Print Friendly and PDF

[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] OTUZ BİRİNCİ KISMI

Bunlarada Bakarsınız

 


Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla

BÂB

Mest Üstüne Meshetmek

Şeriat bilginleri mest üstüne mesh hakkında görüş ayrılığına düş­müştür. Bazıları, bunun genel anlamda caiz olduğunu belirtirken İbn Abbas gibi bir kısmı, onun genel anlamda caiz olduğunu kabul etme­miştir. imam Malik’ten böyle bir rivayet vardır. Bir kısmı ise sadece yolculuktayken bunun caiz olduğu kanaatindedir.

VASIL

Meselenin Bâtınî Hükmü

Mest üzerine mesh bâtında, mest giyen kimsenin mesti çıkarmada ğüçlük çekmesi örneğindeki gibi, karşılaştığı durumdan uzaklaşmada güçlük çeken insanın haline işaret eder. Bu güçlük nedeniyle temizlen­me çıkarmanın yerini almış ve ‘mestin üstüne mesh etmiştir.’

Temizlik tenzih demektir. Hakk ise, tenzih yapanın bu fiiliyle amaç­ladığı kimsedir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘İzzet sahibi Rabbin onların nitele­mesinden münezzehtir.571 izzetin bir özelliği engellemektir. Böylece Allah Teâlâ, zatının inkarcıların nitelemelerine bir mahal olmasının imkânsızlı­ğını belirtir. Hakk, kendisi nedeniyle, zatı tenzih edilendir, yoksa kulu­nun tenzihi nedeniyle tenzih edilmiş değildir. Allah Teâlâ’yı bilenlerin Hakkı tenzihleri, amel değil bir bilgidir. Çünkü yaratıkların ilâhı tenzihleri amel olsaydı, tenzih edilen Allah Teâlâ bu amelin eserinin bir mahalli olurdu. Son derece hoş ve güzel olan bu işareti iyice kavra!

Hakk, kullarının tenzihini onların amel sahibi olması bakımından kabul etmez. Çünkü tenzihi amel diye görmek, sadece cahil kulların ya­pacağı bir iştir. Bilen ise onu bilgi olarak görür; tenzihi dile getirdiğin­de işin kendiliğinde bulunduğu hali -ki bu hal onun sözü ve zikridirbildirme maksadıyla dile getirir. Böylece bilenin amelinin ürünü, yara­tanını tenzih etmenin anlamını bilmesinde ortaya çıkarak sözü ve ifade­siyle bilgiyi kuvve halinden fiile çıkarır. Bu ifade, kendisini duyup da Allah Teâlâ hakkında bir tenzih olduğuna inanmayan kimselerin nefislerine etki yapabilir.

Öyleyse kul, Hakka perdedir. Çünkü işlerin dış yüzü herkesçe algı­lanır ve Hakkın koyduğu sebeplerle ilişkilendirilir. Bu nedenle kul ‘yap­tım, meydana getirdim, oruç tuttum, namaz kıldım’ der. Böylece fiille­rinin yaratıcısı ve uygulayıcısından perdeli olduğu için -ki onlar Haktan kaynaklanarak kulda meydana gelirhepsini kendine izafe eder.

Mest, abdest alan insan ile suyun ayaklara ulaştırılması arasında perde olup temizliğin konusu mestler haline geldiği gibi insanın Yara­tanını tenzih etmesi -ki tenzih, temizlik ve takdistirde böyledir. İn­san, Hakkın kendisi nedeniyle münezzeh olmasından dolayı gerçekte bu tenzihin sonucunu Hakka ulaştıramayacağı için tenzihin hükmü, Yaratana bir perde olan tenzih sahibine [insana] geçer. Bu hükmün sahibine geçmesi ise, amelî tenzihin tenzih edilen kimsede bir sonu­cunun olması bakımındandır [halbuki Hakta bunun bir sonucu ola­maz], Bu nedenle, dince belirlenmiş mesh fiiliyle temizlenmeyi mest kabul ettiği gibi, tenzihin sonucunu da [Hakk değil] insan kabul eder. Böylece [tenzih yaptığında gerçekte Hakkı değil] kul, kendisini bilgi sizlikten -ki bilgisizlik bilgisizle bilfiil varlık kazan<rtenzih etmiş de­mektir. Bilgisiz, Hakka kendisine yaraşmayan ve zatının kabul etme­diği şeyi nispet eden kimsedir.

Allah Teâlâ, sahih bir kutsi rivayette kulun kendisiyle yürüdüğü ayağı olacağını bildirir. Duyu ise kulun sadece kendi ayağıyla yürüdüğünü görür. Mest -ki kulun zatıdırgiydiğinde, temizlenmesi gereken şey mest olur. ‘İşte bunlar size iade edilecek amellerinizdir.’ Öyleyse hük­mün konusu, mesttir.

Meshin kullanımının yolculukta ve yolculuk dışında caiz olması bu­radan kaynaklanır. Bu noktada yolculukta olmamak, insana dönen ten­zihe işaret eder. Böylece, bazı Allah Teâlâ adamlarından aktarıldığı gibi, bu halde ‘kendimi tenzih ederim (subhani)’ dersin. ‘Kendimi tenzih ede­rim (subhani)’ diyen insan, zikretmiş olduğumuz bu makamı müşahede eden kimsedir.

Yolculuk, öğretmek amacıyla söylediğinde dinleyenm kulağına ula­şan tenzihtir. Kulağa ulaşan söz, tenzih hakkındaki bilginin gerçekleş­mesine etki eder. Bu sayede dinleyenin algılama organı, söz konusu meseleyle ilgili bilgisizlikten temizlenir. Öğretenden öğrenene dönük bu kadarlık geçiş, yolculuk diye isimlendirilir. Bu sayede kendiliğinde bulunduğu duruma göre gerçek, öğrenene aydınlanır. Böylelikle, bilgi mahalli temizlenir.

Mest veya aynı anlamdaki çizme, çorap gibi ayağm abdestte temiz­lenen kısmını örten örfte ve adette giyilen şeyler bu kapsama girer. Ayağın dildeki isimlerinden biri kademdir. Bu, kadem kelimesinin ayakla ilgisini güçlendiren belirtilerden biridir. Kadem, sabit olmak demektir ve ortak anlamla kullanılan kelimelerden biridir. ‘Falanın bu işte öteden beri kademi vardır’ denilir. Bununla, eski ve sabit bir ilkesi vardır denilmek istenir. Nitekim [ayak anlamındaki] ‘rid’ kelimesi de eş adlılık ile kullanılır. Ricl kelimesinin dilde eş adlılıkla kullanımını kaste­diyorum. Şöyle denilir: ‘Ricl min cerad’, bir çekirge sürüsü ve grubu anlamına gelir.

‘Ayak mestle ısınır’ denirse, kesin olarak bilinen organın kastedildi­ği anlaşılır. Hal karinesi ve lafızların niteliklerle tanımlanmış olarak de­laleti, eş adlılık nedeniyle belirsiz kalan şeyi belirli Hakk getirir. Böylece daha önce konusu ayale iken temizliğin hükmü meste geçer. Fakat mes­tin giyili olması gerekir. Böylece insan, mestine ilişip onu hüküm yö­nünden veya gerçekte pisleştirilebilecek şeyden temizler.

‘el-Cebbar ayağını ateşe koyar’ hadisinde ayak Allah Teâlâ’ya nispet edildi­ğinde bazı akıl sahipleri şöyle zannedebilir: Ayağın Allah Teâlâ’ya nispeti, in­sana veya ayaklı bir şeye nispet edildiği tarzda değildir. Bu nispette -söz gelişikastedilen, başka bir şey olmalıdır. Böyle demekle söz konusu kimseler, bedenlenmiş ruhların ayaklarının [olduğundan] habersizdir. Allah Teâlâ ise, -daha önce ayağın özelliği geçmiştihızlı yürümek anlamın­daki hervele fiilini kendisine nispet ederek, böyle bir kanaati benimse­yen insanın yanılgısını ortadan kaldırır. Allah Teâlâ, karnı üstünde sürünen değil, iki ayağı üstünde yürüyenle beraberdir. Bununla birlikte ‘O'nun benzeri yoktur’ ifadesini tam olarak anlamak gerekir.

Allah Teâlâ’yı nitelediğimiz ve O’nunla ilişkilendirdiğimiz her şey, Allah Teâlâ’nın kendisini nitelediği ve kendisiyle ilişkilendirdiği özelliklerdir. Hızla koşmayı kendisiyle ilişkılendirmesinin nedeni, celaline yaraşır şekilde, koşma ve onun gereği olan niteliğe konu olan ayağı kastettiğinin bilin­mesini sağlamaktır. Çünkü Allah Teâlâ bilinmeyen meçhuldür. [Ama] O, ‘tanımlanamayan belirsizliktir’ denilemez. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘O'tıu ilmen ihata edemezler.’72 Gerçi Allah Teâlâ’nın ayağı olduğunu söylemekle tenzih sa­hibinin kendi inancına göre belirlediği şeyi kastetmiştir ve anlamı onun­la sınırlıdır demek istemiyoruz. Allah Teâlâ ayak sahibi olmayı ortaya koymak için koşma’yı zikretti. Ardından vehme gelebilecek eş adlılık zannını gi­dermek için, koşmayı ayak karşısında mestin yerine yerleştirdi. Böyle­likle tenzihin konusu ayak yerine koşma oldu. Daha önce tenzihi dile getiren kul, [Haktan] ayağı tenzih etmekle meşguldü. Koşma da zikre­dilince, bu kez tenzih ona geçti. Abdestte de ayağın temizlenmesiyle il­gili hüküm meste geçmişti. Kul örfte bilinegelen koşma fiilinden Rab­bini tenzih etmiş, [nasta geçtiğine göre] koşmanın ise Hakkın şanına yaraşır tarzda olacağını ifade etmişti [selefilik]. Çünkü kul, Hakk kendi­sini daha iyi bildiği için [ve kendisini nitelediğine göre], O’nu bu özel­likle nitelememezlik yapamaz. Allah Teâlâ kendisi için bu niteliği ispat etmiştir. Böyle bir niteliği Hakka nispet etmeyi reddeden kimse mümin değildir. Fakat yapması gereken şey, ‘bunun niteliğini bilmeyi Allah Teâlâ’ya’ bırakmaktır. Bu nispeti bilmeyi kastediyorum.

‘Hızlı koşma (hervele)’nin anlamına gelince, Allah Teâlâ dilcilere anlaya­cakları şeyle hitap eder. Hervele, bilinen bir şey iken Hakla nasıl ilişkilendirileceği bilinmez. Allah Teâlâ’nın kendisine nispet ettiği yaratıkların bütün özellikleri böyledir.

Anlatılmak istenilen şey, bir ilişki ve benzerlik tarzıyla sadece te­mizliğin bir yerden başka bir yere geçmesinin imkanıdır. Burada ‘zo­runluluk’ değil, ‘mümkün’ olmaktan söz ettik. Çünkü zorunluluk mümkün olmakla çelişir. Mest sahibi ise, mestini çıkarabilir ve dinin gereği olarak ayağını yıkayabilir veya bu konudaki mezhebinin gerek­tirdiği şekilde suyla ayağına mesh edebilir. Bu konuda onun için bir en­gel yoktur. Aynı şekilde, akıllı insan da [Hakkı tenzih karşısında] böy­ledir: Akılcı, ayağı Haktan tenzih etmede kalmış, koşma fiiline geçerek onu bu ‘ayak’tan uzaklaştırmamıştır. Bu güçlüğe düşmesinin nedeni ise, daha önce ayağın Hakka nispetinin hiçbir şekilde bize nispetine benze­mediğini açıklamaktan kaynaklanır. Bu nedenle vaciplik meshle ilgili olmamış, onun hükmünün cevaz (olabilir, imkân) olması daha uygun görülmüştür.

VASIL

[Daha önce belirttiğimiz gibi] Bazı bilginler mest üzerine meshi yolculukta caiz görmüş, yolculuk dışında caiz görmemiştir. Bunun [ba­tındaki yorumu şudur]: Tenzih bir amel olduğunda, onun yegâne etkisi dinleyen ve kabul edende gerçekleşir. Böylece tenzih, öğreten-bilenden ibare veya işaret vasıtasıyla telaffuz ve söz bineğinin üstünde öğrenene, öğretmenden öğrenciye sefer ve yolculuk eder.

VASIL

Genel olarak mest üstüne meshi caiz görmemenin bâtınî yorumu şudur: Gerçek tenzih, Allah Teâlâ’ya aittir. Çünkü Allah Teâlâ, özü gereği tenzih edi­lendir. Kul ise asla münezzeh değildir. O, bir şeyden münezzeh olsa başka bir şeyden nünezzeh olamaz. Mutlak anlamda tenzihi kabul et­memesi, kulun hakikatinin gereğidir. Kul bu niteliğe sahip iken de, münezzeh olması mümkün değildir. Çünkü o, bilginin zıddıdır. Arızî şeylerin ise hakîkaderde bir etkisi yoktur. Çünkü kulun tenzihin sonuç­larını kabul etmesi, kendisine dönük sonuçları kabul etmekten münez­zeh olamayacağını gösterir. Eğer anlarsan işte bu, genel anlamda mest üstüne mesh yapmayı kabul etmemenin [bâtınî] yorumudur.

VASIL ve TAMAMLAMA

İki mest hakkındaki hükmün bâtınî yorumu şudur: Bunlarla kaste­dilen iki yaratılıştır: Beden ve ruh yaratılışı. Her yaratılışın kendine ya­raşır bir temizliği vardır. Anlayınız!

BÂB

Meste Meshin Tanımlanması ve Bunun Anlamı

Şeriat âlimleri, mest üstüne meshin tanımlanmasında görüş ayrılı­ğına düşmüştür. Bazı âlimler, meshin zorunlu miktarın üstüne mesh etmek olduğu görüşündedir. Fazlası ise müstehaptır ki o da mestin al­tının meshidir. Ali b. Ebi Talib şöyle der: ‘Kanaate göre olsaydı, ayak altını mesh etmek üstünü meshten daha doğru olurdu. Ben Allah Teâlâ’nın peygamberinin mestin üstünü meshettiğini gördüm.’

/Bazı âlimlere göre ise mestin dışının ve içinin mesh edilmesi gere­kir. Bazı âlimler, mestin sadece dışının meshedilmesi gerektiği görü­şündedir. Bu görüşte olanlar, içini meshi müstehap saymaz. Bazı âlim­ler ise, zorunlu olanın mestin içinin meshi olduğunu görüşündedir. Üs­tü mesh ise müstehaptır. Bu, Eşheb’in görüşüdür.

VASIL

Bu Konunun Bâtındaki Hükmü

Bilmeksin ki, tenzih -ki burada meshederek temizlenmek diye ifa­de edildiya daha önce belirttiğimiz gibi Hakk ile ya da Hakkı tenzih eden kulla ilgilidir. Tenzih bu iki kısımla sınırlıdır: Çünkü Rab ve kul, yaratan ve yaratılandan başka bir şey yoktur. Biz bu konuda ‘daha üs­tün’ ve ‘daha aşağı’ deriz. Yükseklik, Allah Teâlâ’ya aittir. Çünkü Allah Teâlâ, özü gereği dereceleri yükseltendir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘En yüce Rabbinin ismini teşbih et.m Kuran’da mestin üst tarafını meshle ilgili bu âyetten daha yakın bir âyet yoktur. Aşağıda olmak ise, bize aittir.

Aynı durum mestin dışı ve içi, başka bir ifadeyle iç ve dış lafızları için geçerlidir. Bazen Hakk, zuhur eden ve batın kalan hükümlerinin sa­hibi olabilir. Bazen zuhur edici olmak, adeti aşmada Hakka ait olabilir­ken, adetlerde gizlenmek de Hakka ait bir hüküm olabilir. Adetler, ‘dü­şünen bir toplum için’ Allah Teâlâ’ya dehl olan âyederin büyük kısmıdır.

Bazen tenzih, noksansız ve en üstün olan Allah Teâlâ’ya gerçek anlamda ilişir [Ya da ondan kaynaklanarak zorunlu olur]. Bu durum, [zahirde] meshetmede farz olan miktardır. Tenzihin kula izafesi ise, kendi ameli­nin kendisine dönmesi bakımından müstehaptır. Bu ise, farz olanın mesderi mesh etmek olduğunu; altını mesh etmeyi ise, müstehap kabul edenlerin görüşüdür.

Tenzih zuhur eden ve batın kalan olması bakımından Hakka ilişe­bilir [bu yönden kaynaklanabilir]. Bu ise, müşâhede ve tecellilerin bas­kın gelmesi nedeniyle, varhkta Allah Teâlâ’dan başkasını görmeyen kimsenin tenzihidir. Böyle bir insan Hakkı zâhir ve bâtın iken görür ve dolayısıy­la onun tenzihi ancak Allah Teâlâ hakkında gerçekleşir. Tenzih gerçek (vücûdi) değil, var olmayan bir nispettir. Bu ise, mesderin içinin ve dı­şının meshini farz sayanların görüşüdür.

Tenzih, bazen zatındaki yetkinlik nedeniyle Allah Teâlâ’ya ilişebilir [bu bakımdan tenzih zorunlu olabilir]. Bu makamda tenzih eden insan, özünden kaynaklanan eksiklik nedeniyle, yaratıkları tenzih etmeyi müstehap saymaz. Yaratılmışı tenzih ederse yalan söylemiş olur. Görür ki mümkün varlık, herhangi bir yönden sahip olduğu bir yetkinlik sıfatı nedeniyle münezzeh olsaydı, o sıfat bakımından Allah Teâlâ’dan müstağni kalmış ve ona karşı koymuş olurdu. Yaratıkların ise, Allah Teâlâ’dan müstağni kalmalarını sağlayacak bir nitelikte bulunması imkânsızdır. Onlar, bü­tün bakımlardan, Allah Teâlâ’ya muhtaçtır. ‘Allah Teâlâ ise, zengin ve övülendir.’ Tenzihi bu makamda olan insan, mestin altına mesh etmeyi müstehap görmeyi reddederek ‘Allah Teâlâ’dan başka münezzeh yoktur, O, celal nitelik­leriyle kullarına görünendir’ der. Bu ise, daha önce söylediğimiz gibi, mest üstüne meshi kabul edip mestin altına meshin müstehap olmadı­ğını düşünen kimselerin görüşüdür.

Bazen tenzih, daha doğrusu tenzihin farz olması, el-Bâtın isminden kaynaklanır. Bu makamda Hakkı tenzih eden insan şöyle der: ‘Bâtın, bâtın olmak nedeniyle taşıdığı celal özelliklerine göre bilinmeyi uzaklaş­tıran bir yerdir.’ Öyleyse zorunlu olan, perde ardından Hakkı el-Bâtın isminde tenzih etmektir. Söz konusu perde, Allah Teâlâ’nın idrak edilmeyen bâtın olduğu hükmünü veren şeydir. Allah Teâlâ ise, herhangi bir perdenin kendisini kuşatamayacağı kadar münezzeh ve aşkındır. Bu nedenle elBâtın ismi yönünden tenzih vacip oldu. Bu ise, mestin altını meshi farz; üstünü meshi ise, müstehap gören -Eşheb gibikimselerin görüşüdür.

[Tenzihin kaynağı] Hakkın ez-Zâhir [zuhur eden] ismi olabilir. ezZâhir, Hakkın kullarına suretlerde tecelli etmesidir. Kul ise Hakkı sure­tin sınırlamasından tenzih eder. Fakat onu bilgiden çıkarmayan tenzih, Hakkın o suretin aynı olduğudur. Çünkü Allah Teâlâ, herhangi bir akıldan olduğu gibi kendisini bilen başka herkesten daha çok kendisini bilir. Bununla birlikte Allah Teâlâ, söz konusu suretlerde kullarına tecelli edeceğini bildirmiştir. Nitekim İmam Müslim es-Sahih’inde bunu zikreder.

Bu makamdaki insanın tenzihi, Allah Teâlâ’nın bir suret ile sınırlanmadı­ğını, başka bir ifadeyle herhangi bir suretin O’nu sınırlamadığını ifade etmektir. Allah Teâlâ, kullarına göründüğü her surette tecelli eder. Halde kendiliğinde böyle iken, bizim [bedensel ve ruhsal yapımızı] düzenle­yip denge kazandırdıktan sonra, yaratılışımız hakkında ‘dilediği her­hangi bir surette seni oluşturur’ demiştir. O da, dilediği herhangi bir surette kullarına tecelli eder. Burada, sayesinde kendisini öğrenmen için dikkatini çektiği İlâhi bir sır vardır. Bu görüşün sahibi, kendisine yerleşmekle o suretteki tecellisinin sürekliliğini istediği için, zuhur edişinde Hakkı tenzih eder. İşte bu, [mesh edilen] mahalli belirleme­de bâtmın hükmüdür.

BÂB

Neye Mesh Yapılır: Kişinin Giydiği Mest, Çorap vb.

Mesdere mesh etmeyi kabul eden bilginler, tereddütsüz bir şekil­de onların üstüne mesh edilebileceğinde görüş birliğindeyken, çorap­lara mesh etmede görüş ayrılığına düşmüştür. Bazı âlimler, genel an­lamda bunu reddetmiş, bir kısmı genel olarak kabul etmiş, bir kısmı ise özel bir nitelikte olmasını caiz görmüştür. Bu nitelik ise, ya giyilen şeyin suyu ayağa ulaştırmaşacak şekilde belirli bir yoğunluk ve serdik­te olmasıdır ya da yürümeye imkân verecek şekilde bir deriyle kap­lanmış olmasıdır.

VASIL

Meselenin Bâtınî Hükmü

Bu konunun bâtındaki hükme gelirsek, daha önce mestle ilgili hü­küm zikredilmiş, geride çorabın hükmü kalmıştı. Kabul edilmiş görüş, çorabın perde olma niteliğinde mestle bir olmasıdır. Kul, Yaratanı önünde perdedir. Bu nedenle ‘nefsini bilen Rabbini bilir’ hadisi gelmiş­tir. Çünkü insan Rabbine delildir. Özel bir şekilde irtibatlı olsalar bile delil ve delilli, birbirlerine zıttır ve bir araya gelmezler.

Daha önce demiştik ki mest, Allah Teâlâ için kullanılan ayak kelimesin­deki eş adlılığı ortadan kaldırmak için iyi bir kanıttır. Aynı şey, koşmak için geçerlidir ki daha önce bunu belirtmiştik. Çorap, ayağı örtse bile, gedikleri nedeniyle mest kadar güçlü değildir. Çünkü su ona yayılır ve hızlı bir şekilde onun gediklerinden içeri girer. Mest ise böyle değildir.

Bunun bâtını hükmü şudur: Allah Teâlâ’nın kullarından herhangi biri, Allah Teâlâ’ya başkalarından daha güçlü delil olabilir. Zayıf olan ise, çorap gibi­dir. Nitekim bir hadiste Allah Teâlâ’nın velileri nitelenirken böyle denilmiştir. Peygambere ulaşan isnat zinciriyle, hadisi duyan birden fazla kişi bana Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e şöyle söylenildiğini bildirdi: ‘Ey Allah Teâlâ’nın peygamberi! Allah Teâlâ’nın velileri kimdir? Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle yanıt verdi: ‘Görüldükle­rinde Allah Teâlâ hatırlanan kimseler!’ Bunu Hafız Ebu Nuaym, ‘Hilyetü’levliyâ’ isimli kitabında zikretmiştir. Çünkü, daha önce dediğimiz gibi, söz konusu insanlarda Allah Teâlâ’ya delil olmanın gücü görülür. Onlar, Allah Teâlâ’yı zikretmeye tutkundur. Her nefes horluk, itaat ve yoksunluk içinde olmaları da bunu gösterir. İnsanlar onları tenzih etmek isteyince, onları tenzih ancak Allah Teâlâ’yı tenzihle mümkün olabilmiştir. Çünkü onlar, Allah Teâlâ karşısındaki doğru hallerini gördükleri için velileri ancak Allah Teâlâ’yı ile be­raber zikreder.

Mest deriyle kaplanmışsa, böyle bir mest, insanlar Allah Teâlâ katında ve­liliğinin mertebesini öğrenmesinler diye kendisini ve Allah Teâlâ karşısındaki halini süfli âlemden örten Melamiye işaret eder. Nitekim çorap da top­rağın kendisine ulaşıp acı vermesinden, toprakla arasına giren deri vası­tasıyla korunur. Bu, [batında] Melaminin perdeli-aşağı âlemden olan mübahlarla gizlenmesini sağlayan niteliktir. Bu sayede insanların melamide algıladıkları şey, sıradan müminlerden farklılaşmadığı bu ni­telik olur. O ise, bu niteliğin ardından, Allah Teâlâ karşısında velilik makamındadır. Böylece ‘çorabın’ üst tarafı (bâtınî yorumda), kendisiyle Rabbi arasında herhangi bir engel olmaksızın, üst taraftan Allah Teâlâ karşı­sında kalır.

Sana dinen ‘yorumlama (itibar)’ kapısını açtım. Bu, duyuda hükmü ortaya çıkan suretten kendi zatında veya Hakkın mertebesinde O’na ka­nıt olan şeylerde ilgili olduğu şeye ‘geçmen’ demektir. İşte yorumun (itibar) anlamı budur. Çünkü kelime, vadiyi geçtiğini ve aştığını anla­tan ‘aberte el-vadiye’ ifadesinden türetilmiştir.

BÂB

Üzerine Mesh Yapılan Şeyin Özelliği

Ayakları meshi caiz görenlerin hepsi, sağlam mest üstüne meshin caizliğinde görüş birliğine varmış, yırtık meste meshte ise görüş ayrılı­ğına düşmüşlerdir. Bazı âlimlere göre, bir smır olmaksızın yırtık az ise mesh caizdir. Bazı âlimler ise, yırtılmayı üç parmakla sınırlamıştır. Bir kısmı ise, yırtığı çok olsa bile, adma mest dendiği sürece üzerine mes­hin caiz olduğunu söylemiştir. Bana göre en doğru görüş budur. Bir kısmı ise, az olsa bile, yırtık mestin önünde bulunduğunda meshin ya­pılamayacağını söylemiştir.

Benim görüşüm şudur: Bu meselenin bir dayanağı olmadığı gibi Kitap ve Sünnette bu konuda herhangi bir nas da yoktur. Öyleyse bu konuyu bir yana bırakmak ve ilgilenmemek en uygunudur. Bu konuda

şeriat âlimleri arasında bahse değer görmediğimiz görüş ayrılıkları ger­çekleşmiştir. Bizce doğru görüş, şunu söylemektir: Mest diye isimlendi­rildiği sürece mest üstüne mesh caizdir.

BAB

Bu Konuda Bâtının Hükmü

Bu konudaki bâtını hükmü şöyle ifade edebiliriz: Mest [huf], giz­lemek anlamındaki ‘hafa’ kelimesinden türetilmiştir. Çünkü mest, genel olarak ayağı örter. Yırtılıp ayağın bir kısmı göründüğünde ise ayağın gözüken kısmıyla birlikte mest de mesh edilir. Bu durum, mest adını koruduğu süre böyledir ki bu şart zorunludur. Bunda, doğru düşünen kimse için şaşırtıcı bir sır vardır: Gizli olan, aynı zamanda görünendir. Şair İmrü’l-Kays (mestle aynı kökten hafa’yı kullanırken) şöyle der: ‘Hafahünne min-ejkâhünne.’ En bariz ve en temiz olanı demektir. ,

Bize göre, mestteki yırtık nedeniyle ayağın gözüken kısmı mesh edilir. Çünkü Allah Teâlâ’nın kitabında bize ayakları meshetmek emredildi. Bu nedenle ayağm görünen kısmını da meshederiz.

Meselenin bâtmı ise şöyle ifade edilebilir: Şeriatm zâhiri, her şeyi Allah Teâlâ’ya nispet etmemiz itibarıyla, tevhit hükmünün hakikati üzerindeki bir örtüdür. Öyleyse şeriatta temizliğin konusu, tevhidi ona eşlik ettir­mektir. Bunu ise, şeriatı yaratılmışın [kendi aklıyla ortaya koyduğu hikmet yasaları gibi] bir hüküm değil, Allah Teâlâ’nın yaratıklarındaki hükmü olarak görmekle gerçekleşir.

Fakat onlar, [bilseler de]

Şeriat, bazı kimselerin düşündüğü gibi akün değil, Allah Teâlâ’nın hük­müdür. Dolayısıyla şeriatm temizliği, onun bir ve gerçek Allah Teâlâ’dan gel­diğini görmektir. Bu nedenle [söz gelişi] müçtehidin hükmünü eleştir­me hakkımız yoktur. Çünkü şeriat -ki Allah Teâlâ’nın hükmüdürmüçtehidin. hükmünü de geçerli saymıştır. Öyleyse içtihadı hükümler de, bizzat kendisinin onaylaması nedeniyle, Allah Teâlâ’nın hükmüdür. Bu husus, konu­yu bildikleri halde dikkat çektiğimiz konuyu akıllarında tutmadıkları için bütün mezhep mensuplarının içine düştüğü mahzurlu bir konudur.

dikkat çektiğimiz şeyi akıllarına getirmemiştir.

Böylelikle Allah Teâlâ’nın kimi saygılı kulları içtihat yapma ayrıcalığı elde etti­ğinde, söz konusu mezhepçiler Allah Teâlâ’ya karşı saygısızlık yapmışlardır. Binaenaleyh bir müçtehidi suçlayan insan, hiç kuşkusuz, hüküm yaptığı şeyde Hakkı suçlamış demektir.

[Hakikat üzerinde örtü olan] Şeriat ‘yırtılıp’, herhangi bir şeriat hükmünü genel anlamda ortadan kaldıran bir tevhit hükmü ortaya çık­tığında, temizlenmesi gereken şey, şeriat hükmünün ortadan kalkma-, sında etkin olan tevhide geçer, Örnek olarak, fiilleri her bakımdan Allah Teâlâ’ya nispet eden insanın durumunu verebiliriz. Böyle bir insan, kendi­sinde görünen itaat ve itaatsizliğe değer vermez. [Şeriatın hükmünü kaldıran] Bu sonuç ortaya çıktığı için, böyle bir tevhit anlayışından uzak durmak gerekir. Çünkü böyle bir anlayış, şeriatın ‘yırtılması’ ve Allah Teâlâ’nın hükmünün ortadan kalkması anlamına gelir. Nitekim mest adını yitirdiğinde artık mest üstüne mesh yapılamaz. Yırtılma mest is­mini ortadan kaldırmamışsa, mest üstüne mesh yapmakla birlikte aya­ğın görünen kısmını da meshetmek gerekir. Daha önce bunu belirtmiş­tik. Bu durum, söz konusu meseledeki bu belirli tevhide ilgili dince ka­bul edilebilecek yorumdur. Bu yorum şöyle demeyi gerektirir: ‘Sizi ve amellerinizi yaratan Allah Teâlâ'tır.’ Öyleyse ameller bize nispet edildiği halde Allah Teâlâ’nın yarattığı şeylerdir. Fiiller, her balcımdan Allah Teâlâ’ya nispet edile­mez. Dolayısıyla bu, meshe etki etmez ve bu konuda hüküm belirttiği­miz gibidir.

Yol arkadaşlarımız bu konuda, mest üstüne mesh yapmayı kabul eden bilginlerin düştüğü görüş ayrılıkları gibi, pek çok görüş ayrılığına düştü. Mesti üç parmakla sınırlayanlara gelince, [bunun bâtınî yorumu] tevhidin üç menzilde ortaya çıkmasını dikkate almaktır. Üç menzil, in­sanın mana, duyu ve hayalinde şeriatın hükmüdür. Tevhit bu üçüne de yayılırsa, böyle bir tevhidi kabul etmek caiz değildir. Bu durumda meshedilmesi ya da yıkanması gereken şey [şeriata tekabül eden mesder değil], [tevhide işaret eden] ‘ayak olur.’ Niteldim insanın tenzihinin ko, nusu da, şeriatın hükmünü ondan düşüren böyle bir tevhit anlayışından kendini uzak tutmaktır. Bu durumda şeriat, [büsbütün yırtılmakla] mest adını yitiren şey mesabesindedir.

BÂB

Mesh [Süresi]

Bazı bilginler mestin geçerlilik süresini yolcu için üç gün ve üç ge­ce; yerleşik için ise, bir gün ve bir gece olduğunu kabul etmişken bir kısmı süre belirlememiştir. Cünüplük gibi bir engel olmadığı sürece, di­lediği süre kadar meste mesh edilir.

VASIL

Bâtındaki Hükmü

Mestin giyimi için belli bir süreyi kabul eden görüşün bâtınî hük­mü şudur: Öğretmen-öğrenci bölümünde, mest üstüne mesh hakkında bunun öğretenden öğrenene geçen bir yolculuk olduğunu saptamıştık. ‘Allah Teâlâ’nın peygamberi insanlara şeriatı öğretirken, anlamaları için kelime­leri üç kez tekrarlardı.’ Çünkü peygamber açıklama ve bildirmekle me­murdu. Yolcunun üç [gün ve gece] mesh edebilmesinin anlamı budur.

(Bazı bilginlere göre) Yolcu olmayanın mesh müddeti, bir gün ve gecedir. Bunun bâtınî hikmetine gelirsek, söz konusu kişi, sadece o em­ri yerine getirebilir ve onu bilir. Bu nedenle de onu kendisine tekrarla­maz. Çünkü onu açıkça anlamıştır ve o şeyi bildiği hakkında kesin ka­naate sahiptir. Başkasına öğretirken ise, onun anlayıp anlamadığından kesin olarak emin değildir. Bu nedenle, öğrettiği kişinin öğrendiğinden tam olarak emin olmak için emri üç kez tekrarlar.

Süre sınırlamayı benimsememek, [batını anlamında] bilgi aktarı­mında öğrencilerin yaratılışını dikkate almak demektir: Bir kısmı ilk de­fada anlar, bir kısmı ise anlayıncaya kadar ayrıntılı olarak defalarca tek­rarla anlayabilir. Dolayısıyla insan, başkasına öğretimde -ki [bilginin öğretmenden öğrenciye] yolculuğu demektirbizzat bir sayı belirlemez ve kendi durumuna -ki o da ikamet halidirdikkat etmez. Çünkü öğ­retmenin kendisine gözüken şeyin kuşkulu olduğunu düşünmesi müm­kündür. Bu durumda, herhangi bir tahdit ve sınırlama olmaksızın, [kuşkuyu gidermek için] onu defalarca inceleyebilir.

‘Cünüblük mestin hükmünü ortadan kaldırır.’ Bunun batım hük­mü şudur: Cünüblük gurbet, cünüb ise, gurbetteki kimse demektir. Kalbe şeriatı zedeleyen ‘yabancı’ bir fikir gelirse, şeriattan kanıt getir­meksizin akılla sorun teorik olarak incelenir. Örnek olarak, şeriatı inkâr eden ‘Brahmanî’ye ait bir fikrin kalbe gelişini verebiliriz. Bu durumda insan aklına gelen bu düşünceyi reddetmek için şeriat delilini kullanmaz [kabul etmez]. Çünkü sorun tartışmayı gerektirir [Brahman ise şeriat delini kabul etmez]. Öyleyse şeriada kanıt getirmekten teorik düşünce­nin verileriyle kanıt getirmeye geçmek gerekir. Bu sorunun ikamet ha­linde veya başkası için de yolculukta gerçekleşmesi birdir. Nitekim cünüb olan kişi, ister yolcu ister yerleşik olsun, mestini çıkarmalıdır.

BÂB

Mest Üstüne Meshin Şartları

Bazı âlimlere göre mest üstüne mesh, ayaklar abdestle temizlenmiş ise yapılabilir. Bazıları ise ayakların kaba pislikten (necaset) temizliğini şart saymıştır. Ben de bu görüşteyim. Birinci görüş ise, daha ihtiyatlı bir düşüncedir. Geride bir şart daha kaldı ki o da, mestin mest üstüne giyilmesidir. Bazı âlimler, ikisi üzerine meshin caiz olduğu kanaatinde­dir ki ben de bu görüşteyim. Bazı âlimler ise bunu kabul etmez. Çora­bın durumu da böyledir.

VASIL

Bu Konuda Bâtının Hükmü

tındaki akledilir temizlik, daha önce akıl ve şeriata göre ortaya koymuş olduğumuz tenzihtir. Ayaklara ait bu özel temizlik, dince belir­lenmiş temizliktir. Allah Teâlâ, kendisine yürüyerek giden kuluna koşarak gi­deceğini belirtmiştir [kendisini böyle nitelemiştir]. Yürümek ve koş­mak, ayakların eylemidir. Hakkı ‘koşmak’ fiilinden tenzih eden insanlar, kendisini nitelediği bir konuda Hakkı yalanlamış demektir. Gerçi akıl, sahip olduğu kanıtları bakımından Hakka böyle bir fiili nispet etmeyi kabul etmez. Fakat iman bir yandan bu nispeti kabul ederken öte yan­dan teorik kanıda da [Hakkın bu fiilinin yaratıklara benzemesi anla­mında] benzerliği ‘O'nun benzeri yoktur'17* âyetiyle dışlar

İman, Hakkın koşma fiilini kuluna yönelişinin artması ve pekişmesi vb. gibi herhangi bir tenzihçi yorumla tevile kalkışmaz. Böyle bir tevili akıl sahipleri ‘yapabilir. Onlara göre Hakkın koşmasının anlamı, kulu ‘yürüme’ fiilini içeren ibadederle Rabbine koştuğunda, Allah Teâlâ’nın bol ih­sanla kuluna yönelişinin artmasıdır. Söz konusu ibadetler mescklere, tavafa, hacca ve hasta ziyarederine gitmek, insanların ihtiyaçları için uğ­raşmak, cenazeleri kaldırmaktır. Kısaca, yakın olsun uzak olsun içinde yürümenin bulunduğu her türlü ibadet bu kapsama girer. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ey iman edenleri Cuma günü namaza çağrıldığınızda, Allah Teâlâ’nın zikrine koşunuz!75

Abdest temizliği, Hakkı ‘koşucu olmak’ özelliğiyle nitelemektir. Pislikten paklanmak [nezafet] anlamındaki temizlik ise, kendisini nite­lediği özelliklerden Hakkı tenzih etmemektir. Hakkın kendisini onlarla nitelemediği mümkünlerin özelliklerine gelince; bunların herhangi bi­riyle nitelenmekten Hakkı tenzih aklın işidir. Akıl, şeriatın hükmü al­tındadır. Şeriat Hakkın bir niteliğini söyleyince, -mümin iseonu red­dedemez. Bu durumda söz konusu nitelikle nitelenen ve hakkında ko­nuşulan ldmse [Hakk], kabul edicidir. Başka bir ifadeyle söz konusu du­rumu ya kabul edebilir ya da [kabul eder ama] nasıl kabul ettiği bilin­mez. Öyleyse akıl, nitelenen zatı bilmese bile, dince [belirlenmiş ve zik­redilmiş] niteliği kabul etmek zorundadır.

Bu nedenle ayakların temizliğini yorumlarken dilsel temizlik -ki pislikten paklanmak [nezafet] ve temizlenmek demektiranlamına git­tik. Abdesde temizlenmeyi kabul edenlerin görüşüne göre, bu mesele­nin ayrıntılarından çıkan herhangi bir sorun bizi bağlamaz. Mest üstüne mest giymek, Hakkın kendisini koşma özelliğiyle nitelemesidir. Çünkü koşmak yürümenin, yürümek ise ayağın niteliğidir. Yürümek koşmak şeklinde olabileceği gibi öyle olmayabilir de. Öyleyse koşma [ayağın değil], yürümenin bir özelliğidir. Koşmayla ayak arasmda başka bir şey daha vardır ki o da yürümektir. Yürümek, mest üstüne mest gibidir. Daha önce bu meseleden söz edilmişti. Anlayasın!

BÂB

Mest Üstüne Meshi Bozan Şeyler

Mestlere meshi geçersiz yapan hususlar arasında hakkında görüş bir­liğine varılmış olanı, abdesti bozan her şeyin meshi de bozduğudur. Bu­nu daha sonra açıklayacağız. Alimler mesti çıkarma konusunda görüş ay­rılığına düşmüştür: Acaba çıkarmak temizliği bozar mı, bozmaz mı? Ba­zılarına göre abdest bozulur ve abdesti yenilemek gerekir. Bir kısmı ise sadece iki ayağın abdesti bozulur demiştir. Ayaklar yıkanır ve -abdest fiil­lerinin ardışıklığı konusundaki görüş ayrılığına görebu gereklidir. Bir kısmına göre mest çıkarmak ayağın temizliğinde etkin değildir. Ben de bu kanaatteyim. Abdest yeniden alınsaydı, daha ihtiyatlı bir davranış olurdu. Daha sonra geleceği gibi, abdesti bozan şeyler gerçekleşmemiş­ken sadece mestleri çıkarmak abdesti etkilemez.

VASIL

Bu Konuda Bâtın Hükmü

[Mestler çıkarıldığında] Bütün temizlik bozulur demenin batındaki karşılığı şudur: Bu görüş, tenzihin nitelenene nüfuz etmesine işaret eder. Nitelenen zat, [belirli bir nitelikten] münezzeh olmayı kabul eder­se, tenzihin gerekliliğinin düşünüldüğü diğer niteliklerden de münezzehliği kabul eder. Buna karşın nitelenen için herhangi bir tenzih geçer­sizse, bu da bütün diğer niteliklere, yani tenzihin özelliklerine yayılır.

[Bazı bilginlere göre ise] sadece ayağın temizliği bozulur. Bu gö­rüş, şeriatın Haktan belirli bir niteliği düşürmesine işaret eder. Şeriat bir niteliği Haktan düştü diye teşbih anlamlı her niteliğin düşülmesi ge­rekmez. Çünkü Allah Teâlâ, kendisini ‘doğurmak’ fiilinden tenzih etmişken, yapacağı bir işte tereddüt etmekten ise tenzih etmemiştir. Allah Teâlâ, kendi­sini [işin başmı sonunu düşünmek] anlamında tedebbür etmek fiilinden tenzih etmediği gibi kızmaktan da tenzih etmemiştir.

Bazı bilginler ise, temizken mesti çıkarmanın hükümsüz olduğunu ve mesti giyerken alınmış abdeste bir etkisinin olmadığını söylemişti. Bu görüş batında şuna işaret eder: Hakk, kendisini ‘doğurmak’ fiilinden tenzih etmiş olsa bile, yine de nitelik kalır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ çocuk edinmek isteseydi, yaratıklarından dilediğini seçerdi.’76 Böylelikle iş, ‘isteseydi’ sözünün anlamına dayanır. Bu ifade, ‘Allah Teâlâ’dan öne geçmiş bir kitap olmasaydı77 ve ‘Benim katımda söz değişmez78 âyederine benzer. Bu âyetin anlamı, şöyle bir görüşün reddidir: ‘İlâh, zatı gereği mümkünü var etti. Yoksa, irade nispeti nedeniyle veya bilginin öne geçmesinden dolayı değil.’ Halbuki doğrusu Şari’nin söylediğidir. Bu nispet, zata ila­ve gerçek bir nispet olmasa bile durum böyledir. Bunu bilmelisin!

SU BÂBLARI

Bölümün başında yağmur ve pınar suları arasındaki farktan söz edilmişti. O konuda yeterli açıklama yapmıştık. Bu bölümlerde ise, şe­riat bilginlerinin zâhirî hükümlerde dikkate aldıkları hususlarla ilişkili bâtm temizliğiyle ilgili konuları ele alacağız.

BÂB

Genel Anlamda Sular

Alimler, deniz suyunun dışındaki bütün suların temiz ve temizleyi­ci olduğunda görüş birliğine varmıştır. Deniz suyunda ise görüş ayrılığı vardır. Bunun yanı sıra suyu değiştiren fakat genellikle sudan ayrılma­yan şeylerin suya temizleyicilik özelliğini kaybettirmediğinde de görüş birliğine varmışlardır. Bunun istisnası, tadı değişmiş sulardır. Fakat İbn Şîrîn, bu konuda genel görüşe muhaliftir. Onu böyle bir görüşe sevkeden şey, ister deniz suyu isterse (depolarda bekletilmiş) kirli su ol­sun, genel olarak su denilen her şeyin temiz ve temizleyici olduğudur.

Bilginler, kaba pisliğin rengini, tadını, kokusunu ya da bunların tümünü değiştirdiği sularla temizlenmenin caiz olmadığında görüş bir­liğine varmıştır. Suyun kendisi veya bir özelliği değişmemişse, aslındaki temiz ve temizleyicilik özelliğinde kalır ve suya düşen necaset ona etki etmez. Gerçi bu konuda, herhangi bir niteliğini değiştirmeyecek şekil­de, az bir necasetin düştüğü az bir su hakkında görüş ayrılığı olduğunu biliyorum.

VASIL

Bu Konuda Bâtının Hükmü

Su, [batında] kalplere hayat veren şeydir. Her kalp onunla bilgisiz­likten temizlenir. Alah şöyle buyurur: ‘Ölü olup da hayat verdiğimiz ve onun adına bir nur yarattığımız kimse insanlar içinde karanlıklardaki kimse gibi değildir. O karanlıklardan çıkacak değildir.’79 Bu. ifade, iman ve inanç­sızlık, bilgi ve cahillik hakkında verilmiş bir örnektir.

İstisnaî bir görüş ayrılığı bulunan deniz suyu hakkındaki bu görüş ayrılığı, Hakkın gazap özelliğinden yaratılmış olmasından kaynaklanır. Gazap, kızılan insanın kovulmasını ve uzaklaştırılmasını gerektirir. Halbuki temizlik yakınlaştırır ve kavuşturur. Bâtındaki görüş ayrılığının sebebi budur. Görünüşteki neden ise, tadın değişmesidir. Allah Teâlâ’nın ga­zabının [uzaklaşmaya değil] Allah Teâlâ’ya yaklaşmaya ve kavuşmaya sevk etti­ğini düşünen kimse ise, deniz suyuyla temizlenebilmeyi kabul eder ki ben de bu görüşteyim.

Tevhit hakkındaki bilgisi genişleyip dinin gereği olan saygıya bağ­lanmayan insan ise -ki böyle bir insan ne kendisi ne de Allah Teâlâ için öfke­lenirAllah Teâlâ’nın öfkesinden yaratıldığı için deniz suyuyla temizlenmeyi kabul etmez. Deniz suyunun ‘abdest alan kişiyi’ öfkelendirip öfkenin ona yerleşmesine yol açmasından korkar. İçinde bulunduğu hal [tevhit] ise, buna imkân vermez. Çünkü tevhit onu kızmaktan alıkoyar. Ona göre, hakikatin birliği nedeniyle (ahadiyyetü’l-ayn) âleme nispet edilen bütün fiillerde kızılacak kimse yoktur. Âlemde kızılabilecek biri olsaydı, tevhit [mutlak birlik] gerçekleşmezdi. Çünkü gazabın gereği, fiildir ve Allah Teâlâ’dan başka fail yoktur.

Bu mesele, sufı toplumuna göre en güç konulardan biridir. Fakat, Allah Teâlâ’nın bize yasa yapağı adabı [uygulayacağımız] bağlamı bildiğimiz için, bize göre son derece anlaşılır bir husustur. Ardından, İlâhi huylarla ahlâklanmayı [biliriz]. Bu huylardan biri, kitabında kendisini nitelediği öfkelenme ve gazaptır. Şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ ona gazap etmiş ve lanetlemiştir.m Lanet âyetinde ise şöyle buyurur: ‘Beşincisi ise Allah Teâlâ’nın onlara lanet etmesidir.m Hadisler, Allah Teâlâ’nın kıyamet günü daha önce hiç kızma­dığı ve daha sonra da bir daha öyle kızmayacağı şekilde öfkeleneceğini bildirir.

Hiç bir şeye kızmayan bu insan, sadece Allah Teâlâ’yı görüp halinin etkisi altına giren kimsedir. Bu makam, hayret makamıdır. Bu makamdayken öfkelenirse yazık ona! Ahirette [başka bir makamda] öfkelenmezse, yine yazık olsun! Böyle bir insan dünya ve ahirette her durumu kanıt sayar. Bu noktada Allah Teâlâ için öfkelenmek, daha esenlikli, daha kurtarıcı ve in­san adına daha iyidir. Çünkü Allah Teâlâ için öfkelenmek, dince belirlenmiş edebe bağlanmak demektir. Öfke, insan yaratılışında bulunan korkaklık, hırs ve aç gözlülük gibi özelliklerden biri olunca, Allah Teâlâ böyle bir davra­nış kuldan meydana geldiğinde nereye yönlendirilmesi gerektiğini bil­dirmiş ve kula karşı insaflı davranmışür. Bu noktada teslimiyetin bir mahalli ve şeriat tarafından belirlenmiş yeri vardır. Allah Teâlâ’nın bildirdiği adabı yerine getiren insanlar, hal olarak ona bağlanmış, hallerinin etkisi alanda kalanlar ise, bundan habersiz kalmıştır. Teslimiyetsizliğin de bir mahalli ve şeriat tarafından belirlenmiş bağlamı vardır. O halde saygılı insan, Şari Hakk hüküm verinceye kadar, hüküm vermeksizin duran kişi­dir. O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır. Allah Teâlâ hüküm verdiğinde ise, edepli insan O’nun verdiği hükmün sınırında durur: Ne bir şey ekler ne bir şey eksiltir.

Öfke, etkisi bazen dışta görünen bazen gözükmeyen gizli bir nite­liktir. Çünkü baskın olan [insanın içinde bulunduğu] haldir. Bulunduk­ları kimsede baskın gelme ve onu etki altına alma bakımından haller de­rece derecedir. İnsan, kızdığı kimseye karşı kalbinde merhamet duygusu ile, dışında ve görünen kısmında Allah Teâlâ adına öfkelenmeyi birleştirebilirse, bu üstün bir davranış olur. Çünkü Allah Teâlâ yolunun ehli, hangi yolun daha üstün ve gerçek olduğuna bakmıştır: Bir kısmımız nefste bilfiil varlık kazanan [Allah Teâlâ için] öfkelenmek daha üstündür derken, bir kıs­mımız merhametin kalpte bulunup Allah Teâlâ adına kızmayı göstermenin daha üstün olduğunu söylemiştir.

Kul, herhangi bir tasarruf gücüne sahip değildir. O, sadece [Tanrı tarafından] yönlendirilen bir varlıktır. Kul, kendisinde bilfiil varlık ka­zanan ve ondan istenilen şeyin hükmüne bağlıdır. İnsanın bir şeyi terk edip etmemesinde bir katkısı yoktur. Mümin ise, seçiminde mecburdur [olduğunu bilmelidir]. Burada gazabı Allah Teâlâ için olmakla sınırladık. Allah Teâlâ’dan başkası için kızmak ve öfkelenmeye gelince, insanın doğası kız­mayı ve razı olmayı gerektirir. Allah Teâlâ’nın peygamberi şöyle der: cBen bir beşerim. İnsanların kızdığı gibi ben de kızarım. İnsanlar hoşnut olduğu gibi ben de hoşnut olurum.’ Biz de, hal ve huy olarak buna göre hare­ket ettik. Allah Teâlâ’ya hamd olsun!

Suyu değiştiren ama çoğunlukla sudan ayrılmayan şeyleri bir yana bırakırsak, rengi değişmiş pis suyun bâtındaki hükmüne geçebiliriz. Allah Teâlâ, suyu başkalaştıran ve genellikle kendisinden ayrılmayan şeylerden suyu tenzih etmedi. Bunun tek istisnası, pislenmiş sudur. Allah Teâlâ temiz­likle nitelenmiş cennet nehirlerinin özelliği hakkında şöyle der: ‘Orada pislenmemiş su nehirleri vardır.82 Su başkalaştığı zaman cesene’l-mâü’ ve­ya pis su denilir. Bu, kuyularda depolanmış sudur. Saklanmış su ise, uzun bekleme nedeniyle, başkalaşır ve değişir.

Kalplerin yaşamının bağlı olduğu ilme doğal mizaçtan bir şey ilişir­se, onu etkiler. Örnek olarak Allah Teâlâ’nın er-Rahim [rahmet eden] olduğu­nu bilmeyi verebiliriz. Kul, kendisindeki yumuşaklık ve şefkati gördüğü gibi Allah Teâlâ’nın kimi kullarına olan merhametini görür. Kulun gördüğü şefkat, acısını duyumsadığı bir şeye karşı [insanlardan gördüğü] şefkat­tir. Böylece, rahmetin mazharı olan insanların merhametiyle çektiği acı­yı gidermek ister. Bu durumda, gördüğü şefkat ve merhameti ise Allah Teâlâ’nın rahmetine kıyaslar. Böyle bir insan nezdinde Allah Teâlâ’nın, rahmeti, kendi [gördüğü] merhamete kıyasla başkalaşır. İşte bu insanın [kendi merhamet anlayışına kıyasla yorumladığı] İlâhi rahmetin gereğiyle Rabbine ibadet etmek için nefsini temizlemesi gerekmez. Halbuki ilahi rahmet, bu kişinin nezdinde [aslî saflığını yitirerek] değişmiştir. Bu de­ğişmenin nedeni ise, Hakkın rahmetinde kendisini incelik özelliğiyle ni­telememiş olmasıdır. Hakk sana burada şöyle der: Doğanı İlâhi hayatın üzerinde hükümran kılma!  ,

(Özellikleri değişmiş) Pis suyla abdesti kabul eden kimse ise, ayırt etmemiştir. Çünkü Hakk kendisini kimi yerlerde beşeri doğanın gerek­tirdiği özelliklerle nitelemiştir. Ayırmayan insan, [bütün bu hükümleri] hepsini aynı mecraya sokar. Uygun olan ise, daha önce zikrettiğimiz gibi, kendisinden bildirdiği şeylerde Allah Teâlâ’nın hükmüne bir şey eklememektir.

Şimdi de [zahirde az suyun karşılığı olan] ‘az bilgi’nin bâtındaki hükmüne gelebiliriz: Saptırıcı kuşkular bu bilginin üzerine gelip onun başkalaşmasına yol açarsa, böyle bir bilginin kullanımı caiz değildir. Çünkü artık ona güvenilmez. Bununla birlikte insan, bu ilmin gerçeğe dönük bir yorumu olduğunu da bilir. Fakat bilgisinin zayıflığı nedeniy­le söz konusu yönü belirleyemez. Bu kez ‘kuşkuları yok eden’ diğer bil­giye yönelir. Diğer bilgi, şeriat yolundan ve onunla amel etmek saye­sinde imandan alınmıştır. Çünkü o, kuşkuları kabul etmeyen geniş ilimdir. Bu ilim, taşıdığı doğru yorumla onların varlıklarını tersyüz ede­rek her birini yerli yerine yönlendirir. Daha önce bilgisizlik ve kuşku iken, artık bilgi haline gelirler. Çünkü yıldızların ışıkları güneş ışığında içkin olduğu gibi bilgilerin nurları da iman nurunda içkindir. Bu yön­tem, kuşkuların bilgiye dönüşmesinde apaçık bir yoldur. Bilgi kuşkula­rın hükümlerini ortadan kaldırır, iman nuru ise bu kuşkular hakkındaki gerçek yorumu insana gösterir. Böylece insan kuşkuları yok olmuş gö­rür. Yokluğun ise, kesinlikle bir etkisi ve varlıkta tesiri yoktur.

iman nuru, şeriatın emri demektir. Başka bir ifadeyle, doğruluğuna akli bir kanıt bulsan da bulmasan da, şeriatın sana söylediği ve emrettiği şeye bağlanman gerekir! Bunlara örnek olarak -dildeki anlamını kabul etmekle beraberniteliği ve benzeri olmaksızın Allah Teâlâ hakkında koşmak, gülmek, sevinmek, şaşırmak gibi [yaratıklara ait] fiilleri verebiliriz. Fa­kat biz, ‘O'nun benzeri yoktur™ âyetine dayandığımız için, bunun niteli­ğini bilemeyiz. Bu âyet, meseleyi anlayanlar için, tenzihin aslı olduğu gibi başka bir yönden teşbihin kaynağıdır.

Niteliklerinden Birini Değiştirmeden Pisliğin Karıştığı Su

Şeriat bilginleri, necasetin karışıp niteliklerinden birini değiştirme­diği su hakkında görüş ayrılığına düşmüştür. Bazılarına göre, azlığı ve­ya çokluğu dikkate alınmaksızın, böyle bir su temiz ve temizleyicidir. Ben de bu görüşteyim. Gerçi bana göre, böyle bir su kendiliğinde temiz değilse de, temizleyicidir. Çünkü kesin olarak pisliğin ona bulaştığını, fakat şeriatın bunu dikkate almadığını biliyoruz. Böyle bir fikri benim­seyen kimseyi tanımıyorum. Benim görüşüm akla uygundur. Şeriatta böyle bir suyun kendiliğinde temiz olduğu hakkında kanıt yokken, te­mizleyici olduğu hakkında kanıt vardır.

Şöyle bir karşı kanıda itiraz edilebilir: Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Allah Teâlâ suyu temiz yarattı, onu hiçbir şey pisletemez.’ Bu itiraza karşı şöyle deriz: Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, suyun kendiliğinde temiz olduğunu değil, suyun te­mizleyici olduğunu söylemiştir. Temizleyici demek, başkasını temizle­yen su ve topraktır. Daha önce belirttiğimiz gibi, kesin olarak suyun ak­len bir pislik taşıyabileceğini biliyoruz. Fakat Şari, bu pisliğe ait, insanın suyla temizlenmesini engelleyecek bir etki yaratmadığı gibi suyu da pis diye isimlendirmedi. Şari, işin gerçeğini bildirmek istedi. O da, suyun kendiliğinde her bakımdan temiz olduğu ve onun pis olduğu hükmü­nün verilemeyeceğidir. Başka bir ifadeyle pislik, suyun bir niteliği de­ğildir. Burada sadece pisliğin parçaları suyun parçalarına bitişmiştir. Söz gelimi, idrarın parçalarıyla suyun parçalarını ayırt etmek güçtür. Pisliğin parçaları suyun parçaları üzerinde çoğalıp niteliklerinden birini değiştirebilir. Böyle bir durumda şeriat, o suyla abdest almayı men eder. Suyun parçaları pisliğin parçalarına baskın gelip niteliklerinden biri değişmezse, Şari bunu dikkate almaz. Böyle bir suyla temizlenmede bir hüküm saptamamıştır.

Çünkü kesin olarak biliyoruz Ki temizlenen kişi, dini temizliğinde su ve pisliği birlikte kullanmıştır. Eşyayı kullanmada hüküm, aklın değil şeriatındır. Şeriat ise, daha önce belirttiğimiz cevherlerin girişiksizliğini dikkate almanın dışında, bu suyun temiz olduğu ve pislik içermediği hakkında bir hüküm vermemiştir. Bu anlaşılır bir durumdur: Geride


ise, cevherlerin girişikliği kalmıştır. Şeriat bu komşuluğu bir yerde dik­kate almış, başka bir yerde dikkate almamıştır. Şeriatın girişikliği dikka­te aldığı yerde [pislikle suyun unsurlarının birbirine katıştığı] öyle bir suyla temizlenmek caiz değilken, komşuluğu dikkate almadığı ve hak­kında ‘onda pislik yoktur’ dediği yerde onunla temizlenmek caizdir.

Pislik karışsa da karışmasa da, daha önce belirttiğimiz gibi suyun dört hükmü vardır: Suyun temiz ve temizleyici olması, temiz fakat te­mizleyici olmayışı, ne temiz ne de temizleyici olması, temizleyici fakat temiz olmayışıdır.

Temiz ve temizleyici su, herhangi bir pisliğin karışmadığı sudur. Temizleyici olmayan temiz ise, genel anlamda su adım yitirmesini sağ­lamayacak zağferan vb. gibi pis olmayan şeylerin karıştığı sudur. Temiz olmayan temizleyici de olmayan su ise, niteliklerinden birini pisliğin değiştirdiği sudur. Bu hüküm sahibi, bize karşı kanıt getirdiği hadisi zikreder: Çünkü Şari [Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem] şöyle der: ‘Suyu herhangi bir şey pisletmez.’ Söz konusu kişi, hadisi burada nasıl kanıt olarak kullanır da, bu suyun temiz değilken temizleyici olduğu hakkındaki görüşümü­ze göre yorumlamaz? Bu durum, onu zorunlu olarak bağlar ve redde­decek herhangi bir dinî kanıtı da yoktur. Dördüncü hüküm, temiz ol­madığı halde temizleyici olan sulardır. Bu ayrım, bizim burada ele aldı­ğımız konudaki ayrımdır. Çünkü biz, necasetin karışıp da niteliklerin­den birini değiştirmediği sulardan söz ediyoruz. Bazı bilginler, böyle bir suda miktarı dikkate alarak az ile çok su arasmda fark görmüşlerdir. Bu bağlamda şöyle demişlerdir: Su çok ise pis olmaz. Az ise pis olur. Miktarda ise bir sınır belirlemeyip şöyle demişlerdir: Niteliklerinden bi­ri değişmese bile az suya pislik bulaşırsa pislenir.

Ardından bu bilginler, az ve çoğun sınırında da görüş ayrılığına düşmüştür. Haddin tanımı konusundaki görüş ayrılığı, sahih şeriatın nassında değil, mezhepler içinde meşhurdur. Çünkü bu konudaki ha­disler [sahih ya da zayıflığı] hakkında konuşulmuştur. Örnek olarak ‘kulleteyn’ hadisini veya ‘kırk külle’ hadisini verebiliriz. Ardından, küllenin sınırını belirlemede görüş ayrılığı olmuştur. Bu meseleden su­yun pislik üzerine düşmesi, pisliğin suya düşmesi, akan suya küçük abdetini yapmak vb. gibi pek çok yan konu çıkar.         :

Bilginlerin bu konuda pek çok görüşü vardır ki bu kitap onları ele alacağımız yer değildir. Amacımız, temizlik kapsamına giren ayrıntılarla ilgili görüşleri zikretmek değil, sadece temel konuları zikretmektir. Biz bu meselelerin batınî hükümlerini ele alacağız. Bu bölümde -Allah Teâlâ’nın izniylehepsini bölüm bölüm zikredeceğimiz seksen bölüm özetledik. Allah Teâlâ izin verirse, kitapta zikretmeye niyetlendiğimiz namaz, zekât, oruç, hac gibi diğer ibadederde de böyle yapacağız.

Allah Teâlâ yardım edendir. Ondan başka Rab yoktur!

VASIL

Meselenin Bâtınî Hükmü

Şimdi de bu bölümde zikrettiğimiz meselenin bâtınî yorumunu ele alabiliriz. Konumuz pisliğin karışıp niteliklerinden birini değiştirmediği suydu. Bu su [batında], beşerî niteliklerden tenzih edilmeyi gerektiren [zat] hakkındaki ilahi bilgidir. Bu bilgiye Allah Teâlâ ile yaratıkları arasında karşılıklı bir ilişki bulunduğu vehmi veren sıfadar hakkındaki bilgiden bir şey karışabilir. Bu durum, bilgi sahibinde bir tür karıştırmaya yol açar. Böylece nitelikler hakkındaki bu kadarlık bilgi -niteliklerle ortaklık gerçekleşir[zat] bilgisini yok eder. Söz konusu bilgi, akıl delili bakı­mından tenzih edilmesi gereken ve semî delil bakımından ise, ‘kendisi­nin benzeri olmayan’ hakkındaki bilgidir. [Zat hakkındaki] İlâhi ilim, teşbih vehmi veren böyle niteliklerle kendisini nitelemiş olsak bile, akıl ve şeriat bakımından nezih temizliğinde kalır. Çünkü bu niteleme Allah Teâlâ’nın niteliklerini değiştirmemiş ve ‘O'nun benzeri gibi yoktur’ gerçek­leşmiş olsa bile bütün bunlar Allah Teâlâ adına sabittir.

Bu konuda ele alacağımız bir husus da, suyun az veya çok olması; su az olduğunda insanların pislik hakkındaki görüş ayrılıklarının [bâtınî anlamıdır]: Temizleyici sudaki azhk ve çokluk, Allah Teâlâ’yı bilende meydana gelmiş kanıdarla ilgilidir. Bu kişinin bilgisi tek kanıta dayanıyor ve Hakkın tenzihini bilmede herhangi bir yönden kanıtını etkileyen bir kuşkuya maruz kalırsa, bilgisi bilgi olmaktan çıkar. Nitekim su da, [az iken kendisine pislik bulaşırsa] temiz ve temizleyici olmaktan çıkar. Bir tek delilli hakkında pek çok kanıta sahipse, bu durumda kuşku kaybo­lur. Çünkü kuşku delillerden birine zarar verdiğinde, kişi zarar gören delili dikkate almaz ve diğer kanıtlara dayanır. Böyle iken, kuşku onun bilgisini etkilemez, bütün delillerine değil, sadece özel bir deliline etki eder. Bu ise, pisliğin hükmünü değiştiremediği suyun çokluğunun an­lamıdır.

Bu konuda miktarı önemsemeyip her durumda suyun temizleyici­lik özelliğini yitireceğini iddia edenler de vardı. Böyle bir görüş [batın­da] kanıtın birliğini değil, hakikatin birliğini dikkate almış demektir. Böylece, [sonradan ortadan kalksa bile] ‘kuşku tasavvur edilişi anında bilgiye zarar verir’ der. Zaman, dakiktir. Belki insan, vakit darlığı nede­niyle diğer kanıdan zihninde canlardırmadan kuşku duyduğu anda öle­bilir. Böylece kanıt, geçersiz Hakk gelir.

Bu bölümde, ortaya konulmaları gereksiz olan pek çok ayrıntı var­dır. Bu kadarı amacı anlatmada yeterlidir.

BÂB

Genellikle Sudan Ayrı Temiz Bir Şeyin Karışıp Uç Niteliğinden Birini Değiştirmesi

Genellikle sudan ayrılan temiz bir şey suya karışıp onun üç niteli­ğinden birini değiştirebilir. Böyle bir su, bütün bilginlere göre temiz­dir, temizleyici değildir. Bir imam ise böyle düşünmez. Ona göre, baş­kalaşma pişirmeden kaynaklanmadığı sürece, su temizdir.

VASIL

Bâtının Hükmü

Bu konunun bâdnî yorumuna gelirsek, şunu deriz: Bilgisini dü­şünce [fikir] gücüyle elde eden akıl yönünden Allah Teâlâ hakkındaki bilgiye şeriatm getirdiği bir nitelik karışırsa, bu şekilde Allah Teâlâ’yı bilmek temizdir.

Ancak teşbih kendisine delâlet ettiği için temizleyici değildir. Nitekim Allah Teâlâ’nın kelamının niteliği hakkında şöyle demişlerdir: ‘Allah Teâlâ’nın kelamı kaya üzerindeki süsile gibidir.’ Burada niteleme K’si gelmiştir. Şeriatın getirdiği her şey makbul ve temizdir. Dolayısıyla akıl, teşbihi reddeder­ken kanıtından ayrılmayı başaramaz ve -tevil etmeksizingetirdiği şeyi şeriata teslim eder.

Pişirilmediği [kaynatılmadığı] sürece suyun aslı üzerinde temiz ol­duğunu kabul eden kimse ise, ‘pişirme’ ile doğal durumu kastetmiştir. Bu ise niteliği, Allah Teâlâ’dan bildiren Şari’den değil, imkân [mümkün bir varlılc] yönü ve doğası bakımından kendisine kıyasla anlayış ve düşün­cesinden alır. Böyle bir bilgi, temizdir ve temizleyici değildir. Bunu bilmek gerekir.

BÂB

Temizlikte Kullanılmış Su

Temizlikte kullanılmış su hakkında şeriat bilginleri üç görüşe ay­rılmıştır. Bazı âlimlere göre bu suyla temizlenmek caiz değildir. Bir kısmına göre ise o suyla temizlenilir ki ben de bu görüşteyim. Bir kısmı ise, böyle bir suyla temizlenmenin mekruh olduğu fikrindedir. Ancak böyle bir su varken teyemmüm alınamaz. Dördüncü görüş, istisnai gö­rüştür ki o da bu suyun pis olduğudur.

VASIL

Bu Konuda Bâtınî Hüküm

Bu konunun bâtındaki hükmüne gelirsek, bilmelisin ki görüş ayrı­lığının sebebi, böyle bir suya su denilip denilmeyeceğidir. Bu suya şu adının verilebileceğini kabul eden kimse, onunla temizlenmenin caiz olduğunu da kabul etmiştir. Suyun kullanılmış olmasının onun mutlaklığına etki ettiğini kabul eden ise, kendisinde [bunu belirten kanıt] güç­lü olduğu ölçüde bu suyun temizlikte kullanımını caiz görmez veya bu­nu kerih görür. Söz konusu suyun necisliğini kabul edenin görüşü ise, sahibi muteber isimlerden biri olsa bile -ki Ebu Yusufturdikkate alı­nan bir hüküm değildir.

Allah Teâlâ’nın birliğini bilmek, mutlak anlamda temizlik demektir. Bu bilgiyi fiillerin mutlak birliğinde kullanıp sonra zatın birliğine irca etti­ğinde, Allah Teâlâ’yı bilenler kullanılmış bu ‘su’ hakkında görüş ayrılığına düşmüştür: Ariflerden bazısı ‘bu tevhidi Hakk, zatı bakımdan kabul et­mez’ der. Dolayısıyla artık zatı bilmede onu kullanmaz. Ariflerden bir kısmı ise ‘Allah Teâlâ onu kabul eder’ der. ‘Çünkü biz zait bir hakikati ispat etmedik. Nispetler var olan bir şey değildir ki zatın birliğine etki etsin.’ Böylelikle tevhide dair ilim, aslî temizliğinde kalır.

Kullanılmış suyun pis olduğunu söyleyenler şöyle düşünür: Mutlak tevhit ancak Allah Teâlâ’ya yaraşır. Bu birlik, Allah Teâlâ’nın başkasından ayrıştığı her bir şeyin birliğini (ahadiyyetü külli ahad) ifade etmek için kullanıldı­ğında, artık mümkün varlığın özelliğini kazanmıştır. İşte bu, pisliğin anlamıdır. Böyle bir tevhit, Allah Teâlâ’ya nispet edilemez. Çünkü O’nun mut­lak birliğindeki farklılığı, [mümkünlerle arasındaki] bir ortaklıktan kay­naklanmaz. Mümkünler ise, ayırıcı özellikleriyle birbirlerinden ayrışır. Söz konusu ayrışma, onların birlikleridir (ahadiyet).

BÂB

Müslümanların Artığının Temizliği, Tırnaklı Hayvanların Temizliği

Şeriat bilginleri, müslümanların ve evcil hayvanların artığının te­mizliği hakkmda görüş birliğine varmış, bunun dışındakilerde ise görüş ayrılığına düşmüştür. Bazı âlimler, her hayvanın temiz olduğu görü­şündedir. Bir kısmı ise istisna yapmıştır. İstisnayı kabul edenler ise, kendi aralarında pek çok görüş ayrılığına düşmüştür.

Bu Konuda Bâtının Hükmü

Müminin ve her canlının artığı, temizdir. Çünkü iman ve hayat, canlı ve müminde temizliğin ta kendisidir. Canlının Allah Teâlâ’yı teşbih ede­bilmesi, hayat sayesinde gerçekleştiği gibi,' müminin de şeriatın getirdi­ği şeyleri kabul etmesi iman sayesinde mümkün olabilmiştir. Söz konu­su şeyler akıl tarafından imkânsız sayılabileceği gibi imkânsız sayılma­yan şeyler de olabilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Nefsini bilen, Rabbini bilir.’ Öyleyse kendini bilmekten özge, kul için bilinebilecek bir şey kalmaz. Her canlı da, [Allah Teâlâ’yı göstermede] mümin insana ortak­tır. Öyleyse her canlının artığı, tıpkı insanınki gibi, kalan kısım ölçü­sünde Rabbini bilir.

‘İstisna’ hakkında görüş ayrılığına düşenler ise, canlı ya da mümi­nin canlı ve mümin olması yönüne dikkat etmemiştir. Öyleyse durum, istisnayı kabul eden insanın bakışına göre değişir ve onunla beraber gi­der. Bu konudaki hüküm ve ayrıntı uzar gider. Burada genel anlamda insanı değil, yalnız mümin olmayı dikkate aldık. Çünkü iman, Allah Teâlâ hakkında canlı ve insan olmanın verdiği bilgiyi sağladığı gibi buna ek olarak insanın salt insan ya da canlı olması yönünden değil, sırf mümin olması bakımından algılayabileceği ek bilgileri verir. Bu nedenle [genel anlamda insanın artığı yerine] müminin artığı dedik. Çünkü iman, bil­gide daha tamdır [en yetkin bilgiyi verir].

BÂB

Artık Sularla Temizlenme

Şeriat bilginleri, artık sularla temizlenme hususunda beş ayrı görüş ileri sürmüştür. Bir kısmına göre, artık sular genel anlamda temizdir ki, ben de bu fikirdeyim. Bir kısmına göre, erkeğin kadının artığıyla temiz­lenmesi caiz değildir. Bir kısmına göre ise, cünüb ya da hayızlı olma­dıkça, erkek kadının artığı [olan suyla] temizlenebilir. Bir kısmına göre, erkek ve kadından her biri diğerinin artığı olan suyla temizlenemez.


Bunların birlikte [suyu kullanmaya] beraber başlayabilirler. Kimi bil­ginlere göre, [erkek ve kadının birbirinin artığıyla] temizlenmesi kesin­likle caiz değildir. Bir kısmına göre ise, suyu boşaltmamışsa artığıyla temizlenebilir.

VASIL

Bu Konunun Bâtındaki Hükmü

Bu meselenin batındaki hükmüne gelirsek, bilmelisin ki, erkek ka­dından bir derece üstündür. Bu ikisi, sadece erkek ve kadın olmaları bakımından, Allah Teâlâ’yı bilmede kanıt olarak alınabilir. Erkeğin sahip oldu­ğu ilave derecenin kanıt olmada o dereceye sahip olmayana [kadın] kar­şı üstünlüğü olduğunu iddia eden, [kadının temsil ettiği] kanıtın [vere­ceği] bilgide bu ölçüde eksik olacağı görüşündedir. Artıkla temizlen­meyi caiz görmeyen kimse, erkek ve kadının erkek ve kadın, başka bir ifadeyle [erkeğin] etkin ve [kadının] edilgen olması bakımından Allah Teâlâ hakkında özel bir bilgiye kanıt teşkil ettiklerini dikkate almıştır. Söz konusu bilgi, edd eden ve etkilenen hakkındaki bilgidir ki, bütün edcin ve edilgenlerde bulunur. [Artıkla temizlenmeyi kabul etmeyenlere göre] Böyle bir bilginin Allah Teâlâ’yı bilmede esas alınması caiz değildir. Kalp, böy­le bir bilgiyle Allah Teâlâ hakkındaki bilgisizlikten temizlenemez.

[Artıkla temizlenmeyi] Caiz görenler ise, şöyle düşünür: ‘Allah Teâlâ hakkındaki bilginin özü, O'nun bizim ve bütün mümkünlerin Yaratıcısı olduğunu bilmekle sınırlıdır. Biz Allah Teâlâ’ya muhtaç, O ise bize muhtaç olmadığına göre, O'nun hakkında bilmediğimiz şeylerin bir önemi yok­tur.’ İşte, [artıklarla temizlenmeyi] kabul eden ve etmeyenlerin görüşü budur. Diğer kısımları da bu değerlendirmeye göre ele alabiliriz. Bun­lardan biri, birlikte başlamak hakkındaki görüştür. Şu var ki, ‘birlikte başlama’ bilgide ilave bir şeyi içerir. Bu ilave ise, zamanla sınırlanmamaktır. Zamanla sınırlanmamak, kanıtın yönünde durmak demektir. Öte yandan bu değerlendirme, erkek ve kadına ortak oldukları yönden bakmak demektir ki söz konusu yön, insan olmaktır.

[Başka bir yönden erkekle kadının birlikte temizlenmeye başlama­sı] Kadının erkeğin artığıyla temizlenmesinin örneğidir. Çünkü erkek [Allah Teâlâ’ya] kanıt olmada kadının sağladığı bilginin yanı sıra ilave bir bilgi daha verir. [Birlikte başlamak] Erkeğin kadının artığıyla temizlenmesi­nin de örneğidir. Bunun koşulu, kadının kadınlık konumuna yabancı­laşmakla ‘cünüp olmamasıdır.’ Erkek edilgendir. Bu yönüyle erkek, kendisinin edilgeni olan kadınla ortaktır. Erkek, kendisini var edenin [Hakk] edilgenidir. Erkeğe benzemekle kadınlık mertebesinden uzak­laşmak, kadınlığa zarar verir. [Kadının artığıyla temizlenebilmenin baş­ka bir koşulu] Kadının hayızlı olmamasıdır. Hayız, namazda Hakka ya­karışı engelleyen bir niteliktir. Allah Teâlâ’yı bilmekten maksat ise, Allah Teâlâ’ya yak­laşmaktır. Hayız hali ise, kendisine yakaracağı yönden Allah Teâlâ’dan uzak­lıktır. Öyleyse böyle bir nitelikle [Allah Teâlâ hakkındaki] bilgi, el-Baîd ismi­nin perdesi bakımından perdeli bir bilgidir.

[Bazı bilginler] ‘kadın suyu boşaltmamışsa [onunla temizlik caizdir demişti].’ Boşaltmamışsa, o artıkla temizlenilebilir. Boşaltmışsa, temiz­lenilmez.

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ’yı bilen insan, dıştaki varlığının Allah Teâlâ’nın fiilinin sonucunda gerçekleştiğini bildiği halde, fiilleriyle Allah Teâlâ’yı memnun ede­bileceğini veya kızdırabileceğini de bilmedikçe -çünkü sorumluluk bir vakadırAllah Teâlâ’yı gerçek anlamda bilmiş sayılmaz. Böyle bir insan bilgi­den yoksundur. Bu durum, sahip olunan bilginin temizliğini zedeler, insan ‘bana dua edenin duasına karşılık veririm’84 gibi âyetlerde ifade edil­diği gibi Allah Teâlâ’nın katında bir etkisinin olduğunu öğrenebilir. Çünkü in­sanın yaptığı dua, dua edilenin karşılık vermesine etki eder. [İlahi katta] Edilgenliğin yegâne anlamı budur. Öyleyse bilginlerin ‘suyu boşaltmamışsa’ sözlerinin anlamı da budur.

BÂB

Ekşi Hurma Suyuyla (Nebiz) Abdest Almak

Şeriat bilginleri, ekşi hurma suyuyla (nebiz) abdest alınıp alınama­yacağı hakkında görüş ayrılığına düşmüştür. Bazı bilginler abdest almabileceğini kabul ederken, çoğunluk abdest alınamayacağı fikrindedir. Benim görüşüm de budur. Çünkü alınabileceğini savunanların kanıt saydığı hadis, sahih hadis değildir. Üstelik sahih olsa bile, hadisin ifade­si hurma suyuyla abdest almayı geçerli kılacak bir ifade taşımaz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Hurma temiz, su da temiz.’ Burada Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, ekşi hurma suyunu (nebizi) hurmayla su arasmda zikretti ve nebiz diye isimlendirdi. Su, [hurmayla] karışımdan önce temizdi. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem hadiste [nebize işaret edecek şekilde] ‘temiz içecek’ deseydi, yine de hadis, nebizle abdest almada kesinlikle bir nas olmazdı. Söz ko­nusu suyla elbisenin pislikten temizlenmesi mümkün olabilirdi. Allah Teâlâ ise, su bulunmadığında abdest almak için sadece toprakla teyemmümü farz kıldı.

VASIL

Bu Konuda Batınî Hüküm

Bu meseledeki batın hükmü şudur: Allah Teâlâ’yı bilmede dince belirlen­miş kanıta -ki o asıl mesabesindeki akıl kanıtının feridirdayanan kimse, şeriatın Allah Teâlâ’yı bilmede nasıl kanıt olabildiği hakkında bir bilgiye sahip değildir. Bu durumda [sahip olduğu dini] kanıt zayıflar. Bununla bir­likte şeriat, onu ‘temiz bir su ve tadı bir meyve’ diye isimlendirdi. Bu­nun nedeni, iki kanıtın karışmasıdır. Taklitçi ise, iki kanıtı birbirinden ayırmayı başaramaz.

Bu karışımın akıl kanıtını içermesi bakımından, dince belirlenmiş kanıt, kanıt olarak benimsenebilir. Bu nedenle bazı bilginler, hurma nebiziyle abdest almayı caiz saymıştır. Karışımın akıl kanıtını da içerdi­ğini bilmemek yönünden ise, onu kullanmak caiz değildir. Bu durumda insan, bu ferî kanıtın nasıl ortaya çıktığı hakkında bilgi sahibi değildir. Dolayısıyla [başka bir grup bilgine göre], hurma nebiziyle abdest almak caiz değildir. Çünkü Şari onu içecek diye isimlendirdi ve ‘su’ adını yi­tirdi. Anlayasın!

‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.85

ABDESTİ BOZAN ŞEYLER BÂBLARI

‘Abdesti bozan şeyler,’ bâtında, Allah Teâlâ’yı bilmenin dayandığı akıl ve dini kanıdan zedeleyen her şeydir. Akıl kanıdannı zedeleyen şeyler kuş­kulardır. Dini kanıdardaki zedelenme ise, onlara ulaşma yolundaki za­yıflık nedeniyle gerçekleşir. Bu ise, [haberleri aktaran] ravilerin güveni­lir olmayışı ya da metinlerin ‘garip’ olmasıdır. Bu gibi şeyler, rivayeti zayıflatan etkenlerdir.

Öyleyse Allah Teâlâ’yı, O’nun güzel isimlerini ve Allah Teâlâ hakkında caiz olan-olmayan ya da akıl bakımından hakkında imkânsız şeyleri bilmek­ten seni uzaklaştıran her şey, kalbin Allah Teâlâ’yı, O’nun birliğini ve isimlerini bilmedeki temizliğini bozan sebeplerdir. Bütün bunlar, kalbin Allah Teâlâ’yı, O’nun birliğini ve niteliklerini bilmekle ilgili temizliğini bozar. Bunun istisnası, Kitapta veya Sünnette inkâr edilemeyecek bir isnat zinciriyle gelen rivayetlerdir. Şimdi de, Allah Teâlâ izin verirse, bunları ayrıntılı olarak zikredeceğiz. Nitekim daha önce de dış temizlik hakkında ayrtı yöntemi takip etmiştik.

BÂB

Bedenden Çıkan Dışkı Nedeniyle Abdestin Bozulması

Şeriat bilginleri, bedenden çıkan dışla nedeniyle abdestin bozulup bozulmayacağı hakkında üç ayrı görüş ileri sürmüştür. Bazı bilginler, nereden ve ne tarzda çıkarsa çıksın, sadece çıkanı dikkate aldı. Onların arasında pek çok [ayrıntı] konuda görüş ayrılığı vardır. Başka bir grup ise, iki dışkı yerini dikkate almıştır -ön ve arka-. Onlara göre bu ikisin­den sağlıklı ya da hasta olarak hangi şekilde ve ne çıkarsa çıksın abdesti bozar. Başka bir grup bilgin ise çıkanı, çıkış yerini ve çıkış tarzını dikka­te almıştır. Ben de bu kanaatteyim.

Bu Konuda Bâtınî Hüküm

Bu görüşlerin anlamlarla ilgili batındaki hükümlerine dönersek şöyle deriz: [Abdesti bozan şeylerde] Sadece ‘çıkan şeyi’ dikkate alan bilginler, insandan çıkan sözün lafzına dikkat eden kimselerdir. Bu* imanının temizliğine etki eden şeydir. Örnek olarak insanın yemininde ‘Şöyle şöyle olursa, İslâm’dan uzağım’ demesini verebiliriz. Böyle bir insan yemininde doğru söyleyip iyilik yapsa ve yeminini bozmasa, esen­lik içinde İslama dönemez. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Bir insan nereye varacağını hesap etmeden insanları güldürmek için Allah Teâlâ’yı kızdıracak bir söz söyler. Bu sözü nedeniyle de cehennemde yetmiş ku­yuya yuvarlanır.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem burada bu sözün kimden çıktığını mümin veya kâfirdikkate almadı.

Bazı bilginler ise, ‘çıkış yeri’ni dikkate almıştı. Söz konusu olan ise, ikiyüzlü ve kuşkulu insandır. Bunlardan çıkan sözler, ahirette kendileri­ne hiçbir yarar sağlamaz. Çıkan şey pis bir şey olabileceği gibi -örneğin inançsızlığı söylemek gibibazen iman gibi pis olmayan bir şey de ola­bilir. Böyle çıkış yerleri münafık ve kuşkulu kimsenin örneği olunca çünkü iki çıkış yeri de pistirpis olmayan şey de onlara yarar vermemiş­tir. Pis olmayana örnek olarak, kalpte kendisinden bir şey bulunmadığı halde imanın çıkışını verebiliriz. Bu durum Allah Teâlâ’nın kendileri hakkında söylediği şu ifadede geçer: ‘[Kitabın] Bir kısmına inanır.’“ Bu kısım, te­miz, başka bir ifadeyle pis olmayan şeyin [iki yüzlüden] çıkmasına ben­zer. ‘Bir kısmını inkâr eder.’87 Bu ise, pis şeyin çıkmasına benzer. Allah Teâlâ onlar hakkında şöyle der: ‘Onlar gerçekten de kâfirlerin ta kendisidir.’88 Böylelikle ikiyüzlülük, temizliği etkilemiştir.

[Abdesti bozan şeylerde] Dışkıyı (çıkan), çıkış yerini ve çılana nite­liğini dikkate alanlar da vardı. Daha önce çıkan şeyi ve çıkma yerlerini [bâtınî anlamlarıyla] öğrenmiştin. Geride, çıkış kalmıştır. Temizlikte çıkmanın niteliği, hastalık söz konusuysa inançsızlıkta taklitçi kimsenin örneğidir; sağlıklı söz konusu olduğunda ise, doğruyu ve gerçeği bilip de inkâr eden ve inanmayan insanın durumuna işaret eder. Allah Teâlâ gerçe­ği bilip kendilerini gerçeğe ulaştıran kimseyi inkâr edenler hakkında şöyle der: ‘Onlar onu inkâr ettiler ve kendilerini buna inandırdılar,’89 Sonra da nedeni zikredip şöyle der: ‘Taşkınlık ve haksızlık yaparak. Bozguncula­rın akıbetinin nasıl olduğuna bakınız.’90

Otuz birinci kısım sona erdi. Bunu otuz ikinci kısım takip edecektir.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar