Print Friendly and PDF

RÜZBİHÂN AL-BAKLİ

Bunlarada Bakarsınız

 

Doç. Dr NAZİF HOCA
EDEBİYAT FAKÜLTESİ MATBAASI
İSTANBUL — 1971

ÖNSÖZ

Sunulan araştırmanın konusunu teşkil eden Rüzbihân al-Ba’li, İslam âleminin yetiştirdiği büyük sîmâlardan biridir. O büyük bir sanatkâr olduğu kadar da ihatalı bir âlimdir. Şattâh-i Fârs lakabiyle iştihar eden al-Bakli’nin İslâm edebiyatında ve bilhassa İran tasavvuf edebiyatında ehemmiyetli bir mevkii ve büyük bir tesiri olmuştur. Yaşadığı devirden beri günümüze kadar tasavvufla uğraşanların ilgisini çekmiştir. Bu şöhretine rağmen onun hayat ve şahsiyetinin ana karakterlerini, eserlerini, tasavvufî fikirlerini, âlim ve sanatkâr hüviyetini inceleyip tanıtan bir eser memleketimizde henüz neşredilmemiştir. Böyle bir tedkikin yapılmasını güçleştiren belli başlı sebepler, tasavvufa dâir tedkiklerin çok yavaş inkişaf etmesi, dünyanın muhtelif kütüphânelerinde dağınık bir halde bulunan kaynaklara nüfuz etmenin ve bu sahadaki çalışmaların azlığıdır. Kütüphânelerde meçhûl bir halde bulunan, tetkik ve neşir bekleyen, bir çok mühim yazma arasında Rüzbihan al-Bakli’nin eserleri de yer almaktadır. Tasavvufa dâir bize geniş bilgi verecek olan al- Bakli’nin şahsiyetinin ve eserlerinin tedkik ve neşri bu sahada bir an önce yapılması gereken çalışmaların başında görülmektedir. Onun eserleri, tasavvufta halledilecek bâzı güçlüklerin çözülmesine yardım edecek, İslâm dinindeki rûh mürâkabe ve tecrübesinin tahliline imkân verecek ve tasavvufun şerîatle olan irtibâtının nasıl teessüs ettiğine dâir bilgilerimizi genişletecektir. Ayrıca onun eserleri, İrânın mânevi hayatına dâir vasıtasız bilgi verebilecek kaynakların başında geldiği gibi. İslâmın din anlayışını bâzı kavmî ve ırkî telâkkilere bağlamak suretiyle, bilerek veya bilmeyerek irtikâp edilmiş hatalı kanaatler karşısında, Irân tasavvufunun orijinalitesinin, onun dinî anlayışla azlaştırılmasında esas olan fikirlerin sarahata kavuşabilmesine de hizmet edebilecektir.

Memleketimizde ilk olarak tarafımızdan yapılan bu tedkikte, al- Bakli hakkında kaynaklarda verilen bilgilerin değerlendirilmesine, eserlerinin tedkîkine ve böylece onun hayat ve şahsiyetinin tesbitine çalışılmıştır. Al-Bakli muhiti içinde ele alınmış, muhiti tesbit edilirken bâzan onun şahsiyetinin iyice aydınlanabilmesi için teferruata kadar inilmiştir

 Al-Bakli kimlerle görüştü, kimlerden neler okudu, nerelere gitti, nerelerde fikirlerinin neşrine çalıştı? Bütün bunlar dikkat ve titizlikle tesbit edilmeğe çalışılmıştır. Bu meselelerde gösterilen ısrar, kütüphanelerde eserleri hakkında yapılan son derecede yorucu araştırmalar al-Bakli'nin şahsiyetini aydınlık bir zemin içerisinde daha iyi bir şekilde tanıtabilmek için yapılmıştır.

Son zamanlarda, hakkında yapılan çalışmalarla birlikte tasavvufa dâir farsça iki mühim eseri İran'da neşredilmiş bulunan Rüzbihân al-Bakli'nin diğer teliflerinin çoğu yazma nüshalar halinde dünyanın muhtelif kütüphâ- nelerinde bulunmaktadır. İslâmî ilimlerin hemen ekserisine müteallik Farsça ve Arapça olmak üzere iki dilde manzûm veya mensur eser veren bu son derece ihâtah ve heyecanlı sanatkâr - mütefekkirin bütün cepheleriyle ele alınabilmesi, her şeyden önce eserlerinin tesbiti ile kabil olabilecekti. Binâenaleyh evvelâ bu husûsun teminine çalışıldı. Bunda da onun arapça eserlerindeki sanatkârane, heyecanlı, girift duygularının dalgalanmasını ifâde edebilen, müessir ve telkine pek elverişli orijinal üslûbu, bâzı eserlerin ona âidiyyetini tâyinde en mühim ölçü ittihâz edilmiştir. Bu araştırmada mevcut veya muhtelif kaynaklarda farklı isimler altında geçen isimlerin tam bir listesi verilmeğe çalışılmıştır. Mevcut eserlerinin, bilhassa şimdiye kadar bilinmeyenlerin nüshaları bulunup, bunların muhtevası mufassalan nakledilmiş ve müellifin biyografisini alâkadar eden kısımlar üzerinde husûsiyetle durulmuştur.

Tedkîkimizde şu plân tâkip edilmiştir : Kaynakların tahlili ve tenkidi; Rüzbihân al-Bakli’nin yaşadığı devirde Fârs bölgesinin siyâsî ve içtimâi durumu ile ayni devirde Iran tasavvufunun umumî vaziyeti; al Bakli'nin hâl tercümesi, âilesi, çocukları, torunları, üstadları ve şeyhleri, muasırları, tasavvuf istidâdı, riyâzeti, hânkâhı, tasavvufta şeceresi, eserleri ve fikirleri ile şimdiye kadar neşredilmemiş olan Arapça küçük bir eseri ve bilinmeyen farsça bâzı şiirlerinin metni.

Burada şunu da kaydetmeliyiz ki, al-Bakli'nin ileride bulunacak eserlerinin tedkîki, bilinenleri tamamlayabileceği gibi, gerek muhitine ve gerekse şahsiyetine dâir gözümüzden kaçmış olabilecek, kaynaklardan çıkarılacak malûmat, ilk tedkîki yapmış olmanın taşıyabileceği bâzı hata ve noksanları tasrih ve ikmâl edebilecektir. Binâenaleyh bu çalışmanın tenkid ve tasrihi yolunda gösterilecek alâka, onu hazırlayana sâdece zevk verecektir.

N. Hoca


Büyük bir sûfî olarak tanınan Rüzbihân al-Bakli'nin hâl tercümesine dâir muhtelif kaynaklarda malûmat bulunmaktadır. Bunları husûsiyet- lerine göre iki kısımda toplamak mümkündür. I. Rüzbihân al-Bakli'nin hâl tercümesine tahsis edilmiş müstakil eserler; II. Umûmî terceme-i hâl kaynakları.

  1. Rüzbihân al-Bakli’nin hâl tercümesine tahsis
    edilmiş müstakil eserler

  1. Kitâb kaşf al-asrâr va mukâşafât al-anvâr, Rüzbihân al-Bakli’nin 55 yaşında iken arapça olarak yazmış olduğu bu eser    , takriben 582 h.’de yazılmış olup, çocukluğundan itibâren geçirmiş olduğu rûhî tahav- vülleri tasvir etmiştir. Bu bakımdan onu, Rüzbihân al-Bakli’nin mânevi bir hâl tercümesi saymak yerinde olur. Bu eserin hâlen bilinen iki nüshâsından biri Massignon’un husûsi kütüphânesinde, diğeri ise İrân’da bulunmaktadır . Üçüncü nüshası ise, Konya’da L Koyunoğlu kütûpha- nesindedir.

  2. Tuhfat al-cirfân fi zikr sayyid al-aktab Rüzbihân, Rüzbihân al-Bakli’nin ölümünden 94 yıl sonra 700 h. /1301 m.'de torunu Şaraf al-Din İbrahim         tarafından farça yazılmış olan bu eser onun hâl tercümesini ve menâkibini ihtivâ etmektedir. İlk olarak bu eserden bir nüshayı W. İnanov Şirâz’da bulmuş, yazmış olduğu iki makâlesinde mufassal tavsifini yaparak eseri tanıtmıştır . Sonrada Tahrân’da Kûtüphâne-i Malik’te ikinci bir nüshası keşfedildi ve Tahrân’da neşredildi . Farsça olarak kaleme alınmış olan bu eser bir mukaddime ile yedi bab ihtivâ etmektedir :

 1. bâb, şeyhin doğumu ve menşei; 2. bâb, muâsın olan diğer büyük şeyhler; 3. bâb, Rüzbihan al-Bakli’nin menkibe ve kerâmet- leri; 4. bâb, muhtelif şeyhlerin on şath kelimesinin şerhi, bâzı hadis ve âyetlerin tefsirine dâir al-Bakli’nin müşâhedeleri; 5. bâb, müteferrik fevâid; 6. bâb, al-Bakli'nin çocukları, torunları ve müellifin babası Şadr al-Din Rüzbihân Şani’nin faziletleri; 7. bâb, al-Baklî’nin vefâtı ve ölümünden sonra türbesinde vukû bulan kerâmetlerin anlatılması hakkındadır.

  1. Rüzbihân al-Bakli hakkında malûmat ihtiva eden hâl tercümesi mâhiyetindeki kaynaklar

  1. Abu ’l Abbas Ahmed b. Abu ’l-Hayr Zarküb Şirâzi (VIII./XIV. asrın ortaları) ’nin  Şirâz-nâme 7 si. Hicrî VII. asrın ikinci yarısında doğup h. VIII. asrın ortasında vefat etmiş olan müellif, mezkûr eserini 744 h. ’de yazmıştır.

Eser iki kısımdan ibâret olup I. kısımda. Şirâz ve Fârs eyâletinin coğrafî durumundan ve hususiyetlerinden, müellifin zamanında Şirâz’da bulunan tarihî eserlerden, Şirâz’da hükümranlık yapmış olan emir ve hânedanlardan; II. kısımda, Şirâz’da yaşamış büyük ülemâ ve şeyhlerden ve bunların mezârlarından bahsedilmektedir. Rüzbihân al-Bakli hakkında (s. 116-117'de) verilen bilgiler bu ikinci kısımda yer almakta olup, pek parlak cümleler ile Rüzbihân övüldükten sonra,  tâne eseri bulunduğu, 80 küsûr yaşında iken 606 h. ’de vefat etmiş olduğu ve Şirâz’da bulunan kabrinin de bir ziyaretgâh olduğu kayıtlıdır        .

  1. Hamd Allâh b. Abi Bakr b. Ahmad b. Naşr al-Mustavfi al-Kazvinî (ölm. 750! 1350)8 Târih-i guzida. Tarih hakkında yazılmış olan bu eserde, Rüzbihan’a dâir verilen malûmât pek muhtasardır °,

  2. Aynı müellif, Nazhat al-kulûb. Coğrafyaya dâir bu eser üç makaleye ayrılmıştır. III. makalede Rüzbihân al-Bakli hakkında verilen bilgiler muhtasardır .

  3. Mu'in al-Din AbuTKâsim Cunayd Şirâzi ’ , Şadd al-izâr fi Hatt al-avzâr ‘an zuvvâr al-mazâr n. Arapça olan bu eser, 791 h. yıllarına doğru arapça yazılmıştır. Cunayd, Şirâz’ın vâiz ve şâirlerinden idi. Eserini, Şirâz’da medfun bulunan, zâhid, ârif, fakîh, emir ve sultanların, hâl tercümeleri ile birlikte, mezarlarının yerlerini de belirterek, kabir ziyâretçileri için bir rehber kitabı olur düşüncesi ile kaleme almıştır. Haftanın günlerini nazarı itibâre alarak eserini yedi kısma (navbat’e) bölmüştür ki ziyâretci yedi günde veya her gün imkânı yoksa cuma gecesi veya cumartesi sabahı Şirâz’ın yedi mahallesinde bulunan mezârlıkları ziyâret edebilsin, böylece bir haftada, veya yedi haftada bir insan Şirâz’da bulunan kabristan ziyâretlerini yapabilsin. Eserin beşinci kısmında <  Bag-i Nav >  mahallinde medfun bulunanların mezârlarından bahsedilirken, Rüzbihân al-Bakli’nin kabri ve hâl tercümesi de verilmektedir. Nâşirlerin notlarda vermiş oldukları izahlarla birlikte, diğer kaynaklara nazaran, en geniş malûmâta bu eserde rastlamaktayız. Şadd alizâr'da gerek Rüzbihân ve gerekse onun oğulları, torunları, hocaları ve muâ- sırlan hakkında verilen bilgilerden başka, doğum ve ölüm tarihi, seyâhatlerine dâir işaretler ve eserlerinin isimlerinin tam bir listesi verilmiş bulunmaktadır

  4. Fasih Ahmed b. Calal al-Din Muhammad Hafi (777-845 h’den sonra) Mucmal-i Fasihi ismi ile mârûf olan Mucmal al-tavârih'- inde 522 h. yılı vûkûatında Rüzbihân’ın tevellüdünü, 606 h. vukûâtında da vefâtının ve onun tasavvuftaki hırka giyme silsilesini zikretmektedir

  5. 'Isâ b. Cunayd (ölm. 1X/XV. asrın başları)  > , Hazar mazar veya Hazâr-u yak mazâr olarak iştihar etmiş bulunan Multamis al-ahibbâ' ha lisan min al-riyâ. Bu eser Şadd al izârın tercümesi olup, müellifinin oğluclsab. Cunayd tarafından ihtisâr edilerek farsçaya tercüme edilmiştir. Fakat âmiyâne olan bu tercüme bâzı yanlış ve hatalardan hâli değildir. Şirâz’da 1320 h. ş. yılında basılmıştır ve Rüzbihân hakkında verilen malûmât s 110-114’te bulunmaktadır.            

  6. Nûr al Din cAbd al-Rahmân Cami (h. 817-898) 1R, Nafahât al-uns min hazarât alkuds, Abdullâh-i Enşâri’nin 19 Tabakât-i şüfiyya'si esâs alınarak meydana getirilmiştir. Farsça olan bu eserde, Rüzbihân al-Bakli hakkında verilen malûmat Cunayd-i Şirâzi'nin Şadd al-izâr ında verdiklerinin aynıdır. Ancak buna ayrıca İbn-i ‘Arabi (ölm. 638-1240)’nin Futûhât-ı Makkiy ya'sinden naklen Rüzbihân hakkında verilen bir hikâye ilâve olunmuştur. Câmi'nin bu eseri bilindiği üzere Câmi-i Rûm diye şöhret bulan meşhur Lâmiî Çelebi ( 1472 - 1532) 20 tarafından Futûh al-mucâhidin li-tarvıh-i kulûb al-muşâhidin adı ile Türkçeye tercüme edilmiştir .

  7. Husayn Baykara, Abü’l-Gâzi Husayn b. Mirza Baykara (h. 842-911)  Macâlis al-'uşşâk. Meşhur Horasan hükümdarı Husayin Baykara (saltanat müddeti: 873 - 911 / 14t 9 -1506)’nin, kendisine âit olmasından şüphe edilen bu eserde başlangıçta mecâzî (dünyevî) aşka mübtelâ olup, sonradan hakiki aşka ulaşan mutasavvıf ve âşıkların tercüme-i halleri yer almaktadır. Bunlar arasında Rüzbihân’ın da adı geçmektedir I3.

  8. Giyâş al-Din b. Humâm al-Din Muhammad Hvândmir(h. 880941-42)  , Habib al-siyar fi afrâd al-başar. 606 h. senesi vefeyâtında bir kaç eseri ve ölüm tarihi ile birlikte ismi zikredilmektedir .

  9. Kâtib Çelebî (1609-1650 m ) ’nin Kaşf al-zunûnundi Ruz- bihân al-Bakli’nin beş eseri zikredilmektedir

  10. Dârâ Şiküh ( 1024 - 1069 h. )<  , Safinat al-avliyâ. Hind Mogul hükümdarlarından Şihâb al-Din Şâh-Cihan (saltanat müddeti: 1037-1068 h. )'ın büyük oğlu olup, ilimle uğraşmayı seven, tasavvufî ve dinî mes’elelere karşı büyük bir alâka gösteren Dârâ Şiküh’un,  mezkûr eserinde Rüzbihân hakkında verdiği malûmat Nafâhât'ın çok kısa bir hulâsasıdır

  11. Mir Husayn Düst Sunbuhli (XII h. asır) Tezkira-i Husagni 1165 h.’de telif edilmiş olan bu eserde Rüzbihân hakkında çok kısa bilgiler verilmektedir    .

  12. Lu(f CA1İ Be? Azar b. Âkâ Han Bigdili ( 1134- 1195-9 h.)     Ataş-kada-i Azar. Coğrafî bölgeler esas alınarak, kaleme alınan ve 845 kadar eski ve yeni şâirlerin hâl tercümelerinden bahseden bu eserde, Fârs bölgesinin şâirlerinden bahsederken, Rüzbihân al-Bakli’nin de büyük bir ârif ve şâir olduğunu ve Şirâz’da medfûn bulunduğunu kaydettikten sonra onun Farsça şiirlerinden dört beytini zikretmektedir .

  13. Riza-Kuli Hân Hidâyat b. Mühammad Hadi-i Tabaristâni (h. 1216 - 1288)  , Riyâz al-arifin. İki ravza dan ibâret olan eserin birinci kısmı, 170 kadar ârif ve şeyhin hâl tercümesini ve seçme şiirlerini, ikinci kısmı, 100 kadar şâir ve filozofun, 70 kadar da muahhar ve muâsır sûfî ve şâirin hâl tercümesi ile müellifin otobioğrafisini ihtiva etmekte     olup, Rüzbihân al-Bakli hakkında verilen malûmat çok muhtasardır. Onun Fasâ’da doğduğunu, çok seyâhat ettiğini, hırka giydiği şeyhini, Mekke’de bulduğunu ve şathiyyât söylemiş olduğunu kaydettikten sonra, Farsça şiirlerinden on mısra nakletmektedir    .

  14. Aynı müellif, Mecma1 alfuşahâ. 1282 h.’de te'lif edilmiş olan bu eser, eski ve yeni 862 şâirin hâl tercümesini ihtivâ eder 3I. Burada Rüzbihan al-Bakli hakkında çok kısa bilgiler ve ölüm tarihi kaydedildikten sonra onun Farsça şiirlerinden sekiz beyt zikredilmiştir  > .

  15. Hacı Mirza Haşan Husayni Fasâyi (1237- 1316 h.)    , Fârs- nâme-i Naşiri (te'lifi 1289-1296) XIII. h. asrın sonlarında Fârs bölgesinin tarih ve coğrafyasına dâir yazılmış olan bu eserde, Rüzbihân hakkında çok kısa bilgiler verilmektedir.

  16. Furşat Şirâzî ( 1271 - 1339 h.)  , Asar al- Acam Irân'ın mârûf şâiri, edibi ve musiki - şinâsı olan Furşat’ın eseri Fârs bölgesine dâir yazılmış bir cografik eserdir. Burada Rüzbihân hakkında verilen malûmât pek muhtasardır

  17. Muhammad 'Ali Mudarris Tabrizi ( 1296-1373 h.), Rayhânat al-adab fi tarâcumi'l-ma’rûfin ... Künye veya lâkablarına göre tertip edilmiş meşhûr ve mârûf simâların hâl tercümelerini ihtivâ eden bu eserde Rüzbihân hakkında Nafahât'lz verilen bilgilerin bir hulâsası, iki rubâisi ve eserlerinden bâzılannı kaydettikten sonra, ölüm tarihi için düşürülen cümle de kaydedilmiştir      .

  18. Ma'şüm 'Ali Ni'matullâh-i Şirâzi (13/14 h.) Tarayik al-hakâyik. Irfân’ın esaslarından, meşhûr ve mârûf âriflerden bahseden bu eserde Rüzbihân hakkında verilen bilgiler Nâfahâflaki malûmâtm bir hulâsasıdır .

  19. Muhammed Muçaffar Husayn, Şabâ (13 - 14 h. asır), Rüz-i rûşan 1296-1297 h.’de te’lif edilmiştir. Rüzbihân al-Bakli’ye âit olan muhtasar mâlûmat s. 262-263 ’te bulunmaktadır .

  20. Gulâm Sarvar Şâhib Lâhüri (13/19. asır)  , Hazinat al-aşfiyâ\ Ariflerden bahseden bu eserde Rüzbihân hakkında verilen bilgiler pek muhtasardır  .

RÜZBİHÂN AL-BAKLİ (526 - 606 /1132-1209 )’NIN YAŞADIĞI DEVİRDE FÂRS BÖLGESİNİN SİYASÎ VE İÇTİMÂİ DURUMU  İLE AYNI DEVİRDE İRAN TASAVVUFUNUN UMUMÎ VAZİYETİ

Selçuklu sultân'ı Tuğrul'un 447’1055 yılında Bağdâd'a girmesi ile, Fârs’ta 120 küsur sene hükümdarlık (320-447/932-1055) yapmış olan Büveyhiler (Bani Buvayh) 1 devleti sona ermişti. Selçuklu devletinin kısa zamanda bir imparatorluk halini almış olması, bilhassa münâkale imkânlarının zorluğu dolayısiyle memleket idâresini güçleştirmişti. Muhtelif eyâletlerin idâreleri tayin edilen emirlerin eline bırakılmış, bunlarda bulundukları yerlerin uzaklığından faydalanarak, sık sık devlete karşı isyân teşebbüslerine girişmişlerdi. Ayrıca kudretli hükumdârların yerini alan tali şahsiyetler idâresinde bu baş kaldırmaların sayısının daha da arttığı görülmektedir. Nitekim büyük Sultan Melikşâh (ölm. 485 /1092) ’ın ölümünden sonra, önü alınamayan taht mücâdeleleri yüzünden, kargaşalık içinde bulunan Selçuklu imparatorluğu Irak ve Horasan Selçukluları (Büyük Selçukluların devamı 1194’e kadar), Kirman Selçukluları (1092-1187) Suriye Selçukluları (1092-1117) ve Anadolu Selçukluları (1092-1308) olarak dört kısma bölündü. Verâset mücâdeleleri içinde kuvvetten düşen Selçuklu Sultanlarına karşı gerek dünyevî iktidarlarını tesis etmek için çalışan halifelerin yaptığı savaşlar  gerekse muhtelif eyâletlerin emir ve kumandanlarının Selçuklu ailesi mensuplarına tahakküm ve kendi istiklâlleri için isyanları, muazzam tahribattan başka, kıtlık ve hastalıkların zuhûriyle geniş halk kitlesinin de telef olmasına sebep olmuştur. Bunun neticesi olarak da halk tek yaşama ümidini tasavvufa intisabda bulmuştur. Bu teşebbüslerin halkın huzûru ve emniyeti üzerinde menfi tesirleri oluyordu. Nitekim Rüzbihân al-Bakli’nin yetişmiş olduğu Fârs eyâleti de yetmiş yıl Selçukluların tâyin etmiş oldukları emirler tarafından idâre olundu. Emir olarak tâyin edilmiş bulunan Mengû-Bars da bunlardan biri idi. 

Bu emir Sultan Mas'üd’a (529 - 547 / 1135- 1152) 4 karşı yürüdüğü ve bilâhere idam edildiği zaman (ölm. 532/1137 - ) 5 diğer emirlerle birlikte Boz-Aba (Buzâba)da metbûunun ordusunda bulunuyordu ve efendisinin ölümünden çok müteessir oldu. Sultânın askerleri düşman ordugâhını yağmaya başlarken Boz-Aba üzerlerine hücum etti ve onları dağıttı; sultan güçlükle kurtulabildi. Sultan Mascüd intikamını almak için ertesi sene Fârs eyâletine sefer etti. Sultanın ordusu başında bulunan Kara-Sungur henüz yolda iken Boz - Aba'nın tekrar hücumuna uğradı ve ordusuz kalan Selçuk Şah’ı esir etti (543/1139-40), bu suretle Sultan Mas'ûd Fârs eyâletini Boz-Aba’ya vermeğe mecbur oldu. Fakat bir müddet sonra, Sultan Mascüd, Boz-Aba’nın ittifâk etmiş olduğu Rey emiri ‘Abbâs ve cAbd al-Rahmân Toğanyürek adında iki emiri öldürünce Sultana karşı sefere çıktı ve Hemedan yakınlarında vuku- bulan muhârebelerde esir edilerek, 542/1147’de idâm olundu. Boz-Aba (Buzâba) ’nın ölümüne çok canı sıkılan ve onun yeğeni olan Sundur b. Mevdûd (542- 556/1147-1161 ) Irak Selçuklularından Mu'in al-Din Melikşâh’a karşı isyân edip, ordusu ile 543/1148’de Fârs eyâletine yürüdü ve Melikşâh karşı koyamayacığını görünce Şirâz’ı terketti ve Muzaffar al-Din Sunkur b. Mavdüd istiklâlini ilân ederek Şirâz’ı paytaht edindi. Hüzistân’dan gelen Ya'küb b. Arslan Suııkur’a muhâlefet ederek Şirâz’a yürüdü ise de, aralarında devam eden harpler, sonunda Ya'küb’un mağlûbiyeti ile neticelendi.

Şirâz-nâma müellifi onun 558/1163’de Şirâz’da vefat ettiğini ve kabrinin de Şirâz’da yaptırmış olduğu medresesinin yanında bulunduğunu kaydeder 7. Sunkur ölünce kendisine halef olarak kardeşi  Zenği b. Mavdüd’u bıraktı.

Atabek ’ Zangi b. Mavdüd’un kız kardeşinin kocası olan, Bayzâ’da binâ etmiş olduğu ve < Ribat-i Sâbik >  ismi ile şöhret bulmuş olan hânkahın sahibi Sâbik isminde bir zât ile Alp-Arslân Salguri ittifak ederek, Zangi’yi tahttan uzaklaştırıp Alp-Arslân’ı yerine getirmeyi tasarladıklarını öğrenen Zangi onları ortadan kaldırdı. Şayh-i Kabir diye tanınan Abü cAbd-AIlâh Mühammad b. Hafif al-Şirâzi’nin 10 mezarının başında bulunan imâretleri kaldırarak Rİbât-i Hafif ismiyle mezkûr şeyhin ismine izâfeten bir hankâh yaptırmış ve bir kaç zengin köy ile ziraate elverişli bir kaç parça toprağı bina ettirdiği bu hankâh'a vakfetmiştir. Şirâz’da 14 yıllık saltanattan sonra 571 /1176 da vefat   edince, yerine oğlu Atabek Takla b. Zangi pederinin taht varisi oldu.

Takla, zeki, olgun fikirli ve tedbirli bir şahıs olan veziri Amin al-Davla Kâzarünî’nin  >  sayesinde memleketinin kötü, karışık ve güç meselelerini halledebildi. Şirâz’da bir medrese ve bir ribât (hânkâh) yaptırdı. Atabek Sunkur’un oğlu Muzaffer al-Din ona karşı ayaklanarak, Irak’tan Fars'a doğru büyük bir ordu ile geldi. Fakat sonunda savaş meydanında esir olmuş ve sonra affedilmiştir. Rüzbihân al-Bakli 570/1175 sularında Fesâ da bulunduğu sırada telif etmiş olduğu Kitâb Mantık al-asrar  adlı eserinde emir Takla b. Zangi’nin cülûsu için duâ etmiştir. Adı geçen emir Şirâz’da 571/1116'da tahta oturunca Rüzbihân al-Bakli’yi geri çağırmıştır. Takla’nin Şirâz’daki saltanatı 22 yıl sürmüş ve 591/1195 yılında vefat edince kardeşi Atabek Sa'd b. Zangi saltanata geçmiştir. Bu hükümdar başlangıçta Rüzbihân al-Bakli’ye kötü muamelede bulunmuşsa da, sonradan ona hürmet etmeğe karar vermiştir

Bundan önce işaret edildiği gibi, Sacd b. Zangi’nin selefi ve kardeşi olan Takla de, taht iddiasında bulunmuş olan amcası oğlu Tuğrul b. Snnkur ile savaşmıştı. Taht kavgası, Takla’nin ölümü üzerine tahta geçen Sa d b. Zangi ile Tuğrul arasında da devam etmiş. Mücâdele, taraflardan biri lehine neticelenmeden dokuz yıl sürmüş, bu arada memleket yağmalanıp yıkılmış, ziraatle meşgul olma imkânı bulunmadığı için kıtlık ve vebâ halkı kırıp geçirmiştir. Nihâyet 599 1203'te Sacd amca-zâdesini esir etmeye ve bu suretle Fârs eyâletini tamamiyle kendi hâkimiyeti altına almağa muvaffak oldu. Yiğit, zeki, kudretli bir hükümdar olan Sacd b. Zengi’r.in saltanatının başında, harpler neticesinde memleketinde devam etmekte olan kıtlık ve vebâ hastalığı son haddine varmıştı. Sacd bir müddet sonra halkı tekrar refaha kavuşturmuşsa da, bu fazla devam etmemiş, gerek hanedan vârisleri  arasında cereyan eden taht kavgaları gerekse komşu hânedanlarla yapılan savaşlar   memleketin yeni bir inhitata mâruz kalmasına sebeb olmuştur.

Rüzbihân al-Bakli’nin yaşadığı devre gelinceye kadar, görüldüğü üzere türlü tarihî hâdiselere sahne olan Fârs  eyâleti, İrân’ın güneyinde bulunan yedinci coğrafî bölgesini teşkil etmektedir. Bu bölge, Kuzey-dogudan İsfahan’a Kuzey-batıdan Hüzistân, doğudan Kirman, güneyden ve güney-batıdan Fârs Halîci ile çevrilmiştir. Mesâhası 148669 m2 ’dir. Fârs dağlık bir mıntaka olup, dağların yüksekliği umumiyetle kuzey-batıdan güneye doğru gidildikçe yükselmektedir. Kuzey-dogu mıntakalardaki, derin vâdiler, sarp yamaçlarla birbirine yakın olan yüksek dağların geçilmesi çok güçtür; güneye uzadıkça dağlar arasındaki açıklıklar daha çok artar ve vâdiler daha fazla genişler, dağların irtifâı ise azalır. Nitekim sahilde bulunan dağların yüksekliği 1500 m. civarında olduğu halde, kuzeydekilerin yüksekliği 4000 metreyi aşar. Arazinin çeşitli hususiyetler arzetmesi, bölge ikliminin değişik olmasını intaç etmiştir. Filhakika sahilden takriben 100 km.’ye kadar uzakta bulunan Şirâz’a yakın yerlerde sıcak, merkezî kısımlarda mutedil ve şimaldeki dağlar mıntakasında da soğuk iklim hüküm sürer Hâlen sekiz idârî bölgeye ayrılmaktadır ve Rüzbihân Bakli’nin doğum yeri olan Fesâ (Fasa)  şehri de bu bölgede bulunmaktadır.

Fesâ Şirâz'ın güney-batısında 164 km- ’lik bir mesâfede bulunmaktadır. Kuzey kısımlarında iklim mutedil olduğu için, mutedil ve hattâ soğuk iklim bölgelerinin her meyvesi üzüm, elma v.s.gibi iyi bir şekilde yetişmektedir. Güney’e doğru bilhassa <İzad > (Tanrı) çölüne doğru sıcaklık artmaktadır; burada kuzey kısmındaki, pınar ve kanal suları mevcut değildir ve ekseriyetle yağmur sularından faydalanırlar. En mühim mahsulleri, tahıl, pamuk, hurma turunçgiller, hububat, meyva, pirinç, kırmızı gül, süt mamûlleri, yün, deri, ziraî mahsuller, hah, kilim ve dokumacılıktır. Umum nüfusu 145000’dir. Fesâ İslâmdan önce bina edilmiş Irân’ın eski şehirlerinden biridir, eski zamanlarda şehir surlarla çevrili imiş ve bir zamanlar çok gelişmiş bir sanayii varmış. Türlü kumaşlar dokunur ve başka yerlere gönderilirdi

Fârs bölgesinin en büyük şehri ve merkezi Şirâz’dır . Bu şehir kuzeyden Abadan, güneyden Firüzâbâd, doğudan Fasâ batıdan, Kazarün ve Behbahân vilâyetleri ile çevrilidir. İklimi umumiyetle mutedildir. Zirai bir memleket olup, içme ve ziraat için suyunu nehir, pınarlar, su kaynakları ve kuyulardan temin etmektedir. Bütün kasaba ve köyleri ile birlikte 340000 nüfusu vardır. Pirinç, hububat, tahıl, şekerpancarı, tütün, pamuk, yaz ekinleri, envai sebze ve meyveler, bu eyâletin esas mahsulünü teşkil etmektedir. Ahâlisi ziraat, bahçevanlık, ticaret, el sanatları, kilim, halı, kumaş ve dokumacılıkla iştigâl etmektedir. Çok eski olan Şirâz şehri İslâm'ın ilk hâlifeleri zamanında mârûftu ve tarih boyunca bir kaç defa paytaht olmuş ve tarihî devirlerden kalma bir çok eser ve binaları vardır. Bunlardan bilhassa Rüzbihân al-Bakli'nin uzun yıllar vâzettiği‘Amr b. Layş Şaffâri (879-900m.)’ın zamanındaki binâlardan <Cami‘-i catik >  (eski cami) i zikretmeliyiz. Fârs Atabeklerinden Sacd b. Zangi (hük. yıl. 599-628/1203-1231) ve oğlu Abü Bakr (hük. yıl. 628-658/1231 - 1260)   zamanında Şirâz tam bir itibâra sâhipti.

Son defa Zandiya zamanında, bilhassa Karim Hân Zand (hük. yıl. 1750-1779 m.)  hükümeti zamanında Şirâz itibârının en yüksek derecesine ulaştı. Bu devreden kalma bir çok eserler zamanımıza kadar intikal etmiştir. Mutedil ve temiz bir havaya sahib olan Şirâz etrafında bulunan bağ ve bahçeleriyle İrân’ın en güzel şehirlerinden biridir.

Irân’ın iki büyük şâiri olan Sacdi (ölm. 1292 m.)   ve Hâfiz-i Şirazi (ölm- 1390 m.)  ’nin türbeleri ve daha bir çok âlim ve âriflerin türbe ve kabirleri , ayrıca bahsedeceğimiz Rüzbihân al-Bakli'nin kabri de bu şehirde bulunmaktadır.

Muhtelif âmillerin tesiriyle doğmuş bulunan tasavvufa  karşı çok geçmeden bir takım aksülamellerin baş gösterdiği malûmdur. Gerek bu aksülamelleri hafifletmek, gerekse tasavvufu şeriatla bağdaştırmak üzere önce Kuşayri (ölm. 1072 m.)  ’nin ve sonradan da Gazzâli (ölm. 1111 m.) ’nin gayretle harekete geçtikleri ve bu sayede bu tasavvuf cereyânmın bilhassa V. asırdan sonra gittikçe artan bir hızla geliştiği bilinmektedir. 'Ancak başlangıçta olduğu gibi, bu müelliflerin teşebbüslerinden sonra da, çok geçmeden çeşitli tarikatlerin doğması ile tasavvufun kendi mecrasından yavaş yavaş uzaklaştığına şâhid olmaktayız. Hiç şüphesiz bu şekilde gelişmesinde, yukarıda da işâret edildiği gibi, bir çok İçtimaî sebeplerin rolü olmuştur.

Nazariyatında ve tatbikatında belli başlı bir sistem teşkil etmeyen tasavvufun, müntesiplerine âit fikirlerin teferruatı arasında da sayısız farklar görülür M. Nitekim her tarikat kurucusuna mensup kimselerin çok geçmeden, bir takım farklı görüşlerle başlangıçta konulan esaslardan uzaklaştıkları, sûfice yaşamayı gerçekleştiren zâhidlikle ilgili âdetler ve tâbirlerde bile açık farklar ortaya çıktığı görülür. Bunun neticesinde İslâm memleketlerine yayılan ve kuruluşlarında çeşitli esaslara dayanan ve İslâm şeriatı ile münasebetlerinde de, birbirinden esaslı olarak ayrılan sûfî tarikatları kuruldu ve VI-VII. / XII -XIII. asırdan bu yana sayıları günden güne daha da çoğaldı. Biz burada yalnız Rüzbihân al-Bakli’nin tasavvuf! görüş ve inançları üzerinde tesir icra etmiş ve Şirâz’da kurulmuş tarikatlardan biri olan Hafifiya’den bahsedeceğiz.

Hâfifiya tarikatı Rüzbihân al-Bakli’nin eserlerinde kendisini şeyhimiz ve efendimiz (Şayhunâ va Sayyidunâ) diye zikrettiği meşhûr sûfî Abü 'Abd Allâh Muhammad b. Hafif al-2abbi al-Şirâzi (ölm. 371 /981 )  ’ye nisbet edilmektedir. Bu tarikat < ğaybat va huzur >  nazariyesi üzerine kurulmuştur . < Ğaybat ve huzur > , fikir olarak ortaya atılmış ve Ahmad al-Nüri tarafından târif edilerek bir istilâh haline gelmiş ise de, Hucviri’ye göre bunları tasavvufunun temel görüşü yapan ibn-i Hafif olmuştur. Ona göre < huzur > ğayba >  dan mukaddemdir  . Kalabâgi’ye göre <  ğaybat  > kişinin nefsine âit nasib ve isteklerinden gizlenmesi ve onları görmemesidir. <  Huzür >  veya ayni mânada olan <  şuhüd  > ise, şahsın nefsine âit nasib ve saâdetleri görmesidir. Ancak aldığı her şeyi, şehvet ve lezzet için değil, insanların huzür ve sükûnu, kulluğunun ifâsı için almalıdır. 

Hükümdar âilesinden gelen ve mezhebçe Şâfiî olan İbn-i Hafifte tasavvuf, beşerî niteliklerden sıyrılıp onları yok etmek, nefisle ilgili bütün iddialardan sakınmak, ruhî ve ulvî sıfatları elde etmek, gerçek ilimlere (culüm al-hakâyik’a) bağlanarak ve şeriatla amel edip onu herkese haber vermek şeklinde tarif olunmuştur  Diğer bir tarifte ise, tasavvuf, gaflet anında Allâh’ı bulmaktır.  Ona göre mürid için zararlı şey, tevil ve tevil yollarını kabul etmek, bir de ruhsatla amel etmek suretiyle nefsine müsamaha etmesidir   Zikir iki türlüdür:

  1. Zâhirî zikir. Bu, Tanrı’yı kendi isimleriyle zikretmektir.

  2. Bâtinî zikir. Bu, müridin Tanrı’nın huzurunda olduğunu ve Tanrı’nın devamlı olarak kendisini gördüğünü düşünerek onu zikretmesidir  . Fakat, İbn-i Hafif taraftarlarının vird’leri ile zikir esnasında tekrar edilen asma’ al-husnâ’dan hangilerini çektikleri bilinmemektedir.  

İslâmî olan bu ve buna benzer tarikatlar yanında daha sonraki devirlerde yukarıda da işâret edildiği gibi İslâm’dan uzaklaşmış tarikatlar veya mektepler de tesis edildi. Cismânî güzelliğe sahib kimselerin şahsında Allah'ın tecellisini (hulul) ve bu gibi şahıslarda Tanrı’nın tecellisini tebcil etmesini bilen kimselere her şeyin mubâh (ibâça) olduğunu ileri süren ve Basralı İbn-i Salim (ölm. 297 909) m müridi olduğu kabul edilen  Abü Hulman al-Dimaşki'nin kurduğu Hulmaniya  , hulul, imtizâç ve tenasüh akidelerine taraftar oldukları gerekçesi ile Hulüliya’dan sayılan Salimiya ve Muşabbiha  yanında hulul, şeriatı red ve dinsizlikla itham edilen Hallâciler ve aynı zümreden oldukları kabul edilen Fârisî’ler   v. b. Fakat, gerçek tasavvufun şeriattan başka bir şey olmadığını, sahte sûfîliğin İslâm'da yeri bulunma tasavvuf cereyârunın bilhassa V. asırdan sonra gittikçe artan bir hızla geliştiği bilinmektedir. ‘Ancak başlangıçta olduğu gibi, bu müelliflerin teşebbüslerinden sonra da, çok geçmeden çeşitli tarikatlerin doğması ile tasavvufun kendi mecrasından yavaş yavaş uzaklaştığına şâhid olmaktayız. Hiç şüphesiz bu şekilde gelişmesinde, yukarıda da işâret edildiği gibi, bir çok İçtimaî sebeplerin rolü olmuştur.

Nazariyatında ve tatbikatında belli başlı bir sistem teşkil etmeyen tasavvufun, müntesiplerine âit fikirlerin teferruatı arasında da sayısız farklar görülür  . Nitekim her tarikat kurucusuna mensup kimselerin çok geçmeden, bir takım farklı görüşlerle başlangıçta konulan esaslardan uzaklaştıkları, sûfice yaşamayı gerçekleştiren zâhidlikle ilgili âdetler ve tâbirlerde bile açık farklar ortaya çıktığı görülür. Bunun neticesinde İslâm memleketlerine yayılan ve kuruluşlarında çeşitli esaslara dayanan ve İslâm şeriatı ile münasebetlerinde de, birbirinden esaslı olarak ayrılan sûfî tarikatları kuruldu ve V1-VI1./XII - XIII. asırdan bu yana sayıları günden güne daha da çoğaldı. Biz burada yalnız Rüzbihân al-Bakli'nin tasavvufî görüş ve inançları üzerinde tesir icra etmiş ve Şirâz’da kurulmuş tarikatlardan biri olan Hafifiya’den bahsedeceğiz.

Hâfifiya tarikatı Rüzbihân al-Bakli’nin eserlerinde kendisini şeyhimiz ve efendimiz (Şayhunâ va Sayyidunâ) diye zikrettiği meşhûr sûfî Abü cAbd Allâh Muhammad b. Hafif al-Zabbi al-Şirâzi (ölm. 371/981 )   ‘ye nisbet edilmektedir. Bu tarikat < ğaybat va huzür >  nazariyesi üzerine kurulmuştur  . <  Ğaybat ve huzur  >, fikir olarak ortaya atılmış ve Ahmad al-Nüri tarafından târif edilerek bir istilâh haline gelmiş ise de, Hucviri’ye göre bunları tasavvufunun temel görüşü yapan ibn-i Hafif olmuştur. Ona göre <  huzur  > < ğayba   > dan mukaddemdir   Kalabagi’ye göre <  ğaybat  > kişinin nefsine âit nasib ve isteklerinden gizlenmesi ve onları görmemesidir. < Huzur >  veya ayni mânada olan <  şuhûd  > ise, şahsın nefsine âit nasib ve saâdetleri görmesidir. Ancak aldığı her şeyi, şehvet ve lezzet için değil, insanların huzûr ve sükûnu, kulluğunun ifâsı için almalıdır.

Hükümdar ailesinden gelen ve mezhebçe Şâfiî olan İbn-i Hafifte tasavvuf, beşerî niteliklerden sıyrılıp onları yok etmek, nefisle ilgili bütün iddialardan sakınmak, ruhî ve ulvî sıfatları elde etmek, gerçek ilimlere (culüm al-hakâyik’a) bağlanarak ve şeriatla amel edip onu herkese haber vermek şeklinde tarif olunmuştur.  Diğer bir tarifte ise, tasavvuf, gaflet anında Allâh’ı bulmaktır.   Ona göre mürid için zararlı şey, tevil ve tevil yollarını kabul etmek, bir de ruhsatla amel etmek süreliyle nefsine müsamaha etmesidir .  Zikir iki türlüdür :

  1. Zâhirî zikir. Bu, Tanrı’yı kendi isimleriyle zikretmektir.

  2. Bâtinî zikir. Bu, müridin Tanrı’nın huzürunda olduğunu ve Tanrı’nın devamlı olarak kendisini gördüğünü düşünerek onu zikretmesidir   Fakat, İbn-i Hafif taraftarlarının vird’leri ile zikir esnasında tekrar edilen asma1 al-husnâ'dan hangilerini çektikleri bilinmemektedir.  

İslâmî olan bu ve buna benzer tarikatlar yanında daha sonraki devirlerde yukarıda da işâret edildiği gibi İslâm'dan uzaklaşmış tarikatlar veya mektepler de tesis edildi. Cismânî güzelliğe sahib kimselerin şahsında Allah’ın tecellisini (hulul) ve bu gibi şahıslarda Tanrı’nın tecellisini tebcil etmesini bilen kimselere her şeyin mubâh (ibaha) olduğunu ileri süren ve Basralı İbn-i Salim (ölm. 297'909)’ın müridi olduğu kabul edilen   Abü Hulmân al-Dimaşki’nin kurduğu Hulrnâniya  , hulul, imtizâç ve tenasüh akidelerine taraftar oldukları gerekçesi ile Hulüliya’dan sayılan Sâlimiya ve Muşabbiha   yanında hulul, şeriatı red ve dinsizlikla itham edilen Hallâciler ve aynı zümreden oldukları kabul edilen Fârisî’ler   v. b. Fakat, gerçek tasavvufun şeriattan başka bir şey olmadığını, sahte sûfîliğin İslâm’da yeri bulunmadığını savunan Kuşayri, tarikat şeriat birliğini nisbeten sağlayan ve tasavvufun İslâm’dan ayrılmaz bir unsur olduğunu muarızlarına kabul ettiren Gazzali ve tarikatları, cesurca ve hür bir düşünce ile tasavvufu sistemleştirmeyi deneyen ve Rüzbihân al-Bakli’nin muasırı olup, Futühât-i Mekki ye'sinde onun bir aşk macerasını anlatan lbnu’l-‘Arabi, bundan sonra yetişen sûfîlere ve kurulup gelişen tarikatlara ışık tuttular. < Vahdet-i şuhûd >  nazariyesi yanında, < Vahdet-i vücûd >  nazariyesi de benimsenmeğe başlandı ve yavaş yavaş ön plana alındı. Konumuzu teşkil eden Rüzbihân al-Bakli de aynı fikirde olup, bilhassa sûfiyâne aşk ve muhabbeti tasavvuf hakkında yazdığı <cAbhar al-caşikin > adlı eserinde izâha çalışmıştır.

V/X1. asrın ikinci yarısı ile V1I/XIII. asrın başları arasındaki devre İslâm- Irân tasavvufunun en mühim devirlerinden biridir. Gerçekten de V. asrın ikinci yarısı ile VI. asırda büyük bir mutasavvıf topluluğunun zuhûruna şâhid olmaktayız. Eski şeyhlerden meselâ Abü Sa‘id Fazl Allâh b. Abi’l-Hayr Mİhani (ölm. 440/1048),   Şayh Abü’l-Kasim ‘Abd al-Karim Kuşayri (ölm. 465/ 1072)  , Kaşf al-mahcüb sahibi ‘Ali b. ‘Oşmân Cullâbi Hucviri (465/1072)   gibi büyük Selçuklular   devrinde şöhret ve mahallî ehemmiyetleri bulunan 48 bu mutasavvıfların pek çok mürid- lerinin olduğu malûmdur. Horasan sûfîlerinin meşhurlarından biri olan ve bir çok mühim tasavvufî eserleri ile tasavvuf tarihinde büyük mevkii bulunan meşhûr ve mâruf sûfî Abü İsmâ‘il ‘Abd Allâh b. Abi Mansür Mühammad al-Anşâri (meşhûr ismi H'âca ‘Abdullah-i Anşari; ölm. 481/ 1089 )’de bu devrede yaşamıştır   Yine bu devrin kutuplarından olan, Abü Hâmid Mühammad b. Mühammad Gazzali (ölm. 505/1 i 11)   ile kardeşi Macd al-Din Abu ’l-Futûh Ahmad b. Mühammad b. Ahmad al-Gazzâli al-Jüsi (ölm. 520/1126) ve onun izinden yürüyen

Ayn al-Kuzât-i Hamadani (ölm. 525/1131)      ’yi de zikretmemiz yerinde olur. İrân’in VI. asırda en büyük mutasavvıf şeyhlerinden biri olup, bir çok eseri bulunan ve Rüzbihân al-Bakli’nin muasırı olup onunla beraber Iskenderiyyede hadis okuyan Abü al-Nacib Suhravardi (ölm. 563/1168)  > , Meşhûr Farîd al-Din ‘Aflar-i Nişâbürî (ölm. 627/1229)  > , ile Şihab al-Dİn ‘Omar Suhravardi (ölm. 632/1234)         ve aşağıda Rüzbihân Bakli’nin üstâd, pir, mürşid ve muasırlarından bahsedilecek   şahıslar bu devrin âlim ve sûfî şeyhleri idi.

Akideleri bakımından bu devirdeki sûfîyye altı fırka halinde mütalaa olunmuştur  .

1. İttihâd dâvasında bulunanlar; yani vahdet-i vücûde mûtekid, fikir ve sözlerinin menşei Hüsayn b. Mansur Hallaç (ölm. 922 m.)   olan fırka,

2  > Kendilerini âşıklar tesmiye eden bu zümre, insanın ulûm-i gaybiyenin kabûlüne istidâd sahibi olabilmesi için dünya ile alâkayı kesmek, tefekkür ve riyazetle meşgul olup, mâbûde şevk, muhabbet ve aşk ile işe koyulmak lâzım geldiği fikrini iddiâ eden fırkadır. Aşağıda eserleri bahsinde de görüleceği gibi Rüzbihân al-Bakli âşık bir sûfî olup, kendisi de bu zümredendir.

  1. Nûriyye fırkasıdır. Bu fırka hicâbın nûrî ve nârî olarak iki şey olduğunu, nûrî olanlar tevekkül, şevk, teslîm, murâkaba, üns, vecd ve hâl gibi iyi ve güzel sıfatlan kazanmakla meşgul olurlar. Nârî olanlar ise. fısk-u fücûr, hırs, şehvet ve buna benzer şeytânî işlerle meşgûl olanlardır.

  2. Fırka vâsılıyya’dır. Bunlar hakka vâsıl olduklarını iddia ederler, farz olan namaz, oruç, zekât, hac ve şâir ahkâmın insan için, önce bunlarla meşgul olup ahlâkını temizlesin ve kendisine hakkın marifeti hâsıl olsun diye, vazedilmiştir. Hakkın marifeti hâsıl olunca insan vasıl olur, yani hakka ulaşmış olur, vasıl olunca da kendisinden teklif kalkar ve dinin emrettiği hiç bir şey artık ona farz ve vacip olmaz. Bu devrin sûfîlerinin ekserisinin de akîde ve mezhebi bu imiş.

  3. Nazar ve istidlâle itibâr etmeyen, ilimlerle meşguliyeti ve ilim öğrenmeği haram sayan, hakkın marifetine, mücâhede ve şeyhin telkini ile varılabileceğini iddia edenlerdir. Bazıları imân mahlûk değildir ve bundan dolayı fiil Tanrıdır ve Tanrının fiili mahlûk değildir. Ahiret saâdeti mücâhede ve riyâzet yolu ile kazanılabilir ve ilimlere hiç itibâr edilmez, derler.

  4. Fırka, aç insanlardır ki, bir lokma için âlemin her tarafını dolaşırlar ve dâima yemek ve raks aramakla meşguldurlar, karınları doyunca yüzleri güler M. VI. asırda yaşıyan sûfîyye bir çok ribatlara (dergâhlara) sahibti ki eski zâhidler bu ribatları inzivâ ve ibadet yapmak için intihâb etmişlerdi, bu ribatlarda mâsivâdan alâkalarını kesip Allah’a müteveccih olarak yalnız başına yaşarlardı.

VI. asrın sûfîleri ise bu hankâhlarda sükûnet ve rahatlıkla, yeme ve içme ile, namaz ve raksetmekle vakitlerini geçirmekte idiler. Yaşamalarını temin edebilmek için her zalimden yardım isterlerdi ve ekseriyetle bu hânkâhlarızalim insanlar bina edip, kendi haram mallarını bunlara vakfederlerdi. Bu hânkâhlarda toplananların bir açlık ve perhiz sırrının eseri, Cunayd'ın doğruluk ve hakikati kendilerinde yoktu. Ekseriyetle yalnız imsâk yemeği yaparlardı, bilhassa sülük etmiş olan sâliklerin kuvveti, yalnız şeyhin tayin ve ölçüsü ile olurdu. Bâzı şeyhlerin tarikat kaidelerine göre sâlikin hâlinin başlangıcında tam iki ay oruç tutması ve bundan sonra da çok az bir gıda alması lâzımdı, lezzetli gıdalardan ve meyvalardan kendilerini uzak tutarlardı, ahbab- larla oturmak ve kalblerini ferahlatacak kitaplara bakmaktan çekinirlerdi. Bu şeyhlerin bâzdan sâlikleri için ekmek yemedikleri, fakat bu esnâda yalnız yağlı şeylerle çok meyva yedikleri ve <erba:iniyya >  çile dedikleri 40 günlük riyâzet usulleri tertib ederlerdi. Sûfîler arasında öyle şahıslar bulunurdu ki kendilerini kötü ve ağır yemeklere (gıdaya) alıştırırlar ve bunları da o kadar az bir miktarda yerler idi ki mideleri tedricen daralırdı, az yemek pişirirdiler ve günden güne daha da azaltırlardı, bir kaç gün aralıksız yemek yemezlerdi ve yaptıkları bütün ba işler vesvese, cinnet ve kötü ahlâka müncer oluyordu. Su İçmekte bile, riyâzetlerine katlanmaları bakımından bir lezzet almış olmasınlar diye temiz ve iyi su içmezlerdi. Fakat ibn al-Cavzi'ye göre   VI. asır sûfîleri seleflerinin tam aksidirler; gece gündüz yerler ve ekseriyetle yiyeceklerini haram mallardan temin ederler, kazançtan el çekmişler, ibâdetten yüz çevirmişler ve işsizlik yaygısı üzerine yatıp uyumuşlardır. Bunların ekserisinin yemek içmekten ve uyumaktan başka bir gayretleri yoktur. Bir ziyâfet sofrasına oturdukları zaman çok yemek yerler ve ev sahibinden izin almaksızın yemeklere el uzatırlarmış. Sûfîler şarkı dinlemeği gönülden arzu ederlerdi ve bunu dînen hâram oluşunun delillerini inkâr ederlerdi, güzel ses dinleme hakkında bir nas ve kıyâsın olmadığını ileri sürerlerdi; onlara göre, semâ 7, nefisleri bâkî olduğu için avama haramdır, mücahedelerinde başarı elde etmeleri için semâ zâhidlere mubahtır ve kalbleri zinde olduğu için de sûfîlere mustehâbtır.     Semâ’yı Tanrı’ya yaklaşma için bir vesile addeden sûfîler, şarkı dinledikleri vakit vecde gelir, el çarpar ve naralar atarlardı, vücutlarındaki elbiseleri yırtarak, şarkıcıya atar çıplak olarak sıçrayıp raksederlerdi. Bâzan da semâ hâlinde şeyhlerin parçaladıkları elbiseleri parça parça ederek, orada bulunanlara verilirdi. Rüzbihân al-Bakli de Semâ’ meclisleri tertib etmiş ve ileride bahsedilecek Maşrab al-arvâh adlı eserinde Semâ’yı Sâlik’in makamlarından biri olarak ele alıp onu izâh etmiştir. Ekseriyetle hânkâhlarda sûfilerle gençler arasında bîr muaşeret vardı; bu da bâzan güzel yüzlülerin yüzüne bakmak cezbi bir şekilde oluyordu. Sûfiyyenin kazançlarını terk, hayat için lüzumlu olanı muhafaza etmemek ve hastalık hâlinde tedaviyi terketmelerinin sebebi, kuvvetli tevekküllerinden geliyordu. Üzlet ve inzivâlarına bir ziyân gelmesin diye cuma namazını ve cemaatle namaz kılmayı terkederlerdi. Zahiri huşû ve son derecede mütekâmil ve mütevazi olmak sûfîlerin işlerinin icâbındandı. Bir çoğu nikâhtan çekinir, yalnızlıkta geceleyin yürümek, kırbası ve azığı olmaksızın susuz çöllerde seyâhat edip seferler yapmak mezheblerinin icabındandı. Yollarda bir ribâta ulaştıkları vakit, ilk önce elini yıkar, namaz kılarlar ve bundan sonra da şeyhin yanına gider selâm verirlerdi. Sûfîlerden biri ölünce diğerleri ona ağlamaz, eğer biri ölüye ağlarsa İrfan ehlinin tarikatından ihraç edilmiş olur. Sûfîler ilimle meşgul olmanın sâliki kendi mabut ve mâşûku ile meşgul olmaktan alı koyduğunu ileri sürerek, ilim öğrenmekten ya mutlak olarak uzak kalır veya cüz’i bir bilgi ile kanaat ederlerdi. Şeriat ilmini ilmi zâhir, kendilerinde bulunan bilgiyi de ilmi bâtın addederlerdi. Başlangıçta ilim ile uğraşmağa heves eden süfiyye- nin bir çoğu, dervişlerin halkasına girdikten sonra ilimden el çeker, kitablarını bir tarafa atar veya yok ederlerdi. Çünkü onlara göre, vâsıl olduktan sonra delil ile meşgul olmak muhaldir, sûfiyyeden biri,ilim ile meşgul olsaydı ona çıkışır azarlarlardı ve kendisini ilim öğrenmekten alıkoyarlardı, Kur’ân hakkında, umumun sözlerine aykırı, kendi hususî tevilleri vardı. Bu devirde sûfîlerin ülemâ ve emirlerden birçok hâmisi olmasına rağmen, şerîatçi ülemâ arasında onları hoş görenler bulunduğu gibi çok kuvvetli muarızları da vardı ve sûfî şeyhleri dâvalarını isbata davet edildikleri vakit, bunu yapmadıkları hâllerde çok şiddetli işkencelere marûz kalarak katledilirlerdi. 49 Bununla beraber bu asırda umumiyetle sûfîlerin vaziyeti iyi idi ve rahatlıkla hân- kâhlarında, semâ, vecd, raks ve tezkir yapıyor, sâliklerini terbiye ederek kendi fikirlerini yayıyorlardı.

 

RÜZBİHÂN AL-BAKLİ’NİN HÂL TERCÜMESİ

Şadr al-Din Abu Mühammad Rüzbihan b. Abi Naşr al-Bakli al-Fasavi al-Şirazi, bundan önce hususiyetlerinden bahsedilen Fesâ şehrinde 526 - 527 / 1132 - ’de doğmuştur.

Doğdum yerinin Fesâ olduğu hakkında bütün kaynaklar ittifak ettiği hâlde doğum tarihi hakkında muhtelif kayıtlara tesâdüf olunmaktadır. Tuhfat al-irfân sahibi ve bundan naklen de Şadd al-izâr onun 522 h. 1128 m. yılında doğduğunu kaydeder. Masıggnon ise, onun doğum tarihini 530/1136 olarak vermektedir.   Şirâz-nâma müellifi ise, öldüğü sıralarda yaşının seksen küsura ulaştığını kaydetmesine bakılarak onun, 526’da doğmuş olacağı söylenebilirse de. her hangi bir nüshası şimdiye kadar ilim âlemince bilinmeyen Kitâb Maşrab al-arvâh isimli kitabının, tarafımızdan keşfedilmiş bulunan bir nüshasında müellif eserini ikmal ettiği 16 zilkâde 579 h./Mart 1183 m. tarihinde yaşının elli iki olduğunu ifâde etmektedir. Buna göre, müellif 526 - 527 h-/1132 -  m. yılında doğmuştur ki, Şi râ z-nâma'nin ifâde ettiği tarihte bunu teyit etmektedir. Nitekim Âşâr al-Acam müellifi onun seksen yaşında öldüğünü kaydetmekle bu kanaatimizi teyit etmektedir.    

Tercüme-i hâl sâhibinin ismi (Rüzbihân) iki kelimenin birleşmesinden teşekkül etmiş mürekkep bir isimdir : 'Rüzbih ve ân " Rüzbih   > kelimesi de bir isim olan " rüz - ve iyi güzel mânâsına gelen <bih > den mürekkeptir ve bu iki kelimenin birleşimi olan < Rüzbih ‘yi gün hoş baht (iyi baht) > mânâsına gelir. Nitekim aynı mânâda, mezkûr terkip eski şâir ve ediplerin şiir ve nesrinde geçmektedir.   < Rüzbih >  kelimesi < bihrüz >  kelimesinin müteradifi olup, aynı mânâda sıfat mavsufuna takdim edilmiş şekli ile de kullanılmıştır.   Farsça olan, bu iki kelime İrânlılar arasında ismi has olarak çok eski zamanlardan beri kullanılmış ve hâlâda kullanılmaktadır. -Rüzbihân  > kelimesinin sonunda bulunan <  ân > eki nisbet âlâmetidir. Buna göre <   Rüzbihân ismi mensub olarak <Rüzbih'e. mensub mânâsına gelmektedir Fakat İslâmî devrede bu ismin şahıs isimlerinde < Rüzbih  > (iyi baht) ın muâdili ve nisbet mefhmundan âri olarak telâkki olunduğu anlaşılmaktadır  . Bu ismi taşıyan kimseler de pek çoktur.   Bilhassa bu isim Deylemler   ve Taberistanlılar   arasında mütedâvil idi. Rüzbihân al-Bakli de Daylemlerden olduğu için âilesi kendisine bu İrânî ismini seçtiler. İleride kendisinden bahsedileecek olan müellifimizin torunu Tuhfat al-’irfân sâhıbi  , Rüzbihân’ın meşhûr ve mârûf olan Deylemlerden       olduğunu, Deylemlerin de < Âl-i Buvayh >  oğullarının hükümdarlığı zamanında (320-447 / 932-1056) İrân’ın cenubunda ve bilhassa Fârs’ta yerleşmiş olduklarını kaydeder.

Künyesi, lakabı, nisbesl ve şöhreti

Bütün kaynaklarda müellifimizin künyesi Abü Muhammad ve babasının ismi (künyesi) de Abü Naşr olarak geçmektedir. Yalnız Süleymaniye, Lala İsmail nr. 147’de kayıtlı bulunan Risâlat al-kuds li ahli'l-uns adlı eserinin yazma nüshasının ketebe kaydına dedesinin de ismi zikredilerek < Abü Muhammad Rüzbihân b. Abi Naşr b. Rüzbihân al-Bakli al-Ş râzi olarak kaydedilmiştir- Başka hiç bir yerde tesâdüf edilmeyen müstensihin bu kaydı doğru ise, Rüzbihân al-Bakli’nin dedesinin isminin de Rüzbihân olduğu ve kendisine de dedesinin isminin verilmiş olduğunu kabûl etmek gerekir. Ancak, hâl tercümesi kaynaklarında babasının has ismi ile dedesinden sonraki isimlerine dair her hangi bir kayda rastlanmaz. Rüzbihân al-Bakli’ye başka lakablar verildi ise de kendisinin en meşhûr lakabı < Şadr al-Din >  dir. 11 Aynı zamanda, aşağıda kendilerinden bahsedilecek olan iki torununun lakabı de < Şadr al-Din >  dir.

Müellifimizin en meşhur ve bütün kaynakların da birleştiği nisbesi < al - Bakli   > dir. Bu da cevher’den cevheri ( mücevherci) gibi baki (çoğulu bükül) (sebze) < ı > eki ile yapılmış bakli ( sebzeci) mânâsına gelen ve nisbe olarak kullanılan bir sıfattır. Nitekim Sam ani, Kitâb al-Ansâb'da bâzı âlimlerin bu nisbe ile şöhret bulduğunu kaydeder.  Rüzbihân’ın da gençliğinde sebze sattığı bir dükkânı vardı. Onun veya pederinin bu iştigalinden dolayı kendisine al-Bakli nisbesi verilmiş olmalıdır. Rüzbihân’ın ikinci nisbesi olan al-Fasavi  >  veya <  al-Fasâ’i  > ise, doğmuş olduğu şehrin isminden iki nisbe şeklinden neş’et etmiştir. Buna benzer Nasâ şehrinin isminden de Nasevi veya Nasa’i şeklinde yapılmış iki çeşit nisbe şekli vardır. Nitekim mezkûr nisbeyi bâzıları yanlışlıkla <  Nasâvi olarak da kaydetmişlerdir.   Müellifimize bâzı kaynaklarda, yukarıdaki nisbeler dışında bir de <  al-Şirâzi  > nisbesi verilmiştir. 16 Bu da onun Fesâ’da doğduktan sonra ömrünün büyük bir kısmını Şirâz’da geçirdiğinin neticesidir; filhakika bâzı kaynaklarda bu nisbeler şöyle sıralanmaktadır : al-Baljli al-Fasavi şutnma al-Şirâzi. Kaşf al-zunün'da. ise < al-Bakli al-Şirâzi olarak zikredilmektedir.  

Şöhreti : Kaynaklarda Rüzbihân al-Baklî < Şattah   >  veya meşhûr ve marûf olan <Şayh-i ŞaÇ’âl?   > < Şattâh-i Fars  > <  Şayh Şattah i Şirâz >  olarak zikredilmektedir.       Rüzbihân al-Bakli kendi eserinde  Ben Şattâh oldum  > , Tuhfat al-'irfân müellifi   de onu < Şattah-i Fars  > çağırırlardı demektedir. Rüzbihân’ın bu isimle şöhret bulması kendisinde vecd ve cezbelerin çok vukû bulmasından ve eserleri kısmında ayrıca bahsedilecek olan Şathiggât-ı şerh etmesinden ileri gelmiştir.  

Tuhfat al-'irfan sâhibi ve Muhammad Kazvini müellifimize ayrıca <  Şayh Rüzbihân-i Kabir  > şöhretini ilava etmişlerdir. 2 Ancak bu şöhret müellifimizin asrında yaşamış ve <  Şayh Rüzbihan-i Kâzarüni-i Mışri   adındaki diğer bir sûfîye âit olmalıdır, zira kaynaklarda bu iki Rüzbihân’ı birbirinden ayırmak için, buna <Rüzbihan-i Kabir  >, şeyhimize ise, Rüzbihan-i Sağir denilmektedir.    

Çocukluğu, gençliği, tahsili ve meşguliyeti

Rüzbihân son derece cehâlet ve delâlet içinde bulunan ve işi gücü, son derece kötü, berbat, haram ve nehyedilmiş şeylerle uğraşan bir topluluk içinde doğmuştur.   Çocukluğunda mektebe gittiği kendi ifâdesinden anlaşılmaktadır. Ancak, her şeyi teşhis ve temyiz edebilme yaşına ulaştığı zaman kafasında bir takım sualler belirmiş ve bu arada kendi kendine bütün kâinatı besleyen Tanrının nerede olduğunu sormuş. Nitekim daha mektep sıralarında arkadaşlarından < Tanrıyı bizzat tanıyor musunuz?  > diye sorduğu, arkadaşlarının da <  Tanrı yer ve cihetten münezzehtir  > cevabını verince duymuş olduğu bir vecd ile kendinden geçtiği, üç, yedi ve onbeş yaşlarında olmak üzere, kendisine üç defa İlâhî cezbe geldiği, bunun, her şeyi sevmesine, her şeyin onun nazarında iyi bir sûretle görünmesine sebep olduğu rivâyet edilmektedir. Yine kendi rivâyetine göre1 çocukluğunda zikre karşı büyük bir alâkası varmış ve onbeş yaşında iken Hızır’ı   görmüş ve bu hâdise kendisinin uyanmasına sebeb olmuştur.  

Tahsili : Rüzbihân al-Bakli’nin eserleri, onun iyi bir tahsil gördüğünü göstermektedir. Ancak o bunu fevkalâde gayreti ile birlikte devrinin meşhûr ilim ve edebiyat erbâbı sayılan hocalarına borçludur. Nitekim, ilk tahsilini, zamanın icaplarına göre her hâlde doğum yeri olan Fesâ’da yaptıktan sonra, 12-14 yaşlan arasında Kur'ânı ezberli- yerek hâfız olmuştur. Bundan sonra, zamanın revaçta bulunan, arapça, tefsir, hadis, fıkıh v.s. gibi mütedavil ilimlerini elde etmek için Fesâ’dan ayrıldığı anlaşılmaktadır. Tuhfat al-’irfân sahibi onun son derece kemâle ermiş, mütefennin, mütebahhir, bir çok faziletleri ile ilim ve hakikatleri bir araya toplamış bir zât olduğunu kaydetmektedir.  Tasavvufî izâhlarla yazmış olduğu iki Kur'ân tefsiri, onun tefsir ilminde yapmış olduğu kuvvetli tahsil ile derin vukufunu göstermektedir. Rüzbihan al-Bakli Sahih-i Buhari’yi iskenderiyye   > yakınlarında Hâfiz Şirazi’- nin  yanında okumuştur. Massignon’un bu hususta şüphesi vardır.  Fakat al-Bakli’nin hadis ilmindeki derin vukûfu bu babda yazmış olduğu eserlerinden de anlaşılmaktadır. 

Al-Bakli Fıkıh ilmini Arşad-al-Din Nayrizi’den ve zamanın di£er fakihlerinden okumuş, bu sahada da kitaplar yazmıştır. 

Daha çok genç yaştan itibâren kendisinde uyanmaya başlayan tasavvuf ve irfan ilmindeki arzularını al-Bakli, bir çok kimselerle temasa gelerek harekete geçirmiştir. Rivayete göre, sinni bulûğa varınca ibâdet ve halvet (tenhaya çekilme, yalnız olma) arzusu kendisinde hâsıl olmuş ve bir.müddet bu şekilde hayat geçirmiş olan Rüzbihan, Kur’ân'ı ezberlemiş ve ilim tahsili ile meşgul olmuştur. Gençliğinde Rüzbihân’ın bir sebzeci dükkânı varmış. 17 -18 yaşında iken dükkânında bulunan sandık ve eşyayı dışarı fırlatıp, kendi elbiselerini de yırtarak sahraya kaçıp gitmiş ve bir müddet başı boş tasavvufî heyecanlarla dolaşarak vakit geçirmiştir; bundan sonrada sükûn bulup, tasavvuf yoluna yönelmiş ve sûfîlerin amellerini takip etmece başlamıştır.  yaşında iken kendisine halktan büyük bir vahşet zahir olmuş, zaman zaman kudsiyyet nesimleri canına esmeğe başlamış ve bunun ne olduğunu kendisi de bilmiyormuş. Bunu müteakip de Şîrâz’da bir hânkâh’ta ikâmet etmeğe başlamıştır . Massignon’a göre al-Bakli önce Banü Sâlbeh’ın hânkahmda ve daha sonra da Bab al-Hidaş b. Manşûr’da bina ettiği kendi ribâtında ikâmeti ihtiyar etmiştir. Müellifin kendi ifâdesine göre,  Fesâ’da bulunduğu zaman, kendi ilk mürşidi olan Şayh Camâl al-Din b. Halil Fasai’yi bulmuş ve ilk olarak Şayh Abü Mühammad al-Cavzak (ölm. 6. /12. asır)’ın ribâtında ikâmeti seçmiştir. Buna göre al-Bakli 570 / 1175 sularında Şirâz dan doğum yeri olan Fesâ’ya dönmüş ve burada zevcelerinden biri ölmüş, bir bag satın almış, ve Manlık... adlı kitabını  burada telif ederek, eserinde Fars emin Takla b. Zangî (571 -591 / 1176 1195) ’nin cülûsu için dua etmiştir. Takla, al-Bakli’yi Şirâz’a geri çağırttı. al-Bakli aynı şehirde 585/1189 yılında kendi hâl tercümesinin de içinde bulunduğu Kaşf al-asrâr adlı eserini kaleme almıştır. <   2 ileride de bahsedileceği gibi gençliğinde çok riyazet çekmiş olan al-Bakli, mütemadiyen sâyu-gayret göstererek tasavvufta en yüksek mertebeye varmış ve en mühim eserlerini de bu sahada yazmıştır.

Seyâhatleri : Şadd al-izâr müellifine göre, Rüzbihân al - Bakli, sülûkünün başlangıcında Irâk, Kirmân, Hicaz ve Şâm'a, seyahat etmiştir.  Filhakika onun Irâk-ı Arab’a seyahat etmiş olduğu Sâmerrâ’ya  yakın < Kantarat al-Raşaş > ’ta yaşayan, Kürt sûfîlerinden Şeyh <  Cagir  > 'in müridi olmasından anlaşılmaktadır. Tasavvuftaki pirlerinden biri olan mazkûr Şeyhin hânkâhında bir müddet bulunup, ondan bu hususta faydalanmıştır. Onun Kirmân seyâhatinden ise, sadece Şadd al-izâr ve bunun tercümesi olan Hazâr mazâr’da bahsedilmektedir.   Buna mukabil, Hicâz seyahati kendisinden bahseden bütün kaynaklarca teyit olunmaktadır. Ayrıca, Tuhfat al-irfân müellifi de onun iki defa Kâbe’ye gittiğini ve bir müddet burada kaldığını tasrîh etmektedir. Fârs-nâma müellifi de Bakli’nin bir müddet Mekke civarında ikâmet ettiğini ve tavafım ekseriyyetle Kâbe’nin damı üzarinde yaptığını zikretmektedir. Muhyi-d-Din 'Arabi   Futühât-i Makkige- sinde, bundan naklen de Nafahât'la , ayrıca ileride bahsedeceğimiz, Rüzbihân al-Bakli’nin Mekkede vukû bulan bir aşk mâcerâsının hikâyesi nakledilmektedir.

Fuiühât'ta geçen bu zatın, mevzuumuzu teşkil eden Irânh Rüzbihân al-Bakli olmadığı   hakkındaki görüşler her halde doğru olmamalıdır. Nitekim Muhyid-Din 'Arabi’nin eserinde bahsedilenin. Rüzbihân’i Misri olduğunu ileri süren Massignon da, başka bir yerde, bunun mevzuumuzu teşkil eden Rüzbihân olduğunu kabûl etmiştir.  Al- Bakli’nin Şâm seyâhatini kaynaklardan bâzıları zikretmektedir. Fakat, bu seyâhati hakkında hiç bir izâhat verilmemektedir.

Kaynakların bir kısmına göre   Rüzbihan al-Bakli, Abü Nacm Suhravardî ( 490 - 563 /1097 - 1168 )     ile birlikte, Iskenderiyye’de Silafı'nin yanında Şahih-i Buhârı'yi okumuştur.   Ancak Massignon     bu kaynaklarda geçen Rüzbihân’ın Nafahât al-uns (s. 480)’de hâl tercümesi verilmiş olan Rüzbihan'i Kazarüni olabileceğini ileri sürmektedir.

Son günleri, hastalığı, vefatı ve kabri

Rüzbihân al-Bakli’nin son günlerine dâir bilgilerimiz çok azdır. Yalnız 591 hicride onun mürşidi olan Câgir-i Kürdinin 48 Irakta vefât ettiğini ve aynı yılda Emir Tekle     (ölm. 591 1195) nin vefâtı ile yerine geçen Sa’d b. Zangî (591 -623 h.) Rüzbihan’a kötü muamelede bulunmuş, fakat neticede yine Sa’d b. Zangi ona hürmet etmeğe karar vermiştir. Mezkûr seneden sonra Rüzbihân al-Bakli, daha önce arapça yazmış olduğu Mantık al-asrâr ’ın     Farsça genişletilmiş bir tercümesi olan Şarh-i şathiyyât 58 adlı meşhûr ve en büyük tasavvuf! eserini yazmıştır.   Ömrünün sonlarında al-Bakli’ye bir nevi felç gelmiş fakat bu hastalık onun hâlinde hiç bir değişiklik yapmamış, ancak onun Tanrıya olan şevkini artırmıştır. Nitekim müridlerinden biri şeyhin bu hastalığa müptelâ olduğunu görünce, onu tedavi için kendisine söylemeden Mısır’a gitmiş ve hükümdarın hânesinden bir miktar halis balsam (pelesenk yağı) getirince, şeyhi kendisine: <Tanrı niyetinin mükâfatını versin  >. Hânkâhın dışında yatan bir uyuz köpek vardır, bu getirdiğin yağı köpeğe sür ve bil ki Rüzbihân dünyevî hiç bir yağla iyileşmez; bu gördüğün hastalık Tanrının Rüzbihân’ın ayağına vurmış olduğu bir aşk bağıdır ki, bu bağ Rüzbihân Tanrıya mülâki oluncaya kadar kalacaktır  > demiş. Nakledilen     bu hikâyeden, al-Bakli’nin ömrünün sonlarına doğru hastalanarak bir ayağından meflûc olduğunu ve hayatının sonuna kadar bu astahkla yaşadığı anlaşılmaktadır.

Şeyh Rüzbihân al-Bakli’nin, Muharrem’de (Muharrem ayının ortasında) 606 h. Temmuz i 209 m. yılında vefât ettiğini bütün kaynaklar ittifakla kaydetmektedirler. Ancak öldüğü sıradaki yaşı hakkında ihtilâf vardır. Torunu, Tuhfat al-zirfân adlı eserinde, onun bu sırada 84 yaşında bulunduğunu kaydetmektdir ki, buna ğöre onun 522/1128 yılında doğmuş olması gerekir. Âşâr al-cacam müellifi ise, Bakli’nin 80 yaşında iken vefât ettiğini söylemektedir. Bu iki rakamdan İkincisinin, yukarıda doğum tarihi için Bakli ’ nin imlâ ettirdiği Kitâb Maşrab al - arvâh adlı yazma nüshasının ketebe kaydına 67 dayanılarak verilmiş olan 526- 1132-  rakkamı ile telif edilebilmektedir. Buna göre 80 yaşında iken Muharrem 606 h. / Temmuz 1209 m. yılında Şirâz'da vefât etmiştir. Cenaze namazını Şirâz’ın Kâzi al-Kuzât'ı bulunan ve Şeyh Rüzbihan'a büyük bir itikâdı olan Sayyid Şaraf al-Din Mühammad b. Ishâk Husayni M kıldırmış, zamanın ileri gelenlerinden olup Kardüyah ismi ile tanınan Şeyh Abu'l-Hasan b. cAbd-Allâh telkinini yapmış ve eski ribât (Ribât al-kadim)’ın yanında gömülmüştür.   Buna sonradan yeni bir ribât (Hânkâh) ilâve edilmiştir.   Fârs-nâma müellifi   de Şeyh Rüzbihân’ın, Şirâz’ın Bağ-i nav (yani bağ) mahallesinin kabristanında bulunan kendi ribâtının yanında gömüldüğünü ve hâlen Rüzbi- hân’ın ribâtının ve türbesinin, Şirâz’ın < Bala-guft >  mahallesinde harap olmağa terk edildiğini ve Şirâz’ın avam halkının o büyük zât hakkında kâfi inançları olmadığından, gizlice hırsızlık yaparak, imâretlerinin taş ve tuğlalarını götürmekte olduklarını kaydetmektedir. Tarâ'ik al-hakâ- yik müellifi ise, Şirâz’ın güney doğusunda < Darb-i şeyh >  (şeyh kapısı   > mahallesinde bulunan kabrin ona izafe edildiğini ve hâlen tamire muhtaç bir vaziyette bulunduğunu, halkın o büyük ârifin tekkesinin eserlerini ortadan kaldırmakta olduğunu kaydetmektedir.   Âsâr alfaca m müellifi   de Şeyh Rüzbihân’ın mezarının < Bal - guft >  mahallesinde bulunduğunu ve türbesinin yüksek ve taştan olduğunu, türbenin etrafında taklar, evler, havlular ve sahanlıklar bulunduğunu fakat hâlen tamamı meskûn olan bir topluluğun tasarrufu altında bulunduğunu kaydetmektedir. Al-Bakli’nin cAbhar al-'-âştkin adlı eserini neşreden M. Mocin ve Henry Corbin önzözlerinde Rüzbihân’ın Şirâz’da bulunan kabri hakkında bazı tetkiklerde bulunarak mezarının fotoğraflarını vermişlerdir. Ayrıca İran Arkeoloji müdürlüğü kendilerine, kabrinin etrafında bulunan evlerin istimlâk edilerek türbesinin restore edileceğini de vadetmişlerdir.   734 h. sularında telif edilmiş olan Şirâz-nâma da ise al-Bakli’nin kabrinin cihânın ziyâretgâhı ve yer yüzü aşıklarının kıblegâhı olduğu kaydedilmektedir.   Kaynakların kabri hakkında verdiği malûmat, kabrinin 9/15. yüzyıla kadar bir ziyâretgâh olduğu ve 9/15. yüzyıldan sonra da Şiraz halkının al-Balfli hakkında iyi bir itikatları olmadığını ve bu sebepten de türbe ve hânkâhın imâretlerinin taşlarını söküp götürdükleri haleflerinin, Rüzbihân’ın kurduğu Rüzbihâniyya tarikatını çok zayıf düşürerek devam ettiremediklerini göstermektedir.

Çocukları

Rüzbihân’ın vâlideyni ve cedleri hakkında kaynaklarda hiç bir malûmata tesâdüf edemedik. Ancak, Tuhfat al-’irfân yazan Şaraf al-Din, ceddi Rüzbihân al-Bakli’nin, kabilesinin meşhûr ve marûf olan Deylemler'den   olduğunu, mensûb olduğu kabilenin de İrân’da hükümranlık yapmış bulunan Büveyhiler   ( 320 - 447 / 932 - 1056) ’nin zamanında bulunan Fârs  havâlisinde yerleşmiş olduklarını kaydeder. Rüzbihân’ın pederinin ulemadan olmayıp sebzecilik yaptığı al-Bakli nisbesinden anlaşılmaktadır.

Rüzbihân, zamanının büyük ârif ve âlimlerinden biri olan, Rüzbihan’ın kayın biraderi, Şayh cAli Sirâc’m   hemşiresi ile evlenmiş olduğunu Şadd al-izâr   ve Nafahât'la     geçen kayıtlardan öğrenmekteyiz. Bu izdivâcın neticesi olarak da iki oğlu ve üç kızı olmuştur. Ancak, şunu da kaydetmeliyiz ki, Kaşf al-asrâr   adlı eserindeki Rüzbihân’ın kendi sözüne bakılırsa, 570 h. yıllarına doğru Şirâz’dan Fesâ’ya gittiğinde zevcelerinden birisi vefât etmiştir. Bu kayda göre onun birkaç zevcesi olduğu anlaşılmaktadır. Oğullarından biri Şayi) Şihâb al-Din Muhammad diğeri de Şayh Fahr al-Din Ahmad’tir.

Şayh Şihab al-Din Muhammad b. Rüzbihân al-Bakli   Rüzbihân’ın büyük oğlu olup, pederinin hayatında vefât etmiş olan bu zât ancak zarûret hâlinde konuşur, şâir zamanlar susmakla yetinirdi. Fesâ’daki Ribât (hânkâh)’ında fakirlere hizmet etmekle meşguldü. Yirmi sene halka va'z ve nasihat etmiş kendisi âbid ve mütteki, hakikati gören bir zât olup,   Kur ân ve diğer dinî ilimleri tedris ile meşguldü. Geceleri kendisini en çok nefesinin ayıpları meşgûl ederdi. Başkalarının kusurları ile ilgilenmezdi. Kendisinin, Irâk-ı Acem nâhiyelerinde seyâhatte bulunduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca Fesâ’da bir Ribâtı vardı; babasından altı ay önce 605 h. /1208 m. yılında vefât etmiş ve Abü Zarca ribâtının yanındaki mezarlığa gömülmüştür.  

Şeyh Fahr al-Din Ahmad b. Rüzbihân al-Bakli Rüzbihân’ın küçük oğlu olup, bir çok fazileti ile birlikte devrinin mütedâvil bir çok ilimlerine de vâkıf bir zâttı. Kendisi aynı zamanda çok iyi bir vâiz olarak da tanınmıştı. Gençliğinde al-Bağavi’nin Maşâbih-al-Sunna     adlı eserini ve al-Gazzali (1058-1111 m.)’nın Şâfiî fıkıhı hakkında marûf olan ve çok okunduğu için şâfiî fukahâsı tarafında müteaddit şerhler yazılmış bulunan al -Vaciz   adlı eserinin tamamını ezberlediği rivayet edilir ve ayrıca, kendisinin telifleri ve arapça şiirleri de olduğu söylenir. Babasının kendisine benzeyen bu oğluna devamlı bir ihtimam gösterdiği ve bu çocuğu sebebiyle, meleklerin kendisine <  Abü Ahmad >  künyesini verdikleri rivâyet edilmektedir. 620 h. /1223 m. yılında vefât edip, babasının yanında gömülmüştür.  

Torunları

Şeyh Abû Bakr b. Şihâb-al-Din Mühammad b. Rüzbihân al-Bakli’nin büyük oğlunun oğlu olan bu zât müştâk ve mustağrak olup, yeğirmi yıl gündüzleri sâim, geceleri kâim geçirir, bütün ömrü boyunca hiç kimseye kızmamıştır. Fakîh Husayn b. Mühammad b. Salman’ın   dediğine göre, Şeyi} Şihâb-al-Din Şuhravardi (539-632/1145-1234)’nin   izni ile kendisine giydirilmek üzere gönderilen sûfîlik (şeyhlik) hırkasını onun elinden giymiştir. Vefâtı 641 h. 1244 m. yılında olup, pederinin yanında defnedilmiştir. Şeyh Şadr al-Din Rûzbihân-i Şâni b. Fahr al-Din Ahmad b. Rüzbihan, Rüzbihân al-Bâkli’nin küçük oğlunun oğlu olan bu zât güzel yüzlü ve hoş görünüşlü bir vâiz olup, fasîh bir dile, tatlı bir beyana ve yüksek bir mevkie sâhib idi. Hükümdar ve sultanlar, âyan ve eşraf kendisine tâzim ederlerdi. Câmi'i Atik ve Câmi i Sunkuri’de yüksek topluluklara vâz ederdi. Tercüme-i hâl sahibinin oğlu Şaraf al-Din Tuhfat al-irfan, adlı eserinde, pederinin Şeyhul İslâm Şadr al-Din Rüzbihân-i Şâni, halkı 60 yıl Tanrı yoluna dâvet etmiş olduğunu ve her yerde binlerce müridleri bulunduğunu, yıllarca al-Kâzi al-Kuzât Macd al-Din Ismâil al-Fâli       ve Şafi al-Din Abü’l-Hayr’ın       yanında kalıp tahsil yaptığını kaydeder  Kendisinden bir çok kerâmât rivâyet edilmiş olan bu zât 685 h-/1288 m. yılında Şirâz’da vefât etmiştir, pederi ve ceddi al-Bakli’nin yanında gömülmüştür  

Şadr Al-Din Rüzbihan Şanî’nin (Rüzbihan
al-Baklî’nin torunlarının) Çocukları

Şadr al-Din Rüzbihan-i Şani’nin kaynaklarda zikri geçen üç oğlundan birincisi, pederi ve ecdâdı al-Bakli’nin hâl tercümesinden ibâret olan Tuhfat al-‘irfan yazarı Şaraf al-Din İbrahim b. Rüzbihân-i Şani’dir  . Fasîh dilli bir âlim ve vâiz olup, kendi peder ve cedlerinin vâz ettikleri tarikat adâb ve usullerini iyi bilir, bunların bir çok hatıra ve menâkibini rivâyet etmiştir. Kendisinin güzel ve iyi bir dille yazılmış risaleleri vardır. Fakat biz burada yalnız, yukarıda bahsi geçen onun ceddi Rüzbihân al-Bakli’nin hayatı ve menâkibine dâir Farsça olarak yazmış olduğu Tuhfat al-'irfan fi zikri Sayyid al-Akfâb Rüzbihân adlı eserini zikretmekle yetineceğiz <  .

Şayi) clzz al-Din Mas‘üd b. Şaraf al-Din İbrahim b. Rüzbihân-i Şâni Şadd al-izâr müellifi Mu'in al-Din Abü’l-Kasim Cunayd-i Şirazi’nin de ahbâbı olan Şeyh ‘Izz al-Din hâlim, vakarlı, hoş sohbet ve çok seyahat etmiş bir sûfî idi; çok akıllı ve tecrübe sahibi bir zât olup, sûfîlerin ayin ve âdetlerini iyi bilir ve cedlerinden tevârüs ettiği hânkâhı tamir etmiş ve buna bir çok şeyler ilâve etmiştir. Mühim dinî günlerde tezkir yaparmış. İki defa yapmış olduğu yağmur duâsı.ıda ûlema ve sultanlar da kendisine muvafakat edip duasına katılmışlardır. Şadd al-izâr müellifi ise hatunlarda yanında oturduğunu onun sohbet ve yakınlığından faydalandığını kaydetmektedir  . ölüm tarihi kaynaklarda zikredilmemektedir. 700 h. ’den sonra ölmüştür. Şirâz’da Ribât-i ‘Alî’de metfundur.

Şayh Şadr al-Din Rüzbihân-i Şaliş b. Şaraf al-Din Ibrâhim b. Şayh Şadr al-Din Rüzbihân-i fâni Şadd al-izâr müellifi onu görmüş; o büyük meclislerin, büyük hâdiselerin vuku bulduğu günlerde, Peygamber’in vefâtı, emiru’l-mü’minin Husayn’ın taziyesinde ulemâ, selâtin ve kâdîlerin ölümlerinde tezkîr yaptığını; Muhaddis Şayh Siraç al-Din al-Kazvini (ölm. 750 h.)’den  Câmic-i Bağdad’ta hâdis okuduğunu ve ve bir çok itimâd edilir şeyhlerden rivâyetleri olduğunu, söyledikten sonra, iyi muâmele, mürüvvet, civanmertlik ve sabır gibi iyi hasletler sahibi bir zât olduğunu kaydetmektedir   700 h. ’den sonra vefât etmiştir.

Rüzbihan ailesinin şeceresi

Kaynaklarda bulunabilen ve buraya kadar kısaca hâl tercümelerinden bahsedilen Rüzbihân al-Bakli’nin âilesinin şeceresi şu şekildedir:

Rüzbihan al-Baklî'nin Hocaları

Rüzbihân al-Bakli’nin muhtelif ilimlere olan vukûfunun fevkalâde gayreti ile birlikte devrinin meşhûr ilim ve edebiyat erbabı sayılan hocalarına borçlu olduğuna işâret etmiştik. Yukarıda sadece isimleri zikredilen bu zevatın kısaca hâl tercümelerini burada vermeğe çalışacağız. Rüzbihân zamanının büyük üstâd âlimlerinden ilim tahsil etti. Bunlardan birincisi, Şirâz’ın en büyük camilerinden biri olan < Mascid-i camic-i atik   >m imâm ve hâtibi, şerî ilimleri çok iyi bilen ve muhakkik bir âlim olan Fakîh Arşad al-Din Abu ’l-Hasan cAli b. Mühammad b. cAli Nayrizi idi. Bu âlim uzun yıllar (rivâyete göre 70 yıl) halka fetvâ vermiş ve beliğ vâzlar yapmıştır. İyi ahlâk sahibi olup, beğenilmiş vasıflan ile halk onu çok severdi. Hadîs, tefsir ve Arap edebiyatı hakkında derin vukûfu vardı. Hadîs hakkında Tanvîr al-Maşâbih fi Sarh al-Maşâbih adlı eserini; tefsir ve tevîl hakkında 9 ciltlik Macma' al-Bahrayn adlı eserini; edebiyat sahasında da Bâkürat al-talab li-ahli’l-adab adlı eserini zikretmeliyiz.

Bir çok kıymetli tilmizi olan bu âlimin Rüzbihan hakkında şöyle dediği rivâyet edilmektedir:

<  Kıyâmet gününde tilmizler üstâtlarının şahsiyeti ile iftihâr ederler, ben ise tilmizim Rüzbihân ile iftihâr edeceğim.  > Mezkûr fakîh Rüzbihân’ın semâ meclisinde de bulunmuştur ". 604 1207 yılında, Rüzbihân’dan iki yıl önce çok ihtiyar olarak, Şirâz’da öldü ve kendi ribâtında defnedildi    Rüzbihân bilhassa fıkıh tahsilini bu âlimin yanında yaptı.

İmam Fahr al-Din Maryam.

Tuhfat al-'irfan müellifi Fahr al-Din Maryam'ı üstadları arasında saymakta ve iyi telifleri olduğunu zikretmektedir  .

Şadr al-Din Abü Tâhir Ahmad b. Mühammad b. Ahmad b. Mühammad b. İbrâhim Silafa-i Isfâhani  . Meşhûr muhaddislerden ve Şâfîi fakihlerinden olup, 478 h. sularında doğdu, tüm tahsil etmek için seyâhat etti ve 511 h. yılında İskenderiye’ye geldi ve burada ikâmeti ihtiyar etti. 'Âdil ismiyle mulakaap Iskenderiyye Valisi ‘Ali b. Sallar ki bu zât sonradan vezir al - £afir bi-Amrillâh lakabı ile Mısır Fâtimi halifelerinden biri oldu, onun için Iskenderiyye'de bir medrese yaptırdı ve tedrisini de ona verdi. Burada onun şöhreti etrafa o kadar yayıldı ki, uzak memleketlerden onun yanına ilim tahsil etmeğe geliyorlardı. Şadd al - izâr müellifinin tasrihine göre Rüzbihan al-Bakli Şahîh-i Üuhâri'yi Iskenderiyye’de ondan okudu; fakat yukarıda işaret edildiği gibi, Massignon Şadd al-izâr müellifi Rüzbihan al-Bakli'yi Rüzbihân-i Kâzârüni ile karıştırmış olduğu fikrindedir93. Her ne kadar kaynaklarda Rüzbihan al-Bakli’nin mezhebi hakkında her hangi bir kayda tesâdüf edilmedi ise de, hocalarının meşhur şâfiî fakîhleri olduklarını nazarı itibâre alarak şâfiî olduğunu söylememiz mümkündür.

Pîr ve Mürşidleri

Şayi) Camâl al-Din b. Halil Fasâi.

Rüzbihan doğum yeri olan Fasâ’da bulunduğu zaman onun ilk mürşidi mezkûr şeyhin olduğunu, kendi hâl tercümesini yazmış olduğu Kaşf al-asrâr adlı eserinde işaret etmiş bulunmaktadır  . Rüzbihân’ın bu şeyhi hakkında kaynaklarda şimdilik başka bir malûmata tesâdüf edemedik. Rüzbihân her halde gençliğinde, tasavvufa intisâp edişinin başlangıcında mezkûr şeyhten feyz almış olacaktır.

Şayh Câgir Kürdi.

Yukarıda zikri geçen bu şeyh Kürd idi. İrâk sahralarından Sâmarrâ’ya bir günlük mesâfede bulunan ve < Kanfarat al-Raşâş   > denilen bir çölde yaşamakta idi. 590-591 h./1194- 1195 m. yılında ölünceye kadar burada yaşadı ve kabri de buradadır. Nafahât tercümesinin müellifi, onun bâzı kerametlerini zikretmektedir . Rüzbihan al-Bakli Kaşf al- asrâr’ında onun 591 h./1195 m. yılında vefat ettiğini ve ilk mürşidi olduğunu zikretmektedir Şüphesiz Rüzbihân, ilk mürşidi olan bu zâtı ğençliğinde, takriben - yaşında iken yapmış olduğu seyâhatlerin- den birinde onu mezkûr yerdeki hânkâhında ziyâret etti ve bir müddet bu şeyhin yanında kaldı.

 Abu’l-Hasan Ahmad b. Muhammad b. Ca'far Bayşâvi’nin torunlarından olup, ibn-i Salbeh     ismi ile marûftur. Bir çok müridleri olan bu zât irfân erbabının önderi olup, kendi zâviyesinde sûfî meclisler yapar ve minberde beliğ- bir dil ve açık bir ifâde ile söz söylerdi- Onun tasavvuf hakkında ve diğer sahalarda muteber eserleri vardır. Gerek onun ve gerekse bir çok tarikat kurucusu olan sûfîlerin hırka giyme şecereleri meşhûr şeyh Abu ishâk Kâzarüni’ye varmaktadır. O bir çok kimseye hırka giydirmiştir. Rüzbihân al-Bakli de ondan hırka giydi. Sirâc al-Din 562 h./llt >6- 7 m. yılında Şirâz’da vefât etti ve <Sikkat al-Barâmika mahallinde, kendi dergâhında metfundur . Rüzbihân kendisine hırka giydiren şeyh Sirâc al - Din’den tasavvuf hakkında almış olduğu ilim ve irfanla tevhid rumuzlarını ve tefrid hakayikini istihrâç edebildi. Mezkûr şeyhi 562/1167’de vefât ettiğine göre Rüzbihân bu tarihten önce, takriben,  -  yaşlarında, genç denecek bir yaşta hırka giymiştir. Bir müddet sonra da kendi ismine izâfeten Rüzbihâniya  tarikatini kurmuştur.

Şayh Abü Bakr b. 'Omar b. Muhammad.

Barkar ismi ile marûftur. İşinde ve sözünde doğrulukla muâmele eden bu zât muammerinden olup, 115 seneden fazla yaşadığı tahmin edilmektedir. H. 420/m. 1029’den sonra vefât etmiş ve <Bih > ismi ile marûf olan, Şayh Abu ’l-Hasan 'Ali Kuvâri’yi   gördüğü ve Şeyh Abu ’l-Hasan de Şayh-i Kabir Abü 'Abd-'Allâh Muhammad b. Hafif Şirâzi’yi   gördüğü rivâyet edilmektedir. Buna göre eserlerinde Şeyhimiz diye zikrettiği Abü Abd-Allah Hafif Şirâzi’yi Rüzbihâ’nın şeyhinin şeyhi görmüş oluyor. Şayh Abü Bakr 540/1145 yılında vefat etmiştir. Başlangıçta Rüzbihân onun meclislerinde bulunmuş, kendi sözlerinden bâzılarını ona arzetmiş ve eserlerinden bâzılarını da ona okumuş olduğu zikredilmektedir. Onun hakikat ve maarifte çok büyük mevkii vardı. Şirâz’da, öldüğü tarihte bina edilmiş kendi ribâtında defnedilmiştir  .

MUÂS1RLARI

Rüzbihân’ın hâl tercümesini yazmış olan Tuhfat al- irfân müellifi, eserinin ikinci babında Rüzbihân'ın muâsın olan meşâyih ve ekâbiri iki kısımda anlatmaktadır . Birinci kısım, onun muâsın olup, Şirâz havâlisinden çok uzaklarda bulunan, kendisiyle mektuplaşmış olup, mülâkatları olmayan kimselerdir.

Biz burada bunların yalnız isimlerini zikretmekle iktifa edeceğiz:

  1. Şayh Şihab al-Din ‘Omar Şuhravardi ( 1145-1234 m.)  .

  2. Şayi) ‘Ali Lala.

  3. Şayh Nacm al-Din al-Kubrâ (1145-1226 m.)          .

  4. Şayh Nacıb al-Din 'Abd al-Hâlik Tustari.

  5. Tâc al-Din Mahmüd Ibşihi.

  6. Şayh) Şadr al-Din Mühammad Ibşihi.

  7. Şayi) Bahâ’ al-Din Yazdı ( 1167-1267 m.).

  8. İmam Fahr al-Din Razi (1149-1209 m.)3.

  9. Şayh Fahr al-Din Farisi.

Rüzbihân’ın muasırlarından ikinci kısım ise Şirâz ve havâlisinde yaşayan, Rüzbihân ile görüşüp sohbet eden ve kendisine sevgi ve hürmetle ihlâs izhâr eden kimselerdir. Burada haklarında kısaca malûmat vereceğimiz muasırlarından birincisi,

Şaraf al-Din Mühammad b. Islıâk Husayni’dir 8. Zamanının Kazi al-Kuzat-i ve çok kıymetli bir zât olan bu âlim, yıllarca Şirâz kadılığı daresininn mütevellisi idi. Tanrı dünya ve âhiret nimetlerini kendisinde toplamıştı. Ziraata elverişli arazi, mal, emtia, ev eşyası gibi pek çok kıymetli servete sâhib bir zât idi. Malından fukaraya da dağıtır, Tanrı nimetinin şükrünü bilirdi. Hükümdarlar ondan korkar kendisine hased ederlerdi. Bir defasında onun mevki ve azametinden, kendisine tâbi olanların çokluğundan korkarak zindana attılar. Onu çok seven ve zamanının nüfuzlu şeyhlerinden biri olan şeyh Zayn al-Din Muzaffar b. Rüzbihân b. "fâhir al-Rabici (ölm. 603/1206)      hemen akabinde Atabek Sa'd'ın sarayına giderek ateş 1 ateş 1 diye bağırdı, ne oldu diye sordular. Tanrı elçisinin oğlunu zindana attılar; korkuyorum ateş sizi kaplayacak diye cevap verip, onları ikâz etti. Atabek Sacd (ölm. < 1231)’ pişman olup, onun serbest bırakılmasını emretti. 641 h./ 1243 m. yılında vefât edip, kendi sarayında defnedilmiştır. Rüzbihân’ın da çok samimî bir ahbâbı olan bu âlim Rüzbihân'ı çok sever ona büyük bir güven ve itikadı vardı; zaman zaman Rüzbihân’ın ziyâretine gider veya her hangi bir meseleyi ona sordurturdu. bir gün mezkûr zât Şirâz’ın büyük kadılarından biri olan oğlu :Izz al-Din Ahmed’i Rüzbi- hân'ın yanma gönderdi; o anda Rüzbihân kendi odasına istirâhata çekilmişti, hizmetçiler Rüzbihân’a haber vermek istediler, kadı Ahmed bırakmadı ve geri dönmeğe koyuldu. Henüz evden dışarıya gitmeden Rüzbihân büyük bir zevkle odasından dışarı çıktı ve kendisinde hâsıl olan şevkinden dolayı onun peşinden koştu ve onu görünce birbirlerini kucakladılar. Kadı Ahmed, uykunuzu bozmak istemiyordum deyince, Şeyh Rüzbihân bu ân Resûlullâhı rüyâda gördüm, bana dedi : <Rüzbihân kalk, çünkü, oğlum geldi seni bekliyor >  diye cevap verdi. Çok yakın bir insanı olan Şaraf al-Din vefât edince Rüzbihân cenazesinin namazını kıldırmıştır .

2. Kâzi Sirâc al-Din Fali. Yalnız Tuhfat al- irfân müellifinin bahsetmiş olduğu bu zât Rüzbihân al-Bakli’nin muasırı olup, kendisini sevdiğini ve ona pek kuvvetli bir inan ve itikatla bağlı bulunduğunu zikretmektedir °.

3- Şams al-Din Türk. Rüzbihân al-Bakli’nin muasırı olan zamanın bu büyük âlimi, bir gün, al-Bakli’nin de şeyhimiz diye eserlerinde zikrettiği, Abü cAbd Allah Hafif al-Şirâzi’nin kabri başında büyük ve seçkin bir topluluğun da hazır bulunduğu bir ziyaret esnasında   Şams al-Din Türk’ün al-Bakli’ye bir şey konuşması için ricada bulunması, ona olan güven ve itikadını göstermektedir.

  1. Şayh Mu'in al-Din Abu Zar b. al-Cunayd al-Kiseki  . Yalnız Tuhfat al-cirfân müellifinin malûmat verdiği, Şirâz’ın müfti ve şeyhlerinden olan bu zât, Rüzbihan al-Bakli’nin çok yakınlarından olup, onun sevgisini kazanmıştır. Ona güven ve itikadı çoktu. Al-Bakli’nin ölümünden sonra bir gün ulemâ ve şeyhlerden bir topluluk Şeyh Mucİn al-Din’in meclisinde toplanmış bulunuyordu. Mucin al-Din’in hadimlerinden biri olan Abu Muslim-i Nami Rüzbihan al-Bakli’nin buyurduğu şu sözün mânasını, zamanının müftüsü ve şeyhi Mucin al-Din’den sordu : < 124000 Peygamberin gönül nehrinde akan su bugün Rüzbihân’ın gönül nehrinde akmaktadır, ondan bir yudum içmeyen bir kimse yoktur. >  Mu'in al-Din cevâben dedi: Ben de şeyh al-Bakli’nin fikrindeyim, şeyh al-Bakli’nin buyurduğu gibidir. Onun bu sözdeki akan su kelimesinin mânası İlmî marifet ve muhabbetine bir işâret idi.

  2. ctzz al -Dîn Mavdüd (573-663/1178-1264)  > . VII XIII. asır ariflerinden biri olan bu zât Şirâ?-name müellifi Abu’l-Abbâs Ahmad b. Abu’l-Hayr Zarküb Şirâzi 14 (ölm. takriben 750 h.’den sonra )’nin ceddi âlâsidir. İzz al-Din Mevdüd’un lakabı Zarküb idi. Bu lakab sonra onun çocuklarının lakabı oldu. Şadd al-izâr müellifi Zarküb kelimesini Zahabi ile tercüme etmiş ve kitabın bir kaç yerinde onun aile efradından bahsederken Zahabi tâbirini kullanmış bulunmaktadır > . clzz al-Dın Mevdüd al-Bakli’nin yakınlarından olup, en kuvvetli tâbîlerinden biri idi ve ömrünün sonlarına doğru al-Bakli’nin torunu Rüzbihan al- Sâni’nin kızı ile evlenmiştir.

Şaraf al-Din Tuhfat al-'irfan.'da, Rüzbihan al-Bakli’nin muasırlarından olup, Şirâz’ın etrafında yaşayan âriflerin aşağıdaki isimlerini zikretmektedir  

  1. Zâhid Abu ’l-Kâsim Câbiri. Büyük şeyhlerden olup, al-Bakli’nin hizmetinde bulunmuştur. Rüzbihan al-Bakli’yi çok seven ve ondan feyz almış olan mezkûr Zâhid’in al-Bakli ile olan bir hikâyesi şöyle rivâyet edilmektedir : Şeyh al-Bakli’nin kemâl mertebesi bana malûm olunca, içimde olan hüsnü itikâdım ve sevgimden dolayı kalkıp, hazreti şeyhe müteveccih oldum, Ribâta geldiğim vakit şeyhin müridlerini çamur işleri ile meşgul olduklarını gördüm. Müridlerin muvafakati ile içeriye girdim, onlardan ayrılınca Şeyh al-Bakli’nin yanına girdim. Ziyaretimi yaptıktan sonra huzûrundan bana ihsanda bulunmasını istedim. Derhâl şeyhin ihsanının izlerini içimde buldum ve bana birkaç sırrı keşf oldu. Keza ihsân olarak şeyh al-Bakli bana kendi ayakkabısını ve dört cübbe verdi. Bana bahşetmiş olduğu onun bu ihsanları, aslında bana mânâda bahşettiği bir ilerleme idi ve dört cübbe de onun bana verdiği Fars mülkü idi. Onun verdiği ayakkabıyı da cebime koydum ve uzun yıllar yanımda taşıdım, bunu muhâfaza etmekten bir çok hayırlı şeyler buldum. Yıllarca seyâhat ettim ve yerleştikten sonra, bir gün müridlerimin arzûsiyle, bütün mürid'erimle birlikte şeyhin ziyâretine geldim. Şeyh al-Bakli buyurdu : <  Ey Zâhid   hâl nasıldır?  > cevap verdim: <  Ey şeyhi zâhirde ve mânâda her ne buldu isem şeyhin ayağından buldum. >  Tuhfat al-’ irfan müellifi eserinde onun başka bir hikâyesini de nakletmektedir. Bu hikâyelerden mezkûr zâtın al-Bakli’nin teveccühünü kazandığı  anlaşılmaktadır.

  2. Şeyh Ku|b al-Din Mubârak Kumihri (Kuminî)  . Zamanın büyük şeyhlerinden biri ve al-Bakli’den feyz almış olan bu zât çok mücâhede ve riyâzet yapmıştır. Ezcümle birkaç defa çile çekmiştir. al-Bakli’nin tasavvuftaki yüksek mertebesi hakkındaki fikrini şöyle nakletmiş olduğu rivâyet edilmektedir:

<  Çekmiş olduğum çilelerden birinde, Şirâz hattı üzerinden göğe uzanan bir nûr görüyordum; âlem-i gaybten bana, bu nurun bizzat mübarek şeyh Rüzbihân olduğu bildirildi. Bu hâdiseden sonra şeyhin (al-Bakli’nin) yanına, (huzûruna) geldim, uzun müddet şeyhin hizmetinde kaldım, bir çok ihsanlar buldum ve ondan sonra da döndüm. <  Şadd al-izâr müellifi onun nispesini al-Kumini olarak zikretmiştir ki, bu da Şirâz’ın kuzey doğusunda 70 fersahlık bir mesafede ve serin iklimli marûf bir nahiyenin ismi olan Kumin'e mensuptur. Şirâz-nâma müellifi de nispesini Kumihri olarak vermektedir ki bu da o bölgede bulunan Küh-mihr (merhamet dağı) in muharrefi olan (Kumihr) ve aynı zamanda mezkûr bölgede bulunan bir dağın ismi ve bu bölgenin eski ismine nispettir. Şeyh Kutb al-Din Mübarek 607/1210’da Kumihr (Kumin)'de vefât etmiştir, ve burada bulunan kabri de buranın sakinlerinin ziyâretgâhıdır  

  1. Şeyh Şams al-Din Muhammad b. Şayi) Şafi al-Din Abü Muhammad cOsmân b. 'Abd-Allâh b. Haşan Kirmâni. Al-Bakli’nin muasırı olup, ona büyük bir itikat ve ihlâsı vardı; onun son zamanlarını idrâk etmiştir. 642 h./1245 m.'de vefât etmiş olan bu zât zamanının en büyük âlimi idi. Tanrı azâmetinin denizlerinde gark olarak, ekseriyetle vaktini mâsivadan fârig olarak geçirmiş; bir kaç defa Irâk ve Hieâz’a gitmiş. Halk onun hareketlerini, güzel huyunu ve iyi amellerini beğenir onunla ifcinâr ederlerdi 20.

  2. Şayi) Abu ’l-Hasan ‘Alı b. cAbd-Allah Kardüyah. Şeyh Rüz- bihan al-Be’li’nin muâsırı olan, onun meclisinde bulunan bu zât, ilim ve takvâ sahibi olup, zamanın büyük şeyhlerinden biri idi ve altmış yıl Şirâz’daki evinden dışarı çıkmamış ; ancak cuma namazını ve bâzı ihtiyaçlarını görmek için dışarı çıkarmış. Inzivâya çekilmezden önce Irâk, Horasan ve Hicaza seyâhat etmiştir. Hızır peygamber ara sıra kendisine görünür onunla sohbet edermiş. Bu zâtın Rüzbihân al Bakli ile olan şu hikâyesi menkûldür :

Bir gün şehir şeyhlerinin bir toplantısı vardı ve ezcümle Şeyh Rüzbihân al-Bakli de toplantıda bulunuyordu. Şeyh’in (al - Bakli’nin) ahvâli hakkında tefekküre dalmıştım. Tanrıdan bulmuş olduğum lûtf ve ihsanlar hatırımdan geçti ve benim makamım onun makamının mertebesinde mi ? yoksa değil mi ? diye düşündüm. Bu düşünce aklımdan geçince, Şeyh firâset nuru ile bunu bildi, bir hizmetçi çağırıp onunla bir şey danıştı, hizmetçi gelip kulağıma: <  Şeyh selâm söylüyor bu düşünceden vâz geç ve bu fikri kendinden uzak tut, çünkü bu gün yer yüzünde Rüzbihân'dan başka bu makam kimsenin değildir  > dedi. Zâhid Abu'l-Hasan derhâl yerinden sıçramış ve şeyhin ayaklarına kapanarak o fikrinden vazgeçmiştir.

Al-Bakli’nin hastalığında ve ömrünün sonlarında Rüzbihân’ın çoçuk- larının dayısı olan cAli Sitâc (ölm. 606 h.) ile birlikte ziyâretine giden Abu’l-Hasan’a 15 gün kendisinden sonra ona kavuşacağını bildirmiş ve yapmış oldukları sözleşmeye göre Abu'l-Hasan Rüzbihân’ın ölümünden 15 gün sonra muharremin sonu 60b h./Temmuz 1209 m. Yılında  vefât etmiştir. Şirâz’da kendi haıîresinde metfundur . Şeyh Abu'l- Hasan Rüzbihân’ın ölümünde onun telkinini yaptı.

  1. Şayh Camâl al-Din Savacı. Onun muasırlarından biri de büyük şeyh Camâl al-Din Sâvaci idi. Al-Bakli’nin ilim ve irfândaki fazileti ve büyüklüğü hakkında büyük bir itikat ve ihlâsı olan bu zâtın onun hakkında söylemiş olduğu şu hikâye Tuhfat al-cirfând& rivâyet edilmektedir  

Riyâzât ve mücâhedât sahipleri çoktur. Fakat, Rüzbihan’da hâsıl olan bu ihsân ve kemâl hiç birine nasip olmamıştır; bunu o, ancak Tanrının feyz ve lütfü ile bulmuştur fikri hatırımdan geçti ve biraz sonra, dalgınlığım esnasında, gökten yere doğru bir elbisenin seyrettiğini ve bütün halvet sahiplerinin bu elbisenin onlara ulaşmasını gözettiklerini görüyordum; hazır bulunan şeyhler topluluğunda o elbise, Şeyh Rüzbihân aramadan ona indi. Rüyada gördüğüm bu hâdiseden sonra Şeyh Rüzbihân’ın huzuruna gittim ve tarâvetle şeyhin elini öpme şerefine nâil oldum ve ona olan itikat ve ihlâsım daha da ziyâdeleşti.

Şaraf al-Din Tuhfat al-lirfân da zikretmiş olduğu kimselerden başka Rüzbihân al-Bakli’nin muâsırlarından olan aşağıdaki şahısları da zikretmek mümkündünr.

  1. Fakih SâJin al-Din Husayn b. Muhammad b. Salmân. Rüzbi- hân’ın muâsırlarından olup, büyük şeyhlerden idi. Kendisini ins ve cinnin müftüsü çağırırlardı. 40 defâ Hicaz’a seyâhat etmiş. Tanrı yolunda sabırlı olup, çok riyâzet yapmıştır. Şeyh Şihab al-Din tarikatından olup, onun elinden hırka giymiş. Kitap yazdı ve yıllarca ders yaptı. Şa’in al-Din bir şâfiî fakihî idi ve takva sahibi bir zât idi. Her ne kadar çok ısrar etselerdi sultanların mallarından hiç bir şey almazdı ve kendi çocuklarına saray kapularından uzak durup sakınmalarını tavsiye ederdi. Pederinden mirâs kalan bir tarlanın ziraatından maişetini temin ederdi. 664 h./1264 m. yılında Şirâz’da vefât etmiştir ve kendi hânkâhında medfundur  . Fakih Husayn Rüzbihan hakkında < O zevk sahibi, dâima vecd içinde müstağrak, bâtini (derûni) ateşinin yanmasının sükûnet bulmadığını ve göz yaşlarının dinmediğini, hiç bir vakit itmînân bulamadığını, hiç bir zaman nâle ve figandan kurtulamadığnı ve her gece ağlama ve inleme ile meşgul olduğunu >  dediği rivayet edilmektedir .

  2. Şeyh cAli Sirac. Bu büyük ârif Rüzbihan al Bakli’nin çocuklarının dayısı ve kayın biraderidir. Çok yüksek bir şan ve şerefe sahipti. Yukarıda bahsetmiş olduğumuz Abu’l - Haşan ile birlikte, Rüzbihân’ın hastalığında, ölümünden bir gün önce Rüzbihân'ın ziyaretine gidiyorlar. Rüzbihan yüzünü onlara çevirip dedi : < Geliniz bu fâni cismânî hayatın bağından kurtulup ebedî ruhanî hayatta bâkî olalım. >  Onlar da Rüzbihân'ın bu sözünü kabul ettiler ve Şeyh Rüzbihan dedi : Ben önce giderim, sen ey 'Ali 1 bir ay sonra, sen ey Abu’l-Hasan I benim göç etmemden 15 gün sonra, birbirlerini müjdelediler ve bir gün sonra Rüzbihân göçetti, diğer iki şahıs da onun söylediği vakitlerde göç etti. 'Ali Sirâc’ın vefâtı 606 h. Safer ayının ortasında vuku bulmuştur ki bu da Rüzbihân al-Bakli nin ölümünden bir ay sonradır

  3. Şayh Abü Bakr b. Jâhir Hâfiz. Şeyh Rüzbihân al-Bakli’nin arkadaşlarından olup, onun musâhibi idi. Abü Bakr’dan Rüzbihân hakkında şu hikâye rivayet edilmiştir : Her seher şeyhim ile Kur ân okurdum, bir aşer (Kur ân dan bir parça) o bir aşer de ben okurdum. O ölünce dünya bana dar oldu. Gecenin sonunda, kalkıp, namaz kıldım ve sonra şeyhin türbesinin başında oturdum, Kur’ân okumağa başladım ve ondan ayrılıp yalnız kaldığım için ağladım. Kur ân okumağı bitrince, kabirden şeyhin sesini işitim ikinci aşeri okuyordu. Arkadaşlar toplanıncaya kadar sesini işitiyordum, sonra ses kesildi. Bir müddet bu hâl devam etti; bir gün arkadaşlardan birine bu hâli söyledim ve bundan sonra şeyhin sesini işitemedim . Rüzbihân al-Bakli’nin en yakm arkadaşlarından biri olan Abü Bakr hakkında yukarıda verilen bilgilerden başka bir malûmata tesadüf edemedik.

Gerek Şadd al-izâr müellifi  gerekse Nafahüt müellifinin  tasrihine göre, Rüzbihan al-Bakli Abü al-Nacib 'Abd al-Kahir b. Abd-Allah Şuhravardi (ölm. 563/1168)  ve Abü 'Abd-Allâh Habari ile, yukarıda zikri geçen Silafi’nin huzurunda Şahıh-i Buhâri’yi dinlemişlerdir. Buna göre Şuhravardi ve Habari her ikisi de Rüzbihâ’nm ders arkadaşı ve niuâsırı idiler. Fakat daha önce de işâret edildiği gibi şimdilik buna tereddütle bakılmaktadır. Mezkûr Abü ‘Abd-Allâh Habari hakkında kaynaklarda, başka hiç bir bilgiye tesâdüf edemedik.

RUZBİHÂN’IN TASAVVUF İSTİDÂDI, RİYÂZETİ, HIRKA
GİYMESİ, HÂNKÂHI, VA'Z VE NASÎHATLARI

Rüzbihan’ın bundan önce bahsetmiş olduğumuz muasırlarının onun, ilim ve irfandaki üstünlüğünü ve iç âleminin kemâl mertebesini takdirle andıkları, yukarıda kendisi hakkında naklettiğimiz hikâye ve rivâyetlerden açıkça görülmektedir. Kaynaklar Rüzbihân-ı âriflerin sultanı, âlimlerin burhânı, âşıkların misâli ve abdalların serveri diye kaydetmektedirler. VII. (XIII.) asrın meşhûr sûfîsi Fahr al-Din-i ‘Iraki (ölm. 686/ 1287)   de bir şiirinde onu şöyle tavsif etmektedir:

Şirâz’ın piri şeyh Rüzbihân, Sıdk-u sâfâ ile ferîd-i cihân, O âşık ve âriflerin şâhı idi, O bütün erenlerin serveri idi  .

Rüzbihân’da yaratılıştan bir tasavvuf temâyülü bulunduğu anlaşılmaktadır. Nitekim daha çok küçük yaştan itibaren bu temayülünü izhar ettiği görülmektedir. 55 yaşında iken yazmış olduğu Kaşf al-asra r   adlı eserinde geçirdiği ruhî istihâleleri anlatırken daha üç-dört yaşında iken sokakta oynayan çocuklara Allâh'ın nerede olduğunu sorması ve buna < Allah şekil ve yerden münezzehtir  > şeklinde verilen cevap karşısında kendisinde bir vecd hâsıl olması ve bu heyecanla kendisine sonraları da sık sık vâki olduğu gibi bir takım nurların gözükmesi bunun en açık bir delilidir. Ancak o bu küçük yaşta onların ne olduğunu anlamamıştı. Daha sonra, yedi yaşına girince kalbinde zikir ve ibâdetle meşgul olma sevgisi hâsıl oluyor. Bu sevgisi neticesinde onun zikir dinlemekten ve inzivâdan hoşlandığı görülmektedir. Zamanla başlayan derin bir aşkla âdetâ kalbinin eridiğini hissediyor, ezelî varlığı düşünmeğe ve arada bir kendine gelen vecdlerle melekût âleminden bir takım kokular aldığını ifâde etmeğe başlıyor. Bu vecd ve heyecanın tesiri altında farkına varamadan devamlı olarak göz yaşlan döktüğü, daimî zikir hâlinde bulunduğu, bu arada bütün mahlûkat kendisine iyi bir sûret içinde görünmeğe ve her şeyi sevmeğe başlıyor. Kendisini tamamiyle riyazete, ibâdete ve münacâta veren müellifte mukaddes yerleri ziyaret etmek arzusu da doğuyor   Hattâ 15 yaşlarında iken birden bire hâtif’ten <  Sen bir nebî'sin  > diye bir ses bile duyduğu oluyor, ancak almış olduğu dinî terbiye, bunun doğruluğu hakkında kendisini şüpheye düşürüyor ve neticede buna inanıyor. Kendi ifadesine göre bu arada Hızırla görüştüğü de olmuştur. Nitekim o bunu şöyle anlat maktadır : Bir gün dükkândan tenha bir yere yıkanmak için gidiyor, birdenbire bir taraftan duyduğu bir ses üzerine, heyecana kapılıp:

  • Ey ses sahibi olan zât beni bekle >  diye bağırarak sesin geldigi tarafa doğru gidiyor ve yakınlarda bulunan bir tepeye geliyor. Orada sûfî suretinde çok güzel bir şahsın bulunduğunu görüyor ve huzurunda sessizce oturuyor. Bu zât, kendisine tevhîd hakkında birkaç kelime izâh ediyor Rüzbihan bunlardan hiç bir şey anlamıyor ve hiç tanımadığı bu zât ansızın kayboluyor. Bunun üzerine büyük bir yalnızlık içinde ve kaybolan zâtın sözlerinin tesiri altında bayılıyor ve gecenin bir zamanına kadar burada kalıyor ve sonra dükkânına dönüp, orada heyecan ve vecd içinde göz yaşları dökerek devamlı surette : < beni affet  beni affet  >  sözlerini içinden geçirip sabahlıyor. Sonra bu hâli sükûnet buluyor, fakat bir müddet sonra dükkânını terk edip, elbiselerini de yırtarak çöle gidiyor ve orada bir buçuk sene kalıyor; çöldeki hayatı daimî bir vecd içinde ve çeşitli hayaller görerek geçiyor. Kendi ifâdesine göre, burada yalnız kalmamaktadır; zira her gün

  • âlem-i gayb >  tan, kendisini ziyârete gelenler vardır. Bu visionlar (hayaller) arasında bütün kâinatı bir nur halinde müşahede etmektedir. Bir müddet sonra sükûnet buluyor ve artık her şey gözünde güzel görünmeğe başlıyor. Ancak müellifimizin gördüğü hayaller bu kadarla bitmemektedir. Onun evinde bulunduğu zamanlarda da bu şekilde sık sık hayâller gördüğü yine adı geçen eserinden anlaşılmaktadır. Nitekim kendi ifâdesine göre yine bir gün evinin damında bulunduğu sırada Tanrı’nın kadîm sıfatının azametinin tecellisini muazzam ve hudutsuz bir nûr hâlinde görmüş ve nûrun merkezinden farsça olarak, yedi def'a <  Ey Rüzbihan seni dost seçtim, sen benim dostum ve muhibbimsin, korkma ve üzülme, ben senin Tanrınım ve yapmak istediğin işlerinde senin muhâfızmım >  diye bir ses duymuştur. Bir defasında da mânâ âleminde şarkın dağlarında bulunduğunu, burada meleklerden bir topluluk gördüğünü. Şarktan garba kadar büyük bir denizin uzandığını ve bundan başka hiç bir şey görmediğini, meleklerin kendisine < Bu denize gir ve batıya kadar yüz >  dediklerini, kendisinin de denize girdiğini ve yüzmeğe başladığını, batıya geldiği zaman güneşin batmakta olduğunu, batı dağlarında meleklerden diğer bir topluluk gördüğünü ve bunların kendisine batan güneşin şuâlarından göründüklerini ve kendisine seslenerek yüzmeğe devam etmesini, batıdaki dağa vardığında meleklerin <  Bu denizi 'Ali b. Abi Jâlib’den başka hiçbir kimse aşamadığını  > dediklerini nakletmektedir. Bilhassa 'Ali ile ilgili cümle müellifimizin ehli beyte ve hazreti 'Ali'ye olan bağlılığını da göstermektedir. Eski sûfîlerin bir çoğunda rastlanılan bu gibi haller, tehlikeli denizin garba kadar aşılması gibi hususlar, kendi şahsi müşâhedelerine dayanmaktadır. Başlangıçta onda da mûtad sûfî tâbirlerine rastlanmak- tadın Onun batıya yüzmesi, yani zulmete doğru gitmesi (âbı hayata doğru gitmesi) nde, meşhûr İskender ve Hızır hikâyesinin tesiri görülür ki, bu da onun için gayet normaldir, çünkü Rüzbihan Kaşf al-asrâr'da Hızır ile buluşmuş olduğunu kaydetmektedir ve bir çok sûfiler gibi (meselâ Ibn-i 'Arabi gibi) Rüzbihân’da Hızır’ın mürididir. Nitekim Rüzbihan diğer bir yerde şöyle demektedir, ilk önce Hızır’ı gördüm ve sonra da şahıslarında kendi şahsımı gördüğüm iki şeyh gördüm ; Hızırı  gördüğüm zaman ulûm-i hakâyıktan (hakikat ilimlerinden) hiç bir malûmatım yoktu, Hızır bana bir elma verdi, bundan bir parça yedim o da bana hepsini ye dedi; halbuki bu benim yediğim kemmiyet ve çokluk idi, Arştan yıldızlara kadar hudutsuz bir deniz gibi bir manzara göründü ve bundan başka hiç bir şey görmedim, bu deniz de güneşin ışıkları gibi göründü; o zaman şaşkın bir vaziyette ağzımı istemiyerek açtım ve bütün bu ışık denizi içime girdi ve tek damlası bile kalmadı. Başka bir Vision (hayal) hâdisesini de şöyle anlatmaktadır: Bir gün, Rüzbihan evinde bulunduğu sırada bütün mahlûkatın bir evde toplanmış olduğunu ve burada bir çok lambaların canlı bir ışık verdiğini görüyor; fakat arada bir duvar bulunduğu için ışıkların bulunduğu yere gidemiyor, bundan dolayı canı sıkılıyor ve kendi evinin damına çıkıyor ; damda kendini çok güzel iki şeyh suretinde görüyor; burada hafif ve dumansız bir ateşin üstünde bir tencere duruyor, tencereden çok güzel ve çeşitli baharat kokulan alıyor. Şeyhlerden biri, güzel bir kâse ile içine buğday ekmeği sarılmış olan bir bezden ekmekler çıkarıyor, ekmeklerden birini kâseye koyuyor ve üzerine tencereden yemek döküyor, bu çok rakîk rûhânî bir yağdır, sonra her üçü bundan yemeğe başlıyor, şeyhlerden biri Rüzbihân’a soruyor, tencere içinde ne olduğunu biliyor musun ? O da bilmediğini söyleyince, şeyhlerden biri de Büyükayı’dan senin için getirdiğimiz yağdır diye cevap veriyor Rüzbihân bu hayal âleminden kendine gelince, derin derin düşünmeğe başlar ve ancak muayyen bir zaman geçtikten sonra bunun ne olduğunu anlar ; bunların da melekût âleminde bulunan yedi kutub'dan oldukları, yer yüzünde görünmeyen bu yedilerin derecesini bilmesi gerektiği kendisine bildiriliyor. Bunun üzerine o Büyükayı’ya yüzünü çevirip bakıyor ve bu yedi kutbun yedi delik teşkil ettiklerini ve bunların hepsinde Allâh'ın tecelli ettiğini görüyor ve kendisi <  Tanrım bu nedir?  > diye sesleniyor. Tanrı da, <   bu gördüğünü sen anlayamazsın; bu yedi delik. Arşın yedi medhalidir (giriş yeridir)  > diye cevap veriyor.

Onda da bütün sâfîlerde olduğu gibi, tasavvufta en yüksek mertebeye ulaşma arzusu vardır; ancak onda, sadece en yüksek mertebe olan Sayyid al-ak(âb (insân-i kamil) likten başka bir de gizli imamlık mertebesine ulaşmak arzusu vardır. İlâhî tecellî onda kırmızı bir gül renginde vuku buluyor ve her tarafını boyuyor; gölgeler bile kırmızı oluyor. Kendisine gözüken hayallerin esas rengi şarap ve kan rengi olan kırmızıdır. Allah bile ona mest bir şekilde elinde bir kadeh ile kırmızı şaraptan bir deniz üzerinde tecelli ediyor; bu şarap hakikatte maşûklarının, yani velilerinin kanı, kendisine duyulan iştiyâkın kanıdır. Rüzbihân bu şekilde tecelli eden Tanrı’ya eğer pişmanlığın gözyaşları meleklerin istedikleri şey ise, o zaman iştiyâkın gözyaşln nedir diye soruyor; Tanrı bu da benim içtiğim şaraptır diye cevap veriyor. Tanrı ezelî güneşin tulûundaki fecri abdal’ların kanı ile boyuyor; sonra da kendi merhametini bununla boyuyor. Rüzbihân bu visionda (hayalinde) kendi kanının da bu şekilde saçılmış olduğunu anlıyor, bundan ilk önce korku duyuyor, sonra kendi kanının da Allah tarafından gayb çarşısında (sûk-i gaybta) saçıldığını müşâhede ediyor; kelime-i tevhidi söyler söylemez kendi kanının Allah’ın kadehinin şarabı olduğu kendisine Allah tarafından gösteriliyor. Bn manzaradan, bu fikirden mest olup, zenciler gibi sevincinden raksediyor. Bir defasında da İlâhî sıfatların güzelliğinin önünde geçirdiği hayâlî bir geceden sonra dünya ona fecirde tamamen İlâhî bir hakikat ile dolu olarak tecelli eder. Rüzbihân kendinden geçer ve Allah’ın kendisine doğru yürüdüğünü görür, Tanrı raksa dâvet edip onunla raksediyor, bu vecd hâlinden kendine geliyor, ancak akşam olunca, Allah tarif edilemeyecek bir güzellik içinde tekrar geliyor ve vahdet denizi üzerinde ona kendisini gösteriyor. Bir vecd halinde de Cebrâil’in Arşın önünde elbiselerini yırttığnı, Münker ve Nekir’in ona iki âşık gibi geldiğini ve bu iki melek kabirde de kendisine aynı şekilde geleceklerini söylüyorlar. Oğlu Ahmad’ın hastalığında ve ev münakaşalarında Tanrı onu teselli ediyor ve uyku esnasında üzerine inciler saçıyor. Aynı şekilde Peygamber de özerinde bir aba ve başında bir külah olduğu halde Medine’de kendisini karşılıyor. Peygamberin ayrıca sol elinde bir yay ve bir kaç ok vardır; elini abadan dışarıya çıkarmış, ağzını açıp onun dilini emiyor; sonra da peygamberler, melekler ve azizler de Rüzbihân’ın dilini emiyor. Tanrı ona Adem’in suretinde tecelli etmektedir  . Bu rûhî istihâlelerden sonra (20- yaşları arasında) Rüzbihan Fesâ'ya dönüyor ve burada ilk önce Cemâl al-Din b. Halil Fasâ’i’nin  yanında bir müddet kaldıktan sonra Şirâz’a dönüyor ve burada çok sıkı bir riyâzete başlıyor. Nitekim bu arada Şirâz’ın etrafında bulunan <  Bamüy  > dağında yedi yıllık çok sıkı ve çetin bir riyâzet devresine girmiştir. Bu riyâzeti devresinde o, tek bir hırka giymiş ve yaz kış yıkanma ve abdest almağı aynı hırka ile yapmış ve hiç sırtından çıkarmamış. Müridlerinin getirmiş oldukları çaşitli yemekleri yemezmiş bunlar etesi gün vahşi hayvan ve kuşlara yem olurmuş. Bu dağda geçirmiş olduğu riyâzet hayatının onun üzerinde büyük tesiri olduğu anlaşılmaktadır- Nitekim kendisinin <   Ey Bamüy dağı I senin üzerinde bana birçok nurlar tecelli etti >  sözü bunu teyit etmektedir. Hiç şüphe yok ki diğer sûfîlerde olduğu gibi kemâl mertebesine ulaşmasında bu riyâzetlerin büyük tesiri otmuştur. yine bu arada Rüzbihân’ın günlük namazını altmış rekât kıldığı, geceleri ibâdet etmekle geçirdiği, çok ağlayıp sızlandığı, göz yaşlarının yüzünde izler bıraktığı da meşhurmuş    . Yukarıda zikri geçen ve Rüzbihân’ın muasırlarından biri olan Fakih Husayn, onun zevk sahibi, dâima vecd içinde mustağrak olduğunu, derûnî ateşinin hiç bir zaman sönmediğini, göz yaşlarının dinmediğini, hiçbir vakit itminân bulamadığını, nâle ve feryattan kurtulamadığını ve her gece inleme ve ağlama ile meşgûl olduğunu söylediği rivâyet edilmektedir  .

Rüzbihan geçirdiği bu çok sıkı riyâzetten sonra yukarıda kendisinden bahsetmiş olduğumuz Şayh Sirâc al-Din Mahmüd b. Halifa       (ölm. 562 = 1166 - 1167 )’nin elinden hırka giydiğini bütün kaynaklar teyid emektedir . Fakat onun otobiyografisi olan Kaşf al-asrâr da bu hususta hiçbir kayda rastlanmamıştır ,0. Rüzbihân’ın mezkûr şeyhten hangi tarihte hırka giydiği kesin olarak bilinmemektedir. Ancak Şirâz’da <  Bâb al-Hidâs  > ta  >  Ribat-i kadim (eski Ribât) ismiyle marûf olan ve kendisinin de medfûn bulunduğu hânkâhını 560 h. yılında bina ettiğine bakılarak, bu hadisenin bu tarihten önce vukubulmuş olması mümkündür.

Rüzbihan mezkûr ribâtını bina ettikten sonra, burada kendi mürid- lerini irşâd ediyor ve gelene gidene yemek veriyordu u. Yukarıda da işaret edildiği gibi Rüzbihan dergâhındaki müridlerini çalıştırır, onlara Çömlekçilik yaptırır ve yapılan çömleklerden elde edilen kazançlarla dergâhının bâzı ihtiyaçlarını görürdü.

Bir taraftan dergâhında kendi müridlerini irşâd etmekle meşğul olurken, diğer taraftan da camide ve husûsî meclislerde çok tesirli vâz ve nasîhatlarda bulunmakta idi. Nitekim kaynaklar Rüzbihan al-Bakli’nın Şirâz’da Câmic-i cAtik (eski câmi)’de ve diğer yerlerde 50 yıl kadar uzun bir süre boyunca vâz ve nasihat ettiğini kaydetmektedirler. Aşağıda bahsedeceğimiz hikâyelerden al-Bakli’nin vâz ve nasîhatlarının, muâsır- ları arasında çok büyük tesirler icra ettiğini ve seçkin meclislerde bile kendisinin söz sahibi olduğunu göstermektedir. Bakli Şirâz’a ilk gel diğinde vâz etmek için câmiye gittiği bir sırada, yolda bir kadının kendi kızına: <  Kızım   güzelliğini kimseye gösterme, zirâ o seni rezîl, bakîr ve itibarsız eder >  diye nasihat ettiğini işitir. Şeyh al-Bakli de : < Ey kadın  güzellik tenha ve yalnız olmağa razı değildir o her zaman aşkla bir arada bulunmayı ister. Çünkü onlar (hüsn ile aşk) ezelde biribirinden ayrılmamağa söz vermişlerdir  > diye cevap verince, yanında bulunan arkadaşları nâralar atmış, kendilerinde büyük bir vecd ve hâl hâsıl olmuş        .

Tufhat al-  irfan müellifi de aşağıdaki şu hikâyeyi rivâyet etmekledir .

Bir gün evliyâlar kutbu Şeyh Abü cAbd Allâh Hafifin - Tanrı ona rahmet etsin - kabrinin başında, Şirâz ve diğer yerlerden gelip biriken halk büyük bir halka şeklinde toplanmışlar. Zamanın ileri gelen şeyhlerinden Şams-ad-din Türk Rüzbihân’dan faydalı bir şey söylemesini rica etti- Rüzbihan <  Bu esrara lâyık bir kulak arıyorum  > diye cevap Verdi. Bunun üzerine Şams-al-Din Türk : < Şeyh Rüzbihan   Şeyh Abü Abd Allah’a söyle  > deyince, Rüzbihan kalktı ve sarığı başına koyup, yüzünü şeyhin kabrine çevirdi ve söze başladı, söyledikrinin tesiri ile heyecâna gelerek feryâdu figana başladılar, şeyhlerin ekserisi de hırkalarını yırttılar.

Ruzbihaniya Tarikatı

Dâimi bir vecd ve heyecan içinde ömrü geçen Rüzbihân al-Bakli'nin zamanında, bir takım âdâb ve erkânı olan teşkilâtlı bir tarikat kurup kurmadığı kesin olarak bilinmemektedir. Ancak bâzı kayıtlardan gerek fikirlerini, gerekse hâl ve hareketlerini benimseyen oldukça mühim şahsiyetlerin bulunduğu anlaşılmaktadır   Ayrıca 560 h.'de Şirâz’da bizzat inşa ettiği, ribâtmda bir çok müridinin bulunmasından, ihtimal sonradan kendi adı ile anılan Rüzbihaniya tarikatinin ilk temellerinin daha o zamanda atıldığı tahmin edilebilir. Nitekim bu tarikatin, post nişînlerini gösteren silsile-nâme Rüzbihân’ın adı ile başlamaktadır. Kendisinin ise, tarikat şeceresi ‘Abdullah b. Hafife kadar gittiğine bakılırsa, kendisinin de ‘Abd Allah b- Hafife izâfeten kurulan Hafifiya tarikatine mensûp olduğu anlaşılmaktadır. Ancak Hafifiya’nin muhtelif kollarından hangisine bağlı olduğu tesbit edilememektedir. Nitekim Tuhfat al-lirfânda Rüzbihân için iki tarikat şeceresi şu suretle gösterilmektedir            . Birincisine göre :

  1. Rüzbihân al-Bakli (ölm. 606 120?).

  2. Sirâc al-Din Halifa (ölm. 562 h.) n.

  3. Ahmad b. cAbd al-Karim.

  4. Hatib Abu ’l-Kasim Mahmüd b. Ahmad b. cAbd al-Karim.

  5. Hatib Abü Bakr b. Muhammad.

  6. Abü Ishâk İbrahim b. Şahriyar Kâzarüni (ölm. 426 h.) ıs.

  7. Husayn Akar (Abü ‘Ali Husayn b. Muhammad al - Âkâr ). (Fırüzâbâdi) (ölm. 352 h.)  > .

  8. Abü cAbd Allah Muhammad b. Hafif Şirâzi (ölm. 371 982). 10

  9. Abü Muhammad Ca:fer al-HazâJ (Abü Ca‘fer Haddad (ölm. 3 al h.) a.

  10. Abu ‘İmrân (Abu cOmar) iş(ahri (Abü ‘Omar ‘Abd al-rahmân)

  11. Abü Turâb Nahşabİ (ölm. 245 h. /859 - 860 m.) <  .

  12. Abü Müsâ Sarrai (Musa b. Zayd).

  13. Uvays al-Karani.

  14. Amir al-Mu’minin 'Ali b. Abi Jâlib.

  15. Peygamber.

Mucmal-i Fasihi müellifi de II. şahıstan sonra cûz’i bir değişiklikle aynı şecereyi tekrar etmektedir      .

  1. Abü Turab al-Nahşabi,

  2. Şafcik alBalhi (ölm. 195 h.).

  3. Davud al-Tâ’i.

  4. Habib a!-Ra‘i.

  5. Musa aI-Râ‘i.

  6. Uveys al-Karani

  7. ‘Omar b. al-Hatfâb ve ‘Ali al-Murta?â.

  8. Peygamber.

Rüzbihân’ın II. tasavvuf şeceresi büyük şeyh Abü ‘Abd Allah Muhammad b. Hafif Şirâzi’den sonra şu şekildedir s  

  1. Abü ‘Abd Allâh Muhammad b. Hafif (ölm. 371 982 ).

  2. Ruvaym Abü Muhammad Ruvaym b. Ahmad (ölm. 303 h./ 915-916 m.) .

  3. Cunayd (ölm. 298/910)  .

  4. Sari, Abu'l-Hasan al-Saka(i (ölm. 257 h./870 m.)   .

  5. Ma‘rûf Karhi (ölm. 200 h./8ı5 m.).

  6. Dâvud Tâ1!.

  7. Haşan b. Abu ’l-Hasan Başri.

  8. Amir al-mu’minin ‘Ali.

  9. Mühammad Muşjafa (Tanrının salât ve selâmı onun üzerine olsun).

Rüzbihaniye adını taşıyan ve Rüzbihan ile başlayan tarikatın silsile nâmesinde ise şu şahıslar yer almaktadır s 3,1

  1. Rüzbihan al-Bakli (ölm- 606/1200).

  2. Rüzbihân'ın oğlu Ahmad, Abu'l-‘Abbas,

  3. Rüzbihân’ın torunu, Sadr al-Dİn ‘Abü Mühammad Rüzbihân-i Şani (ölm. 685 h.) Tuhfat al-‘irfan müellifi İbrahim’in babası ve Rüzbihân-i Şâliş’in dedesi).

  4. ‘Abd al-Vadüd Haluvi Farid al-Din,

  5. ‘Abd al-Kâdir favusi,

  6. Giyâş veya Kivâm al-Din Mühammad b. Giyâş Kâzarüni,

  7. Nûr al-Din Abü ’I-Futüh Ahmad Javusi (ölm. 871 h.).

  8. ‘Ali b. Mühammad,

  9. Ahmad b. Mühammad Nahravâli,

  10. Kufb al-Dİn Mühammad b. Ahmad Nahravali (917 - 990 ’ı.),

  11. Ahmad Baba Südâni (963- 1032 h.; marûf Kâtı Tombukto),

  12. ‘Abd al-Kâdir Gassâni Fâsi (ölm. 1032 h.),

  13. ‘Abd al Kadir Fihrî Fâsi (Şâzali 1007 - 1091 h.)

  14. Mühammad Şagir (‘Abd al-Kadir Fihri Fasi'nin torunu (ölm. 1134 h.),

  15. Mühammad b. ‘Abdallâh b. Ayüb Tilimsâni,

  16. Murtazâ al- Zabidi (ölm. 1207 h./ 1791 m.).

ESERLERİ VE FİKİRLERİ

Buraya kadar hâl tercümesinden bahsetmiş olduğumuz Rüzbihân seksen küsür yıl gibi oldukça uzun süren ömrünün, üçte birini öğrenmeğe hasrettikten sonra arta kalan kısmını da son nefesine kadar Şirâz'daki kendi dergâhında ve câmide verdiği va’zlarla arapça ve farsça bir çok eserler yazmağa harcadı. Rüzbihân muhtelif ilimler hakkında, tefsir ve te’vîl, hadîs, fıkıh, itikad ve bilhassa tasavvuf sahasında çok kıymetli eserler yazmıştır. Tuhfat al’irfan müellifi şeyh Rüzbihân’ın altmış eserinin bulunduğunu işitmiş, fakat, ölümünden sonra, murûri zamanla bu kitaplarının dağılıp, çoğunun kaybolduğunu ve bulabildiklerini de mezkûr eserinde zikretmiş bulunduğunu kaydetmektedir. Tuhfat aTcirfan müellifi ile Şadd al-izâr müellifi ve onun nâşiri Kazvini'nin notlarda verdiği malûmatla birlikte eserlerinin tam bir listesi meydana çıkmaktadır ’. Muahhar kaynaklar da bunlardan tam veya eksik olarak Rüzbihân'm eserlerini zikretmektedirler. Fakat, zikredilen eserlerin bir çoğu bize kadar gelmemiştir. Günümüze kadar g’elmiş bulunan eserlerin bâzdan da başka başka isimler veya bir kaç isimle zikredilmektedir. Bu da eserin müellif tarafından vâzıh bir şekilde tesmiye edilmediği için, bunların sonradan müstensihler tarafından eserin mevzuuna bakılarak muhtelif şekilde adlandırılmasından ileri gelmektedir.

Rüzbihân’m eserlerini muhtelif noktai nazarlara göre bir tasnife tâbi tatmak mümkündür. Bunlar mevzûlara göre tasnif edilebildikleri gibi kazıldıkları dillere göre de tasnif edilebilirler- Fakat biz burada eser- er‘ni iki kısım halinde mütalaa etmek istiyoruz. Birinci kısımda günümüze kadar intikal etmiş bulunan eserleri, ikinci kısımda ise kaynaklarda zikri geçen ve bize intikal etmemiş olan eserlerinden bahsedilecektir.

  1. Gününüze kadar gelmiş olan eserleri:

1 Kitâb Maşrab al-arvâh al-maşhür ba- Hazâr-u yak (bi-alf va vâhid) makâm.

İlk olarak Rüzbihan al-Bakli’nin tasavvuf hakkında arapça olarak yazmış olduğu en mühim eserlerinden biri olan ve yalnız kaynaklarda ismi zikredilen, fakat şimdiye kadar hiç bir nüshası bilinmeyen eserlerinden bahsedilecektir. Yakında metnini neşredeceğimiz, şimdilik dünyada yegâne nüshası bilinen ve burada tavsifi ile birlikte genişçe muhteviyatından bahsedilecek olan, yukarıda ismi verilen eser, kulun sûfîliğe (tarikata) intisabından sonra mânevi yolculuğu esnâsında rûhi ilerlemelerde katetmesi gereken makamlardan bahsetmektedir. Aslında arapçada ismi mekân olup, namaz esnasında kıyamda ayağın durduğu yere ve ikâmet edilen yer mânâsına gelen makâm veya makâma kelimesi2, tasavvufta, kulun kendi cehid ve gayreti ile elde ettiği tarikat âdâbından her birine delâlet eder  Makâmlar aynı zamanda kulun kendi gayreti ile elde ettiği müktesebât ve işlediği amelleri de gösterir 

Bu tâbirin tarifinden de anlaşılacağı gibi, tasavvuf âdâbının her biri, Tanrı’ya doğru mânevi yolculuğa çıkanların uğramaları gereken bir makam, menzil farzedilmiştir. Bu konaklar muhtelif kimseler tarafından muhtelif şekillerde bir sıraya konulmuştur. Bu sıralamalar da kulun mânevi yolculuğu esnasındaki rûhi ilerleyişinden çok, sıralayanların takdirine tâbidir. Ayrıca bu konakların sayısı da muhtelif tasavvuf erbâbma göre birbirinden çok farklıdır. Nitekim, bunların sayısı,  bâzılarına göre kırk, bâzılanna göre yüz ve nihâyet bâzılarına ve burada kendisinden mufassal bahsedilecek olan Rüzbihân’ın mezkûr eserine göre de bin makamdır. Hâlen bu şekilde yazılmış ve bize kadar intikal etmiş bulunan tek eser budur.

Tamir görmüş, miklepli, koyu kahverengi meşin, cildin kenarlarının her tarafı yırtılıp, ortaları delik deşik olmuş, şirâzesi de dökülmeğe yüz tutmuş, eski bir cild içinde, 153 varak olup, 22,5XI3,6 (yazı ebadı : 14,5X7,5) cm.,  satirli ince güzel bir nestalik ile yazılmıştır, bâzı harflerin noktaları ihmal edilmiştir. Varak 6 a’nın kenarında sonradan yapılmış bir hâşiye bulunmaktadır. Mürekkep siyah, söz- başları kırmızıdır. Varaklarda rutubet lekeleri vardır; baştaki varaklarda kurt yenikleri olduğu için 1 b’nin bâzı yerleri okunamamaktadır. 7 Rebîu’l-evvel 812 hicride Ahrnad b. İshafc b. İbrahim al-Hasani al-Husayni tarafından istinsah edilmiştir. Müstensih bu nüshayı müellifin 16 Zi’l-kade 579 h. / Mart 1183 m. yılında 52 (elli iki) yaşında iken bizzat imlâ ettirdiği bir nüshadan istinsâh etmiştir.

Nüshanın başında bulunan isim kitabın ne mukaddimesinde ve ne de sonunda zikredilir. Müellif, istinsâh kaydından da görüldüğü gibi eserin mukaddime ve sonunda yalnız bin mekâm olan evliyâların makâ- mâtı tamamlandı tâbirini kullanmaktadır. Fakat, eserde ruhların zevk ve meyillerinden ve muhtelif makamlardaki hallerinden bahsedildiği için kitaba Maşrab al-arvâh ismi verildi veya müellif eserini bedihî olarak imlâ ettirdikten sonra eserin başına mezkûr adı koydurttu. Ayrıca, eserde rûhlann bin bir makâmından bahsedildiği için de, kitap sonradan Hazâr-u yak makam ismiyle iştihâr etmiştir.

Eserin muhteviyatı

Yakında neşredeceğimiz mezkûr eser dört sahifelik bir mukaddime le 20 bâb’tan ibârettir. Ayrıca, tarikat seyyidlerinin bir tâifesini temsil eden her bâb 50 fasla bölünmüştür. Fakat I. ve XX. bâb ellibir (51) fasıldır. Böylece eserdeki her fasıl bir makâmı izah ettiği için 1001 makâm oluyor ve bu sebepten eser sonradan <Hazâr-u yak makam siniyle şöhret buluyor. I. ve XX. bâb’m 51 fasıl oluşu müellifimizin, Serek bâbların başında her bâbın 50 fasıl olduğunu, gerekse eserin baş ve sonunda 1000 makâm olduğu kaydına aykırı düşmektedir. Bu da herhalde müstensihin bu iki bâb’ta her hangi bir faslı ikiye ayırmasından ileri gelmiş olacaktır. Müellif eserindeki her makâmı izâh ederken sözlerini tevil yolu ile âyet, hadis ve aşağıda isimleri zikredilecek °lan eski sûfîlerin ilgili makâmlar hakkında söyledikleri sözlere istinâd ettirmektedir. Ayrıca her faslın, izâh ettiği makamın sonunda kala el lArif (ârif olan dedi) deyip, her makâm hakkında son sözünü söyleyerek makâmın tarifini yapmaktadır. Müellifin bu tâbiri kullanarak kimi kasdettiğini ancak kendisi bilir. Nitekim müellif cArâiis al-bayân 6 adlı tefsirinde de eski âlim sûfîlerin sözlerinden uzun parçalar verdiği halde her defasında fikir sahibinin ismini zikretmemektedir. Belki söylenilen şeyler herkesçe malûm olduğu için, müellifin bu hâli de zamanının icâplarına göre uygun düşmektedir. Veya Müellif tevazû gösterip, ârif kimse de bu makâm hakkında der gibi bir tâbir kullanarak, bu tâbir altında kendi fikirlerini söylemiş olduğu da mümkündür.

Müellif eserin mukaddimesinde, eserin yazılış sebeplerini ve bâb- larının fihristini zikrederek şöyle demektedir :

< Hakkın câzibesi beni kulluk (ubûdiyyet) kapısına çekince, rubû- biyyet (ulûhiyyet) yaygısı üzerinde beni sâbit kıldı; mücerret olarak sırrı, kalbî değişikliği, aklın cevelânını, rûh sâhibi olan melekût âleminin letâifini ve mutlak kudretinin garibelerini bana gösterdi. Muhabbet şarabını t ana içirdi; gözlerimi mârifet sürmesi ile sürmeledi; cemâlini (güzelliğini) ve celâlini (büyüklüğünü) bana âşikâr olarak gösterdi; vuslatını bana ihsân etti. Beni hâllerde şâtir (mâhir) makamlarda fâ’fr (uçan) mârifette sâlik ve tevhidte mâlik (sâhib) kılınca, onun nimetlerine şükr ve hamd olarak, mürîdlere âriflerin bâzı makamlarından haber vermeği arzu ettim... Bu makamlardan ancak, onların anlayabileceği kadar, 1000 makâmı haber verdim ki, evliyâ yollarını, esfiyâ meslekleklerini ve Tanrı katında onlar için mevcûd olan lâtife ve şerefli makamları tanıyıp bilsinler. Onlar rûhlan ile şerefli derecelere yönelirler ve onlardan yüksek menziller ararlar. Çünkü, kul ile rabbî arasında menziller vardır, o menzillere girmeden ubûdiyyet ve rubû- biyyet hakikatlerini bilmezler, vuslatın zevkini tadamazlar ve müşahe- hedelerde muhabbet şarabının tadına doyamazlar; oralar imtihan ve tehlikeli yerlerdir; yolların tehlikelerinden o hakikat manâlara vâsıl olabilmek için, ancak o makamların içine düşüp, evâilini geçenler veya en yüksek derecelere varanlar kat’edebilir  >. Bundan sonra da ilk olarak, kendisinin münebbihi olan, Hızır (al-Hızr) Zu'l-Hün al-Mısri, Abü Yazid al-Bistâni, al-Cunayd ve Abü Bakr al-Kattâni’nin Tanrı ile kul arasında olan makâm ve engelleri hakkında söyledikleri sözleri naklederek şöyle demektedir ;

<  Hızır kul ile mevlâsı arasında bin makâm olduğunu zikretmiş; Zu’l-Nün ise kul ile onun (Tanrı) arasında bin ilim vardır; al Kattani ise bin makâm, al-Cunayd de Tanrı yolunda bin mâni (engel) ve bin saray (kaşr) vardır. Her sarayda yol kesenlerden bir yol kesici mürîd üzerine vazifelendirilmiş (muvakkal), yol kesicilerin her birinde diğerlerine nazaran başka bir aldatma yolu (usûlü) ile hile ve hiyânet (ğadr) vardır- Sâlik bu menzillerden birine gelince, yol kesen kendisinde bulunan bir şeyi ona verir sâliki yolundan meneder ve Tanrı ile onun arasına girer. İş bu derecede mühim olunca, muhakkak necat veren ve helâk eden şeyleri bilen bir âlim lâzımdır ki, makâmlann sırlarını sâliklere beyân ve musibetlerden (âfetlerden) kurtulma yolunu izâh etsin. Bu da Tanrı’nın (hakkın) nûri ile hakkın gaybma muttali olan kimsenin vasfıdır...  > demektedir. Daha sonra bâtinî ilimlere değinerek, bâtinî ilmin Tanrı ile evliyâlan arasında bir ilim olduğunu, evliyanın Tanrı’nın hâs kulları, enbiyâ ve Tanrı elçilerinin vekilleri olduklarını, onların sünnet ve âdabının yolları üzerine insanları (halkı) hakka kavuşturmak için yol gösterdiklerini kaydettikten sonra,Tanrı’nın yardımı ile yirmi bâb üzerine bin makâm yazdım; her bâbın tarikat seyyidlerinin her tâifesinin adlarını da zikrederek, her bâbta elli makâm zikrettim dedikten sonra, bâblann fihristlerini vermektedir.

Eserin muhteviyâtı hakkında umûmî bir bilgi edinebilmek için bâblarının bâzılarının isim ve muhtevalarından kısaca bahsetmek yerinde olacaktır :

  1. bâb (varak 3 - 10), meczûblar (Hakkın câzibesine tutulmuş olanlar )’ın makâmları hakkındadır. Bu bâbta rûhun cesede girmezden önce melekût âlemindeki hâlinden, sonra da rûhun sûret âlemine (cesede) girmesi, cesed âleminde terbiye ve rubûbiyyet ahlâkı ile tamamlanıp, tekâmül etmesi hakkındadır. Bu babın fasıl (makâm) larından,

  1. si (3) rûhun cesede girmezden önceki başlangıç hâlinin makâmı hakkındadır,

  1. fasıl (4b), rûhun Tanrı’nın hitâbını işitmesi,

15. fasıl (5b), rûhun sûret âlemine, cesede girmesi,

. fasıl (7), rûhun gaybî (ezelî) imânın nurlarını bulup, kendisinde hissetmesi makâmı,

  1. fasıl (9b), inâbe makâmı,

  2. fasıl (9b), ikbâl, kalbin Tanrı’ya yönelip ilerlemesi makâmı,

  3. fasıl (makâm) (9b = 10a), nefesin arzûlara muhâlefeti makâmı hakkındadır. Bu bâb yukarıda da işâret edildiği gibi 51 fasıldır.

  1. bâb (varak 10-17b), sâliklerin makâmları hakkındadır.

Bu bâbta kulun kaybetmiş olduğu şeyin kokusunu alması ve onu hulmak için hazırlık yapıp, yola koyulmasından bahsedilmektedir. Bir Çok ibâdet, riyâzet, mücâhedeler yaparak, Tanrı’dan korkma, perhiz, ühd, uzlet ve halvete çekilme ve şâir makâmlardan sonra bu bâbın s°nu olan inayet makâmına ulaşmasıdır. II. bâbın.

  1. faslı (10), tedârük (al-tedâruk) makâmı,

  2. fasıl, al-iktidâ (uyma, şeriat ve peygamber sünnetinin izinden ?ıtnıek) makâmı,

  1. fasıl (llb), halvet ve uzlete çekilme makâmı,

11. fasıl (12), riyâzet makamı,

  1. fasıl (17b), al-cinâyet (Tanrı’nın kulundan yanılma ve sürçmeleri yüklenmesi, üzerine alması, beğenilmeyen kötü şeylerin yerini beğenilen güzel şeylerin alması) makâmıdır.

İH. bâb (varak 17b-25b), sâbikîn (ileride bulunanlar). Bû bâbta kulun bütün avârizden kurtulup, temizlenmesi ve necât bulmasından bahsedilmektedir.

  1. fasıl (17b), selâmet (sırr’ın, nefsin muâraza ve tehlikelerden kurtulması) makamı,

  1. fasıl (17b), şerîati bilmek ( velâyetin şerîati bilmesi ve ona uyup, izinden yürümesi), makâmı,

. fasıl (21), infirâd (kadîmin hudûstan ayrılması) makâmı,

. fasıl (22), hicret ( âriflerin bu âlemden rûhlar âlemine göç etmeleri) makâmı,

50. fasıl (25b), necât (nekreden mârifaye çıkmak) makâmı hakkındadır.

  1. bâb (varak 25b - 41), şıddîkîn (Tanrı muhabbetine sâdık kalanların) makâmlan hakkındadır.

Bu bâbta kalbin ve nefsin temizlenmesi, onun murâkabesi, hakikat güneşinin kalbe doğması, iştiyâk duyduğu aşkının vâdine sadık kalması ve nihayet kalpte varlıktan hiç bir eserin kalmaması ile sona erer.

1. fasıl (25b), al-ictibâr (saf aklın İmân hûru'ile nurlandırılması ve gaybın hükmünü araması) makâmı,

  1. fasıl (İ6b), irâdet (Tanrı’dan bedîhi olarak muhabbetin kalbe düşmesi) makâmı,

23. fasıl (), Siddikin makâmı olan ticâret makâmı (bunlar bas( ve temkin’de oldukları için bunlara dünyada tasarruf câizdir),

  1. fasıl (40), velâyet, (al-valâyat, hakkın ahlâkı ile muttasıf olmak) makâmı,

50. fasıl (40), koruma (al-kilâ’at, Tanrının kulu himâyesine alması) makâmı hakkındadır.

  1. bâb (varak 41-50b), sevenler (al-muhibbin) in makâmlan hakkındadır.

Bu babta kulun Tanrı’ya karşı olan münasebetinden dolayı, kalbine ilhâm gelmesi ve kalbinde nûrların zuhûrunun başlaması ve bundan dolay kendisinde muhtelif hallerin meydana gelmesinden bahsedilmektedir.

  1. fasıl, vakt   (al-vakt, vâcidlerin sıfatı ile muttasıf olan ârifin kalbinde müşahedelerin bekası) makâmıdır,

  2. fasıl (41), vecd    ,

  3. fasıl (42b), tevâcüd <  ,

  1. fasıl (43), sevinç (neşâ|), sâdık kulların Hakkın feyzini idrâk ettiklerinden dolayı duydukları sevinç,

  2. fasıl (43), semâ  ,

  1. fasıl (44), raks makâmıdır.

Raks rûhun, ezel ziyâretgâhında Hakkın vücudünü hüsn (güzellik) elbisesinde gördüğü andaki inkılâbıdır.

50. fasıl (50), kulun muhabbetten dolayı aklını yitirmesi hakkındadır.

  1. bâb (varak 50b:=67b) müştaklar (al-muştakin, kulun Tanrın müşahedesine vâsıl olabilmesi için şiddetli arzu ve iştiyâk gösterenlerdin makamları hakkındadır.

Bu bâbta müştâk kulun Tanrı’nın müşâhedesine vâsıl olabilmesi 'Çin, nefis ile mücâhede, şeytan ile muharebe ve şâir muhtelif rûhî hareketlerin hallerinden bahsedilmektedir-

1. fasıl (51b), firâr (sıfatlardan zâta, hudûstan kâdîme kaçmak) makâmı,

21. fasıl (53b), nacât (mücâhede ile nefsinden ve muharebe ile Şeytandan necât bulması) makâmı,

  1. fasıl (55), ağlama (al-buka, müştak olanların en husûsi vasfı °lan ağlama, ruhların inleyişiyle ona (Tanrı’ya) uçması) makâmı,

50. fasıl (57b), müşâhede makâmındaki şevk (kulun mezkûr makâma geldiğinde hissedeceği ebedi iştiyâk) makâmı hakkındadır.

  1. bâb (varak 57b = 67b) âşıkların makâmlan hakkındadır.

Bu bâbta kulun âşıklar zümresine vardığında hissedeceği muhtelif evklerden bahsedilmektedir.

1. fasıl (58), al-zavk   (zevk, âşıkların tecellî denizlerinde garka yakın bir hâl ile mâna heyecanlarının tadını hissetmesinin başlaması) makâmı,

  1. fasıl (61), al-Şath (aşkta sıddîkîn şiarından olan Şath, vecd ve hâlin halâveti ile karışmış bir iddianın sıfatı ile kulûn meçhul ibarelerle sırrı açıklaması ve bu açıklamaların zahiri ilimde yanlış, bâtini ilim ve marifette ise sahih olması, yani rûh lisânı ile nutkun açılması ve hâllerin fiillere varması) makâmı,

  1. fasıl (63b), al-zabh (zabh, kalbin muhabbet bıçağı ve marifat kılıcı ile parçalanması) makâmı,

  1. fasıl (66), aşkın aslı hakkındadır. Aşkın aslı üç mertebe üzerindedir; insânî aşk, ruhânî aşk ve rabbânî aşktır, ilk aşk inşânı aşktır ve bu aşk ruhânî aşkın basamağıdır, ruhânî aşk ta rabbânî aşkın bir merdivenidir. Müellif bu faslı izâh ederken yunan feylesofu Heraklit (ölm. 576-480 m. önce)’ten aşk hakkında söylemiş olduğu bir sözü nakletmektedir.

  2. fasıl (67), şehvet makamıdır, insâni şehvet rûhânî şehvetle mürekkeptir ruhânî şehvet aşk, şehveti ile mürekkeptir, âşıkların şehveti de, ruhların âlemi efrâha (sevinçler âlemine) duyulan iştiyâkıdır.

50. fasıl (67b), al-faşl (ayırma, ayrılma), âşık olan ârifin Tanrı’dan Tanrı ile Tanrıda yokolması, makâmı hakkındadır.

  1. bâb (varak. 67b - 76b) âriflerin makâmları hakkındadır.

Bu bâbta ârif kulun mârifeti (Hakkın mârifetini) tanımağa başlaması, her şeyden kaçması, sükûn araması, tefekküre dalması ve diğer makâmlardan sonra, sonunda mârifetin hakikatlerini öğrenip, Allâh’ın isimlerinin nurlarını tecellî sıfatı ile bulup hissetmesinden bahsedilmektedir.

  1. fasıl (67b), al-bidâya (başlama) himmet kanaatlerinin mârifette yerleşip kalması makâmı,

  1. fasıl (68), tefekkür makâmı (tefekkür, kalplerin gayblerde cevelânı),

  1. fasıl (76), ârifin Tanrı’nın nât ve sıfatlar denizine dalıp yüzmesi makâmı,

  2. fasıl (76b), ârifin Allâh’ın isimlerinin nurunu tecellî sıfatiyle bulup hissetmesi makâmı hakkındadır.

  1. bâb (varak. 76b-87) şâhidlerin makâmları hakkındadır.

Şâhid, kulun kalbinde hazır olan şey, kalbinde ilgi duyduğu şey onun şâhididir. Şâhidlerin.

  1. faslı (makâmı) al-hazz (haz)'dır.

  2. fasıl (77), al-bast makâmı ’2,

  1. fasıl (86b), hilâfet makâmı, şâhid kulun kendini bu âlemde Tanrı’nın halîfesi görmesi,

  2. fasıl (86b), dâvet makamıdır ki, şâhid kulun hilâfet makâmı sıhhat bulduktan sonra, bilâ vâsıta ilhâm ve hitâb sahibi olur ve Tanrı ona kullarını velâyet, niyabet ve hilâfet lisanı ile kendisine dâvet etmesini emreden

  1. bâb (varak. 87-95b), al - mu’arrabin (Tanrı’ya yaklaşmış olanlar )’in makâmlan hakkındadır.

Bu bâbta kulun halktan uzaklaşması, Tanrı'nın hâs kuluna güzel isimleri (asma al-husnâ)’nin yollarını bildirmesi, Tanrının yakın kulunu, içinde haz bulunan bütün arzu ve şehvetlerden menetmesi ve nihâyet kulun Allah’ı bu dünyada görmesinden bahsedilmektedir.

1. fasıl, infirât (Allah’tan başka şeylerle meşgul olmama) makâmı,

  1. fasıl (87), esmâ-i husnâ’nın ilimlerinin makâmı ki, Tanrı kendine yakın kullarına hâs olan marifetini bilmesini murâd edince, güzel isimlerinin yollarını onlara öğretir.

  1. fasıl, nehy (Tanrının yakın olan ârif kulunu bütün şehvâni zevklerden menetmesi ve bunun da rubûdiyyetin ubûdiyyet üzerine istilâsı makâmı,

50. fasıl (95), Allah’ı cehren (açıktan) rüyeti (dünyada Tanrı’yı alenen görmesi) makâmı hakkındadır.

  1. bâb (varak. 95b-101b), muvahhidlerin makamları hakkındadır.

  1. fasıl, zâhirî gözle gaybubetleri görmesi makâmı,

  2. fasıl, tevhid makâmı,

  1. fasıl (96), kabz 12 makâmı,

  2. fasıl, bast 13 makâmı,

50. fasıl (101b), azm (al-cazm) dir. Bu makâm enbiyâ ve evliyâdan olan ehli kemâlin makâmıdır.

  1. bâb (varak. (101b-107) Tanrı’ya vâsıl olanların makâmlan hakkındadır.

1. fasıl, al-sıbğa (boya, renk) makâmı; kul bu makâma gelince Tanrı onun sırrını, kalbini, aklını, ruhunu, fıtratını ve bütün vücûdunu

kuds denizinin suyu ile yıkar, ulûhiyyet boyası ile onu boyar ve zâhir ve bâtını Tanrı’nın boyası ile münevver olur, nihâyet âlemde Tanrı’nın tecellisinin aynası olur.

  1. fasıl, melekût (al-malakût) makâmı,

48. fasıl, fena  (al-fenâ’) makâmı,

50. fasıl, kadîmliği, ezelî ligi kendi nefsinde görmesi (ru’yat al- kidamiyya fi nafsihi) makâmı hakkındadır.

Xlil. bâb (varak. 107’- 113") nakîblerin (al-Nukaba3) makâmları hakkındadır.

  1. fasıl, hilm (al-hilm) makamı,

  2. fasıl (107b), gazab (al-gazab) makâmı,

6. fasıl (108b), göz (al-cayn) makâmı,

  1. fasıl (109). uyku (al-navm) makamı,

. fasıl (109b), hakkı kendi nefsi üzerinde müşâhfde etmesi,

50. fasıl (126b), kuldan fazla ibâdetin kalkması makâmı hakkındadır.

  1. bâb ( varak. 113 - 119) esviyâ) (al-Asfiyâ3) makâmları hakkındadır.

1. fasıl, nûri ateşte görme makâmı,

  1. fasıl (114), ârifin dilinden düğümü çözme makâmı,

. fasıl (117), güneş, ay ve yıldızların ârifa secde etme makâmı,

45. fasıl (11b), ruhbâniyyet makâmı,

50. fasıl (119), eşyanın görmesi (ru’yat al-aşyâ3) makâmı hakkındadır.

  1. bâb (varak. 119-124) evliyâ makamları hakkındadır.

1. fasıl, bildirme (Hân), Allah'ın veliye velâyet şerefini bildirmesi makâmı,

21. fasıl (121b), cennet makâmı (makâm al-cannat),

50. fasıl (124), al-şanâ’u’l-hâşş (velî’nin Tanrı’yı kendine hâs bir dille medih ve senâ etmesi) makâmı hakkındadır.

  1. bâb (varak. 124-128b) necîbler (al - nucaba3) den esrâr ehli olanların makâmları hakkındadır.

1. fasıl, sıfatların meydana çıkması (burûz al-şıfât) makâmı,

  1. fasıl (124b), kudret sıfatının keşfi makâmı,

15. fasıl (125b), kadîm olan Tanrı’nın denizinde sıfatların zuhûru makâmı,

. fasıl (127b), hayretler içerisinde levâyihi 16 (içlerine gelen keşfin sırlarını) görmesi makamı,

50. fasıl (128b), kalbin fetrette salâbeti ve gaybte temkini makamı hakkındadır.

  1. bâb (varak 128b - 134b) seçilmişlerin makamları hakkındadır.

  1. fasıl, nimet ve istidrâc makâmı,

6. fasıl (129), ilmi mechûli keşf makamı,

13. fasıl (130), Tanrı’nın ârifin yüzüne gülmesi makamı,

. fasıl (132), cinni görmesi (rü’iyat al-cinn) makâmı,

50. fasıl (134), cennet sıfatlarının, nârın (cehennemin), mâlikinin ve yardımcılarının meydana çıkaması makâmı.

XVIII. bâb (varak. 134b-139b) müttefik, muâhidler (al-hulafa’) makâmlan hakkındadır.

  1. fasıl, gülmede ağlama (al-bukâ’ fi’l-?ahk) makâmı,

  2. fasıl, imtihanlardan çıkma makâmı,

  1. fasıl (135), ölümden önce azrâil aleyhisselâmı görme makâmı,

20. fasıl (136), meleklerle muhârebe makâmı,

. fasıl (138), melek, peygamber ve hurilerin elinden yemek yeme (akl) makâmı.

  1. bâb (varak. 139b-145) büyük, ulu ve sâlih (al-budala3) kulların makâmlan hakkındadır.

1. fasıl, efâlin şekillerinde bütün sıfatların gözü ile küll’i(tümü) ?örmek makâmı,

  1. fasıl (140), Kadir gecesini bilme makâmı,

  1. fasıl (141), illetten çıkma makâmı,

  1. fasıl (143), hakkın cemâlini görünce aşk arzusunun (şehvetinin) Salebe çalıp tahrik edilmesi makâmı,

50. fasıl, ilmin artması ve vecdin azalması makâmı hakkındadır.

  1. bâb (varak. 145- 153b) kutub ve gavslar (al-Ak(ab va al- ‘yâş)ın makâmlan hakkındadır.

1. fasıl, meleklerin (ârif kullardan) ilimlerin hakikatlerini öğrenmeleri makâmı, fasıl, meleklerin onların (âriflerin) kalplerine inmesi makâmı,

9. fasıl (146), kıyâmet sırlarının zuhurunu görmesi makamı,

11. fasıl (146b), kulun sırları bulması, vahyi işitmesi ve peygamberin gördüğünü görmesi makâmı,

. fasıl (149b), cansızlar (cemâdât) ın onunla konuşması makâmı,

  1. fasıl (152), tanrılık (rabbâniyyet) makâmı hakkındadır,

  2. fasıl (152b), bütün isimleri bilmesi (‘ilmu’l-asmâ’ al-kulliyya) makâmı hakkındadır.

Müellifin eserinde kendisinden önce yaşamış bir çok büyük sûfîlerin sözlerini nakletmiş olduğunu yukarıda işâret etmiştik. Şimdi de burada yalnız ilgili makamlar hakkında sözlerini naklettiği ve kendi tasavvuf! görüşlerini de dayandırdığı kimselerin isimleri verilecektir.

  1. İbn-i cAtâ’, Ahmad b. Muhammad b. Sahi b. cAta’ al-Adami ' (ölm. 309 921) 77. 86.

  2. Abü Bakr b. Sa'd 6b,

  3. Abü Bakr al-Kattânı " (ölm. 322/933 - ) 2b, 82b, 151b,

  4. Abü Turâb al-Nahşabl     (ölm. 245 859- 860) 149b,

  5. Abu'l-Husayn al-Zanci 144, 149b,

  6. Abui-Hasan b. Hind al-Şayh 150b,

  7. Abu’l-Husayn al-Nürı 19 (ölm. 295 907 - 908) 88b, 89 149b,

  8. Abü Hafş al-Haddâd   (ölm. 260 873-74’ten sonra) 66b,

  9. Abü Hamza al-Horâsani al-Şüfî   (ölm. 290 '902-903) 88b,

  10. Abü Sacıd al-Acrabi, İbn al-A'râbi   (ölm. 341/952 - 953 ) 57  >

  11. Abü Sa'id al Kuraşİ 67, 87,

  12. Abü Sa id al-Harrâz   (ölm. 277 890-891) 67,

  13. Abü Şalih   (ölm. 271 /884-891) 12.

  14. Abü cAbd Allah b. Hafif Şirâzi   (ölm. 371/981-982 ) 60. 60b, 66b, 81 84 89, Müellif bu zât için şeyhimiz ve efendimiz veya büyük şeyh tâbirlerini de kullanmaktadır.

  15. Abû 'Ali Mühammad al-Sakafi, Ustâz28(ölm. 327 '938-939)57% 58b.

  16. Abû Süleyman 76.

  17. Abû 'Ornar al-Dimaşki  (ölm. 320 931- ) 5b.

  18. Abû Naşr al-Sarrac  (ölm. 378'988) (al-Luma' adlı kitabın sahibi).

  19. Abû Yazid al-Bistami  (ölm. 234 veya 261'849-874) 2, 13, 61% 150%

  20. Anas b. Naşr 'ammi Anas b. Malik  (ölm. h. I. asırda).

  21. al-Cunayd  (ölm. 298/910) 2b, 59b, 61% 66b, 67b, 74b, 80% 95b , 144, 155, vrk. 61b’de müellif, al-Cunayd ve Akü Yazid al- Bistâmi’nin Şathiyyâtını şerhettig-ini kaydetmektedir.

  22. al-Haris al-Muhasibı  (ölm. 243/657) 25b.

  23. al-Harirı.

  24. al-Hallâc, Abu'l-Muğiş al - Husayn b. Manşûr b. al-Hallâc, Asad al-Şûfıya  (ölm. 309322) 5, 10% 18. 21, 60, 79. 87. 87b.

  25. Zu'n-Nün al-Mışrı  (ölm. 245/859) 2b, 11, 56, 59. 68. 85, 147.

  26. al-Rüzbari, Abû 'Adillah 'Ata al-Rüzbâri  (ölm. 369/979- 980) 87b.

  27. al-Sarî Sakafî   (ölm. 257'870) 70b, 71, 151%

  28. Sahi b. ‘Âbd Allâh al-Tustarî  (ölm. 283 veya 283/982- ‘3) 40% 149.

  29. al Şiblİ  (ölm. 334'946) 7% 41. 59b, 67% 80. 148b.

  30. Şaybâni Hud 72b.

  31. al-Jamistâni   (ölm. 340 951-952 yılından sonra) 84.

  32. 'Abd al-Rahmân al-lş(ahri   (ölm. 390 h. den önce) 110.

  33. cAlî b. Sahi   b. al Azhar al-lşfani al-Şufi (ölm. 250 h. 'den sonra) 64b, 147b.

  34. 'Ali b. Muhammad al-Daylami   (ölm. 4. h. asır) 66b.

  35. ‘Amr b. ‘Oşmân al-Makkî   (ölm. 291, 296-297/903, 908-909) 84.

  36. al-Kuşayri, 'Abdu’l-Karim b. Havazin       (ölm. 465,1072) 9.

  37. Muhammad b. al-Fa?l Abü 'Abdi’l-lâh al-Balhi 72.

  38. al-Naşrabâdi, Abu'l-Kâsim b. Muhammad     (ölm. 369 / 979980) 71. 96.

  39. al-Nüri, Abu’l-Husayn Ahmad b. Muhammad   (ölm. 295 907- > 08) 65.

  40. al-Nahracüri, Abu Ya'küb Ishâk b. Muhammad 48 (ölm. 330/ 941-942) 5.

  41. Hirakl al - Hakim 48 ( Heraklit, Yunanca Herakleitos ) 66b. milâttan önce (576-480 m.) yaşamış yunan feylesofu.

  42. Hişâm b. 'Abdan, Abû Muhammad al-Şirazi   (ölm. 390 h.'den önce) 149b.

  43. al-Vâsi|i       Abü Bakr Muhammad b. Musa (ölm. 320,932'den sonra) 6, 61. 67b, 71. 71b, 77b, 84b, 96.

44- al - Varrâk, 82 Abü Bakr Muhammad b. ‘Omar al-Varrak ak Tirmizi (ölm. III./XI. asır) 78.

45. Yahya b. Dâvud, 67

4). Yahya b. Mu'âz 83 (ölm. 258/875-76) 7.

  1. Yusuf b. al-Husayn, 146.

  2. Samnü.ı b. Hamza   (ölm. III./XI. asır) 50b.

Yukarıda sunulan listelerden de anlaşılacağı gibi müellifimiz Rüzbihân Maşrah al-arvâh isimli eserini yazarken bize kadar gelmemiş bir çok tasavvuf! eserlerden faydalanmış olacaktır. Fakat, yukarıda da işaret edildiği gibi, Abu Naşr al-Sarrâc’m al-Lumaz, al-Cunayd’m, ve Abu Yazid al - Bistâmi’nin Şathiyyâtı'nın şerhinden başka hiç bir kitabın ismini zikretmemektedir. Eser, eskilerin tasavvuf fikirlerini aksettirdiği için çok kıymetli olduğu gibi, tasavvuf tarihi bakımından da büyük bir ehemmiyet taşımaktadır. Tanrı’ya doğru manevî yolculuğa Çıkanların menzil (makam) terinin bin makâm olarak tasavvur edilmiş olması bakımından da hâlen bu sahada bilinen yegâne eserdir. Onun bu eseri sûfîlik hakkındaki kendi fikir ve akidelerinin anlaşılması için de çok mühimdir.

  1. Arâı’s al- bayan fi hakâyik al-Kur'ân.

Rüzbihân'ın Kur’ân'm te'vîl yolu ile tefsiri hakkında yazmış olduğu ve bize kadar gelmiş olan iki eserden biridir ss. Bu eserde al-Sulaml (936/1021 m.)’nın Hakayik al- tafsir'i  esas alınmış ve tasavvuf! Silâhlara çok geniş bir şekilde yer verilmiştir.  

Eser bâzan Mrö’is al-tanzil veya Tafsir al-zArâis olarak da anıılır. Te’vîl hakkında yazılmış en mühim eserlerden biri olan bu eser ‘r’ân’ın mânevi ve tasavvuf! bir şerhi olup, mukayeseli te’vil için de Çok mühimdir. Çünkü, Kur ân ın muhtelif âyetlerinin çeşitli zümrelerce oasıl anlaşıldığı ve bilhassa tasavvuf! bakımdan ne şekilde tefsir edilmesi lâzım geldiği etraflıca izâh edilmiştir. Aynı zamanda Rüzbi- ban’ın bu husustaki nokta-i nazarını ve takip ettiği yolu öğrenmemize ’oıkân vermesi bakımından ayrıca tetkike şâyandır. Nitekim Rüzbihân eserin mukaddimesinde bu tefsirinin tamamen te’vîle dayandığını, ‘İr'ân’ın bâtinî hislerle mânevi olarak izâh edilebileceğini, lâtif sözlerle Ve güzel ibârelerle Kur’ân'm hakikatlerinden, ince mâna ve beyânlardan aklına geleni ve kalbine doğanı zikrettiğini kaydetmektedir. Müellif bunu önce büyük Şiî imâmlarının ve sûfîlerin sözlerine istinat Girmekte sonra da kendi fikirlerini bunlara eklemektedir. Müellife £bre, Kur'ân’ın mânaları dörttür: I. ibâre avam (sıradan insanlar) için;

Şâre havas (hâs kulları) için; III. letâif (lâtifeler) evliyâ için ve  hakikatler enbiyâ içindir. Yukarıda da işaret edildiği gibi bu eserde de Rüzbihan seleflerinin sözlerinden çok uzun parçalar verdiği halde her defâsında fikir sahibinin ismini vermiyor; onun bu hali de zamanın icaplarına uygun düşmektedir. Eser 1301/ 1883 ve 1329 h.’de Hindistan'da taş basması ile basılmıştır M.

  1. Kitâb Manfık al-asrâr bi-bagân al-anvâr.

Arapça olarak tasavvuf sahasında yazmış olduğu bu eserinin yazılışını müellif şöyle anlatmaktadır :   Bir seyâhatım esnasında bir müddet Fasâ’da kaldım; şeyhlerin Şcthigyât'\n\ toplayıp, mutasavvıfların elfâzı ile Arapça olarak şerh etmek fikri aklıma geldi. Eski şeyhlerin dîvânlarını okudum; Bayazid-i Bistâmifölm. 234 veya 261 h.) ve Husayn b. Mansur Hallaç (ölm. 309 ‘922)’ın sözlerinde daha çok Şa|hiyyât bulunduğunu tesbit ettim. Aynı zamanda bu iki zâtın, bilhassa Hallac’ın Şathiygât'\n\ hepsinden güç buldum. Bu ilmin aydınlanması hakkında haset edenlerin gîbet ve iftirâlarından çok eziyet gördüm; nihnyet Şofh ilminin garibeleri hakkında tek başına bir kitâb topladim ve onu Manfık al-asrâr bi-bayân al-anvâr olarak adlandırdım. Şirâz’a dönüp kitabımı tamamlayınca aziz arkadaşlarım ve müridlerim Şat hl yy ât hakkında topladığım bu kitabımı Farsça olarak şerhetmemi istediler. Ben de güzel bir dil ile bu kitabı şerhettim ve Şath sahiplerinin adlarını da zikrettim. Rüzbihân’ın bu eseri hemen bundan sonra bahsedilecek olan Şarh-i Şathiyyât'ın Arapça redaksiyonudur. Kitabın muhteviyâtını mukaddimesinden d-: öğrenebilmekteyiz   .

Müellif mükaddimede : < hakikat ilimleri hakkında bir çok sûfîlerin dîvân ve eserlerini okuduğunu ve bu ilimlerin ekserisinin üç doğru ya üzerinde bulunduğunu gördüm.  > dedikten sonra şöyle ilâve etmektedir- Bunlardan biri Muâmelât ve riyâzet ilimleri..., İkincisi ahvâl, makâmât ve mükâşefât ilimleri..., üçüncüsü de esrâr ilimleri (ulûm-i esrâr) dır ki bu da üç mertebe üzerinedir. 1. si tevhîd ilimleri, 2. si maârif ilimleri  >

  1. mertebe de hakikatlerin ilimleridir. Hakikat ilminden olan bû üç mertebede üç lisân vardır. 1. si sukrın zıddı olan Sahv (ayıklık) dilidir  > bunu onlar İlâhî bilgiler için kullanırlar; 2. si temkin   dilidir ki, onlar   bu dil ile İlmî tevhîd hakkında söz söylerler; 3. sü de sukr   dilidir. Bu da remz, işaret ve Şatb dilidir; bu dil bizâtihi hakikatten bahsedildiği vakit kullanılır. Müellif, bu eserini rûhun bir nevî taşkınlığı olan şath'ı izâh için yazmıştır ve eserde bu hususta zamanına kadar bütün alışılagelmiş olan görüşler değişmiştir. Eser meşhûr ve en büyük sûfîlerin Şt4hiyyât-\ hakkında yazılmıştır. Bilhassa Bayâzid-i Bistami’nin safhiyyâtı çoktur. Müellif burada Hallac'm Kitâb al-Tavâsin’m şerhini, Ve eserin sonunda da büyük titizlikle yapılmış olan, tasavvuf İstılahlarının bir fihristini vermektedir. Rüzbihan < Şathiyyât >  lan sevdiği, bunlar üzerinde çok düşündüğü ve kendisi de söylediği için ona Şayh Şaft âh lâkabı verilmiştir.

Eserin halen üç nüshası vardır 63 ve şimdiye kadar basılamamıştır. Ancak, Massignon bu eserin içinde bulunan Hallâc’ın K. Tavasın Şerhinin bir kısmını basmıştır 8. Rüzbihan bu eserini 570 h.’de Fasâ’da bulunduğu zaman yazmış ve Şirâz’da tahta cülusunu beklediği Takla b. Zangi (571 -591 h.) için duâda bulunmuş 85; bu emir de mezkûr senede tahta oturunca Rüzbihân’ı Şirâz’a dâvet etmiştir.

  1. Şarh-i Şathiyyât.

Rüzbihan 571 h.’de Şirâz’a tekrar dönünce, bundan önce işâret edildiği gibi arkadaşları ve müridleri ondan, güç bir mevzûu işleyen

Mantık al-asrâr bi~bayân al-lanvâr adlı eserinden Irânlı sûfîl-r de ‘stifâde edebilsinler diye buna Farsça bir şerh yazmasını istediler. Müellif de mezkûr eserini sâdece Arapça’dan tercüme olarak yapmadı, belki genişleterek ve kendi şahsî tasavvufî tecrübelerini de ilâve ederek, peniden Farsça olarak kaleme aldı ve hacmi de Arapçasından üç misli daha büyük oldu. Binâenaleyh Farsça redaksiyonu yeni ve müstakil bir eSer saymamız doğru olur. Müellif bu eserinde zamanına kadar gelmiş alan tasavvufî fikirleri âdetâ bir araya getirmiştir. Arapça aslına 'btiyaç duyulmayacak şekilde genişletilmiştir. Bu eserin içinde Hallac’ın kavâsin şerhinin bulunması bâzan Şarh-i Tavâsin adını da almasına Sebep olmuştur. Ancak, Tuhfat al’irfân müellifine göre, Manfık al- Asrar..., Şarh-i Şathiyyât ve Şarh-i Tavasin her üçü de bir eserdir. avâsin şerhi, al-Hallac münasebetiyle L. Massignon tarafından tetkik Ve iki versiyonundan da bâzı parçalar neşredilmiştir  . Eserin Farsça   olan ikinci redaksiyonunun tamamı ise H. Corbin tarafından 1966'da Tahran’da basılmıştır

Tasavvuf bakımından kâmil bir mecmûa olan eserde Şath hâdisesinin etraflı bir izahı yapılmıştır. Bu eser bütün İslâm tasavvuf tarihi için de çok kıymetli ve mühim malûmatı ihtiva etmektedir. VI./XII asırdan bize intikal etmiş bu nevî eserlerin azlığ-ı göz önünde tutulursa onun ehemmiyeti bir kat daha artar. Ancak yapılan izahlar oldukça güç anlaşılmaktadır. Eserde, anlaşılması güç teşbihler, temsiller, istiareler ve hayaller yer almaktadır. Bir takım istilâh mahiyetinde kelimelerin izâhında Abu Naşr Sarrâc ( ölm. 378 / 988 ) ’ tan ilhâm alınmış olmakla beraber bir çok yerlerde kendi zevkine göre, bâzı izâhların verildiği de görülür.

Bu eseri ‘Abhar al-aşikin adlı eserinden daha mükemmel olup, orada müphem ve muhtasar olarak geçmiş olan meseleler burada daha mufassal bir şekilde ele alınmıştır.

Rüzbihân bu eserini yazmadan önce, al-Cunayd (ölm. 298/910) ve Bayazid-i Bistâmi (ölm. 234/ 849)’nm Şathiyât’ını şerhettiğ-ini kaydetmektedir M. Fakat bunların hiç biri bize kadar gelmemiştir- Şimdilik ancak, Rüzbihân’ın bu eseri ile eski sûfîlerden kimlerin Şathiyat söylemiş olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz.

Eserin muhtevâsı muhtelif sûfîlerin $afh tabirinin şümûlüne giren şözlerinin şerhine inhisar etmektedir. Müellif şath istilâhının izahında eski sûfî müelliflerden Abü Naşr al-Sarrâc (ölm. 378/9b8)’ın Kitâb al-Luma'~ adlı eserinden faydalanmıştır 69. Nitekim Rüzbihân Maşrab al-arvâh adlı eserinin 7. bâbı (âşıklar bâbı)’nın 17. faslı olan Şath makamını izâh ederken al-Sarrâc’ın mezkûr kitabından faydalanmış olduğunu kaydetmektedir  . Şath (Arapça ismi marra (def'a ismi şatho) ve bundan çoğul Şafahât) bâzı mutasavvıfların vecd ve istiğrak halinde, kendi irâdeleri dışında, mânasını düşünmeden söyledikleri, içinde bif iddia ve akla aykırı bir tarafı bulunan ve zâhirden şerîate muhâU görünen aşın derecede söz olup, bu söz kabul veya reddedilmedi#1 gibi, onu söyleyen de bundan dolayı muâheze edilemez  > .

Arapça f-f-h kökünden gelen bu kelime, aslında hareket, sarsıntı demek olup, unun elendiği ve dolayısiyle içinde fazla hareket vuku- bulduğu için de un anbarına miştâh denilir, III/IX. asırdan itibâren sûfîler tarafından benimsenmiş olan bu tâbir ile, onlar, vecd ve istiğrak hâlinde tecelliyâta gark olan kalp (sır) lerinin hareketini ve sarsılmasını kastederler. Bu hareket ve sarsılmaya marûz kalan sûfî, dinleyenin, Çok garip karşılayacağı, meselâ Hallâc’ın < Ben Allâh’ım  > veya başkalarının < Ben Hakk’ın bekası ile bakî, onun varlığı ile varım >  demesi gibi sözler söyler. İşte bu şekilde söylenmiş sözlere Şathiyat denilir. Abu Naşr al-Sarrâc   (ölm. 3/6/988) sûfîlerin bu şekildeki sözlerini, Çok dar iki kıyı arasında akan nehrin, kıyılara taşan dalgalarına benzetir. Ona göre, bu sözlerde İlâhî tecellîlerle dâimi bir hareket içinde olan sûfînin kalbinden dudaklarına taşan sırlardır. Bunları ancak bu hâli idrâk edenler anlayabilirler. Çok defa anlamayanlar tarafından tenkide mâruz kalan bu sözlerin sâhipleri, aynı mahiyette sözlerin Kur ân ve hadîste de bulunduğunu ileri sürerler. Onlara göre, Kur'ânda Allâh'a yad (el) ricl (ayak) v.s. isnâd eden ibâreler ve Peygamberin <  Allâh Adem’i kendi sûreti üzerinde yarattı  > <  Rabbi güzel bir sûret içinde gördüm  > şeklindeki hadislerde şath mahiyetindedir . Aynı rûhî hâl çinde söylenmiş olan bu sözlere, dört halîfe, sahâbe ve onlardan sonra gelen din büyüklerinde de rastlanmaktadır.

III / IX. asırdan itibâren Kur ân ve hadîste mevcut olan bu mahiyetteki sözler bir tarafa bırakılarak, daha ziyâde sûfîlerin bu tarzdaki sözleri revaç bulmuştur. Bu asırda bu şekildeki sözleri ile tanınmış sûfîler arasında en meşhurları Bâyazid-i Bis|âmi (ölm. 261/878) ve Sahi Tustârı (ölm. 283 / 845)’dir- Bunlardan birincisi <  kendimi her türlü eksikten tenzih ederim, şânım ne de yücedir. (subhâni mâ uzama fa’nı )ı ve İkincisi <  İşte devrimin velîleri karşısında Allâh’ın delili olan henil  > sözleri ile önlüdür. Müteâkip asırlarda Hallaç (ölm. 309 922)’a atfedilen başta meşhur <  Ben Hakk’ım (ana'l-Hakk) sözü olmak üzere daha bir çok sözleri vardır  . Bu nevî sözler sûfîyî istilâ eden ve ondan taşan bir vecd hâlini tasvir için söylenmiş sözlerdir. Tanrı manevî  tecrübe ile hakikate eren kullarının (evliyânın) kalb gözlerini açar mütehakkik olanların derece derece yükselmesine ve her defasında daha önce bilmedikleri bir mertebe ve bir derece keşfetmelerine imkân verir. Bunlardan her birisinde buldukları ve yaşadıkları derin hakikatleri bildirirler. Bu mertebelerde kendi Sırrında hissettiğini bir sûfî tavsif eder. Fakat onu açıkça değil de kendine hâs beyânı ve şahsî üslûbu ile anlatır Sûfî ulaştığı mertebenin fevkinde bir başka derecenin bulunduğunun farkında değildir. Bu merhale hedefe ve bütün intihâların fevkine (sonsuzluğa) varıncaya kadar devam eder. Rüzbihan Maşrab alarvâh adlı eserinde âşıkların bir makâmı olarak izâh ettiği ıŞath makâmında   şöyle demektedir : Âşık kul üzerine Hakkın cemâli ile uns gâlip geldiği vakit, Hakk ona cemâl sıfatı ile zâhir olur, visâlinin hissi ile lûtuflandınlınca kula sırların garibeleri açılır, imtihandan çıkartılır ve muhabbet şarabı ile mest olur; gök kubbesi aradan kalkar bas( nurları ve Inbisâf aydınlığı ortaya çıkar, kulun Allaha kavuşmadaki sevinci ve nâil olduğu yüksek makâmlar, vecd ve halinin halâveti ile karışmış olan iddiâ sıfatları, mechûl ibârelerle sırrı ifşâ etmeğe kendisini güçlü hissettirir. Bu sözler zâhiren sanki ilimde (şeriat ilminde) hatalı, halbuki onlar bâtinî ilim ve mârifette doğrudur. Bu hususta ârif kimse şöyle der : Şath sûfî kulun rûh lisanı ile konuşmasının açılması ve hissettiği hâllerin sözlere varmasıdır. Müellif kendisinden önce yaşamış bir çok âşık sûfînin vecd hâlinde söyledikleri Şathiyyât'ı bu eserde toplayıp şerhetmiştir. Burada şunu da kaydetmeliyiz ki, Rüzbihan, Şarh-i Şathiyyât'ta ve zAbhar al-( S şikin deki çok güzel inşâ üslûbu ile meşhûr Hâfizi Şirâzi (ölm 791 h )’nin rehber ve öncülerinden biri gibi görülmektedir 74.

  1. Risâlat al-Uns fi rüh al-kuds    .

Nüshalarına Kitâb al-’uns fi arvâh al-kuds,   Risâlat al-kuds’ Risâlat al-kudsiya 79, Kitâb Siynr ul-sulük adları ile rastlanılan bu eserde diğerleri gibi tasavvuf ile ilgili konuları incelemektedir. Farsça yazılmış olan bu eser Risâlat al-kuds adı altında Şirâz’da 1442 h. ’de taşbasması ile Sabcu'l-maşâni’nin haşiyesinde basılmıştır . Eserin, hâlen bilinen nüshalarının, mukaddimesinde müellif tarafından isminin tasrîh edilmemesi muhtelif isimlerle tesmiye edilmesine yol açmıştır. Risâlenin Paris ve Tahran’da bulunan iki nüshasından başka daha eski iki nüshası da Türkiye’de bulunmaktadır.

  1. İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi FY 144 tamir görmüş, miklepli yaldız zencirekli, kahverenhi bir cilt içinde, 8,5X16,8 sm- (yazı ebâdi 5,5 X 11,5 sm.) 18 satirli ince güzel bir talik ile 154 varaklık bir mecmua içerisinde vrk. 109b -152’ya kadar, takriben IX/XV. asırda istinsâh edilmiş güzel bir nüsha olup, mevcûd olanlar arasında en eski ve en iyisidir. Risâlenin hiç bir yerinde ismi zikredılmemiştir. 

Kitâb Siyar al-Suluk.

Tamir görmüş şemseli, miklepli kahverengi meşin bir cilt, 15,5X10  >9 sm. eb’âdında, 200 yapraklı bir mecmua içinde, vrk. 10b-’da, şikeste bir yazı ile yazılmıştır. 935 h. yılında, Yugoslavya’nın Manastır şehrinde Mehmed (Muhammed) b. Mustafâ tarafından istinsâh edilmiştir.

Eserin muhteviyatı :

Eserin mukaddimesinde müellif, bu risâlesini müridlerine bir nasihat ve pirlerini hatırlamağa bir vesile olsun diye aşk ve âşik şeyhlerin makâmları hakkında bir kaç fasıl yazmak istediğini bununla da tarikat sâliklerinin deveran edecekleri makamlarının, kanunlarının esas olarak 12 ilim üzerine olduğunu ve eseri 12 fasla (kısma) bölündüğünü zikretmekte ve ayrıca her faslı üç kısımda izâh etmiş bulunmaktadır.

  1. fasıl, tevhîd hakikatlerinin beyânı hakkında olup üç kısımdır :

  1. kısım olan tevhld-i âm, (Sıradan insanların tevhidi) hak yoluna irşâd edildikten sonra Hakkın nişânelerinde seyretmek ve akıl ve imân nûri ile Hakkı aramaktan ibârettir-

  2. kısım olan tevhîd-i hâs (hâs kulların tevhidi), bütün dünyayı (kevni) Hakkın azametinin nezdinde mahvolmuş görmek ve mevcûdatın Tanrı’nın rubûbiyyetinde yok olmuş olduğunu idrâk etmekten ibârettir.

  3. kısım olan tevhîd-i hâssu’l-hâs (Tanrı’ya en yakın olan kullarının tevhidi) Haktan Hakka seyretmektir. Bu da mukaddes rûhun hudûs âleminden temizlenip alâkasını kesmesidir.

  1. fasıl, marifet ilmi hakkındadır. Üç kısım olan marifetin hakikatlerinden birincisi, sıradan olanlara mahsustur ki, bu da isimlerin, sıfatların ve fiillerin şâhidlerinin ilmi hakkındadır,

  1. kısım, marifet-i hâs (hâs kulların marifeti) olup, bu da hallere, mükâşefelere ve makâmata âşinâ olmaktan,

  2. kısım, hâssu’l-hâs (en yakın kullarının marifeti) dir ki, bu da müşâhedâtm hakikatini bilmekten ibârettir.

  1. fasıl, insanların sonsuz olan hâllerinin   beyânı hakkındadır. Ancak, bu haller de üç kısımda izâh edilmektedir.

  1. kısım, sıradan insanlara âid olan hâl, zekâdan bir kıvılcımdır ki, onun yanması sâzmdan (sesinden) ve erimesi nâzından olur, onun vecdleri ( tevâcüdü ) varmamışlığından ve olgunlaşmamışlığından, rikkati gevşek oluşundan, sıcaklığı soğukluğundan, soğukluğu hoş gönüllülüğündendir, umumi insanın hâli bu kadardır ve onlar için bundan başka varacakları bir hâle yol yoktur.

  2. kısım, iyilere (hâslara) âid olan hâldir ki, hayatta lüzum ve lüzumsuzluk kalesini (nefsin lüzumlu ve lüzumsuz gördüğü her şeyi )< korku (bavf) mancınığının taşıyla virân etmektir.

  3. kısım, en iyi (hâşşu’l-âhş) kulunun halidir. Tanrının nûru, rûhun alnına (rûh tarafına) düşer, kendisini dâimâ bekâda ve fenâ (yokluk) ’dan sıyrılmış (kurtulmuş) bilir.

İV. fasıl, muâmelâtın hakikatlerinin beyânı hakkındadır. Muamelât makâmâtın ve makâmât 82 ise mükâşefâtın selidir, mükâşefât da müşâhe- dâtın kapılandır. Bütün makâmların esası olan muâmelât yedi kısımdır; bunlar da sırasiyle : Tövbe 83, takva 84, zühd  , fakr  , sabr  , tevekkül   ve rıza  'dan ibârettir.

  1. fasıl, mükâşefe ve müşâhede ilmine âittir. Enbiyânın hususiyeti, peygamberlerin mirâcı ve evliyânın doğru yolundan ibâret olan mükâ- şefenin hakikatleri ve müşâhedenin vâkıalan üç kısımdır.

  1. kısım, umûmun mükâşefede müşahedesidir. Onların müşâhedesiz mükâşefesi zihinlerine gelip, kendilerini sıkan şeylerin çözülmesine sebep olur. Ekseriyetle onların mükâşefesi uyku ile uyanıklık arasında olur.

  2. kısım, hâs kulların mükâşefesidir. Onlar lâhût gözü ile nasût'ta lâhûtu görsünler diye Tanrı kendi irâdesini tecdid etmek için her ân bu cevânınerdlerin murâkabesinde melekût sarayına girer.

  3. kısım, en mümtaz (hâssu’l-hâs) kullarının mükâşefesidir. Bu da. rûhlar sarayının kapularının açılması ve sıfatlar güneşinin nurlarımın zuhûru ... ve nihâyet onlar için hicâbın kalkmasıdır.

  1. fasıl, hitâb ilminin beyânı hakkındadır. Hitab makâmı, bütün nıakâmların hulâsasıdır; esrârın nihâyeti, rûhların terbiyesi ve zorlukların müfessiridir... Hitâb da üç kısımdır.

Umûma hitâb eden birinci kısım insanın yaradılışında mevcûd olan muâmelâttır.

  1. kısım, hâs kullara olan hitâbtır. Bu da muhtelif hallerde perde (hicâb) arkasından, vukû bulan hitâbtır.

  2. kısım olan hâssu’l-hâs (en yakınlar)’ın hitâbı, müşâhededir. Bu da tecrîd ehlinin üns haclesinde Haktan tevhîd dili ile hicâbsız İşitmeleridir.

  1. fasıl, semâ’ın bilinmesi ve onun beyânı hakkındadır. Semâ’ın kaideleri ve muhtelif şekilleri olup, başlangıç ve sonu vardır. Rûhların semâ esnasında lezzet alması muhteliftir. Makâma uygun olarak mukaddes rûhun ondan lezzet alabilmesi ancak mârifet saltanatının ehli için mümkündür; zirâ rûhânî sıfatlar cismânî tabiatlarla karışıktır, ârif tabiat pisliklerinden temizlenmeyinceye kadar üns meclislerinde yapılan semalardan dinleyici olarak lezzet alamaz. Evet, mevcûdâtta bulunan bütün canlılar semâ’a mâyildir; çünkü her birinin haddi zâtında bir rûhu vardır ve o rûhla yaşar, semâ bütün rûhların beşeriyet yüklerinden kurtulup, rahatlanmasına bir vesiledir; o insan seciyelerini heyecanlandıran gönül esrârının muharrikidir. Kemâl bulmamış olana semâ fitnedir, kemal bulmuş olana da ibrettir. Tabiatta canlı, gönülde ölü olanların semâ dinlememeleri gerekir, çünkü bu, tehlikeli neticeler doğurur. Semâ’da yüzbin lezzet vardır ve bu lezzetlerin biri ile yüzbin yıllık marifet yolu katedilir ki bu, hiç bir ârife hiç bir nevî ibâdetle müyesser olmaz... Semâ âşıklara mubah avâma haramdır. Semâ üç kısrmdır:

  1. kısım umûma âid semâdır ki, tabiatla duyulur ve nefsidir.

  2. kısım, hususa âittir, gönülle duyulur ve arayana aittir (tâlibîdir).

  3. kısım, hâssu’l-hâs semâdır ki, kullar onu canla duyarlar ve bu da muhabbete mensubdur (muhabbetidir).

  1. fasıl, vecdin   bilinmesi ve onun beyânı hakkındadır.

Vecdin hakikati tecelli nurlarından hazırlanır, müridlerin gönlü vecd ile perişandır, âşıkların canı vecd ile âsûdedir. Başlangıç vecd- dendir ve nihâyet de vecd iledir, beşerin seyri vecddendir ve gidilecek yol da vecd üzerindedir; bu da üç kısımdır.

  1. fasıl, rûiar ilminin beyânı hakkında olup, üç kısımdır:

  1. insanların avâm kısmı rûhu, vücûdun başlangıcı ve esâsı bilirler,

  2. hâs kısmı ise onun eserini insanların ahlâk ve hareketlerinde görürler,

  3. kısım olan hâssu’l-hâs kullar rûhu mûkâşefe âleminde görürler.

  1. fasıl, kalbin bilinmesi ve onun izâhı hakkındadır, bu da üç kısımdır :

  1. kısım olan umûmun bilgisi, kalbin ahlâkı üzerindedir.

  2. kısım, hâs insanların bilgisi olup, kalpte mükâşefenin şekilleri üzerinedir.

  3. kısım olan hâssu’l-hâsların marifeti ise kalpte müşahedenin nurlarını tanımasından ibarettir.

  1. fasıl, aklın bilinmesi hakkındadır. Tanrı âdemoğlunu akil ile bütün mahlûkata üstün kıldı ki daima ona itaatta bulunsun. Akıl dört kısımdır :

  1. kısım, garîzi akıl, Tanrının insanın tînetinde vazettiği şeydir...

  2. kısım, ilhâmî akıl, meleklerin insana zaman zaman hitab etmeleridir.

  3. kısım, mecâzî akıldır ki, Tanrının insanın idrâkinde yarattığı idrâktir.

  4. kısım, hakîkî akıldır ki, Hakkın vücûttan önce, hâlis nûrdan yarattığı akıldır.

  1. fasıl, nefsi tanıma hakkındadır. Bu da üçtür:

  1. nefsî emmâre,

  2. nefsi levvâme,

  3. nefsi mutmainne.

Nefsi bilme de üç kısımdır :

  1. kısım, umûmun bilgisidir ki, nefsin şerîate ve tarîkate uygun olmayan fiilleri tanımasıdır.

  2. kısım, hâs insanların mârifetidir ki, ulûhiyet âlemi ide rûhun Uçmasındaki hileleri, hakikatleri ve inceliklerini bilmesidir.

  3. kısım, hâssu'i-hâs kulun, nefsin mevcûdiyeti ve nereden çıkıp nereye döneceğini bilmesidir. Buraya kadar ihtisar ederek verdiğimiz muhteviyattan da anlaşılacağı gibi, müellif bu risâlesinde 12 fasıl içerisinde beyân ettiği sülûkün seyri hakkında hiç bir tatbiki izahatta bulunmadan, yalnız bölümlerin tasavvufî yönlerini izâh etmeğe çalışmıştır.

  1. Kitâb zAbhar al- âşikin.

Aşkın halleri hakkında Farsça yazdığı bu eser Rüzbihan’ın tasavvufa âid yazmış olduğu en mühim eserlerinden biridir- ı’abhar ortasına olan nergis manâsmadır  . Âşıkların canlarının burnunu güzel kokularla doldurduğu için müellif de kitabını güzel bir nergise benzetmiş ve ona < Âşıkların nergisi   mânasına gelen bu ismi vermiştir. Eserde aşk nazariyelerindeo, maddî ve mânevi (mecâzî ve hakîki) aşkın biribiriyle olan rabıtalarından, İlâhi aşk ile insani aşktan bahsedilmektedir. Bilindiği gribi Moğol hamlesinden önce bütün Farsça metinler Iran dili ve edebiyatı için kıymetli ve dikkate lâyıktır 82. Bu eser de altıncı asır Farsça metinlerindendir  . Ayrıca, sûfîyâne aşk ve g-üzelliğ-e, tapınırcasına hayranlık hakkında farsça yazılmış ilk eserlerden biridir ve esasen kitabın ana mevzuu aşk ve muhabbet üzerinedir. Nitekim müellif 4. fasılda aşkın çeşitlerini izâh etmiş bulunmaktadır . Bu kitapta daha çok kendi kalbine gelenleri ve yüksek irfânî fikirleri açıklamıştır. cAttâr (ölm. 1193 m.?), Mevlânâ (ölm. 1273 m.). Iraki (ölm. 1289 m.), Avhad al-Din Kirmâni (ölm. 1237 m.) ve Hafiz-i Şirâzi (ölm. 1390 m.) gibi âriflerin eserlerini anlamak için bu kitapta kasde- dilenleri bilip, anlamamız zarûrîdir. Kitap M. Mo'in ve H. Corbin tarafından. Farsça ve Fransızca birer önsöz ile neşredilmiştir Esere 10-11. h. asırda, Irân’da bulunan bir yazmanın  kenarlarına müellifi hâlen tesbit edilemeyen biri tarafından bir hâşiye yapılmıştır n.

  1. Kitâb Şark al-hucab val-astâr fi makömât-i ahli,' l-anvâr va'l~ asrâr veya Kitâb âl-ığâna.

Arapça olarak yazdığı bu kitabın esas ismi birincisi olup, ikinci ismi eserin mukaddimesinde bulunan bir cümleden alınmıştır. Peygamberin bir hadisi olan ve içinde bulunan al-iğöna (örtmek, kaplamak, paslanmak ) kelimesini müellif eserine konu yaparak bunu izâh etmektedir. Enbiyâ ve evliyâ için /ğânatu l-asrâr ve vucûbu l-anvâr mevcuttur. Bu da onlara Allah tarafından bir imtihandır. Eserin mukaddimesine göre, Rüzbihân bir gece uyanıyor ve kalbinde bir kitabın yazılması için İlâhî bir emir alacağını hissediyor, bunun üzerine düşünmeye dalıp emrin vuzûh kesbetmesini bekliyor ve nihâyet, <  benimle müminlerimin arasındaki makâmların aşılması sırasında rastlanılan hicâplann, perdelerin gizli manâları (esrârı) hakkında bir kitap telif et  > diye ilâhı bir emir alıyor. Bunun üzerine haline bakıp ne söyleyeceğini düşünüyor ve kalbine Peygamberin al-iğâna (kalbin paslanması) meselesine dâir sözü geliyor. Bu eserinde Allah’a vasıl olma yolundaki 66 hicâbi kozmolojik ve izâhlarla usta ve bu meselelere nüfûz edebilen bir şeyh olarak izah etmektedir. Bu kitab da Rüzbihân’ın diğer eserlerine benzemektedir. Çünkü burada da bütün ruhâni (manevî) hayatın esasını izâha çalışıyor. Kitâb henüz basılmamıştır   H. Corbin vermiş olduğu bir konferansta bu kitabın ana fikirlerinden de bahsetmiştir  > .

  1. Kitâb Sayr al-arvâh veya al-Misbâh fi mukâşafât ba ş al-arvâh.

Arapça olarak kaleme alınmış olan bu eserde, Rüzbihân sevdiği bir konuyu ele almıştır. Rûhların yaratıtmazdan önceki mevcudiyeti ile onların vücûde gelmesinden, insanın Tanrı şeklinde (sûretinde) yaratılışından bahsedilmektedir. Bu şekilde âşıklar, İnsanî güzelliğin sırrında Tanrı şeklinin izini tekrar bulmak istiyorlar. Müellif bu eserinde Tanrı’nın muhtelif tecellî şekillerini düşünüyor ve bunların mânalarını anlamaya çalışıyor : eserde bir çeşit narsizm nazariyesi ele alınmıştır. Tanrı kendi aksi olan insanda, güzelliğini temâşa etmekten hoşlanır. İnsan da kendisinin Tanrı’nın tecelligâhı olduğunu bildiği için. o da kendisine âşıktır. Eserde hemen hemen baştan aşağıya bu mevzu üzerinde durulmuştür. Bu eseri de henüz basılmamıştır ,0°.

  1. Kitâb (Risâlat) ol-nukât veya K. Ğalafât al-Sâlikin.

Farça olarak yazmış olduğu bu risâle sûfî istilâhların bir lûgatçe- 8dir. Bu eser Şarh-i Şathiyyât fihristinin bir hulâsası mahiyetindedir, blalen tek nüsha olarak Paris’te 101 bulunan yazmanın sonunda verilen elif tarihinden eserin 570 h. ’ de yazıldığı anlaşılmaktadır. Bu da ‘anfık al-asrâr'  yazdığı zamana tesadüf etmektedir. Muhtemelen Rüzbihân mezkûr kitabını yazdıktan sonra bunda geçen zor sözleri farsça olarak şerh etmiş olmalıdır.

  1. Kitâb Kaşf al-asrar va mukaşafat al-anvar.

Arapça olarak yazmış olduğu bu eserin ismini bâzı kaynaklar  Kitâb al-anvâr fi kaşf al-asrâr şeklinde zikretmektedir. Konya'da bulduğumuz nüshanın sonunda ise, ismi Kitâb Kaşf al-asrâr olarak kaydedilmiştir. 55 yaşında iken, 582-585 h. yıllarında yazılmış olan bu eser, Rüzbihân’ın rûhî hayatının âdeta günlük hatıra defteri mahiyetindedir. Burada çocukluğundaki ilk hayallerinden başlıyarak tasavvuftaki mânevi ve rûhî yükselişini, mükâşefe hâlinde başından geçen hâdiseleri ve müşâhede esnasında kendisine zâhir olan sırları anlatmaktadır. Din psikolojisi bakımından çok mühim olan bu eser, henüz basılmamıştır  .

1968 yılı yaz tatili esnasında, Anadolu kütüphanelerinde yaptığımız inceleme gezisi sırasında, Konya’da <  İzzet Koyunoğlu Müzesi  > kütüphanesinde bir mecmuanın içinde diğer bir kaç eseri ile birlikte bu eserin bir kısmını bulduk. Bu mecmuada şimdiye kadar bilinmeyen bir mikdar şiirine de rastlanıldı.

Mecmuanın tavsifi:

Konya, izzet Koyunoğlu Müzesi, kütüphâne kısmı (numarasız).

Miklepli, yaldız cedvelli, zencirekli, kırmızı renkli meşin bir cild içinde, 231 yaprak, 20,2 X 14,2 sm. ebadındadır; yazı ebadı muhteliftir, her sahifede 23 satır vardır, ince bir talik ile yazılmış olup, mürekkep siyah, söz başları kırmızıdır. X - XI. asırda istinsah edilmiş olup, müstensihleri belli değildir.

İçindekiler :

  1. cAzîz al-Dîn-i Nasafî (ölm. 691 -700 h./ 1292- 1301 m.), Zubdat al-hakâyik (varak l-27b), Farsça yazılmış olan bu eser, müellifin Risala-i mabda1 a ma‘âd adlı eserinin müellif tarafındın ihtisar edilmiş ikinci bir redaksiyonudur l0<.

  2. 'Abd al-Rahmân-i Carnİ(ölm. 898 h. /1492 m.) (varak 28M1-), Kaşf al-hakayik fi 'hail al-dakâyik. Müstensih tarafından Cami ye izafe edilen bu risalenin, müellifin eserleri listesinde adı geçmemektedir

  1. Rüzbihân al-Bakli, Kitâb Kaşf al-asrâr (varak 59-66). Arapça yazılmış olan bu eseri ihtiva eden yapraklarda rutubet lekeleri vardır. Her sahifede 2s satır bulunmaktadır. Yazı ince bir talik olup, eserin bâzı yapraklarının haşiyelerinde sonradan yazılmış fevâid vardır. Ayrıca, müstensih bir takım kısaltmalar da kullanmıştır. Istinsâh tarihi ve müstensihi malûm olmamakla beraber, yazı ve kâğıdından hicrî X.-XI. asırda istinsah edilmiş olduğu söylenebilir.

Bu çalışmada metni sunulan eserin, diğer nüshalarına nazaran ihtisar edilmiş olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim hususî ellerde bulunan nüshaların muhtevasından bahseden eserlerde anlatılan hikâyelerin bir kısmının burada metni sunulan nüshada bulunmayışı bunu isbat etmektedir. Eserin bu nüsha dışında iki nüshası daha vardır- Bunlardan biri Massignon’un hususî kütüphanesinde olup, 665 hicrî tarihini taşımaktadır. Diğeri ise irân’da bulunmaktadır  . Bu iki nüshanın şimdilik bir fotokopisini elde etme imkânı bulunamamıştır. Ancak, burada müellifin düşünce tarzı hakkında bir fikir edinmek için, elimizde fotokopisi bulunan yazma nüshanın metni sunulmakla iktifa olunmuştur.

Eserin mevzuunu, Rüzbihân'ın rüya (mâna) âleminde gördükleri teşkil etmektedir. Ancak, müellif bunları ya bizzât yazmış veya talebelerine imlâ ettirmiştir.

Sûfiler arasında çok ehemmiyet verilen rüyaya, Rüzbihân’ın da büyük bir yer verdiği anlaşılmaktadır. Rüya aynı zâmanda onun rûhî ilerlemesinin tayini hususunda da işe yaramaktadır. Nitekim o, Allâh’a doğru çıktığı mânevi yolculukta hangi konakta (makâmda) bulunduğunu muhtelif zamanlarda gördüğü bu rüyalar ile tâyin etmektedir. Bu eser ayrıca, Rüzbihân’ın çok geniş bir muhayyileye sahip olduğunu da göstermektedir.

  1. Rüzbihan al-Bakli, Eştir (varak 66b-73b). Sûfîmizin kaside ve gazel tarzında yazılmış olan buradaki şiirleri arasında, biri üç beyit, diğeri ise iki beyit olan iki arapça şiir parçası da bulunmaktadır. Fakat, bu iki şiirin şâirimiz Rüzbihân'a aidiyetini şimdilik tereddütle karşılamaktayız. Diğer on farsça şiiri ile birlikte 406 beyit tutan şiirlerinin tamamını bu çalışmanın sonunda vermiş bulunuyoruz.

  2. Rüzbihan al-Bakli, Risâla-i Kudsiya (varak. 74"-94<  ). Sûfîmizin bu eserinin bahsi, yukarıda eserleri kısmında Risâlat al-uns fi ruh al-kuds adı altında geçmiş bulunmaktadır. Nüshanın istinsah kaydı yoktur. H. X.-XI. asırda istinsah edilmiştir.

  3. Rüzbihan al-Bakli, Kitâb Sayr al-arvâh (varak 109b-116b). Bu eserinin de bahsi yukarıda geçmiştir. Bu nüsha h. 1050 yılında istinsah edilmiştir. 117"-121" varakları arasında bâzı fevâid vardır.

  4. Rüzbihan al-Bakli, Kitâb ‘Abhar al-câşikin (varak 121b-222b). Basılmış olan bu eserinin bahsi yukarıda geçti. Muahhar bir nüsha olmakla beraber iyi bir nüshadır. H. 997 yılında, Hacı b. Muhammad b. Zayn-al-Dİn Muhammad al-Hurâsânı tarafından istinsah edilmiştir. Varak 224b - 230b ’de müellifi ve ismi bulunmayan küçük bir risâle veya iktibas vardır.

11- Şarh Sirr al-Vahda, Üniversite Kütüphânesi, nr. AY 3324. Kütüphane fişinde Rüzbihan al-Baklî’nin Arapça Sirr vahda kasidesinin Şadr al-Dın al-Konavî     tarafından Arapça yapılmış bir şerhi olarak gözüken bu yazma, baştan 6 varak noksandır. Eserde ne Rüzbihan’a ne de şârihine dâir hiç bir kayda tesâdüf edemedik. Aynı zamanda kaynaklarda da ismi zikredilmemektedir. M. Osman Yahya, H Corbin’e bu yazma hakkında malûmat vererek yazmadaki metnin (kâsidenin) Rüzbihan al-Bakli’ye ve şerhin de Şadr al-Dın Konavi’ye âit olduğunu söylemiş. Ancak, sâdece bir tahminden ibâret olan bu kanaat pek zâyıf görünmektedir 100.

Kaynaklarda ismi geçen fakat, bize kadar gelmemiş olan eserleri Şunlardır :

  1. Lafâ'if al-bayân fi tafsır al - Kur’ân no. İsminden tasavvuf! mâhiyette bir tefsir olduğu anlaşılmaktadır.

  2. Kitâb Maknun al-hadi ş   veya Şarh Maknun al-hadis,

  3. Kitâb Hakâ'ik al-uhbâr U2. Bu iki kitabında bâzı güç hadîsleri şerbetmiş idi.

4 Kitâb al-Muvaşşah fi'l-mazâhib al-arba(a va tarcih kavi al-Şâfıi- bi'l-dalil ,n. Fıkıh hakkında yazılmış bir eser olmalıdır.

  1. Kitâb al-Akâ'id,

  2. Kitâb al-lrşâd,

  3. Kitâb al-Manâhic,

Bu eserlerin üçünü de usûl hakkında yazmış olduğu kaydedilmek tedir U4.

  1. Kitâb Lavâmic al-tavhıd n5,

  2. Kitâb Masâlik al-tavhid ns,

  3. Kitâb al-lİrfân fi halk al-insân  > 7,

  4. Kitâb Salvat al- âşikin,

  5. Kitâb Tuhfat al-muhibbin,

  6. Kitâb Salvat al-kulüb,

  7. Kitâb Şafvat tnaşârib al-'işk,

  8. Kitâb Manhac al-sâlikin,

  9. Kitâb Maka yi s al-samâ\

Bu dokuz eserini tasavvuf hakkında yazmıştır 

  1. Divân al-Ma’arif. Bu eser muhtemelen, Rüzbihân'm tasavvuf! şiirlerinden mürekkep dîvânıdır.
    RÜZBİHÂN AL-BAKLİ'NİN ŞİİRLERİ

Rüzbihân'dan bahseden kaynaklarda geçen bâzı şiir parçalarından, onun manzûm eserlerinin de olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim Tuhfat al-cirfân ve Şadd al-izâr müellifleri onun Divân al-masarif isimli bir kitabı olduğunu zikretmektedirler 12°. Gerek Tuhfat al-lirfân'da ve gerekse diğer kaynaklarda geçen şiirlerini M. Mocin, lAbhar al-'âşiktn’in önsözünde vermiştir 121. Burada bahsedeceğimiz parçalar, onun tasavvufa dâir manzûm olarak kaleme aldığı Tuhfat al-'irfân ya Tuhfat al-zurafâ veya Divan al- ma arif adları ile anılan bir şiir kitabından ihtisar edilmiş ve 11 kısma bölünmüş olan, mesnevi tarzındaki şiiridir. Bu şiirin birinci kısmını torunu Tuhfat al- irfan müellifi de zikretmektedir ,a.

Tuhfat alir fan veya sonundaki kayda göre Tuhfat al-’urafâ adını taşıyan bu muntehabatm şimdilik tek nüshası Üniversite Kütüp- nesinde FY 538 numarada kayıtlı şiir mecmuasının 567-570 varakları kenarında bulunmaktadır ,M. Gerek bu mecmuada bulunan ve gerekse daha önce bahsi geçen Konya mecmuasındaki şiirlerinin tamamını bu çalışmamızın sonunda verecektik. Fakat, bu çalışmamızı yaptıktan sonra, İrân’da Dânişpajüh Rüzbihân-nâma adlı kitabında İstanbul Üniversite kütüphâsinde bulunan, mezkûr mecmûadaki şiirleri ve Ruzbihân’ın hâl tercümesine dâir iki başka eserle birlikte neşretmişim > <   Biz bu çalışmamızda kaynaklarda geçmeyen, neşredilmemiş şiirlerini sunacağız. Şimdi de burada şiirlerin özetinden bahsedeceğiz.

Tasavvufa dâir manzûm küçük bir risâle olan Tuhfat al-'irfan arûz vezninin hafif bahrinde inşâd edilmiş olup, 231 beyit ihtivâ eder. Eser mevzularına göre II kısma bölünmüştür12.

  1. Başlıksız olan ilk kısımda (beyit 1 - 45 ), Tanrı’nın azametini, şan ve yüceliğini tasavvufî bir görüş ile tavsif etmekte olan şâirimiz, insan, akıl ve ruhun yaratıcısı olan Tanrı’yı övdükten sonra, akla akıl ve imân, rûha rûh ve irfânın Tanrı tarafından verildiğini, Adem’in sûretini de Tanrı’nın süslediğini kaydetmektedir.

  2. Ma'rifat başlığını taşıyan bu kısımda (beyit 46-68), yedi iklimin ârifleri aczlerinden dolayı, canlarını teslim ettiklerini ve aczin onun yolunda idrâk olduğunu, iddia edilirse şirk olacağını, akim bir kaç rehberi varsa da onun zâtını idrâk edemeyeceğini, enbiyânın onun kapısında şaşa kaldıklarını, velilerin onun yolunun toprağı ve onun hizmetçisi olduğunu, Tanrı’nın vasfı hakkında söz söylemenin muhâl olduğunu, onun azametinin keşfi olmadan yaratıklarının canlarında aşk olmayacağını, kendisine yol gösteren yine kendisi olduğunu ve bunun da kendi Tanrılığının delili bulunduğunu, Tanrı’nın tahayyül ve tasavvvur, anlama ve hayalden münezzeh olduğunu, onun celâlinde rûhun pervane, onun cemâlinde de aklın dîvâne olduğunu söylemektedir.

  3. Vahdâniyyat hakkındaki bu kısımda (beyit 69-88), Tanrı’nın sayısız vahdet sıfatlarının bulunduğunu, bölünmeyi kabul etmediğini, akıl ve ilimde beğenilmeyen şeyin onun kadîm zâtına bağlanamayacağını, cihân intizâmı birliğin neticesi olduğunu, eğer ikilik olsaydı doğruluk ve sağlamlık (itkan) olmazdı. Tanrı âriflerinin korkusuz olduklarını ve iki âlemden bir anda sıyrılabileceklerini (temizlenebile- ceklerini) kaydetmektedir.

  4. kısımda (beyit 89-104), Tanrının kudsiyetine temâs edilmektedir . Zâtının ulululuğunda benzeri olmadığını ve zâtının inkisâm (bölünme) kabul etmediğini, onun sıfatı, yaratıklarının sıfatlarından uzak, keyfiyyet ve nedenlerden münezzeh olduğunu kaydetmektedir.

  5. kısım (beyit 105-156), Tanrı’yı tenzih hakkındadır. Sûfîmiz bu bölümde, teşbih ile dolu her sözden Tanrı’yı uzak tutarak, bu âlemde her şeyin onun emrinde olduğunu ve her şeyin onun renk ve boyasını taşıdığını, Tanrı’nın zâtının kimseye mâlûm olmadığını, tabiattaki olayları Tanrı’nın bir cilvesi ve onun aksetmiş bir rengi olduğunu kabul etmektedir.

  6. kısım (beyit 157-182), bâtının (içâlemin) takdisi hakkındadır. Bu bölümde inşânın bu âlemden kendisini birân unutabilmesi ile ezelî olan ana caddeye (Tanrı yoluna) koyulabileceğini, canın cilâlanmasının bu yolda mühim rol oynayacağını, hakikî din adamının rûhu bakâ perdesinde görebileceğini, can gözünü nurla doldurup, kelâm-i kadîmden zırh yapmak gerektiğini, insan canının evi melekût, imânın özü de ceberut olduğunu, onun cemâlini gönülde görebilmek için, Tanrıdan başka her şeyi ten (çamur )'da yok etmek gerektiğini, Âdemin ruhunu alıp, teni (çamuru) bırakarak, bu âlemin tümünden cân ve gönlü yükseltip, kurtarmak lâzım geldiğini ve bu sâdık anların da binde bir bulunduğunu, bu anların Tanrı’dan bir av olduğunu söylemektedir.

  7. kısım (beyit 183-198) insanın yaratılışı hakkındadır. Burada Âdemin güzel bir sûrette yaratıldığını, Âdemin gönlünü (kalbini) nurlarla dolu bir ayna gibi sırların hâzinesi yaptığını, temiz Âdem oğluna olan bütün bu ihsanlar Tanrı’nın lutfundan olduğunu söylemektedir.

  8. kısım (beyit 199-205) rızâ ve teslim hakkındadır. Sûfîmiz, gerek hayatın ve gerekse ecellerin ezelî takdirden gelmiş olduğunu, iyi ve kötünün takdir kalıbından çıktığını, Tanrı’nın kudretiyle eşyânın hareket ettiğini, hakikatte her canlılığın devamını sağladığını ve ezelî hükme razı olan kimsenin gönül şehrine hâkim olacağını kaydetmektedir.

  9. kısım (beyit 206 - 211) Âdem’in sıfatları hakkındadır. Adem’in canının kudsî kuvvetten, fitretinin de ünsiyyet soyundan bulunduğunu, sırrı kidemden sabah vaktinin şafağı, Âdem ve Meryeme estiğini, insanlık (nâsüti) sırrının onun bağında, Tanrısal (lâhûti) kuşun onun dağında bulunduğunu, Âdem'in melekût yuvasına gittiğini ve Tanrı yı lâhûti gözle gördüğünü, öteki âlemin sırlarının tablosu olduğunu ve ebedi cihanın şahidi bulunduğuna, Âdem'in sırrını kim anladı ise onun asıl ve hakî- katına hayırlı bir halef geldiğine işâret etmektedir.

  10. kısım (beyit 212-225) tarğıb hakkındadır. Sûfîmiz Rüzbihan, bazılarına tarizde bulunarak, ezelî kapının açık ve o kapının anahtarının da bizzat insanın kendisi olduğunu, gâfilferin vehm ve hayallerde bulunduklarını, akılların, onun yolundan habersiz olduklarını, bu sırnn nüktesini de âşıkların bildiğini, bu harfin remzini de ariflerin okuyabUd.- ğini, gâfillerin, sıfatları keşfetmekten âciz kaldıklarını ve birçok korlerin (kalbleri kör olanların) hayâl düşündüklerini, Tanrının bütün sözlerine inanıp, muhâl (imkâns.z) olan hayallerden el çekmek gerektiğini, Kur’dn’nm nass. ve hadîslerin nüktesi seçilerek, bütün şeylerin üstünde câna cân olduğunu, mütekellimin ayn-i Kur ân ( Kur ân ın aslı ve zahirî mânası) ile, muteazzimin (azametli kimselerin) ise, ur nın sırrı ı uğraştıklarını, zahir ve bâtinin tümü Kur'ân ve ruhların canı da onda olduğunu, tenzihin sırrı tenzilin kendisi ve her bınnın b.r tevili bulunduğunu, âriflerin bu deryâda gark olduklarım, aşıkların bu sahrada şaşa kaldıklarını söylemektedir.

  11. kısım (beyit 226-231) Sımt (susma) hakkındadır. Bu bölümde kişinin belâsının dilinden geldiğini, sûfîmiz Rüzbihân’ın da söz kapısını (ağzını) kapayıp, iki cihandan kurtulduğunu ve kurtuluşu da susmakta bulduğunu, susan kimsenin de mesûd olacağı kaydedilmektedir.

Buraya kadar hulâsaları verilmiş olan şiirleri dışında, burada metinlerini sunacağımız, müellifimizin Konya Koyunoğlu Müzesindeki mecmuada bulunan farsça şiirlerine gelince, bunlardan birincisinde inkârdan isbata nasıl varılacağını, akıl, can ve gönlün vahdet yolunda hesaba katılamıyacağını, gören için bu âlemde Hakk’ın cemâlinin âşikâr olduğunu, fakat, bunun için de cismânî aşktan rühanî aşka gitmekle, İdris peygamber gibi Hakk’ın bakâsında genç kalınacağını, insan aşk kılıcı ile kendini öldürürse Hakk’ın şehidi olup, ölüm kabrinden emin olarak, canlıdan daha üstün olabileceğini, cismânîlikten kurtulup, insan kalıtnndan çıkarak, ağır ve işe yaramaz bu (dünya) tuzağından yükseklere bir kanat çırparak gitmek, ünsiyet hırkasının Tanrı aşkının yanlışlığı ile yakmak gerektiğini; fakirlikten lezzeti olan kimsenin, ilimden de devleti olanın öteki âlemi talep etmesi gerektiğini ve bunun da ulaşılacak en yüksek nokta olduğunu, kötü kalbli bir gâzi gibi harpte yaralanmamak için, nefis ordularını rühanî darbelerle kırıp, mağlup etmek gerektiğini kaydettikten sonra, sûfîmiz mübâlağalı bir şekilde kendini övmeğe başlıyor. Kendisinin, gerek bu dünyadaki varlıkların meziyetlerinden ve gerekse gayb ve melekût âlemlerinde de bulunanlardan daha üstün vasıflara sâhip bulunduğunu, kendisinin gönlü Tanrı’nın nurunun kandili olduğunu, Tanrı’nın nuru ile nurlan- dığını ve her yerde nûr gördüğünü, Hakk’ın cemâlinin şevkinden onun aşkında gizlenmiş bulunduğunu ve kendisinin âşık olduğunu, bir nefesinin yüz Sâsân ve Dara gibilerinden daha iyi olduğunu söylemektedir. Aşk kumârı oynayan kimse iki âlemi atabilse, aşkta illetsiz olacağını, bu oyun sırasında da eşsiz olabileceğini, binlerce kudsî şâhidi (güzeli) eşya perdesi altında görebilmek için ayna gibi olan bu âleme dikkatle bakılması gerektiğini, bu merkepler yeri dünyadan gönlü bir anda koparıp, attıktan sonra, insanın kendi vücûdünü cennette görebileceğini kaydettikten sonra, şiirin sonunda da Tanrı’dtn kendisini saffet (şafvat) ten faydalandırmasını talep ederek, izzet mülkünün sarayında Yüşa' ve Şa'ya gibi yapmasını dilemektedir. Gerek bu şiirinde ve gerekse diğer şiirlerinde, Âur’ân’da ismi geçen peygamber, eski yahudî ve hıristıyan azizlerin isimleri zikredilmektedir.

  1. Şiirinde de sûfîmiz kendisini aşırı derecede överek özel olarak şöyle demektedir.

Nefesimden dinin mülkü tazelenir; yüzümün önünde hûriler secde eder; yüzümden cümle cihan lâle gibi görünür. Zamânın iki gözünün görmediği ve yer yüzünün iki kulağının işitmediği o şey, bizim balçığımızda (tenimizde) rengini göstermiştir, kalkıp gel, bizim gilimizde (tenimizde) bunu gör; feleğe ayak kor geçerim, yer ve mekândan başımı kaldırırım; marifette mülk benimdir; eğerimin altındaki merkebim (binek hayvanım) felektir; senin (Tanrı) aşkının yüzüğü benim parmağımdadır; feleğin zirvelerine ayak bastım ve Tanrı’nın metin ipi ile arşa kadar çıktım; canımın evi (kalbim) bu cihândan yakîndir ve cihânda Isâ’nm hemdemi benim, her ne kadar beni kıskanan garazla, sen bazan o şekilde ve bazan bu şekilde (iki yüzlüsün) demiş ise de, ben içi altın dolu kırmızı bir gül gibiyim; taze yüzüm ise gül ve yasemin gibidir. Ay giceleyin ışığını yüzümden alır, almda tecellî eden nûr ben idim deyip, sonuna kadar kendisini överek, şiirini şu beyitle bitirmektedir: Ezelî şarab benim canım içindir; gönlüm cennet şarabı içmekten mesttir.

Safimizin bu şiirinden kendisinin çok güzel yüzlü olup, Âdem’in anlında tecelli eden bir nûr olduğunu ve bu şiirini yazdığı zaman genç denecek yaşta bulunduğu anlaşılmaktadır. Gerek bu Şiirinde. gerekse müteakip şiirlerinde aşk   >e tasavvuf! konulan işlerken her fırsatta kendini övmektedir. Kendisi zamanın âşığı, bilgin, olduğunu, tasavvuf ve marifet salmamda kendisinin eşi bulunmadım, aşk yolunda b.lg. edinmek İsleyenlerin rehberi, kendisinin yer yüzünde adeta Taun um vekili olup, aşk yolunda marifet ve feyz arayanla  onun .hm ve nûrundan faydalandıklarını ifâde etmektedir.

X. Şiir. 136 beyit olan bu şiirinde, sûfî şâirimizin yapmış olduğu yeminleri çok ilgi çekicidir. Filhakika bu yeminlerde yemin ettiği şeyin manevî cihetine yemin ederek bunların tavsifini de yapmaktadır. İrân tasavvuf edebiyatında bu tarzda yemin ile dolu kaside şekline çok az tesadüf olunmakta ve belki de ilk olarak rastlamlmaktadır.

Bu kasidesinde şâir kendinden önceki azîz ve peygamberlerin başına türlü belâların geldiğini, kendisinin de bu şekilde belâ ve târizlere mâruz kalacağını tabiî karşılamakta, bu âlemde enbiyâ vârisi olarak geldiğini ve Tanrı'nın, onu ilim, marifet, ve güzel harekette büyük bir insan yapmış olduğunu kaydetmekte, düşmanlarının kendisinin büyük ve eşi bulunmıyan sarvar-i abdâlân dan olduğuna inanmadıkları için, Tanrı’ya, Tanrı’nın isim ve sıfatlarına yeminden başlıyarak, arşa, âlemi gayba, tabiattaki muhtelif olaylara, vahşî ve ehlî hayvanlara, kuşlara, cAnkâ kuşuna, Kâf dağına, çiçeklere ve şâir bitkilere, ipek böceğine,mevsimlerin soğuk ve sıcaklığına, yağmur getiren bulutlara, rüzgârlara, Kur'ân'da ismi geçen peygamber ve ismi geçmeyen yahûdi ve Hıristiyan azizlere gayet mâhirâne ve ustaca bir şekilde yemin ederek, Tanrı’yı, izzet ve kendisine mahsus büyüklüğü ile gördüğünü, can kulağı ile Tanrı’nın sesini duyduğunu ve yüz binlerce hakîkî mânaları kulağına fısıldadığını, ledünnî denizin ilminin şaraplarını içtiğini ve bundan dolayı bu dünyada kendisinin her nefesinin iki âleme bedel olacağını iddia ederek, bu zamânede ezel sârayının tûtisi bulunduğunu, bakâ meskeninin evi, hakîkî ve halis aşkın kendisine verildiğini, mağribtan maşrıka, en uzak yerlere kadar, Allâh yolunun kumandanı (kâidi) bulunduğunu, eğer bir kimse cehâletinden dolayı onu tanımıyacak olursa, güneşi görmeyen kör gibi olduğunu, kendisinin aşktan nefes aldığını ve aşkın kendisine bunu revâ gördüğünü, bu sırrı da idrâk edip, kavrayabilenlere açıkladığını kaydetmektedir.

Bu yeminlerden, sûfîmizin bu âlemdeki yaratıkların hepsinde Tanrı’yı görmekte olduğu ve bunlara bir kudsiyet atfettiği anlaşılmaktadır.

RÜZBİHÂN’IN ŞAHSİYETİ VE FİKİRLERİ

Onun şahsiyeti hakkında yalnız Tuhfat al-'irfân müellifi çok kısa olarak bilgi vermektedir. Buna göre Rüzbihan mütenasip bir vücûda ve çok güzel yüze sahipti. Yüzüne bakanın içinde gönlüne rahatlık ve neşe gelirdi. Nurlu bir yüzü vardı ’. Çok zeki ve basiretli, hazıcevaplılığı tanınmıştı. Ayrıca beliğ bir lisan ile çok kuvvetli ve tesirli hitâbete sâhib idi. Tasavvufta erişmiş olduğu yüksek dereceye lâyık olduğuna dâir kendisinde tam bir itimad vardı ve aynı zamanda da kendi devrinde tek olduğuna inanıyordu. Bu hususlara eserlerinde muhtelif vesilelerle işâret edilmiştir  Kendisi de güzel olan Rüzbihan, güzel yüze güzel sese âşık ve güzel elbiselere de hayrand.. Ona göre güzellik sevilmelidir, kendisini anlayabilmesi ve kendisinden zevk alabilmesi  için sevilmeğe muhtaçtır. Nitekim yukarıda güzelliğin ezelde aşk ile sözleşmiş olup, beraber kalaçaklanna da!r ahdlerı bulunduğunu ve hüsnün aşk için yaratıldı?  > fikrini naklettiğimiz ana kız hikâyesinde ve kendisinin de Mekkede bulunduğu vakit bir şarkcı kadına aşık olması hikâyesi onun bu husûsiyetini açık bir şekilde göstermektedir. Rüzbihan, hayâlinde tasavvur ettiği melekler, bile suslu elbiseler, yüzlerinde nurdan tüller, kulaklannda küpeler, kıvırcık saçlı ve boyunlarda incilerle süslü olarak görmekte ve etrafını saran huriler onun ayaklarını boyamaktadır.

Rüzbihân’da tecellî fikri esastır ve tecellî ile hulul arasındaki karışmaları reddeder. Onun fikirlerinin tam olarak anlaşılabilmesi ile platonik aşkı anlamadaki güçlüklerin bir çoğu çözülme ve aydınlanma imkânını bulmuş olacaktır. Onun engin ve derin tefekkürü esas itibariyle melekût âlemine (âlem-i gayba) inhisar eder. Bu bakımdan kendisi âdeta muhayyel bir âlemde yaşar ve bu âlemin yaşadığına o derecede inanmıştır ki, söylediklerinin veya yazdıklarının hayâli olduğunun farkında bile değildir. Melekût, tecellîlerin ve melekûtî şekillerin mahallidir. Nitekim yukarıda kendi kaleminden çıkmış olan Kaşf al-asrâr adlı eserinden naklettiğimiz hayâllerinden (vizionlarından) ve Maşrab al-arvâh adlı eserinde sûfî’nin Tanrı yolculuğunda katetmesi gereken bin bir makâmm izâhındaki muhayyel fikirleri ile Kur ânın âyetlerine tevil yolu ile verdiği bâtinî mânalar onun fevkalâde bir muhayyileye sâhip olduğunu açıkça göstermektedir. Kendisini daha çok muhayyelin tetkikine hasretmiş olan araştırıcılar için Rüzbihân ehemmiyetli bir şahıstır, çünkü, o remz ile temsil arasındaki bütün iltibâsı kaldırır. Nitekim, yukarıda da işâret edildiği gibi seleflerinden bir çok sûfi'nin vecd hâlinde söyledikleri mermûz ve zâhiri ilme mugâyir ve fakat bâtinî ilme muvafık olan ve Şathiyyât tâbir edilen bu nevî sözleri eserlerinde şerhederek, bunları şeriatle bağdaştırmağa çalışmıştır.

Bir çok mutasavvıflarda olduğu gibi Rüzbihân’da da dünyanın meydana gelişi Tanrı’nın tecellîsidir. Dünyanın meydana gelişinde zuhur eden rûhlar Allâh’ın bir çok sıfatını göstermektedir ve aynı zamanda onun şâhidleridir. Tanrı bunlarda kendisine bakıyor, fakat bu rûhların mevcûdiyeti de vahdete bir perde teşkil ediyor, yani rûhların dünyaya gelişi Allâh’tan uzaklık teşkil etmektedir ve rûhlar Tanrı’dan kula giden hicâbların ilkidir. Tanrı yabancı bir şeyi kendi etrafında tahammül edemediği için onları kendi tabiatlarına yönelterek kıskançlık yüzünden çekilmeğe çalışıyor; bu da ikinçi perdeyi teşkil ediyor böylece bu hâdiseler tekrarlanıyor. Tanrı devamlı olarak kuldan kaçıp uzaklaşıyor, aynı zamanda esas rûhlar iniyor, insan oluyor. Sûfî için mühim olan şey, aslî vatanına dönmesidir, çok kuvvetli bir arzû ve iştiyakla birlikte, sıkı bir riyâzetle hicâbları aşarak Tanrı’ya varması lâzımdır. İlâhî kıskançlığı mağlûp etmek için Tanrı’nın bir gözü olmalıdır, yani şâhid olmalıdır. Bu da ancak tecellînin hakîki mânasını keşfetmek imkânını veriyor, perde aynı oluyor, içinde Tanrı’nın daha sâf olan şekli gösteriliyor, yani, gösterilen, gösteren oluyor; hicâbları geçme imtihânmda muvaffak olan bir kulun Tanrı’dan uzaklığı kaldırılmış oluyor ve bu kimse gizli olan tevhidin sırrına vâsıl olmuştur. Nitekim bu hicâbları izâh maksadiyle müellif yukarıda zikri geçen al-İğâna adlı eserini kaleme almıştır. Sûfî ile Tanrı arasında devamlı bir irtibat vardır ve sûfî’nin mevcûdiyeti ve işi de mühimdir. Tanrı’nın devamlı tecellîsi olarak kâinatın yaratanı (kendi hâliki) ile devamlı münasebeti olması gerekir ve sûfî de insan için hayâtî önemi olan bu işi yerine getirmektedir. Sûfî gözdür (Tanrı’nın gözüdür) ve Tanrı onunla kâinâtına bakabiliyor. Binâenaleyh dünyada gizli bir mevcût olan sûfî ile peygamberler silsilesi olmaksızın dünya mevcût olmazdı. Böylece her devirde bir büyük adam geliyor ve buda ayn-i zamâni (kendi zamanın gözü) oluyor <  . Nitekim al-lğâna adlı eserinde müellife göre, Peygamberimizin ölümünden sonra dünya, Tanrı’ya şikâyette bulunarak şöyle diyor: <  Tanrım peygamberler geçip sona erdi; bundan sonra benim toprağımda hiç bir peygamber yürümeyecek mi ? Ben onlarsız yaşayamam.  Tanrı cevaben demiş : <  her peygamber için sana kıyamet gününe kadar bir velî yaratacağım > . Bu görüşten de velayet silsileleri meydana gelmiştir. Pevgamberlerde görünen husûsî vasıf ve hâller, kendilerinde tecellî eden Allâh’ın sıfatlarıdır. Rüzbihan velayet makâmına ulâşan sûfilerin de yer yüzünde peygamberlerin vârisleri olduklarını kaydetmektedir.

Rüzbihân’da İlâhî tecellî kırmızı bir gül renginde vukû buluyor ve bu da bütün manzarayı boyuyor, hattâ göller bile kırmızı oluyor. Onun mânada gördüğü esas renk şarap ve kan kırmızı renktir. Tanrı kendisine mest olmuş bir insan şeklinde, elinde bir kadeh ile kırmızı şaraptan bir deniz üzerinde tecellî ediyor. Bu şarap hakikatte maşuklarının, mukaddes kişilerin iştiyakının kanıdır. Nitekim Rüzbihan mânada (rüya âleminde ) Tanrı’ya iştiyakın göz yaşları nedir diye soruyor, Tanrı da benim içtiğim şaraptır diye cevap veriyor. Sûfî nin söylediği her tevhid Tanrı’nın kadehinin şarabı oluyor, aynı zamanda Tanrı kendi merhametini de abdalların (Tanrı insanlarının) kanı ile boyuyor. Rüzbihan kendi kanının da âlemi gaybta saçıldığını görüryor. Bir defasında Tanrı’yı kendisine doğru yürüyüp onu raksa dâvet ettiğini ve beraber raksettiğini, diğer bir defasında da vahdet denizi üzerinde kendisine tecellî edip onu gördüğünü ve kendisinin dâima Tanrı himâyesinde bulunduğunu söylüyor .

Cemâl - peresllik bir çok sûfî tarafından ifade edilmiştir. Eflâtunî aşk telâkkisini anlatan eserler Rüzbihan'dan önce de yazılmıştır. Rüzbihân (Abhar al-'aşikin'de rûhların kâinatın yaratılmasından önce mevcut olması fikrine dâir Eflâtuncuların nazariyesine de İslâmî bir veçhe vermek için onu Peygamberin bir hadisine istinâd ettirmiştir  Ayrıca Maşrab al-arvâh'ta aşk faslını izâh ederken Yunan feylesofu Heraklit (ölm. 480 m. ö.)’in bir sözünü naklettiğini zikretmiştik7. İslâm’ platonizminde zâhir ve buna karşı da bâtın vardı. Batın, tevili doğmuştur. İbn-i ‘Arabi mükemmel bir bâtını ve tecellîci idi. O aynı zamanda zahirî inanışa da bağlı idi. Zâhirin müdafaa ve izahından da birbirine zıt iki temâyül vardır. Bunlardan birisi zâhire, diğeri de tecellîye ehemmiyet verir. Bu hâlde gene zâhirin dayandığı şey bâtindir. Bu bahsedilen iki noktai nazar arasındaki mesâfe ifâdesini şu sözle bulabilir ; Bütün fânî âlem sadece sembolden ibârettir. Bu yüzdendir ki bir güzel yüz muhtelif sûfîlere ayrı bir ilhâm ve başka başka düşünceler vermektedir.

İnsan güzelliğinin müşâhedesi husûsunda ‘Abhar'da. geçen âyetler, İlâhî tecessüd veyahud melekût fikrinin ilk tecellî sırrı ile ilgili âyet ve hadîslerdir. Rüzbihan bu husustaki fikirlerini açıklarken yine al- Hallâc'dan faydalanmıştır. Bu süretle beşerî aşk ile İlâhî aşk arasında tesis ettiği bağ, bâzı sûfîlerin bu hususta kurmak istediği bağ ile telif edilemez. Rüzbihân’ın teşbih hakkındaki kanâati, yani, Allâh’ı insana benzetme olup, mücerret vahdâniyyet fikrini temelinden sarsacak bir fikirdir. Rûzbihân'da bu husus İlâhî tecessüm fikrinin açıkça ifâdesi hâlinde, yâni mahlûkun güzelliğinde tecellisidir; böylece teşbihin ve ta’tîl’in tuzağından kurtulmak imkânı sağlanır.

Bu sebepten Rüzbihan sevgilisine hitab ederek, ona aşk köprüsü olmaksızın vasıl olmak, tavhîd'in coşkun nehrini aşmak mümkün değildir. Onun fikirlerinin istikameti aşkı beşerî şekilden İlahî şekle götürmektir; İnsanî aşk, insanı, rabbânî âşka götürür .  Sülükte İnsanî aşktan, rabbânî aşka giderken aşkın bir maddeden diğerine aktarılması (nakil) bahis mevzuu değildir (çünkü Allâh bir nesne (madde) değildir). Fakat bûrada bizzat aşkın madde ve mâhiyetinin tegayyürü bahis mevzuudur, âşık da, âyineyi Hak (Tanrı’nın aynası) olmakla âşıkın gözü ile Hak kendi kendini temâşa etmektedir. Rüzbihân'a göre müşâhedenin safhası üçtür: Birincisi rûhlar âleminde, Tanrı bütün rûhları cem edip, <  Ben sizin Rabbiniz değil miyim  > hitâbına rûhların, evet dedikleri andaki, müşâhedesi ; ikinci, şekillerin en güzeli içerisinde Hakk’ı gördüm diyenlerin müşâhedesi ki bu da teşbihe, ta’tîle müncer olur; üçüncüsü de Hakk’ı sûfîlerin kendi sarayında görmesi, yâni, âyine-i Hak olan âşık ile Hakk’m kendi kendisini temâşâsı (görmesi) dır. Rüzbihan <   Mecâz hakikatin köprüsüdür >  sözünü kendisine şiâr ederek, bu söze binâen, güzel yüzlülerin aşkını kendi tarikatının temeli olarak kabul etmiştir. Rüzbihân’dan önce bu sahada eserler yazılmıştr; bilhassa AhmedGazzâli (ölm. 520/1126) de Savânih al-’uşşâk adlı eserini bu sahada yazdı ve Savâni/ı'in tahlil tarzı ve üslûbu Rüzbihan’ı hatırlatmaktadır. Ondan sonrada onun talebesi cAyn al-Kuzat al-Hamadâni (ölm. 525/1131) de tasavyufî aşk bakımından son derece zengin malzeme ihtivâ eden bir eser yazmıştır. Bu da Hindistanlı bir sûfî tarafından şerh edilmiştir    . Rüzbihân sadece kronolojik değil aynı zamanda güzelliği müşahede fikrinin gelişmesi bakımından da Ahmad Gazzâli ile Fahraddin-i ‘Iraki arasında yer almaktadır  .

Rüzbihân’a göre sûfî'nin zâhiri de bâtını da Yûsuf gibi güzel olmalıdır. Yusûf Peygamber Rüzbihân’da cemâlin temsilidir. Kur'ân'ın Yusûf sûresi de en iyi hikâyeleri ihtivâ ettiği için Rüzbihân’ın nazarı dikkatini çok çekmiştir. Yakûb Peygamber’in oğlu Yûsuf’a olan aşkı İnsanî aşkın, âşıklara büyük bir mantıkî delildir. Çünkü onun aşkı, Hakk’a aşktan başka bir aşk değildi ve Yûsuf'un cemâli de Hakk’ın cemâline aşk vesilesi idi. Rüzbihân Yûsuf Peygamber’in günden güne daha güzel olduğunu ve ihtiyarlığında onun güzelliğinin nûrunun Mûsâ Peygamber’in yüzünden parlak olduğunu, öyle ki, onların her ikisinin dâima yüzlerinde örtü bulunduğunu, eğer böyle olmasaydı ümmet (halk) aşkta, Tanrı’ya kulluk yapmaktan geri kalırlardı, fikrindedir. Eserlerinde fikirlerinin izâhını yaparken mükerreren Yûsuf sûresinin âyetlerinden şâhidler getirmektedir.

Rüzbihân, Peygamberimizi eserlerinde kendi akidelerine uygun sıfatlarla tavsif etmektedir. Meselâ : Âşıkların seyyidi, ebediyet âşiyânesinin sîmurgu... olan Peygamberin cemâli Tanrı tecellîsinin parıltısı idi, o Tanrı’nın sıfatlarının aynası idi. Peygamberden bu cihâna öteki cihânın nişânesi geldi..., bu kâinatta Tanrı onu dostluk ve muhabbetle övdü, İbrâhim Peygamberi Halîl, peygamberimizi de Habîb diye adlandırdı.

Rüzbihân beşerin babası Âdemi de şöyle tavsif etmektedir: Tanrı nın en güzel yarattığı halîfesi olan Âdem, onun cemâlinin nûrunun çerâğı, Tanrı’nın kendisini seçmesi ile husûsiyet kazanmış, onun kudret mühü- rünün nakşı ile nakşolunmuştur. Fitret tohumu fitret kalıbından yokluk (cadam) yolundan gidenin güzel terbiyesi ile varlık (vücüd) âlemine gelince hilâfet elbisesini giydi. Allâh Âdeme bütün esmâyı (isimleri) öğrettiği vakit, sırlar hâzinesinde can kulağı ile o ilmi Hak tan işitti, azamet nûrundan başına tâç koydu, hürriyet makâmında ubudiyet kemerini beline bağladı, Tanrı sıfatlan ve nurları ile bezendi, yüzünü Allah rengi ile boyadı, Adem yeryüzünün seçilmişi, hilkatin güzeli ve emânet hazînesi, hikmet imâlâthânesi ve yokluk vilâyetinden kıdem yolcularının yenisidir (yeni gelmişidir). Ademin ahlâk ve yaratılışının güzelliğinin illeti şudur ki, onun yaratılışının cevheri fiil kalıbına döküldü ve Allâh kendine hâs terbiyesi ile o kalıba kudret verdi ve kendi sıfatlan ile süsledi 

Cismânî güzelliğe sâhip kimselerin şahsında. Allâh’ın tecellîsini (hulûl) ve bu gibi şahıslarda Tanrı’nın tecellîsini tebcil stmesini bilen kimselere her şeyin mubâh olduğunu ileri süren ve sûfîyâne aşk ve muhabbeti tasavvufî nazariyelerine esas yapanlardan biri de Müellifimiz Rüzbihân’ın olduğuna yukarıda işâret etmiştik. Bilhassa sûfiyâne aşkı izâh etmek gayesiyle kaleme aldığı lAbhar al-'Âşikin adlı eserinde bu husustaki fikirlerini şöyle ifâde etmektedir : Mecazî aşk hakikî aşk için bir vasıtadır; çünkü Allâh, emreden ve itâat isteyen bir hükümdardır. Sûfî sevdiği insana karşı gösterdiği itâat ve onu darıltmamak için duyduğu korku, onun rızâsını kazanmak hususundaki arzusu vâsıtası ile Allâh'a karşı da aynı hareketi yapmak için kendini alıştırır. Bu fikir ilk olarak Ibn-i Davüd (ölm. 297/909)’ta görülüyor. Bu da Allâh’a karşı olan kulluk münâsebetinin aşk ile kaldırılabileceği düşüncesini ihtivâ eder. Sûfîye göre, Allâh’a korkudan dolayı değil, bilhassa sevgiden dolayı itaat edilir. Başlangıçta daha ziyâde, âdeta kendisine ibâdet isteyen ve yasaklayan bir hükümdar olarak düşünülen Allâh fikri değişiyor ve o, insanın şahsı kadar hislerinin merkezi oluyor ki, kanunlarından ve yasaklarından çekinmek ve korku duymanın yerini ona karşı beslenilen aşırı derecedeki sevgi alıyor. Âşıkın gayesi Allâh yolunda katlanılacak sıkıntıları aşk ile karşılamak ve bunlardan mânevî bir zevk duymaktır.

Dünyevî aşk hakîkî aşıkın bir mihenk taşıdır. Allâh, sûfî, rusüm-i işkbâzi’yi (aşk oyunlarının hakîkî tarzını) öğrensin diye onu dünyevî aşk ile imtihân eder; bu aşk ve imtihan ile hakîkî âşık anlaşılır, aşkın dert ve kederlerine âşinâ olur. İlâhî aşkın dert ve belâlarına bu tecrübelerden sonra tahammül edebilir. Aşkın bütün dünyevî tezâhürleri, Allâh’ın mücerret güzelliğinin hicâplarıdır. Onlar âşıkın gözünü güzelliğin nüruna ve parlaklığına âşinâ kılmak içindir. Çünkü o bu sayede Allâh ile olan âşinalığa erer ve onu görmeğe tahammül edebilir. Bu Mecnun’un Leylâ’ya olan aşkına benzer. Dünyevî aşkı tatmayan bir müride itibâr edilmez. Daha çok platonik veya neoplalonik felsefenin nefsânî arzûlar âleminden kendini kurtarmak düşüncelerine göre hakîkî nefsânî arzûların hakikat olmayan âleminden âzâd olan aşka geçiş, Râzbihân’da da görülmektedir. Bu, platonik ve daha çok neoplatonik Yunan felsefesine göre, maddî şeylere bağlı olmayan bir aşktır. Böylece güzellik mefhumu ahlâkî bir yön alır; <  dış  > güzelliğe <  iç  > güzelliği ile karşı konulabilir      . Rüzbihan, aşkı, insânî aşk, rûhânî ve rabbânî aşk diye üç mertebeye ayırmıştır. İnsânî aşk rûhânî aşkın basamağıdır, rûhânî aşk da rabbânî aşka doğru bir merdivendir.

Sûfîler Allah'ı umumiyetle güzel ve sevdikleri bir insan şeklinde görürler. Tanrı’nın bu tecellîsi, kadında veya erkekte olabilir. Melekleri yüzleri nûrdan bir tül ile örtülü bir kadın şeklinde tasavvur eden, ekseriyetle kendi maşûkuna <Türk > diye hitâb eden Rüzbihan da, vecd hâlinde, Allâh’ı güzel bir türk   kıyafetinde, başında bir yana eğilmiş ipekli bir külahla görür; elbisesinin kenarını tutar ve ona şöyle der: <  Senin varlığının birliğine yemin ederim ki, her ne sûrette görünürsen görün ve her ne şekilde kendini gösterirsen göster mutlaka seni tanıyacağım  . Dogmatikler, ilmi, Allâhın kadîm sıfatı olarak telakki ettikleri gibi, Rüzbihan da aşkı Allâh’ın kadîm bir sıfatı olarak telakki eder; Allâh kendisini sevdiği için aşk, âşık ve maşûk sûfînin nazarında birleşir ve tek mefhûm hâline gelir. Allâh’ın ezelî, ebedî sıfatları vardır, bu sıfatlardan birisi de aşktır. Allâh kendini sever, onun için aynı zamanda aşk, âşık ve maşûktur. Rüzbihan Allâh’ın aşkını onun ilmi gibi telâkki etmektedir. O ezelden kendisini bildiği gibi, ezelden kendisine bakmakta ve kendisini sevmektedir. Bu sebeble aşk, âşık ve maşûk birdir. Allâh bir çok perdeler ve elbiseler içinde gizlenir; bir hükümdarın halkına muhtelif elbiseler ile kendisini göstermesi gibi, O da muhtelif elbiselerde tecellî eder. Çünkü kendi güzelliğini perdesiz gösterseydi dünya yanardı, O kendine mahsus olan güzelliği gizler ve sûfîleri onu aramağa teşvik eder. Tanrı bundan dolayı gizlidir. Birçok yerde tecellî ettiği hâlde, tecellî ettiği yerler aynı zamanda onu gizleyen herkes için nufûz edilemeyen hicablardır. Allah’ın en mükemmel aynası veya en iyi elbisesi insandır. Allâh’ın mahlûkatının mevcûdiyetinde kendi cevherinin bir cüz u bile yoktur, bilâkis Tanrı mahlûkatta sâdece bir aynada olduğu gibi görünüyor. Nitekim bir çok sûfî, Tanrı’nin sevdikleri bir insan sûretinde tecellî ettiği kanâatindedirler. Rüzbihân’da ise, Allah güzel bir Türk’ün sûretinde tecellî etmektedir.

Rüzbihân, Allâh'ın, tabiatın güzel şekilleri içinde nasıl tecellî ettiğini şu sûretle anlatmaktadır . Allâh’a yakın olan bir kimse, her güzel şey ile, yâni, her gönül çeken yüz, her güzel ses ve her güzel koku ile ünsiyet kesbetmiştir. Hakîkî sûfîler bunların altında bulunan gizli sırları tanırlar ve idrâk ederler. Bu sırları, bilmeyenlere açıklamayı doğru bulmazlar. Müşâhedenin perdesi kalkınca ârif âşıkı mâşûka yaklaştıran samimî, tatlı dilin halâvetini ve ayrıca sıfatlan müşâhede etmenin tatlılığını da bulur; ebedî ezelî sevgilisini arzû eder ve ölüm- süzlüğ şâhidinin yüzünü görmeyi özler. Eğer Hak ile ünsiyet buluyorsa bu da idrâk ettiği için değildir. Çünkü, idrâk (marifet, bilmek) arzûyu yok eder ve âşık tevhidin tufânınm tazyiki altında yok olur ve aşkın sahilinde âşık Hakk’ın güzelliğinden başka hiçbir şey arzû edemez. Âşık her anda Hak’tan melekût âlemine döner (meleklerin yüzlerinde Hakk’ın), gizli cennetler yurduna kadar, her şeyi görür. Eğer iltibasa (feleğin iltibâsına) kaçıyorsa o zaman dünyânın, zemininin hükümdarlığını görür ve orada, Âdem’den başka her güzel şeyde Hakk'ı görür; Âdem’de kendi İlâhî akrabalığını bulur; çünkü, Âdem meleklere Allâh'ın kendi sûreti olarak takdim edilip, gösterilmiştir. Halbuki bu yakınlığı şeytan anlamamış.

Sakalı bitmemiş bir gence (emrede) bakmak fikri ve şeyhin ayağını oğmak hikâyesi eski sûfîlerde olduğu gibi Rüzbihân’da da vardı    . Faljr al-Din-i ‘Irâki bu hususta aşağıdaki hikâyeyi nekletmektedir   : Rüzbihan’ın bu hâlini gören biri, Şirâz emiri Atabek Sa:d’ın sarayına gidip şöyle dedi : < Ey dînin pâdişâhı imdât I Dînin şeyhi Rüzbihân kendi ayağını bir sakalsız gence verdi. >  Sacd Zangi şeyh hakkındaki kanâatinden dolayı bunu bir iftira zannetti. Bir gün şeyhin ziyâretine gitti ve şeyhi âdeti üzere yanında dolunay gibi parlak bir dilberle gördü; genç, sıkıca şeyhin ayağını tutup, kucağına almıştı; Atabek, bu hâli kendi gözü ile ğörünce, gülümsedi; şeyh onun niçin gülümse- sediğini anlar ve ayağını o mehveşin kucağından çekerek yanında bulunan ateş dolu mangalın üzerine koyar ve: <Senin gözün her ne kadar hayran (şaşkın) ise de, (bil ki) ayağın hâli her iki hâlde de aynı idi, ateş tenden kendi nasibini arar; yakma (ateşin tesiri) ise akılsız bir dimâğ ister; ibrâhîm (peygamber)'in önünde ateş gül oldu; Mûsâ'nın cismi de Allâh’ın tecellîsinden bile yanmadı; bizim nazarımız senin gözüne bir cân bakışıdır; gönlün meylinin neticesi rûhânîdir; hakîkî temizlikten gelen ve aslâ tabiata karışmayan bir nazardır bizim bakışımız; senin, onun gamı ile bir işin (ilgin) olmayabilir, fakat ben onun gamı ile dâima mukayyedim  > der.

İran tasavvufunun husûsiyetlerinden biri olan semâ, raks, el çırpmak veya ayak vurmak gibi vecd içinde yapılan ritmli hareketler, İran sûfîlerinin hânkâhlarının bir husûsiyetidir. Semâ’ı sûfîler kendilerini, riyâzetin verdiği rûhî yorgunluktan az da olsa dinlendirebilmek için yaparlardı. Bunun esâsı normal, dünyeyî eğlencedir 22.

Sûfîmiz Rüzbihân’ın da semâ ve raks meclisleri tertip etmiş olduğuna yukarıda temas etmiştik. O çok tesirli semâ meclisleri tertip eder, meclislerinde Şirâz’ın ileri gelenleri ve büyük fakîhleri de iştirâk edermiş. Bu husûsta kaynaklarda şöyle bir hikâye geçer : Bir gece Rüzbihân’ın semâ meclisinde üstâdı İmâm Fakih Arşad al-Din'de bulunur. Rüzbihan ve hocasında fevkalâde bir vecd hâsıl olur, heyecâna kapılarak raksa başlarlar; çok güzel bir gece geçirirler. Ertesi gün Şirâz’daki Mescid-i Câmic (cuma namazı kılınan câmî)’de Fakih Arşad al-Din’in va’zetme sırası idi. Kendisine va’z esnâsında, içinde <  İmam dün gece Şeyh Rüzbihan ile semâ ve raks'Iı çok hoş bir vakit geçirmiş 1 >  yazılı bir pusula verirler. İmam, buna : < Dün gece Rüzbihân’dan gördüğümü Tanrı’ya yakın olan melek de görseydi raks ederdi.  > cevabını verir. Rüzbihan bu meclislerde mutrib (sâzende, hânende ve rakkâs) lenn güzel olmasını isterdi; çünkü semâ’da tarvıh-i kulüb ( kalpleri rahatlandırmak ) için sûfînin üç şeye ihtiyâcı olduğu fikrindedir: güzel kokular, güzel yüz ve tatlı ses 23. Bu husûsta kendisine bir çok tenkitler tevcih edilmiştir. Rüzbihan ömrünün sonunda sema’dan ferâgat etmiş ve kendisine sema’ı neden terkettiği sorulunca şu cevabı vermiştir: < Ben şimdi rabbimi işitiyorum, binaenaleyh ondan başka bir şey dinlemekten vazgeçip uzaklaştım  > - Müelifimize göre semâ insan için çok lüzumludur. Esâsen, bütün canlı yaratıkların semâ’a meyli vardır. Semâ, rûhları, beşer olmanın kayıt ve yüklerinden kurtararak onlara huzur bağışlar; insanın mânevi hayatını, derûnî kudret kaynaklarını harekete geçirir; semâ kalbin ve lisanın esrârının nâkili, dil ile ifâdesi imkânsız girift duyguların, heyecanların tercümânıdır. Semâ kemâle ermemiş olanlar için fitne, olgunlar için ibret vesilesidir. Cisimleriyle canlı, gö illeriyle ölü olanlar semâdan sakınmalıdırlar. Semâ yalnız âşıklara mubâh, avâma haramdır. Yine Rüzbihân’a göre, semâda yüzbin lezzetten biri ile yüzbin yıllık marifet yolu katedilebilir ki, buna başka bir ibâdetle kavuşulamaz. Böylece o, semâ'ı her türlü ibâdetten üstün tutar  . Nitekim müellif semâ ve raksı sâlikin Tanrı yolunda varacağı birer makâm olarak mütalâa etmekte ve bu makâmlarda kulun, rûhlar yaratıldığı zaman Tanrı’nın onlara < Alastu bi-rabbikum? (Ben sizin rabbiniz değil miyim ? >  hitâbını duyduğunu   ve işte bu hitâbın heyecanından harekete gelerek raksedildiğini   ileri sürer. 




Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar