Hz. Peygamberi Yanlış Yorumlama Tezahürleri
Prof.Dr.
Mehmed Said HATİBOĞLU
Kur’an-ı
Kerîmde beşerüstü fizikî hayatından söz edilmeyen tek vahiy tebliğci ve
tatbikçisi, herhalde İslâmın son Peygamberidir. Bu keyfiyeti eksiklik gibi
görenleri tatmin edecek malzeme diğer İslâmî eserlerde fazlasıyla mevcud ise
de, bu konuyu biz ileride ele alabilmeyi ümid ediyor, bu ilk yazımızda, Hz.
Peygamberi beşer üstüne çıkarıp onun bedenini takdis etmeye kadar varan bir
cereyânın 2./8. asırdaki bir târihî tecellisi çerçevesinde sohbette bulunmak
istiyoruz. Hz. Peygamberin aleyhte beyanlarına rağmen vücüd bulup, zamanımıza
da ulaşan benzer davranışların rûhî-ictimâî âmillerini araştıracak olanlara bu
yazımızın bir teşvîk vazifesi görmesi arzusundayız. Beşeriyeti selâmete ulaştıracak
İslâm fikriyatının olanca sâfiyetiyle anlaşılabilmesinin, ancak kültürel
malzememizin tahlilden geçirilmesiyle mümkün olacağı muhakkaktır. İslâmî
malzemenin şahıs planındaki merkezini Hz. Peygamber teşkil ettiği içindir ki,
Onun şahsiyeti etrafında oluşmuş gölgeleri yoketmeye hizmet edecek yazılara
öncelik vermiye ihtiyaç olduğunu düşünüyor ve aşağıdaki denemenin, beklediğimiz
yapıcı tenkidlerle, daha faydalı hale geleceğini ümid ediyoruz.
En
büyük muhaddis Buhârî (194-256/810-870), konumuzla ilgili olarak,
Rasûlullah’dan şöyle bir uyarı kaydeder:
"
Ben, Abdullah oğlu Muhammed’im, Allah’ın kulu ve Peygamberiyim. Beni, Allah’ın
bana verdiği mevkiin üstüne çıkarmanızı sevmiyorum”*
Acaba,
Hz. Peygamber bu uyarıyı, bir hâdise üzerinemi yapmıştır, yoksa geleceğe
yönelik bir tedbir olarak mı?
İL
Halife Hz. Ömer'in, kendi hilâfeti zamanında (13-23/634-644) Medîne minberinden
şu Peygamber emrini hatırlatmaya lüzum gördüğü anlaşılmaktadır:
‘‘Hıristiyanların
Meryem oğlu (İsâ)ya yaptıkları gibi, bana da mübalağalı medihlerde bulunmayın.
Ben ancak Allah’ın kuluyum. Allah’ın kulu ve Rasûlü deyin (kâfi)”*
Bu
iki rivâyeti ve benzerlerini okuyanlar, tabiatiyle bunları söylemeyi gerekli
kılan durumların risâlet devrinde ortaya çıkmaya başladığına ihtimal
vereceklerdir.
Gerçekten
de, Hz. Peygamberi beşer üstü gösterme gayretindeki kitâbiyatın hacmi ve
muhtevâsı, bu cereyanın oldukça eskilere gittiğine delil mahiyetindedir. Hz.
Peygamberin şemailine, hasâisine tahsis edilen cildlerle eserin incelenmesi,
bir yandan bize, Peygambere duyulan sevginin sınır tanımazlığını tesbit imkânı
vereceği gibi, diğer taraftan, Peygamberini gerçek hüviyetiyle tanımak ve tanıtmak isteyecek günümüz ilâhiyatçısını ne
çapta bir kültür arıtma hizmetinin beklediğini de gösterecektir.
Aşağıda,
Hz. Peygamberi beşer üstü görme tezâhürleri çerçevesinde, misâl olarak Onun
ölüm sonrası vücûduyla ilgili görüşlere yer verecek, ve işe, Kur’ân ve Sünnete
dayalı istinad duvarımızı yükseltmekle başlayacağız.
Malum
olduğu üzere, daha Mekke devri âyetlerinde Hz. Peygamberin beşerî varlığiyle
ilgili tasrîhlere lüzum görülür, Cenâb-ı Hakk dan aldığı vahiy dışında son
Peygamberin diğer insanlara benzer yapıda olduğuna defâatle işaret edilir.
Meselâ, müşriklerin îman etme şartları olarak ileri sürdükleri: yerden kaynak
fışkırtmak, içlerinden ırmaklar geçen hurma ve üzüm bağları edinivermek, göğün
parça parça inmesi, Allah ve meleklerini getirmek, altın eve sâhib olmak,
göklere çıkmak, kitâb getirmek v.s. mûcize taleblerini zikreden Kur'ân-ı Kerimde,
bunlara red mâhiyetinde olarak, Hz. Peygamberin şöyle cevab vermesi
emredilmiştir:
"Rabbimi
tenzih ederim, ben Resûl bir beşerden başkası mıyım ki?”
Peygamberin
fizikî yönden kendileri gibi olmasını Peygamberlik makamına yakıştıramayan müşrik
kafalılara hakikati kabul ettirmek pek kolay olmamış olmalıdır ki daha birkaç
benzer tasrihata Kur’ân-ı Kerimin yer vermiş olduğu görülür:
“De:
ben ancak sizin gibi bir insanım. Sizin ilâhınızın tek ilâh olduğu bana
vahyediliyor. O’na doğru yönelin, O’ndan mağfiret isteyin..”
"De: ben ancak sizin gibi bir insanım. Bana ilâhınızın tek ilâh olduğu vahyediliyor. Kim Rabbine kavuşmak dilerse iyi iş yapsın, Rabbinden başkasına kul olmasın”
Beşerin
temel vasfı fânliiktir. Melek olmayan Hz. Peygamber de (6,elbette ölümlü
olacaktır ama, şaşılacak tecellidir ki aşağıdaki âyetleri belki her gün okuyan
bazı muahhar âlimlerin bunu Hz. Peygamber için kabul etmeleri pek o kadar kolay
olmamıştır. İleride temâs edeceğimiz üzere, bu defa Peygamber aşkı neticesi,
Peygambere henüz beşerî bir ölümü yakıştıramamışlar, bizler gibi ölmüş olmasına
Peygamber için râzı olamamışlar bulunmaktadır.
‘‘Sen
muhakkak öleceksin, onlar da ölecek”
Dünyada
ölmeden yaşamak şimdiye kadar kimseye müyesser olmamıştır:
“Senden
önce hiçbir kimseye ebedî hayat vermedik. Sen öleceksin de onlar bâkîmi
kalacaklar?’’
Kendisini
gönderen tarafından mü’minlere örnek gösterilmiş bir Peygamber*91 elbette ki
onların şartları içinde hareket eder olmak durumundadır. Onun bütün hayatı
bunun misâlleriyle doludur. Vahyin tebliği dışında pekâla diğer insanlar gibi
hatâ yaptığı da olmuş, yanılmış, unutmuş, haksız yere öfkelenmiştir. Büyük
Muhaddisierden Müslim’in (206-261/821-875) Sahih 'indeki bir bâb aşağıdaki
başlığı taşıyor:
“Hz.
Peygamberin bilmeyerek haksız yere la'net ettiği, ağır konuştuğu, beddua ettiği
kimse için, bu hareketlerin zekât, ecir ve rahmet vesilesi olacağı hakkında”
Herkes
gibi Peygamber de bâzan uykuya esir oldu, sefer yorgunluğu sebebiyle zamanında
uyanamadığı için sabah namazını güneş doğduktan sonra kıldı*1’h
Bunlar
gibi pekçok vâkıayla sâbittir ki İslâmın son Peygamberi, hayatı boyunca normal
sâhada beşerî kayıtlar içinde hareket etmiş, mü’minler kendisine beşer olarak
bakmayı bilmişlerdir. Ne var ki bunun her mü'min için böyle devam edebildiğini
söylemek mümkin olmayacaktır. Yazımıza konu edindiğimiz mesele bunun en açık
delillerindendir. Beşer bir Peygamberin, ölümüyle vücûdunda vukubulabilecek
normal bedenî değişmeleri, bir zaman geçiyor bazı beşerin havsalası alamıyor.
Hattâ bir devir geliyor, doğru söyleyenin dili değil, kafası koparılmak
isteniyor, Peygamberinin ilmine ömrünü vermiş bir âlimi, maddî ihtişam içinde
yüzen bir devletli kalkıyor Peygambere hakaret etmekle suçlayabiliyor. Masalmış
gibi gelen bu manzaraya kaynakların ışığında baktığımızda 2/8. asrın büyük bir
muhaddisinin kendi nefsinden aziz bildiği Peygamberine karşı nasıl bir
terbiyesizlikle (!) suçlanabildiğini dehşetle müşahede ediyor, haddini aşmış,
meşruluğunu kaybetmiş bir sevgiye mübtela başka bir âlimin, idâri sultayla
birleştiği takdirde ne derece tiksindirici ve fikirleri saptırtmakta rol
alabileceğini görüyoruz.
Bilindiği
gibi Hz. Peygamberin defni, ümmetin o gün içine düştüğü ızdırap ve siyâsî
buhran sonucu, zamanında ifâ edilememiş, halife seçimini ümmetin selâmeti
nâmına, definden önceye almak mecburiyeti hâsıl olmuştu. Vefatları haziran ayında
vukû bulduğu için, defni geç kalmış bir cesedde sıcak iklimin tesirlerini
beklemek kaçınılmazdı. Ne var ki, bu derece tabiî bir netice, Hz. Peygamberin
Ashâbı arasında gayet normal karşılandığı halde, Peygamberi beşerî sıfatlardan
tecrîd etmeyi sevgi ve hürmet gereği zannetmiş bir nesilde onun dile
getirilmesi bile, haysiyetli bir âlimin başını yiyecek durumlar yaratmaktan
geri kalmamıştır. Hz. Peygamber hakkında üretilmiş çarpık düşüncelerin ilk
örneklerinden olması dolayısıyla hadiseyi kaynaklardaki şekliyle okuyucunun
dikkatine sunmak istiyoruz. Kahramanımız, Irak’ın meşhur muhaddisi Küfeli Vekî’
İbnu'l-CERRÂH’dır.
Vekî’ın
ilim ehlinden olan babası Halife Mehdînin Beytu'l-Mâl nazırlığını yapmış olduğu
halde, kendisi Hârûnu’r-Reşîd’in kadılık teklifini reddeden, siyâsîlerle
temâstan uzak bir ilim âbidesiydi. İri vücûduyla devamlı oruç tutan, her gece
hatim indirdiği bildirilen bu zengin hadis imâmı fıkıhta Ebû Hanîfe’ye tâbiydi.
Vekî’
185/801 senesi haccında Mekke’dedir. Bir vesileyle orada Abdullah el-Behiyy’den
şöyle bir rivâyette bulunmak talihsizliğine (!) uğrar:
“Hz. Peygamber vefat
ettiğinde hemen defnedilmediği için karnı şişmiş, küçük parmağı bükülmüştü.”
Bugün: ne varmış
bunda? diyebileceğimiz böyle bir ifade hiç tasavvur edilebilirmi ki, o devirde
bazılarınca cinayet sayılabilmiştir (!) Bu cinayetin (!) yer aldığı kaynakların
verdiği tafsilatı aktarmaya çalışalım:
Pesevî’nin (ö.277/890)
naklettiğine göre Vekî’in bu densizliğini günlerin Mekke valisi, Hz. Osman’ın
torunlarından Muhammed İbn Abdullah duymuştur. Tabiatiyle peygambere yapılmış
bu müdhiş (!) tecâvüze kayıdsız kalması mümkin değildir. Vekî’i asarak
öldürecektir. Harem-i Şerifin dışına darağacı kurdurur. Ne varki Vekî de
kimsesiz değildir. Bir hayranı, Mekkeli büyük muhaddis âlim Sufyan ibn
Uyeyne’yi (107-198/725-815) şefaatçi yaparlarsa Vekî’i kurtarabileceklerini
düşünür. Sufyan, Vekî’i ile arası pek iyi olmadığı halde işe sarılır ve valiyi
kararından caydırır. Vekî in Mekke’den çekip gitmesinde anlaşırlar.
Ertesi gün vali, bü
yüksek lütfundan (!) pişman olmuştur. Zira o gece hatırlamışdır ki sahâbî Câbir
ibn Abdullah Uhud harbinde şehid düşen babasının bir şehid arkadaşıyla birlikte
defnedilmiş olmasına gönlü râzı olmayarak, kırk sene sonra babasını tek
yatacağı mezara naklettiğinde görmüştür ki cesedi daha hiç bozulmamış haldedir
Yâni valimizin aklına
göre, bir sahabînin cesedi kırk sene değişmeden kalmışsa, peygamberini haydi
haydi kalacaktır. Bu durumda Vekî’ mezkûr rivayetiyle düpedüz halt etmekte ve
gereken cezayı görmeyi hak etmiş bulunmaktadır.
Yine
meşhur muhaddislerden Sünen sahibi Said ibn Mansûr (Ö.227/842), o sıralarda
Medine'de bulunuyordu. Onun söylediğine göre, pek muhtemeldir ki valinin
teşebbüsü sonucu, şâyed Medineliler Vekî’i ele geçirecek olsalardı recm edeceklerdi.
Bu sebebiyle dostları hemen haberci göndererek Vekî’în Medineye uğramadan
doğruca Küfeye dönmesini sağlamışlardır.
Hadis
imamlarından Yahya ibn Ma'în’e göre ise (158-233/775-847), hâdise Halife Reşid
in hac senesinde olmuştur? Vekîin
katil fetvasını halifeye Mekkeli zâhid mürcii âtim Abdulmecîd ibn Abdülazîz(ö.206/821)
vermiştir,
Msş’um
rivayeti duyan halife, Abdulmscid ile Sufyân’ı yanına çağırtıp fikir danışıyor
Mürci i âlim:
“Bu
adamın katli vâcibtsr. Zira böyie bir ifâdeyi ancak kalbinde Hz. Peygambere kin
besiiyen rivayet edebilir,” dediği halde, İbn Uyeyne:
“Katledilmek
gerekmez
Bir
zat bir hadise duymuş ve onu rivâyet etmiş o kadar, -Katil vâcib değildir,
(kaldı ki bu rivâyette bir gayr-î tabiîlik de yoktur.) Zira Medine fevkalâde
sıcak bir yerdir Hz. Peygamber pazartesi günü vefât etmiş ti, çarşamba gecesine
kadar defnedilemedi. Çünkü herkes Muhammed ümmetinin idâri istikrârını teminle
meşguldü. Kureyş ile Ensâr (bu mevzuda) ihtilâf etmişlerdi. (Hz. Peygamberin
bedenindeki) değişmenin sebebi budur.
Vekî’,
daha sonra Abdulmecid’in gayretkeşliği kendine hatırlatılınca onu şöyle tavsif
etmiştir:
[Bu
zât câhilin biri, bir hadis duyuyor, hadisin mâhiyetini anlamaktan aciz. Ağzına
geleni söylemiş
Merv'li
hâfız muhaddis Alı b. Haşrem’inn (160 257/777’871) rivayetinde ise Behiyyün: .
“Hz.
Peygamber bir gün bir gece defnedilemedi, bu yüzden karnı şişti, İki küçük
parmağı büküldü” sözünü Vekî’in naklettiğinde
Kureyş onu idam etmeye karar veriyor. Sufyân b. Uyeyne; “Aman yâ Rabbî,
asacakları adam İraklıların fakîh oğlu fakîhidir Rivayet ettiği söz, mârûf bir
hadistir” diyor, müteakiben de: böyle bir hadis duymadığını, Vekî i kurtarmak
için böyle söylediğini bildiriyor.
Muhaddisimiz
İbn Haşrem bu hadisi, idam kararından sonra Vekî’den duyduğunu, onun cesaretine
hayran kaldığını söylüyor ve hocası Vekî in Hz, Peygamberin bedenindeki
değişikliği, onun Ölmediğini söyleyenleri tekzîb eder mâhiyette gördüğünü ilâve
ediyor.
Yukarıya
aldığımız rivayetler, tabîatiyle kendi devirlerinde kalabilecek değildi. Başta
bunları nakleden âlimler olmak üzere, hâdise pek çok kimsenin tefsir
faaliyetlerine sahne oldu. İslâm kültür târihinin ibretâmız sayfaları olmaları
hasebiyle, bazılarını hatırlatmakta fayda mülâhaza ediyorum. Zîrâ, asırlar
sonra gelen büyük büyük lakâblı bazı âlimlerin seleflerine nazaran ne seviyede
bulunduklarını ancak bu sayede öğrenebiliyoruz.
Şimdi,
İklimin tevlîd ettiği basit bir teğayyür hâdisesi, II. hicri asrın Vekî ve İbn
Uyeyne gibi İki büyük muhaddisince tabiî karşılanmışken, acaba haleflerde ne
türlü gelişmelere yol açmıştır, bir kaç isimle takib etmenin zamanıdır Ulemâdan
kaynaklanan rivâyet dalgalarının avam tabakasında ne türlü hurafelere hayatiyet
kazandırabileceğini başka türlü tahmin etmek zor olacaktır.
Bahis
konusu meseleyi öğrendiklerimizden birinin sâhibi Türk asıllı Zehebî
(673-748/1274-1348) kendi görüşlerini genişçe belirtmeyi de ihmâl etmiyerek
Mîzânu’l-İ’tidâl’inde şunları söylemektedir:
“Hz. Peygamber seyyidul-beşer:
İnsanların efendisidir, ama insandır, yer, içer, uyur, helaya gider,
hastalanır, tedavi olur. Ağzı temizlensin için misvâk kullanır. Bütün bu
hususlarda diğer mü'minler gibidir. Vefât ettiğinde, ki ona anam babam fedâ
olsun, herkese yapıldığı gibi ona da gusl, tanzîf, tekfin, lahd ve defin işleri
yapıldı. Fakat diri iken de, ölü iken de tertemizdi. Mukaddes parmaklarının
gevşeyip bükülmesine, karnının şişmesine gelince,
Bizce bunu reddeden bir nas yoktur.
İnsan diri iken bile, vücûdunda gaz olur, şişer. Bu onun için bir ayıb teşkil
etmez (nerde kaldı ölü için ayıb olsun).
Fakat, bizde mevcûd nassa göre onun
vücûdu toprak olmayacaktır. Allah Peygamberlerin cesedlerini toprağın yemesini,
toprağa haram kılmıştır. Hatta bu keyfiyet bazı şehidler için de vâkidir.
Eğer
Abdullah el-Behiyy’in hadisini, bir kimse Peygamberin mevkiine duyduğu kinden
dolayı rivâyet ediyorsa o zındıktır. Hatta birisi, Hz. Peygamberin sihire mâruz
kaldığını bildiren hadisi rivâyet eder de, bununla onun kadrini azaltmaya
kalkışırsa, kâfir ve zındık olmuş olur. Yine
meselâ. Hz. Peygamber, kaç rek at kıldığını unutarak iki rek'atta selâm
vermiştir hadîsini, Peygamberi noksan göstermek kasdiyle rivâyet ederse, kâfir
olur.
Hz.
Peygamber: “Ben de beşerim, sizler nasıl unutuyorsanız ben de unuturum”
demiş olduğu için, onu hadden aşırı övmek de yasaklanmıştır, edeb ve ta’zîm
göstermek vacıbtir. Ta’zîm ve haddi aşmak birbirine karışmışsa, âlim bu durumda
tevakkuf eder, şübheye düşmekten sakınır, mesele iyice aydınlansın için,
kendisinden daha bilgiliye başvurur ve o şekilde söyler. Aksi takdirde susmak,
onun için daha uygundur... Kezâ Hıristiyanların İsa hakkında irtıkâb ettikleri
aşırılıktan uzak durması kâfidir. Onlar İsa’nın Peygamberliğiyle yetinmeyip.
onu ilâh lığa, babalığa yükseltmişler, böylece samedî rubûbiyyet rütbesini
düşürmüşler, sapıtmışlar ve hüsrâna uğramışlardır.
Hz.
Peygamberi övmekte aşırı davranmak, Habbe gösterilecek edebden ayrılmaya
götürür. Hak Teâladan takvâ ile bizi korumasını, Hz. Peygambere istediği
şekilde sevgi göstermekte bizi dâim eylemesini niyâz ederiz’
Zehebî
bu konuyu daha sonra yazdığı bir eserinde de ele alıyor ve idamlık âlimimiz
Vekî’ hakkında şunları söylüyor: (Onun bu davranışı) âlimin düştüğü bir
sürçmedir. İsnâdı munkatı' bu munker haberi rivâyet etmek Vekî’in nesine?
Neredeyse boşuboşuna hayatından oluyordu. Onun aleyhine kıyâm edenler mazur,
hatta me'cûr (sevâb kazanmış) kimselerdir. Zîrâ bunlar birmerdud haberin şüyû’
bulması halinde nübüvvet makamına herhangi bir düşüklük gelebileceğini
düşünmüşlerdir. Gerçekten de ilk bakışta böyle bir ihtimâl vâriddir, fakat daha
etraflıca düşünürsen, bunda bir mahzûr olmasa gerektir. Çünkü canlının bile
karnı şişer, mafsalları gevşer, Bu hastalık çeşitlerindendir ve “en ağır
belâlara uğrayanlar Peygamberlerdir”. Bu meselede duyulan endişe, şâir
insanların ölülerinde vukûa gelen vücûd ve koku değişmelerini , bedenlerinin
toprak olmasını Hz. Peygamber hakkında da tecvîz etmendir. Halbuki
“Hz.
Peygamber bu noktada ümmetinden farklıdır, çürüyüp toprak olmaz, kokusu
değişmez, bilakis şimdi bile miskten daha güzel kokulu olmakta berdevamdır. O,
diğer Peygamberlerinkinden daha mükemmel bir berzah hayatiyle lahdinde canlıdır...
Bu mevzuda yapılacak olan tevkiftir (nassa dayanmaktır),
Zehebî
bu arada Vekî’e tarizde bulunmaktan da kendisini alamamaktadır. Abdulmecid’i
adamdan saymayışına işaretle şöyle diyor: “Hadi diyelim bu zât senin iddia
ettiğin gibi hadisin tevcihini anlamadı, (a mubârek alim) sende de hiç akıl ve
tedbir yok mudur: Hz. Alinin: “İnsanlara (mârûfu) iyi karşılayacakları şeyi
rivayet edin kabûle müsâid olmadıklarını (münkeri) bırakın. Allah ve Rasûlünün
yalanlanmasını ister misiniz? sözünü hiç duymadın mı? Şu hadisi de hiç mi
işitmedin: “Şayed bir topluluğa akıllarının ermeyeceği bir hadis rivâyet
edersen, o hadis bazılarının fitneye düşmesine sebeb olur”.
Doğru
bildiği yolda kimseden perva etmeyen Vekî’ daha sonra yine hacca gitmiş, dönüş
yolunda ömrü tamam olmuştur,
Görüyoruz
ki 8./14. asrın âlimi Zehebî, yukarıya aldığım kendi ifâdeleriyle sâbit olduğu
üzere, artık meselâ bir Vekî’, bir İbn Uyeyne gibi Hz. Peygamberin bedenini
sair insanlar gibi anlamaktan oldukça uzaktır. Nass dediği bir takım hadislere
dayanarak peygamber cesedlerinin toprak olamıyacağına, onların berzah hayatında
hâlen canlı olduklarına inanmaya kadar gidebilmiştir, Su fikrî gelişmenin (!)
burada kaldığını söyleyebilecek değiliz. İki asır sonra gelen bir başka âlimin
onu da geçtiğini görmekte, son peygamberin, yazımızın başlarında belirttiğimiz
korkusunun gerçekleştiğine şâhid olmaktayız.
Gerçekten
de daha tik hicrî asırda İslâm okumuşları arasında yeşermeye başlayan Hz.
Peygamberin cismen ölmezliği fikrî? meselâ Suyûtide (849-911/1445-1505) en
kesin İfadesini kazanmış bulunmaktadır. Yazdığı eserleri taşıyabilmek için
araba tahsisi gereken bu şöhretli âlimimizin, topladığı İlmî malzeme
neticesinde yardığı İlmî neticeyi şimdi birlikte okuyalım:
’Hz.
Peygamber, cesediyle rûhiyle canlıdır, tasarrufta bulunur. Yeryüzünde ye
melekût âleminde istediği yere gider. Hâlen ölümünden önce hangi şekildeyse
aynen öyledir, kendisinde hiç bîr şey değişmemiştir, melaike cesetleriyle canlı
oldukları halde nasıl gözle görülmezlerse, peygamber de gözlerden uzaktır,
Allah bir kimseyi peygamberi görmekle taltif etmek dilerse perdeyi kaldırır, o
kimse peygamberi gerçek şekliyle görür. Buna hiç bir engel yoktur, bu misâl
âleminde oluyor diye bir tahsise gitmeye de manâ yoktur,
Bu
satırların altına Vatikan’ın imzasını koyabilmesi için, son iki peygamberin
yerlerini değiştirivermekten başka bir zahmete ihtiyaç olacak mıdır dersiniz?
Suyûtî
son cümleleriyle kimlere taş atıyor olduğu az çok mâlumdur. Gazâlî’nin de
(Ö.505/1111) aralarında bulunduğu muhaliflerinden biz İbnu’l Cevzî’nin
(510-597/1116-1201) görüşünü vermekle yetiniyoruz.
Peygamberi
cismen gördükleri iddiasındaki mü'minler daha 45/12. asırda o derece ses çıkartır
hâle gelmiş olmalılardır ki, bu meşhur Hanbeli âlim şu cümleleri yazmak zorunda
kalmıştır:
“Kim
Hz, Peygamberin, Medine’ye tevdî edilmiş cesedinin kabirden çıktığını ve
rüyasında gördüğü yerde hazır bulunduğunu zannederse, bu benzeri olmadık bir
cehalettir. Yâhu aynı anda bin kişi, bin yerde onu çeşitli suretlerde görüyor,
Tek şahısta böyle bir şeyi tasavvur etmek akıl kârı mı? Görünen şey Hz,
Peygamberin timsâlidir, şahsı değil.
Hz.
Peygamberi, asırlar sonrası canlı olarak gördüğüne, onunla konuştuğuna inanan
bahtiyarlar arasında işbu Suyûti’miz de bulunmaktadır. Kendisinin rüyet
mevzûuna tahsis edilmiş müstakili risaleleri vardır, Bunlara ileride temas
etmek niyyetiyle yazımızı, İmâm Şe’rânî’hih (898-973/1493-1565) onunla ilgili
şu ifâdesini aktararak bitiriyoruz:
Şa’rânî
şöyle diyor:
“Suyûtî’nin
dostlarından Abdulkâdîr eşŞâzelî’de Suyûtrnin eliyle yazılmış bir kağıd gördüm,
Ondan, Sultan Kayıtbay nezdinde şefaatte bulunmasını isteyen birisine
gönderilmişti. Suyûtî bu kağıtta şöyle söylüyordu: “Ey kardeşim bilesin ki
şu âna kadar ben Resûlullahla 75 defa uyanık konuşmada bulundum. Valilerin
(idarecilerin) yanına girdim diye Hz. Peygamberin benden perdeleneceğinden
korkmasam kaleye (saraya) kadar çıkar, senin için sultandan şefâatte
bulunurdum. Ama ben Hz. Peygamberin hadîsinin hizmetkârlarından biriyim.
Muhaddislerin kendi metodlariyle inceleyip zait buldukları hadislerin
sahihleştirilmesinde Ona muhtacım (yani Hz. Peygambere bu hadisler sahih mı
değil mi diye danışıyor olduğunu söylemek istiyor) hiç şüphe yok ki bu işin
faydası, senin çıkarına tercih edilir.”
Suyûti
merhûmun bu tashih işinde ne derece başarılı (!) olduğunu birgün gösterebilmek
ümidiyle, selâmlar.
KAYNAKLAR
Buhâri
:EI-Cmi’u’s-Sahîh İstanbul bask.
Hâvî
: El-Hâvî li’l-Fetâvî, Suyûtî, l-ll, Kahire 1352/1933
İbn
Adiyy: El-Kâmil fîDu’afâi’r-Ricâl, l-VIII-Beyrut, 1984.
İbn
Hişâm: Es-Sîretu'n-Nebeviyye, l-ll, Kahire 1955.
İbnu’l«Esîr:
El-Kâmil Fit-Târih, l-X1ll, Beyrut 1965-66.
Kehhâle:
Mu’cemu'l-Muellifîn, l-XV, Dımeşk, 1957-61 .
El-Marifetu
ve't-Târih, Yakub ibn Sufyan Elbesevî, l-lll, Bağdat İ975-1976.
Mizanu’l-i’tidâl,
Zehebî, l-IV, Mısır, 1963. Müslim: El-Câmi'u’s-Sahih, l-V, Kahire. Nubelâ:
Siyeru A’lâmi’n-Nubelâ, Zehebî, !-XXIII, Beyrut, 1985.
Seydu'l-Hâtır; İbnu’l-Cevzî. Dımeşk, 1979. Şa’rânî: El-Mîzân, l-ll, Kâhire, 1318/1901 İbn Sa’d: Tabakat, Leiden ve Beyrut bask. Taberî; Tarihu’l-Umem, Leiden. et-Târihu’s-Sağîr; Buhâri, Pakistan bask.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar