Print Friendly and PDF

RÛZBİHÂN BAKLÎ البقلي (ö. 606 /1209)

Bunlarada Bakarsınız



Ebû Muhammed Sadrüddîn Rûzbihân b. Ebî Nasr el-Baklî (ö. 606/1209)
İranlı meşhur sûfî, âlim ve şair.
Fesâ’da doğdu. Kaynakların doğum tarihi hakkında verdiği bilgiler farklıdır. Ancak Meşrebü’l-ervâh’ın sonunda eserini 16 Zilkade 579 (1 Mart 1184) tarihinde tamamladığı zaman elli iki yaşında bulunduğunu kaydettiğine göre 526-527’de (1132-1133) doğmuş olmalıdır. Nitekim başka kaynaklarda da bu tarihi teyit eder mahiyette bilgiler vardır. Asıl adı Rûzbihân, en meşhur lakabı ise Sadreddin’dir. Babasının sebzeci olmasından, kendisinin de gençliğinde bu işle uğraşmasından dolayı el-Baklî nisbesiyle tanınmıştır. Ayrıca şathiye’leriyle ünlü olduğundan Şeyh-i Şattâh diye de anılır.
Baklî’nin dinî kurallara bağlılığı olmayan bir çevrede doğup büyümesine rağmen daha öğrencilik çağında canlı bir din şuuruna sahip olduğu, okul arkadaşlarına, “Allah’ı tanıyor musunuz?” gibi ilginç sorular sorduğu, “Allah mekân ve cihetten münezzehtir” şeklindeki bir cevabın kendisini çok etkilediği, hatta bu yüzden vecd ile kendisinden geçtiği söylenir (bk. Hoca, s. 22). Rivayete göre Baklî on beş yaşlarına kadar birkaç defa ilâhî cezbeye kapılmış, bu mânevî haller onda derin bir sevgi duygusu geliştirmiş, her şeyin kendisine en güzel bir biçimde görünmesine yol açmıştır. Çocukluk yaşlarından itibaren zikre karşı büyük ilgi duyan Baklînin on beş yaşında iken Hızırı gördüğü ve bu olayın kendisini tasavvufa yönelttiği de onun hakkında nakledilen menkıbeler arasında yer alır. İlk tahsilini muhtemelen doğum yeri olan Fesâ’da yaptı. Erginlik çağına varınca giderek güçlenen dinî duygularının etkisiyle kendisini ibadete verdi; bu arada Kur’an’ı ezberledi ve tahsil ile meşgul oldu. On yedi on sekiz yaşlarında iken babasının dükkânında çalıştığı bir sırada malları dışarı fırlatıp üstünü başını yırtarak dükkândan uzaklaştı ve sahraya kaçıp gitti; bir müddet tasavvufî heyecanlarla başı boş dolaştı. Daha sonra sükûn bulup tasavvufa yöneldi ve sûfîlerin yolundan gitmeye karar verdi. Yirmi beş yaşında iken kendisini Şiraz’da bir hankahta buldu ve burada ikamet etmeye başladı. Bu sırada, Fesâ’da bulunduğu yıllarda intisap ettiği Şeyh Cemâleddin b. Halîl el-Fesâî ile karşılaştı. Bir süre Şah Ebû Muhammed el-Cevzak’ın ribâtında kaldı. 1175’te Şiraz’dan Fesâ’ya döndü. Burada yazdığı Mantıku’l-esrâr bi-beyâni’l-envâr adlı tasavvufî eserinde Fars bölgesi emîri Tekle b. Zengî’nin cülûsu için dua etti. Tekle’nin çağrısına uyarak tekrar Şiraz’a gitti. Onun ve yerine geçen Sa‘d b. Zengî’nin takdirini kazanarak himayelerine girdi. Baklî tasavvufa sülûkünün başlangıcında Irak, Kirman, Hicaz ve Şam’a seyahat etti. Onun Irak’a gittiği, Sâmerrâ yakınlarındaki Kantaratü’r-Reşâş’ta yaşayan Şeyh Câgîr’in müridi olmasından anlaşılmaktadır. Kaynaklarda iki defa hacca gittiği, bir müddet Mekke civarında ikamet ettiği de bildirilmektedir. Hayatının sonuna doğru ayağına felç geldi. Şiraz’da vefat etti. Cenaze namazını Şiraz kadılkudâtı Seyyid Şerefeddin Muhammed b. İshâk el-Hüseynî kıldırdı. Ribâtülkadîm’in yanına defnedildi. Kabrinin XV. yüzyıla kadar bir ziyaretgâh olmasına rağmen daha sonra hankah ve imaretlerinin tahrip edilmesi, onun kurduğu Rûzbihâniyye tarikatının halefleri tarafından devam ettirilmediğini göstermektedir.
Torunu ve Tuhfetü’l-’irfân yazarı Şerefeddin İbrâhim, Deylemliler kabilesine mensup olan Baklî ailesinin Büveyhîler zamanında (932-1056) Fars bölgesine yerleşmiş olduğunu kaydeder. Kendi ifadesine göre Baklî birden fazla evlilik yapmış olup zevcelerinden biri, zamanın büyük ârif ve âlimlerinden Şeyh Ali Sirâc’ın kız kardeşi idi. Bu eşinden iki oğlu ve üç kızı olmuştur. Oğullarından Şeyh Şehâbeddin Muhammed dinî ilimleri tedris ile meşgul olmuş ve babasından altı ay önce ölmüştür. İkinci oğlu Şeyh Fahreddin Ahmed, devrindeki geçerli ilimlere vâkıf, faziletli ve çok iyi bir vâiz olarak tanınmıştı; çeşitli eserleri ve şiirleri olduğu söylenen Şeyh Fahreddin’e babası büyük bir ihtimam göstermişti. 620 (1223) yılında vefat edince babasının yanına gömülmüştür.
Çağdaşlarının sevgi, saygı ve takdirlerini kazanan Baklî kaynaklarda “âriflerin sultanı”, “âlimlerin burhanı”, “âşıkların misali” ve “abdalların serveri” gibi unvanlarla anılagelmiştir. Meşhur sûfî Fahreddîn-i Irâkı bir şiirinde ondan övgüyle söz eder. Baklî’nin yaratılıştan tasavvufa yatkın olduğu Keşfü’l-esrâr adlı eserinden anlaşılmaktadır. O da birçok sûfî gibi Hızır’ın mürididir ve bütün sûfîlerde olduğu gibi onda da tasavvufta en yüksek mertebe olan insân-ı kâmil mertebesine ulaşma arzusu vardır.
Baklî’nin, tasavvufta eriştiği yüksek dereceye lâyık olduğu konusunda kendisine tam bir güveni vardı ve aynı zamanda devrinde “tek” olduğuna inanıyordu. Kendisi de güzel olan Baklî güzel yüze, güzel sese âşık ve güzel kıyafete hayrandı. Ona göre güzellik, kendisini anlayabilmesi ve kendisinden zevk alabilmesi için sevilmeye muhtaçtır ve sevilmelidir. O güzellikle aşkın ezelde sözleştiklerini ve güzelliğin aşk için yaratıldığını söyler. Hayalinde melekleri kıvırcık saçlı, yüzleri nurdan tüllerle örtülü, kulaklarında küpeler ve boyunlarında incilerle süslenmiş olarak tasavvur eder.
Tecellî’ fikrine büyük önem veren Baklî tecellîyi hulûl’den farklı görür. Onun engin ve derin tefekkürü esas itibariyle melekût âlemine (âlem-i gayb) inhisar eder. Bu bakımdan âdeta muhayyel bir âlemde yaşar. Bu âlemde yaşadığına öylesine inanmıştır ki söylediklerinin ve yazdıklarının hayalî olduğunun farkında bile değildir. Bir defasında ilâhî sıfatların güzelliğini düşünerek geçirdiği hayalî bir gecenin fecrinde dünya ona tamamen ilâhî bir hakikatle dolu olarak görünür. Bunun üzerine kendinden geçer; Allah kendisine tecelli eder ve bu suretle Allah ile buluşur. Baklî bu buluşma sırasında yaşadığı halleri şathiyyât tarzında ifadelerle ayrıntılı olarak anlatır. Bu vecd halinden sonra kendine gelir. Ancak akşam olunca Allah yine tarif edilemeyecek bir güzellikte ve vahdet denizinde ona kendisini gösterir. Keşfü’l-esrâr adlı eserinde naklettiği hayaller, Meşrebü’l-ervâh’ta sûfînin aşması gereken 1001 makamı açıklarken öne sürdüğü fikirler ve Kur’an âyetlerine te’vil yolu ile verdiği bâtınî mânalar, onun olağan üstü bir hayal gücüne sahip olduğunu göstermektedir. O remz’ ile temsil’ arasındaki bütün iltibası kaldırır. Nitekim kendisinden önceki birçok sûfînin vecd halinde söylediği şathiyyât türünden sözleri şerhederek bunları şeriatla bağdaştırmaya çalışmıştır.
Baklî’de kırmızı bir gül renginde vuku bulan ilâhî tecellî bütün manzarayı boyar, hatta göller bile kırmızı olur. Onun mânada gördüğü şey şarap ve kan kırmızısı renktir. Bu şarap gerçekte Allah âşıklarının O’na duydukları özlemin kanıdır. Baklî kendi kanının da âlem-i gayba saçıldığını görür. Güzel yüzlülerin aşkını tarikatının temeli kabul eden Baklî, sadece kronolojik olarak değil aynı zamanda güzelliği müşahede fikrinin gelişmesi bakımından da Ahmed el-Gazzâlî ile Fahreddîn-i Irâkī arasında yer alır. Ona göre sûfînin zâhiri de bâtını da Yûsuf gibi güzel olmalıdır. Hz. Yûsuf Rûzbihân’da cemalin timsalidir. Ya‘kūb peygamberin, oğlu Yûsuf’a olan derin sevgisi insanî aşkın tecrübî bir delilidir. Çünkü Ya‘kūb’un aşkı Hakk’a aşktan ibaretti ve Yûsuf’un cemali de Hakk’ın cemaline âşık olma vesilesi idi.
Aşk ve muhabbeti tasavvuf nazariyelerine esas yapanlardan biri olan Baklî, bu konudaki düşüncelerini Abherü’l-’âşıķīn adlı eserinde açıklamıştır. O aşkı Allah’ın kadîm ve ezelî bir sıfatı olarak telakki eder; Allah kendisini sevdiği için aşk, âşık ve mâşuk sûfînin nazarında birleşir ve tek kavram haline gelir. Allah’ın tabiatın güzel şekilleri içinde tecelli ettiğini, Allah’a yakın olan kimsenin her güzel şeyle yakınlık kurmuş olduğunu, gerçek sûfîlerin bu güzelliklerin sırlarını tanıyıp idrak ettiklerini, ancak bunları bilmeyenlere açıklamayı doğru bulmadıklarını söyler. Baklî’ye göre semâ ve raks sâlikin Allah yolunda varacağı birer makamdır. Onun çok tesirli semâ meclisleri tertip etmiş olduğu belirtilmektedir. 560’ta (1165) Şiraz’da inşa ettirdiği ribâtında kendi adını alan Rûzbihâniyye tarikatının temellerini atan Baklî’nin tarikat şeceresi, Hafîfiyye tarikatının kurucusu Ebû Abdullah Muhammed b. Hafîf’e ulaşır.
Hayatının büyük bir kısmını Şiraz’daki dergâhında ve camide vaazla ve eser yazmakla geçiren Baklî’nin tefsir, hadis, fıkıh ve özellikle tasavvuf sahasında değerli eserleri vardır. Ölümünden sonra eserlerinin dağıldığını, birçoğunun kaybolduğunu söyleyen Tuhfetü’l-’irfân yazarı torunu Şerefeddin İbrâhim bulabildiklerinin adlarını kaydetmiştir. Ancak Şerefeddin İbrâhim, Şeddü’l-izâr yazarı Ebü’l-Kāsım Cüneyd-i Şîrâzî ve bu eserin nâşiri Kazvînî’nin verdiği bilgilerle birlikte eserlerinin tam listesi tesbit edilebilmektedir. Günümüze kadar gelmiş olan eserleri şunlardır:
1. Meşrebü’l-ervâh’. Tasavvuf hakkında geniş bilgi veren en önemli eserlerden biridir. Arapça yazılmış olan eserin Farsça adı Hezâr u Yek Maķām’dır. Meşrebü’l-ervâh, kulun mânevî yolculuğu sırasında aşması gereken makamlardan bahseder. Günümüze kadar gelen 1001 makam üzere yazılmış tasavvufî tek eser budur. Meşrebü’l-ervâh, tasavvuf edebiyatında o döneme kadar bilinmeyen birçok yeni makam ve terim ihtiva etmesi bakımından da ayrı bir değer taşımaktadır. Eser Nazif Hoca tarafından yayımlanmıştır (İstanbul 1974).
Rûzbihân-ı Baklî’nin tasavvuf terimlerine dair eseri. Müellifin 579 (1183) yılında tamamladığı, tek nüshası bilinen (Diyarbakır İl Halk Ktp., nr. 1529/B) eserin adı, nüshanın üzerindeki kayıttan hareketle kaynaklarda Meşrebü’l-ervâh şeklinde kaydedilmekteyse de bu ad eserin metninde geçmemektedir. Müellif mukaddimede âriflerin makamları hakkında müridlere bilgi vermek istediğini belirtir, eserin sonunda ise evliya makamlarının tamamlandığını söyler. Kitapta ruhların asıl kaynağına (meşreb) kavuşabilmesi için aşmaları gereken hal ve makamlardan bahsetmesine bakılarak müellifin eser tamamlandıktan sonra Meşrebü’l-ervâh adını verdiği veya bu adın bir başkası tarafından sonradan konulduğu söylenebilir.
Yirmi bölümden meydana gelen Meşrebü’l-ervâh’ın her bölümü elli makama (I, II, VIII ve XX. bölümler elli bir) ayrılmıştır. Genellikle 1001 makamı ele aldığı kabul edildiğinden Farsça konuşulan çevrelerde Hezâr u Yek Makâm adıyla tanınan eserin her bölümü bir sûfî zümresinin ismine izâfe edilmiştir. Meselâ ilk bölüm “Makâmâtü’l-meczûbîn” adını taşımakta olup bu bölümde mezcupların elli bir makamı tanıtılmıştır. Diğer bölümlerde makamları tanıtılan sûfî zümreleri şunlardır: Sâlikîn, sâbıkîn, sıddîkîn, muhibbîn, müştâkîn, âşıkîn, ârifîn, şâhidîn, mukarrebîn, muvahhidîn, vâsılîn, nükabâ, asfiyâ, evliyâ, ehlü’l-esrâr mine’n-nücebâ, mustafîn, hulefâ, büdelâ, aktâb. Eserde ele alınan terimlerin hemen hepsi bir veya birkaç âyetle irtibatlandırılmış, 300’den fazla yerde hadis kullanılmıştır. Baklî kendinden önceki sûfîlerin konuyla ilgili tesbitlerinden faydalanmış ve gerektiğinde Arap şiirini kullanmış, her terimi “Ârif dedi ki …” cümlesiyle tarif etmiş ve tamamlamıştır. Bu ârifin kim olduğu kesin değilse de kendisi olması kuvvetle muhtemeldir.
Rûzbihân-ı Baklî’nin görüş ve tesbitlerine başvurduğu Ebû Türâb en-Nahşebî, Ebü’l-Hüseyin en-Nûrî, Hallâc-ı Mansûr, Bâyezîd-i Bistâmî, Muhâsibî, Serî es-Sakatî, Zünnûn el-Mısrî, Cüneyd-i Bağdâdî, Şiblî gibi meşhur sûfîler yanında Abdürrahîm İsfahânî, Hişâm b. Âbdân-i Şîrâzî, Ebü’l-Hüseyin Zencî gibi pek tanınmayan sûfîler de vardır. Serrâc’ın el-Lüma’ adlı eserini sık sık kullanan Baklî, Kuşeyrî’nin risâlesini bir yerde zikretmiş, genellikle “Şeyhler dediler ki …”; “Âriflerden biri buyurdu ki …” gibi ifadelere yer vermiştir. “Aslü’l-aşk” tabirini açıklarken de (s. 135) Herakleitos’un bir sözünü iktibas etmiştir.
Baklî’nin, kendinden önce kırk makamı ele alan Ebû Saîd-i Ebü’l-Hayr’ın Çihil Makâm’ı ile 100 makamı inceleyen Hâce Abdullah Herevî’nin Menâzilü’s-sâ’irîn adlı eserine atıfta bulunmaması dikkati çekmektedir. Ondan çok sonra bin makam esasına dayanan Câmi’u’l-’usûl adlı eserini kaleme alan Gümüşhânevî de Meşrebü’l-ervâh’ı hiç zikretmemiştir.
Fenâ, bekâ, intizar, tevâcüd, hakikat, ruh, mahabbet, müşâhede gibi birçok terim eserin değişik bölümlerinde farklı tariflerle tekrar ele alınmıştır. İlk bakışta bir karışıklık gibi görünüyorsa da bu durum terimlerin değişik makamlarda farklı anlamlar kazandığını göstermektedir. Baklî’nin hicap terimini üç ayrı yerde ele alırken melâmet konusuna yer vermemesi dikkat çekicidir.
Meşrebü’l-ervâh’ta terimler genellikle beş on satırlık birer hacim içinde açıklanmış, aşk, ilmü’l-esmâ, usul, hal, semâ, vecd, vakt, rahmet, vera‘ gibi terimlere biraz daha geniş yer verilmiştir. Terimlerin büyük çoğunluğu tek kelime olduğu halde bir kısmı birden çok kelimeden meydana gelmiştir. Eserde vatar, vesm, leyse, silâh, refâif, ezîz gibi çok az kullanılan makamlara da yer verilmiş; ticaret, iktisat, istihsan, istinbat, kıyas, miras, kıtal, helâl, haram, ribh, kısas, illet, mâlûl, istislâm ve nesih gibi ilk bakışta fıkıh ilmine ait gibi görünen terimler tasavvufî makam olarak açıklanmıştır. Kitapta terimler yorumlanırken genel bilgiler verilmiş, belli sûfî veya tasavvufî zümrelerin görüşleri tercih edilmemiştir. Şeytanın mârifeti tabirini açıklarken Muâviye’yi şeytanla özdeşleştirmesi müellifin şahsiyetini belirlemeye yarayan bir ipucu olarak değerlendirilebilir.
Tasavvufî düşüncenin bütün felsefî ve psikolojik meselelerine temas edilmesi kitabın anlaşılmasını zorlaştırmaktadır. Muhtemelen bu sebeple eser sûfîler arasında yaygınlık kazanmamıştır. Ancak esere bir bütün olarak bakıldığında birbirine yakın olan terimlerin Meşrebü’l-ervâh’ın anlaşılmasını kısmen kolaylaştırdığı söylenebilir. Kitabında bir dervişin yaşayabileceği bütün tasavvufî halleri tesbit etmeye ve bunların birbiriyle olan ilgisini ortaya koymaya çalışan Baklî ayrıca Meşrebü’l-ervâh’ta kısaca tanıttığı bu terimlerin bir kısmı için müstakil eserler de kaleme almıştır. Kaynak: Türkiye Diyanet Vakfı, İslam Ansiklopedisi, 2004, Cilt:29.
2. ‘Arâ’isü’l-beyân’ fî hakā’ikı’l-Ķur’ân. Baklî’nin, Kur’ân-ı Kerîm’in işârî tefsir’i hakkında günümüze ulaşan iki eserinden biri olup Arapça yazılmıştır. Eserde Sülemî’nin Haķā’iķu’t-tefsîr’i ve Kuşeyrî’nin Letâ’ifü’l-işârât’ından faydalanılmış ve tasavvufî terimlere geniş yer verilmiştir (Haydarâbâd 1301).
3. Mantıķu’l-esrâr bi-beyâni’l-envâr. Baklî bu Arapça eserini ruhun bir nevi taşkınlığı olan şathiyeleri izah etmek için yazmıştır. Meşhur ve büyük sûfîlerin şathiyyâtının söz konusu edildiği eserin sonunda Hallâc’ın Kitâbü’t-Tavâsîn’inin şerhi ve tasavvuf terimlerinin bir fihristi yer alır. Eserin üç yazma nüshası bilinmektedir (bk. GAL Suppl., I, 735). Mantıku’l-esrâr’ın içinde bulunan Hallâc’ın Kitâbü’t-Tavâsîn şerhinin bir kısmı L. Massignon tarafından yayımlanmıştır (Paris 1913).
4. Şerh-i Şathiyyât’. Arapça olan Mantıku’l-esrâr’ın üç kat genişletilmiş ve Farsça olarak kaleme alınmış şeklidir. Baklî kendisinden önce yaşamış birçok âşık sûfînin vecd halinde söyledikleri şathiyyâtı bu eserinde toplayıp açıklamıştır. Eser H. Corbin tarafından neşredilmiştir. (Tahran 1966, 1981).
5. Risâletü’l-üns fî rûhi’l-kuds. Kaynaklarda çeşitli isimlerle kaydedilen bu Farsça risâle Risâletü’l-kuds adıyla es-Seb’u’l-meŝânî ile birlikte basılmıştır (nşr. Muhsin Hâlî İmâdü’l-fukarâ, Şiraz 1342).
6. ‘Abherü’l-’âşıķīn’. Beşerî (mecazi) aşk ile ilâhî (hakiki) aşktan bahseden bu eser, sûfiyâne aşk ve güzellik hakkında Farsça yazılmış ilk eserlerdendir. Kitap M. Moin - H. Corbin tarafından yayımlanmıştır (Tahran-Paris 1953).
7. Şerhu’l-hucüb ve’l-estâr fî makāmâti ehli’l-envâr ve’l-esrâr (Kitâbü’l-İġāne). Baklî bu Arapça eserinde bir hadiste geçen “el-igāne” (örtmek) kelimesinden hareket ederek Allah’a vâsıl olma yolundaki altmış altı perdenin (hicâb) esrarını açıklamaya çalışır. Eserin yazma bir nüshası Londra’da bulunmaktadır (India Office, nr. 1285; bk. GAL Suppl., I, 735).
8. Seyrü’l-ervâh (el-Misbâh fî mükâşefâti ba’ŝi’l-ervâh,). Ruhların yaratılmadan önceki ve sonraki durumlarıyla insanın yaratılışından bahseder. Baklî bu Arapça eserinde muhtelif tecellî şekillerini düşünür ve bunların mânalarını izaha çalışır. Eserde bir çeşit narsisizm nazariyesi ele alınmıştır. Allah kendi aksi olan insanda güzelliğini temaşa etmekten hoşlanır. Kendisinin Allah’ın tecellîgâhı olduğunu bilen insan da kendine âşıktır (eserin yazmaları için bk. Hoca, s. 79).
9. Kitâbü’n-Nükât (Ġalatâtü’s-sâlikîn). Sûfî ıstılahlarının bir lugatçesi olan bu Farsça eserin tek nüshası Paris Bibliothèque Nationale’dedir (bk. Hoca, s. 79).
10. Keşfü’l-esrâr ve mükâşefetü’l-envâr. Bazı kaynakların Kitâbü’l-Envâr fî keşfi’l-esrâr olarak da zikrettiği bu eser Arapça’dır. Baklî’nin elli beş yaşında iken yazdığı Keşfü’l-esrâr onun ruhî hayatını anlatan bir otobiyografidir. Bu kitabında çocukluğundaki ilk hayallerinden başlayarak mânevî ve ruhî yükselişini, mükâşefe’ halinde başından geçen hadiseleri ve müşahede esnasında kendisine görünen sırları anlatmaktadır. Baklî’nin bu eseri bilhassa din psikolojisi bakımından çok önemlidir (nşr. Nazif Hoca, İstanbul 1971; Baklî’nin kaynaklarda adları geçen, fakat günümüze intikal etmemiş olan eserleri için bk. Hoca, s. 83 vd.).
Baklî’nin Dîvânü’l-ma’ârif adlı manzum bir eserinden de söz edilmektedir. Kaynaklarda geçen bazı şiirlerini M. Moin ‘Abherü’l-’âşıķīn’in önsözünde yayımlamıştır. Muhtemelen divanından alınmış on bir bölüm ve 231 beyitten meydana gelen, Tuhfetü’l-’irfân veya sonundaki kayda göre Tuhfetü’l-’urefâ adını taşıyan mesnevi tarzındaki şiirinin tek nüshası İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’nde bulunmaktadır (FY, nr. 538, vr. 567ª-570ª). Bu mesneviyi Dânişpejûh Rûzbihânnâme adlı eserinde yayımlamıştır (s. 375-386). Baklî’nin Konya İzzet Koyunoğlu Müzesi Kütüphanesi’ndeki numarasız bir mecmuada bulunan şiirleri Nazif Hoca tarafından Ruzbihān al-Baķlī ve Kitāb Kaşf al-Asrār’ı ile Farsça Bâzı Şiirleri adlı eser içinde neşredilmiştir (s. 119-138).

İbnü’l-Arabî, el-Fütûhât, Bulak 1293, II, 417; Fahreddîn-i Irâkī, Külliyyât (nşr. Saîd Nefîsî), Tahran 1336 hş., s. 362; Şerefeddîn İbrâhim, Tuhfetü’l-’irfân (nşr. Muhammed Takī Dânişpejûh), Tahran 1347 hş., s. 1-150; a.e., İran Kütüphâne-i Melik, nr. 4020; Müstevfî, Târîħ-i Güzîde (Browne), I, 793; a.mlf., Nüzhetü’l-ķulûb (Strange), s. 116; Cüneyd-i Şîrâzî, Şeddü’l-izâr (nşr. Mirza Muhammed Han Kazvînî - Abbas İkbâl), Tahran 1328 hş., s. 243-253; Ahmed-i Zerkûb-ı Şîrâzî, Şîrâznâme (nşr. Behmen Kerîmî), Tahran 1310 hş., s. 116-117; Lâmiî, Nefehât Tercümesi, s. 298; Fasîh Ahmed-i Hâfî, Mücmel-i Fasîhî (nşr. Mahmûd Ferâh), Meşhed 1341 hş., I, 284; Îsâ b. Cüneyd, Hezâr Mezâr, Şiraz 1320 hş., s. 110-114; Zeynelâbidîn-i Şirvânî, Riyâżü’s-seyâha (nşr. Asgar Hâmidî), Tahran 1339 hş., s. 878; Reyhânetü’l-edeb, II, 398; Hidâyet, Mecma’u’l-fuśahâ, s. 235-236; a.mlf., Riyâzü’l-’ârifîn, Tahran 1316 hş., s. 128-129; Hasan-ı Fesâî-yi Şîrâzî, Fârsnâme-i Nâsırî (nşr. Ali Kulı Muhbirüddevle), Tahran 1310-13; Muhammed-i Fursat-ı Şîrâzî, Âsâr-ı ‘Acem, Bombay 1354, s. 462; Ma‘sûm Ali Şah, Tarâ’ik, II, 640; Brockelmann, GAL, I, 436; Suppl., I, 730, 735; L. Massignon, La Vie et les oeuvres de Rūzbehān Baglī, Hauniae 1953, s. 275-288; Baklî, ‘Abherü’l-’âşıķīn (nşr. H. Corbin - Muhammed Muîn), Paris 1958, nâşirlerin girişi; Muhammed Takī Dânişpejûh, Rûzbihânnâme, Tahran 1347 hş., s. 375-386; Nazif Hoca, Ruzbihan al-Baklī ve Kitab Kaşf al-Asrār’ı ile Farsça Bâzı Şiirleri, İstanbul 1971 (ayrıca bk. bu eserde verilen bibliyografya); W. Ivanov, “A Biography of Rūzbehān al-Baglī”, JASB, XXIV/4 (1928), s. 353-361; a.mlf., “More on Biography of Rūzbehān al-Baglī”, JRAS (Bombay), VII (1931), s. 1-7.
Nazif Hoca  
Kaynak: Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi cilt: 04; sayfa: 546-548

Tayfun Atay **
İslâm dünyasında tasavvufî ekolün en olgun ürünleri, daha doğrusu edebî ve estetik açıdan şahikasını teşkil eden eserleri İran tasavvufu bünyesinden doğuş bulmuştur. Seyyid Hüseyin Nasr’ın “edebî formda bir kutsal sanat mûcizesi” olarak tanımladığı Farşçayı bir anlamda “kalbin dili” haline getirdiğini söylediği İran Tasavvufu[i][1], gerçekten de insan deneyiminin evrensel boyutu olan mistisizm üzerine dünyadaki en zengin literatürlerden birini karşımıza çıkartır. Bu literatür içerisinde yer alan eserlerin, İslâm ruhanîyetinin en zengin dışavurumlarını sunmanın ötesinde gerek insan doğasına, gerekse (toplumsal anlamda) “insanlık hâli”ne ışık tutucu mahiyette felsefî-teosofik açılımlarıyla, sadece Müslüman halkların anlam ve duygu evrenini biçimlemekle kalmadığı, bundan öte Batı’nın İslâm dünyasıyla ilişkilerinde de olumlu yönde rol oynadığı söylenebilir. Bu eserler arasında artık birer “klasik” haline gelmiş pek çokları ve onların müellifleri, bugün Batı dünyasında da geniş bir entelektüel ilgi ve sempatiye mazhar olmaktadırlar[ii][2]. Özellikle Firdevsî, Ferîduddîn Attâr ve bizim coğrafyamıza mal olmuş Celâleddîn Rûmî ile onları izeleyen Sa’dî, Hâfız, Câmî gibi, şiiri “musiki” haline getirmiş şair-sûfîler; Gazâlî, Suhreverdî gibi filozof-sûfîler ve Hucvîrî, Abdullah Ensârî, Ahmed Gazâlî gibi edebî şahsiyetler, bu literatürün bağrından çıkmış ve evrenselleşmiş isimler olarak zikredilebilir.
Bununlar birlikte, yukarıda sayılan ve onlara eklenebilecek pek çok ismin dışında, bu literatür içerisinde hak ettiği ölçüde ele alınıp değerlendirilmemiş olanlar da vardır. Klasik İran Tasavvufu’nun yakın zamanlara kadar ihmal ya da göz ardı edilmiş böylesi temsilcilerinden biri de Rûzbihân Baklî’dir. Yazdıklarıyla genelde tasavvuf, özel olarak da mistik “deneyim”in içsel mekanizmasını anla(t)ma yolunda önemli kaynak oluşturmuş Rûzbihân Baklî üzerindeki unutulmuşluk örtüsünü, yakın zamanlarda artarda yaptığı çalışmalarla Kuzey Karolina Üniversitesi (Chapel Hill) dinsel çalışmalar profesörü Carl W. Ernst büyük ölçüde kaldırmıştır. Rûzbihân’ın sûfî söylemini çalışmalarının ana ilgi odağı yapmış olan Ernst’in bu performansının aslî ürünü, yazımızda değerlendirmesini yapmaya çalışacağımız, “Rûzbihân Baklî: Mistisizm ve İran Tasavvufu’nda Evliyâlık Retoriği” adlı kitabıdır.
Bu kitapta Ernst, imkânsız değilse de, oldukça zor bir işe soyunmaktadır. Bu, deyiş yerindeyse, “tad’ı tanımlamaktır”tır! İslâm tasavvufu üzerine, ilgili literatüre bir parça aşina olan herkes, sûfî çevrelerde sıklıkla zikredilen “tatmayan bilmez” deyişini hatırlayacaktır. Bununla, tasavvufun özünü anlamanın, ancak onu yaşamakla anlaşılabileceği söylenmek istenmektedir. Yani, ne bir sûfî etkinlik ortamında gözlemler yapmanın ne de tasavvuf üzerine okumaların, bir insana onu bihakkın anlama imkanı vermesi mümkün değildir. Dolayısıyla, tasavvuf denilen bu “sonsuz okyanus”u, onu yaşayıp tecrübe etmeksizin (tatmaksızın) tam mânâsıyla bilmek çabası boşunadır. “Sûfîyâne” perspektif, böylesi bir iddiayla ortaya çıkar.
Bununla birlikte ve bağlantılı olarak akla gelen bir soru, böylesine kişisel, özel ve “içsel” bir deneyimden söz etmenin, onu “dillendirmenin” mümkün olup olmadığıdır. Ernst’in bu soruya yanıtı olumludur ve kanıt olarak da bizi ortaçağ İslâm dünyasının önemli sûfîlerinden Rûzbihân Baklî’nin “bâtınî” deneyimlerini paylaşmaya davet etmektedir.
1128-1209 yılları arasında yaşamış olan Rûzbihân Baklî, tasavvufun daha çok kişiye özel (bireysel) bir etkinlik olarak süregeldiği yüzyılların ardından, bir toplumsal hareket şeklinde kurumlaştığı dönemde performansını sergiledi. Tasavvufun yanı sıra fıkıh ve kelâm alanında da eserler verdi; ayrıca şiirler yazdı. Şiraz’da öldükten sonra, kendisine bağlı olanlar onun öğretilerini canlı tutma çabasıyla bir tarikat (Rûzbihâniye) kurdular, ancak bu, İran’da şiî Safevî iktidarının kurumlaşmasıyla bağlantılı olarak uzun ömürlü olmadı. Yine de yazdıkları ve onun hakkında yazılanlar Orta Asya, Hindistan, Osmanlı coğrafyası ve Afrika’da tasavvufî külliyatın en dikkate değer ve iddialı eserleri olmaya devam etti (ss. ix-x).
Ernst de kitabında Rûzbihân’ın mistik yaşamı üzerinde odaklaşıp onun bâtınî deneyimlerini incelemeye çalışırken böylesi eserlerden hareket etmektedir. Temel amacı Rûzbihân’ın evliyalık üzerine geliştirdiği retoriği analiz ederek mistik deneyimin yapısını betimlemeye çalışmaktır. Bu amaca ulaşma yolunda üç temel kaynağa yönelir. Bunlardan birincisi Rûzbihân’ın mistik deneyimlerini büyük ölçüde rüyaları aracılığıyla açığa çıkarttığı (ifadelendirdiği), kendisi tarafından yazılmış, bir nevi “otobiyografik” eserdir. Diğer ikisi ise onun ikinci kuşak torunları tarafından yazılmış iki biyografisidir.
Kitap dört bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde Rûzbihân’ın bir sûfî olarak içerisinde gelişip olgunlaştığı ve gelecek kuşaklar bir veli figürü olarak mirasını bıraktığı tarihsel ve siyasal ortam üzerine bir bilgilendirmeye gidilmektedir. Abbasi devletinin çözülmesinin son aşamalarına geldiği, Selçukluların İran üzerinde hakimiyetlerini tesis ettikleri, ama bir yandan da Moğol akınlarının da ufukta gözüktüğü bir istikrarsızlık ortamında, siyasal karışıklıklar ve iktidar mücadeleleriyle dolu bir zeminde Rûzbihân, Şiraz’a yakın Fesâ’da doğar; fakat yaşamını Şiraz’da sürdürür ve orada ölür (ss. 1-2). Şiraz’ın önde gelen âlimlerinden dersler alarak dinî ilimlerde kendisini geliştirir. Suriye, Irak, Kirman ve Arabistan’a düzenli seyahatler yapar ve iki kez hacca gider. Gündelik yaşamında dahi sürekli vecd ve cezbe (aşırı coşku / kendinden geçme) halinde bir insan olduğu kaynaklarda kaydedilmektedir. Ölümünden sonra kendisine bağlı bir tarikat etkinliği doğuş bulmuş, hatta mezarının da içerisinde bulunduğu Şiraz’daki tekkesi (ribât) belli bir zaman yerel hac merkezi haline gelmişse de bunlar, yukarıda da kaydedildiği üzere, uzun ömürlü olmamıştır (s. 6).
İkinci bölümde Ernst, Rûzbihân’ın otobiyografisi olan Keşfü’l-Esrâr’ı (Sırların Keşfi) analiz eder. Bu, Rûzbihân’ın ruhanî deneyimleriyle ilişkili olarak “geçmişe dönük anımsamalar ile bir rüyalar günlüğünün birleşimi”nden mütekâmil bir eserdir (s. 81). Kitabın üçüncü bölümü ise dikkatimizi Rûzbihân’ın “otobiyografi”sinden onun üzerine yazılmış biyografilerin ayrıntılarına çeker. Bu arada otobiyografi yazmakla biyografi yazmak arasında yönelim, amaç ve motivasyon bakımlarından söz konusu farkları da anlamamız sağlar. “Sonuç” bölümünde ise Rûzbihân’ın evliyalık söylemi ve pratiği yeniden gözden geçirilerek onun tasavvuf-mistisizm literatürü içerisinde nereye yerleştirilebileceği sorusu tartışmaya açılmaktadır. Bunun yanı sıra çalışma, Rûzbihân’ın eserlerinin bir listesi ile onun meşhur “cezbeci” sûfî Bâyezîd Bistâmî’nin “mirac”ı (göğe, Allah katına yükselmesi) üzerine yazdığı şerhlerden oluşan iki içermektedir.
Kitabın ağırlıklı kısmını ikinci bölüm oluşturmaktadır. Bu bölümde Ernst bize Rûzbihân’ın mistik sezinlemelerinin ayrıntılı bir betimlemesi ile onun bâtınî deneyimlerine ilişkin anlatılarının içerik analizini sunmaktadır. Bunu da Rûzbihân’ın bu deneyimleri ifadelendirmesine olanak veren teknik kelime dağarcığını açımlayarak yapmaktadır. Rûzbihân, rüya deneyimlerini yazıya dökerken hayli incelikli ve zarif bir metaforik (mecazî) dil kullanır. Bu dil “tanrı-insan ilişkisinin dinamikleri”ni sembolize etmektedir (s. 35). Bu çerçevede, örneğin, keşf, ilâhî öze nüfuz etmeye, şarap ise ilâhî olanın bereketinin insanın içine dökülmesine gönderme yapan sözcüklerdir; güller ve inciler ilâhî güzelliğin; aslanlar ilâhî kudretin; okyanuslar, çöller ve dağlar ise ilâhî aşkınlığın ve erişilemezliğin, nüfuz edilemezliğin sembolleridir.
Öte yandan, Rûzbihân’ın rüya deneyimleri, İslam’ın merkezî şahsiyetleri ve kutsal varlıklarıyla ilişkili ve “ehl-i şeriat” ulemâ açısından telâffuz edilemez nitelikte aşırılığa kaçan pek çok betimleme içermektedir. Örneğin, İslâm Peygamberi, Rûzbihân’ın deneyimlerinde temel bir yere ve özel bir statüye sahip olarak belirmekteyse de, bu yine de “şer’î” prosedüre sıkı sıkıya bağlı ulemânın bakış açısından İslâm “daire”si içerisinde kabul edilmekten hayli uzak bir çizgidedir. Her şeyin ötesinde Rûzbihân, peygamberlik ile evliyâlığı birbirinin ikizi olarak görmektedir ve “peygamber” ile “velî” arasındaki ayrım çizgisini silecek düzeyde İslam Peygamberi’ni “vecdî” bir sûfî olarak resmetmektedir. Daha fazla sorun yaratacak bir ifade, kendi peygamberliğini ilan etmesidir (s. 25). Tüm bunlar Rûzbihân’ın yazılarını  şer’î bilgiyi harfiyen gözeten “legalist” ve “normatif” eğilimli İslâm âlimleri açısından hayli sorunlu hale getirir.
Dolayısıyla da Rûzbihân’ın benimsediği ve hayata geçirdiği tasavvuf anlayışı, Bâyezîd Bistâmî, Hallâc-ı Mansur ve İbn Arabî gibi, aşırı teosofik spekülasyonlarıyla ayırt edilen isimlerce temsil edilen “şathiyeci-cezbeci” sûfîlik bünyesinde değerlendirilebilir. Arberry bunları “tanrı sarhoşu” sûfîler olarak tanımlamaktadır[iii][3]. Hatta Rûzbihân açısından, Keşfü’l-Esrâr’da kendisini gösteren vecd hâlinin düzeyi bu sûfîler tarafından varılan noktanın dahi ötesine geçer ve dinden çıkma, yani küfr’ün sınırlarına kadar dayanır. Birkaç örnek vermek gerekirse, Rûzbihân, rüyalarında peygamberlere has özelliklerle temayüz etmekte (s. 51); Allah’ı peygamberlerin, Mekke’deki güzel bir genç adamın, hatta yakışıklı bir “Türk”ün suretinde görmekte (s. 70); Peygamber’i ise bir şarap okyanusunun ortasında otururken, sarhoş bir halde ve elinde bir şarap kadehi ile görmektedir (s. 61). Nihayet o, bir rüyasında, Ernst’in sözleriyle “Peygamber ile erotizme çalan bir karşılaşma” yaşar ve bu karşılaşmada onun “ehl-i bâtın”lığa kabulünün bir işareti olarak Peygamber Muhammed (ve onun yanı sıra diğer peygamberler, melekler ve tüm velîler) Rûzbihân’ın dilini emer (ss. 121-122).
Üçüncü bölümde Ernst, Rûzbihân’ın ikinci kuşaktan iki torunu tarafından yazılmış olan biyografilerin değerlendirmesine geçer. Burada bir başka önemli nokta üzerinde durulur. Rûzbihân’ın tasavvuf anlayışı açısından, kendisinin mistik deneyimler üzerinde vurgulu sûfîlik pratiğinden, takipçilerinin onun evliyâlık mûcizelerine verdikleri öncelikliliğe bir geçiş söz konusudur. Bu, onun velîlik pozisyonunun kurumlaşma sürecinde ortaya çıkan bir değişim gibi görünmektedir. Rûzbihân’ın kendisini aslî olarak “vecd” içerikli rüyaları aracılığıyla bâtınî bilgiyi aktarmak, böylece de “seçkin müritleri için bir ‘eğitici şeyh’ rolünü ifa etmek”le meşgul olurken, onun biyografisini yazanların temel motivasyonları, onu kerâmet sahibi, en üst ruhanî makamdaki bir “popüler” velî olarak resmetmektir (ss. 112, 114, 116). Yani onun bâtınî ve kalbî (sezgisel) bilgi sahibi bir “marifet ehli” olma özelliğini karizma (mûcize) ve otorite ile tahkim etmektedirler. Oysaki Rûzbihân’ın kendi kitabında, onun herhangi bir mûcize, yahut kerâmet etkinliğine rastlamıyoruz. O bunlarla uğraşmamakta, hatta belki de bunları değersiz addetmektedir. Rûzbihân için, “mûcizelerin çok ötesinde [onları aşkın] bir makamın göstergesi olan gerçekler” vardı ve onun amacı bunların açığa çıkarmaktı (s. 97). Takipçisi olan müritleri açısından ise sorun, onun evliyâlık karizmasını rutinleştirmek ve bir velî kültü yaratmaktı. Bu nedenle de mûcizelere, kerâmet örneklerine ihtiyaç duymuşlar ve İslâm dünyasının pek çok bölgesinde bilinen popüler bir deyişi (“Şeyh uçmasa da mürit uçurur”) doğrularcasına bunları icat etmişlerdir.
Kapsamı itibarıyla bu kitabın Rûzbihân Bakli’nin tasavvufî anlayışına ve onu hayata geçirirken izlediği stratejiye biçim veren tarihsel-siyasal bağlamı biraz üstünkörü değerlendirdiği söylenebilir. Ancak sonuç itibarıyla Ernst’in “Şathiyeci” (vecdî-cezbeci) tasavvufun ortaçağ İslâm dünyasında Müslümanların yaşamı üzerindeki etki derecesini daha iyi anlamaya ışık tutacak mahiyette, hayli önemli ve değerli bir eser ortaya koyduğunu kaydetmek gerekir.
[1] S. H. Nasr, “Persian Sufi Literature: Its Spiritual and Cultural Significance” in The Legacy of Mediaeval Persian Sufism (ed.) L. Lewisohn (London: KNP, 1992), s. 1.
 [2] Bu konuda iki temel kaynak olarak bkz. L. Lewisohn (ed.) The Legacy of Mediaeval Persian Sufism (London: KNP, 1992) ve L. Lewisohn (ed.) Classical Persian Sufism: from its Origins to Rumi (London: KNP, 1993)



* Carl W. Ernst, Ruzbihan Baqli: Mysticism and the Rhetoric of Sainthood in Persian Sufism (Richmond: Curzon Press, 1996) 181 sayfa.
** Doç. Dr., Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Etnoloji Anabilim Dalı


[i][1] S. H. Nasr, “Persian Sufi Literature: Its Spiritual and Cultural Significance” in The Legacy of Mediaeval Persian Sufism (ed.) L. Lewisohn (London: KNP, 1992), s. 1.
[ii][2] Bu konuda iki temel kaynak olarak bkz. L. Lewisohn (ed.) The Legacy of Mediaeval Persian Sufism (London: KNP, 1992) ve L. Lewisohn (ed.) Classical Persian Sufism: from its Origins to Rumi (London: KNP, 1993)
[iii][3] A. J. Arberry, An Account of the Mystics of Islam, (London: Unwin Publishers, 1990), s. 54.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar