren ve varlıkları hiçbir şeyin kendisine O’nun da hiç kimseye
benzemediğini gösteren delil olarak ortaya koyan Allah Teâlâ münezzehtir.
O’ndan başka yoktur. Varlık O’ndan kazanılır. Herhangi bir varlığın hakikati
O’nıin tecellisinden gerçekleşir. Öyleyse ayna imkân mertebesiyken Hakk aynaya
bakandır. Aynadaki suret ise, mümkün olman yönüyle, sensin! O suret, ya
melektir veya felektir veya attır. Başka bir ifadeyle aynanın uzunluk,
genişlik, yuvarlaklık ve -her durumda ayna olarak kalmasına rağmenşekillerinin
değişmesiyle aynanın zatına göre meydana gelen suretlerdir. Mümkünler de imkân
halindeki şekillerdir. İlahi tecelli o mümkünlere varlık giydirirken ayna
onlara şekilleri giydirir. Böylelikle melek, cevher, cisim, araz ortaya çıkar.
Bununla birlikte kendisi olmak bakımından imkân, kendi hakikatinin dışına
çıkmaz.
Böyle bir meselede daha açık bir izah
tarzı olamaz, belki tasrih yapılabilir. Öyleyse âlem hakkında dilediğini söyle
ve onu -bu hakikati keşif ve bilgi yoluyla öğrendikten sonradilediğine nispet
et! Hakikatin verisine göre, bir şeyi (Allah Teâlâ’ya) izafe edersen, Allah
Teâlâ karşısında dinin öğrettiği edebin gereğiyle onu yapmalısın. Yasaklamayı
koyan, Allah Teâlâ’dır. İlahi edebe sarıl ve sana yaklaşmayı emrettiği şeyle Allah
Teâlâ’ya yaklaş ki, sana keşif versin. Bu durumda kendini tanır, dolayısıyla
Rabbini tanırsın. Senin kim olduğunu ve O’nun kim olduğunu öğrenirsin. ‘Allah
Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’
Bu mertebede iki yönün bilgisi,
doğruluğun yanlıştan meydana geldiği mertebenin bilgisi, kulun bedbahtlığının
bulunduğu şeyden gizlenmesinin bilgisi, hallerin değişmesinin bilgisi, hatem
(mühür, son) bilgisi, sayı ve özellikleri, teşbih, insanın -başka bir yönden
değildoğası yönünden bilinmesi, öne geçen ve sonraya kalanların bilgisi, rızık
ve hâzinelerin bilgisi, engelleyici perdelerin bilgisi, sahip olmanın bilgisi,
(âlemi var etmeye) yönelen cömertliğin bilgisi, vekilin kendisini vekil yapanın
malından harcaması ve onda mal -kendisine ait değilkensahip gibi tasarruf
etmesi, temenni ve kaza bilgisi bulunur.
‘Hamd âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ’ya
aittir.’ Allah Teâlâ’m münezzehsin. Senin övgüsünü söyler dilim. Senden başka
ilah yoktur. Bağışlanma dilerim ve sadece Sana yönelirim!
ÜÇ YÜZ YİRMİ İKİNCİ BÖLÜM
Hakkı Halk Karşılığında Satan Kimsenin Menzilinin Muhammedî Mertebeden
Bilinmesi
Bütün yaratıkların bir önder etrafında toplanması .
Tek ilah’ın varlığına bir delil ,
llah’tan başkası
O’nun makamını elde etmek istemesi
Hayalin bozukluğunu
gösteren bir delil
Heyhat! Tek bilgi
nerede! .
Görünendeki
nispetleri kabul etmeyen
Doğru akıl kabul
etmez
Zait varlığında
şeriatın verdiğini
Fikrin girdiği konu
bunun dışında
Çekimserler benzer
inkarcıya
İnsanlar
akıllarından başkasına ibadet etmez
İnsanlar müslüman ve
inatçı diye ayrılmış
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘İlahınız
tek ilahtır.,17C Başka bir ayette ‘Yerde
ve gökte Allah Teâlâ’dan başka ilah olsaydı, bozulurlardı’,171 başka bir ayette ‘Ben
yeryüzünde bir halife yaratacağım’172 buyurdu. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem, ‘İki halifeye biat edilirse, diğerini öldürün’ demiştir.
Başka bir hadiste ‘Halife Kureyş’tendir’ buyurdu. Kureyşlilik, birleşme ve
toplanma demektir. Bu kabile bütün kabileleri bir araya getirdiği için,
‘Kureyş (birleştiren)’ diye isimlendirilir. Başka bir ifadeyle Kureyş, bir
kabileler topluluğudur. Buradan hareketle kirş (bir köpek balığı türü) denilen
bir deniz hayvanı vardır. Onu görmüştüm, toplu ve etli bir balıktı. İmam da
öyledir. İmam ve önder, kendisini halife atayanın tüm özellikleriyle
nitelenmemişse -ki bu özelliklere üzerlerine halife olarak görevlendirildiği
kimseler muhtaçtır-, onun halifeliği geçerli değildir. Öyleyse halife, bir
toplanan birdir ve onun birliği, çokluk birliğidir. Ona ait gün, Cuma’dır. Cuma
şehirde tek bir imamın etrafında toplanma günüdür. Ona ait hal, namazdır.
Namazı cemaat içinden bir imam kıldırır. İmam onların ‘en karii’ olmalıdır.
Yani Kuran-ı Kerîm’i kendinde en fazla ‘toplayan’ olmalıdır. Yükseklik
mertebelerinden ona ait olan, nur ilimleridir. Bununla birlikte makamı sır
ilimlerini kendisine vermez, fakat bu duram ona zarar vermez. Çünkü namaz
nurdur ve nur sayesinde doğru yol bulunur. Imam’ın da nur ve ışık sahibi olması
gerekir, imam bu nur vasıtasıyla karanlığı açar ve Allah Teâlâ’nın kendisini
görevlendirdiği âlemde bu nur vasıtasıyla yürür. Köylerde ve şehirlerde âlemin
himmetleri ya da cemaatin himmeti, bir başkanları olması hususunda birleşir.
Hepsi o başkana yönelir ve onun emri alanda bulunurlar. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem bir savaşçı bölüğü gönderdiğinde, iki adamdan oluşsa bile
birisini başkan yapardı. Bu, özel bir bilgiye sahip değerli bir makamdır. Bu
bilgi her kimde bulunursa, onun imam ve önder olması gerekir.
Bakınız! Sahabe Usame b. Zeyd’in
komutan olmasını kınamıştı. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, onu ordunun
başına komutan yapmış, ordu şehrin dışına çıkmış, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem ordusuyla birlikte orada beklemesini emretmişti. Bölge Bizans
toprağıydı. Ordu içinde ise Hz. Ebü Bekir ve Hz. Ömer de vardı. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem, Üsame’nin komutanlığını eleştirenlere şöyle
demişti: ‘Artık söz uzamıştır. Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki, siz daha önce de
onun babasının komutanlığını eleştirmiştiniz. Usame bu işe layıktır.’ Melekler
Âdem’in halife olmasını eleştirdiğinde Allah Teâlâ bu konuda onlara cevap
verdiği gibi Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de Usame’nin komutanlığıyla
ilgili olarak sahabesine cevap vererek, Allah Teâlâ’nın ahlakıyla
ahlaklanmıştı.
Bir imam ve önder edinmek, âlemin
doğasında bulunmalda birlikte, dinî bir zorunluluktur. Başka bir ifadeyle bir
imam belirlemek, insanların genel özelliğidir. Şöyle diyebilirsin: ‘Peki imam
edinmede Şari’nin emir vermiş olmasını sebebi nedir? Niçin vacip olsun?’ Şöyle
deriz: Allah Teâlâ dinin ayakta tutulmasını emretti. Dinin ayakta tutulması,
insanların canları, malları ve aileleri hakkında güvende olmalarına bağlıdır.
Onlar, birbirlerinin saldırılarından güvende olmalıdırlar. Böyle bir güvenlik,
imam olmadan gerçekleşmez. Sonra, otoritesinden korkulan ve bağışlaması umulan
kişiye insanlar işlerini havale eder, onun etrafında toplanırlar. Daha önce
kalpleri malları, canları ve aileleri hakkındaki korkuyla doluyken, imamın
etrafında birleştiklerinde, kendilerini Allah Teâlâ’nın yapmakla yükümlü
tuttuğu dini (yükümlülükleri) yerine getir-
meye adarlar. Bir vacibin kendisiyle gerçekleştiği şey de
vaciptir. Binaenaleyh imam edinmek, dinî bir zorunluluktur.
imam (devlet başkanı) bir kişi olmalıdır
ki ayrılık çıkmasın. Çünkü ayrılık ve ihtilaf, maslahatın gerçekleşmesini
imkânsızlaştırdığı gibi bozulmaya da yol açar. Allah Teâlâ’nın bize
öğrenmemizi emrettiği ilahlığın birlenmesiyle -ki O’ndan başka ilah yokturneyin
amaçlandığını öğrenmiş oldun. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah
Teâlâ’dan başka ilah olmadığını bil.*173 Halbuki Allah Teâlâ, zatının
bölünmediğini bil veya O’nun bileşik olmadığını veya bir şeyden oluşmadığını
veya cisim olmadığını bil dememiş, sade. ce niteliği hakkında ‘O’nun
benzeri bir şey yoktur’174 buyurmuştur. Allah Teâlâ kullarına
akıllarıyla inceledikleri meseleleri bildirmeye kalkmamış, kitabında teorik
düşünmeyi sadece O’nun tek ilah olduğuna delil getirmek üzere yapmalarını
emretmiştir. Başka bir ifadeyle deliller, mertebedeki birliği gösterebilir.
.Dolayısıyla ‘İki ilah edinmeyin, o bir ilahtır’175 buyrulur, insanlar ise teorik
araştırmayı sürdürmüş, yükümlü oldukları maksadın dışına çıkmışlar, Allah Teâlâ
adına bir takım nitelikler belirlemişlerdir. Halbuki Allah Teâlâ onları
kendisi için tespit etmemiştir. Bu kez başka bir grup çıkmış, o nitelikleri Allah
Teâlâ’dan olumsuzlamışnr. Halbuki Allah Teâlâ onları olumsuzlamadığı gibi
Kitabında veya peygamberlerinin dilinde bu konuda bir ifade zikredilmemiştir.
Sonra akılcılar, Allah Teâlâ’ya isim verme hususunda görüş ayrılığına
düşmüşlerdir. Bir kısmı Allah Teâlâ’nın kendisine vermediği isimleri O’na isim
yapmıştır. Bu isimler tenzih anlamı taşısa bile, böyle bir isimlendirme,
isimlendirmeyi yapanın ve teorik aklıyla hareket edenin yetkisiz tasarrufudur.
Sonra insanlar Allah Teâlâ’nın zatı hakkında konuşmaya başlamışlardır. Halbuki
şeriat onlara Allah Teâlâ’nın zatı hakkında düşünmeyi etmeyi yasaklamıştı. Allah
Teâlâ ‘Allah Teâlâ sizi kendin, den sakındırır’176 buyurdu. Yani Allah Teâlâ’nın
kendisi hakkında tefekküre kalkışmayın. Böyle yaparlarsa, onların yetkisiz
tasarruflarına yasaklanan bir şeye dalmaya şeriata karşı çıkma eylemi de
eklenir. Bir kısmı ‘O cisimdir’ demiş, bir kısmı ‘cisim değildir’ demiş, bir
kısmı ‘cevherdir’ demiş, bir kısmı ‘cevher değildir’ demiş, bir kısmı
‘yöndedir’ demiş, bir kısmı ‘yönde değildir’ demiştir. Halbuki Allah Teâlâ,
genel olarak, herhangi bir yaratılmışın bu konuyu incelemesini emretmemiş, ne
olumlayana ne ölumsuzlayana bunu emretmiştir. Onlara âlemdeki bir varlığın
zatının gerçek bilgisi sorulsaydı, onu bile bilemezlerdi. Bu konuyu inceleyen
bir insana şöyle sorulabilir: ‘Nefsin bedenini nasıl yönetmektedir? İçin-
de midir, dışında mıdır? Yoksa ne
içinde ne dışında mıdır? Aklınla bunu düşün.’ Acaba hayvani cismin hareket
ilkesi olan bu ilave kısım, gören, tahayyül eden, düşünen ve duyan bu kısım,
neye racidir? Bire mi, çoğa mı? Araza mı cevhere mi yoksa cisme mi döner?
Şeriat delili olmadan akli deliler ile bu konu araştırılsaydı, kesinlikle
delil bulunamazdı. Akıl yoluyla ruhların süreklilikleri ve ölümden sonra
varlıkları bilinemezdi. Bu konuda benimsenen bütün deliller, dayanaksız ye
tartışılabilen delillerdir. Bu konudaki ileri sürülen her görüş imkan dahilindedir.
Mümkün ise, varlığının veya yokluğunun.zorunluluğunda akli delile dayanmaz.
Böyle olsaydı, onun ‘imkân’ olan hakikati başkalaşırdı. Öyleyse (bu konularda)
şeriatın nasla belirlediğinden başka bilgi imkânımız yoktur. Akıllı insan,
kendisini sadece zorunlu işiyle meşgul eder ve (akıl için belirlenmiş) sınırı
aşmaz. Süre kışa, nefesler az! Geçen nefes ise geri dönmez.
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ tek
ilahtır, O’ndan başka ilah yoktur. O, anlamlı isimlerle isimlendirilendir. O
isimlerin anlamlarının bir kısmi, sadece O’na ve bu mertebenin sahibine aittir.
Dostum! Bunların mahiyetine, niceliğine ve niteliğine dalma! Çünkü öyle bir
araştırma, yükümlülük alanının dışına çıkartır. İman yolunu ve Allah Teâlâ’nın
sana farz kıldığı şeyleri yapma yolunu tutarak ‘Gece ve gündüz
Rabbini zikret’.'77
Kastedilen, sana emredilen tehlil, tespih ve hamd türündeki zikirlerdir. Ve Allah
Teâlâ’dan çekin. Allah Teâlâ bilgisinden dilediklerini sana öğretirse, aklını
ve sırrını sana vereceği ve ihsan edeceği kendisi hakkındaki bilgiye tahsis et.
Faydalı iş, budur. Bu bilgi, kalbinin hayat bulmasını sağlayacak ve dünyada
onünla yürüyeceğin nurdur. Bu nur içindeyken kuşku ve şüphe karanlıklarından
güvende kalırsın. Onlar, fikrin sonucu olan bilgilere ilişen kuşkulardır.
Çünkü ışık kaçırtan demektir. Öyleyse ışık veya nur, göründüğü yerden
karanlıkları kovar. Allah Teâlâ hakkındaki tefekkürün verdiği bilgi iddia
edildiği üzere ışık ve nur olsaydı, bilginin bulunduğu yere kuşku veya şüphe
karanlığı hiçbir şekilde giremezdi. Halbuki bu karanlıklar orada bulunur.
Karanlık, ışığı kaçırma özelliğine sahip olmadığı gibi üzerinde otoritesi de
yoktur. Otorite, karanlığı kaçırtan ışığındır. Bu durum, kelamcıların ve konuyu
ele alanların Allah Teâlâ’nın zatı hakkındaki bilgisinin nur olmadığını gösterir.
Onlar, kuşku gelmezden önce bir bilgiye ve Rablerinden gelen bu konudaki bir
kesinliğe sahip olduklarını zanneder. Halbuki kuşku kendilerine gelene kadar
eksiklikleri onlara görünmez. Nereden bileceksin ki? Belki ‘şüphe’ olduğunu
iddia ettikleri kuşku, gerçek ve bilgidir. Çünkü kesin olarak şunu bilirsin:
Eşari’nin Mutezile’nin olumsuzladığı bir konuyu kabul etmesi, (kendisine göre)
gerçektir. Bu gerçek Mutezile’ye göre ise kuşkudur. Ya da Eşari’nin olumladığı
bir konuda Mutezile’nin olumsuzladığı delil, Eşari’ye göre kuşkudur. Her
mezhebin imamları vardır ve imamlar o mezhebi ayakta tutar. Onlar -söz gelişi
Eşarilerortak bir ad altında toplansalar bile, kendi aralarında görüş
ayrılığına düşmüşlerdir. Ebu’l-Meali, Kadı’dan, Kadı ise, üstadının vardığı
görüşten farklı görüşlere varmıştır. Üstad bir meselede şeyhten farklı
düşünceye varmıştır. Bununla birlikte hepsi Eşari olduğunu iddia eder. Aynı şey
Mutezile için geçerli olduğu gibi Allah Teâlâ hakkında ve inanç konularında
ileri sürdükleri görüşlerde filozoflar için geçerlidir. Her grubu bir makam ve
bir ad birleştirse bile, görüş ayrılıklarını sürdürürler. Onlar, kendilerini
bir araya getiren mezhebin esaslarında -çünkü feri konular, bu noktada dikkate
alınmazgörüş ayrılığı içindedir. Halbuki Adem’den Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem’e kadar ve onların arasında gelmiş geçmiş resul, nebi diye
isimlendirilenlerin Allah Teâlâ’nın mertebesi hakkındaki inanç esaslarında
görüş ayrılığına düşmediklerine tanığız. Her biri ötekini doğrular. Onlardan
birisinin inancında bir kuşkunun bulunduğunu veya Rabbi hakkındaki bilgisinde
şüphenin ortaya çıkıp bir delil vasıtasıyla onu giderdiğini duymadık. Böyle bir
şey olsaydı aktarılır, yazılır, kitaplar onu söylerdi. Nitekim kitaplar bu
konu söz söyleyen başka insanların (çelişkili) görüşlerini aktarmıştır. Nebiler
insanların canları, malları ve aileleri hakkında konuşmuş, bazı şeyleri yasaklamış,
mubah kılmış ve onlara yükümlülük yüklemişlerdir. Başka insanlar ise, böyle
bir otoriteye sahip değildi. Bu nedenle Allah Teâlâ hakkında peygamberlerde
ortaya çıkan görüş ayılıklarını nakletmek üzere amiller çoğalırdı. Çünkü
nebiler Allah Teâlâ’ya dayanmakta ve Allah Teâlâ’nın onları peygamber olarak
gönderdiğini söylemektedirler. Bu konuda mucizelerden ibaret olan bir takım
deliler de getirmişlerdir. Bütün bu şartlara rağmen, onlardan hiç birinden
Rabbi hakkındaki bilgisine kuşkunun bulaştığı aktarılmadığı gibi herhangi
birisi bu konuda diğer peygamberle görüş ayrılığına da düşmemiştir. Aynı şey,
görüş birliği içindeki peygamber takipçisi keşif sahipleri için geçerlidir.
Onlar da, Allah Teâlâ’yı bilme hakkında görüş ayrılığına düşmemiş, herhangi
birisinden keşfinde veya haber verişinde başkasıyla çelişecek bilgi
aktarılmamıştır. Fakat kendi düşünceleri söz konusu olduğunda durum farklıdır.
Çünkü fikirde insan diğer fikir sahipleriyle aynı konumdadır. Veliler arasında
çelişkinin bulunmayışı, onların bilgilerinin nur olduğunu ve kuşkunun onlara
ilişme imkânı bulamayacağını gösteren delillerdendir. Öyleyse nurun nur ehline
tahsis edildiğini örendin. Onlar nebiler, resuller ile onların şeriadarını
takip edip belirledikleri sınırları aşmayan, Allah Teâlâ’dan korkan, Allah
Teâlâ karşısında edebe sarılanlardır. Onlar Rablerinden bir nura sahip olanlardır.
Bu nur, nur üstüne nurdur. ‘Allah Teâlâ’dan başkasından gelseydi,
onda pek çok çelişki bulurlardı.,m Yani
Hakkın niteliği ve sahip olması gereken özelliklerde görüş ayrılığı ortaya
çıkardı. Çünkü inancını fikriyle araştıran kimse, bir durumda sürekli kalamaz.
Aksine düşünceyle hareket eden insan, her vakit ve halde, delil olduğunu
zannettiği şeyin verisine göre hareket ederek, bir hükümden o hükmün zıddı
başka bir hükme çıkar.
Kardeşim! Sana yararlı bilginin
nereden elde edileceğini gösterdik. O’nun doğru yolu üzerinde yürürsen,
bilmelisin ki, Allah Teâlâ senin elinden tutar, sana inayet eder, seni
kendisine seçer. Allah Teâlâ bizim ile hakkında düşünmeyi emretmediği konularda
fikirlerimizin otoritesi arasına perde çeksin! Zikrettiklerimizle insanların
karşılaştıkları kuşkuların gereksiz işlerle uğraşmalarından kaynaklandığını
öğrenmiş olmalısın. Görüş ayrılıkları bu nedenle ortaya çıkmış, fikir ve
arzuları insanlarla oynamıştır. Şâri’nin öğrenmelerini mubah kıldığı
hususlarda, iki insan görüş ayrılığına düşmemiştir. Allah Teâlâ onlardan görüş
ayrılığına düştükleri konularda bir şey talep etseydi, o konuda görüş
ayrılığına düşmezlerdi. İnsanların (ilahiyat bahislerinde) görüş ayrılığına
düşmüş olmaları, Hakkın onlardan böyle bir şey talep etmediğini gösterir. Şöyle
diyebilirsin: Görüş birliğine vardıkları şey nedir ki? Şöyle deriz: Her grubun
aklî delilleri başka bir ifadeyle, aklın zorunlu delili, bir yaratıcının var
olduğunda görüş birliği içindedir. Bu yaratıcı onları var etmiş, varlıklarında
ona dayanmışlar, o ise kendilerine muhtaç değildir. Bu konuda insanlar arasında
görüş ayrılığı yoktur. İşte Allah Teâlâ’nın kullarından ‘akıl yoluyla’ ispatlamalarını
istediği bilgi budur (yaratıcının varlığı). İnsanlar bu sınırda durmuş
olsalardı ve Hakk onlara peygamberinin diliyle kendisine izafe edilip isim
yapılması uygun şeyleri öğretseydi, kurtulurlardı. Halbuki insan aceleci
yaratılmıştır: O, kendinde bir düşünce gücü görmüş, bu gücü yerli yerinin
dışında kullanmış, Allah Teâlâ hakkında teorik düşüncenin verisine göre
konuşmuştur. İnsanların mizaçları birbirinden farklıdır ve düşünme gücü
mizaçtan doğmuştur. Bu nedenle teorik araştırma, mizaçların değişmesiyle
değişmiş, onun algısı ve algıladığı şey hakkındaki hükmü de değişmiştir. Allah
Teâlâ bizi doğru yola ulaştırsın. Hakkı imam edinen ve O’nun belirlediği
şeriata sarılarak o şeriat üzere yürüyenlerden etsin! Bunu ihsan edecek, Allah
Teâlâ’dır. O’ndan başka Rab yoktur.
Dostum! Bilmelisin ki, Allah Teâlâ
peygamberleri boş yere göndermedi. Akıllar, tek başlarına mutluluğu sağlayacak
hususları bilselerdi, peygamberlere gerek kalmaz ve peygamberlerin varlığı
anlamsızlaşırdı. Fakat kendisine dayandığımız Varlık bize benzemediği gibi biz
de O’na benzemeyiz. Benzeseydik, O’na dayanmamız O’nun bize dayanmasından öncelikli
olmazdı. Buradan kesin olarak şunu öğrendik: Bu makamda Yaratıcının bizim gibi
olmadığı ve bir hakikatin bizi birleştirmediği kesindir. Öyleyse insan zorunlu
olarak nereye varacağını, nereye ulaşacağını bilemeyecektir. Dayandığa kimsenin
katında mutlu olursa, mutluluk nedeni nedir? Bedbaht olursa, bedbahtlık nedeni
nedir? Çün(kü insan Allah Teâlâ’nın bu konudaki bilgisinden
bihaberdir. Allah Teâlâ’yı onun hakkındaki iradesini ve kendisini niçin
yarattığını (kendi aklıyla) bilmez ve bu konuda mutlaka Allah Teâlâ’nın
öğretmesine muhtaçtır. Allah Teâlâ dileseydi, her şahsa muduluğun sebeplerini
öğretir ve ona hangi yolda yürümesi gerektiğini açıklardı. Fakat böyle bir şey
dilemedi. Her topluma kendi cinsinden -başkalarından değilpeygamber göndermiş,
onların başına geçirmiş, insanlara ise peygamberin emrine girmelerini
emretmiştir. AL lah’ın böyle yapması, bu konudaki ezeli bilgisine göre, onlara
karşı delil getirmek üzere bir sulamadır. Allah Teâlâ peygamber olduğu
iddiasında doğruluğunu gösteren mucize ve deliller ile peygamberini destelder
ki ümmetine karşı delili olsun. Peygamberin ‘ümmetin hemcinsi’ olduğunu
söyledik, çünkü vakıa böyledir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onu melek
yapsaydık, yine insan yapardık.’179 .Yani insanlara gelen peygamber
melek olsaydı, yirie de bir adam suretinde inerdi Ki, melek olduğunu
bilmesinler. Çünkü (nebilik) mertebesine karşı haset, aynı cins arasında
olabilir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Yeryüzünde yürüyen mutmain melekler
bulunsaydı, onlara gökten melek peygamber indirirdik.’1110
Kavmin halifesi kendi oğullarından
Bu onlarm nefislerine daha ağır gelir
Onlardan olmasaydı,
doğrularlardı onu .
Hemcinslerinden başkasına haset etmezlerdi
İnsan bütün canlıların ve hayvanların
kendisinden daha aşağı bir mertebede olduklarını bilir. Bununla birlikte bir
hayvan -velev ki pislik böceği olsundile gelse ve ‘Size Allah Teâlâ’dan gelen
bir elçiyim, şunu yapın, şundan uzak durun’ deseydi, sıradan insanlar kendisine
uymak, saygı göstermek ve bereketinden yararlanmak üzere bütün güçlerini sarf
eder, hükümdarlar o hayvana itaat eder, doğruluğuna bir delil istemez, konuşmasını
doğruluğunun delili sayarlardı. Halbuki gerçek öyle değildir, sadece nebilik
mertebesine hemcinsleri olmayan birisi ulaştığında, haset ortaya çıkmamıştır. Allah
Teâlâ’nın yaratıklarını sınadığı ilk şey, onlara başkalarından değil,
içlerinden bir peygamber göndermesidir. Allah Teâlâ’nın peygamberlerin
doğruluklarını kanıtlamak üzere verdiği mucizelere rağmen, insanlara hakim
olan haset duygusu, doğruluğunu bildikleri ve kesin olarak inandıkları bir şeyi
taşkınlık ve büyüklenme nedeniyle onları inkara zorlamıştır. Allah Teâlâ şöyle
der: ‘Onu inkâr ettiler, halbuki içlerinden kabul etmişlerdi.,m Yani
kendilerine zulüm yapmışlardır. ‘Büyüklük taslayarak.,m Bu ise,
kendilerine gönderilen peygambere karşıdır. Allah Teâlâ’ya karşı büyüklenme
duyguları da buna dahildir. Böyle birine ‘Be adam! Seni yaratana karşı nasıl
büyüklenirsin?’ denilse, böyle bir davranıştan Allah Teâlâ’ya sığınarak şöyle
derdi: ‘Allah Teâlâ katından görevlendirildiğini iddia eden bu insan yalan
söylemektedir. Allah Teâlâ’nın böyle birini bize göndermesi mümkün değildir. ‘Kuran
o iki yerden büyük bir adama indirilseydi ya derler.Ona ‘Bu
peygamber Allah Teâlâ’dan size gönderilen elçi olduğunu ispatlayan delil ve
alamet getirmiştir’ denilse, bu kez şöyle derdi: ‘Sihrin gerçek olduğunu
bilmiyor musun? Onun gösterdiği ‘mucize’ de bu kabildendir.’ Sıradan bir insana
böyle denilir. Bilgin, filozof ve seçkinlere gelirsek, onlara şöyle denilir:
‘Siz bu mucizeleri onun iddiasının doğruluk delili saymıyor musunuz?’ Nefisleri
ve onların güçlerini bilenler şöyle cevap verir: ‘Nefsin güçlerinin âlemin
cisimlerine etki edecek bir mertebeye ulaşacağını biliyoruz. Peygamberin
gösterdiği de bu kabilden olmalıdır.’ Bu hususta ‘nazar’ gücüne sahip
insanlardan veya zecr vb. sihir sanatına benzeyen örneklerden delil getirirler.
Yıldızların hareketlerini bilen ve onların güçlerini gören bu gücün unsurdan
oluşan âleme belirli ölçülerde yayıldığını gören birisi şöyle der: Tali ona bu
imkânı vermiş, yıldızların ruhaniliği ona yardım etmiştir. O bu talide meninin
rahme düşmesi esnasında bulunmuş, ondan şereflenmiş ve bu güçler ona değerli
bir nefis kazandırmıştır. O da bu nefis vasıtasıyla ilahiyat bahislerinde yüce
mertebelere ulaşmıştır.’ Gök bilimcinin söylediği doğrudur. Fakat Allah Teâlâ,
bütün bunları kendisini yaratırken ulvi âleme yerleştirmiştir. Bu durum, Allah
Teâlâ’nın kendisiyle kullarını sınadığı bir imtihanıdır. Onlar, bu özeliği o
ruhani güçlere izafe ederek Allah Teâlâ’nın bu konuda peygambere olan
bakışından soyudayınca, bu davranışlarıyla ‘kâfir5 (gerçeği örten)
diye isimlendirilmişlerdir. Halbuki onlar, doğru söylemişlerdi, fakat Allah
Teâlâ âlemi böyle düzenlemiş, bilgilerindeki bilgisizlikleri yönünden (bu
inançsızlık) onlara gelmiştir. Bu bağlamda bir grup şöyle demiştir: ‘Bilgi bir
perdedir.’ Gerçek öyle değildir, çünkü onların bu konudaki bilgileri, Allah
Teâlâ’nın yıldızların ruhaniliklerine yerleştirdiği özellikleri ortadan
kaldırmaz. Onların içine düştükleri yanlışlık, bilgilerinden değil,
bilgisizliklerinden kaynaklanmıştı. Peygamberlerin sayesinde muduluk yolları
ortaya çıkınca, Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ona
yolu açıkladık, şükreden veya kâfir olur.’184 Geride Allah Teâlâ’yı kullarına amel
nasip etmesi kalmıştır. Bu amel, kendilerine emrettiği şekilde, peygamberine
uyarak yapılır. Onlar, emir ve yasaklarında peygambere uyar, onun belirlediği
sınır ve esaslarda durur. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’
Bu menzil, tenzil ilmini, isimler
ilmini, imtihan etme ilmini, illetler, nispetler ve haberler ilmini,
delillerin kaynağının ilmini, onların medlûl hakkında çoğalmasının bilgisini,
ihtisas ilmini, mertebeler, nitelikler ve kaza ilmini, imamlık ilmini,
şeriadar, intikaller, umut, feyiz ve beka sebeplerinin ilmini, tercih ilmini
içerir. Bu ilimden ihsanlar arzularına uyar, hakikati bırakır ve onu göz ardı
ederler. Allah Teâlâ bu niteliğin bulunmasından bizi korusun. Allah Teâlâ’m!
Seni tenzih eder ve seni överiz. Senden başka ilah yok. Bağışlanma diler, sana
dönerim.
Muhammedi Mertebeden, Müjdelenene Gelen Müjdenin
Bilinmesi
Ödül gerekir ona, gönderen Kerim’den '
Hatmü’l-velayet de getirdi onu ;
Tıpkı gönderilmiş nebinin getirdiği gibi . . r,
İki hatemlikten de payımız çok
Bu bir veraset, indirilmiş kitapta bize
gelen
Son mısrada şair ‘Bana
ve Yakup oğullarına varistir’1*1 ayetine
işaret etmektedir. Bilmelisin ki, ilahi meşiyetin fiilde bir etkisi vardır. Bu
nedenle tercih edeninde -kendiliğinde değiledilgenliği kabul etmeyene ilişmesi
olumsuzlanmıştır. Bu durum, kulun dilemesinden ve iradesinden farklıdır. Çünkü
kul bir şey diler ve iradesi dilediğine ilişirse, o şey bazen meydana gelirken
bazen gelmez. Bunun için Allah Teâlâ bir şey yapmak istediğimizde, ‘Allah
Teâlâ dilerse’ dememizi emretti. Böylece Allah Teâlâ’nın iradesine bağladığımız
fiil gerçekleştiğinde, asıl itibarıyla Allah Teâlâ’nın hükmüyle ve O’nun
meşiyetinden meydana gelir. Bizim meşiyetimizin ise, onun var oluşunda etkisi
yoktur, fakat bir hükmü vardır. Bu hüküm, Hakkın söz konusu şeyi bizim meşiyet
ve irademizin varlığıyla dilemiş olmasıdır. Dilediğimiz şeyin varlığı ise, Allah
Teâlâ’nın meşiyetinden meydana gelmiştir. Öyleyse bizim meşiyetimizin de
bulunup fiile ilişmesi gerekir. Bu durum ‘Siz, Allah
Teâlâ dilemeden dileyemezsiniz’186 ayetinde belirtilir.
Kast edilen, bir şey dilediğinizde demektir. Bununla birlikte akla göre gerçekleşmesi
imkânsız bir şeyi -ilahi meşiyet ona ilişmemiştirAllah Teâlâ’nın ‘dileseydi yapardı’
diye bize bildirilmesinin faydası, şunu öğretmektir: İlahi meşiyetin varlığına
ilişmesi olumsuzlanan o şey, mümkün olması nedeniyle, kendisine göre imkânsız
değildir. Çünkü söz konusu şeyin kendiliğinde iki durumdan (olmak ve olmamak)
birisini kabul etmesi gerekir: Bu durumda mümkün, bir tercih edene muhtaçtır.
Halbuki özü gereği imkansız öyle değildir. Çünkü onun varlığına meşiyetin
ilişmemesinin
olumsuzlanması imkânsızdır. O kendisi nedeniyle var olamaz. . ,
Bazı insanlara göre, Allah Teâlâ kendisi
nedeniyle varlığı imkânsız bir şeyi var etmek dileseydi, onu var ederdi. Allah Teâlâ’nın
imkânsızı var etmeyişinin nedeni, varlığını dilememiş olmasıdır. Böyle bir
görüş sahibi şöyle iddia etmiştir: Allah Teâlâ imkânsıza imkânsızlığı, vacibe
zorunluluğu ve mümküne imkânı vermiştir. Böyle bir görüş sahibi ne dediğini bilmiyordur.
Çünkü Allah Teâlâ, kendisi nedeniyle varlığı zorunlu olandır ve kendisi
nedeniyle zorunluluğu verenin kendisi olması, gerekirdi. Bu durumda ise
dileseydi, varlığı zorunlu olmazdı sonucu çıkar, bu durumda Hakkın varlığı,
kendisi nedeniyle tercih eden olurdu. Bu durumda o adeta şairin dediği gibidir:
Kendisini Araplaştırmak istedi de
Böylece acem oldu
Çünkü bu görüşü ileri süren insanlar Allah
Teâlâ’ya iktidarının nüfuzu özelliğini nispet etmek istemiş, halbuki iktidarın
ve kudretinin neyle ilgili olduğunu anlamamış, gerekli olmayan bir şeye ilahi
iktidarı bağlamış, Hakkı ise farkında olmadan mümkünlerden birisine
çevirmiştir. Öyleyse gerçekleşmeyen bir konuda ‘Allah Teâlâ dileseydi’ demenin
yararı, zatına göre o şeyin gerçekleşmesinin mümkün olduğunu bildirme amacı
taşır. Öyleyse Allah Teâlâ’nın gerçekleşmeyen bir konuda ‘dileseydi’
(gerçekleşirdi) diye bildirmesinin yararı, söz konusu şeyin kendisine göre gerçekleşmesi
mümkün bir şey olduğunu bildirmektir. Böylelikle Allah Teâlâ bizim için mümkün
olan ile mümkün olmayanı ayırt etmiş, meşiyet ve iradesinin imkânsıza
ilişmesini olumsuzlamıştır. Allah Teâlâ’nın irade ve meşiyetini ilginin
olumsuzlanması yoluyla imkânsıza bağlamasına misal olarak, ‘Allah
Teâlâ dileseydi, çocuk edinirdi\lS7 ‘Eğlence isteseydik, katımızdan
edinirdikms ayetlerini verebiliriz. Böyle bir
şey imkânsızdır. Nasıl olur da Allah Teâlâ’yı iradenin olumsuzlanması altına
sokar? Böyle bir özellik, mümküne aittir. Cahil saydığımız ve görüşünü yanlış
bulduğumuz kimsenin işaret ettiği husus budur.
Bilmelisin ki, ezeli bilgisinde böyle
bir şahsın yaratılmış olmasını belirlemiş olması, ilahi cömerdiğin zirvesidir.
O şahıs bozuk aklıyla O’nun hakkında hüküm vermiştir. Böyle bir hüküm verince,
akimın böyle bir şeye inandığı hükmü verilir. Böyle bir hüküm, Allah Teâlâ
hakkında bilgisizliğin son kertesidir. Allah Teâlâ iradesinin kendisi nedeniyle
gerçekleşmesi imkânsız olana ilişmeyeceğini bildirmiştir. Yetkin akıl sahibi
buradan iradenin ilişmesinin doğru olmadığı şeye ilişmesinin reddini kabul
eder. Zayıf akıllıysa, bu ifadeden şunu anlar: Allah Teâlâ ‘şayet (lev)’
dememiş olsaydı, mutlaka onu yapardı. Bu kanaate aklı yatar ve kalbi kırılmaz,
çünkü bu düşüncesiyle ilahi iktidarın her şeye nüfuz ettiğini söylemek istemiş
ve Allah Teâlâ hakkında iyi bir şey söylemek istemiştir. Kamil akıl sahibiyse, Allah
Teâlâ’nın kendisine olan ihsanını bilir, aklını öyle eksik akıl yapmadığı için Allah
Teâlâ’ya şükreder. Bilir ki, Allah Teâlâ kendisine böyle kıt akıllının
ulaşamayacağı bir derece vererek üstün kılmıştır.
Bir topuluk, Allah Teâlâ’nın
imkânsıza da güç yetirebileceğim ileri sürmüştür. Söylenmesi gereken şudur: Allah
Teâlâ -kendisinin de söylediği gibiher şeye güç yetirir. Kudret ilişeceği
mahallini talep ettiği gibi irade de ilişeceği mahalli talep eder. Allah
Teâlâ’nın bilgisi de -ister olumlama ister olumsuzlama veya varlık veya
yokluğunu bilme şeklinde olsunilişeceği mahalli talep eder. Duyma, görme ve
Hakka kendisini nedeniyle nispet edilen her nitelikte durum böyledir. Aklı bol
ve bilgili insan, bütün nispederin neyle ilgili olduğunu bilerek nispeti ilgili
olduğu şeye bağlar. İşleri böyle bilen insan, Allah Teâlâ’nın ilahi meşiyete (Allah
Teâlâ dilerse sözüyle!) kendisini bağlamadan yapmayacağı işleri söyleyene
vereceği cezayı da bilir. İnsan fiilini Allah Teâlâ’nın iradesine bağlarsa, o
davranış (yâpılmadığında) Allah Teâlâ’nın cezalandırması söz konusu olmaz.
Çünkü Hakk yaratıklarının elleriyle ortaya çıkan amellerde gerçek yaratıcı
olarak gizlenmiştir. Hiç kimsenin -yaratma yönündenfiillerde etkisi yoktur;
fiillerde hükmü ortaya çıksa bile, bu, bir etki değildir, insanlar, etki ile
hükmü ayırt edemez. Allah Teâlâ bir hareketi veya varlığı maddelerde bulunacak
herhangi bir anlamı var etmek dilediğinde -ki o kendi başına var olamaz-, kendi
başına var olmayan o şeyin yaratılışının kendisinde ortaya çıkacağı bir yer
bulunmalıdır. Yer ve mahal, mümkünün varlığında hüküm sahibidir, fakat bir
etkisi yoktur. İşte iyice incelersen, etki ve hüküm arasında böyle bir fark
vardır. Böyleyken kul ‘yaparız’, ‘işleriz’ nasıl der ki? Halbuki onun fiilde
genel olarak bir etkisi yoktur. İşte Allah Teâlâ bu nedenle onu cezalandırır.
Allah Teâlâ kullarının böyle
yapacağını ve onların böyle sözler söyleyeceğini bildiği için, cezalandırmadan
kurtulsunlar diye, istisnayı (Allah Teâlâ dilerse) söylemelerini emretmiştir.
Bunun için gelecekteki bir davranıştan vazgeçince, öncesinde ‘istisna yapan’
suçlanmaz. Çünkü böyle bir insan fiili kendine değil, Allah Teâlâ’ya izafe
etmişti. Fiili Allah Teâlâ’nın iradesine bağlamak, yaratıklara fiilleri izafe
etmekle çelişmez, çünkü onlar, ilahi fiillerin zuhur ettiği yerdir. Bu ölçüdeki
bilgiyle akıl sahiplerinin dereceleri farklılaşır. Bakınız! Hakk şöyle der:
‘Ey iman edenler.’ Halbuki akıl veya bilgi sahipleri dememiştir. ‘Niçinyapmadıklarınızı
söylüyorsunuz™9 Çünkü
bilgili ve akıllı insan, Allah Teâlâ dilerse şeklinde istisna yapmaksızın,
yapmayacağı bir şeyi söylemez. Çünkü bilir ki, fiil, -kendisine değilsadece Allah
Teâlâ’ya aittir. Böylelikle Allah Teâlâ, bir kısmının diğerlerinden üstün
olduğu öğrenilsin diye, âlemin tabakalarını ayırt etmiştir. Öyleyse akıllı
alimler, bütün genel hitaplarda Hakkın dikkate aldığı kimselerdir, çünkü onlar,
sözün bağlamlarını bilenlerdir. Böylelikle onlar, bu. hitap vasıtasıyla âlemde
hangi sınıfın amaçlandığını da bilirler. Bu nedenle ‘tefekkür edenler’,
‘bilenler’, ‘akıllılar’, ‘ince akıl sahipleri’ için değişen ayeder nedeniyle
sınıflar farklılaşmıştır. Allah Teâlâ Kuran’da ‘insanlara ulaştır’ buyurur.
Burada, tebliğ olmanın dışında başka bir şey anlamayacak özel bir grup
kastedilmiştir. ‘Onunla korkutsunlar diye.’ Bu hitap ise, belirlenen başka bir
grup hakkındadır. ‘Bilsinler ki, O tek ilahtır.’ Bu ise, bu hitapla yükümlü
belirlenen başka bir gruptur. ‘İnce akıl sahipleri öğüt alsın."90 Bu ise başka bir grup için
söylenmiştir. Kuran-ı Kerîm kendiliğinde tektir, fakat ondan bir ayet lüb
sahibi için ‘öğüt’, birliği öğrenmek isteyen için ‘tevhit5, çekinen
için ‘korkutma’, dinleyen için ise sevap alsın diye ‘tebliğ’ olur. Bu kısma
misal olarak, dili bilmeyen yabancıyı verebiliriz. Böyle insanlara Allah
Teâlâ’nın kelamı -Allah Teâlâ’ya nispet edilmesi yönüyleöğüt verir. Onlar ise,
kendi dillerine tercüme edilip de açıklanana kadar, sözün anlamını bilemezler.
ilahi hitaplar arasında yer alan
hususlardan birisi de, müjdelerdir. Bunlar, iki kısma ayrılır. Bir kısmı
üzüntüyle müjdelemektir: ‘Onları acı azapla müjdele.’191
Bir kısmı ise ‘Onu mağfiret ve büyük bir ecirle müjdele’192 geçtiği üzere, sevindirici şeylerle
müjdelemektir. Gelişi insanın görünen derisini etkileyen her haber, müjdedir.
Bu ise, iki adamda meydana gelebilir: Birincisi nefsi öyle bir güce sahiptir
ki, varlığındaki kemal nedeniyle derisi başkalaşmayacak durumdadır, ikinci
kişi ise, haberi verenin sözünü doğrulamayandır. Geride şu kalır: Acaba haber o
kişinin içine etki etmiş midir, etmemiş midir? Verilen haber insanın içine
etki ederse, böyle bir insan iki kişiden biridir: ya verilen haberin gerçekleşeceğini
kesin olarak bilen biridir veya bunu imkan dahilinde kabul edendir. Onun
nefsine etki etmezse, bilen olmadığı gibi doğrulayan da değildir. Bu durumda
birinci kişi için bu haber, onun nefsindeki hayali suretlerle -ki bu suretler
haberin sonucunda meydana gelmiştirilgilidir. O insanın hayalinde duyusal
surete benzeyen ve (haberin sonucunda meydana gelen) suret meydana gelmeseydi,
haber onun hakkmda bir müjde olmaz ve dışında gözükmese bile, batınında sevinç
ve üzüntü meydana getirmezdi. Ruhlar maddelerden soyutlanmış olsaydı, onlar
hakkında müjde geçerli olmaz, sevinç ve hüzün meydana gelmez, bu durumda iş,
onlarm hakkında ‘soyut bilgi’ olarak kalırdı. Çünkü ruhani hazzın sebebi,
müşterek duyudur. Müşterek duyu ise, mizacın kendisine uygun veya uygun olmayan
ve benzeri şeylerden etkilenmesinden duyum alır. Soyut ruhların ne hazzı ne
elemi vardır! Bu durum, tasavvuf yolunda ariflerin bir kısmı için gerçekleşir.
Ebu Yezid şöyle der: ‘Bir vakit güldüm, bir vakit ağladım. Artık ne gülüyorum ne
ağlıyorum.’ Işte bu durum, söylediğimizin ta kendisidir. Çünkü Ebu Yezid,
doğasına bakmaksızın, mücerret ruhuyla kalmış, ‘sırf bilgi’yi müşahede etmiş,
Hakkın ilahlık yönünden olan tevhidini düşünmekten zatının tevhidini düşünmeye
doğru yükselmiştir. Yöneldiği tevhit, mümkünün ilgili olduğu mertebe jyönünden
olan tevhit değil, Hakkın zaü nedeniyle sahip olduğu tevhittir. Bu tevhitte
Hakkı nispet ve izafederden soyudanmış Bir olarak değil, Bir olarak müşahede
eder. Bu tevhitte Hakk, mümkünler için bilinmezdir, O’na ‘kendisi nedeniyle
bilendir’ özelliği nispet edilmez. Öyleyse O, bu tevhitte kendisinin aynıdır;
yoksa ‘ne aynı ne gayrı’ olması yönüyle tevhitten şöz etmiyoruz. Bu, kendisine
ilişme yönünden âlemin tecridindeki en üstün mertebedir. Binaenaleyh bu, (niteliklerin
birliği anlamındaki) vahdaniyetin değil, (zafa özgü salt birlik anlamındaki) ,
ahadiyetin kemalidir. Vahdaniyetin kemali, birliğinin inançlara nüfuz
etmesinden ortaya çıkar, çünkü vahdaniyete göre bir olan, O’nu birleyenleri
talep eder. Ahadiyet ise, bunu talep etmez. Misal olarak cismanıyi
verebiliriz. Cismani, hükmünün ortaya çıkması için, cisimleri talep eder.
Öyleyse sevindirici ve üzücü
sebeplerle karşılaştığı halde haz almayan ve üzülmeyen ya da haz verici
bilgileri elde edişte maddi ve manevi şeylerle haz almayan arifi gördüğünde,
onun içinde bulunduğu halinin ‘doğadan tam soyudanma’ olduğunu bilmelisin. Allah
Teâlâ’yı bilen alimlerin peşinden koştuğu fakat azınlığın kendisini bulduğu ‘Allah
Teâlâ’ya benzerliğin en güçlüsü budur. Onu bulan azınlığa, bu vecd nadiren
eşlik eder. Allah Teâlâ onu dilediği kullarının bazı düşüncelerine ihsan eder
ve bu ihsan sonucunda arif, zikrettiğimiz zati tevhidi öğrenir. Akıllılardan
bir grup, kemal ile haz almayı ve sevinmeyi bu mertebeye nispet etmiştir,
elAhad böyle bir nitelikten münezzehtir. Fakat ilahi vahdaniyet (niteliklerin
birliği), bu sözü benimseyenlerin kendisine bakıp da farkına varmadıkları
şeydir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Farkında değillerken onları
yanıltacağım, onlara mühlet vereceğim, benim tuzağım güçlüdür.’193
Zatı yönünden Hakkı düşünen kimse, söylediğimizi bilir. İlahlığı yönünden O’nu
düşünen de söylediğimizi bilir. Bakınız! Peygambere gelen ilahi vahyin başlangıcı
rüyalardan ibaretti. Bunlar, ümmet içinde nebiliğin kesilmesinden sonra kalan
şeylerdir. Gerçeği olduğu hal üzere bilmeyenler, bu durumun bu ümmet için bir
eksiklik olduğunu zannetmiştir ki gerçek, vahyin taksimini bilmeyenlerin
zannettiği gibi değildir. Çünkü sahih rüyalar, Haktan kullarına dönük doğrudan
bazen de vasıtalı olan en genel vahiydir. Nebiliğin özelliği, zorunlu olarak
vasıtalı olmaktır. Binaenaleyh melek, bu vahiyde bulunmalıdır. Rüyalar ise
öyle değildir. Arif kul, sahih rüyalar devam ederken, nebilikten kaçırdığına
üzülmez. Bununla birlikte insanlar, bu rüyalarda derece derecedir: Bir kısmı
rüyasında vasıtadan ayrılmazken bir kısmında vâsıta kalkar. Misal olarak
Fertleri ve Hızır’ı verebiliriz. Onlar, vasıtaların ortadan kalkmasıyla, rüya
görür ve onların nebilikleri böyledir. Bu nedenle onların hüküm koyabileceğini
reddederiz. Binaenaleyh sahih rüyalardan ortaya çıkan herhangi bir hüküm,
rüyadan vasıtayla meydana gelir. Söz konusu hüküm, peygamberin getirdiği vahyin
özel bir (yönünü) açıklamakla sınırlıdır. Hükmün bulunmadığı ,kısım ise, zatının
kemale erdirmek üzere, soyut bilgi olmak üzere vasıtanın ortadan kalkmasıyla
gerçekleşir. Peygamberler vahyin rüyalar ile onun dışındaki farklı türlerini
elde etmekle, diğer insanlardan üstündür. Bu diğer kısma misal olarak,
meleklerin kalplerine veya duyularına gelmesini verebiliriz. Onlar sahih
rüyalar da görürler. Onlar kutuplar-teklerdir. Biz ise, sadece tekleriz, kutup
değiliz. Burada ‘kutup’ derken, mucize ve ayetlerle desteklenip âlemin
maslahadarını şamil idari kanun merdivenin etrafında döndüğü kimseyi kastetmekteyim.
Allah Teâlâ bizi verdiği müjdelerle sonsuza kadar uyuyup bir daha
uyanmayanlardan etsin!
Sehl b. Abdullah, Abadanlı bir adama
kalbin secdesini sormuş. Sehl kalbinin secde ettiğini görmüş, zamanındaki
şeyhlerden bir gruba bunu arz etmiş, onlar ise aym hali tatmadıkları için ne
söylediğini anlamamışlardı. Bunun üzerine Sehl konuyu bilen birini bulmak
üzere yola çıkmış. Abadan’a gelince, bir şeyhin huzuruna girmiş ve ‘Üstat!
Kalp secde eder mi?’ demiş. Bunun üzerine şeyh ‘Eder, sonsuzluğa secde eder’
demiş. Yani secdeden başını kaldırmaz. Bu sorusuyla Sehl, Allah Teâlâ’nın
kendisini kalbinin secdesine muttali ettiğini anlamış, onun gereğine uymuş,
dünyada başını secdeden kaldırmamış, ahirette de kaldırmayacaktır. Bu nedenle Sehl,
bir daha bir şeyin gerçekleşmesi veya gerçekleşmiş olanın kaldırılması için
dua etmemişti. İşte bu, ariflerin bile bilmediği meçhul bir makamdır. Bu
makamda tekler (Efrad) sabit durabilir.
Nebilere seçkin ve sıradan insanlar
için hüküm koyma yetkisi verilip (ahlakta uyulan) ‘örnek’ haline
getirilmeselerdi, onların durumu zikrettiğimiz gibi olurdu. Fakat nebiler,
şeriat getirme esnasmda kalp secdesinde huzuru esas almışladır. Bu hal, hiçbir
zaman ortadan kalkmayacak şekilde, eşlik eden halin hükmünün verdiği gücün
zirvesidir. Nebi olmayan bu hali bilince, zorlanır. Pek çok yerde eşyada ilk
olanın Allah Teâlâ’ya nispet edilmeye daha uygun olduğunu söylemiştik. İlkler,
kuşkunun girmeyeceği doğrulardır. Aynı zamanda ilk düşünme, ilk bakış, ilk
duyuş, ilk hareket ve ilk sözde zafiyetin giremeyeceği bir güç vardır. Sadece Allah
Teâlâ için olabilecek bütün ilklerde şirk bulunmaz. İlkten sonra ise, ona
girenler girebilir ve girenlerin bir kısmı doğru bir kısmı yanlış olabilir.
Peygambere ilk gelen vahyin sahih riiya oluşuna bakınız! Böylelikle sahih
rüyalar, vahiyde ilklik mertebesini kazanmıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem’in gördüğü her rüya sabah aydınlığı gibi gerçekleşirdi, çünkü sabah
aydınlığı, rüya gören insanın uykudan uyanması gibi, geceden ortaya çıkıştır.
Validemiz Hz. Aişe’nin yaptığı benzetmenin güzelliğine bakınız! Böylelikle Allah
Teâlâ, bu ümmetin ricali için hiçbir zaman yanılmayan vahyin başlangıcı olan
rüyaları geride bırakmıştır. Zikrettiğimiz ve dikkatini çektiğimiz hususu
anlarsan, Allah Teâlâ’nın bu ümmete inayetini de öğrenirsin. Allah Teâlâ vahyin
özeti olan şeyi onlar için geride bırakmıştır. Bu menzille ilgili bu kadar
açıklama yeterlidir.
Bu menzil
ilimler arasından tenzih ilmini, ilahi tevhit ilmini (ulûhiyetin birliği), ulvi
ve süfli âlemin tenzihini, meşiyetin ve kelamın bilgisini, ameller ve
tafsillerinin bilgisini, ilahi muhabbet bilgisini -bütün yönlerden değilözel
bir yönden içerir. ‘Özel yönden’ derken, Allah Teâlâ’nın tövbe edenleri,
temizlenenleri ve müminleri sevmesini kastetmekteyim. Sevgi yönleri, bu
tabakaların denk olmayışı nedeniyle, birbirinden farklıdır. Öyle olmasaydı, bu
konuda ayrıntının faydası ne olurdu ki? İlahi yolların bilgisi, nefislerin
riyazet ve mücahedelerinin bilgisi, varidatta sebatın bilgisi, cinse uygun
şeyle desteklenme bilgisi, azarlama bilgisi, dünyâdaki cezanın bilgisi,
inayetin bilgisi, başarısızlığın bilgisi, yaratıklarm mertebelerinin bilgisi bu
menzilden öğrenilir. Gerçek bilginin hayalî olandan ayrılması, tamamlık bilgisi,
nurlar bilgisi, kınanan ve övülen şirkin bilgisi, iman mağfiret ve varlıklarla
ilgili sevginin bilgisi, bunlardan övülenlerin bilgisi, müjdelerin bilgisi,
karşısmda dürüst davrandıklarında Allah Teâlâ ehlinin desteklenmesinin
bilgisi, bu menzilden öğrenilir. .
‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru
yola ulaştırır.’ Alemlerin Rabbi Allah Teâlâ’ya hamd olsun.
ÜÇ YÜZ YİRMİ DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Bazı İlahi Mertebelerde Kadınların Adamlarla Bir Araya Gelmesinin Asımiyye Mertebesinden
Bilinmesi
Nisa (kadınlar) erkeklerin yarısı Ruhlar ve
bedenler âleminde
İkisi hakkındaki hüküm bir İnsan diye ifade
edilendir o
Kadın geçici olarak ayrılmış erkekten Bu
geçicilikle kadın ayrıldı erkekten
Birleşme
mertebesinden, hüküm o ikisi hakkında verilir
Dışta birlik hakikatiyle (ikisi insandır) , . .
Göğe ve yere bakınca
Ayırırsın, gerçek bir fark yokken, ikisini
İhsana tek hakikat olarak bak
çıkışını gör
Allah Teâlâ sana yardım etsin,
bilmelisin ki, ‘insanlık’ kadın ile erkeği birleştiren bir hakikattir. Bu
nedenle erkeklerin kadınlar üzerinde insanlık yönünden üstünlükleri yoktur.
Nitekim insan, âlem olmada da büyük âlem ile ortaktır ve âlemin insan üzerinde
bu yönden bir üstünlüğü yoktur. Bununla birlikte ayette, erkeklerin kadınlardan
bir derece üstün olduğu belirtildiği gibi göklerin ve yerin yaratılışının
insanin yaratılışından daha büyük olduğu da belirtilmiştir. İnsanların çoğu
ise bunu bilmez. Yine de (varlıklarını yokluklarına) tercih edenin varlığına
delil ve alamet olmada gök ve insan oraktır: ‘Siz mi zor yaratıldınız,
yoksa gök mü? Onu inşa etti.’194 Allah Teâlâ
göğe özgü şeyleri, sonra yeryüzünü zikretmiş, yuvarlak oluşundan ve başka
özelliklerinden söz etmiştir. Bütün bunlar, göğün (yaratılış itibarıyla)
insandan üstünlüğünü belirtmek üzere zikredilmiştir. Gök ve yerin insandan
üstün olmasını sağlayan derecenin erkeğin kadından üstün olmasını sağlayan
derece olduğunu gördük. Başka bir ifadeyle söz konusu derece, insanın göğün ve
yerin edilgeni olması ve o ikisinin arasında meydana gelmesinden ibarettir. Edilgen,
edilgeni olduğu failin gücüne sahip değildir. Havva’nın Âdem’in edilgeni
olduğunu ve onun sol kaburgasından yaratıldığını gördük. Böylelikle Havva,
kendisinden meydana geldiği erkeğin derecesine katılmayacak derecede eksik
kalmıştır. Erkeğin mertebesini ise, kendisinden yaratıldığı şey kadar bilebilir
ki o da kaburgadır. Böylelikle kadın erkeğin hakikatini algılamaktan eksik
kalmıştır. İnsan âlemi ancak kendi varlığına âlemden alınarak (yerleştirilen
unsurlar) ölçüşünce bilebilir, başkasını bilemez. İnsan, onun değerli bir
özeti olsa bile, bütün olarak âlemin derecesine katılamaz. Kadın da bu özetin
bir özü olsa bile erkeğin derecesine katılamaz. Öyleyse kadın edilgenlik
mahalli olması itibarıyla doğaya benzer. Erkek ise öyle değildir, çünkü erkek sadece
suyu rahme bırakır. Rahim, yaratma ve meydana getirmenin gerçekleş
tiği yerdir ve bu sayede türün bireyleri, rahmin düzgün bir insan haline gelene
kadar yaratılış sürecinde edilgenlik ve yaratma özelliğini kabul etmesiyle
kadında meydana gelir. Bu ölçüyle erkekler kadınlardan ayrışmış ve yine bu
nedenle kadınların akılları erkeklerin akıllarından eksik kalmıştır. Çünkü
kadın aklı, yaratılışı aslında erkekten aldığı kadarını bilebilir. Kadınlardaki
din eksikliğine gelirsek, bu bağlamda karşılık, amel ölçüsündeyken amel
bilgiden meydana gelir. Bilgi, bilenin kabiliyetine, onun kabiliyeti ise
yaratılış esnasındaki istidadına bağlıdır. Kadının istidadı, erkeğinkinden
eksiktir, çünkü kadın, erkeğin parçasıdır. Dolayısıyla kadın dini kabulde
erkekten eksik olmuştur.
Bu bölüm, kadın ile erkeğin
kendisinde birleştiği niteliği ele almayı gerektirir. Bu nitelik, hakikatler
yönüyle, zikredilen hususta her ikisinin ‘edilgenlik’ makamında bulunmasıdır.
Kadın ve erkeğin ortak davranışları nedeniyle gerçekleşen birliğe gelirsek,
misal olarak ‘Müslüman erkek ve müslüman
kadınlar... Allah Teâlâ’yı çok zikreden erkek ve kadınlar’,195 ‘Tövbe
eden, hamd eden, tespih eden erkek-kadınlar’,196 ‘Tövbe eden, tespih eden kadınlar’197 ayetlerinde geçen ortak zikredilmeyi
verebiliriz. Allah Teâlâ’nın peygamberi, şöyle buyurur: ‘Erkeklerden pek çok
kimse, kadınlardan ise İmran kızı Meryem ile Firavun’un eşi Asiye kemale erdi.’
Erkek ve kadın kemalde birleşmiş, erkekler ise -kemalde değilmükemmellikte kadından
üstün olmuşlardır. Çünkü erkek ve kadın nebilik derecesine ulaşmakla kemale
ermişken, erkekler resullük ve gönderilmeyle kadınlardan üstün olmuş, kadın
ise gönderilme ve resullük derecesine ulaşmamıştır. Bununla birlikte söz
konusu ortak makam (nebilik) mensupları arasında bir kemal derecelenmesi
vardır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Peygamberlerin bir kısmını
diğerlerinden üstün yaptık.’198 Başka bir ayette ‘Bir
kısmını diğerlerinden üstün yaptık’199 denilir. Allah Teâlâ erkek ve
kadınları yükümlülükte ortak tutarak erkekleri olduğu gibi kadınları da
yükümlü saymıştır. Bununla birlikte kadınlar, erkeklerde bulunmayan bir hükme
tahsis edilmiştir. Bazen erkek kadınla ilgisi olmayan bir hükme tahsis
edilebilir. Bununla birlikte kadınlar, erkeklerin yarısıdır.
Bilmelisin ki, yaratılış aslı
itibarıyla erkek karşısında kadının konumu, Rahman karşısındaki Rahim’in
konumu gibidir. Çünkü rahim Rahman’dan bir daldır ve bu sayede onun suretine
göre ortaya çıkmıştır. Bir rivayette denilir: ‘Allah Teâlâ Adem’i Rahman’ın
suretine göre yarattı.’ İnsandaki rahmin de Rahman’ın bir dalı olduğu sabittir
ve böylece
Rahman
karşısında Âdem karşısındaki Havya gibi olduk. Havva çoğalma yeridir ve
çocuklar onda var olur. Biz de, fiillerin ortaya çıktığı bir yeriz. Öyleyse
fiil Allah Teâlâ’ya ait olsa bile, bizim elimizde ortaya çıkar ve duyuda sadece
bize aittir. Rahman’dan bir dal olmasaydık, Allah Teâlâ ile aramızdaki bağ
(neseb-i ilahi) geçerli olmazdı. Bu bağ, O’nun kulu olmamız demektir ve
‘kavinin kölesi, onlardandır.’ Öyleyse bizim Allah Teâlâ’ya muhtaç olmamız,
parçanın bütüne muhtaçlığıdır. Bu ölçüde bir ilişki olmasaydı, ilahi izzetin ve
mutlak müstağniliğin bize yönelmesi veya bize bakması mümkün olmazdı. Bu bağ
sayesinde O’nun tecelli ettiği yer haline geldik. Binaenaleyh Allah Teâlâ’nın
zatı bizde müşahede edilir, çünkü bizi ilahi surete göre yaratmış, bu sayede
bütün ilahi isimlere sahip olduk. Bizde her ilahi isimden bir pay vardır ve
bizde bulunan herhangi bir şeyin hükmü esasa dayanır. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem bu isimle ilgili olarak insanın organları hakkında şöyle der:
‘Bir organ acı hissettiğinde, bedenin bütün organları onu hisseder.’ Özel bir
organdaki acı diğer organlara yayılır ve böylelikle bütün organlar acı duyar.
Bu esnada ‘güvenilir bir şehir’200 sayılan bedenin sultanı olan nefs-i
natıka (düşünen nefs) hakkında ne düşünürsün? O belirli organda hastalığı
taşıyan hayvani nefistir ve natık nefs karşısında o mülkünde bozulmanın
gerçekleştiği bir hükümdara benzer. Böyle bir hükümdarın sıkıntısı daha çoktur.
Bakınız! Hakk kendisini öfke, rahmet, kabul, duaya icabet vb. özeliklere nitelemiş,
bunları bizden meydana gelen sebeplere bağlamıştır. Allah Teâlâ’ya açıkça asi
olursak, O’nu kızdırırız. Razı olacağı söz söylersek, razı ederiz. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Rabbimizi razı edecek, söz söyleriz.’
Tövbe ettiğimizde, O’nun nezdinde kabul gerçekleşir. Günahlarımız olmasaydı,
bizi cezalandırmaz veya bağışlamazdı. Bütün bunlar, (Allah Teâlâ ile kulu
arasında) bağı meydana getirir, nispederi sabit kılar ve sebebin sonuçlarını
güçlendirir. Öyleyse biz, bir annenin ve farklı babaların çocuklarıyız. O ise,
müşahedeye göre değil, (aklî) delilin bildirdiğine göre İlk Sebeptir. ,
Zikrettiğimiz husus sabit olduğuna
göre, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şu hadisiyle nispederi tespit
etmiştir: ‘Rahmi birleştireni, Allah Teâlâ kavuştursun, keseni Allah Teâlâ
kessin.’ Bu hükmün ne kadar garip olduğuna bakınız! Onu Rahman’dan kesmiş,
bizim mutluluğumuzu ve ona ulaşmamızı kestiği şeyi birleştirmeye bağlamıştır.
Öyleyse (insanın üzerinde yaratıldığı) suret kavga edici bir surettir ve ilahi
yakınlık ondadır. Bu sayede, kavuşma ve vuslat imkânı buluruz. Vasıl, yolcuyu
ailesine döndürmek demektir ve ilahi hikmetin teşbihi reddetmekten başka bir hükmü
yoktur. Çünkü Allah Teâlâ şöyle der: ‘O’nun benzeri
bir şey yoktur.’20' Rahmi kestiğimizde, kesmede O’na
benzeriz, Çünkü O, rahmi Rahman’dan dal yapmıştır. Her kim onu keserse, Allah
Teâlâ’ya benzemiş olur. Allah Teâlâ ise bir şeye benzemez ya da esasta bir şey
O’na benzemez. Böylelikle Allah Teâlâ, rahmi keseni -kendisinden
değilrahmetinden uzaklaşmayla tehdit ederek bize ‘sıla-ı rahmi’ emretmiştir. Bu
davranış, rahmi kendisinden kesildiği asla döndürmektir. Allah Teâlâ şöyle
der: ‘Bütün iş O’na döner, O’na ibadet ve tevekkül
et. Rabbin onların yaptıklarından habersiz değildir.’202 Allah Teâlâ bilgiyi sana izafe
ederek, kendisini O’nun üzerinde gözetmen ve şahit yapmıştır. O gaflete
düşmeyen ve unutmayan şahittir. Sen de seni yükümlü tuttuğu işlerde O’na
uyarsan, gafil olmaz ve unutmazsın. Çünkü sen, bu niteliğe daha layıksın. Sen
O’na muhtaç iken, O sana muhtaç değildir.
Havva Adem’den bir parça olunca, Allah
Teâlâ aralarına sevgi ve merhamet yerleştirmiş, bu sayede Rahim ile Rahman
arasında sevgi ve merhamet olduğuna dikkat çekmiştir. Bu nedenle rahmi
kopartıldığı kimseye bağlaman emredildi. Bu durumda kopartılma Allah Teâlâ’ya
birleştirme sana düşer ve sayesinde âlemin diğer kısımlarından üstün olacağın
bu işte bir payın olur. Öyleyse iki çift arasına yerleştirilen sevgi, üremeyi
gerektiren cinsel ilişki üzerinde ısrar demektir. Yaratılan merhamet ise
çiftlerden birinin ötekine duyduğu sevgidir. Çiftlerden birisi ötekine arzu
duyar ve onunla dinginlik kazanır. Kadının ilgisi parçanın bütününe veya dalın
köke, gurbettekinin vatanına olan ilgisidir. Erkeğin kadına ilgisi ise,
bütünün parçaya ilgisidir, çünkü ‘bütün’ adını onun sayesinde elde edebilir.
Parça yoksa bütün adı gerçekleşmez. Kökün sevgisi aynı zamanda bu kökün
parçaya dönük sevgisidir. Çünkü ona yardım etmektedir. Böyle olmasaydı, yardım
rabbaniliği onun adına ortaya çıkmazdı. Nitekim âlem olmasaydı, Allah
Teâlâ’nın kendisine rab olması mümkün olmazdı. Allah Teâlâ Rabdir, dolayısıyla
âlem olmalıdır. O, sürekli Rabdir, dolayısıyla ayan-ı sabite, kendilerine
varlık adı verilsin diye, sürekli O’na bakmalıdır. Allah Teâlâ da, sürekli dua
ettikleri için, rahmet gözüyle onlara bakar. Böylece Allah Teâlâ, yokluk
halimizde olduğu gibi varlık halimizde de sürekli Rabdir. İmkân özelliği bize
ait olduğu gibi zorunluluk O’na aittir. Şair şöyle der:
Kaynağımızı
düşünürsen, aklınla iyice
Olumsuzu olumsuzlayarak, ispatı ispatlayarak .
. Ezelde ezeli
olmamdan daha'garibi yok ki Ben yine de zatı zamanda var olanım
Rabbimiz mevcuttu, yoktu O’nunla bir şey ,
Ne mazi ne gelecek
zaman vardı
Sevgi ve merhamet, bütüne parçayı
parçaya bütünü istetir. Bu sayede ikisi kaynaşır ve kaynaşmadan çocuklar
doğar, kendilerine de ‘ebeveyn’ denilir. Çocukların varlığı babalar için daha
önce olmayan yeni bir hüküm ortaya çıkartır ki, o da babalıktır. Rab ise, öyle
değildir. Allah Teâlâ ezelde Rabdir, çünkü mümkün imkân halinde ezeli olarak
imkânla nitelenmiştir. Mümkünün var olması veya yoklukla nitelenmesi birdir.
Çünkü (Hakk) yokluk halinde de sürekli ona bakar. Yokluğun mümkünün varlığını
öncelemesi, ezeli bir niteliktir. Dolayısıyla mümkün, ezelde merbub’tur. Allah
Teâlâ hakkında zorunlu özellikle kul adına isim ve mertebe yönünden meydana
gelen özellik arasındaki fark, çocuğun varlığıyla ortaya çıkar. Böylelikle kadınlar
babalıkta erkeklere katılır, hatta bazı yerlerde iki erkeğin yerini almıştır.
Hakim İki erkeğin şahidiğiyle hüküm verirken, kadın bazı yerlerde iki şahidin
yerini alır. Bu durum, hakimin iddet hayızı hakkında tek kadının şahitiiğini
kabul etmesi, kocanın -ihtimale açık olmasına rağmenkadının ‘bu senin
çocuğundur’ sözünü kabul etmesidir. Koca kadının hayızlı olduğu şahitliğini de
kabul eder. Demek ki burada kadın, iki güvenilir şahidin yerini alır. Erkek ise
elindeki şahitlikte iki kadının yerini almış, hükümde bir olmuşlardır.
Çok azın yerini alır ,
Az çoğun yerini alır
, Şüphe eden, onu
toprağa katar Kim dilerse, onu esir’e katar
İnsan, noksanlığı olmayan ilahi
surete göre yaratılmamış olsaydı, Hakka halife olamazdı. Kim halife olmak
isterse, kendi başına bırakılırkeri kime halifelik talebi olmadan gelirse, ona
yardım edilir. Talep eden, talep ettiği şeyin hakkını yerine getirmeyi iddia
ediyor demektir. Kim halife olmak isterse, onda tek başına bırakılır. Çünkü
halifelik, göklere ve yere ağır gelmiş bir emanettir. Her iddiacı imtihan
edilir. Kimde bu nitelik bulunursa, durumu aynıdır ve bu konuda kimseyi istisna
etmiyorum. Herkesin imtihanı iddia ettiği tarza göre değişir. ‘Doğduğu,
öldüğü ve diri olarak diriltileceği gün ona selam olsun.’203 Bu, kesin-ilahi bir şahitliktir ve
halifeliğin -kendi talebi ve çalışma olmadaninayede geldiği kimsenin
mertebesidir. ‘Doğduğum, öldüğüm ve diriltileceğim
gün bana selam olsun.’204 Bu ise, sınanacak bir iddiadır. Aklı
henüz kemale ermediği için beşikteki hali şefaatçi olmasaydı, onun (Yahya as.)
gibi olurdu ki, ilk ayette belirtilmiştir. Bu durum, söylediği sözü bilmediği
halde konuşabilen birisiyse böyledir. Ne söylediğini biliyor ve aklı oturmuş,
idrak araçları kendiliğinde ve -görenin gözündegüçlenmişse, böyle bir konuşma
‘âdetin aşılması’ demektir. Söylediği söz ona emredilmişse, Allah Teâlâ’nın
söylediğini bildirmiş ve haber vermesi emredileni getirmiştir. Böyle biri,
iddiacı olmadığı gibi, övünmeyi talep eden birisi de değildir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Ben Ademoğulların efendisiyim, bu bir
iftihar değil.’ Kastedilen, haksız yere övünmektir. Bu, ilahi bildirimden
kaynaklanır ve öyle biri imtihan edilmez ve sınanmaz, çünkü iddiası yoktur.
Bütün bunlar, erkek ve kadınların ortak olduğu hallerdir. O ikisi kutupluk
dahil, bütün mertebelerde ortaktır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
‘Başlarına kadını geçiren bir topluluk, kurtuluşa ermez’ hadisi seni
perdelemesin. Biz Allah Teâlâ’nın görevlendirmesinden söz ediyoruz, hadis ise
insanların görevlendirdiği kimseden söz ediyor. ‘Kadınlar erkeklerin ikiz
kardeşidir (aynı özelliktedir)’ anlamındaki hadisten başka bir hadis
bulunmasaydı bile, bu hadis yeterli olurdu. Başka bir ifadeyle erkeğin
ulaşabileceği ve Allah Teâlâ’nın dilediklerinin ulaştiğı bütün makam, mertebe
ve niteliklere Allah Teâlâ’nın dilediği kadınlar ulaşabilir. Allah Teâlâ’nın
erkeğe göre kadınm isminde yaptığı ilavedeki hikmeti görün! Erkek için ‘merü’
denilirken dişiye ‘meratü’ denilir. Birleştirirken ‘te’, dururken ‘he’ erkeğin
ismine eklenmiştir. Bu makamda kadın erkeğe karşı bir derece sahibidir.
Halbuki ‘Erkeklerin onlar üzerinde derecesi vardır’205 ayetinin mukabilinde erkeğin bir
üstünlüğü yoktur. Böylelikle kadındaki bu eksildiği (ismindeki) ilave
gidermiştir. Aynı şey, habla’daki elif ile hamra kelimelerindeki hemze için
geçerlidir. Hakkın iki kadını şahitlikte bir adam yerine yerleştirmesi
unutmayla ilgilidir. Bu durum ‘Birisi yanılırsa diğeri hatırlatsın’206 ayetinde belirtilir. Hatırlatma, unutmadan
kaynaklanır. Allah Teâlâ Âdem’in unuttuğunu bildirmiş, Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem ise ‘Âdem unuttu, zürriyeti de I unuttu’ demiştir.
Âdemoğullarının unutmuş olması, Âdem’in unutmasını soncudur. Biz de onun
zürriyetiyiz. Öyleyse unutma âlemde ortaya çıkan ilahi bir niteliktir. Allah
Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ onları, onlar Allah Teâlâ’yı
unuttu.’207 Bu durum,
Hakkın iki kadından birisini şahitlik ettiği hususta -unutmayla değilhayretle
nitelemesi demektir. Hayret unutmanın bütünü değil, yarısıdır. Unutma kemal
üzere erkeğe nispede şöyle demiştir: ‘O
unuttu. Biz onu azimli bulmadık.’208 Erkek şahitliği tek başına
unutabilir ve onu hatırlamayız. Kadınlardan birisinin unutması ise mümkün
değildir. O tam olarak hatırlatıcıdır. Böylece şahitlikte unuttuğumuz
hususları yoldan çıkana hatırlatır. Çünkü Allah Teâlâ’nın verdiği haber
doğrudur ve bu ayette kadınlardan birisinin ötekine hatırlatması şeklinde yer
almışür. Öyleyse kadınlardan birisinin şahitlikten ayrılmaması ve unutmaması
gerekir. Tek bir kadın şahidikte -Hakkın haberine göreilahi nitelikle
nitelenmiştir. Bu durum ‘Rabbin yoldan çıkmaz ve unutmaz’209 ayetinde belirtildiği üzere Hz.
Musa’nın sözüdür.
Dişiliğin yegâne üstünlüğü zat ve
nitelik (sıfat) lafzının -ki her ikisi de dişidirAllah Teâlâ’ya verilmesi
olsaydı, bu durum, gerçeği bilmeyen erkeklerin kendilerini kırmasına karşı,
kadınların kalbini onarmak için (yeterli olurdu). Şâri Allah Teâlâ’nın zatı
hakkında düşünmeyi bize yasaklamışken, birliği hakkında düşünmeyi yasaklamamış,
aksine onu emrederek ‘Bil ki Allah Teâlâ’dan başka ilah
yoktur, günahın için bağışlanma dile’2'0
buyurmuştur. Bağışlama, Allah Teâlâ’nın birliği hakkında düşünenin aklına gelen
‘mahiyeti ve hakikatini araştırma günahıdır.’ O, bilinemeyecek olan zatın bilgisidir
Allah Teâlâ şanının büyüklüğü nedeniyle, bu konunun düşünülmesini yasaklamıştır.
Başka bir neden ise, O’nun zatı ile delil olduğu zannedilen şey arasında bir
ilişkinin bulunmayışıdır. Dolayısıyla vehim O’nu tasavvur edemez, akıl
sınırlayamaz. Celal ve tazim O’na aittir. Hatta bu bilginin talebi de mümkün
değildir. Nitekim Firavun bu bilgiyi öğrenmek istemiş ve yanlış soru sormuş,
Hz. Musa da sorusuna cevap vermemişti. Soru hatalıysa, cevap vermek lazım
gelmez. Halbuki meclis genel bir meclisti. Bu nedenle Hz. Musa söyleyeceğini
söylemiş, Firavun ise sorduğu tarzda kendisine cevap verilmediğini görmüştü.
Çünkü o sorusunun doğru olduğunu zannetmiş, halbuki Hakkın zatının herhangi
bir edatın altına girmeyeceğini anlamamıştı. Hakkın zatı hakkında sadece ‘(var)
mıdır’ sorusu sorulabilir. Bu edat, sorulan şeyin var olup olmamasıyla
sınırlıdır. Bunun üzerine Firavun, (Musa’nın cevabından dolayı) bilgisizliğini
anlayarak, orada bulunanları meşgul edip bilgisizliğini fark etmesinler diye
şöyle demişti: ‘Size gönderilmiş olan elçiniz bir
deli (mecnun, gizli)-’2" Hakk
Firavun’a öğretmeseydi, bu sözünde ifade ettiği üzere Hakkın bir elçi
gönderdiğini ve Musa’nın kendiliğinden elçi olmadığını söylemezdi. Çünkü Musa
başkasına (Hakka) davet etmiştir. Aynı şekilde Firavun, Musa’yı bulunduğu
durumla ilişkilendirmiş, onu ‘mecnun’, yani ‘sizden saklı’ diye nitelemişti.
Dolayısıyla siz onu tanımazsınız. Hz. Musa da verdiği cevapla Firavun’u
bilgilendirmiş, fakat orada bulunanlar ise kendisini (peygamber olarak) anlamamıştı.
Nitekim daha sonra da sihirbazlar kendisini tanımış fakat sihri bilmeyenler
onu tanımamıştı. Böylelikle bu ‘hamur, Firavun’da baki kalmış, onunla
tıynetinin hamurunu yoğurmuştu.’ Bu tıynetin ve hamurun etkisi ancak ‘İsrail
oğullarının inandığına iman ettim’ dediğinde ortaya çıkmıştı. Halbuki ‘Allah
Teâlâ’ya inandım’ demedi. Bunun nedeni, kuşku ve belirsizliği ortadan kaldırma
arzusudur. Çünkü orada bulunanlar, İsrail oğullarının Musa’nın ve Harun’un Allah
Teâlâ katından (bir görevle) kendilerine getirdiği İlah’a inandıklarını
biliyorlardı. Dolaysıyla Firavun ‘Allah Teâlâ’ya iman ettim’ deseydi -ki
kavminin kendinden başka ilahları olmadığını iddia etmişti-, insanlar ‘Firavun
Musa’nın bize getirdiğine değil, kendi ilahlığına şahidik etti’ diyeceklerdi.
Nitekim Allah Teâlâ da kendi ilahlığına şahitlik yapmıştır. İşte, Firavun böyle
diyerek bu belirsizliği kaldırmıştır.
Bu meselenin gerçek açıklamasına
gelirsek, bu konuyu ilahi emir karşısında doğanın yerini bilmeyen anlayamaz.
Erkek karşısında kadın, ilahi emir karşısında doğa gibidir. Kadın çocukların
varlığının gerçekleştiği bir yerdir. İlahi emir karşısında doğa ise,
cisimlerin ortaya çıktığı yerdir. Cisimler onda ve ondan meydana gelirler. Doğa
olmaksızın, tek başına emirden bir şey meydana gelmeyeceği gibi emir olmaksızın
doğadan bir şey meydana gelmez. O halde oluş (yaratma), iki şeye bağlıdır. Allah
Teâlâ’nın başka bir şeyin edilgenliği olmaksızın bir şey yaratmaya güç
yetirebileceğim söyleme! Çünkü böyle bir söze karşılık Allah Teâlâ ‘Bizim
irade ettiğimizde bir şeye sözümüz ‘ol’ demektir, o da olur’212 ayetiyle cevap verir. Öyleyse ‘genel
şeylik’ her şey adma özeldir. Başka bir ifadeyle genel şeylik, kendisinde
ortaklığın gerçekleştiği ve bizim ortaya koyduğumuz husustur. İlahi emir bu mutlak
şeylikte özel bir şeyin ortaya çıkması için kendisine yönelir. Cisimler ve
bedenler ortaya çıkınca, şekiller, suretler ve arazlar, ruhani ve maddi bütün
güçler ortaya çıkar. Şeriatın diliyle, ‘Ama’ denilen şey odur, denilebilir. Amâ
Hakk karşısında yaratıkları yaratmazdan önce altında ve üstünde hava bulunmayan
şeydir. Şâri, bunu zikretmiş ve suret ve şekiller kabul eden bir varlık adıyla
onu isimlendirmiştir.
Doğanın mertebesini -ki o mutlak
şeyliktirNikah-ı evvel (ilk nikah) kitabında zikretmiştik. Ulvi ve süfli âlem
ondan ortaya çıkar. Allah Teâlâ’nın dışındaki her şey, kesif veya latif,
akledilir veya duyulur her şey, varlıklaı nitelenmiştir. Ondan sadece bize
gözüken kadarını bilebileceğimiz gibi ilahi isimlerden de bize ulaşanları
bilebiliriz. Doğanın mertebesini bilen kimse, kadının yerini bilirken ilahi
emri bilen, erkeğin mertebesini bilir, Allah Teâlâ’nın dışındaki varlıkların bu
iki hakikate dayandığını anlar. Şu var ki hakikat gizlidir ve oğullan olan
akılların bilemeyeceği kadar incedir. Dolayısıyla basit âlemde onu kabul
etmezken bileşik âlemde kabul eder. Bu ise, akılların doğanın mertebesini
bilmemesinden kaynaklanır. Nitekim Şâri ‘Kadınlar erkeklerin ikizidir’ sözüyle
konumlarına dikkat çekmiş olsa bile, kadının yeri ve mertebesi de
bilinmemiştir. O halde ulvi ve süftr emir, o ikisinin arasında meydana gelir.
Bakınız! Tecelliler ve bedenlenen ruhaniler, doğal suretlerin dışında bir şeyde
gözükür mü? Bu bedenler sürade başkalaşsa bile, niçin onlardan çıkarlar? Bu
konu, hakkında uzun konuşmanın gerektiği bir bölümdür. Şimdilik ayrıntıya
girmeden içerdiği ana konulan zikredelim:
Bunlardan birisi, mümine hangi
makamdan nida edildiğidir. Acaba nida edenin değişmesiyle nida değişir mi,
değişmez mi? Bu menzilde Allah Teâlâ ve yaratıkları arasındaki düşmanlığın
nedeni öğrenilir. Acaba düşmanlığın olabilmesi, iki tarafta bulunmak şartına mı
bağlıdır, yoksa bir tarafta mı bulunur? Birisi başka biri nedeniyle düşmanlık
yapar mı? Düşmanlık kendi adına mı yapılır, yoksa başkası için de yapılır mı?
Kalplere sevginin aktarılması ve yerleşmesi buradan öğrenilir. Sevginin
aktarılması varlık intikali midir veya mahalde yaratılan bir şey midir?
Sevginin şartı münasebet midir, değil midir? Zıtlığa yol açan vatandan
uzaklaşma buradan öğrenilir. İlahi yolların güçlükleri, sevimli ve sevimsiz
konularda rızayı talebin bilgisi, gizli ve aleni olanın bilgisi, -özel
yoldanhayretin bilgisi, tecellinin üzerindeki örtünün sevilmesinin bilgisi,
buradan öğrenilir. Allah Teâlâ’nın birleştirdiğini emrettiğini kesmeyi ge
rektiren sebebin sabit olması,
buradan öğrenilir. Bu durumda onun kesilmesi yalanlık iken birleştirilmesi
uzaklıktır. Mertebeler buradan öğrenilir. İşler hükümlerine nasıl gelir? Kevnî
işlerde ve ilahi hükümlerde nasıl etki ederler? Bu, geniş bir bilgidir.
Amellerin -kevnî arazlar olmalarına rağmengörülmeleri buradan öğrenilir? Kevnî
arazların kendileri değil hükümleri görülür. Halbuki renklerle ilgili arazlar
böyle değildir. Onların hem kendileri ve hem hükümleri görülür. Öncekilere
uyma, üstün olanın aşağıdakine uyması, çokluktan uzak durmak, bu menzilden
öğrenilir. Çokluğun ve toplamın birliğinin perdesi, bu menzilden öğrenilir.
Şartlı sevgi ve nefret, buradan öğrenilir. Gerçekte böyle bir şey mümkün müdür,
değil midir? Sevgide istisna mümkün müdür, değil midir? Kulun tevekkülde ve
diğer hallerinde -ilahi isimlerin hepsine değil deözel bir isme yönelmesi,
ilahi bilgiye zarar verir mi, vermez mi? Ret ve dönüş ve bu ikisinin arasındaki
farkta başkalaşma, buradan öğrenilir. İhtiyar nerede övülür ve kınanır? İzzetin
hikmeti içermesi, ortak umut, Haktan mutlak ve sınırlı olarak yüz çevirmenin
neticesi, buradan öğrenilir. Yüz çevrilen bu esnada eddlenir mi etkilenmez mi?
Hakk bir şeye yaklaşmak özelliğiyle nitelenir mi, nitelenmez mi? Rahmetin varlığının
örtülü ve örtüsüz olması, nasıl bilinir? Kerim’in ikramının sebebi, soysuzun
cezalandırılması, buradan öğrenilir? Acaba ona ceza, kendi tarzında mı verilir?
Böyle bir durumda, birisi ceza olsa bile, ildsi ortaktır. Yoksa onu ihsan
yoluyla mı cezalandırır? Acaba cezanın kötülüğü gerçekte bir kötülük müdür,
yoksa kötünün bir niteliğidir de başkasında ortaya çıkmadan ona mı dönmüştür?
Bu durumda o kişi, kendi kötülüğünü böyle görerek nahoş bulmuştur. Buradan onun
insanın kendi niteliği olduğu ve karşılık verende arızî bir durum olarak bulunduğu
anlaşılır. Onu öğretmek amacıyla ortaya çıkartmıştır. Bu yararlı bir bilgidir,
amellerine karşılık Allah Teâlâ’nın kullarını cezalandırması buradan öğrenilir.
Bununla birlikte Allah Teâlâ kendiliğinde müstağnidir ve (kulların yaptığından)
bir zarar görmez.
Yaratıklar bir günahkârı
cezalandırılırken, onu cezalandırmada kendisiyle aynı konumda mıdırlar,
değiller midir? İddia sahiplerine nasıl davranılacağı buradan öğrenilir.
Bilgiyle hüküm buradan öğrenilir. Zan din tarafından bazen bilgi diye
isimlendirilmiştir. Niçin zan -onun zıttı iken‘bilgi’ diye isimlendirilmiştir?
Acaba bilgi, kendisiyle hüküm veren zan sahibinin nefsinde zannın meydana
geldiği alamet midir? Bu durumda bilgi, kişinin alamet sayesinde -ona hakim
olan zarının bilgi kokusu taşıması nedeniyleo hükmü gerektirmesidir. Çünkü
bilgi alametten başka bir şey değildir ve bu nedenle ‘bilgi’ diye
isimlendirilmiştir. Diğer bilinenler olduğu gibi, bilgi de bilgiyle öğrenilir.
Öyleyse onların hepsi, alamet demektir. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘işte
onların erişebilecekleri bilgi budur5213 buyurur.
Halbuki bilgi değildir. Sanki alametin bu şeyde verdiği hükmü söylemiştir. Aklî
ve dinî helal ve haram buradan öğrenilir. Üçten dokuza kadar olan şeylerde
bedeller buradan öğrenilir. Bu garip bir bilgidir. Çünkü bu konuda özel olarak
yararlanmanın dışında müşterinin bir ilişkisi yoktur. Sanki o yararlanma
müşterisidir. İlahi hükümde adalet ve naiplik, buradan öğrenilir. İlim ve
hikmet arasındaki fark, buradan öğrenilir. Allah Teâlâ’nın neye karşı siper
edinildiği, buradan öğrenilir. Acaba bu bilgi mi, yoksa iman mertebesinden mi
gerçekleşir? Uyan ve uyulanın hükümleri, bu menzilden öğrenilir. O ikisi tek
bir hususta bir araya gelir mi, gelmez mi? Hükümdardan ibaret olan imama biat,
buradan öğrenilir. Acaba onun hükmüyle alışveriş hükmü bir midir? Bu durumda
alış veriş yapılan ve satın alman şey belirlenir. Nefislerin satılması da
bunun içine girer mi -bu, ölüme karşı yapılan biatleşmedir-, girmez mi? Teşbih
bu menzilden öğrenilir.
Bu menzilin içerdiği (ana) ilimler
bunlardır. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’ !
ÜÇ YÜZ YİRMİ BEŞİNCİ BÖLÜM
Kuran Menzilinin Muhammedi Mertebeden Bilinmesi
Cem’(toplam) her bir işte muteber Çoklukta teklik
birdeki sayılar gibi
Bu ilah isimleri tekleştirdi
Doksan dokuz isim, eksik veya fazla değil .
Hakikat isimlerin toplamı onlarda yok
teklik
Zikrettiğimiz sayılardan başka
Bizzat tekten başkası yok
Çokluğun hakikati bir’e
Allah Teâlâ tektir çoğaltmaz onu bir şey .
Sana bilgilerin verdiği hükme göre
Öyleyse Allah Teâlâ’dan başka etkin yok
Başkası da yok, beldenin sakinine yönel
Sana iyilikle ihsanda bulunur O dilerse
bulunmaz
Allah Teâlâ sana anlayış versin
bilmelisin ki, Allah Teâlâ’nın dışındaki şeyler, yaratıcılarını ve var
edenlerini tenzih eden temiz ruhlardır. Bunlar, mekân ve mekâna yerleşen, olmak
üzere iki kısma ayrılır. Mekân, iki kısma ayrılır: Birincisi ‘gök’ diye
isimlendirilirken diğeri yerdir. Bu ikisine yerleşenler de iki kısma ayrılır.
Birincisi onun ‘içine’, diğeri ‘üzerine’ yerleşir. Mekânın içine yerleşen,
mekânın bulunduğu yerdedir. Üzerine yerleşen ise, mekânın bulunduğu yerde
değildir. Allah Teâlâ’nın dışındaki şeylerin tasnifi böyledir. Bütün bunlar,
gerçekte ruhlar, cisimler ve yaratmada vasıta olan Hakta bulunan cevherlerdir.
Bu ruhlar, ‘mekanet (manevi mertebe)’ diye isimlendirilen tenzihte mertebe
mertebedir. Allah Teâlâ’yı tenzih eden herkesin tenzihi, kendi mertebesi
kadardır Çünkü her şey sadece kendisini bilebileceği için, yaratıcısını kendisi
yönünden tenzih eder. Bu durumda bu tenzih, Allah Teâlâ katında onun adına bir
mertebe belirler ve o mertebe sayesinde her varlık, ötekinden ayrışır.
Bu menzil -mekânda bulunan değilmekân
üzerindeki ruhların tenzihini içerir. Bu menzil içerisinde bir menzil
gelecektir, onda mekân ve mekânlının birlikte tenzihini zikredeceğiz. Bu menzil
âlemin tenzih edici olmak bakımından yarısını içerir. Sonra Allah Teâlâ, Hakkın
onun tecelligâhı olması itibarıyla, bu mekanet ile tenzih yapana döner. Böylelikle
tenzih yapan, kendisini ve mertebesini görmüş, o ölçüde de tenzih etmiştir.
Meğerse tenzih ettiği başkası değil, kendisi imiş! Allah Teâlâ kendisiyle
kulları arasına izzet perdesi çekmiş, tenzih onun ardında kalmıştır.
Buradan
Hakka yaratıkların tenzihinin layık olmadığı ve izzet perdesinin onu
engellediği ve ortadan kaldırdığı ve hakim olduğu anlaşılır. Sonra Allah Teâlâ’yı
bilen başka insanları görür. Onlar, selbî niteliklerle Allah Teâlâ’yı tenzih
eden farklı mertebelerdeki insanlardır. Onların hepsi tenzih yaparken hatada
ortaktır. Onların tenzihi de kendilerinin dışına çıkmamıştır. Bu durum,
yaratılmışlara yayılan bir hikmetten kaynaklanır. Böylelikle tenzih -başka bir
şey değilhikmet tenzihi olur. İzzet perdesi örtü olmasaydı, bunu bilemezlerdi.
Bu perde nedeniyle âlemde inançsızlık ortaya çıkmış, marifet perdenin
ardındakinden haber vermek haline gelmiştir. Böylelikle âlemde iman, örtü ve
mümin arasında ortaya çıkmıştır. Kâfir ‘örten’ demektir ve küfrü nedeniyle daha
yakındır. Çünkü perde, örttüğünü olduğu kadar örtüleni de görür. Bu, kâfirin
niteliğidir. Mümin ise perdenin gerisindedir. Öyleyse onun makamı perdedir. Allah
Teâlâ şöyle der: ‘Hiçbir insan vahiy veya perde
ardından olmadan kendisiyle konuşamaz.’214 İman haberle
ilgilidir ve haber sözün kısımlarındandır.
,
Allah Teâlâ, iki durumu birleştirme
makamını elde etsinler diye, perde ehlini gaybten şehadet âlemine çıkarttı.
Böylelikle perdeliler, iki dille O’nu tenzih eder, iki nitelik O’nun adına
sabit olur. Halbuki perde ehli, Hakkın kendisine yaptığı şeyin farkında
değildi. Aksine gaybın şehadet mertebesinde olamayacağını zannediyordu. Çünkü
gaybın ulaşılmaz bir koru olduğunu ve onda bulunan hiçbir şeyin bilinmediğini
ve kendisine ulaşılamayacağını zannediyordu. Onun makamı, neyin fark edildiği
hissedilmeden, fark edilmekten ibarettir. Söz konusu insanlar, Allah Teâlâ’nın
dilediğini yapan olduğunu ve O’nun hakkında ‘gayb’ bulunmadığından habersizdi.
Gayb, sadece göreli olabilir. Bu kişiye Allah Teâlâ’dan hesap etmediği bilgi
gözükünce, işlerin Allah Teâlâ’nın elinde bulunduğunu ve kendisi .adına hüküm
istihkak eden hiç kimsenin olmadığını anlar. Her şeye yaratılışını veren, Allah
Teâlâ’dır. Böylece her şey, kendinden bir şeye sahip oIt
madığmı ve her şeyin yaratıcısının zatının gerektirdiği
durumda bulunduğunu, -dayandıkları hakikatlerin (ilahi isimler) taleplerine
görehallerin sürekli üzerlerinde değiştiğini öğrenir. Onların dayandığı, Allah
Teâlâ’dır. Böyle bir durumda eşya, gelecekte Allah Teâlâ’nın bilgisinde
kendileri hakkında neyin bulunduğunu bilemedikleri için korkar ve dayandıkları
her şeyi terk ederler. Başka, bir ifadeyle dayandıkları her şeyi, yaratıcılarının
nezdinde bulunan şey adına terk ederler ve Allah Teâlâ’yı yeni bir yaratılışia
yeni bir şekilde tespih ederler. Eşya, kendisine bakmaktan ‘her şeyin
melekûtunu elinde tutan’ Hakka bakmaya geçer. Allah Teâlâ’nın eşyayı yerleştirdiği
ve kendilerini yakından döndüğü bu makam olmasaydı, onları ‘uzaktan’ çağırırdı.
Bu durumda mesafe uzar, afet ve yoldaki engeller ortaya çıkardı. Çünkü yolcu ve
malı tehlike altındadır. Sonra eşya bu makamda bulununca, marifet
alametlerinden bir alamet onlar adına yükseltilir. Bu bilgi onlara yarım olduklarını ve
varlığın yarısına sahip olduklarını öğretir. Varlığın kemali, onlara bağlıdır.
Binaenaleyh onlar olmasaydı, varlıkta ve bilgide kemal ortaya çıkmayacaktı. Bu
durumda eşya böbürlenir ve kendi gözlerinde değerleri artar. Fakat eşya,
varlıkta kendilerine hangi kısmın ait olduğunu bilmez. Sonra bu bilgi namaz
ibadetinde onlara görünür. Allah Teâlâ namazı kendisiyle kulu arasında ikiye
bölmüştür. Bu durumda eşyanın hayreti daha artar ve ardından rivayetin son
kısmının hallerine uygun olduğunu işitirler. Halbuki daha önce ‘yarısı
benimdir’ ifadesinde bunun farkında değillerdi. Burada Allah Teâlâ belirlememiştir.
Kula ait yarım hakkında ise ‘yarısı kuluma aittir, istediği verilecektir’
demiştir. İstek insanı zelilleştirirken aynı zamanda yoksulluk, ihtiyaç ve
miskinlik demektir. Kula bu perdenin ardından, bilmediği bir bilgi açılır. Bu
ise, Hakkın kulun gerisinde bulunduğu bir menzilde bulunmasıdır. Bunun bir
benzeri ‘Allah Teâlâ onların ardından ihata edendir’21S
ayetinde belirtilir. Allah Teâlâ’nın ardında bulunması, kulun taşıma gücüne
sahip olmadığı şeyin karşısına çıktığında kaçma (ihtimalinden kaynaklanır).
Bunun üzerine Allah Teâlâ, ardından kendisini ihata ettiği gibi önünde bulunan
olduğunu bildirmiştir. Böylece kul O’ndan kaçmaya yeltenirse, farkında olmadan,
yine O’na doğru kaçar. Başka bir menzilde ise ‘Hiçbir
canlı yoktur ki, onun perçeminden tutmuş olmasın’216 denilir. Allah Teâlâ kendisini
‘hidayet eden, rehber’ diye nitelemiştir. Rehber toplumun önünde bulunan
kimsedir ki, onlara yolu göstersin. Bu durum ‘Rabbim
doğru yoldadır’217 ayetinde
belirtilir. Başka bir ayette ise ‘Sen kitap ve iman nedir bilmezdin (Allah
Teâlâ hidayet etti)’218 buyrulur. Eşya Hakk karşısında
bir topluluk haline gelmiş, Allah Teâlâ ise, mutluluklarını sağlayacak işe
yönlendirmek üzere onların önünde durur. Bununla birlikte kendilerini tehdit
eden şeye karşı onları korumak üzere arkalarında da bulunur. Onları tehdit
eden, yokluktur. Çünkü yokluk, tıpkı varlık kendilerini talep ettiği gibi,
kendilerini arar Onlar (mümkün) iki hükmü kabul eden bir mahaldir. Binaenaleyh
onlar, el-Latifin hükmü olmadan, bu iki hükümden yüz çevirme gücüne sahip
değillerdir.
Allah Teâlâ onlara bunu öğretince, Allah
Teâlâ’nın şanı hakkındaki bilgiden bir takım isimler öğrenmişler, o isimlerle Allah
Teâlâ’yı tespih etmiş, O’na hamd etmiş, daha önce müşahede etmedikleri bu isimlere
göre O’nu övmüşlerdir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kıyamet günü
makam-ı mahmûd’da şöyle der: ‘Ben o gün Allah Teâlâ’yı şimdi bilmediğim
hamdlerle överim.’ O hamdleri kendisine bulunduğu makam verecektir ve Allah
Teâlâ’nın kendisine ilham ettiği ilhamla onları alıp Allah Teâlâ’yı över.
Dünya ve ahirette bütün menzil ve mertebeler, böyledir. Sonsuza varana kadar,
her bir menzil ve mertebenin özel bir övgüsü vardır. İnsan bu tespihi
yaptığında, tespih kendisine daha önce sahip olmadığı ilahi izin hakkında bir
bilgi kazandırır. Allah Teâlâ bu izinden İsa’nın eliyle kuşu yaratmış, İsa
ondan kuşa üflemiş, kuş uçmuştur. Öte yandan Hz. İsa, şaşıları ve körleri bu
izinle iyileştirmiş, ölüleri diriltmiştir. Söz konusu bilgi (ilahi izin
bilgisi), değerli bir bilgidir ve Ebu Yezid Bestami ile Zünnûn el-Mısrî ona
ulaşmıştı. Ebu Yezid istemeden bir karınca öldürmüş, sonra ona üflemiş, karınca
Allah Teâlâ’nın izniyle canlanmıştı. Zünnun’a ise oğlunu timsahın kaptığı
yaşlı bir kadın gelmiş, birlikte Nil nehrine gitmişler, Zürinun timsahı
çağırmış, timsah o çocuğu -tıpkı balığın Yunus’u dışarı atması gibikarnından
dışarı atmıştı. Bu bilgi kendisine keşfolununca, bunun için layık olduğu
hamdler ile Allah Teâlâ’ya hamd etmiştir. Bunlar bu makamın gerektirdiği övgülerdir.
Bu menzilde insan, bu makamın
dışındaki kimseler hakkında bilgi elde eder ve dışında kalanların halini
öğrenir. Çünkü bu menzil, birleştirici bir menzildir ve bu nedenle ‘Kuran
menzili’ diye de isimlendirilmiştir. Bu menzil sahibi, bu makamdan âleme
çıktığında ise, askerleriyle birlikte düşman kendisine sataşır. Düşman özü
gereği ona, özellikle de Âdemoğullarına düşmanlık eden İblis’tir. Çünkü İblis,
Adem’e düşmanlığından farklı olarak, bütün yönlerden oğullarına düşmandır.
Çünkü onu ve Adem’i birleştiren ortak yön, kuruluktur. Bunun nedeni (Âdem’in
kendisinden yaratıldığı) toprak ile (İblis’in kendisinden yaratıldığı) ateş
arasında birleştirici unsurun kuruluk olmasıdır. Bu birleştirici özellik
nedeniyle İblis Âdem’e karşı ‘samimi’ olduğu hususunda yemin ettiğinde
kendisini doğrulamış, çocukları ise onu doğrulamamıştı. Çünkü İblis çocuklara
bütün yönlerden zıttır. Bu durum, onlar hakkında söylediği gibi,
Âdemoğullarının sudan yaratılmış olmasından kaynaklanır. Su ise (bütün yönleriyle)
ateşe zıttır. Binaenaleyh İblis’in çocuklara olan düşmanlığı, babalarına olan
düşmanlıktan daha ğüçlüdür. Allah Teâlâ bu düşmanı gözlerden perdelemiş, onun
adına -şeriat yoluylakalpte bazı alametler belirlemiştir ki, bunlar
vasıtasıyla kendisi tanınır. Bü tanıma, gözün onu idrakinin yerini alır ve
yine bu alametler vasıtasıyla onun vesvesesinden korunmak mümkün olur. Allah
Teâlâ insana İblis’in mukabilinde yarattığı ve onun gibi görünmez olan bir
melekle yardım eder. İblis insanın zahirine etki edemediğinde, melek kendisine
hakim olur ve nefse yardım eder. Bu durumda nefs hem kendi ücretini hem ona
yardım edenin -ki melektirücretini kazanır. Çünkü melek, karşılık beklemez veya
makamında artış ve eksiklik olmaz. İblis insanın zahirine etki ederse, melek
bundan üzülür ve kul adına mağfiret diler. Melek gerçekte üzülecek bir varlık
değildir. Bu nedenle günahın cezası insana döner. Öyleyse melek, her iki
durumda, yani itaat ve günahta da kârdadır, iman ise, melekle güçlenir. Bu
nedenle melek onun adına bağışlanma diler.
Bilmelisin ki, Kuran, kuşatıcı olduğu
için, bütün hakikatleri içermiştir. Bu nedenle onda eğrilik ve tahrif
bulunmadığı gibi yine bu sebeple onun menzili itidaldir. İtidal, varlığın
bekasını koruyan menzil demektir, yoksa var etme menzili değildir. Çünkü var
etme ancak bir sapma ve meyilden meydana gelir ki, Hakk için bu sapma ve meyil,
‘iradi yönelme’ diye isimlendirilir ‘Bir
şeyi irade ettiğimizde...'’219 ayetinde
belirtilen iradeyi kast etmekteyiz. Kuran’ın menzili ‘itidal’ olunca, süreklilik
ve beka özelliğinde olmuştur. Bu nedenle, tekvinin bekası ve var olanın
sürekliliği bu menzile aittir. Menzilinden inmiş olsaydı, itidalden sapmaya
inmiş demek olurdu ki, ‘Kuran ile dağlar yürütülseydi’220
ayetinde bu husus belirtilir. Başka bir ayette ise ‘Bu Kuran’ı
indir şeydik bir dağın üzerine, onun korkmuş ve parçalanmış olduğunu görürdün’221 denilir. Kastedilen, dağdır. Yani
menzilinden aşağı indiği için, onun sureti konulmazdı. Kuran’ın menzili bu
olup hakikatler eşit ölçüde onu kendisine çekince, indirildiği kimsenin bütün
âlemlere rahmet olması gerekmiştir. Çünkü rahmet her şeyi kuşatmış, her şey
zorunlu bir şekilde onu talep etmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem,
Kunut dualarında beddua edince kınanmış ve kendisine şöyle bir hatırlatma
yapılmışür:‘Seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.’222 Yani onlara merhamet et diye
gönderdik. Çünkü sen Kuran sahibisin ve Kuran ‘seni rahmet olarak gönderdik’
der. Bunun yanı sıra, rahmetin her şeyi kuşattığım söyler. Rahmet, bir minnet
rahmeti ile zorunluluk arasındadır. Rahmet kulların bir kısmını zorunluluk yoluyla
kuşatırken bir kısmını ihsan yoluyla kuşatır. Esas olan, ilahi ihsan ve
nimettir. Oluş (âlem) var olmadığı için, Hakk edeceği bir şey de yoktur. Âlem
ihsandan dolayı zuhur edebilir. Aynı şey, sayesinde varlığın rahmeti Hakk
ettiği durum için geçerlidir. O da, ihsandan olabilir. Kuran kendi menzilinden
indiğinde -ki O’nun sözüdür ve söz bölünebilse de O’nun sözü tek bir nispete
sahiptir-, onu kendisi indirmiştir. Nispetlerdeki itidal onda bulunur. Kuran,
okuyan herkes için sürekli yenilenir. Dolayısıyla Kuran’ın inişi, itidalde
kendisine denk olanı kabul eder. Kuran’ın ineceği kimsede itidal hali, arzudan
soyutlanmış olmaktır ve bu nedenle peygamber için ‘0 arzusundan
konuşmaz’223 denilmiş,
başka peygamber ve halifeler de arzuya uymaktan alıkonmuştur. Bu nedenle
mertebe itibarıyla -haber verdiği kimse gibiarzudan konuşmayan derecesine
inmiştir., Her okuyan, ruhunun doğasıyla meşgul olması nedeniyle, onu
hissedemez ve bu durumda doğa perdesinin ardından ona iner ve ona haz vermez.
Bu durum bir grup hakkında Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin dediği
‘Kuran’ı okurlar da okudukları boğazlarını geçmez’ hadisinde belirtilir Böyle
bir durumda Kuran, kalplere değil, dillere indirilen Kuran’dır. Zevk hakkında
ise, ‘Ruh-ı emin (Cebrail) onu senin kalbine indirdi’ denilir. Bu, üzerine
indirilmiş olmasından bir haz duyulan şeydir. Bu hazzın her hazdan daha üstün
olan kadri takdir edilemez. Bu hazzı bulan insan, okunan yeni Kuran’ın indiği
kimsedir. İki inişi ayıran özellik şudur: Kuran kalbe inerse, anlayış getirir.
Bu durumda insan okuduğunu bilir, kendi dilinde olmasa bile, okunan sözlerin
anlamını bilir. Bununla birlikte Kuran’ın dışında o sözlerini anlamım bilemez,
çünkü onlar, kendi dilinde değildir. Halbuki okurken Kuran kalbine inenlerden
ise, okurken sözlerin anlamını bilir. Kuran’ın makamı ve mertebesi
zikrettiğimiz gibi olunca, her varlık onda dilediğini bulabilmiştir. Bu nedenle
Şeyh Ebu Medyen şöyle derdi: ‘Mürid Kuran’da dilediği her şeyi bulmadan, mürit
olamaz.’ Bu genelliğe sahip olmayan bir söz de, Kuran değildir.
Kuran kalbe inmiştir ve o,
nitelenenden ayrılmayan ilahi bir niteliktir (kelam). Bu nedenle kelamı olduğu
kimseden başkasının onu indirmesi mümkün değildir. Hakk, mümin kulunun
kalbinin kendisini sığdırdığını söylemiştir. Öyleyse Kuran’ın bir müminin
kalbine inmesi, Hakkın o kalbe inmesi demektir. Böylelikle Hakk, o kulu
‘sırrından sırrına’ konuşturur; Sûfilerin ‘kalbim vasıta olmaksızın Rabbimden
bana haber verdi ki’ derken kast ettikleri budur. Okuyucu -kelam birbirini
takip eden sözlerden oluştuğu için‘tali’ diye isimlendirilmiştir. Kuran’ın bu
ardışıklığı, iki bitiş harfiyle onun hakkında hüküm vermeyi gerektirir. Bu iki
bitiş harfi, ‘min (den)’ ve ‘ila e,
a)’dır. Böylelikle Kuran ‘Hakk’tan kula iner. Kalp, en üst âlemden iken dil en
aşağı âlemdendir. Hakkın menzili kulun kalbidir ve O konuşandır. Hakk kalpte
bir hakikat olarak bulunurken harfler dil âlemindendir. Dil, ayetleri tafsil
eder, onları parçalayarak okur. Böylelikle insan dili bakımından ‘okuyucu’
diye isimlendirilir ve genel olarak indirileni tafsil eder. Kuran, indirilmiş
kitap ve sahifeler arasında âlemde insan gibidir. Başka bir ifadeyle Kuran,
kitapların toplamı gibidir ve insan âlemin bir toplamıdır Öyleyse Kuran ve
insan -ki insan-ı kâmili kast ediyoruziki kardeştir. Bu durum, Kuran’ın bütün
yönlerinden ve nispetlerinden indirildiği peygamber hakkında böyledir. Onun
dışındaki varislerine ise, omuzları arasından indirilir ve ezberden onu sadra
yerleşir, İşte bu, ‘kâmil varislik’ demektir. Ebu Yezid’in Kuran’ı ‘istizhar
(tam olarak ezberlemek)’ etmeden ölmediği aktarılır. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem, Kuran verilen biri hakkında “Nebilik onun iki yanı arasına
sokulmuştur’ demiştir. Nebiler ve onlara uyan veliler arasındaki fark budur.
Fakat nebiliğin ‘iki yanı arasına
sokulduğu’ ve Kuran’ı ezberleyen kimseye, önünden olduğu gibi ardından görme
gücü verilir. Çünkü Kuran ancak yüz yüze iken (müvacehe) iner. Bu bağlamda Kuran,
peygamber için iki yüzden (ve yönden) inmiştir. Birincisi bilinen yüz iken
diğeri bilinmeyen yüzdür. Varis için ise, bilinen yüzün/yönün dışındaki yüzden
iner ve bu nedenle aşla göre ‘sırt’ diye isimlendirilmiştir. Ferin hükmüne göre
ise, yüzdür. Biz bu makamı tattığımızda, kendi adımıza herhangi bir yüzü ayırt
edemedik. Bu durum bize ansızın gelmişti ve işin nasıl olduğunu bunun ardından
anlayabilmiştik. ‘Kuran’ oluşu bakımından onun karşısında duranın, ‘çokluğun
birliğine’ sahip bir gözü vardır. Toplam olması itibarıyla Kuran’a vakıf olan
hakkında Kuran furkan’dır. Bu durumda o, zahiri, batını, haddi ve matlaı
müşahede ederek her ayetin bir zahiri, batını ve matlaı olduğunu söyler. Öteki
ise, bunu söylemez ve (ikisinin Kuran’ın inişiyle ilgili) zevki birbirinden
farklıdır. Biz bu diğer durumu tattığımızda, iniş furkanî (ayrıştırıcı) olmuştu
ve ‘şu helaldir, şu haramdır’ dedik. Bu (furkanîlik) nedeniyle mezhepler
değişmiş, dinler ve inançlar farklılaşmış, mertebeler ayrışmış, ilahi ve kevni
eserler ortaya çıkmış, âlemde ilahi isimler çoğalmış, meleklere, yıldızlara,
doğaya, unsurlara, rükünlere, hayvanlara, bitkilere, taşlara, insanlara ve
cinlere tapılmıştır. Öyle ki, içlerinden bir (peygamber) birliği getirdiğinde,
şöyle karşı çıkmışlar: ‘İlahları bir ilah mı yapacak?’22* Gerçekte
birleştiren (tevhit) kimsenin işinde şaşılacak bir şey yoktur. Şaşılacak olan,
bir delil olmadan, çoğaltanın işidir. Bu nedenle ‘Allah
Teâlâ ile birlikte başka ilaha dua edenin delili yoktur’225 buyurur. İşte bu, çokluğu kabul
ederken şüpheye kapılana dönen Allah Teâlâ’nın rahmetidir. Böylelikle o, Allah
Teâlâ’nın kendisini bağışlayacağı hakkında kesin bir delil olduğuna inanmıştır.
Çünkü bu kişi, bütün gayretini harcamış ve inceleme gücü kendisine bu sonucu
vermiştir. Bir araştırma sonucu Allah Teâlâ’ya şirk koşmuş müşriklerin bu
ayetten daha çok Allah Teâlâ’nın affını ümit edecekleri bir dayanakları
yoktur.
Şöyle dedik: Alemdeki her eser, ilahi
bir hakikate dayanır. Öyleyse ilahlar nereden çoğalmıştır da ilahi hakikatlere
ibadet edilmiştir? Bunlar, isimlerden kaynaklanır. Çünkü Allah Teâlâ ismi
onları kuşattığında şöyle buyurmuştur: ‘Allah
Teâlâ’ya ibadet edin.’226 Başka bir
ayette ‘Rabbinizden korkun’227 denilir. ‘Rahman’a
secde edin’229 Başka bir
ayette ‘En güzel isimler O’na aittir’229 buyrulur. Burada iş daha
belirsizleşir. Çünkü ayet ‘Allah Teâlâ’ya ya da Rahman’a dua edin’ demekle
(kalmamış), ‘hangisine dua ederseniz hakikat tektir’ demiştir. Bu iki isim de
O’na aittir. Bu, sorunu çözecek bir nastır. Binaenaleyh Allah Teâlâ’nın bu
sorunu yerinde bırakması, müşriklere, başka bir ifadeyle bir kuşkuyla şirk
koşan araştırıcılara (ehl-i nazar) dönük bir rahmettir. Tehdit ise,
kendilerine inceleme imkânı verdiği halde taklit eden insanlara dönük olarak
kalmıştır. Onlar (bu yeteneklerine rağmen) düşünmemiş, tefekkür etmemiş ve
yorum yapmamışlardır. Çünkü o bir taklit bilgisi değildir. Bu konuda
araştırarak yanılan insan, isabet edene göre daha üstün ve doğrudur. Taklit
yoluyla doğruyu bulan ise, sadece Hakkın zati hakkmdaki bilgide doğru yapabilir.
Çünkü bir yaratılmışın o konuda nazari düşüncesiyle hüküm vermesi mümkün
değildir. İnsan, kendisinden haber verdiği hususlarda, ilahi habere göre
davranmalıdır. Ona kıyas veya ekleme veya çıkartma yapılmaz, tevil edilmez, o
söz belli bir yöne çekilmez. Aksine anlam büinir ve nispet bilinmez. Nispetin
bilgisi Allah Teâlâ’nın o konudaki bilgisine bırakılır. İşi böyle inceleyen
kimse için mazeret belirtmiş, (bu bilgiyi getiren peygamber) âlemlere rahmet
olmuştur.
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ kitabı
kadir gecesinde -ki o Şaban’ın ortasıdır‘fiırkan’ olarak indirmiş, Ramazan
ayında ise ‘Kuran’ olarak indirmiştir. Her ikisi de yakın göğe indirilmiştir.
Buradan ise, yirmi üç senede parça-parça, ayet-ayet ve sureler şeklinde inmiştir.
Bu tedriciliğin maksadı, menzillerin bilinmesini ve mertebelerin ortaya
çıkmasını sağlamaktır. Öyleyse yeryüzüne Şaban ayında inmiş olması itibarıyla
Kuran ‘Furkan’ olarak okunur. Ramazan ayındaki inişi itibarıyla ise ‘Kuran’
olarak okunur. Öte yandan bir kısmımız, onu Allah Teâlâ ile okur, bu,
Kuran’dır; bir kısmımız ise, kendi nefsiyle okur, bu ise, ‘furkandır.’ Kuran,
bir hakikatte ve halde bu ikisiyle birlikte okunamaz. Sen O’nun katındaysan
aynı zamanda kendi yanındasm demektir; halbuki kendinde birlikte isen, O’nun
yanında değilsin. Her şey O’nun katında bir ölçüyle bulunurken O böyle
değildir. Çünkü O, her şey ile beraber olduğu gibi kendisini zikredenle
beraberdir. Çünkü onlarla oturur.
FASIL
Kuran’m
Niteliklerinin Açıklanması
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ Kuran’ı ikiden beş harfe kadar kelimelerle indirmiş,
kelimeler, ayeder, sureler, hidayet, aydınlık, şifa, rahmet, zikir yapmıştır.
Bunun yanı sıra Allah Teâlâ onu ‘açık bir Arapça’ ile ‘Hakk kitap’, muhkem,
müteşabih ve mufassal olarak indirdi. Her ismin ve niteliğinin kendine özgü
bir anlamı vardır ve hepsi Allah Teâlâ kelamıdır. Kuran bu ve benzeri
hakikatleri kendinde topladığı için, ‘Kuran’ adını Hakk etti. Allah Teâlâ ehli
menzilini öğrensin diye, bazı niteliklerini söyleyelim.
VASIL
' ' . ' ' •
Kuran
Harflerdir
‘Harf
isminden iki şey anlaşılır: Birincisi, söz, kelam ve
lafız diye isimlendirilen şey iken diğeri çizgi, rakam ve yazı diye
isimlendirilen şeydir. Kuran çizgidir, dolayısıyla rakam harfleri ona aittir.
Kuran söylenir, bu nedenle harfler ona aittir. Söylenen harfler olması, Allah
Teâlâ’nın kelamına mı, yoksa söyleyene mi döner? Allah Teâlâ’nın peygamberi
bize Hakkın kıyamette farklı suretlerde tecelli edeceğini, bir kısmında bilinip
bir kısmında inkar edileceğini bildirmiştir. Farklı suretlerde tecelliyi kabul
eden bir hakikat için, söylenen harflerle gerçekleşen kelamın -şanına layık
tarzda kendisinde tecelli ettiği bazı suretler sayılarak‘Allah Teâlâ kelamı’
diye isimlendirilmesi uzak görülemez. Buradan hareketle ‘Allah Teâlâ şanına
layık tarzda bir surette tecelli etti’ dediğimiz gibi ‘Allah Teâlâ ses ve harf
ile şanına layık tarzda konuştu’ deriz. Biz bunu da sevinç, gülme, göz, ayak,
sağ el gibi Kitap ve Sünnette yer alan ve -herhangi bir nitelik ve benzetme
olmaksızınmakul anlamı üzere kendisine inanmanın zorunlu olduğu hususlarla bir
sayarız. Çünkü Allah Teâlâ ‘O’nun benzeri bir şey yoktur’230 buyurur. Burada Allah Teâlâ bir şeye
benzemekten tenzih edilmiştir. Bununla birlikte anlam bilinirken nispet
bilinmez. Harfler düzenlendiğinde, kelime, kelimeler düzenlenince, ayet, onlar
düzenlenince sure diye isimlendirilir. Allah kendisini -şanına layık
tarzdanefs sahibi olmakla nitelemiş, onu ise ses ve söz ile niteleyerek ‘Allah
Teâlâ’nın kelamını duyana kadar komşuluk et’231 demiştir. Burada nefes, ses denüen
şeydir. Onun seste kesintiye uğraması ise, ‘harf diye isimlendirilir. Bütün
bunlar, ilahi haberlerde bize büdirUdiği şekilde bilinen ve anlaşılan
hususlardır. Bununla birlikte diğer niteliklerde olduğu gibi benzerlik ve
teşbih söz konusu değildir. , :
Allah kendisini suret sahibi olmakla
nitelemiştir. Buradan O’nun ‘Zahir ve Bâtın5232
olduğunu öğrendik. Bâtın, Zahir için gayb iken zahir bâtın için şehadettir. Allah
bir nefesi olduğunu bildirmiştir. Bu, onun gaybten çıkmasıdır. Harflerin ortaya
çıkması ise, şehadettir. Harfler onların ruhları olan manaların zarflarıdır ve
‘tevatü’ yoluyla göstermek üzere konulmuşlardır. Allah şöyle der: ‘Her peygamberi
kavminin diliyle gönderdik ki, onlara açıklasın.’2*3 Allah Teâlâ’nın kullarına dönük
bundan daha açık bir izah olamaz. Binaenaleyh Kuran’da kullanılan kelimeler,
Arapça’da o sözlerin bildirdiği anlamlara göre anlaşılması gerekir. Sözün
dilde gösterdiği anlam bilindiği gibi bu anlamın yaratılmışla ilişkisi de
bilinir. Aynı kelime Allah Teâlâ’dan bir şeyi bildirdiğinde ise, sözün
gösterdiği anlam bilinir, fakat aidi delil ve şer’i delil (Allah Teâlâ ile
yaratılmış arasındaki) benzerliği reddettiği için, anlamın (Allah Teâlâ ile
ilişkisi, yani) nispet bilinemez.
Ortaya
koyduğumuz husus tam öğrenilince, Allah Teâlâ kelamının bu okunan, duyulan ve
söylenen Kuran, Tevrat, Zebur ve İncil diye isimlendirilen şey olduğu
anlaşılır. Onun harfleri, kelimelerin tekiT olarak mertebelerinin
belirlenmesidir. Sonra kelimelerin çoğul iken başka bir anlamı vardır ki,
bunlar, tekil olarak kelimeye ait değildir. Kelimenin duyanın nefsinde bir
etkisi vardır ve bu nedenle ‘kelime’ Arapça’da yara anlamındaki kelem’den
türetilmiştir. Kelem, yaralanın cismindeki etkidir. Nitekim kelimenin de duyanın
nefsinde bir etkisi vardır. Bu etki ona duyma istidadı kazandırır Ki, anlama
yoluyla kelamı kabul edebilsin. Bu zorunludur, iki veya daha çok kelime
birleştiğinde, toplam, ayet diye isimlendirilir. Bu, tek başına her bir
kelimenin vermeyeceği bir anlamı gösteren ‘alamet5 demektir. Bu
durum, kelime karşısında harflerin durumuna benzer. Çünkü açıktır Ki, toplamın
bir hükmü vardır ve bu hüküm toplamın tekillerinde bulunmaz. Ayetler konuşanın
dilediği ölçüde bir araya geldiğinde ise, bu toplam ‘sure’ diye
isimlendirilir. Sure ‘menzil’ demektir ve bu ayetlerin toplamından ortaya
çıkar. Menzil, ayetlerden her birinin tek tek verdiği şeylerin bir toplamıdır.
Kuran, söylediğimiz şekilde, sure, ayet, kelime ve harflerden başka bir şey değildir. . ,
Kuran ve menzilleri hakkında genel
bir ilke verdik. Kuran ayetleri değişir, kelimeleri de değişir ve bu nedenle
harflerin sıralanışı da değişir. Kuran büyük ve çoktur. İma ettiğimiz
hususları ayrıntılı açıklamaya kalksaydık, bir ömür yetmezdi. Kuran içindeki
hâzineleri ortaya çıkartmak üzere, seni kendine yönlendiriyoruz. Bu durum, onu
‘kelam5 kabul ettiğimizde böyledir. Kitap konumuna getirdiğimizde
ise, kitap, harflerin kelimeleri oluşturmak üzere bir araya geldiği şeydir.
Bunun amacı, sureleri meydana getirmek üzere, kelimeleri oluşturmaktır. Bunlar,
yazarın elinde gerçekleşir. Söz de Rahman5ın nefesinden gelir ve
böylelikle -haller başkalaşsa daiş tek tarz üzerinde kahr. Çünkü söz söylemek,
yazı değildir. Elin niteliği nefesin niteliğiyle bir değildir. Oyleyse onun
‘kitap’ olması, zahirin ve şehadetin sureti olmaktır. ‘Söz’ olması ise, gaybın
ve bâtının sureti gibidir. Öyleyse sen, kesif ve latif arasında
bulunmiaktasın. Harfler ise her tarzda kendisi için konulmuş anlamı göstermek
üzere hamd edilen nispete göre kesiftir. Mana latif olabileceği gibi kesif de
olabilir. Fakat delalet, yani harfin taşıdığı ve harfin ruhu ise, her bakımdan
latiftir. Çünkü ruh suretten latiftir. •
Allah Teâlâ Kuran’daki surelerden
birini kalp yapmış, o surenin Kuran’a on kez bedel olduğunu söylemiştir. Kuran
ayetleri için bir ayet belirlemiş, ona bütün Kuran ayetlerinin efendiliğini
vermiş. Surelerinden birini belirlemiş, onun Kuran’ın ‘üçte biri’ veya
yarısına veya çeyreğine denk geldiğini söylemiştir. Bunu o surenin mertebesi sağlar.
Hepsi de Allah Teâlâ kelamıdır ve bu yönüyle Kuran’da bir derecelenme yoktur.
Kendisini telaffuz etmesi itibarıyla ise, dizilişin değişmesi nedeniyle, bir
derecelenme gerçekleşir. Allah Teâlâ’ya dua et ki, işaret ettiğimiz hususu
sana açıklasın. Çünkü nimet veren ve ihsan eden Allah Teâlâ’dır.
VASIL
Kuran
Nurdur
Kuran’ın nur olması, saptırıcı
kuşkulan ortadan kaldıran ayetlerinden kaynaklanır!
Bu durum ‘Yerde ve gökte ilahlar bulunsaydı bozgun ortaya
çıkardı’,234
‘Batanları sevmem’,235
‘Konuşuyorlarsa putlara sor’,236 ‘Sen güneşi batıdan getir’,237 ‘Arş sahibine bir yol bulursa’,2311 ‘Onda pek çok ihtilaf bulurlardı’,239 ‘Onun gibi bir sure getirin’240 gibi ayetlerden ortaya çıkar.
Kuran’da delil olarak zikredilen bütün ayeder, onun nur olmasından kaynaklanır.
Nur karanlıkları kaçırtan şeydir ve bu nedenle nur diye isimlendirilmiştir.
Nur, kaçırtan demektir.
Kuran
Ziyadır
Kuran’ın ziya olması, işleri ve hakikatleri açıklayan
ayetlerin onda bulunması demektir. ‘Her gün bir iştedir’,241 ‘Sizin için fariğ kalacağız’,242 ‘Peygambere itaat
eden’,243, ‘Bana şunların isimlerini bildirin’244 ‘İki elimle
yarattığım’,241 ‘Allah Teâlâ dilemeden siz dileyemezsiniz7,246 ‘Hepsi Allah Teâlâ’dandır’,247 ‘Ona fücur ve takva
ilham etti’24* gibi ayeder bu kapsamda değerlendirilebilir. Hakikatlere
işaret eden bütün ayeder, bu kapsamdadır.
VASIL
Kuran
Şifadır
Kuran’ın şifa olması, ondaki Fatiha
suresi ile dua ayetleriyle ilgilidir.
VASIL
Kuran
Rahmettir
Kuran’ın rahmet olması, Allah
Teâlâ’nın kullarına dönük iyilik ve müjdelerle
kendisine zorunlu kıldığı vaatlerin onda bulunmasıdır. Misal olarak ‘Allah
Teâlâ’nın rahmetinden umut kesmeyin, Allah Teâlâ kendisine rahmeti yazdı’,249 ‘Benim rahmetin her şeyi içerdi’250 gibi umut ayetlerini verebiliriz.
Kuran
Hidayettir
Onun hidayet olması, sarih ve yoruma
kapalı ayetlerinden kaynaklanır. İhtimale kapalı ve ilk bakışta zahirinden
anlaşılan her ayet, Kuran’ın hidayet olmasından kaynaklanır. Misal olarak, ‘Cin
ve insanları bana ibadet etsinler diye yarattım’,251 ‘Kısasta
sizin için hayat vardır’,252 ‘İyilik
getiren onun on katıyla, kötülük getiren misliyle cezalandırılır’,253 ‘Kim affeder ve barışa yanaşırsa,
ücreti Allah Teâlâ’ya kalmıştır’254 ayetlerini verebiliriz. Bunlar
çoktur.
VASIL
Kuran
zikirdir
Kuran’ın zikir olması, içerdiği ibret
alma ve inançsızlıkları nedeniyle yok alan
toplumların öykülerinden kaynaklanır. Nuh kavminin, Ad, Semud, Lut, Eykeliler
ve Res kavminin durumunu anlatan ayederi misal verebiliriz.
VASIL
Kuran
Arapçadır
Kuran’ın Arapça olması, nazmının güzelliği, muhkem ayetlerinin müteşabihten farklılığı, kıssaların
lafza ekleme ve eksiltme yoluyla değiştirilmesiyle tekrarı gibi hususlarla
ilgilidir. Bununla birlikte, lafız veciz olsa bile, verilen bilgi ve
açıklamada manâ tam ifade edilir. Misal olarak ‘Her
çığlığı aleyhlerine zannedeler’,255 ‘Sana onu cedel diye misal verirler’,256,
‘Ey yer, suyunu tut, ey gök suyunu çek’257 gibi ayederi verebiliriz.
Başka bir ayette ‘Musa’nın
annesine onu emzir diye vahyettik, hakkında korkunca onu sandala koy, korkma ve üzülme,
onu sana döndüreceğiz, onu peygamberlerden yapacağız’258 denilir. Bütün bunlar, bir ayette
iki müjdeyi ve yararlı bir bilgiyle iki durumu içeren ayetlerdir ve Allah
Teâlâ’dan bir müjdedir.
VASIL
Kuran
Mübindir
Kuran’ın ‘mübin’ olması, Mutlu ve
bedbahtların özelliklerini açıklayan ayederiyle
ilgilidir. Kuran sevinenlerin niteliklerini diğerlerinden ayırır. Misal olarak ‘Müminler
sevinmiştir’259 ayetini
verebiliriz. Başka bir ayet ise ‘Allah Teâlâ müminlerden canlarını
satın aldı’260 ayetidir.
Hüküm ayetleri ve öğrenilmesi için bir durumu açıklayan bütün ayeder, Kuran’ın
açıklayıcı olmasını sağlar. Bu nedenle Allah Teâlâ onu bütün isimlerle isimlendirmiş,
onu ‘Kuran’, yani sadece kendisinde bulunan anlamları toplayan kitap
yapmıştır.
‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
Yirmi Birinci Sifir bu bölümle sona
ermiştir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar