Allah Demek için Ölmek mi Gerekiyordu?
ÖLDÜKTEN
SONRA “ALLAH” DİYEN BAKAN
ÖNSÖZ
-
HAYATI ve ŞAHSİYETİ 2
Kim
Bu Hasan Âli? 2
-
ŞAHSİYET DEĞİL TEZADLAR YUMAĞI 5
Bir Rivayet
5
Yücel’in
Diri Diri Gömdüğü Hasan Âli 5
Hürriyet ve
Yücel 7
Korku 7
Hasan Âli
ve Atatürk 9
-
KÖY ENSTİTÜLERİ ve TURANCILIK DÂVÂSI 17
Sayfalar
Arasında 17
İnönü Ne
Diyor? 29
İşkence 31
-
ÖNER - YÜCEL DÂVÂSI 37
-
VE ALLAH BİR 40
-
SON YAPRAKLAR 51
Hasan Ali
Yücel, Cumhuriyet neslinin âşinâsı olduğu bir isim. Daha çok “Köy
Estitüleri”nin mimarı olarak bu müesseselerin tedai ettirdikleri ile
hatırlanır. Cumhuriyet devrinin tipik aydınıdır, Hasan Ali: Sathi, fakat
bulanık. Kendisine âit ne bir düşüncesi vardır, ne yalnız başına
yüklenebileceği bir dâva. İktidarı elinde bulunduranların yakınında olma gayretinde
ise, emsalleri arasında iyi bir dereceye sahiptir. Hasan Ali, tezadların
cem’ine şahsiyetiyle ev sahipliği yapmış. Mantıkçı Yücel’in de bildiği gibi “cem’i
zıddeyn muhaldir.” Yâni zıdların birleşmesi, biraraya gelmeleri,
imkânsızdır. Bu kaidenin muhkemliği Hasan Ali’nin şahsiyeti karşısında bozguna
uğrar, zıdlar bu adamda basbayağı birleşirler. Hasan Âli, yıllar yılı hem
inkılâpçı, hem değildir. Hem dindar, hem değildir... Kısacası o, bir devrin
aynasıdır, bir ayna sadakatiyle kendi devrini aksettirir. Hayatı ve şahsiyeti
de bu cihetle tetkike değer. Onu tetkik etmek demek, uçurumlarla dolu bir devre
eğilmek demek... Hasan Ali, yakın geçmişimizin çok şaibeli bir devrinin
anlaşılması güç, devri gibi bulanık bir şahsiyeti olmasa idi, bugün onu
hatırlamayacaktık bile. Ne var ki o, yaşadığı devre karşı tutulmuş bir aynadır.
Aynanın ehemmiyeti kendisinde değil, karşısına tutulduğu şeyi
aksettirmesindedir. Binaenaleyh okuyucu, bir fâninin ismi etrafındaki
tetkiklerimizden dolayı bizi mazur görmeli, Hasan Ali de... Bir devre, bir
geçiş devrine, zifirî karanlıklar içindeki bir devre bir parça ışık tutmaya
çalışıyoruz. Bu devri yalnız başına aydınlatacak bir güneş yok. İster istemez
en uzak yıldızlardan, en cılız mumlara kadar parıldayan her menbaaya
koşuyoruz. Bu cılız ve uzak pırıltılarla o devri bütünüyle aydınlatmak nasıl
kabil olabilir ki? Olabildiği kadar...
Bu
çalışmayı daha geniş, daha teferruatlı tutmak, teorik olarak, mümkündü. Fakat
birçok teoriyi realitenin merhametsiz, sert ve yalçın surları parçalıyor.
İstesek de bu menbaadan daha fazla ışık alamıyoruz. Hasan Ali’den en pırıltılı
tarafları itibari ile faydalanmaya çalıştık; daha fazla teferruat, bıktırıcı
olacaktı. Ömrünü küçük ve zillet verici eşiklerde tüketmiş bu adamda hemen
hemen şahsî hiç bir zenginlik yok... Çalışmamız bir biyografiden çok, tenkid:
Bir devrin tenkidi... Kitabı herhangi bir kategoriye koymak takdiri, size ait,
istediğiniz yere koyabilirsiniz. Kitabı “Yakın Tarihimizin Anlatılamayan
Hikâyesi” serisine dâhil etmemize gelince, yukarıda izah etmeye çalıştık.
Eser Hasan Ali’den ziyade, yaşadığı devri aksettirmek düşüncesinden mülhem.
Bir parça faydalı olabildiysek kendimizi bahtiyar addederiz.
Hüseyin YILMAZ
HAYATI ve ŞAHSİYETİ
1897-1961
yılları arasında yaşamış, koca bir ömür; ikbal ve zilletleri ile dopdolu bir
ömür. Ansiklopediler, “Cumhuriyet devri devlet adamı; şâir, yazar” diyor,
Yücel için. 1897’de İstanbul’da doğmuş, yıkılmaya yüz tutmuş bir imparatorluğun
çocuğu. Çocukluk ve ilk gençliği imparatorluğun başşehrinde geçmiş; bir sürü
hengâmenin içinde bulunmuş, bir yığın felâkete şahit olmuş.
1910’da
Mekteb-i Osmânî’yi, 1914’de Vefâ Lisesi’ni, 1921’de ise Edebiyat Fakültesi
Felsefe Bölümü’nü bitirmiş. Tahsil hayatını, ilk memuriyet yılları takib etmiş;
bir müddet İstanbul ve İzmir’de edebiyât-felsefe öğretmenliği yapmış. İkbal
ilk defa 1927’de «merhaba» demiş, edebiyat-felsefe öğretmenine: Maarif
Müdürlüğü’ne getirilmiş. 1933’e kadar aynı vazifede kalan Hasan Ali bu arada
Paris’e gitme imkânı da bulmuş; Avrupa'nın bu gözde şehrinde tetkiklerde
bulunmuş... Bütün bir Tanzimat ve Cumhuriyet aydınının bu kompleks şehri
Yücel’e ne gibi ufuklar açtı, bilmiyoruz. Fakat Maarif Vekâleti’nde bulunduğu
sırada başlattığı dünya klasikleri tercüme faaliyetinin Paris seyahatinden
mülhem olması, kuvvetle muhtemel.
1933’te bir
basamak daha çıkmış, onu bu tarihten 1935’e kadar bu sefer Millî Eğitim
Bakanlığı Orta Öğretim Genel Müdürü olarak görüyoruz. İkbalin iştah dolu
kucağıyla sardığı Yücel’in yıldızı her geçen gün daha parlak ve daha yakından
Ankara semalarından sarkmış olacak ki, 1935’te İzmir Milletvekilliğine
getirilmiş Milletle yegâne irtibatları taşıdıkları unvandan ibaret olan devrin
bütün milletvekilleri gibi, onu da devletin başındakiler tayin etmişler: “Gel
Ankara’da İzmirlileri temsil et” diye. İzmirliler Hasan Ali’yi istiyorlar
mı, istemiyorlar mı, soran bile yok...
Bir sohbet esnasında Mustafa Kemal’in “Sıfır
neye denir?” sualine, müthiş bir espiri ile “Sizin yanınızda bana denir,
efendim” diyen Hasan Ali Yücel’in son ikbali: 1938’le 1946 arasında devam
eden bakanlık yılları. Birçok kimsenin hayatının bu safhası ile tanıdığı Hasan
Ali, bu yıllarda Cumhuriyet Hükûmeti’nin Maarif Vekili’dir, yeni ismiyle Millî
Eğitim Bakanı...
1946’dan
50’ye kadar eski bakanlığının hatıralarıyla avunan Yücel, sade bir milletvekilidir;
milletin seçmediği... 1947’de merhum Kenan Öner ile giriştiği dâva ile
uğradığı hezimet bir zamanların bu parlak yıldızını büsbütün karartır. 1950’de
CHP’nin uğradığı hezimet ona da şamildir.
Milletin
köşesine çektiği Yücel, 1950'den 1960’a kadar hayat sahnesinde gazeteci-yazar
olarak arzı endam eder. Ömrünün hemen her safhasında yazarlığı elden bırakmayan
Yücel, bu on yılı önce Ulus’ta sonra da Cumhuriyet’te günlük yazı yazmakla
geçirir. On yılın bu sürekli köşe yazarı, gazeteciliğe 1919’da Tasvir-i Efkâr
ve İfham’da başlamış, 1936’da Akşam’a kapağı atmış. Ansiklopedilerin «Şâir»
olarak vasıflandırdıkları Yücel’in ilk şiirlerinin yayınlandığı tarih ise,
1921...
Her devrin
şartlarına adım uydurmakta güçlük çekmeyen Hasan Ali’yi aradan altı yıl
geçtikten sonra yeni ikballerin cazibesi çekmeye başlar. Yumuşak başlı
Demokratların geniş kucakları onu da sarar. Ve Yücel 1956’dan 60 kadar İş
Bankası Kültür Yayınları’nı idare eder. 1960’a doğru yazılarında istihaleler
başlar, Demokratlara düşman bütün aydınlar gibi o da iktidara yüklenir.
Darbenin kokusunu aldığı, yazılarında ayan beyandır. 60’ta meş’um 27 Mayıs darbesine
selam durur, avuçlarını patlatırcasına alkışlar, darbecileri. Mükâfatı gecikmez,
61’de Kurucu Meclis üyeliğine getirilir. Fakat bu, onun kısa ve son ikbalidir.
Aynı yıl Hazreti Azrail’den yakasını kurtaramaz. Ölüm tarihi: 26 Şubat 1961...
Yücel’in son ikbaline açılan kapıdan isterseniz birlikte geçelim. İşte 27 Mayıs
mersiyeleri:
“Köşemde
oturuyordum, fakat sokaktayım. Bugün Ankara’da köşesinde kimse kalmadı. Herkes
dışarıda ve bir birinde. Otomobilli, at arabalı, kamyonlu ve yaya; halk,
mahpusaneden çıkmış gibi; coşkun, bağırıyor, çağırıyor, türkü söylüyor,
oynuyor. Ne oldu, ne var?
“Üç kelime,
hep o üç kelime, ağızlarda: - Hürriyet, Ordu, Atatürk.
‘Bu bir
kutsal üçleme oldu Türk için: ‘Hürriyet, Ordu, Atatürk!..
“Öyle bir
üç ki, üçü bir ve biri üç. Demek ordusuz Türk, Türksüz Atatürk ve Ata’sız her
ikisi olamıyor. Çünkü Atatürk, millet iradesinin kutsal varlığı Türk ordusu ile
hürriyeti elde etmiştir.
“Sokaktaki
halk, bir türkü söylüyor; hep onu söylüyor, hep onu tekrar ediyor:
“Bu ne
genç, ne ümit dolu bir türkü! 18 Mayıs 1919 gecesi, Karadeniz’in siyah
dalgaları bindiği küçük teknesini döğerken Atatürk, bu türküyü söylemişti.
Halden istikbale giderken söylüyordu onu. Bugün halk, büyük küçük onun bu
türküsünü söylerken Türkiye’nin nurlu yarınlarına yürüdüğünü hissediyor. Bu
türkü, gençtir; çünkü Atatürk gençti. Bugün, değil ölü, tam bir genç olarak
Türk gençliğinin arasındadır.
“Oluk oluk
Ankara caddelerini dolduran bu gençleri coşturan kim? Bu imkânı hazırlıyanlara
o ruh ve o atılganlığı veren kim?
“Kim
olacak, bir ölü... Ama ne ölü? Diri bir ölü. Eğer öyle olmasaydı coplarla dayak
yerken, üstlerine silâh boşaltılırken bile Türk gençliği nasıl olurdu da en gür
sesleriyle:
-
Atatürk, aramızdasın!
Diye
bağırırdı? ‘Atatürk, izindeyiz!’ diye seslenenler, bugün onun büyük
çaptaki resimlerini arabalarının, kamyonlarının önünde taşıyorlar. Bu sabah
Dil-Tarih Fakültesinde Dekanın odasındaydım. «Varol Atatürk!» sesleri,
avluyu dolduruyordu. Pencereye koştuk. Fakülte önündeki geniş çayırı kaplıyan
bir şey vardı ellerinde. Kenarının her noktasına kızlı erkekli yapışmış
gençler, onu yavaş yavaş açmıya başladılar. Atatürk, o koca yeşil sahayı yavaş
yavaş kaplıyordu. Tamamı çıktı meydana. Aman Allahım, o ne müthiş sevgi
feryadı:
- Atatürk,
Atatürk, Atatürk, Atatürk! Ve Atatürk!
“Kırk
yıldır, boşuna bu çocuklara hizmet etmemişiz? Onların babalarına, hattâ büyük
babalarına, evlâtlarına bu yolda boşuna hizmetkârlıkta bulunmamışız? Sevinçle
yaşlanan gözlerim, bunları görerek kapanacak, demek! Hamd olsun, Yarabbi sana!
“Memlekette
bir değişme mi oldu? Ne var?
“Aslında
bir değişme yok. Çünkü bu memlekette bir millet var, Türk var. Türkün ruhunda
hürriyet var. Onu esaretten kurtaran Atatürk var. Her ikisini var olmaya devam
ettiren ordu var. Bunlar zaten var değil mi idiler? Bugün, sadece bir perde
açıldı ve biz bu var olan şeyleri bir kere daha dünya gözü ile gördük. Öğün,
Türk evlâdı öğün!
“On yıldır,
şu köşeden hep hürriyet, hürriyet diye bağırdım. Hürriyet, bir hak değildir
sade de ondan. Çünkü hürriyet, haktan da üstün bir şeydir. Hürriyet, havadır.
Onsuz yaşanmaz. Kim onu sağlarsa yaşar. Kim onu yok etmiye kalkarsa yok olur.
Ben bunları bir siyaset adamı olarak değil, bir memleket aydını olarak söyledim
ve tekrar ettim. Duyan duydu, duymıyanlar duymadı. Şimdi memleketin ufuklarını
sarsan hürriyet yankısını bir tanrısal koro gibi dinliyorum. Değil bugünküler,
hattâ yarınki kuşaklar bu sesleri vecitle dinliyecekler. Tarih, devam etmezse
masal olur.
“Penceremden
bakıyordum. İki hanım, duvarın üstünde, yeni gelen İstanbul gazetelerini
okuyorlar. Hemen bir saattir, konuşmadan okuyorlar. Yarın, alıştıkları
gazetelerin hepsini bulup okuyacaklar. Evet, bulacaklar ve okuyacaklar.
İnebolu’nun el kadar küçük bir gazetesinde Fikret’in ‘95’e doğrusu!’nu
bastı diye takibe uğrıyanlar artık istediklerini yazacaklar. Kutlu olsun,
Karadenizli kardeşlerim; hürriyetiniz, mutlu olsun! Yazın bu memleket için, bu
çilekeş millet için yazın! Kalemlerinizin mükâfatını gördünüz ve göreceksiniz.
İki gündür, ortada ne polis var, ne jandarma. Bu ne terbiye, bu ne intizam!
Dün, akşamüstü bu coşkun halk, dokuzda dağılamaz diye kaygulanıyordum. Gaipten
bir ses:
“On dakika
sonra Atatürkbulvarı bomboştu. Bu halka kıyılır mı? Ah, hele bu gençliğe! Orayı,
o yarayı açmıyayım. ‘Hâkimiyet milletindir’ yazımda millet hâkim olmazsa
ne hürriyet, ne demokrasi kalır demiştim. Ne kadar haklı imişim. Bu hürriyet
havası da gösteriyor ki, Millet, hâkimdir. Şekil ne olursa olsun millet,
milleti hâkim tanıyanların elinde olunca hürriyet vardır. İki gündür akan halk
seli, bu kaynaktan çıkıyor. Oluk olup, araba araba, otomobil otomobil, kamyon
kamyon akıyor. Dev kamyonların arasında tek atlı bir araba, belki yirmi otuz
kız, erkek genç. Ellerinde kocaman bir Atatürk! O küçük araba, ne büyük bir şey
taşıyordu? Halk kendini tutamadı:
-
Yaşasın gençlik! diye bağırdı.
“Bu
haykırışın içinde, ‘Yaşasın Atatürk!’ vardı. Çünkü bütün bu insanların
içinde o vardır. Atatürk, gençliği istikbalin emniyeti bildiği içindir ki, en
büyük emanetini ona bıraktı. Ne kadar haklı imiş. Çünkü, gençlik, onun bu
emanetini hayatı pahasma muhafaza etti” (*) (1).
Ve hatibin
pervasız şahlanışı: “Ey cetleri padişahların ceberûtunu yere indirmiş genç
Harbiyeliler! Atatürk’ün dört yanını tutup hep beraber vekarla,
-
Korkma! diye, tıpkı onun gibi, bize, vatan
ufuklarına seslendiniz. Türk milletine gürleyen bir emirdi bu... Ona güvenen
kalblerimiz, artık korkmadı. Korkumuz, zaten sizler içindi. Temiz yüzlerine
bakmıya kıyamadığımız, varlıklarına gelebilecek en küçük bir kötülük ihtimaliyle
üstüne titrediğimiz sizler içindi. Siz, babanız Komutanın çevresinde ne
heybetli bir kütleydiniz! 27 Mayıs sabahı, silâh sesleriyle yatağımızdan
fırlayıp sokak başlarında sizleri gördüğümüz zaman, içimize doğan emniyeti bir
bilseniz, sizlere minnetimizin derecesini ölçerdiniz; ama bunu bilmeyin,
yalnız hizmetinize bağlı kalın. Hiç kimseden bundan daha kıymetli mükâfat
göremezsiniz. Tarih, aynı yolda yürürken şehit düşen kardeşinizin şehadetiyle
sizin yaptığınız özverinin destanını daha şimdiden yazmıştır. Bu, onun ruhuna
ithaf edeceğiniz Fâtiha’ya katılacak en belâgatli bir duâ olacaktır.
“Sizleri
yetiştiren komutanlarınız, ne kadar övünseler yeridir. Sizi doğuran analar,
size hayat imkânı veren babalar ne kadar şeref duysalar haklarıdır; çünkü Türk
milleti, en küçüğünden en büyüğüne kadar sizinle iftihar ediyor. “Var olun,
Türk Arslanları!
“Bir kere
daha gördük ki, Türk ordusu, her cins tehlikede milletin bekçisidir. Ne zaman
kaderimiz bir çıkmaza düşmüşse kurtarıcısı o olmuştur. Millî kudrete timsal
olan Türk ordusu, daima çözülmez düğümleri bir hamlede kesmenin yolunu
bulmuştur. Millet ülkülerinin gönüllere birikmiş hasretlerini dileğine
kavuşturan bu kahraman varlık, bu yoldan, insani duyguların en yükseğine
erdiğini yalnız millete değil, bütün dünyaya göstermiştir. Halkın, sabrını
tükettiği yerde onun da sabrı tükenir; bu defa da öyle olmuştur. Türk halkı
kadar itaatlı, onun kadar hatır sayan bir insan topluluğu zor bulunur. Bu
halini, onun zaafı ve aczi belleyenlere varlığının hakikatini her zaman o
anlatmıştır. O ispat etmiştir ki, Türk milletiyle oynanılmaz. 27 Mayıs
inkılâbı, bu konuda geleceğe en öğretici, en uyarıcı bir derstir.” (2).
Bu ateşin
ve muhabbet dolu ifadelerin ikbalini parlatıp fakat ömrünü uzatamadığı Yücel,
İstanbul’da hayata gözlerini yumar. Ne var ki, onu ikbalinin şehrine gömerler,
Ankara’ya... Hasan Ali, Ankara'nın adamıdır ve her şeyden, her yerden çok,
oraya lâyıktır.
ŞAHSİYET DEĞİL TEZADLAR
YUMAĞI
Hasan Ali
için net bir şahsiyetten bahsetmek, güç; güç ne kelime, imkânsız. Sürekli değişen
bu hokkabaz aynasını kelimelerle zapt etmek kimin haddi? Yücel’i yaşadıkları,
söyledikleri ve düşündükleri ile adım adım takib etmekten başka şansımız yok.
Önce hazin trajedisine eğilelim Yücel’in.
Hekim oğlu
İsmail’den dinlemiştim... Yazılı kaynaklarda rastlayamadığım bu rivayet ne
kadar doğru, bilemiyorum; fakat doğru olmasa bile, Hasan Ali’nin şahsiyetinden
mülhem olduğu, muhakkak. Rivayet şöyle:
“Cevriye Hanım, dindar, muttaki bir Osmanlı
hanımefendisi. Ömrünün son yıllarını Çankaya’da geçirir; onu buraya çıkaran
baht, İsmet İnönü’nün annesi olmak. Saçının bir telini bile namahreme
göstermeden hayattan göçtüğü, rivayeti, dindarlığını ifade etmek için sıkça
kullanılır. Hasan Ali Yücel, davudi bir sese sahip. Dinleyenleri mest eden hoş
sesi ile Kur’an, mevlid ve ilahiler okumaktadır. Bir gün Cevriye Hanım, Çankaya
yalnızlığının da verdiği bir sıkıntı ile İsmet’e,
-
“Evladım,
şu Hasan Ali’yi Çankaya’ya alsan da, arasıra bana Kur’an okusa...” der. İnönü yaşlı annesini kırmak istemez. Hasan Ali’yi
çağırtıp karşısına alır. Annesinin meramını anlattıktan sonra:
Hasan Ali
bu teklifi nasıl karşıladı, yüzünde, geniş alnında ne gibi raşeler gezindi, bilmiyoruz.
Bildiğimiz şey, onun, bu ikbalperest adamın Çankaya’ya çıktığı ve dinden bahsetmediği.
Yücel’in Diri Diri
Gömdüğü Hasan Ali
Nasıl olur,
bir insan kendi kendisini nasıl gömer?' Gömmüş işte... Hülâsa edelim:
Hasan Ali
Yücel, daha çok Köy Enstitülerini kuran, orada komünistlerin üslenmelerine göz
yumup koruyan, dünya klasiklerini tercüme ettiren, milliyetçi ve müslümanlarca
menfî, solcularca müsbet bir adam olarak maşerî vicdana malolmuş. Fakat bir de
bizzat Yücel’in yıllar yılı Promete gibi zincirlediği bir Hasan Ali vardır, iç
Hasan Ali. Pısırık ve korkaklığıyla Promete’den ayrılan bir Hasan Ali.
Zincirlerini kırmayı, çivilendiği karanlıklardan kurtulmayı hiç denememiş,
yıllar yılı sükûtun nabzını tutmuş. Bir de şiir kitabı yazmış: «Allah Bir.» Eserinin aydınlık yüzü
görmesi için kendisinin ölmesini beklemiş, “Ben öldükten sonra bu eserim
neşredilsin” diye vasiyet bırakmış.
Oğlu Can Yücel, babasının ölümünden sonra bir
sefer basmış kitabı; fakat yıllar yılı suskun yaşamış bir ölünün kitabıyla
konuşması hoşuna gitmemiş olacak ki, ikinci baskıyı yaptırtmamış. Bir zamanlar
kendi içinde boğulan Hasan Ali, şimdi de kütüphane raflarında tozlanıyor.
Hasan
Ali’nin kendisi gibi, unutulmaya mahkûm eseri, tasavvufî bir derinlikle zengin,
vecdi ile takdire şayan, dili ile çarpıcı. Yıllar yılı bizzat kendisinin
susturduğu iç Hasan Ali hakkında bir fikir sahibi olmak için kitabın kısa
önsözünü olduğu gibi aktaralım:
“Kendinin ‘eksik’,
‘kusurlu’, ve sonunda ‘ölecek’ bir varlık olduğunu bulan ve bilen
kim vardır ki, ‘eksiksiz’i, ‘kusursuz’u ve ‘ölümsüz’ü
aramasın?
“Bu arayış
hikmettir, felsefedir ve dindir.
«Aranan,
değişmez. Başlamaz, bitmez. Öncesi, sonrası yoktur. Doğmaz, doğurmaz. Artmaz,
eksilmez. Görür; görmesi bizim gibi değildir. İşitir, işitmesi bize benzemez.
Bilir; bilmesi meçhulden malûma gitmez, malûmdan malûma yürür. Bilmediği
yoktur. Her an, yapan, yaratan odur. Her arzusu, bir oluştur. Var ederken yok,
yok ederken var eder. Arayana gelince; durmadan değişir. Değiştikçe
değişmeyende yeni vasıflar keşfeder. Keşifler biriktikçe değişen tarafları
azalmıya, değişmiyecek tarafları çoğalmıya başlar. Güneşe nisbetle gölgeye
benzer. Işık kaynağına yaklaştıkça nurlanır, fakat yanar. Bir bakıma yok, bir
bakıma var olur. Hedef, güneşe varmak değil güneş olmaktır. Her insanın
idrâkinde o idrâke göre kendini gösteren nihayetsiz nur, bu ihâta edilmez
varlık; Allah’tır.
«İnsanlık
tarihi, hiç bir devri müstesna olmamak üzere, insanın Allah’ını aramasının hikâyesidir.
Ona, en ilkel varlıklarda, bitkide, hayvanda, gök yuvarlaklarında ve en haşin
anlayışlı maddede kavuştuğunu sananlar bile ondan başka bir şey bulabilmiş
değillerdir; çünkü onun vücudu dışında varlık yoktur. Hiç bir idrâk, «hiç»
uğruna bu zahmete düşer mi? Bir hiç için bu kadar cidâl, değer mi?
«Henüz ona
iman etmiyenler vardır; iman edenlere gülerler. Ona inandığını sanıp da ne
kendilerini onda, ne onu kendilerinde göremiyenler de çoktur. Mümin görünüp
aslında imana erişememişlerin bu hali, inkâr edip de inanmadığı şeyi bulmuş
olduklarından habersizlerin istikbaline benzer. Biri aydınlıkta gezer kör,
öbürü karanlıkta aradığına dokunup da ne olduğunu farkedemiyen şaşkın gibidir.
Oysa Allah’a gerçek iman, gören gözlerle aydınlıkta onun varlığına ermektir.
Ona kendini vermektir. Ondan hakikatler demektir. Gölgeleri onda eritmektir.
Hakka erenler, böyle kişilerdir, işte!
«Bizi, bu
kullarından eyle, Yarabbi!
«Meçhullerin
karanlığına cesaretle yürüyenlere bir gün hak doğar. Ümidimiz bu olsun! Hakkın
girdiği yerde bâtıl duramaz. Tesellimiz, bu olsun! Hakta birlik vardır, bâtılda
çokluk.
Biri varlık
biri yokluk. Var olmaktan korkan yokluğa kurbandır. Yokolmayı bilen insan, var
olmanın yolunu bulandır.
«Sağır ve dilsiz olmıyan vicdan, her zaman der:
- Allah’a inan!
«Bizi, bu sesi duyanlardan eyle, Yarabbi! (3)
Orhantepe,
15 Ekim 1954
Bu inancın
sahibi kendi zaaflarının zebunudur. Şanssızlığı, yaşadığı devrin inancına ters
düşmesi. Müslüman bir cemiyette yaşasaydı, ikbal hırsı onu bu kadar düşürmeyebilirdi.
Heyhat ki, o devrin ikbali Çankaya’da parlamaktadır, Hacı Bayram’da değil.
Yücel inancıyla Hacı Bayram’a çıkmaya mütemayildir, fakat hırsları onu
Çankaya’ya sürükler. Karşı koyamaz...
Yazar Hasan
Ali’nin en çok kurcaladığı, etrafında dolaştığı, fakat zevkini yaşamak şöyle
dursun, tatmaya bile fırsat bulamadığı mefhum: Hürriyet... Yazılarında bu
mefhumun derinliklerini arayan, felsefesini telkin eden ve hürriyet havarisi
kesilen Hasan Ali, gerçekte esaretler içindedir, kölelerin en bedbahtıdır.
Çünkü ruhunu zincire vuran yine kendisidir, başkaları değil. Belki de onu bu
mefhuma duyduğu hasret bu kadar söylettirmiş. Kendisini dinleyelim: «Bir insan,
kendi tekliği içinde nasıl hür olabilir? Başka bir deyişle, fert, kendini ne
zaman hür hissedebilir?
«İnsan,
düşünen ve duyan, duyup düşündüklerini yapan bir mahlûk olduğuna göre, onun
fikri ile hareketi arasındaki uygunluğa bakmalıdır. Ancak düşündüğü şekilde
hareket eden insan hürdür. Hiçbir riyakâr, hiçbir yalancı, hür olamaz. Kafası
ile yüreğindeki niyetleri, dilinden başka şekilde ve mahiyette çıkardıkça bu
iç-dış uygunsuzluğunun öyle rahatsız edici tesiri altında kalması lâzım gelir
ki, böylesi, o uymazlığın belli olmaması için türlü hesaplar, türlü tertipler,
türlü manevralar yapmak zoruna düşer. İhtirasının, menfaatinin, gizlenmiş isteklerinin
esiridir. Nasıl hür olabilir? Hür olmanın şartı, bu sebepledir ki,
samimîliktir. Kalbinde sekiz on tilkiyi bir arada dolaştıranlar, onların
kuyruklarını birbirine dokundurtmamak için az mı gayret sarfına mecbur
olurlar?» (4).
Ne güzel
itiraf, demek sizin de içinizden geçmiyor mu? Yücel aynayı kendisine tutmuş,
bütün çıplaklığıyla kendisi aksetmiş aynaya. Aslında sözü de yine kendisinedir,
kurtarmak istediği, hürlüğünü arzuladığı herkesten önce bizzat kendisi. Ne var
ki kurtulmak, zincirleri parçalamak kolay değil. Yukarıdaki ifadeleri 1952’de
kaleme almış. Allah Bir’i ise 1948’de bitirmiş. İşte ameline, gündelik hayatına
uzanamayan kendisi «kurtuldum» dese de gerçekte kurtulamadığı esaretini
kendi içinde yıkmaya çalıştığı hazin telkinler:
Kurtuldum,
evet, kesildi bağlar;
Daldım
denize kopunca ağlar.
Kalbimde
sükûn, huzûra vardım;
Zulmet
bitiverdi, nûra vardım.
Erdim
tevhide ben gönülden,
Hamdolsun,
hür bir insanım ben.
İkbâlimmiş
gözümde perde,
Bir başka
hava esince serde,
Düştüm de
uyandım uykulardan,
Sıyrıldım o
sahte kaygulardan.
Oldum
yücelikten öyle âzâd,
Etmem o
zamanı şimdi ben yâd.
Hiç kalmadı
yükselişte meylim,
Alçakta
duran her işte meylim.
Bıktım kula
kulluk eylemekten,
Her hırsı çıkarmışım
yürekten.
Bağsız
kişiyim, bağımsız oldum;
Hürriyeti
ben bu yolda buldum. (5)
Ne gezer
Hasan Âli, ne gezer? Son nefesine kadar esir yaşayıp esir öldün. Dilin olabilecek
bu eseri bile ancak ölümünden sonrası için vâsiyet ettin, hangi hürriyetten bahsediyorsun?
Hasan
Ali’nin sahillerini döven, yıllar yılı aşındıran bu med-cezir’lerin iki kaynağı
var: Biri ikbal hırsı, diğeri korku; her şeyi kaybetme korkusu. Kendisinden
dinleyelim:
«Korku,
hesaba sığdırılmamış dileklerden, kudretle nisbeti düşünülmemiş hırslardan
doğar. ‘Ha daha servet, ha daha büyük kudret, ha daha çılgın sefahet!’ dedikçe
henüz elde edilmiyene erişmenin sabırsızlığı veya elde edilmişlerin bir ânda
kaybolması kaygusu, insanı, çıldırtan korkular içerisine atar. Ne servette, ne
kudrette, ne sefahette miktar mühim değildir. Bir liraya bir can, bir
sandalyaya bir hayat, bir şehvet anını yaşamaya bütün bir şeref ve haysiyet
feda edilirken bu küçük miktarlara bakıp hayret etmemeli. O bir lira, Karun’un
hâzinelerinden daha kıymetlidir; o küçük memuriyet sandalyası, bir saltanat
tahtıdır; o keyif mevzuu sümüklü mahlûk, cennet hurilerini kıskandıracak bir
husn-ü ândadır.
«Korkunun
bütün canlı varlıklarda toplanıp düğümlendiği nokta, bilinçaltına sinen ölmek
ihtimalidir. Ölüm, istisnasız, her canlının korkup kaçtığı bir fikir, bir
hayal, bir içgüdüdür. Bu da pek tabiîdir. Çünkü hayat, ölümden kaçan
kuvvetlerin devamıdır. Fakat akıl sahihleri için hakikat, hiç böyle olmamak
lâzım gelir. Şu fâni dünyada başımıza gelmesi muhakkak tek olay ölümdür.
Doğduğunu bilmiyen, hatırlamayan insanın bir gün öleceğinde şüphe var mıdır? O
halde yüzde yüz olacak bir şeyden niçin korkmalı? Gel de bunu kendine anlat! O
halde ölümü tabiî almalı ve hayat boyunca ona kendimizi alıştırmalıyız. Oyunla,
alayla, içkile, her türlü ihtirasların uyuşturucu tesirile onu içimizden
silmeye kalkmak, muvakkat bir zaman için kendimizi aldatmaktan başka neye
yarar?» (6)
«Ne
servette, ne kudrette, ne sefahatta miktar mühim değildir. Bir liraya bir can, bir
sandalyaya bir hayat, bir şehvet anını yaşamaya bütün bir şeref ve haysiyet
feda edilirken bu küçük miktarlara bakıp hayret etmemeli» diyen Yücel’e hayret
etmiyoruz. Fakat onu anlamak da elimizden gelmiyor, çünkü bu sefil tabloyu hiç
yaşamadık, hiç hissetmedik, hiç bu kadar düşmedik. Bağışla Hasan Ali, seni
anlamamız, korku ve ızdıraplarını duymamız mümkün değil. Bir fetret devrinde
yaşadın; emsallerinle münbit bir araziye düşmüş tohumlar gibi bittiniz, doğru.
Ama artık o devir geçti, her şey çok çok gerilerde kaldı ve biz sizi anlamıyoruz.
Karanlık bir gecede bir lambanın camına şuursuzca çarpa çarpa uçuşan böceklerin
hülyası içinde sizi hatırlıyoruz. Üzgünüz...
Ölümün
korkulacak bir şey, ikbalin bütün şeref ve haysiyetinizin fedasına değecek bir
şey olmadığını kendinize anlatamadınız. Sizinki bile bile ladesti, ne
diyelim...
Yücel,
tarifi güç bir korkunun kıvkıvrak yakaladığı adamdır. Bunun o da farkındadır,
ama hep kendisine saklar:
Senden korkmam, rahimsin, sen;
Âdilsin sen, hakimsin sen.
Korkum, beşer adlı korkusuzdan;
Vicdanı sağır, o duygusuzdan (7).
Yücel
aslında hayatının her safhasından dolayı pişmandır, ama pişmanlığını haykıracak
iç varlığını zmcirlemiştir bir kere, sesini boğmuştur ruhunun. İç mücadelesi
derinliğini kaybetmiş, günübirlik, sathi ve basit meselelere kaymıştır. Yücel,
daha başta davayı kaybetmiştir, ömrü boyunca «tortu» tarafıyla yaşamaya
mahkûmdur:
«Benliğimiz
düşünürken böyle ikiye ayrıldığı gibi karar verirken de hemen aynı bölünmiye
uğrar. Kaba bir benzetişle, ruhumuzun alt tabakalarında, doymak istiyen
iştihala- rımız, ham dileklerimizi iten eğilimlerimiz ve türlü hayvan
içgüdüllerimizden teşekkül eden ‘Tortu benliğimiz’ vardır; üstte ise
idealleri, iyiye götüren istekleri, saf duyguları barındıran ‘Yüksek
benliğimiz’ bulunur.
«Meselâ
sorumlu bir anda doğruyu söylemekle birçok menfaatleri kaybedeceğimizi düşünürken
‘tortu benliğimiz’, hemen yalan söylemeğe izin verir; hattâ bizi zorlar.
Fakat öbür yandan ‘Yüksek benliğimiz’, kudretine göre türlü şiddette
tepkiler yapar. ‘Olmaz, bu yaptığın doğru değil; bir âdi fayda için böyle
alçaklık yapılmaz’ der. İşte bu yüksek benlik, her zaman kelimesini
ağzımızda çiğnediğimiz ‘vicdan’dır. Çok kereler zavallı, hem dediğini
bize yaptıramaz, hem de üstelik göğsümüze indirdiğimiz yumruklarla acı duya
duya dayak yer. Pişmanlık, nedamet, işte onun duyduğu acının ismidir.
«Tıraş olurken, boyunbağı bağlarken, tuvalet
yaparken aynaya baktığımız kadar içimize bakabilsek! Rahmetli Ahmet Hâşim, ‘Moncher,
ben aynaya bakamıyorum. Suratıma tahammülüm yok’ derdi. Bu itirafı, kendi
ruh ve vicdanımız için tekrar etmek
kendi elimizdedir. Çünkü bu denemeyi kendimiz de yapabiliriz. Pascal, insanın,
kendi kendisinden nasıl kaçtığını, kendi sefilliğini hissetmekten nasıl
korktuğunu, kendini unutmak için nasıl oyunlar, eğlenceler, türlü vesileler
icadettiğini ne açık anlatır. Ona göre cesur insan, kendisiyle savaşı kabul
edebilendir. Hem yaralamanın, hem yaralanmanın acısına dayanabilmek kolay mı?
Mistiklerin nefs ile mücadele dedikleri de budur; savaşların en gücü.» (8)
Yücel’in
bocalamaları, kendi kendisiyle boğuşması süreklidir. Hemen her zaman başı,
kendisinin tabiri ile «mistik» tarafı ile derttedir. Cılız da olsa,
vicdanının sesinden rahatsız ve muzdaribtir. Bu ızdırab içinde «Allah Bir»i
kaleme alır, fakat neşredemez, bir nevi ruhî istimnadır bu ve Yücel onunla
ızdıraplarını hafifletmeye çalışır.
Nimetlerden
feragat ettim,
Külfetlerden
nedamet ettim.
Yüz
vermiyorum her iltifata,
Lâkayd
olarak bakıp hayâta.
Diyor
zincirlere vurulan Hasan Ali. Yalan... Son nefesine kadar ne nimetlerden vazgeçebildi,
ne «Yüz vermiyorum» dediği iltifatlardan. Hayata ise son nefesine kadar
sımsıkı sarıldı. Yoksa bu kadar derin bir iç pişmanlığı duyan adam berbat
geçmişini kendi eliyle temizlemeye çalışır ve daha hayatta iken onun huzurunu
yaşardı.
İnsanları
iki şey susturur, iki şey aşağılık bir hale düşürür: Korku ve ikbalperestlik...
Hasan Ali’de ikisi de var. Ne korkularını yenebilir, ne de ikbalperestlikten
yakasını kurtarmak elinden gelir. Her makul düşüncesi, her derinden pişmanlığı
bu iki duygunun kalın hisarlarına çarparak parçalanırlar. Yazık...
Atatürk,
kendi devrinin hâkim yıldızı. Onun semasında yalnız kendisi parlar, güneş gibi.
Kel Ali, Kılıç Ali, İnönü ve bütün etrafındakiler gibi, Hasan Ali’nin de tabiî
kaderi, ona tâbi olmak. Bütün ömrünü Atatürk’e neşideler yazmakla tüketir.
Yazdıklarının mantığının olup olmadığına aldırmaz bile, dinleyelim: «Osmanlı
İmparatorluğu batıp memleket yer yer işgal altına düştüğü zaman, milletin
ruhunda direnen, şahlanan mukavemet duygusunu içimizden bir fert, bir millet
evlâdı temsil etti: Atatürk. Bunu İlâhî iradenin tecellisi saymakta ne dine, ne
de olanlara aykırı bir cihet yoktur. ‘Allah istemediği halde Atatürk çıkmıştır’
diyen kim? ‘Allah istemeseydi insanlığa doğru yolu gösteren peygamberler de
çıkamazlardı. Bunlar kendiliklerinden çıkmamışlar’ diye o muhterem varlıklara
hiç mi kıymet verilmemeli? Sanki Atatürk, Allah’ın iradesine zıd olarak mı
çıkmıştır?
«İnsan
iradesini hiçe indirip bütün cüz’iyatı İlâhî İradeye atfederek ferdî mesuliyeti
ortadan kaldırmak; Müslümanlığı anlamamak, ters ve yanlış yolda görmektir.
(...)
«İlâhî
iradenin tecellisinde hayra olduğu gibi şerre de âlet olmak vardır ve bu alet,
bizzat insandır. Haccac ile Neron, şer vasıtalarına misal ise, Atatürk de hayır
vasıtasına bir örnektir. ‘Türk milletinin ona borcu yoktur’ demek İlâhî
iradeye, onu vasıta olarak çıkaran büyük kudrete hürmetsizliktir. Nankör
fikirlere ve telkinlere uyan toplulukların başına gelenleri gene Allah'ın kitabı
bize ibret olarak söylemiyor mu? Uğradıkları felâketleri, bize acı acı
anlatmıyor mu? Müslüman olup bunları bilmemezlikten gelmek, ne acı, ne yoldan
çıkarıcı bir haldir?
«Evet,
Müslümanlığın gayelerinden biri de ‘aklın muhafazası’dır. İtikaddaki ihtilâfın
sebeplerinden biri, akılla nakil karşıt olurlarsa hangisine dayanılacağıdır.
Halbuki «nakil»e karşı olan ‘akıl’, Müslümanlığın temelidir, insana kendini
kaybettiren serhoşluğu Müslümanlığın yasak edişi de bu sebepledir. O halde
herhangi bir maddî veya ruhî bedmestliğe uğramadan aklı kaybetmek, aklı
kaybetmeden koskoca bir milletin hayat mücadelesini idare eden adamı hiçe
saymak nasıl mümkün olur? Millî Mücadele esnasında Atatürk’ün, elini açıp dua
etmesi, onun kusuru mu, meziyeti midir? O, devesini sağlam bir yere
bağladıktan sonra Allah’a emanet eden bir müslüman gibiydi. Atatürk’ü
kötülemeğe kalkmak, deveyi çözüp çöle saldıktan sonra duaya başlamak gibi
Müslümanlığın ihtiyatlı ruhuna taban tabana zıd bir harekettir. Bu geri
anlayışla ve bu kafa ile ancak birbirimize düşeriz ve düşmanların, evet,
düşmanlarımızın ekmeğine de yağ sürmüş oluruz.» (9)
Mizan,
Hasan Ali’nin elinde; istediğini istediği kefeye koyuyor. Ölçü: Sadece kendi
mantığı... Kendi mantığı bile değil, «tortu» şahsiyetinin emrettikleri.
Atatürk’e dinden bir gömlek biçmesini, Atatürk’e hakaret telâkki ederiz.
Ömrünü dine karşı mücadele vermekle geçiren bir insanı din ile izaha kalkışmak,
samimiyetsizlik. Bütün Atatürkçüler gibi, Hasan Ali de, Mustafa Kemâl’in bariz
vasfının, ‘irtica’ dediği, gerçekte bütün bir dini inanış ve muameleyi havi
din ile mücadele etmek olduğunu bilir. Fakat değişen şartlar istinat
noktalarını çoğaltmayı zarurî kılmıştır. Din bu istinat noktalarının dışında
tutulamazdı. Şüphesiz Atatürk’ün doğuşu, ilahi iradenin dışında değildir.
İslâmiyet’ten bir parça nasibini almış herkes bunu bilir; Hasan Ali’nin telaşı
yersiz. Problem, onun hangi kefede tartılacağı... Neron ve Haccac’ı günah
kefesine koyan Hasan Ali, bu insanların kendi taraftarlarınca sevap kefesini
konduğunu, bir parça düşünse idrak edecekti; ama güzel sesli hatibimiz kendi
düşüncesinin mahkûmudur. İstese de aksi elinden gelmezdi...
Atatürk
büyük bir komutan, doğru; fakat onu olduğundan farklı, kendi düşüncelerinin
dışında bir yerde göstermek, yanlış. Bu, Atatürk’ü anlamamak olur, Hasan Ali
gibi... Yalnız hakkı teslim edelim, Atatürk’ü anlatan Hasan Ali her zaman böyle
yanlış ve tezadlara düşmez. Ondan öğreneceğimiz doğrular da az değildir. İşte
bir örnek: «Cumhuriyet devrinde ilk devlet adamları İstiklâl mücadelesi
vermiştir. Bunların mühim bir kısmı asker, bir kısmı da Mücadeleye iştirak
eden sivillerdir. Cumhuriyet ilân edilip İnkilâp hareketleri başlayınca bunlara
ve başta Mustafa Kemal Paşa’nın hudutsuz iktidarına tarafdar olmayan yakın
arkadaşlarından bazıları muarız vaziyet aldılar. Tabiî bunlar, iktidardan uzak
kaldılar; bir kısmı memleketten gitti. Kalanlar, tamamile tecrid edilmiş bir
hayat geçirdiler. Şahıslarda büyük değişme olmaksızın siyasî mevkiler muayyen
zatlar tarafından işgal edilmiştir. Başvekil ve Başbakan İsmet Paşa, senelerce
bir Chancelier gibi hükümetin başında bulundu. Tek siyasî merci olan B.M.
Meclisine kumandan, vali ve Bakanlıklarda ileri mevkileri işgal edenlerden
bazıları girebiliyordu. Veyâ inkilâp yolunda yazı yazan bazı muharrirler ve
münevverler bu imkânı buluyorlardı. Devlet adamları bu mahdud çevre
içerisinden çıkabiliyordu. Başka yol yoktu. Atatürk’ün veya İnönü’nün şahsî
güveni kazanılmadan ilerleme imkânsızdı.» (10)
Kendisinin
geçtiği yolları iyi ezberlemiş «şâir, yazarımız». O devri bütün
çıplaklığı ile aksettiren bu aynayı atiye miras bıraktığı için, elbette
kendisine müteşekkiriz. Ama unutmasın ki, bu kabil itiraflar mahbubelerine olan
umumî muhabbeti kırıyor. Ne de olsa yeni nesiller bu tasvirî hakikatleri
herhangi bir zaruretle de olsa, kabul edemezler. Her devrin bir tabusu vardır,
devrimizin tabusu ise, «ferdî hürriyetler.» Ferdi hürriyetleri yok sayan bir
devri ve insanlarını günümüzün insanına sevdirmenin güçlüğü ortadadır. Ne
yapalım, Hasan Ali’nin feraseti bugünlere kadar uzanamamış.
«Atatürk
diktatör değildi. Fakat bir ‘hürriyet rejimi’ de kurdu, diyemeyiz. Atatürk’ün
idaresi, bir sıkıyönetim de değildi. Mahdud şahıslara inhisar eden siyasi baskıların
dışında bir tek Türk aydını ne düşünmede, ne düşündüğünü söyleyip yazmada en
küçük bir tazyik hissetmemiştir.» (11)
Bütün
muhaliflerin susturulduğu bir yerde elbette kimse düşündüğünü yazıp söylemede
tazyik göremezdi, değil mi Hasan Ali? Düşünce hürriyetinden bahsedebilmek için,
farklı düşünceleri haykıran sesleri bir arada duymak gerekmez mi? O devir için
tek bir örnek göstermek kabil mi? Ve şu ifadeler de Yücel’e âit: «Asırlardır
maddî, mânevi baskılar altında ezilmiş, fakat zincirlerinden silkinmiş
topluluğumuz, erdiği hürriyetin zevkine varmak, bilincine ermek yolundadır;
çünki hürriyet, erişilmesi en güç bir düşünüş ve yaşayış tarzıdır. Zevki tadılır,
fakat kolay kolay ne olduğu anlaşılamaz. Onu çok kere hepimiz için istemiş
oluruz. Beraberce elde ettiğimiz zaman, yalnız kendimizde kalmasına çalışırız.
Buna muvaffak olunca da dünkü hürriyet âşıkı biz, bugün bir despot haline
geliriz. Bu türlü bir toplulukta hür insan, tek demektir. Despotun istibdadı ne
kadar sertse ondan gayrıların hürriyet duygusu o kadar zayıf demektir. Tarih
gösterir ki, hürriyetin anası taş yürekli bir istibdat cadısıdır. O güzel,
levent, faziletli kız, böyle korkunç, çirkin, merhametsiz bir anadan doğmuştur.
İnsanlık, aslında hürmüş de sonradan esir olmuşa pek benzemez. Daha çok,
esirlikten hürlüğe doğru yürümüş gibidir.» (12)
Ne
pırıltılı ifadeler, ne acı hakikatler! Varol Hasan Ali, zaman zaman da olsa
dehân nüksediyor ve hakikati bütün çıplaklığıyla ayaklarımızın önüne bazen
atlas bir halı, bazen de sefil bir tablo gibi seriyorsun; doğru, hürriyet
mücadelesini bütün bir millet olarak verdiniz...
Birçok şair
ve edibin ilâh mevkiine çıkardığı Mustafa Kemâl’i Hasan Ali daha mütevazı bir
kıyasla anlatmaya çalışır: «Aldığmiız konuyu incelemek için bir taraftan
Müslümanlığı insanlığa getiren Hz. Muhammed’i, diğer taraftan inkılâplarımızı
bize veren Atatürk’ü tanımamız lâzımdır. Peygamber, bulunduğu topluluk içinde
yaşıyan itikadlara, sosyal kıymetlere isyan etmekle etrafını hak dine davete
başladı. Kızları kurban diye akarsulara (*) atarlardı. Kılıcına güvenen
istediği kızı kaçırıp onun visaline ererdi. Kâbe’ye asılı tahta putlara ‘Tanrı’
diye taparlardı. Pistiler; zengini, yoksulları korumazdı. Merhametsiz bir
ticaret ve ekonomi nizamı işlerdi. ‘Allah birdir ve ben onun elçisiyim’ diyerek
Müslümanlığın ilk kaidesini koydu. Bununla bütün o tahta putlar devriliverdi.
Eski insanlara bağlı olan yakınları ve akrabaları kendisine düşman oldular.
Hayatına kasdettiler. Yılmadı, davetine devam etti. ‘Yıkanın, temizlenin’ dedi.
Gusül ve aptest budur. ‘Tek Tanrı’ya tapın’ dedi. Namaz budur. Evlenmeyi,
fakirlere yardımı, kaidelere bağladı. Bugün üçyüzelli milyon insan, onun
söylediklerine inanmaktadır.
«Gelelim
Atatürk’e. O da kendi ölçüsünde, kendi milleti içinde dış baskıları kaldırıp vatandan
düşman ayağını kestikten sonra, asırlarca bizi geri bırakan sosyal bağları,
taassup kösteklerini koparıp attı. Yaşamak için her türlü vasıtalarile
donanmamız lâzım gelen medenî dünyanın kıymetlerini aldı. Hayatımızı
değiştirecek tedbirlere başvurdu. Zamanın icaplarına uyup cemiyet işlerinde
değiştirme yapmakta büyük bir inkılâpçı şahsiyet olan Peygamberin tuttuğu yolu
seçti.» (13)
Kaynağı
ilahi olan din ile beşer düşünce ve hissiyatının mahsulü inkılâb arasında nasıl
bir kıyas olabilir, din ile inkılâbın ne alâkası var? Hiç... İnkılâpçı ile
peygamber nasıl benzetilebilirler? Akıl alır gibi mi? Hayır... Ama bir devrin
modasıdır, dedik ya... Atatürk’e bir nevi uluhiyet verenlerin arasında Hasan
Ali’nin kıyası çok masûm kalır. Ne var ki, bu, Hasan Ali’nin dış yüzüdür, bir
de iç yüzüne bakalım:
Pek çokları
şekte durdu kaldı,
İdrâke
muhali ayna sandı.
İrkildi
fakat senin önünde,
Yol bulmak
için akıl yönünde.
Çırpındı da
yok deyip direndi,
İdrâkini
put yapıp beğendi.
Hiçten
düzülüp yapılma bir put,
Hiçlikler
için tapılma bir put.
İşte “iç
Hasan Ali”nin beşerîye bakış açısı. Beşerîyi bu şekilde ele alan Hasan Ali
ile bilinen Hasan Ali arasındaki tezadların sebepleri belli: Korku ve
ikbalperestlik... İkisinden birinin söyledikleri ile amel etmek gerekirse,
samimiyi tercih etmeli. “İç Hasan Ali” samimi, “dış Hasan Ali” samimiyetsiz
ve sahte.
Hükmü ağır
bulanlar için iki örnek ve bir kıyas imkânı daha:
«Sual:
Devlet,
Arap harfi ile öğretim yapmayı yasak etmeye vicdan hürriyeti bakımından
yetkili midir?
«Cevap: Evet, yetkilidir; çünkü
ilimce ve tecrübeyle anlaşılmıştır ki, bu harfler, Türkçe’nin sesine ve
söylenişine göre kullanışlı değildir. Baskıda büyük güçlükleri ve lüzumsuz
masrafları vardır. Türkçe’nin fonetiğine uygun gelecek ve halkımızın daha kolay
öğreneceği, daha kolay okuyup yazacağı herhangi bir harf sistemini kabul etmek,
bir din ve vicdan meselesi sayılamaz. Bu tamamile pratik, hayatî dünyevî ve
medenî bir meseledir. Bu hususta çıkan kanun, yol ve köprüler hakkında
çıkarılan kanunlardan mahiyet itibari ile ayrı bir vasıf taşımamaktadır.» (14)
Yukarıdaki
ifadeler 21 Nisan 1954 tarihli, “Allah Bir”in bitiş tarihi ise 1948.
Görelim:
Tefsiri bu
yoldadır, kitâbın:
Senden
sanadır bütün hitâbın.
Mânâsı,
meâli «mâarefnâk»
Medlûlü
«Lemâ halaktül eflâk»
Baştanbaşa
sarf u nahvi başka,
İsbâtı
düğümlü, mahvi başka.
Güçlük
yoktur Arapçasında,
İdrâki
lâfızlar arkasında. (15)
Tabiî şu
ifadeler de Yücel’in, bir çocuğun Kur’an öğrenmesini neredeyse bir felâket telâkki
eden Yücel’in: «Fakat İlköğretim çağından önce veya o sıralarda küçük
vatandaşları toplayıp Arap harfi öğretmek kanunla yasak edilmiştir. Birçok
yerlerde hattâ beş altı yaşında yavrularımıza, daha İlkokula bile gitmeden
Kur’an-ı Kerim ezberlettirildiğini işitiyoruz. Bir Doktor Profesör arkadaşım,
kendisine, öksürmesinden şüphelenilerek babası tarafından getirilmiş yedi
yaşında ve henüz İlkokula gitmemiş bir küçük çocuğun muayeneden sonra babasının
emrile yere diz çökerek Kur’an-ı Kerim okuduğunu daha birkaç gün önce bana
anlattı. (Beş veya dört yaşında hıfza başlattırılmış bu güzel sesli küçük Hafız
Hüseyin’in, kendi gibi daha onaltı hafız bulunan köyünün adı bende yazılıdır.
Alâkalı ve resmî makamların bunu öğrenmek lütfunda bulunacaklarını umuyorum).»
(*)
Bu 1954
tarihli yazının 1960 tarihli dipnotu da Yücel’in. Şikâyetçi olduğu
ilgisizlikten, kendisini jurnallemek zevkinden mahrum ettiği için müşteki.
Yücel bir başka mefhuma
ışık tutuyor:
Din
ve irtica...
Önce
konuşan, hatip Yücel’in din anlayışına bakalım: «Din, Allah ile kul arasındaki
mânevi münasebettir. Hele bizim dinimiz Müslümanlık, bu münasebeti sevk ve
idare edici hiçbir hususî sınıf (Ruhbanlık) kabul etmemiş ve müminlerine dine
girip çıkmada hiçbir merci göstermemiş iken sırf menfaatlerini sağlamak için
dini temsil etmek üzere müstakil bir zümre vücude getirmiş olan, yobazdır.
Yobaz, bu kudrete dayanarak politikanın âlâsını yapar. Osmanlı tarihinin hemen
her safhasında siyasette müessir olmuş, fakat arkasına saklandığı ulemalık
vasfının sigortasında bir iki müstesna ile daima kellesini cellâd ipinden ve
ölüm kılıcından kurtarmıştır. Hâlbuki Sadrazamların yarısından çoğu tabiî
ölümle ölememişler, başlarını siyasetgâhlarda Azrail Aleyhisselâma teslim
etmişlerdir.» (17)
Ulemanın
entrika içinde olduğu, Yücel’in yalanı. Hele meseleyi istisnalardan alıp umuma
teşmil etmesi, göz göre göre Müslümanların hukukuna tecavüz. «Din, Allah ile
kul arasındaki mânevi münasebettir» ifadesi ise, yazann hezeyanı. İslâmiyeti
bu kadar cılız bir bağ ile ifadeye kalkışmak, mutlak cehalet. Fakat Yücel
mevzuun câhili değildir; demek ki, samimiyetsiz, her zamanki gibi. Çok daha
kötü, şüphesiz... Belki de “iç Hasan Ali” bu anlayışın kurbanı, çok
zayıf bir ihtimal; ama mümkün...
Ne var ki,
dini Allah’la kul arasındaki manevi bir bağa irca eden Hasan Ali, zaman zaman
da farklı düşünür. O kadar farklı ki, dini bir takım tartışmaların ortasına
çeker, psiko- sosyal taraflarını araştırma mevzuu yapmak ister: «Din
Psikolojisi, din Sosyolojisi etraflı incelemelerle esaslı neşriyata konu
olmalıdır. İleri memleketlerin kültür tarihlerinde böyle devreler vardır.
Bilhassa XIX. asırda Fransa, İngiltere, Almanya ve Amerika’da aynı hareketler
olmuş, fakat büyük fikir adamları, dini her cephesinden, tarih ile ve hal ile
ele alarak halkın ve milletin bilincine ışık tutabilmişlerdir. Atatürk
inkilâplarının yobazlığa karşı olduğunu emniyetle söyliyebileceğimiz
Anticlerical davranış ile üstünde durmadığı bu cemiyet meselesi, demokratik
rejim havasında her bakımdan salâhiyetsiz fertlerin şahsî ve bilhassa geri
anlayışlarının rehberliğine terk edilemez; ne ilim ve ne siyaset, dine karşı
ilgisiz kalamaz.» (18)
Yücel’in
tezadları peşinde yorulduk, bu adam bütün bunları yaşarken nasıl yorulmadı;
bilmiyoruz. Bir de kendisinin dışındaki bütün dindarları muhtevi, irtica ve
mürteci anlayışına yer vermemiş olmayalım, işte: «Gerilik ve irtica, bir çeşit
sarhoşluktur. Siz, hiç kafası dumanlı ayyaş gördünüz mü, kendisine sarhoşum
desin? En kuvvetli bedmestler, en bitkin zamanlarında sarhoş olmadıklarını
iddia ederler. Bu iddia, hiçbir şey söyliyemiyecek hale geldikleri; yani
sızdıkları zaman biter. Geri ve mürteci de öyledir; fikirlerinin irtica
olmadığını şiddetle ileri sürerler. ‘Eski harfle yazmalı, gâvur okuluna
çocuk vermemeli, günlük yaşama yollarını tesbit eden kanunlar şeriate
uydurulmalı’ diye dâva eder; siz ona ‘Bu irticadır’ dersiniz. O size
‘Bu fikirlerin irtica neresinde?’ diye sorar. Çünkü mürteci, sosyal bir
bedmesttir. O sızmadan önce cemiyet mutlaka belâya ve bir felâkete uğrar. ‘Gayrikabili
setr-ü ihfa’ bir halde bulunan sarhoş nasıl karakola götürülüyorsa bu
cemiyet bedmesti de adaletin koruyucu ihtimanına teslim edilmelidir. İster
bilsin, ister bilmesin, şuursuzlara bir cemaat kayıdsız ve şartsız bırakılamaz.
Geri insan, tifolu, tifüslü hastadan daha mı az tehlikelidir ki, bu bozuk
zihniyet sahibleri, bu cemiyet hastaları tecrid edilmesinler? Hiç bir maraz,
gerilik kadar bulaşıcı değildir. Çünkü insanların değişmeme şeklinde kendini
gösteren içgüdüsüne dayanır.» (19)
Ve hiç bir
yorum istemeyen, net, hâkkaniyet dolu mısralar; “iç Hasan Ali”nin duyulmayan
sesi:
Senden
geliyor ne varsa mevcud,
Âbitteki
kudretinse mâbud.
Mûsâ’da
hekimsin, İlâhi!
İsa’da
kelîmsin, İlâhi!
Dâvut’da
seslenir kıyâmet,
Bir zirve
kemâline Muhammed.
Mahlûkunu
hâlik eyleyensin,
Esrârını
onda söyleyensin.
Vahyin dile
geldi onda, coştu;
Tekrar için
âsumâna koştu.
İnsanlığa
bir ışık getirdi,
Beytullah’a
hak ziyası girdi.
Bir hamlede
düştü Lât u Uzzâ,
Maksat
kırmaktı şirki mahzâ.
Emrinle
gazâ edip Resûlün,
Tevhidine
verdi başka bir ün.
Her bir
sözü bin lisân kelâmı,
Birdir
fakat en büyük merâmı.
Ancak bu
merâm, birliğindir;
Birlikte
gelen cihana, “din”dir. (20)
Nasıl,
beğendiniz mi? Gördünüz mü, Hasan Ali’nin hokkabaz aynası gibi değişen iki
yüzünü? Hasan Ali’nin belki günahı çok, bilmiyoruz. Sevap-günah mizanı da bizim
elimizde değil; fakat kendi şahsında o devrin hemen bütün kalburüstü
şahsiyetlerine ışık tutmuş olması, az sevap olmasa gerek... Mevzuu Yücel’in
çarpıcı bir yazısı ile bitirelim.
«Günlük
adam, şüphesiz, ömrü bir gün olan adam değildir. Hani memleketin birinde
bahtiyar geçirilmiş gün sayısına göre yaşama müddetlerini mezar taşlarına
yazarlarmış; ‘Ahmed Efendinin ruhuna fatiha. 3 gün yaşamıştır.’ ‘Emine
hanımın mezarıdır. 5 gün yaşamıştır.’ gibi... Günlük adam, adam olarak
geçirilmiş günlerin mezar taşlarına yazıldığı bir memlekette bulunsa, taşına sıfır
konacak bir insandır. Onun ‘bir gün’ü yoktur; ancak ‘birer günleri’ vardır.
Öyle ‘birer günler’ ki, biri öbürüne benzemez; düşünüşte, inanışta, yaşayışta,
çevresile münasebetlerinde. Bu benzemeyiş, yolda vereceği veya alacağı selâma
kadar dayanır; bakarsınız, bir gün itinalı bir şapka çıkarışla saygısını
açıklar. Siz de saf yüreklilerden iseniz, başka bir gün bu saygılı harekete
aynı dikkatle mukabele etmek istersiniz; fakat o, görmemezliğe gelir. Ekşi bir
duygu içinizi kaplar, bozulursunuz! Geçen gün neye öyleydi, bugün neden böyle?
«Düşünmeden,
zihin yormadan hüküm vermelidir ki, geçen gün öyle oluşu, nüfuzlu zatlar
çevresinde bir hareketiniz, bir sözünüz veya nükteniz beğenilmiş, öğülmüştür;
ondan... Sonraki aldırmayış da bunun aksine konu oluşunuzdan; bunda
bilinmeyecek ne var?
«Başka bir
hali misal alalım: İşi bozulmuş bir tüccar. Bir zamanlar kapısını aşındıran (sözüm
yabana) dostlarından birini artık yevmiye defterinden silmiştir. Bir gün bakar,
bu günlük adam, güler yüzü ile sırıtkan edâsile yazıhanesindedir; o utanır, bu
utanmaz. Bu utanmazın gelişinden memnun olsun; çünkü kendisine gelip araması,
işinin düzeldiğine en şaşmaz bir delildir.
«Günlük
adam, her memlekette, her meslekte, her çevrede, her mahallede; hâsılı her
zaman ve her mekânda hâzır, nâzırdır. Meselâ sanatta... Bir eyyam bakarsınız,
D. Grupunun hayranıdır. Çallıları, Hikmetleri, Feyhamanları, Şevket Beyleri
iptidaî, eskimiş; hattâ ölmüş bulur. Bu görüşlerinde onu samimî, hele ciddî
bulursunuz. Başka zaman aynı mesele açılınca ondan aynı kanaatleri beklersiniz;
hatâdasınızdır. Günlük adam, D. grupundaki ressamları birer birer sayarak bu
eciş bücüş resimlerin ne diye beğenildiğinden, bunlara para verip alanların
aptallığından, zevksizliğinden, ukalâlığından cesaretle söz açar. Portre,
Çallınınkilerdir. Hikmet’in kayıkları, deniz akisleri, Feyhaman’ınn çiçekleri
kimde vardır? Şevket Beyin camileri o camileri yapan mimarlarınkinden daha
mühim sanat eserleridir; şaşarsınız. İster şaşın, ister şaşmayın; günlük adam
budur ve böyledir.
«Ahmed
Maşim’le Yahya Kemal, Türk edebiyatının en zehirli nüktelerini birbirleri
aleyhine İkbal Kıraathanesinden Tokatliyan salonlarına savurup dururlarken
günlük adam, Haşim’i daha çetin bulduğu için Yahya Kemal’e karşıt bir durum
alır. Şair, Hâşim’dir; Yahya Kemal, bir kelime kuyumcusudur. Bu, seneler böyle
sürüp gider; fakat Haşim’in vakitsiz ölümü, günlük adamı derhal değiştirir.
Denizdeki şiir derinliği, Mehlika Sultan’daki hazin hikâye ediş üslûbu, Nedim
naziresi gazellerdeki maziye alıp götürüş kudreti ve maziden hale çekiş
mahareti, artık onun diline pelesenk olmuştur.
“Günlük
adamın hiçbir şeyden pervâsı yoktur. Bir eyyam Horasan erenlerinin şiir akın-
larında son yolcusu gördüğü Abdülhak Hâmit, boyunca yazdığı Külliyat içinde
dört mısra, evet şiir denecek dört mısra söyliyememiştir. ‘O cömerdlik neydi,
bu cimrilik ne?’ diye üzüntüye düşmemeli. Günlük adam bu. Böyleleri,
üstlerinde kırılacak hiç bir şey taşımazlar. Sırtlarında yumurta küfesi
olmadığı için kolaylıkla dönerler. Bu dönüşler, elbette sebepsiz değildir.
Fakat bunları aramıya değmez. O kadar püften, o kadar çerden çöptendirler.
«İş
selâmdan, kelâmdan, resimden, şiirden çıkıp da memleketin ana dâvalarına
dayandı mı; günlük adam tehlikeli olmağa başlar. Hani bizim ‘Ya şundadır, ya
bunda. Helvacının kızında!’ cinsinden meselelerimiz vardır ya. Meselâ ‘İktisad
mı, maarif mi?’, ‘Endüstri mi, ziraat mı?’, ‘Yol mu, okul mu?’ gibi ipe
sapa gelmez, akla ve tecrübeye dayanır açıklaması bulunmaz, sanki biri olmazsa
öbürü var edilebilir işlerde tercih arıyormuş gibi zihin yorduğumuz
meseleler... Günlük adam, bunlardan birini tutar. ‘İktisadî refaha ermemiş
memle-
ketlerde
kültür gelişmesine imkân yoktur. Önce millet para kazanmalı. Devlet hâzinesi
dolmalı. Ancak bundan sonra okul açıp çocuk terbiye edilebilir’ diye tutturur.
‘Tutturursa tuttursun, bize ne’ demeyin; çünkü günlük adam, her vakit ehemmiyet
verilmiyecek, tesiri mahdud bir insan değildir. Aşınmış borunun küçük
deliğinden sızan havagazı gibi tavanlara kadar yükseldiği az olmıyan günlük adam;
sırasında sözsahibi, makam sahibidir. Söylemesi düzgün, bilgisi görgüsü geniş,
inanır gibi keskin hareketlerle konuşması insandan en çok anlayanları bile
aldatan günlük adam, hiç inanmadığı böyle bir konuda ortalığı kendi tarafına
çeker mi çeker. Her şeyi olup da şahsiyeti olmıyan bu türlü yaratıklar,
memleket başına belâ olurlar. Bunların ne mal olduğunu devirler değişmeli,
mevsimler birbiri arkasmdan yuvarlanmalı, nüfuz sahibleri zaman inkilâbına
maruz kalmalı ki, anlayabilesiniz. Çünkü günlük adam, yaradılışın her mahlûka
verdiği savunma organlarının en aldatıcısına, yani zekâya sahibdir. Abdülhamid
devrinden bugüne kadar geçmiş her değişmede dört ayağı üstüne düşmüş nice nice
günlük adamlar görülmüştür; kelle kavuk yerindedir, ekmeklerini yağlı ballı
yemeğe devam etmektedirler.
«Günlük
adamın en çok hoşlandığı insanlar, gene günlük adamlardır; aynı cinsten oldukları
için birbirlerine derin bir müsamaha ile bağlıdırlar. Bağlı oluşları, ciddî bir
münasebetten gelmez. Belki beraber değişmeleri, onların birbirile kolay
anlaşmalarını sağlar, içlerinden, hattâ gıyaplarında dışlarından birbirlerine
veriştirirler. Bunda hiçbir zarar yoktur. Çünkü karşı karşıya geldikleri zaman
böyle bile bile ne cilveler, ne hararetli cemilelerde bulunurlar. Günlük
adamlar damlar üstünde cihet gösteren, rüzgârla dönen âletlerin üstündeki horozlara
benzerler; aynı rüzgâr, hepsini aynı cihetlere döndürür. Aralarında bir tek
ihtilâf sebebi vardır: menfaat. Biri bunu temin eder de öbürü ondan mahrum
kalırsa, sevimli, zeki, işe yarar görünen günlük adam, derhal kaba, küstah,
saldırgan hale düşer. Günlük adamın yenilmesi, aldatamaması demektir.
«En fenası
birkaç tane günlük adamın bir çanaktan beraberce yiyecek şekilde birleşmesidir.
Teki tehlike olan günlük adamlar, böyle bir araya gelebildikleri zaman,
kendinde çabuk değişme kudreti olmıyan masumlar, yandı demektir. Dikkat etmeli;
çünkü onların kullanmıyacağı hiç bir vasıta yoktur. Göz kırpmadan yalan
söylerler, aslını faslını bilmedikleri şeylere kendileri şahid olmuş gibi
anlatırlar, nimetini gördükleri insanların aleyhlerindeki- lerle gizliden
gizliye inançbirliği yaparlar. Bunların her yerde en çok korktukları, Basın ve
Yayındır. Çünkü ipliklerinin pazara çıkarılması, en müessir surette bununla
olur. Fakat günlük adam, bunun da çaresini bulmuştur. Basında, yayında kendi
gibi fırıldakçı günlük adamı arar. Buldu mu, tamam; beraber dönerler ve döne
döne yürürler.
«Bu kadar
başarılı ve becerikli görünen günlük adama teslim mi olalım? Hayır! Bu yenilmeyi
kabul ettik mi, yenilmiyecek hiçbir tarafımız kalmaz. Günlük adamla savaşma,
ancak kendimizi günlük adamlıktan çıkarmamızla başlayabilir. Bunun da usulü;
günlük adama yüz, para ve mevki vermemektir. Böyle yapınca o da size ehemmiyet
vermez. Siz ondan ve o da 21
sizden bir
şey beklemez hale gelindiği zamandır ki, mücadeleye girilmiştir. Bundan
sonrası, dayanmaktır. Eğer siz günlük adamdan daha kuvvetli iseniz o, bu
mücadeleyi sokulmak, sıkılmamak, sırıtmakla devam ettirir. Hoşlandığımız
şeyleri öyle zekice keşfeder ki, hemen o zayıf noktaya hücuma geçer. Gülerek,
yaltaklanarak, muarızlarınıza düşman görünerek bu hücumu ardı arasını kesmeden
sürdürüp götürür; tâ ki, kendisini size lüzumlu, her işinize yarar olarak
kabul ettirebilsin!
«Politikada
bulunanlar için günlük adam, öldürücü bir mikroptur. Küçücüktür, ne olduğu
kolay bilinmez. Ciğerlerin en kuytu köşelerine kadar gider. Kötü öksürükler
başlamadan onlan zarar vermiyecek hale getirmek için korunma tedbirleri
almmazsa en sağlam varlıkları, yere serecek şekilde hasta eder. Memleket
mukadderine elkoymuş vatandaşlarımızın bunlardan uzak kalmasmı istemek, millî
bir dilektir. Biz bu dileğimizi nasıl açık yürekle ifade ediyorsak onlar da
kendilerini bunlardan aynı açık yüreklilikle korusunlar. Bir yanlışlığa düşülmemesi
için günlük adamın, eskiden zamane adamı veya eyyam reisi dedikleri kimse
olduğunu hatırlatmalıyım. 10 Ocak 1952.» (21)
Hülâsa...
Zavallı Yücel! Bir devrin kurbanı oldu; bir devrin ve kendi zaaflarının... Gündelik
insandı; gündelik yaşadı, gündelik öldü. Her insan gibi o da haysiyetlice
yaşamak isterdi şüphesiz; ama buna muvaffak olmak elinden gelmiyordu, istese de
bâzı şeyleri aşamıyordu. Hep kendi kendisi ile boğuştu, başkalarına söylerken
bile kendi kendisine anlatıyordu. Bir gün olsun düşündüğü gibi yaşayamadı,
içinden geldiği gibi haykıramadı. Her ağzını açışta karşısına o «tortu» tarafı
dikildi. İkbal hülyası ve yerli yersiz korkular kendisini sükûta dâvet ediyorlardı,
sustu... «Allah Bir» ile bir hamle yapmak istedi, onunla konuşacaktı, en
azından öldükten sonra; fakat bu sefer sesini oğlu boğdu. Heyhat... Hayatta
iken konuşamayan birini öldükten sonra da konuşturtmuyorlardı. Yücel susmaya
mahkûmdu...
•
(Bu yazı,
28 Mayıs 1960 günü yazılıp gönderilmiş, nedense 15 Haziran 1960 tarihli “cumhuriyet”te
çıkmıştır. -Yücel’in notu) (1)
(1)
Hasan Ali Yücel/Hürriyet Gene
Hürriyet/Sayfa: 36-39.
(2)
Hasan Ali Yücel/Hürriyet Gene
Hürriyet/Sayfa: 14-15.
(3)
Hasan Ali Yücel/Allah Bir/Sayfa: 7-9
(4)
Hasan Ali Yücel/Hürriyet Gene
Hürriyet/sayfa: 17.
(5)
Hasan Ali yücel/Allah Bir/Sayfa: 44-45
(6)
Hasan Ali Yücel/Hürriyet Gene
Hürriyet/Sayfa: 131.
(7)
Hasan Ali Yücel/Allah Bir/Sayfa; 57.
(8)
Hasan Ali Yücel/Hürriyet Gene
Hürriyet/Sayfa: 39-40.
(9)
Hasan Ali yücel/Hürriyet Gene
Hürriyet/Sayfa: 47, 49.
(10)
Hasan Ali Yücel/Hürriyet Gene
Hürriyet/Sayfa: 116-117.
(11)
Hasan Ali Yücel/Hürriyet Gene
Hürriyet/Sayfa: 62.
(12)
Hasan Ali Yücel/Hürriyet Gene
Hürriyet/Sayfa: 3.
(
*) Kızların diri diri kuma gömüldüklerini bilirdik, nehirlere atılmalarr
Yücel’in rivayeti. Coğrafya bilgisini (!) güzel kullanmış. (H.Y.)
(13)
Hasan Ali Yücel/Hürriyet Gene
Hürriyet/Sayfa: 55.
(14)
Hasan Ali Yücel/Hürriyet Gene
Hürriyet/Sayfa: 169.
(15)
Hasan Ali Yücel/Allah Bir/Sayfa: 36.
(*) Aradan
yıllar geçti; ne soran, ne arayan oldu. 10 Nisan 1960
(16)
Hasan Ali Yücel/Hürriyet Gene
Hürriyet/Sayfa: 170.
(17)
Hasan Ali yücel/Hürriyet Gene
Hürriyet/Sayfa: 194.
(18)
Hasan Ali Yücel/Hürriyet Gene
Hürriyet/Sayfa: 42.
(19)
Hasan Ali Yücel/Hürriyet Gene
Hürriyet/Sayfa: 151.
(20)
Hasan Ali Yücel/Allah Bir/Sayfa: 33-34.
(21)
Hasan Ali Yücel/Hürriyet Gene
Hürriyet/Sayfa: 317-322.
Hasan Ali
ile olan ilgileri ve neticeleri o kadar ehemmiyetli olmasa idi, Köy Enstitüleri
bahsini görmezlikten gelebilirdik. Yine de teferruattan uzak, ana hatlarla
iktifa edeceğiz. Mevzua ilgi duyanlar Kenan Öner’in üç kitap halinde çıkan «Öner
ve Yücel Davası» ile «Komünizme ve Komünistlere Karşı Türk Basını.
Fasikül: 10/Köy Enstitüleri ve Koç Federasyonu İçyüzleri» adlı esere
bakabilirler.
Köy
Enstitüleri’nin kuruluş tarihi: 17 Nisan 1940. Devrin Maarif Vekili Hasan Ali
Yücel, bakanlık koltuğunu işgale başlayışının üstünden iki yıl geçmiş. Köy
Enstitülerinin kuruluş maksatları masûmâne: Köye ve köylüye kendi çocukları
vasıtası ile medeniyet götürmek, cehaletten kurtarmak... Fakat bu masûm
maksad, kurtlar arasında kalmış kuzu, ırz düşmanlan arasında kalmış müdafaasız
bakireden farksız. Harb yıllarıdır ve şartlar Sovyet Rusya lehine değişmektedir.
Dünyanın her tarafında komünist militanlar faaliyet atağı içindedir; Türkiye
ise bir
nevi pilot bölge. Komünist faaliyetler için Köy Enstitüleri tabiî birer plato.
Niçin el atmasınlar?
Bu
okullarda komünist militanlar yuvalanmaya başlar. Komünizmin bütün taktikleri
kullanılır; ne inanç bırakırlar, ne ahlâk... 1945’de bakanlığın parası ve
himmeti ile Hasanoğlan Köy Enstitüsünün Yüksek Okul bölümünce çıkarılan Köy
Enstitüleri dergisi ile tek merkezden bütün okullara komünizm telkin edilir.
Bu dergilerde yayınlanmış yazılardan iktibaslar almak isterdik, fakat terbiye
anlayışımız o kadarına müsait değil. O kadar berbat ve ahlâksızca şeyler.
Yıllar yılı bakanlık müfettişlerinin bile sokulamadığı bu okullarda ikbal
sarhoşu Hasan Ali’nin himayesinde memleketi komünistleştirme faaliyetleri
yürütülür. Şüphesiz daha sonraki yıllarda Türkiye’nin sürüklendiği anarşi
kaosunda büyük hisse Köy Enstitüleri ve Hasan Ali’ye aittir. Köy Enstitüleri
kapandı, Hasan Ali öldü; ama memleket hâlâ onların ektiği kötü hasadın ızdırabını
yaşıyor.
Bir
Bakanlık müfettişinin tuttuğu aynada aksedenleri birlikte görelim mi? İşte Fethi
İsfendiyaroğlu’nun aynasına aksedenler: «Gerek Maarif Vekâletinden
gönderilen muzır dergilerle çeşitli eserler ve gerek okul idaresinin bol
sayıda satın aldığı mahut ideolojiyi aşılar mahiyetteki kitaplar ve mecmualar,
her gün, en az bir iki saat ayrılan etüd zamanlarında öğrencilere bilhassa
öğretmenler tarafından yüksek sesle okunuyordu. Bu eserlerin muhteviyatında
telkini şiddetle istenen ana fikir, yine bu öğretmenler tarafından açıklanıyor.
Bundan sonra parçanın kötü maksadı, kavrayışı en kıt öğrencilerin dahi
behemehal anlamaları ve benimsemeleri için tekrar tekrar izahlarda bulunuluyor
ve çocukların bir çoğuna tekrar ettiriliyordu. Bu işlerin bu yolda olmasını
kat’î surette emreden tâmimler Maarif Vekâletinden enstitü müdürlüklerine
gönderilmiştir. Mütalâa zamanları böyle kitap tanıtma saatlerinde solcu
öğretmenler ilkönce kitaptaki vakayı nakil ve hulâsa ediyorlardı. Sonra müdür
eserin yazarım tanıtıyor. Meselâ bir Rumen komünist muharrir olan Panayit
Istrati’den bahsediyor. Onun realist ve idealist bir muharrir olduğunu
söylüyor. Aynı zamanda şahsiyetini göklere çıkaran medh’lerde bulunuyordu.» (1)
Şimdi de
bir başka sese kulak verelim: «Enstitülerin varlığı nasıl bir gerçekse, bu okullarda
sistemli ve korkunç bir komünizm propagandası yapıldığı da öyle bir gerçektir.
Köy enstitüleri iyi bir maksatla kurulmuş olabilirler. Buna kimsenin bir
diyeceği yoktur. Fakat bu okullar hangi iyi veya parlak fikir ile kurulmuş
olurlarsa olsunlar, birtakım iblislerin iblisçe çalışmalariyle, bütün
enstitülerde komünizm propagandası yapıldığı muhakkaktır. Bu propagandanın
yapıldığı da tesbit ve isbat olunmuştur. Bu tesbit ve isbat ise hem resmî hem
de hususî kanallardan yapılmıştır. Resmî olanlar bakanlık müfettişleri
tarafından enstitülerde yapılan teftişlerin sonunda hazırlanmış raporlardır.
Hususi olanlar ise, bu okullarda vazife almış kimselerin yer, hâdise ve ad
ortaya koymak suretiyle yazdıkları yazılardır. Bu suretle meydana öyle
hâdiseler çıkmış, öyle hareketler tesbit olunmuştur ki, bugün bunları yeniden
hatırlatmak bile insanı ürpertmektedir. Bütün bunlardan başka bir de ortada
öyle bir inkârı imkânsız bir vesika vardır ki zaten, başka hiç bir şey
bulunmasa, sadece bu, enstitülerde estirilmeye çalışılan ve estirilen kızıl
havanın mahiyetini ve derecesini göstermeye kâfi gelir. Bu vesika; ‘Köy
Enstitüleri Dergisi’dir. O zamanki Maarif Bakanlığı tarafından yayınlanan
bu dergide yer almış bazı öğrenci yazıları, saf ve temiz Türk çocuklarına
yapılan telkinlerin neler olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Başka her şey
bir tarafa, fakat bu işe önderlik edenler tarafından çıkarılan bu dergilerdeki
yazılar meydanda iken, enstitülerde kızıl propaganda yapılmadığını
söliyebilmek için ne olmak lâzım, bilemiyorum.» (2)
Trabzon
açıklarında Mustafa Suphi ile birlikte Rusya’ya kaçarlarken öldürülenlerden biri
olan Edhem Nejat ve onun takipçisi Köy Enstitüleri Kurucusu İsmail Hakkı
Tonguç’a da ışık tutan Aslan Sayılgan’ın değerlendirmesi ile bu bahsi
kapatalım. Yalnız şu kadarını ilâve edelim ki, Köy Enstitülerinin komünist
yuvaları haline geldiği ve Hasan Ali’nin bu faaliyetlere göz yumduğu; hatta
himaye ettiği Kenan Öner’le giriştiği dâvâyı kaybetmesi ile kesinlik
kazanmıştır. Sayılgan’ı dinleyelim: «Köy enstitüleri, gizli komünist
propagandasının yuvalanmasına yarıyan öbür maarif müesseselerinden farksız
yerlerdir. Yalnız köy enstitülerinde okuyanlar, sefaletle boğuşa boğuşa
yoğurulmuş, sefaleti hayatının normal icabı saymış köylü çocuklardır. Komünizm
elbette ki, bu müesseselerle ilgilenecekti, ilgilendi de. Eğer ikazlar daha ilk
yapıldığı sıralar itibar görmüş olsa idi, elbette köy enstitüleri konusu
kangren halini alamazdı. Köy enstitüleri, komünist faaliyetlerine hedef
olmuştur. Hem de bir koldan değil, çeşitli kollardan.
«Toleranslı
geçinen bir takım aydınların gözünün içine baka baka, onlarla alay ede ede,
komünistler enstitülerde yuvalanmışlardır. Bu tip aydınların gafletidir ki,
devrin Maarif Vekilinin dahi gözlerine kara perde indirmiş, ortalıkta
dönenleri farketmesine engel olmuştu. Köy enstitüleri mahiyeti bakımından,
komünist propagandası yapılmaya müsait ortamlardı. Bu dâvayı samimiyetle ele
alanlar, bunu baştan tahmin etmeli, tedbirlerini ona göre ele almalılardı.
Sonra bir mesele var ki ortalıkta, bu unutulup gidiyor. Köy enstitüleri
bilindiği gibi, nazariyatla pratiği bir arada yürüten eğitim sistemini
benimsemiştir. Yani, öğrenci bir taraftan Freud okur, Bach dinlerken, öbür taraftan
nalbantlık, çilingirlik, duvarcılık öğrenir. Bu program bugün Rus
pedagojisinin temel sistemlerinden biridir. Türkiye’ye sızmış, Rus ihtilâl enstitülerinde
okumuş, profesyonel ihtilâlciler bilirim ki, Rusya’da iktisat, ihtilâl
taktikleri okurlarken, bir yandan da kabiliyetlerinin elverdiği ölçüde güzel
sanatlarla meşgul olmuşlar, yardımcı olarak müziği, edebiyatı seçmişlerdir.
Şairin (*) İzmir hapishanesinde tanıdığı Ömer isimli Moskova’dan icazetli bir
ihtilâlci çok güzel trompet de çalarmış. Gizli Komünist Partisinde isimleri
çıkmış ve pasif durumda masumane edebî faaliyetler yapan kimseler hiç mi
dikkati çekmemektedir? Zeki Baştımar’ın Hasan Âli Ediz’in edebiyat alanındaki
çalışmaları, Vedad Nedim Tör’ün güzel sanatlar teşvikçisi rolüne girmesi v.s.
«Sonra bir
de şu var. Köylünün okutulması, muasır medeniyetin nimetlerinden yararlanması,
gerçekten Atatürk devrimlerinin tabiî bir neticesi idi. Atatürk bu işe alıştıra
alıştıra başladı ve ilk gezici eğitmen kadrosunu köyden yetişmiş olanlar arasında
değil, şehir öğretmenlerinden seçti. Fakat sonraları enstitüler kurulurken
bilinen teşkilât, Maarif Vekâletine teklif ve kabul ettirildi. Köy enstitüleri kurucusu İsmali
Hakkı Tonguç’un Türk maarifine ıslâhat yapmış kimselerden
bahsederken, bu arada Edhem Nejat’tan da bahsetmesi oldukça ilgi çekicidir.
(Eğitim Yoluyla Canlandırılacak Köy-Yazan: İsmail Hakkı Tonguç, 679 sayfa.
Remzi Kitabevi, ikinci baskısı, 1947).
«Bilindiği
gibi, köy enstitülerinin komünist propagandasına elverişli hale sokulmasının sorumluluğu
ve mekanizmanın bir köylü ihtilâline eleman yetiştirecek şekilde işler hale gelmesinin
suçu İsmail Hakkı Tonguç’a ve derece derece çevresinde görev almış
arkadaşlarına yüklenir. Ben bu konuda bir itham yapacak yetki ve bilgiyi
kendimde göremiyorum. Fakat gerek Tonguç’un, gerekse arkadaşlarının,
komünistlik suçlamalarına karşı kendilerini savunmamalarını ve bir de köy
enstitülerindeki komünist teşkilâtlanmalarına lâkayt kalışları; hattâ sızmaları
hoş görmelerini aleyhlerine bir puvan kaydetmekle yetiniyorum. Köy enstitüleri
sistemi, bizatihi köylü sınıfı içinde ideolojik bir tezad’ı körükleyecek
organizmadaydı. Mesele şekilde değil, muhtevanın düzenlenmesinde bir tehlike
arzediyordu. Bu tezadın hızla bir köylü isyanına gitmesi için, ufak körüklemeler,
tahrikler yeter de artardı bile. Beynelmilel komünist karargâhları bunu çok iyi
bildiklerinden, çeşitli yollarla bu irfan yuvasında mihraklanmağa başladılar.
Esasen kuruluşu da buna çok müsaitti. Köy enstitülerini kurmak sanki Türkiye
Gizli Komünist Partisinin ilk merkez komitesi âzası Edhem Nejat’ın vasiyetinin
yerine getirilişi idi. Bu husustaki karineleri, enstitülerin başsorumlusu
İsmail Hakkı Tonguç’un daha önce ismini andığımız kitabından çıkarabiliriz.
Bilindiği gibi, Edhem Nejat ve Mustafa Suphi, millî kurtuluş savaşının amacını
komünizme çevirmek için şark hudutlarımızdan Ruslar tarafından Anadolu’ya,
Ankara’ya gitmeleri için sokulmuşlar; fakat Türk halkının direnmesi ve Atatürk’ün
basireti sayesinde Trabzon’dan Rusya’ya uğurlandıkları sırada, takalarının
devrilmesi sonucu 15 yoldaşı ile öldürülmüşlerdi. İsmail Hakkı Tonguç, eserinin
176 ncı sayfasında Edhem Nejat hakkında şu bilgileri verir: ‘Meşrutiyet
devrinde, öğretmen yetiştirme işine ve ilköğretimin yeni fikirlere göre
düzenlenmesine etki yapanlardan biri de Edhem Nejat’tır. Bu zat Manastır,
Bursa, İzmir darülmualliminlerinde müdürlük yapmış, bulunduğu yerlerde önemli
eserler bırakmış ve iyi bir meslek havası uyandırmış, değerli
eğitmenlerimizdendir. Edhem Nejat aynı zamanda, tıpkı Satı bey gibi
yazdıklarının çoğunu uygulamağa muvaffak olmuş bir darülmuallimin müdürüdür.
Onun için yazılarında parmak bastığı meselelerin çoğu kuru ve ölü nazariye
halinde kalmamış, onun başında bulunduğu darülmualliminlerde veya maarif
müdürlüğü yaptığı yerlerde uygulanmıştır. Yalnız sık sık yer ve iş değiştirme
mecburiyeti sürekli çalışma isteyen bu işlerin kökleşmesine ve cemiyetin
bünyesinde yerleşmesine engel olmuştur. Bu sebepten teşebbüsleri kendi
bulunduğu yerlerde, karanlıklar içinde parlayan bir yıldız gibi parlayıp
kaybolmuş, üzerinden uzun yıllar geçtikten sonra aynı fikirler inananlar
tarafından tekrar ele alınarak gerçekleştirilmek istenmiştir.»
«Sayın
okuyucularım, burada insafınıza sığmıyorum. Ne kadar basit delillerle
enstitüler suçlanırsa suçlansın, sezgi yoluyla yapılan bu suçlamaları yapanlar
acaba haksız mıdırlar?» (3)
Köy
Enstitülerinin çatısı altında yürütülen komünizm faaliyet ve propagandaları memleketin
bir avuç Türkçü aydınını da rahatsız eder. Sadece Türkçüleri mi, değil
şüphesiz. Bütün antikomünistler gidişattan rahatsızdırlar. Metodlann
farklılığından kaynaklanan farklı davranışlar Atsız’ı öne çıkanr. Hüseyin
Nihal Atsız o sıralarda Boğaziçi Lisesi Edebiyat öğretmenidir ve kendi dergisi
Orhun’da ateşli yazılar yazmaktadır. Türkçülüğü bütünüyle ırka irca eden Atsız;
Turancılık düşüncesinin de ön saf havarilerindendir. Olup bitenler karşısında
feveran eden Atsız, oturup Başbakan Şükrü Saraçoğlu’na upuzun ve ateşli bir
mektup yazar; fakat alışılmışın dışmda postaya vereceği yerde, dergisinde
neşreden mektubu. Okuyalım:
Açık
Mektup
«Sayın
Başvekil,
«Hem
Türkçü, hem de başvekil olduğunuz için size bu açık mektubu yazıyorum. Yalnız
başvekil olsaydınız bunları yazmak emeğine katlanmazdım. Çünkü Türkçü olmayan bir
başvekile hitap etmenin ne kadar boş olduğunu bilirim. Yalnız bir Türkçü
olsaydınız yine yazmaya lüzum görmezdim. Çünkü faydasız kalacak olduktan sonra,
sizden daha eski Türkçülerle yurdun dertlerini her zaman konuşabilirdim. Fakat
Türkçü olarak idare makinesinin başında olduğunuz için sizinle konuşmaktan
faydalar doğabileceğine inanıyor, onun için size hitap ediyorum.
«Millet
Meclisi’nde, 5 Ağustos 1942 günü verdiğiniz nutukta: ‘Biz Türküz, Türkçüyüz
ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar
ve lâakal o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir.’ demiştiniz. Türk
tarihi ile uğraşmış bir münevver olarak söyleyebilirim ki, ne ırkımızın, ne de
devletimizin tarihinde, Türk milliyetçiliği resmi bir ağızdan bu kadar kesin sözlerle
hiçbir zaman açığa vurulmamıştı. Bu sözlerin Türkçü çevrelerde nasıl sevinçle
karşılandığını anlatmaya lüzum yoktur. Fakat aradan birbuçuk yılı aşan bir
zaman geçtiği halde, biz, bu Türkçülüğün iş alanına geçmediğini görmekten
doğan bir sıkıntı içindeyiz. Fikirler, iş haline geldiği zaman manâlıdır. Buna
ülkü deriz. İş haline gelmiyecek fikriler ham hayalden başka birşey değildir.
Yetmiş yıldan beri işlene işlene bugünkü duruma erişen kuvvetli Türkçülüğün
artık tatbikat alanında da kendisini göstermesi zamanı elbette gelmiştir.
İşte, bu satırların güttüğü istek, size, Türkçülüğün niçin yalnız sözde
kalarak, bugünün imkânları nisbetinde, iş haline gelmediğini sormak ve
Türkçülük tatbikat sahasına geçmediği için, yurdumuzun düşmanı olan fikirlerin nasıl
gelişip yayıldığını anlatmaktır. Bir başvekile hangi sıfat ve cüretle bu soruyu
soruyorsun diyemezsiniz. Halkçı 27
bir
hükümetin başvekili iseniz, mensup bulunduğunuz partinin gazeteleri tarafından
birçok defa tekrarlandığı gibi, rejimimiz demokratik bir rejim ise ve siz de
birçok defa söylediğiniz gibi halk arasından yetişmiş olmaktaki gururu belirten
sözlerinizde samimi iseniz ve eğer Millet Meclisi’nin âzâları hakikaten bizim
vekillerimiz iseler, siz de bir başvekil, halk adamı, demokrat, halkçı ve
Türkçü olmak dolayısıyla beni dinlemeye mecbursunuz. Yok, bunlar doğru değil
de birer gösterişten ibaretse, şüphesiz, benim bu hitâbım cür’etkârlığı da aşan
bir küstahlıktır ve bunun ilk karşılığı da Orhun’un susturulmasıdır.
«Sayın
Başvekil!
«Esefle söylemeye
mecburum ki, Türkçülük nazariyat sahasında kalmaya devam ederken, bu milletin
ve bu ülkenin düşmanı olan solcu fikirler bazan sinsi, bazan açık yürümekte,
büyümekte, propagandasını yapmakta devam ediyor. Hâlbuki sizin Türkçü ve
partinizin altı okundan bir tanesinin de milliyetçilik olmasına göre, bunun
böyle olmaması icap ederdi. Pek uzun konuşarak esastan aynlmaktansa, örnek
vererek bugünün gerçeklerini göstermek daha doğru olacağından, size
memleketimizin, kanunlarımızın milliyetçiliği ile sizin Türkçülüğünüzle
bağdaşması kaabil olmayan olayları göstereceğim:
“Birkaç gün
önce, Baltacıoğlu İsmail Hakkı’nın, Eminönü Halkevi’nde verdiği konferansta
mühim bir hâdise oldu. Gazetelerin ancak mizah sütunlarında yer alan bu
hâdiseyi bilmem işittiniz mi? Herhalde işitmemiş olacağınız bu vakayı, ben
size kısaca anlatayım:
«Baltacıoğlu’nun,
milliyetçilik lehinde söz söyleyeceğini haber alan bazı zümreler (yani
solcular, komünistler, yani vatan hainleri) bu konferansta bir hâdise
çıkarmaya karar veriyorlar Konferans günü, salonun sol tarafını (dikkatinizi
çekerim!) dolduruyorlar ve konferansçı kürsüye geldiği zaman lüzumundan
fazla, dakikalarca süren alkışlarla ilk nümayişi yapıyorlar. Fakat bu nümayiş
alkış şeklinde olduğu için kimsenin aklına kötü birşey gelmiyor. Herkes bunu
terbiyesiz bir sevgi gösterisi sanıyor. Konferansın bir yerinde Baltacıoğlu
hoşa giden bir jest ve teşbih yaptığı zaman herkes gülümsüyor. Fakat sol taraf
bu gülümseyişi kahkahalar şeklinde uzun zaman devam ettiriyor. Yine kimsenin
aklına birşey gelmiyor. Herkes bunu da kıt terbiyelilerin bir gülüşü sanıyor.
Fakat biraz sonra, Baltacıoğlu, Türk tiyatrosundan bahsettiği sırada, yine
aynı sol tarafta bir öksürme başlıyor, çoğalıyor, gürültü halini alıyor. Yine
kimse bunun bir komünist nümayişi olduğunun farkında değil. Konferansçı, gürültüden
dolayı susmaya mecbur kalıyor. Herkesin gözü öksürenlerin üzerinde iken, sol
tarafın en arkasından bir nefer kalkıyor ve öksürenlere doğru: ‘Üniversite
gençleri! Dinlemeye mecbursunuz!’ diye bağırıyor. İşte o zaman, salondakiler
ilk önceki alkışın, daha sonraki kahkahanın ve şimdiki öksürmelerin mânâsını
anlıyor. Münevver bir Türk olduğu anlaşılan nefer elbiseli gencin sert ihtarı
üzerine bir anda öksürmeler kesiliyor ve o anda işi kavrayanlardan milliyetçi
bir tıbbiyeli sağ taraftan ayağa kalkarak öksürenlere: ‘Namussuz
komünistler! Milliyetçilik hakkında söz söylendiği için böyle yapıyorsunuz
değil mi?’ diye bağırıyor.
Tabiîdir
ki, haysiyet ve namusu bir burjuva uydurması diye telâkki eden komünistlerden
kimse bu tahkire aldırmıyor. Yalnız kendilerine çevrilmiş olan ateşli bakışlar
altında sinip susuyorlar. O zaman, Baltacıoğlu, nümayişçilere bakarak şöyle
diyor: ‘Korktuğum için sustum sanmayın, Sadece acıdığım için sustum.’ Hatip,
konferansına devam ediyor. Kendisine has olan belâgatle komünistliği paçavraya
çeviren birkaç söz söylüyor. Artık bu kadarına dayanamayan ve konferansın
bitmek üzere olduğunu sezen marksist taslakları salonu terketmeye başlıyorlar.
Fakat bunu da nümayiş şeklinde ve kasdî bir gürültü ile yapıyorlar. Salonun
dışında, holde ikişer, üçer kişilik gruplar halinde toplanan bu gürûhun
arasında merak dolayısıyla dolaşan bir milliyetçi üniversite genci, bu
taslaklardan birinin Baltacıoğlu’na tulumbacı ağzıyla bir küfür savurduktan
sonra ‘Bize milliyetçilik dolması yutturacak’ dediğini işitiyor. Bu
sırada içeriye resmî kılıklı dört beş polisin geldiği görülünce, taslaklar
çabucak sokağa fırlayıp kayboldular. Fakat şaşılacak nokta şu ki; Halk
Partisi’nin bir mebusu, Halk Partisi’nin bir müessesesinde vatan ve millet
düşmanları tarafından tahkir olunduğu halde, kimsenin kılı kıpırdamıyor; ne
Halkevi, ne polis bir takibat yapmaya lüzum görüyor. Aynı gece tıp talebe
yurtlarında milliyetçiler ile solcular arasında başlayan münakaşa dövüşe binmek
üzere iken, her yerde daima görülen uzlaştırıcı tarafsızların araya girmesiyle
mesele kapanıyor.
«Sayın
Başvekil!
«İşte,
Türkçülüğün hâkim olduğu bir Türk ülkesinde böyle bir olay oluyor. İşin en kötü
ciheti de, bu nümayişi yapanların hem üniversiteli, hele birçoğunun devlet
parasıyla talebe yurtlarında okuyan talebeler oluşudur. Demek ki, devlet,
bilmeden, koynunda yılan besliyor; kızıl gözlü, sinsi ve zehirli yılanlar... Bu
yılanlar yarın birer doktor olup yurt köşelerinde vazife aldıkları zaman ilk
işleri baltalama hareketlerine girmek olacak, vatanı arkadan vuracaklar,
bekledikleri kızıl sabahı Türkiye’ye getirecek olan yabancı ordulara ajanlık
edeceklerdir. Zaten toplu ve teşkilâtlı bir halde daha şimdiden konferanslarda
nümayiş yapmaları da bugünden ajanlık etmeye başladıklarının delilidir. Bu
nümayişi yapanların arasında, Almanya’ya tahsile gönderilerek komünistlik
yaptığı için Talebe Müfettişliği tarafından geri alınan, fakat bazı mebus
amcalar sayesinde Ankara Üniversitesi’ne doçent olarak giren bir komünistin iki
kardeşinin bulunması da bilmem ki, ibretle bakılmaya değmez mi? Acaba böyle
bir vaka başka ülkelerde olabilir miydi? Rusya’da marksizme, Almanya ve
İtalya’da milliyetçiliğe aykırı en ufak bir hareket nasıl karşılık görürdü?
Hattâ şu küçük Bulgaristan’da bulgarlık aleyhindeki bir söz veya hareket
tasarlanması nasıl karşılanırdı? Herhalde kökünden kazınmak sûretiyle
karşılanırdı. Yazık ki, anayasamızla yasak edilmiş olan yabancı fikirleri
benimseyen ve yarın devlette münevver tabakayı teşkil edecek olan çocuklar
milliyetçiliğe karşı geldikleri halde onlara birşey yapmıyoruz.
«İstanbul’da Türklüğe karşı yapılan küstahlıklar
bu kadar değildir. Yine halkevinde İstiklâl Marşı çalınırken ayağa kalkmayan
melezler, bir erkek lisesinde Türkçülükle alay ederek: ‘Arabacı araba
olmadığı gibi Türkçü de Türk değildir’ diyen tarih öğretmeni, bir kız
ortaokulunda talebesine: ‘Türk değil misiniz? Allah belânızı versin. Alman
veya İngiliz olmadığıma pişmanım’ diyen başka bir tarih öğretmeni hep millî
şerefimize saldıran, fakat karşılık görmediği için küstahlığım arttırmakta
devam eden mikroplardır. Bu mikropların tehlikesini artık örtbas edecek çağda
ve durumda değiliz. Vaktiyle başvekil İsmet Paşa : ‘Hava tehlikesi vardır; en
aşağı 500 uçağımız olmalı’ diyerek tehlikeleri olduğu gibi göstermek usulünü
koymuş, sizden önceki başvekil Refik Saydam da: ‘Devlet teşkilâtı A’dan Z’ye
kadar bozuktur, düzeltmek ister’ diyerek açık konuşma usulünde bir adım
daha atmıştı. Siz de ihtikârla başa çıkamadığınızı, zeytinyağı ticaretiyle
uğraşan bazı kimselerin devletin başına belâ olduğunu söylemekle bu çığırda
devam etmekte olduğunuzu gösterdiniz. Bunlara bakarak kuvvetle umuyorum ki,
sizinle açık konuşmak kaabildir. Gerek Reisicumhur İsmet İnönü, gerekse siz,
nutuklarınızda milletin işbirliğini istememiş mi idiniz? İşte ben de sizin
samimî sözlerinize bütün milli ve şahsî samimiyetimle cevap vererek işbirliği
yapıyor, devlet işlerine yukardan baktığınız için, ancak aşağıdan görülmesi
kaabil olan ve sizin nazarınıza ulaşmayan bazı olayları size haber veriyorum.
«Sayın
Türkçü Başvekil!
«Yukarda
anlattıklarımı münferit vakalar saymayınız. Solculuk, gördüğü müsamaha ve
kayıtsızlıktan faydalanarak sinsi sinsi ilerliyor. Liselerde bu fikre saplanmış
hastalar görülüyor. Bunlar arkadaşlarıma: ‘Yakında hepiniz komünist
zindanlarında çürüyeceksiniz’ demek cüretini gösterebiliyor.
Yükseköğretimde bu hastalık daha çok artıyor; arasına gayri- memnunları,
gayritürkleri de alarak büyüyor. Yalnız mahrem ve samimî düşünce halinde
kalmayarak hareket haline geçiyor. Boy boy dergileri çıkıyor; bu dergilerde hep
aynı teranelerle ahlâka, vatan ve şeref duygusuna, millet hakikatine
saldırılıyor. Taassupla mücadele ediliyormuş gibi gözükerek mukaddesatla
eğleniliyor. Bu dergilerden biri kapatılınca aynı imzalarla bir başkası
çıkıyor. Bu işsiz güçsüz serseriler parayı nereden buluyor? Satılmayan, bedava
dağıtılan dergileri nasıl yaşıyor? Fakat en zorlusu, siz bunlara nasıl göz
yumuyorsunuz? Dergilerle ve hattâ günlük gazetelerle işlenen bu vatan düşmanı
fikrin bazan devletçi, bazan vatancı, bazan insancı, bazan ilimci kılıklarda
Türk milletini zehirlemesine niçin müsaade ediyorsunuz? Niçin bu memlekete
istiklâli çok görmüş, onu başkalarına köle etmek istemiş olanlara yüksek makamlarda
yer veriyorsunuz? Bunlar demokrasinin icapları ise o zaman memlekette, bilhassa
ilmi alanda da geniş bir fikir hürriyeti olması gerektir. Bu sözlerim, demokrasiye
has tesamüh ile karşılanırsa daha söyleyecek çok sözlerim vardır. O
zaman ben size ilmi sahada bile fikir hürriyetinin nasıl olmadığını, bu
hürriyeti boğmaya çalışanların kimler olduğunu, bizi başkalarına köle etmek
istedikleri halde mühim mevkiler işgâl edenlerin listesini, Türkçülükle
eğlenen, Türk geldiğine pişman olan öğretmenlerin kimler olduğunu
söyleyebilirim ve inanın ki, sözlerimi şâhitler ve maddî deliller ile isbat
edebilirim. Fakat bunun için bu önsözümün nasıl karşılanacağını bilmem
lâzımdır. Bu sözlerimin göreceği karşılık, Türkiye’de ciddî bir yazı
hürriyetinin olup olmadığını gösterecek, millet fertlerinin hiçbir karşılık
beklemeden hükümete yardım etmesi kaabil midir, bunu ortaya koyacak, sizin de
hakikî bir demokrat olup olmadığınızı belirtmek bakımından pek önemli bir
sonuç vererek daha birçok karanlık noktaların aydınlanmasına yardım edecektir.
Aksi takdirde, eski bir târihî efsâneyi tanzîr ederek diyebilirim ki,
700 yıl önce Anadolu’ya gelen 400 arslana karşılık, bugün 400 koyun halinde
çadırlarımızı yeniden dererek arslanların geldiği yolun tam dikine doğru
yola koyulmamız gerekecektir.
Birinci
mektup Atsız’ı günün adamı yapar, kahramanı da denebilir. Aldığı mektup, telgraf
ve telefonların sevincini duyar. Yüzde yüz doğru yaptığına emindir; belki biraz
riskli ama kahraman riski göze alan adamdır. Ne var ki ilk mektuba hükümet
çevrelerinden beklediği menfi tepki gelmez. Bu durumu hayra yorar Atsız. Hangi
hatip elinin tersiyle dinleyici topluluğunu itip sırt çevirebilir? Hiç biri...
Atsız da dinlenildiğinin farkındadır, niçin konuşmasın? Oturup ikinci bir
mektup yazar. Okumak istemez misiniz?
İkinci
Açık Mektup
«Sayın
Başvekil,
Orhun’un
Mart sayısında size hitâben yazdığım açık mektup, Türkçü çevrelerde çok iyi
karşılandı. Yurdun türlü bölgelerinden aldığım mektuplarla telgraflar büyük bir
efkâr-ı umûmiyeye tercüman olduğumu bana anlattı. Size gelince, bunu sizin de
iyi karşıladığınızı biliyorum. Orhun’u okuduğunuz zaman hiçbir şey söylememiş,
yalnız acı acı gülümsemiş olsanız bile yine iyi karşılamış olduğunuza inanırım.
Çünkü ben o acı gülümseyişin mânâsını anlarım. Çünkü gönlünüzün bizimle
birlikte çarptığına, yurt meselelerini tıpkı bizim gibi düşündüğünüze inancımız
vardır. Orhun’un resmî makamlar tarafından tamamen normal karşılanması da Türkiye’de
yazı hürriyeti olduğunu göstermek, hükümetin samimî Türkçülüğünü belirtmek
bakımından çok iyi oldu. Çünkü her bakımdan su katılmamış Türk olan Orhun, bir
Türk ülkesinde, bir Türk hükümeti tarafından kapatılamazdı. Türklüğün dâvasını
haykıran, Türklük düşmanları üzerine resmî bakışları çekmek isteyen Orhun gibi
bir dergi, ancak Türk düşmanlığının hâkim olduğu bir ülkede, meselâ çarların
veyâ haleflerinin ülkesinde kapatılabilirdi.
«Sayın
Başvekil!
«Bizim
anayasamıza göre komünizm Türkiye’de yasaktır ve devletimiz, milliyetçi bir
devlettir. Türk ırkının hususî yapısına, ahlâkî ve millî temayüllerine aykırı
olan komünizmi Türkiye’ye sokmak isteyenler, millet bakımından soysuz ve nâmert
oldukları gibi kanun nazarında da haindirler. Hiçbir millet kendi milli
yapısına düşman saydığı fikirleri kendi ülkesinde yaşatmaz. Hürriyetin ve
demokrasinin anayurdu olan İngiltere’de bile, savaş başlar başlamaz faşist
fırkası lâğvedilip âzâları hapse atıldı. Bütün dünyada, yurt düşmanlarına
müsamaha gösteren; hattâ onlara mevki ve selâhiyet veren tek devlet
Türkiye’dir. Bu müsamaha devletin kuvvetinden, kendine güveninden de doğabilir.
Fakat Türkiye’nin en kuvvetli olduğu bir çağda, büyük ve şanlı Fâtih’in
yaptığı müsâmahaların sonradan başımıza ne belâlar getirdiği düşünülürse, yurt
ve millet düşmanlarına müsamaha göstermekteki büyük tehlike derhal anlaşılır.
En sağlam gövdeleri yere vuran şey de küçücük birkaç mikrobun o gövdede bir
köprübaşı kurmasıdır. Derhal temizlenmezlerse zamanla çoğalıp uzviyetin can
alacak bir noktasını tahrib ederler; sonrası yıkım ve ölümdür.
«‘Türkiye’de
komünistler var mıdır?’ sorusu, birtakımları tarafından sorulabilir. Şunu
unutmamalı ki, komünistler hiçbir zaman ‘biz komünistiz’ diye açıkça
kendilerini ortaya vermezler. Onlar Halk Partisinin çok elâstikî olan altı
okundan halkçılığı alarak kendilerini halkçı yurtseverler gibi ortaya atarlar.
Fakat onların hakîki benliğini anlamak için dâhi olmağa lüzum yoktur. Irk ve
aile düşmanlığı, din ve savaş aleyhtarlığı, faşistliğe hücum perdesi altında
milliyeti baltalama yurdumuzdaki azınlıklara aşırı sevgi, herşeyi iktisâdi
gözle görüş onları açığa vuran damgalardır. En büyük düşmanları olan
milliyetçilere ırkçılık noktasından saldırmaları, milliyetçilikte ırkçılığın
temel olduğunu bilmelerinden dolayıdır. Temeli yıkılan yapının bir anda
çökeceğini de çok iyi kestirmişlerdir.
«İşte bu
usta komünistler, komünizm aleyhtarı ve Türkçü Türkiye’de sinsi sinsi her yere
el atmışlar, mühim mevkilere geçmişler, tuttukları köprübaşlarından Türkiye’yi
tahrîb etmek için şiddetli bir taarruza girişmişlerdir. Fakat bunlar
sınırlardan gelen mert bir düşman olmadıkları için kolayca sezilemezler.
Bunlar, paraşütle inen bozguncu casuslar gibi ülkemizin üniformasını giymiş
olduklarından, her Türk bunları seçemez. Onun için bunlar sinsi silâhlarıyla
birçok Türk’ü vurup milliyetçilikten ayrılabilirler.
«Sayın
Başvekil!
«Sözü çok
uzatmamak için bu ikinci mektubumda maarif sâhasına girmiş olan komünistlerden
bahsetmekle iktifa edeceğim. Bunlar, vatan düşmanlarına karşı pek kayıtsız
davranan maarif vekâletinin gafletinden faydalanarak mühim yerlere geçmişler
ve oradan zehirlerini saçmaya başlamışlardır. Maarif Vekâleti Türklük
düşmanlarına karşı o kadar gaflet içinde bulunuyor ki, size yazdığım ilk
mektupta talebesine: ‘Türk değil misiniz? Allah belânızı versin. Alman veya
İngiliz olmadığıma pişmanım’ diyen bir tarih öğretmeninden, bahsettiğim halde,
şimdiye kadar bu öğretmenin kim olduğunu araştırmak zahmetine bile katlanmadı.
Bununla beraber Maarif Vekâleti’ne hak vermemek de elden gelmiyor. Çünkü onun
kullandığı memurlar arasında öyleleri var ki, bu zavallı tarih öğretmeni
onların yanında vatan kahramanı kadar asil kalıyor. Örnek mi istiyorsunuz? İşte
sırasıyla veriyorum:
1)
Bugün Maarif Vekâleti’ne bağlı Dil Kurumu
âzâsından ve Ankara’daki Devlet Konservatuvarı’nın öğretmenlerinden bir
Sabahattin Ali vardır. Hemen hemen bütün kendisi-
ni
tanıyanların, komünistliğini bildiği Sabahattin Ali; 1931 yılında, Konya’da 14
ay hapse mahkûm edilmişti. Sebebi de başta o zamanki reisicumhur Atatürk olduğu
halde bütün devlet erkânını ve rejimi tehzil eden manzum bir hezeyanname
yazmasıydı. Bazı mısralarını bugünkü bazı mebusların da bildiği bu
hezeyannamenin tamamını Konya’daki adliye arşivinden bulup çıkarmak kaabildir.
«Sayın
Başvekil! Buraya mecburen yazarken büyük bir ıztırap duyduğum iki mısraında (beni
mazur görmenizi rica ederim) bu vatan haini şöyle diyor:
«İsmet hâlâ girmedi mi
kodese?
«Kel
Ali’nin boynu vurulmuş mudur?
«Maarif
Vekâleti’nin sevgili memuru olan bu komünistin, hapise girmesini temenni ettiği
İsmet, pek kolaylıkla anlayacağınız gibi, o zamanki başvekil, şimdiki
reisicumhur ve hepsinin üstünde İnönü zaferlerinin başkumandanı İsmet İnönü
olduğu gibi, boynunun vurulmasını istediği Kel Ali de, Ayvalık’ta Yunan’a ilk
kurşunu atan alayın kumandanı Ali Çetinkaya’dır. Bu hezeyanları yazan
Sabahattin Ali, bugün kültür işlerinin mühim bir mevkiinde, Maarif Vekili
Hasan Âli’nin şahsî sempatisi sayesinde, batırmak istediği Türk milletinin
parasıyla rahatça yaşamaktadır.
2)
Bugün Ankara’daki Dil Fakültesi’nde
folklor doçenti olan bir Pertev Naili Boratav vardır. Nasıl bir komünist
olduğunu bilhassa ben iyi bilirim. 1936’da Maarif Vekâleti tarafından Âsur ve
Sümer dillerini öğrenmek için Almanya’ya gönderilmişti. Fakat daha Türkiye’de
iken başladığı komünistliği orada azıttığı için arkadaşları Ziya Karamuk (şimdi
Samsun Lisesi müdürü), Fâzıl Yinal (şimdi Ankara’da arşiv mütehassısı) ve Şükrü
Güllüoğlu (şimdi İstanbul’da ticaretle meşgul) tarafından kendisine ihtar
yapılmış, aldırmayınca resmen şikâyet edilmiş ve Maarif Vekâleti tarafından
gönderilen müfettiş Reşat Şemsettin (şimdi mebus) tarafından suçu sabit
görülerek derhal Türkiye’ ye döndürülmüştür. Pertev Nâili, 6 yıl tahsil ettikten
sonra doçent olacaktı. Fakat komünizmin faziletine bakınız ki, yarıda kalan iki
yıllık bir tahsilden sonra Türkiye’ye dönünce ilk önce Maarif Vekâletinde bir
ambar memuru olarak tâyin edilmişken, bazı mebusların araya girmesiyle folklor
doçentliğine getirildi ve dört yıl kazanmış oldu. İlk mektubumda size anlatmış
olduğum Eminönü Halkevi’ndeki nümayişte, salonun sol tarafında oturup gürültü
çıkaranlar arasında işte bu Pertev Naili’nin iki tıbbiyeli kardeşi de vardır.
3)
Bugün İstanbul Üniversitesi’nin Pedagoji
Enstitüsünün başında bir Profesör Sadrettin Celâl vardır. Türkiye’de bu kürsüye
lâyık birçok kimseler varken onun buraya getirilmesinin sebebi; sırf, Maarif
Vekili ile arasındaki şahsî dostluklar. Bu Sadrettin Celâl 1920’de Moskova’daki
enternasyonal komünist kongresine ‘Türkiye mümessiliyim’ diye giden; 1921-1924
yıllarında İstanbul’da ‘Aydınlık’ diye azgın bir komünist dergisi çıkararak
Türk milliyetini baltalamaya çalışan; Lenin’i bir dâhi peygamber gibi
yutturmaya çabalayan; Türkiye’de bir 33
sınıf
ihtilâli yaparak Türk milletini birbirine kırdırmaya uğraşan; birçok askerî
tıbbiyelinin komünist olarak okuldan kovulmasma sebebiyet veren (şimdi Rusçadan
yaptığı tercümelerle edebî komünizm yapan Hasan Âlî Ediz ve Anadolu’da bir
kasabada, mahpus olan Hikmet Kıvılcım bu askerî tıbbiyelilerdendir); sonunda bu
yüzden kendisi de hapse giren bir vatan hainidir. Bir vatan hainini ve hapisten
çıkmış bir sabıkalıyı Türk üniversitesinde pedagoji enstitüsünün başına
getirmek şaheser bir gaflettir.
4)
Bugün Ankara’daki Dil Kurumu’nun âzasından
ve geçen devrenin mebuslarından (evet sayın Başvekil, Partinizin mebuslarından)
bir Ahmet Cevat vardır. Türkçeyi tıpkı İstanbul Rumları şivesiyle konuşan bu
dilci de, 1920 yıllarında Rusya’ya kaçmış ve orada ‘Türk Komünist Fırkası
Merkezî Komitesinin Haricî Bürosu’ âzâsı olmuştur. Trabzon’da 1921 de halk
tarafından linç edilen 16 komünist hakkında Rus komünistlerinden Pavloviç’e
yazdığı mektubu, Orhun’un 20 Şubat 1934 tarihli dördüncü sayısında neşretmiştim.
Pavloviç’in ‘İnkılâpçı Türkiye’ adı ile 1921’de Moskova’da neşrettiği kitabın
119-121’inci sayfalarından alınan bu mektubu tekrar neşrediyorum:
Aziz
yoldaşım Pavloviç,
28)
Kânunusânide Trabzon civarında vahşicesine
öldürülerek denize atılmış olan Yoldaş Suphi ile Türkiye Komünist Fırkası’nın
merkezî komitesi âzâlarından 4 kişi ve 12 diğer komünist yoldaşlar hakkında
sizinle ciddî görüşmek istiyorum. Kaybolan yoldaşlarımız hakkında epey zaman
malûmat alamadık. Fakat sonra Trabzon burjuvazisi tarafından elde edilmiş
cellâtlar tarafından öldürüldükleri anlaşıldı. Tâ Erzurum’dan başlayarak bizim
yoldaşlarımız aleyhinde nümayişler başlamıştı. Halka diyorlardı ki: ‘Rusya’dan
gelmiş olan komünistler bolşeviklerdir. Onlar mağazaları kapamak için geldiler.
Kimsenin almak ve satmak selâhiyeti olmayacaktır. Sonra taharriyata başlanacak,
herkesin eşyası ve parası müsadere olunacaktır. Komünistler dinsizdir. Allah’a
inananları hapise atacaklardır. Din, ticaret ve hususî mülkiyet bolşevikler
tarafından menedilmiştir.’
Nümayişçiler
arasında burjuvazi tarafından para ile elde edilmiş ve polis teşkilâtı tarafından
komünistler aleyhine tevcih edilmiş cahil şahsiyetler çoktu. Bunlar bizim
yoldaşlara hücum ederek taşlamışlar ve parça parça etmeye kalkışmışlardı. Yolda
bizim yoldaşlara kimse ekmek ve atları için yem satmıyordu. Hükümet ise
bolşevikleri himaye rolünü takınmaya çalıştığını göstermek istiyordu.
Komünistleri müdafaa için hükümetin tedbir aldığı yalandır. Bizim mevsuk
menbalardan aldığımız haberlere göre polisler ahaliyi dükkânları kapamaya
teşvik ettikleri gibi, müdafaasız kalmış olan yoldaşlarımızı taşlamak için
halkı tahrik etmişlerdir. Bu gibi hücumlara yoldaşlarımız dört yahut beş şehir
ve kasabada maruz kalmışlardır. Fakat bu yoldaşlar en vahşi hücuma Trabzon’da
uğramışlardır. Bunlar Trabzon’a gelir gelmez ahalinin bağırıp çağırmaları ve
tahkirleri altında limana sevk edilmişlerdi. Burada onların üzerinde bulunan
birkaç tabancayı aldılar ve sonra cebren bir motora koyarak denize açıldılar.
Bu motorun arkasından ikinci bir motor da sahilden açıldı. Bu motorda silâhlı
adamlar vardı. Bizim arkadaşları bağladılar ve süngüleyip denize attılar.
Ertesi gün her iki motor sahildeydi. Ve bunların tayfası herkese Türk
komünistlerinin denizin dibine gittiklerini anlatıyordu. Rusya Şûralar
Cumhuriyeti mümessili yoldaşlarımızı istikbâl etmek istemiş, fakat vali buna
mani olarak mümessilin evinden çıkmamasını emretmiş; aksi halde, halk
tarafından parçalanacağı bildirmiştir. Rus mümessilinin bu vakayı Moskova ve Ankara’ya
haber vermesi ve bizim yoldaşların cellâtlar elinden alınmasına çalışması
lâzımdı. Fakat yazık ki, o sırada Trabzon’daki Rus mümessili cesur bir adam
değildi. Trabzon’da bunu bilmeyen yoktur. Motorlar ve sahipleri malûmdur. Bu
hâdisenin Belediye Reisi ile Millî Müdafaa Cemiyeti Riyaset Divanı tarafından
yapıldığı söyleniyor. Burada (= Rusya’da) ise bu meseleye dair henüz bir karar
alınamamıştır. Fakat artık susmak da imkân haricindedir. En iyi ve cesur
arkadaşlarımızdan 16 yahut 17’sini kaybettik. Bizimle hemfikir olup o
cellâtların tecziyelerini istemelisiniz. Trabzon’a gelecek her komünistin
öldürülmesine karar verilmiştir. Anadolu burjuvası barbarca yaptığı
cinayetlerden mesul olmadığını gördüğünden komünistleri şiddetle takipte devam
ediyor. Cellâtlar tarafından öldürülmüş olan bizim en değerli yoldaşlarımızı
müdafaa etmeyi üzerinize alacağınızı ümit ederim. Komünist selâmları ve
hürmetler.
Türk Komünist Fırkası
Merkezî Komitesinin
Haricî Büro Âzâsı
«Görülüyor
ki, Giritli Ahmet Cevat, millî ve dinî geleneklerine çok bağlı olan Trabzon
halkının, din ve mukaddesat aleyhine tahrikât yapan 16 komünisti yok etmesini ‘Anadolu
burjuvalarının barbarlığı’ diye vasıflandırıyor. Bu hareketi Türk polisi ve
Millî Müdafaa Cemiyeti (yani Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti) yaptırmış diyerek
Kurtuluş Savaşında önderlik eden ve Halk Partisi’nin başlangıcı olan teşkilâtı
tahkir ediyor. 16 serseri gebertildi diye yabancı bir devleti Türkiye işlerine
karışmaya kışkırtıyor. Bütün bunları yaptıktan sonra da, yılan gibi Türkiye’ye
süzülerek, sizin partinize girebiliyor, geçen devrede mebusluğa kadar
yükseliyor. Şimdi de Türk dilini yaratacak olan Dil Kurumu’nda bütün dillerin
Türkçeden çıktığını ispata yeltenecek kadar milliyetçilik yapıyor. Biz buna
razı değiliz sayın Başvekil! Akıl ve mantık da buna razı değildir. Müstakil
Türkiye’yi yaratan ve bu gaza topraklarının altında sıra dağlar gibi yatan
şehitlerimizin ruhları da buna razı değildir. Siz, demokrat Türkiye’nin cidden
demokrat olduğuna inandığımız başvekili; herhalde milletin arzusunu yerine
getireceksiniz, buna inanıyoruz.
«Saym
Başvekil!
«Bu
saydıklarım, komünist oldukları müsbet vakalar ve vesikalar ile bilinen
kimselerdir. Yoksa bunların yanında daha birçoklarını saymak her zaman
kaabildir. Boğaziçi Lisesi’nin son sınıfında iken, arkadaşlarına karşı
komünizmin müdafaa ve propagandasını yapan, onların millî mukaddesat diye
bildikleri şeyleri tahkir eden, ‘günün birinde hepiniz komünist zindanlarında
çürüyeceksiniz!’ diye bağıran ve hükümete haber verilmekle tehdit edildiği
zaman: ‘Ben karakola gidersem, onbeş dakikada çıkarım; ama siz giderseniz,
kolay kolay çıkamazsınız!’ diye mukabil bir tehdit savuran Doğan Aksoy;
nihayet Rusya’ya kaçarken yakalandığı, evrakı arasında Moskova damgalı mektup
zarfları bulunduğu, dolabında Lenin vesairenin fotoğrafları çıktığı ve millî
mukaddesata karşı olan hareketleri arkadaşlarının şahitliği ile sabit olduğu
halde maalesef mahkûm edilmedi. Dâvâsında şahit olarak benim de bulunduğum bu
komünistin bilâkis, lise imtihanlarını vermesine müsaade edildi. Şimdi felsefe
talebesi olarak üniversitede bulunuyor. Esefle söylemek icap eder ki, bugün
Kars valisi olan babasının nüfuz ve hatırı kullanılarak, mahkûm edilmesi
gereken bu mikrop, serbest bırakıldı.
«Sayın
Başvekil! Bunları gören vatanperver Türk çocuklarının kafasından neler geçtiğini
bir lâhza düşündünüz mü? Bu
çocuklar bazan bana: ‘Testiyi kıranla suyu getiren bir olduktan sonra niçin
çalışalım? Niçin yurdumuza bağlı olalım?’ diye sordukları zaman, ben, makul
bir cevap veremedim; bu cevabı sizden rica ediyorum. Evet! Komünistler
gizli propagandalarla ordumuzun arasına kadar sokulmaya çalışıyorlar. Yine
esefle söylüyorum ki, hükümet, bir ordu mensubunu komünistliğe bulaşmış
gördüğü zaman ciddileşiyor da, binlerce maarif mensubunun kıpkızıl komünist
gördüğü zaman aldırış etmiyor. Maarif Şûrâsı’nda: ‘Aile bir zehirdir!’ diyerek
cemiyetimizin temelini yıkmak isteyen bir Sadrettin Celâl’i pedagoji
profesörlüğünde tutmakla bütün alay kumandanlarını komünistten seçmek arasında
ne fark var? Talim heyeti arasında komünistler kaynaşan Dil Fakültesi’nde solcu
doçentlerin yapacağı zarar, iki yedek subay talebesinin komünistliğinden bin
kat korkunç değil midir? Daha birkaç gün önce, İstanbul Tıbbiyesinde kimya
doçenti Halil, asker talebelere hitâben: ‘Askerlerden nefret ederim!’ diye
bağırdı. Bu sözün altında bir solcu temayülün açığa vuruluşunu sezmiyor
musunuz?
«Bu
solcuların artık eski fikirlerinden caymış oldukları da müdafaa makamında söylenebilir.
Fakat ‘sözü namus sayma’ hususundaki geleneğimizi ‘burjuva budalalığı’ diye
gören komünistlerin verdiği söze inanmak, vatan ve millet karşısında en büyük
gaflet değil midir? Dün dönenlerin, yarın yine dönmeyeceklerine hangi teminatla
inanabiliriz? Onlar samimi olarak dönmüş olsalar bile vaktiyle işlemiş
oldukları suçtan dolayı, hiç olmazsa bugün, millet işlerine karışmak hakkından
mahrum edilmeli değil mi idiler? Tövbekar olmuş bir fahişe, artık namuslu
sayıldığı halde, nasıl namuslu ailelerin harimine alınmazsa, eski düşüncelerinden
dönmüş olan komünistlerin de devlet harimine alınmamaları gerekirdi.
Yüzellikler de affedildi; fakat onlara hükümet makinesinde en küçük bir vazife
veriliyor mu? Yüzelilikler acaba 36
komünistlere
göre daha mı suçludurlar? Unutmamak lâzımdır ki, bu komünistler yurdumuzun
içinde kalıp devlette yer işgal ettikçe, yarın sınırlarda yurdu korumaya
koşacak olan Türk çocukları kendilerini ve cephe gerilerini emniyette
saymayacaklardır. Acaba hangi düşünce ve hangi taktik, vatan çocuklarının bu
emniyetsizlik duygusunu gidermekten daha üstün tutulabilir? Fransa’da, olup
bitenler, hükümette yer almış komünistlerin bir vatanı nasıl sattıklarını
parlak bir örnek halinde göstermiyor mu? Bu komünistleri, ilerde Türkiye için
seve seve can verecek Türkçü gençlerin tutabileceği yerlerden uzaklaştırmak,
farzımuhal, bir mesele doğur- sa bile, bu mesele, Türk oğullarını ıztırap
içinde bırakmaktan doğacak millî zaaf kadar tehlikeli olabilir mi?
«Sayın
Başvekil!
«Bütün
milliyetçi Türkler sizinle beraberdir. Sizden, tarihimizin bu çetin anında,
vatan düşmanı komünizmin ezilmesini, bir daha başkaldıramayacak şekilde
ezilmesini istiyorlar. Mevcut kanunlar kâfi değil ise, bu bozguncular ocağının
kökünü kurutmak için yeni kanunlar yapınız. Kanun, millî vicdanın mâkesi olursa
mânâsı vardır. Millî vicdan vatan düşmanlarının tepelenmesini istiyor.
Yurtsever Türk çocuklarının gözü önünde kötü bir örnek olan ‘komünistlere
mevki vermek’ usulünü derhal kaldırınız. Yukarda verdiğim örnekler, yarının
neslini yetiştirecek olan maarif sahasının bu mikroplarla nasıl bulaşmış
olduğunu, gösteriyor.
«Haydarpaşa
Lisesi’ndeki son hâdise, bu bulaşıklığın görülüp bilinen son delilidir. Bu
olaylar karşısında Maarif Vekâleti’ne de büyük bir vazife düşüyor. Bu vazife,
klâsiklerin tercümesinden, sanki yabancı dil ve hattâ Türkçe öğretimi pek
yolunda gidiyormuş da sıra kendisine gelmiş gibi bâzı liselere konulan Lâtince
ve Yunanca derslerinden daha ileri ve üstün bir vazifedir. Bu vazife, Türk
maarifini, öğretmen olsun, öğrenci olsun, bütün komünistlerden temizlemek
vazifesidir. Maarif Vekâleti bir yandan, dersine bir tek gün gelmiyen öğretmenden
doktor raporu isteyecek kadar güvensizlik gösterirken, bir yandan,
kanunlarımızla yasak edilen fikirleri Türkiye’ye sokmağa çalışmış olanlara
karşı şaşılacak bir güvenle hareket ediyor. Bunu Maarif Vekâleti’nin kötü
niyetine veya kasdi hareketine yoramayız; çünkü o takdirde Maarif Vekâleti’nin
de vatan ihanetinde ortaklığını kabul etmek icap eder. Bunu olsa olsa, gaflete
verebiliriz. Her ne kadar bir vekilin gafleti mâzur görülmezse de kendine
yapılan ihtarlarla bunu tamir ederek iyi niyetini göstermesi her zaman
kaabildir. Aksi takdirde vekillik sandalyasının, dilediğine dilediği mevkii
vermek için kurulmuş bir lüks sandalyası olarak telâkkisi mânâsı çıkar ki,
bunu da demokrat ve halkçı Türkiye hükümetine yakıştıramayız.
«Maarif
Vekâleti, şimdiye kadar, İnönü Ansiklopedisi ile ve birçok kitapların
ithafıyla, devlet başkanına karşı olan bağlılığını göstermeye çalıştı. Bu
bağlılığın samimî olduğunu isbat zamanı gelmiştir. Millî Şef’e karşı o
hezeyanları yazmış olan vatan haini başta olmak üzere bütün bu saydığım
komünistleri hâlâ mühim vazifelerde tutmak bu bağlılıkla tezat teşkil eder.
Bağlılığın isbatı için bunların vazifelerine derhal son verilmesi zarurîdir.
Hattâ şimdiye kadar her nasılsa bir gaflet eseri olarak bunlan vazifede
tutmaktan doğan utancı silebilmek için, bizzat Maarif Vekili’nin de o makamdan
çekilmesi çok vatanperverane bir jest olurdu.»
Birinci
mektubun estirdiği havayı ikinci mektup lodosa çevirir. Ankara merkez olmak
kaydı ile memleketin muhtelif yerlerinde komünizm aleyhtarı gösteriler yapılır.
Türkçü gençlerin gösterilerinde sloganlar patlatılır. Atsız ise kelimenin tam
mânâsı ile şiddetli bir tezahürat hâlesinin güneşi olur. Devrin anatomisini ise
Türk Ansiklopedisi’nin çizdiği tabloda seyredelim:
«Böyle bir
şey o zamâna kadar, görülmemişti. Cumhuriyet devri boyunca bir bakan, bu
şekilde açıkça tenkîd edilmemişti. O devirde bakanlar, milletvekilleri,
devletin yüksek görevlileri îmâ yollu dahi tenkîd edilemezdi. Özellikle Millî
Eğitim Bakanı (Maarif Vekili) Hasan Ali Yücel, Millî Şef Cumhurbaşkanı İsmet
İnönü’nün çok tuttuğu bir kimse idi. Atsız’ın yaptığı çok büyük bir cür’etti.
Bu cüret karşısında Millî Şefin ve emrindeki idârenin tepkisi merâk edilmeğe
başlandı. Atsız’ın ne kadar temiz ve yüksek bir vatanseverlikle hareket ettiği
ve iddiasının delillerini ortaya koyduğu aşikâr olmakla beraber, bu tepkinin
şiddetli ve menfî olacağı da belli idi. Hükümet iç ve dış politika olaylarını
birbiri ile irtibatlı gören ve irtibatlı yürüten bir denge siyâseti güdüyordu.
Diktatörlük sistemlerinin yapısı gereği her şey, yukardan aşağıya doğru
emirle olurdu; halkın ve aydınların kendiliğinden tenkidi, tepkisi diye bir şey
düşünülemezdi. İdârecilerde «Ne lâzımsa biz yaparız ve yaptırırız; size
ne oluyor?» mantığı hâkimdi; komünizme biraz yol vermek gerekirse onlar
verir, milliyetçiliği öne çıkarmak gerekirse onlar çıkarırlardı; ipler
ellerinde idi, istediklerini istedikleri kadar uzatır veyâ kısaltırlardı. Lise
öğretmeni Atsız, sürpriz bir atak yapmış, düzeni ve kaideyi bozmuştu.» (6)
Devrin ağır
şartları Atsız’a müsamaha ile gülümseyemezdi. Önce Hasan Ali tarafından
Boğaziçi Lisesi’ndeki vazifesine son verilir. Sonra da Bakanlar Kurulu kararı
ile dergisi kapatılır. Ardından Sabahattin Ali’nin kendisi aleyhinde açtırdığı
dava başlar.
Aslında
mektupların birinci hedefi belli: Hasan Ali Yücel... Sabahattin Ali ve
diğerleri, bir nevi aksesuar. Ama Hasan Ali, dâvayı kendisi açmak istemez;
Sabahattin Ali’yi kullanır. Bu husus Sabahattin Ali’nin itirafıdır, kendisini
dâvâ açmaya teşvik eden, ısrar gösteren Ha- san Ali’dir. Nitekim Sabahattin
Ali’nin dâvâ vekilliğini CHP’nin gazetesi Ulus’un hukuk müşaviri ve umumî
vekili üstlenir. Dâva üç celsede karara bağlanır. Birinci celsenin tarihi, 26
Nisan 1944, İkincisinin 3 Mayıs, son celsenin ise 9 Mayıs 1944. Mahkeme’nin
kararı ümitsizce değildir: Sabahattin Ali’ye hakaretten 6 ay yiyen Atsız’ın
cezası «millî tahrik» unsuru göz önünde bulundurularak 4 aya indirilir. Bu 4
aylık ceza da te’cîl edilir. Fakat serbest bırakılacağı yerde, mahkemeden
çıkarken kapıda yeniden tutuklanır; evi ve oteldeki eşyaları alışılmış hoyrat
üsullerle didik didik aranır. Tabiî Atsız’ın bütün dostları da aynı muameleye
maruz kalırlar. Bir iki günlük tutuklama ve göz hapislerini saymazsanız, siyasî
polisin tutukladıklarının sayısı: 23. Ünvanları şöyle: 2 profesör, 2 hekim, 4
subay, 3 avukat, 5 öğretmen, 5 öğrenci, 2 de serbest meslek sahibi...
Suçluları(!) tanımak ister misin?
Fehîman
Altan, Nihâl Atsız, Nûrullah Banman, Sait Bilgiç, Haşan Ferit Cansever, Muzaffer
Eriş, Cihat Savaş Fer, Orhan Şâik Gökyay, Fâzıl Hisarcıklı, Mehmet Külâhlıoğlu,
Hüseyin Nâmık Orkun, Cemâl Oğuz Öcal, Hamza Sâdî Özberk, Necdet Özgelen,
Nejdet Sancar, M. Zeki Sofuoğlu, Cebbar Şenel, Hikmet Tanyu, Fethi Tevetoğlu,
Zeki Velidi Togan, İsmet Râsim Tümtürk, Alparslan Türkeş, Rehâ Oğuz Türkkan.
Nihayet 18
Mayıs 1944’te hükümet hâdisenin resmî kılığını takdim eder. Bildiri şöyle: «Son
günlerde hükümetçe kapatılan Orhun mecmuası sâhibi Nihâl Atsız’la Konservatuar
öğretmenlerinden Sabahattin Ali’nin Ankara’da görülen muhakemesi sırasında
Nihâi Atsız lehine yapılan taşkınlıklar dolayısıyle nezâret altına alınmaları
zarûreti hâsıl olan bâzı kimseler nezdinde çıkan evrakın verdiği şüphe üzerine
Nihâl Atsız, Rehâ Oğuz Türkkan ve Zeki Velidi ile Dr. Hasan Ferit Cansever’in
İstanbul’da evlerinde ve daha bâzı yakın arkadaşları nezdinde İstanbul Örfî
İdâre Komutanlığı’nca aramalar yapılmış ve elde edilen vesikalar tetkik
edilmiştir. Bu vesikaların tetkikinden elde edilen netice ve kanaate göre
Teşkilât-ı Esâsiye Kanunu (Anayasa) ile müesse (kurulmuş) bugünkü rejimimize
ve vatandaşların hakîkî milliyetçilik telâkkilerine aykırı umdeleri (ilkeleri)
ve bu umdelere varmak için gizli cemiyetleri, faaliyet programları, teşkilât ve
propaganda organları; hattâ muhâbereleri gizli tutmaya mâtuf şifreleri ve
plânları vardır. Bunlar, memleketin muhtelif noktalarında ve bilhassa her çeşit
terbiye (eğitim) müesse- selerinde mâsûm gençlerin temiz milliyetçilik ve
vatanseverlik duygularını istismâr ederek genç nesil arasında kendilerine
tarafdar toplamak ve bu sûretle hedeflerine ulaşmak için devamlı ve sistemli
bir faaliyet sarfetmekte ve memlekete zararlı ideolojilerini tahakkuk ettirecek
yolda çalışmaktadırlar. Bu mâhiyetteki faaliyet Teşkilât-ı Esâsiye Kanunu’muza
aykırı ve Türk Cezâ Kanunu’muza göre cezâ vasıflarını hâiz olduğundan, fâilleri
hakkında selâhiyetli adlî merciler tarafından kanunî tahkikat yapılmak üzere
işe el konulmuştur.»
Hükümet
bildirisinin yayınlanmasından bir gün sonra ise Cumhurbaşkanı İsmet İnönü
Gençlik ve Spor Bayramı nutku ile milleti irşad eder. Paşa’nın hedefinde Atsız
ve arkadaşları var. Henüz duruşması bile başlamamış Türkçüleri hedefine alan
İnönü, hukukun ırzına geçtiğinin farkındadır şüphesiz. Ama o kendi devrinin «tek
adamı»dır. Hukuk ondan üstün değil ya. Bu uzun nutku mevzuumuzu
ilgilendiren kısımları ile bir de biz dinleyelim:
«Vatandaşlarım!
Gençliği
yetiştirmenin ve millî terbiyenin en tehlikeli hastalığı, öğretmenin vazifesini
politika vasıtası yapmasıdır. Bir cemiyet içinde hiçbir emniyetin kötüye
kullanılması, bir öğretmenin kendisine emânet edilen vatan evlâtlarına kendi
hususî politikasını telkin etmeye çalışması kadar vicdansız ve zararlı olamaz.
Öğrenmek için ailesinin bütün teşvikleriyle hazırlanan genç dimağ ve temiz
yürek, vicdansız bir politikacının sözlerinden ve derslerinden en derin
zehirleri alabilir. Devlet, vatan için en zararlı olan bu cinayetlere yer
vermemek için sert tedbirleri esirgemeyecektir. Fakat milletin halini ve
istikbalini tehdit eden bu cinayetlere karşı asıl teminatı, öğretmen heyetinin
vazife haysiyeti ve ortak vicdanı verebilir. Hiçbir devlet makamı, bir öğretmen
kadrosu içinde bulunup kötü yola sapmış olan vicdansız fesatçıyı, diğer
öğretmenlerden daha kolay ve daha çabuk keşfedemez. Fesatçı, yanlış telâkkilere
ve zararlı hareketlere sevk etmek için ufaktan başlayarak, her türlü vatansever
ve masum çehreye bürünerek, okşayarak, mükâfat ve mücâzâtı, numarayı ve sınıf
geçip ilerlemeyi, ders içinde ve ders dışında münâsebetlerini kullanarak
gençleri istediği istikamete yürütmeye yeltenecektir. Bunlar öyle zararlı ve
kötü hareketlerdir ki, bunlara karşı bir milletin dayanması için, ailenin, öğretim
çağında bulunan gençlerin nihayet büyük öğretmen heyetlerinin dikkatleri
lâzımdır. Kanun tedbirleri en sonra gelir. Bu tedbirlere sıra geldiği zaman, az
çok geç kalınmıştır ve elbette ilâçlar ister istemez, acı, sert olacaktır.
«Aziz vatandaşlarım!
Cumhuriyet,
memleketin içerideki yaşayışında ve dışarı ile münâsebetlerinde açık ve dürüst
hatlarla ülküsünü tâyin etmiştir. Vatandaşlarımızın ve yeni yetişen
nesillerimizin yüreklerini aşk ile dolduracak prensipler, temel olarak
alınmıştır. Devletimizin hüviyetini teşkil eden esas vasıflar uzun felâket
asırlarının tecrübe mahsulü ve gelecek asırların en feyizli gelişme prensibi
olarak bulunmuştur. Milliyetçi Türkiye, Anayasanın tarif ettiği Türk vatandaşına,
vatanperver bir Türk milliyetçisi olmanın bütün imkânlarını vermiştir.
Devletimiz, millî bir devlettir. Bütün milletlerle iyi ve samimî münâsebetler
beslemek isteyen, millî menfaatler ve millî ülküler üzerinde kurulmuş bir
müessesedir. Kendi içinde yapıcı, iyi niyet sahibi bütün vatandaşları
birleştirici, uzlaştırıcı bir zihniyettir. Azlık diye tanınmış olan
vatandaşlar, her Türk vatandaşı gibi, kanunun bütün himayesine ve bütün
vatandaş haklarına sahiptirler. Bundan başka Türk kültürü içinde yetişerek
Türk milliyetçisi olmak isteyen her vatandaş için imkân kapıları açıktır.
Cumhuriyetin layik olması bir tesadüf eseri değil, kolayca takılıvermiş bir
sıfat da değildir. Devletimizin halde ve istikbalde en ileri bir kültür ve
medeniyete ermesi için esaslı çarelerden biri olarak kabul olunmuştur. Bütün
vatandaşlara vicdan hürriyetini temel hak olarak tanıyan devletimizin lâyık
olması, kaybettiğimiz asırların az zamanda telâfisi için esas şartlardır.
«Halkçılık,
Türk milletinin karakterine uyan en iyi bir vasıftır. Şehirde ve köyde bütün
vatandaşların, bütün haklarında eşitlik huzuru içinde bulunmaları, hiçbir
Türkün aksini düşünemiyeceği tabiî bir şeydir. Türk halkı, bir araya geldikleri
zaman kendiişlerini düşünerek, tedbirler bulacak ve onları tatbik edecek
iktidardadır. Millî kurtuluş bu sayede oldu. Büyük Millet Meclisi, halk
idaresinin canlı misali olarak böyle kuruldu.
«Bizim
devletçiliğimiz, cumhuriyetin feyizli bir prensibidir. Yıpranmış ve fakir bir
memleket, az bir zamanda ancak prensiplerinin tabiîliği, sağlamlığı ve
verimliliği sayesinde hürmet edilir bir mevkie yükselmiştir. Cumhuriyet
inkılâpçı olmasaydı ve inkılâpçı kalmasay- dı, Türk milleti kapalı kalmış
birçok vasıflarını bu kadar az bir zamanda kıymetlendiremezdi.
«Gençler ve
öğretmenler!
«Sade ve
kısa bir şekilde anlattığım prensipler, hayatlarınızı ve yüreklerinizi
dolduracak pek kıymetli ülkülerdir. Fikirlerimizi anlatırken yalnız müsbet
konuşmamız ve resmî ağızla münakaşaya girmekten sakınmamız, kötü niyetli
olanların bizim ülkülerimize saldırmalarına cesaret verirse buna çok teesssüf
ederiz. Yarım asırdan beri birbiriyle zararlı bir surette uğraşmış olan
politika akımlarından uzak ve temiz zihniyette kalmak istiyoruz. Bu gayretimiz
zararlı bir susma derecesine varmamalıdır ve varmayacaktır. Çünkü ne kadar
kuvvetli olursa olsun, cumhuriyet prensiplerimiz aleyhine sistematik, sebatlı
bir politika mekanizması kurulur ve bu düzen hiç karşılık görmeden işlerse az
veya çok zaman sonra en kuvvetli temelleri yerinden oynatabilir. Tabiat
kanunları dışında hayallere kapılamayız. Son zamanların olayları, bize karşı
koyma ve insafsız saldırmalara karşı uğraşma vazifelerini hatırlatmıştır.
«Türk
milliyetçisiyiz, fakat memleketimizde ırkçılık prensibinin düşmanıyız. Memleketimizde
politika garezleri için uydurulan ırkçılık önderlerinin çok acıklı faciaları
hatırlarımızda canlıdır. 1912 senelerinde Rumeli’de tutunmak için
tırnaklarıyla kayalara yapışarak son gayretlerini sarf eden Türk erlerine,
Arnavut Piriştineli Hasan ve Derviş Hima ile beraber arkadan hücum
tertipleyenlerin Türk ırkçı politikacı olduğu, Büyük Millet Meclisi’nde ispat
olunmuştur. ‘Politika icabı’ diye tefsir etmekte en ufak bir güçlük çekmeyen bu
adamlar, sözlerine inanıp daha büyük bir felâkete uğradığımız zaman gene
‘politika icabıdır’ diyerek yeni bir fesat prensibi yaratmaktan geri
kalmayacaklardır.
«Köy
enstitülerinde, her çeşit okullarımızda, müesseselerimizde, ordumuzda müşterek
vatanın ülkülerini, Türk çocuklarına, eşit adalet ve şefkat hisleriyle vermeye
çalışıyoruz. Onları büyük cumhuriyet potasında kaynatıp meydana Türk
vatanseveri çıkarmaya uğraşıyoruz. Vatandaşlarım emin olabilirler ki,
muvaffakiyetlerimiz esaslıdır; gelecek zamanda daha da göz alıcı olacaktır.
«Türk
milliyetçiliği içinde vatan çocuklarının temiz ülkülü ve vatan fikirli olarak
birbirlerine dayanan sağlam bir millet olması, erişilmez ve yanlış bir hayal
değildir. Bunun doğru bir fikir ve erişilir bir hedef olduğunu, elle tutulur ve
gözle görülür neticeleriyle tamamiyle anlıyoruz. Şimdi insaf ediniz. Türk
vatandaşı yetiştirmek için bütün iyi şartları özünde toplamış olan bu feyizli
yolu bırakır da, ırkçıların milleti binbir parçaya ayıracak fesatlı ve nifaklı
zehirlerine cemiyeti kaptırır mıyız?
«Turancılık
fikri, yine son zamanların zararlı ve hastalıklı gösterisidir. Bu bakımdan
cumhuriyeti iyi anlamak lâzımdır. Millî kurtuluş sona erdiği gün yalnız
Sovyetlerle dostluk ve 41
bütün
komşulanmız eski düşmanlıklarının bütün hâtıralarını canlı olarak zihinlerinde
tutuyorlardı. Herkesin kafasında, ‘biraz derman bulursak sergüzeşti, saldırıcı
bir siyasete kendimizi kaptıracağımız’ fikri yaşıyordu. Cumhuriyet, kuvvetli
bir medeniyet yaşayışının şartlarından bir esaslısını, milletler ailesi içinde
bir cemiyet havasının mevcut olmasında görmüştür. İmparatorluktan son
zamanlarda ayrılmış olan komşuları ile de iyi ve samimi komşuluk şartlarının
temin edilmiş olmasını, milletin saadeti için lüzumlu saymıştır. Görülüyor ki,
millî politikamız memleket dışında sergüzeşt aramak zihniyetinden tamamen
uzaktır. Asıl mühim olan da bunun bir zaruret politikası değil, bir anlayış ve
bir inanış politikası olmasıdır. Ancak bu inanışa vardıktan sonradır ki,
tarafımızda bulunan milletleri daha yakından tanımak imkânlarını bulduk.
Nereden zarar gelir ve nereden zarar gelmez, bunu ayırt etmek için
zihinlerimizde ayarlı ölçüler hâsıl oldu. İçerde milletin hayrı ve saadeti için
çalışma imkânları ve dışarıya karşı milletin emniyet ve müdafaası için lâzım
olan tedbirler, salim ölçülerle gözümüzün önünde belirdi. Ve nihayet asırlar ve
asırlar süren köklü düşmanlıklar yerine, 20 sene gibi kısa bir müddette hürmet
ve itimat duygularının uyanmasına imkân verildi. Turancılar, Türk milletini
bütün komşularıyla onulmaz bir surette derhal düşman yapmak için birebir
tılsımı bulmuşlardır. Bu kadar şuursuz ve vicdansız fesatçıların tezvirlerine
Türk milletinin mukadderatını kaptırmamak için elbette cumhuriyetin bütün
tedbirlerini kullanacağız. Fesatçılar, genç çocukları ve saf vatandaşları
aldatan fikirlerini millet karşısında açıktan açığa münakaşa edemiyeceğimizi
sanmışlardır. Aldanmışlardır ve daha çok aldanacaklardır.
«Şimdi
vatandaşlarımdan iki suale zihinlerinde cevap bulmalarını isteyeceğim: Irkçılar
ve Turancılar gizli tertipler ve teşkillere başvurmuşlardır. Niçin?' Kandaşları
arasında gizli fesat tertipleriyle fikirleri memlekette yürür mü? Hele, doğudan
batıdan ülkeler gizli Turan cemiyetleriyle zaptolunur mu? Bunlar o şeylerdir
ki, ancak devletin kanunları ve esas teşkilâtı ayakaltına alındıktan sonra
başlanabilir. Şu halde yaldızlı fikirler perdesi altında doğrudan doğruya
cumhuriyetin, Büyük Millet Meclisi’nin mevcudiyeti aleyhinde teşebbüsler
karşısındayız. Tertipçiler, 10 yaşında çocuklarımızdan bize kadar derece
derece, perde perde hepimizi aldatmak iddiasmdadırlar.
Vatandaşlarıma
ikinci suali soruyorum: Dünya olaylarının bugünkü durumunda Türkiye’nin ırkçı
ve Turancı olması lâzım geldiğini iddia edenler hangi millete faydalı, kimlerin
maksadına yararlıdırlar? Türk milletine yalnız belâ ve felâket getirecek olan
bu fikirleri yürütmek isteyenlerin Türk milletine hiçbir hizmetleri
olamayacağı muhakkaktır. Bu hareketlerden yalnız yabancılar faydalanabilirler.
Fesatçılar, yabancılara bilerek mi hizmet ediyorlar? Yabancılar fesatçıları
idare edecek kadar yakından münasebette midirler? Bunları hüküm olarak
kestirmek bugün mümkün değildir. Ama yabancıya hizmet kastı ve yabancının yakın
ilişiği hiçbir zaman meydana çıkmasa dahi, hareketlerin, Türk milletine, Türk
vatanına zararlı ololması, söz götürmez bir hakikattir.
*
«Vatandaşlarım!
«Emin
olabilirsiniz ki, vatanımızı bu yeni fesatlara karşı da kudretle müdafaa
edeceğiz.
«Sevgili
evlâtlarımız!
«Bu güzel
bayram gününde bana yurdumuzun köşelerinden bayrak ve sınır boylarından toprak
getirdiniz. Değerli armağanlarınıza yürekten teşekkür ederim. Sınır toprağı ve
Türk bayrağı gibi aziz olasınız. Vatan sizden yurdun müdâfaasını, yurdun
mamurluğunu istiyor. Cemiyetimiz ve ailelerimiz, faydalı olmanızı bekliyor.
Neşe ile istikbale güvenerek yetişmeye çalışınız. Sizin elinizde Türkiye yüksek
ve çok mâmur olsun bu bayram günümüzde Atatürk’ün kutsal adım, vicdanlarımızın
engin sevgi ve saygıları ile yâd edelim. Atatürk, geleceğin en kıymetli
teminatını sizlerde gördü ve gösterdi. Bugün de ailelerimizin, hepimizin en iyi
dileklerimiz ve en ince dikkatlerimiz sizin üzerinizdedir.»
İnönü’nün
de Gençlik Bayramı nutkuyla devrelerine girdiği dâva üç yıl devam eder.
Türkçüler bu müddetin ilk yarısını hapishanede, ikinci yarısını da dışarıda
geçirirler; dâva beraatla neticelenir. Türkçüler mağdurlukları, Hasan Ali ve
İnönü gibileri ise maşalarına yaptırdıkları zulüm ve işkencelerle kalırlar.
Turancıların tâbi tutuldukları muamele, gördükleri işkence o devrin yüz
karasıdır, zifirî bir karalık. İnsan haysiyet ve şerefini katleden, hiç bir
mefhumla tasviri mümkün olmayan işkence, ne yazık ki o devrin bâriz bir
vasfıdır. Gerçi işkence iddia ve söylentileri bugün de vardır, on yılda bir
gelen darbelerden sonra hapishanelerde en adi cinsinden işkencelerin hadden
geçtiği de sıkça söylenmektedir. Yalnız sivil bir iktidar zamanında Turancılara
yapılan işkence hep tek kalacaktır. Merhum Öner’in kaleminden bu vahşet
tablosunu bir ibret vesikası olarak seyredelim: «Bu hakikatın başlıca hususiyetlerinden
birini de işkence teşkil ediyor. Bu işkence mevzuuna dair söylenecek herşeyi
söylemeye bu kısa müdafaanamede yer olmadığı gibi esasen herhangi bir tek
maznunun yapılan işkencelerin panoromasını eksiksiz bir bütün halinde görmesini
de tahkikatın üzerine bilhassa baş tarafına ve muharrik kaynakların üzerine
gerilen kaim ve hiçbir zaman kalkmamış bulunan esrar perdesi mânidir. Ben
burada sadece tatbik olunan başlıca işkence nevi ve şekillerini ve ancak sağlam
surette bildiğim kadarını söyliyeceğim.
Evvelâ şu
noktanın bilinmesi icabeder ki, bilfiil ve maddeten yapılan işkencelerin yanında
ve arkasında sarih veya müphem surette yapılan işkence tehditleri yer almıştır.
Ve tahkikatın seyri üzerinde müessir olan belki bilfiil yapılan işkencelerden
çok fazla olarak bu işkence tehditleridir. Bilfiil yapılan işkencelerin çoğu
ve yeni cazip şekillerinin hepsi ilk veya hazırlık tahkikatı denilen safhanın
bitmesiyle bitmiş veya duruşmanın sonuna doğru hafiflemiştir. İşkence
tehditlerinin karanlık gölgesi ise devam etmiş ve duruşmanın sonuna kadar
maznunların maneviyatmı bozucu, susturucu ve sindirici bir baskı tesirini icra
etmiştir.
«Türkçülere
karşı yapılan işkenceleri iki katagoriye ayırabiliriz:
A.
- Uzun müddet tazyik edilme neticesinde
maznunun ruhî kuvvetini yıpratıcı ve inhitata uğratıcı tesirini, tedricî ve
birikici bir şekilde icra eden hafif; fakat devamlı tazyik ve tâzip tedbirleri.
B.
- Maznunun bütün maneviyatını bir hamlede
çöktürmeyi istihtaf eden acı, vahşî ve şedit işkence şekilleri.
A. -
Devamlı ve hafif tazyik ve tazip tetbirleri: «Evvelâ bu noktayı belirtmek
icabeder ki, tahkikat esnasmda tatbik edilen mevkufiyet tarzı, başka hiçbir şey
olmasa da, başlı başına bu bende girecek mahiyettedir; kanun bizim askerî
tevkifevinde mevkuf tutulmaklığımızı emrettiği halde her nedense ilk tahkikat
ve duruşmanın çoğu sırasında emniyet müdürlüğü binası dâhilinde hapsedildik.
Hapsedildiğimiz hücreler, bir karyola sığdıktan sonra fazla yer kalmıyacak
derecede dar, tavanları basık, havasız, karanlık ve pisti. Ya dışarıya hiç
penceresi yoktu, yahutta pencere vazifesini gören aralık, pencereden ziyade
delik denecek kadar vardı. Hücrelerin içinde tahtakurusu ve sivrisinek
kaynaşıyordu. Bir aralık salgın halde bitler de etrafı kapladı. Bu haşeratı
ortadan kaldırmak için en basit bir hareket kâfi gelecek iken hiçbir şey
yapılmadı. Karyolaların üstünde tahta parçalarının yan yana getirilmesiyle
yapılmış bir sathın üzerinde yattık. Aylarca tam bir ihtilât memnuiyeti halinde
yaşadık. Sorgularımız bittiği halde hâlâ ihtilâttan memnuiyet devam etti.
Duruşma başladı, ihtilâttan memnuiyet gene devam etti. Duruşmada sorgular
bitti. Bir kısım maznunların ihtilâttan memnuniyeti devam etti; şahitler
dinlendi, hâlâ aynı hal devam etti; şahitlerden sonra yazılı delillerin
okunmasına başlandı ve bu işte bir müddet devam ettikten sonradır ki,
ihtilâttan memnuiyet herkes için nihayet kaldırıldı. İhtilâttan memnuiyetin
maznun için ifade ettiği mâna uzun aylarca bir mezar yalnızlığı çektirmekten
ibaret de kalmadı. Bu ihtilâttan memnuiyetin, maznunları tazip, tahkir ve izrar
etmek gayesiyle yapılan çeşitli muameleler için bir türlü bitip tükenmek bilmeyen
bir bahane kaynağı olmuştur. Yalnız üç misal vereceğim.
«İhtilâttan
memnuiyeti muhafaza etmek için mevzu kaidelerden biri, hücrelerden ayak- yoluna
giderken; iki maznunun birbirinin yüzlerini uzaktan bile olsa görmemeleri için
ayak- yoluna çıkmak bir sıraya konmuştu. Evvelâ birisi çıkacak, dönüp hücresine
gidecek, üzerinden kapısı kapanacak ve ondan sonra başka birisi kapısına
vurarak dışarıya çıkarılmayı isteyecek ve bekliyecekti. Kapısı belki açılacak
ve belki de açılmayacaktı, bu biraz da baht işi idi. Otuz küsur kişi tek bir
ayakyoluna gitmek için sıra bekliyordu. Nihayet iş öyle bir hale geldi ki en
acil ve tabiî bir ihtiyaç için bile olsa ayakyoluna gidebilmek bir muvaffakiyet
ve mazhariyet halini aldı. Bu da maznunlara yapılan muameleleri tanzim eden
kimseleri tatmin etmedi. Bir gün baktık ki, yeni bir kaide konmuş, ancak günün
muayyen saatinde on beşer dakikalık bir müddet içinde dışarı çıkmağa izin
varmış, geri kalan müddet içinde ne kadar âcil bir ihtiyaç olursa olsun dışarı
çıkmak mutlak surette yasakmış. Hesap etmiştim ve hesabımın neticesini bir
yazı ile tahkikat hâkimi Kâzım Alüc’e bildirmiştim. Herkesin işini en çabuk bir
şekilde yapıp bitirmesi halinde bile bir maznuna dışarı çıkmak sırası yirmi
dört saatte bir bile gelmiyordu. En âcil tabiî bir ihtiyacı için bile en aşağı
yirmi dört saat beklemek mecburiyetinin mânasını aklıselim takdir eder.
«Yiyeceklerimizi
dışarıdan çok zor, masraflı, zararlı ve külfetli bir şekilde temin edebiliyorduk.
Bunun tafsilâtı ayrı bir rezalet faslını dolduracak kadardır. Fakat bir gün o
da çok görüldü. Bir tahdit vazediliverdi; dışarıdan yalnız dört kısım eşya
aldırmağa müsaade edilecekti. Domates, hıyar, peynir ve zeytin, o kadar; çünkü
yalnız bunlar zarurî ihtiyaçlarmış ve başka şeyler lüzumsuz bir lüks teşkil
ediyormuş ve bize unutulması çok güç eda ile söylendiğine göre biz oraya
istirahat etmek için getirilmemişiz.
«Doğrudan
bir kıl eni kadar bile ayrılmamış olmak için hemen ilâve edeyim ki, yukarıdaki
iki tedbir çok sürmedi az sonra kaldırdılar; fakat yenileri yerini almakta
gecikmedi. Emniyet müdürlüğünde bütün ikametimiz boyunca çeşitli tâzip ve
tahkir tedbirleri birbirini takip etti. Ruhlarımızda birinin boşalttığı yeri
öbürü hemen doldurdu; şüphesiz geçen günler az oldu.
«Bir tedbir
daha: (Bu diyeceğim son misaldir) biz sıcak bir yazın en sıcak günlerinde
mevkuf idik. Bunaltıcı hücrelerde kapalı idik. Aylarca yıkanmadan kaldık.
Yediğimiz şeylerin yağları vesaire hep yattığımız yatağın üstünde idi. Bu
vaziyet içinde hiç olmazsa elini ve ağzını yıkayabilmenin ne gibi bir ihtiyaç
olduğunu takdir etmek için biraz düşünmek yeter. İşte bu vaziyette bulunduğumuz
yerdeki tek musluğun suyunu kestiler. Bazı günler lütfen bir iki saat kadar su
akıttılar. Ve buna (hücrelerden çıkmak için gerekli olan uzun merasim sebebiyle)
maznunlardan ancak bir kısmı erişebildi. Bazan ise günlerce üst üste musluktan
bir damla su akıtılmadı. Dışarıdan ufak bir şişe suyun getirilmesine imkân
bazan hasıl oldu, bazan da olmadı; bu böyle, bütün bir yaz ve sonbahar sürdü.
«Türkçülerin
emniyet müdürlüğü binasında geçirdikleri aylarca süren müddetin bütün safahati,
en ince teferruatına kadar bugün gözümün önünde cereyan ediyor gibi hafızamda
canlıdır. Son derece sakin olarak, hissiyatıma kendim de hayret edecek kadar
hâkim olarak, vakalardan bir mücerret şuur bitaraflığı ile bakıyor ve
hüsnüniyetle ve gayretle bütün bu müddet esnasında bize karşı yapılan bir tek
dürüst ve temiz hareket; yapılması unutulan bir tek çirkinlik ve küçüklük nevi
bulmaya çalışıyorum. Çalışıyorum, fakat muvaffak olamıyorum.
«Şurasını
da derhal teslim edeyim ki, emniyet müdürlüğünde yapılanların bütün manevî
mesuliyeti ancak orada hâkim bir zümreye aittir. Her rütbeden mensupları
arasından Türkçülere yapılan zulümlere karşı içinden nefret duyan ve bunların
icrasına alet olmaktan elinden geldiği kadar çekinen pek çok Türk çocuğu
çıkmıştır; onların vaziyetini anlıyor ve takdir ediyorum.
«Emniyet
müdürlüğündeki yatılış tarzımızın umumî şeklinin de bir nevi işkence olduğuna
işaret ettikten sonra; buna ilâveden, muayyen şahıslara karşı zaman zaman
adamına ve tahkikatın seyrine göre yapılan hafif ve devamlı işkence
nevilerinden bir kaçını arzedeyim:
«Yakınlarıyla
görüştürmemek, birdenbire yere serdiklerinin arasından alınıp kapatılan ailesine
bağlı her adama, yakınlarına; anasına, babasına, çocuklarına, kardeşlerine
karşı şiddetli bir hasreti mazur görülebilir. Hele bu yakınlar maddî-manevî
her türlü sıkıntı içinde en gayrimüsait ve acı şekiller arzeden hayat
mücadelesi karşısında yapayalnız kalmışlarsa; onlara karşı duyulan hasret, bir
üzüntünün, merakını, iç titreyişinin ekleneceği de tabiîdir. Böyle olmuştur ve
tahkikatı idare edenlerce bu cihet, maznunların bir zayıf noktası olarak
yakalanmış ve tahkikatın bütün boyunca bu zayıf noktanın üzerinde oynanmıştır.
Görüşmelere kâh müsaade edilmiş, kâh birdenbire bu müsaade, sebepsiz yere geri
alınmış; kâh müphem vaitlerle günler ve haftalarca intizar halinde bırakmak
yolu tutulmuş, bu iş daima üzmek ve iradeleri bağlamak için bir koz olarak
kullanılmıştır. Rivayetlerin müphem tehdit, ima ve ruhî tazyiklerin kısmen bu
yığınlar üzerinde yönetilmesi de ihmâl edilmemiştir. Bunun bilfiil tatbik ile
karısının hapsedilmesi, yalnız Adsız hakkında tatbik edilmiştir.
«Birikici
tesirleri çok ağır olan bir devamlı tazyik şekli de okuyup yazma yasağıdır. 18
Mayıs tarihinde her türlü gazete ve mecmuanın okunması maznunlar için şiddetle
yasak edilip; bu yasak, bütün ilk tahkikat boyunca ve duruşmanın da yarılarına
kadar aralıksız devam etti. Dünyada olup bitenle bütün alâkamız kesilmiş, sanki
Dünya bizim için küçülüvererek tahkikat heyetinden ibaret kalmıştı. İlk
başladığı zaman ehemmiyetsiz gibi gelen bu mahrumiyet, içinde bulunduğumuz
diğer mahrumiyetlerin eklenmesiyle ve mevkufiyet müddetinin uzamasiyle gittikçe
tesirini arttırmış hakikî bir sıkıntı ve ıstırap kaynağı olmuştur. Tahkikat ile
alâkalı olduğu vehim edilen her türlü yazıları kesip çıkardıktan sonra
gazetenin kalan kısımlarının okunmasına müsaade edilmesini teklif ettimse de;
Kâzım Alöç, Örfi İdare komutanının emrine atfen, bu teklifin de kabul
olunmıyacağını bildirdi.
«İlk
tahkikatın baş taraflarında mutlak bir okuyup yazma yasağı işkencesi tatbik
edildi. Kendilerinden istenilen şekilde bir ifade alınıncaya kadar maznunların
büyük bir kısmına -bu arada bana- yanında herhangi bir nevi kâğıt bulundurmak
ve yazı yazmak yasağı kondu. Tamamen zararsız ve tahkikat mevzuu dışı yazılar
yazmak ve yazılan herşeyi istenildiği anda göstermeye ve vermeye hazır bulunmak
teklifim red olundu. Okumak için nev’i isterlerse kendileri tarafından tâyin
olunmak ve istedikleri şekilde alınmak, kontrol edilmek şartiyle kitap okumama
müsaade edilmesini istedim; hiçbir şeye, adî romanlara bile müsaade etmediler.
Kâzım Alöç’ün benim ağzımdan yazdığı ikinci ifadeyi de imza edinceye kadar, bir
aydan fazla bir müddet esnasında, dört çıplak duvar arasında; içinde
yürünülmeyecek kadar dar ve penceresiz bir hücrede ihtilâttan tam memnuiyetin
üstünde bir de yazmak ve okumaktan da tam memnuiyet halinde yaşadım. Bunun
tesiri işkenceleri daha kaba ve göze çarpan şekillerinin tesirinden az
değildi. Diğer bir hafif tazyik tedbiri de, kötü hücrelere kapatmak suretiyle 46 maneviyatı
bozmaktır. İlk ifadeleri matluba muvafık olarak alınan maznunlar, çok kere
bunun üzerine nisbeten iyice hücreler veya yine nisbeten daha serbest şerait
altında dışarıdaki odalara nakil olundular. Yeniden bir husus hakkında
ifadelerine müracaate lüzum görüldüğü vakit çok kere bu maznunlar ifadeleri
alınmadan birkaç gün evvel yeniden eski hücrelerine veya daha kötü bir yere
konulmuşlar ve maneviyatları bu şekilde bozulduktan sonradır ki, ifadeleri
alınmağa başlanmıştır. Bu usul hemen hemen her maznun hakkında tatbik edilmiş
ve adetâ bir nevi kaide halini almıştır. Meselâ, Atsız; ifadesi alınmadan
evvel yedi gün müddetle yerin beş metre dibinde mezar gibi karanlık ve
rutubetli bir hücreye konulmuştur. Duruşma sırasında da aynı taktik
kullanılmıştır. Meselâ Hamza Sadi Özbek, mahkemede ifade vereceği günden
önce; bulunduğu yerden kaldırılarak dar ve karanlık bir hücrede başka bir kimse
ile beraber aynı tahta yatak üzerinde yatmağa mecbur edilmiş ve ifadeden
evvelki geceyi bir dakika bile uyumadan geçirmiş ve ifadeyi o tesir altında
vermiştir.
«Emniyet
müdürlüğünde yapılan muamelelere dair şikâyet ve taleplerin karşılanış şekline
gelince: Evvelâ yazı ile kanun dairesinde mercie şikâyet etmenin maddî
imkânları çok defa bizden nez” edilmiştir. Çünkü kalem kâğıt almak ve kullanmak
tahkikatın devam ettiği müddetin büyük bir kısmı esnasında bizim için yasaktı.
Kâğıt kalem ancak tamamen keyfî olarak ve tahkikatçıların işine geldiği işler
için verilebiliyordu. Şikâyet için kâğıt ve kalem bahis mevzuu olamazdı. Şifahî
şikâyet ve taleplere gelince; çok defa karşımızda muhatap bulamıyorduk.
Polisler haklı olarak böyle işlerde hiçbir selâhiyetleri olmadığını
söylüyorlardı. Selâhiyetdar kimselerle temas için konulan usul ise şu idi:
Söyliyeceğimiz şeyi veyahut görüşmek istediğimizi nöbetçi komiseri vasıtasiyle
alâkadar şahsa bildiriyorduk ve alâkadar şahıs isterse, gelip bizi görüyordu.
Tabî tutulduğumuz muameleye dair şikâyet ve talepler ise daimî bir sükût ile
karşılaşmıştır; gelip giden olmamıştır. Ve taleplerimizin çok defa red edildiğinin
bildirilmesine bile lüzum görülmemiştir. Ayrıca şikâyet ve talep hoşa gitmiyecek
bir şekil alınca; bunların, mukabil tedbir şeklinde bazı akisleri kendini
göstermekte gecikmemiştir. Meselâ hariçten alınan mallarda geniş miktarda
hırsızlık yapıldığını ve bir takım hakare- tamiz muamelelerde bulunulduğunu
Kâzım Alöç’e bildirmenin hemen ertesi günü, -belki bir tesadüf eseri olarak,-
yukarıda arzettiğim ayakyoluna çıkmak hususundaki çok ağır tahdid
vazolunmuştur...
«B. - Ağır
ve şedid işkenceler:
«Bu
tahkikatın tipik ağır işkence şekli ‘tabutluk’ denilen yere konulmak olmuştur.
Kâmuran Çukruk’un müstehzi dilinde ‘mutena hücre’ adını alan bu yer, emniyet
müdürlüğünün üst katında yol uğrağı olmayan bir yerde sadece işkenceye
yarayacak ve hususî surette o iş için sabit ve daimî bir yapı olarak inşa
edilmiş bir hücredir. Bunlardan yanyana iki tane vardır; 19 ve 20 numaralı
hücreler. Bunların içinde bir adam oturamıyacak ve çömelemiyecek şekilde; ancak
ayakta durabilecek kadar hücrenin içi dardır. Hücrenin penceresi yoktur. Hava
alınacak deliği de yoktur. Ancak son şikâyetim üzerine bu hücrelerde ufak hava
alacak delik- 47
ler açılmış
ise de bunlar kapaklıdır ve gerektiği zaman o deliklerden de istifade
ettirilmeyebi- lir. Buranın duvarlarında içerdeki adamın dirseklerinden ıstırap
verecek bir şekilde duvara bağlanması için duvara gömülü hususî halka tertibatı
vardır. Çok güzel bir yer olmadığı görülen bu hücrenin tek iyi tarafı en soğuk
kış günlerinde bile üşümek imkânı ve karanlıktan korkanlar için karanlıkta
kalmak tehlikesi olmadığıdır. Hücrenin tavanında üç tane beheri beş yüz mumluk,
yani ceman binbeşyüz mumluk elektrik ampulü vardır. Bunlar tabutlukta ayakta
duran adamın başından ancak pek az yukarıdadır. Ben kendim tabutluğa
sokulmadım. Gerek bu davanın maznunlarından, gerek diğer kimseler arasından
tabutluğa girenlerin müttefikan tasdik ettiklerine göre bu, ‘kafaya sıcak
vurma’ işkencesi cidden çok ağır ve beyinde çok feci ağrılar husule getiren
tahammül olunması hemen hemen imkânsız bir işkence nevidir. Bu tabutluğa
maznunlardan Hikmet Tanyu, Orhan Şaik Gökay, Hamza Sadi Özbek ve Reha Oğuz
Türkkan sokulmuş ve orada az çok uzun müddetler bırakılmışlardır. Fehiman
Altan, ise kapısından vaziyet gösterildikten sonra icap ettiği gibi ifade
vermediği takdirde içinde bırakılacağı kendisine ihtar edilmiş ve ifadesi öyle
alınmıştır. Yukarıda saydığım isimler, tabutluğa sokulduğunu sağlam surette
bildiğim kimselerdir. Başkalarına da tabutluk muamelesinin yapılıp
yapılmadığını bilmiyorum; ancak bu tabutluktan umumî bir tehdit vasıtası olarak
sık sık istifade edilmiştir. Tabutlukta yapılan işkenceler hakkmda tahkikat
yapmak için bazı zevatın geleceği emniyet müdürlüğüne tebliğ olununca, oradaki
üç ampul kaldırılmış, yerleri muvakkaten sıva ile kapatılmıştır. Buna da pek
lüzum yokmuş; çünkü tahkikat yapacak zevat tabutlukların bulunduğu yere kadar
zahmet buyurmadılar. Ve emniyet müdürü Ahmet Demir’in odasında oturup gerekli
gördükleri izahatı aldıktan ve kahvelerini içtikten sonra avdet buyurmuşlardır;
bu zevat, maznunlardan hiçbiriyle de temas etmemişlerdir. İkinci bir ağır
işkence şekli, aç bırakmaktır. Bu usul Zeki Velidi hakkında tatbik edilmiş ve
bu zat icap ettiği gibi ifadesi alınmadan evvel kırk sekiz saat aç
bırakılmıştır. Bu usulün başkalarına tatbik edilip edilmediğini bilmiyorum.
Üçüncü bir şekil, doğrudan doğruya dayaktır. Bu usul maznunlardan olup
mahkemeye sevk edilmeden bırakılmış; fakat maznun sıfatıyla ve dayakla verdiği
ifade bile şehadet delili olarak mahkemede okunmuş ve kendisi İstanbul’da
bulunduğu halde mahkemeye her nedense çıkarılmamış olan Külâhlı oğlu Mehmet
hakkında bütün şiddetiyle tatbik edilmiştir. Dördüncü bir şekil (ağır
küfürlerle beraber) tabanca ile ölüm tehdididir. Hikmet Tanyu’ya tahkikatı
idare eden Kâmuran tarafından kendisinin muvafık ifade vermediği takdirde,
infaz edilecek; bu ölümden sonra doktor tarafından icabeden rapor verileceği ve
bunun hiçbir aksi mesuliyeti olmayacağı söylenmiştir. Bunlardan başka ağır ve
hakaretamiz birçok şekiller de, döğmenin, tahkir ve tehdidin muhtelif
şekillerinden tazyikler yapılmıştır ki, bunların iğrenç tafsilâtiyle heyetinizin
uzun uzadıya vaktini almak istemiyorum; çünkü kanunen ve ahlaken işkencenin her
şekli, azı ve çoğu birdir. İşkence mevzuunu bitirirken şu noktayı da arzedeyim
ki, işkence görenlere; bunlara dair yapılacak en ufak bir şikâyet ve ihbarın
bile bu işkencelerin tekrarı ile cezalandırılacağı ima edilmiş veya serahaten
söylenmiştir.
Yüksek
heyetinizin önünde bu sebeple işkencelerin pek az bir kısmı söylenebilmiştir.
Söylenenler de her nedense zabta geçmeye lâyık görülmemiştir. Bu arada heyeti
hâkime önünde de savcı Kâzım Alöç’ün maznunları tethişe matuf şiddetli
hücumları vuku bulmuştur. Meselâ maznunlardan Fehiman Altan’ın sorgusunun
yapıldığı 29 Eylül cuma günkü celsede kendisine yapılan tehdit ve tazyiklerden
bahsederken, bu genç maznun arkadaş her nasılsa tecrübesizliği sebebiyle
herhalde bilmeden bir hürmetsizlikte bulunmuş olacak ki; sayın mahkeme reisi
tarafından, susması kendisine şedit bir şekilde ihtar edilmiştir. Aynı günkü
celsenin sonunda işkence meselesi üzerinde cereyan eden münakaşayı savcı Kâzım
Alöç şu sözlerle kapatmıştır: ‘Biz bunları huzurunuza vatan haini, caniler
ve katiller olarak getirdik. Bunları Perapalas otelinde yatıracak değildik.
Onlar müstahak oldukları muameleyi görmüşlerdir; elbetteki onlara her nevi
zulüm yapılmıştır ve yapılacaktır.’ Buna rağmen arada sırada ifadelerinin
işkence tesir veya tehdidi ile imzalatıldığı ve kendi iradesini belirtmeyen
bir mahiyette olduğu muhtelif maznunlar tarafından duruşmanın devamı boyunca
söylenmiştir. Bu beyanlar, ya zabta hiçbir suretle aksetmemiş veyahut da... o
ifade zabta zühulen böyle geçmiştir. ‘İçinde bulunduğum haleti ruhiye
sebebiyle, zabtı okumadan imzaladım...’ gibi işkence yapıldığını pek
anlatmayan müphem tabirler ile zabta geçmiştir. (6)
Ucundan
sarktığımız uçurum, insan haysiyet ve şerefinin; hukukun yine hukuk adına
katledildiği, bir fâcianın yaşandığı yerdir. Suçu ne olursa olsun, işlediği
cinayet ne kadar hunharca olursa olsun; işkence, her türlü cinayet ve
hunharlığın üstündedir. Adalet suçluyu cezalandırır, zulmetmez. İşkence
zulümdür, sadizmin en iğrenç şeklidir. Yazık ki, bu haydudun gölgesi
üstümüzden çekilmiyor... Suçluyla suçsuzu aynı kefede tartan bu cehennem
zebanisinin, adaletin tecellisi ile ne alâkası olabilir? Hem farz-ı muhal
işkence ile gerçek bir suçlu konuşturulsa bile, gerçekte mazlum olup işkence
ile menfî ifadelere zorlanan mağdurların hukuku ne olacak? Hiç bir adalet
sistemi ferdin hukukunu ihmal edemez. ‘Cemiyet için ferd feda edilir’ kaidesi,
bugün zulüm hanesine kaydedilen bir maskeden ibarettir. Hakikî adalet hiç bir
hukuku zayi etmez; hak haktır, büyüğü küçüğü olmaz...
Ne var ki 44’lerin
sistemi öyle işlemiyordu. Hâkim mevkide olanların keyfine terkedilen
adalet, gerçekte mevcut değildi. Ve Sabahattin Ali’yi Atsız’ın aleyhinde
kışkırtan Hasan Ali, bu zulüm vadisine giden yolu istese de istemese de açmıştı
bir kere. Kaldı ki, sonuna kadar Türkçülerin aleyhinde bulunduğu kaynaklarda
sabititr. Bu da Hasan Ali’nin bir başka vebaliydi; geçiniz...
(1)
Komünizme ve Komünistlere Karşı Türk
Basını/Fasikül: 10/Say- fa: 18.
(2)
Komünizme ve Komünistlere Karşı Türk
Basını/Fasikül: 10/Say- fa: 58.
* Attila
İlhan’dır. Cemşit Ceyhun ile tevkif edilmiş idi.
(3)
Komünizme ve Komünistlere Karşı Türk
Basını/Fasikül: 10/Say- fa: 112.
(4)
Nihâi Atsız/Orhun Mecmuası/IMaıt 1944/Sayı:
15.
(5)
Nihâi Atsız/Orhun Mecmuası/1 Nisan
1944/Sayı: 16.
(6)
Kenan Öner/Öner ve Yücel Dâvası/Kitap
1/Sayfa: 53-60.
DÂVÂSI
Komünistlerin
maarife el attıklarını, bilhassa Köy Enstitülerine sızıp yuvalandıklarını ilk
açıklayan resmî ağız: Şükrü Sökmensüer... Recep Peker kabinesinin
içişleri bakanı bu zât, 29 Ocak 1947 günkü Meclis oturumunda gizli komünist
tahrik ve faaliyetleri ile ilgili bir soruyu cevaplandırırken komünistlerin
faaliyetlerini uzun uzadıya anlatır; bu arada da ima yollu da olsa Mareşal
Fevzi Çakmağı da komünistlerle dayanışma içinde göstermeye çalışır.
Sökmensüer’in Meclis kürsüsünde söyledikleri ertesi gün, Ulus gazetesinde uzun
uzadıya yer alır. Gazete bu neşriyatında her şeyi bir kenara bırakıp ısrarla
Mareşal mevzuunu bir hakikatmiş gibi ön plana çıkarır.
Mereşal
birkaç günü suskun geçirdikten sonra artan propagandaların şiddetine daha fazla
dayanamayıp 5 Şubat 1947 tarihli gazetelere kendisini müdafaa sadedinde bir
beyanat verir. Bu beyanatta Öner-Yücel dâvasını netice verecek şu ifadeler de
yer alır:
«Millî
mücadele esnasında Cami Baykut’un İtalya’da para sarfederek hesabını hükümete
vermediği de yazılmıştır. Ben harekâtın başından bugüne kadar öyle bir
hâdiseden haberdar olmuş değilim. Yalnız Avrupa’ya silâh mübayaasına giden ve
onun hesabını vermeyen iki kişi biliyorum ki; bugün bir tanesi Halk Partisinde
nüfuz sahibi bir zattır, diğeri de ölmüştür. Bunları Divanı Harbe
sevketmiştim; fakat sonra mebus seçildikleri için haklarında takibat durduruldu...
«Ben
komünistliği bu memleket için muzir telâkki edenlerdenim. Onun için, komünistler
ordu ve donanmaya sokulmak istedikleri zaman şiddetli hareket ettim. Halk
Partisi mensuplarından birçok hatırlı zevatın tavassutuna rağmen ısrar ettim.
Fakat onlar Şefik Hüsnü’ye parti kurmak salahiyetini ve 34 tane müseccel
komüniste de amelenin, işçinin önüne geçerek rehberlik etmek imkânını
sağladılar. Ben daha işbaşında iken eski bir Millî Eğitim Bakanı’nın bu
faaliyeti destekleyen hareketinden dolayı, hükümeti resmen ikaz ettim. Kimse
kulak asmadı ve sonra da Hamidiye Köy Enstitüsündeki komünist yuvasından
bahsettiler...»
Hasan
Ali’nin ucuz kahramanlığı depreşir. Kendisinin yok saydığı icraatının maşerî
vicdanda daha uzun yıllar unutulmayacağını hesaba katmaz. Geçmiş ikbalinin
mirasını tüketmekle meşgul Hasan Ali, hayatının hatalı adımlarından birini
daha atar; yelesi dökülmüş aslan kükremesinin zıd duygular tattıran hali
içinde, Mareşal’ı karşısına alır:
«Bugün
yaymlanan beyanatınız içinde (Ben daha işbaşında iken eski bir millî eğitim
bakanının bu faaliyeti destekleyen harekâtından dolayı hükümeti resmen haberdar
ettim, kimse kulak asmadı ve sonra Hamidiye Köy Enstitüsündeki komünistlik
yuvasından bahsettiler) cümlesinde adı söylenmeyen bakanın ben olduğum, Bay
Hikmet Bayur’un beyanatınızın hemen altında bulunan (Samimiyetsizlikler)
yazısında adımın geçmesiyle sarih olarak anlaşılmaktadır.
«Hepimizin
en yüksek ve kutsal vasfımız olan Türk vatandaşı sıfatımla, yine aynı namuslu
Türk Vatandaşlığı sıfatınıza hitap ederek; sizden şu noktaları, bütün
vatandaşlar huzurunda soruyorum:
1-
Beyanatınızda (eski Eğitim Bakam)
dediğiniz hakikaten ben miyim?
2-
Desteklenen komünistler kimlerdir ve nasıl
desteklenmiştir?
3-
Bu hususta hükümeti yazı ile mi ikaz
ettiniz, sözle ise kime, ne zaman söylediniz?...
«Bunları
sizden soruyorum ve sözünün sahibi bir Türk vatandaşı olarak cevabınızı bekliyorum.»
7/2/1947
İzmir milletvekili ve eski
Millî
eğitim bakanı Hasan Ali Yücel (1)
Aslında
Hasan Ali, Mareşal’in bahsini ettiği kimsenin kendisi olduğunu çok açık şekilde
anlamıştır. Fakat “en iyi müdafaa taarruzdur”, savaş kaidesince amel
etmeyi tercih eder. Mareşal’in gözünü korkutmaya yönelik ifadelerin cevabını
bir başka yerden, bir hassas mizaçtan geleceğini nereden bilsin? Bu sefer şaha
kalkan, merhum Kenan Öner olur. Dinleyelim: «Sayın Mareşale yazmak
cüretinde bulunduğunuz açık mektubun Ulustan, İstanbul gazetelerine intikâl
eden kırıntılarını baş döndürücü bir hayretle okudum. Mesullerin sâil mevkiine
yükseldiği bir zamanda sizin de aynı taktiği kullamanızda şaşılacak bir şey
olmamakla beraber, durup dururken ‘deliye taş atar gibi’ gösterdiğiniz cüret;
nokta veya sıfırın hakikî kıymetini keşif hususunda ibraz buyurduğunuz
dirayetle telif edilir şeylerden olmadığı içindir ki, hayret etmiş bulunuyorum.
Sayın Mareşala tevcih buyurduğunuz üç sualden, ‘eski millî eğitim bakanı’
dediklerinin siz olup olmadığınıza ve hükümeti ikaz şeklinin mahiyetine taallûk
eden kısmına cevap vermek bana düşmez; düşse de, bunları bilmiyorum. Fakat
desteklediğiniz komünistlerin kimler olduğuna ve nasıl desteklediğinize ait
olanı hakkındaki merakınızı daha doğrusu arifane bir tecahül mü, yoksa cahilane
bir tearüf mü olduğunu kestiremedi- ğim tereddüdünüzü ben izale edeceğim.
Senelerce
millî eğitimin başında bulunmanız itibariyle herkesten fazla bilmeniz icap eder
ki, çok zaman evvel memlekette te’sis edilen milliyet cereyanının yanıbaşında
bir de komünist heveskâr ve taslaklarının faaliyeti şu veya bu surette belirmiş
bulunuyordu. Ve siz- ler tarafından yazdırılarak Maarif hesabına bastırılan
ciltler dolusu kitaplar ve Üniversite kürsüsünde okuttuğunuz (Türk inkilâbı)
dersleriyle gençlikte milliyet cereyanının korkmadan ırkçılık ve Turancılık
derecesine çıkarmaya yardım etmiş; fakat bunun yanıbaşında da bakanlığınızı,
bugün Şükrü Sökmensüer’in nutkunda istismar edilen insanlarla doldurarak,
oranın bir komünist yatağı haline gelmesine bilerek veya bilmeyerek sebep
olmuştunuz. Bu tezadı, siyasî rüzgârların istikametine uymak zaruretiyle de
izah edemezsiniz; çünkü himaye lûtfunda bulunduğunuz bu zümre üzerinde, canınız
istedikçe tatbik edilen tazyikin mahiyetini sizlerden fazla onlar biliyordu.
Yurdumuz
bir ziraat memleketi olduğu için hal ve istikbalini tasarruf hakkının halelden
sıyanetine bağlayan Türk milletinin anane ve akideleriyle vatanın komünizm
cereyanlarına hiç de müsait bir zemin olamıyacağını, belki de kasden
bilmemezlikten gelerek gizli teşviklerle bu madumu mevcut haline getirerek,
millet haklarını başka yollardan çiğnemeye yol açmak istendiğini, son
hâdiselerin inkişafından anlamak pekâlâ kabildir. Yine pekâlâ bilir ve hatırlarsınız
ki, 1944 senesinde Nihal Atsız isminde milliyetçi bir öğretmen, Mareşala
sorduğunuz bu suali neşrettiği bir broşürle üç sene evvel açıklamış, fakat bu
ifşaatın tesiri altında mevkii müstahkemini tehlikede zanneden zati devletiniz
o broşürde ismi geçen Sabahattin Ali’yi bu milliyetçi öğretmen aleyhinde Ankara
mahkemesinde bir hakaret davası açtırmaya ve Ulus avukatını kendisine fahrî
vekil tâyin ettirmeye muvaffak da olmuştunuz.
«Taban
tabana birbirine muarız bulunan komünist ve milliyetçi zihniyetin mensuplarından
vücûde gelen bu iki zümreden birincilerin himayesini ifade eden bu
hareketinizin doğuracağı aksülameli de hatırlamadan korkar gibi göründüğünüz
komünistlerin freni mevkiinde bulunan memleketin, münevver ve milliyetçi
gençliğini, açtırdığınız bu dava ile Nihâi At- sız’dan fazla müteessir etmiş,
açılandan ziyade açan ve açtıranları hırpalamak kabiliyetini taşıyan bu dava
ile gençliği ilgilendirmiş bulunuyordunuz. Evet, gençlik bir sürü külfet ve
zahmetlere katlanarak Ankara’ya geliyor, memleketteki adalet telâkkisini
öğrenmek, duruşma safahatını yakından takip edebilmek alâkasını gösteriyordu.
Muhakeme bitti, kararın tefhimi için bir gün tayin olundu. İşte o gün Ankara’da
eski günlerden daha fazla bir kalabalık kendini gösterdi. Bunu en kötü manâya
alan hükümet bu gençleri mahkeme salonuna değil, adliye binasına da sokmadı.
Dakikalar geçtikçe sokağı dolduran gençlik bir tek şey düşünüyordu: Acaba ne
karar verildi?
«Çok
geçmeden Nihal Atsız’ın bu badireden hafif yakayı kurtardığı anlaşıldı. Ve siz,
sayın eski bakan, bu kararın üstünüzde topladığı mse’uliyet ve hicap
bulutlarının altında ne yapacağınızı tâyine vakit bulmadan, adliye sarayı
önünde biriken gençlik, bu kararın neşesi altında, insiyaki bir halde YAŞASIN
CUMHURİYET, YAŞASIN CUMHURİYET ADLİ- 52 YESİ
ve YAŞASIN TÜRK HÂKİMLERİ diye bağırarak minnet ve şükranlarını müşterek bir
feryat şeklinde ilân ettiler. Ve bundan sonra kendileri gibi Türkçü ve
milliyetçi sandıkları Saraçoğlu’nun başbakanlık dairesi önüne giderek orada
aynı sözleri tekrarlarken, siz ve arkadaşlarınızın polise verdikleri (VUR)
emri infaz edilirken bu münevver gençlik istiklâl marşına sığınarak polisler
(Selâm dur) vaziyetinde iken oradan uzaklaştılar.
«Hükümete
şükrânla dolu bu genç kalplerin feryadı siz ve arkadaşlarınız tarafından hükümet
aleyhine bir kıyam şekline sokuldu. Lüzumsuz müdafaa tedbirleri aldırıldı ve
bundan sonra da ele geçen her genç birer ihtilâlci unsur farzedilerek,
partinizin bir türlü elden bırakmak istemediği (Polis vazife ve salâhiyeti)
kanununun, muazzam bir milletin haklarını hiçe sayan, hükümleri sayesinde
Ankara zabıtasının ellerine teslim olundu. Hattâ bununla da kalmayarak hâdise
İnönü’ye de böyle gösterildi ve bunun için de YAŞASIN CUMHURİYET duaları
Cumhuriyeti yıkmak şekline istihale ederek telkinatinizin tevlit ettiği imanın
tesiri altında verilen direktiflerle yurdun adalet havasını bu zavallılar
aleyhine kükretmeye muvaffak da oldunuz.
Bu çok
masum ve çok hükümet lehindeki tezahürler bir suç da olsa Ankara’da vukua
gelmiş, sanık denilen gençler orada yakalanmış bulunmasına göre salâhiyettar
mahkeme örfi idare hududu haricinde kalan Ankara mahkemesi olduğu halde
Anayasanın adlî teminat olarak millete verdiği haklara da ehemmiyet vermeden,
Türk adalet tarihinde bu havayı yaratanlar için, sizin için ebedî bir hicap
teşkil etmesi icap eden bu hâdiseyi sıkıyönetimin vazifesi içine sokarak
İstanbul zabıtasının elbirliği ile tahkikatı istediğiniz şekle koydurdunuz. Bu
dava, nutkun tesiri altında kalan Sıkıyönetim ve zabıtanın iştiraki ile
hazırlık veya ilk tahkikat safhasını geçirirken genç, münevver, okumuş ve
okutmuş tam 23 sanığı (Mutena hücre) veya (Tabutluk) denilen
yerlerde bir seneden fazla inim inim inlettikten sonra bunlardan birçoğunun
seneler sürecek ağır hapis cezasiyle mahkûmiyetlerine yol açtınız... Kararın
isabetsizliği askerî temyiz divanının adalet ve istiklâl hisleri sayesinde
bugün tahakkuk etmiş bulunmaktadır. Fakat bu netice zavallılara emniyet
dairesinde reva görülen zulmün bir tarziyesi mahiyetinde telâkki olunsa bile
hâdisenin icadından son tahkikata intikaline kadar geçen aylar zarfında
İstanbul emniyet dairesinde tatbik edilen hatıra gelmez işkencelerin
İstırabını silecek değildir.
«Sayın eski
bakan, vekâletiniz hesabına yazdırılarak bastırılan kitaplar, inkılâp tarihi
ismi ile üniversitede okuttuğunuz dersler, resmî ve en salâhiyetli ağızların
irad ettiği nutuklarla memleket gençliğini Türkçülükten başlayarak ırkçılığa,
Turancılığa kadar sürükleyen partiniz ve bakanlığınız olmuştur. Millet ve
milliyete düşman olduğunu iddia ederek bunları terhip eder gibi görünmek
bahanesiyle millete son derece bağlı bulunan Sayın Mareşalin da bunlardan biri
olduğunu ihsasa yeltenecek kadar ileri giden de yine sizlersiniz. Canilerden,
Sertellerden yüzbin kat fazla komünist olan bir adamı himaye edebilmek için bu
zavallılar aleyhine icat ettiğiniz hâdise yüzünden milliyetçi gençleri
işkenceler altında ezen, harap eden de yine siz ve sizlersiniz. Bunlar birer
hakikat olarak memleketin adalet arşivinde nöbet bek- 53
lerken
sizin hâlâ Mareşala sual tevcihi cüretini vicdanınızda bulmanız, komünist
faaliyetini destekleyen bakanın kendiniz olup olmadığını sormanız hakikaten
hayret vericidir. Mademki soruyorsunuz, istediğiniz cevabı ben vererek iddia
ediyorum ki:
«Siz yalnız
komünistleri bakanlığınızda beslemek, uğradıkları hücumlara karşı onları
müdafaa etmekle de kalmadınız. Bakanlığınıznı telkinleriyle milliyetçilik
belâsına başlarını soktuğunuz tam 23 genci İspanyolların engizisyonuna rahmet
okutacak işkencelerle ezdirdiniz, harap ettiniz ve hırpalattmız. Ağyare yeni
bir hücum fırsatı vermemek için bu işkencelerin mahiyet ve dehşetini bugün de
açıklamaya vatana bağlı hislerim müsaade etmiyor. Arkadaşlarınız bundan şüphe
ediyorlarsa, müvekkilim beraat ettikten sonra, partinizin sekreteri bulunan
Memduh Şevket Esendala yazdığım taahütlü mektupla beraber gönderdiğim müdafa-
anamelerden yalnız birinin işkence kısmını; hattâ isterlerse dava dosyası
içinde bulunması icap eden bütün müdafaanamelerin birer suretini aldırarak
hâdisenin vahşet ve şenaatini anlamak imkânına sahip olabilirler...» (2)
Ve Hasan
Ali alışılmışın dışıda bir yolla Kenan Öner hakkında dâvâ açacağını kamuoyuna
duyurur. Kullandığı vasıta, basın değil, Ankara radyosu: «Herşeyden önce şu
noktada müsterih ve emin olmanızı dilerim ki, sözleriniz arasında isim
açıklamadan yaptığınız ağır ittihamı, benim hakkımda ne siz, ne de başka
herhangi bir kimse, hiçbir zaman ve hiçbir surette isbata muktedir değildir.
Bu iddia iftira olarak kalacaktır. Müfteriler iftiracı olmaktan kendilerini
kurtaramayacaklardır. Çünkü 25 yıldır yazdığım yazılar ve neşrettiğim ciltlerle
kitaplar, uzun müddet millet eğitiminin başında bulunurken söylediğim sözler
ve yaptığım hareketler bunun mütevazi, yok olması imkânsız delilleridir. Benim
himayelerini vazife edindiğim insanlar sekiz yıla yakın uhdeme emanet edilmiş
ve bugün sayısı 39 bine varan Türkiye Cumhuriyeti eğitim teşkilâtına dâhil
millet memurlarıyla 2.000.000 nu geçen öğrenci memleket evlâdıdır. Ben de
insanım, şüphesiz herkes gibi ben de hatadan salim olamam. Fakat şurası da
muhakkaktır ki, hınçsız ve kin tutmaz vicdanımla memleketin irfanına hizmetten
gayri bir emel gütmedim. Namımı bu halimin zıddiyle ve milletin gayzına,
buğzuna hedef kılacak sözlerle vasıflandırmış olan avukat Kenan Öneri
mahkemeye vermiş bulunuyorum. İsteğim, hakkın meydana çıkmasını görmek ve her
partiden, her siyası mizaçta vatandaş için tezlil edilmemesi lâzım gelen
DEVLET ADAMLARI hakkında asılsız söylentilere onun nasıl kaptırmış olduğunu
Türk adaletinin huzurunda açıklamaktır. Hayatımdan kıymetli bildiğim zatî
haysiyet ve millî şerefim, Türk içtimaî heyetinin vicdanını temsil eden
Cumhuriyet mahkemesinin emniyetine teslim edilmiştir.» (3)
Sonra
celseler celseleri tâkip eder, kamuoyu aylarca bu dâvâ ile meşgul olur. Bu
arada Hasan Ali’ye bir, Kenan öner’e üç kitap yazacak kadar malzeme ortaya
çıkar. Netice mi? Kenan Öner beraat eder... Tabii onun beraatı Hasan Ali’nin
mahkûmiyeti demektir, maşerî vicdanda mahkûmiyet. Bu dâvanın neticesi Yücel’in
bütün ikbal ümitlerini kırar, semasındaki bütün uzak yıldızlar bile gözden
kaybolurlar. Ve oturup bu ruh hali içinde «Allah Bir» i yazmaya
koyulur.
(1)
Ulus Gazetesi/8 Şubat 1947.
(2)
Kenan Öner/Öner ve Yücel Dâvası I. Kitap/Sayfa:
11-14.
(3)
Kenan Öner/Öner ve Yücel Dâvası I.
Kitap/Sayfa: 14-15.
ALLAH BiR
Bu eserinin verdiği imkânlarla tenkid
ve tahlile tabi tuttuğumuz Hasan Ali, İçtimaî trajedimizin bütün bir tarafını
yalnız başına verir. Korkunun dağları beklediği yıllarda hemen herkes bir parça
Hasan Ali’dir. Bir zamanlar istibdadın, ölümünden sonra ise oğlunun susturduğu
Hasan Ali ve hissettiklerini anlayabilmek için, Hasan Ali’nin feryadını
dinlemekten başka çâremiz yok. Bu zaruretle «Allah Bir»i aynen vermekte
fayda mülâhaza ediyoruz. Takdir sizin...
Allah Bir
«Kul
huvallahü ahad»
«Söyle, Allah
birdir».
Söyleyen:
Allah
Tanrım, sana söylerim ki, birsin
Kimdir, birsin diyen, bilirsin.
İmana adın yeter tanıktır,
Kalbiyle inanmıyan sanıktır.
Kalmıştır akıl bu yolda ürkek,
İsbâtını isteyendedir şek.
Olmuş güneşin güneş delili,
İsbâtmı istemez bedîhî.
Bir silsile kurmadır tefekkür,
Üstüste vurulma kör düğümdür.
Gerçekse durur, tebeddül etmez;
Hak, sabittir; teselsül etmez.
Bir noktaya varmadan düşünce
Devretmededir sebep-netice.
Kudret tükenir bu taşlı yolda
Tâkat kalmaz bacakta, kolda.
Gezdim o zeminde ben de pek çok
Baktım, bu gezişte bir durak yok.
Az uz gittim, fakat dönünce,
Nerdeysem o yerdeyim ben önce.
Bir dâire çizmişim habersiz,
Beyhude dolaşmışım demek ben,
Merkez kaçmış gönül gözümden.
Yıllar geçmiş akılla yoldaş,
Oldum sanarak zekâya sırdaş.
Aslında akıl nedir, zekâ ne?
Aldanmak için birer bahâne.
Şaşmış kalmış zekâ bu işte,
Yoktan vara atlayıp geçişte.
Zâten derdim başımdan aşkın.
Bir eski kitap elimde, solmuş;
Kopmuş başı, son, okunmaz olmuş.
Beynim boşa işlemiş bu işde,
Boşlukta dolaşmadır bu, işte ...
Bezmiş aklım bıkıp seferden,
Taşlık yoldan, çakıllı yerden.
Bir sahile varmış, uçsuz umman;
Korkup dönmüş fakat kenardan.
Aklım kalmış şuurda saklı,
Gönlüm coşmuş, bırakmış aklı.
Hiç korkusuz atlamış ve dalmış,
İnmiş, denizin dibinde kalmış.
Bakmış yekpare bir karanlık,
Baştan başa bir siyah dumanlık.
Görmüş ki, Adem diyârıdır bu;
Yokluk yeri, Hak civarıdır bu.
Açmış birden fakat o sisler,
Aydınlanmış bir anda her yer.
Yıllarca emek çekip de yersiz.
İcadı onun bilim değil mi?
En baş eseri ilim değil mi?
Bilgin bize hangi sırrı açmış?
Nisbetleri söylemiş ve kaçmış!...
Başlangıçtan haber veren yok,
Son merhale nerde, gösteren yok.
Ben neyleyim ortalarda şaşkın,
Umman dolmuş ışıkla, taşmış;
Gönlüm hayran, bu hâle şaşmış.
Gelmiş bana bir derin ferahlık,
Şimşek çakmış içimde artık.
Vicdanım için bu bir buluştur,
Hak, gönlüme bir ışık komuştur.
Ben işte o anda başkalaştım,
Bir menzile bilmeden ulaştım.
İzah edemem o bulduğum ne?
Gönlümle sezip tutulduğum ne?
Buldum diyorum, fakat ne buldum?
Bir şey ki o, görmeden tutuldum.
Tanrım, seni kaybedip mekânda,
Sezdim sonu olmıyan zamanda.
Sen, vasıtasız inandıransın;
Yer gösteremem, içimde cansın.
Kalsaydım akılda ben de mihmân
Kalbim bilemezdi nerde imân?
Tanrım, arayan gönül, izinde;
Ölmüşken olur özünle zinde.
Yok, evvelin, âhirin bir ansın;
Vicdana bu ânı sığdıransın.
Varsın, yaradan var oldu senden;
Yokluk bile varlığında varken.
Sonsuzluğa can veren sen oldun,
Boşken bu gönül özünle doldun.
Beyhûde bütün geçip gidişler,
Müstakbeli hale benzetişler.
Mazilere göçtü sende kesret,
Doğmuş demedir özümde vahdet.
Vahdet, o da belki bir hayaldir;
Ancak seni şerheden misaldir.
Kesret, niye vahdet üstü düştü?
Bir merkeze bin cihan üşüştü?
Çokluk, yokluk; nedir ya varlık?
Gel, sen çık işin içinden artık...
Kim çözmiye muktedir bu fikri?
Meçhûl... Ne doğrudur, ne eğri...
Yanlışsa «bu bir hatâ...» diyen kim?
Haklıysa eğer, «beli» diyen kim?
Yok böyle hakem bu yerde bir tek,
Mutlak, verecek zekâya örnek.
Mutlak, kanun dışında bir sır;
Takyidi çözümleyen o sırdır.
Güçlük başlar bu zorlu yerden;
Tefriki müessirin eserden,
Ancak kolayından anlamaktır;
Eczâ ile küll’ü yoklamaktır.
Bilseydi akıl bütünde Hakkı,
Kavrardı bir anda Garbı, Şarkı.
İdrâke aciz, bu noktadandır
Uğraşması akl için ziyandır.
Herkes seni başka başka anlar,
Bir gün inanır inanmıyanlar.
Bin renk doğar güneş doğunca,
Kalmaz biri ufku kan boğunca.
Gün, îmandır; küfr, karanlık,
Her devresi Hak için bir anlık.
Dolmazsa ışık fezaya böyle,
Her şey durur aslı neyse öyle.
Bâzen tek renk olur cihanlar,
Bundan, gözü görmiyen ne anlar?
Gezmek kabuk üstü, boş değil mi?
İmân... uyandırandır ilmi.
Pek çokları şekte durdu kaldı,
İdrâke muhâli ayna sandı.
İrkildi fakat senin önünde,
Yol bulmak için akıl yönünde.
Çırpındı da yok deyip direndi,
İdrâkini put yapıp beğendi.
Hiçten düzülüp yapılma bir put,
Hiçlikler
için tapılma bir put.
Allahsıza
hiçlik oldu Allah,
Varlıktan edince gönlü ikrah.
İmansızlık bir ayrı îmân,
İnkâr ile sarsılır mı Rahmân?
Zâten, yoksan nedir bu inkâr?
İnkâr edenin içinde ikrâr.
Senden çıkarak düşünmek olmaz,
Şüpheyle bu kâinat dolmaz.
Senden konuşan seninle bildik,
İmâna gelir bu yolda müşrik.
Sen, kendini sende bulduransın,
Nûrunla cihan dolduransın!...
Yoktur ebedî küfr cihanda,
Varsın, birsin bütün zamanda.
Bir parçalanırsa parçalar bir,
Her parçası birliğinle eştir.
Tekten çıkacak ne varsa hep tek,
Her binde birin hesâbı gerçek.
Birken, şaşı, şaşmadan görür çift;
Zihnindeki gölgeler yürür çift.
Vahdet, fıtrî bir anlayıştır;
Esmâyı teker teker sayıştır:
Kayyûm u Kadîr, Hayy ü Cebbar,
Hâdî vü Mûdil, Rahim ü Kahhâr.
Saymakla tükenmez adların var,
Her ismin açar zekâya esrar.
Bir fâni olur biriyle âli,
Rahmet gibidir, iner meali.
Bir ismin eder dehâyı mecnûn,
Rehber görünen zekâyı mel’ûn.
Cennette melek edince isyan,
Kahrınla olur sonunda şeytan.
Şeytan, bir ateş, yakar da yanmaz;
İğfâline her akıl dayanmaz.
Şer, şeytandan icâzet almış;
Şeytan, şerden vekâlet almış.
Hayr ehli velî olur yolunda,
İnsan yücelir, bu duygusunda.
İnsan, ancak senin vekilin;
Esmâyı vasıflayan delilin.
Zâtındaki her sıfat, isimdir;
Esmâdaki mazharın bizimdir.
Her şeyle senin, bu varlık ey Rab.
Sensin bize en feyizli matlâb.
Dünyâya gelirken eldedir bu,
Geç kalması yok, ezeldedir bu.
İslâmî buluş, doğuşla başlar;
İzhâra vesiledir savaşlar.
Din birdir asılda, çünkü Hak bir;
Durmaz değişirse din değildir.
Lâkin gerekir zamana uygun,
Her devreye, her mekâna uygun.
Bir ayrı nizam; odur şeriat.
Bilmez, aramaz yalın hakikat.
Ahkâmı kuran odur beşerde,
Miyârı koyan o, hayr ü şerde.
Nehy ile emirledir devâmı,
Maksat, yola sokmaktır avâmı.
Dindir fakat itikad Hakka;
Hiç bir şeye benzemez, o başka.
Ancak sana erme ittikaadır;
Yol, vasıtadır; hedef, bekaadır.
Öyleyse nedir bu türlü dâvâ
Hak bende deyip de böyle hâlâ?
Hak birdir, o kimde varsa haktır;
Çoktur deme yanlış anlamaktır.
Hilkat de bu sırrı eyler ifşâ,
Mahlûk ile halk, aynı mânâ.
Sen olmıyarak var olmaz âlem,
İnkârın için mi geldi Âdem?
Âdem gibidir akıl da bunda;
Âsîdir, aman diler sonunda.
Anlar ki, özündedir hakikat;
Bir gün şunu söyletir hakikat:
«Sensiz düşünüşte sen sebebsin,»
«Hiçsin, diyenin içinde hepsin».
Bir başkası başka türlü söyler,
«Varsın» demeyip de sanki neyler?
Oldukça aciz beşerde böyle,
Kıvranmadadır zekâsı öyle.
Her acze devâ, senin irâden;
Yardım gelemez ki başka yerden.
Her kudretin aslı sende saklı,
Haktan ne çıkarsa hepsi haklı.
Senden geliyor ne varsa mevcud,
Âbitteki kudretinse mâbud.
Mûsâ’dan hekimsin, ilâhi!
İsâ’da kelîmsin, ilâhi!.
Dâvut’da seslenir kıyâmet,
Bir zirve kemâline Muhammed.
Mahlûkunu hâlik eyleyensin,
Esrârını onda söyleyensin.
Vahyin dile geldi onda, coştu;
Tekrar için âsumâna koştu.
İnsanlığa bir ışık getirdi,
Beytullah’a hak ziyası girdi.
Bir hamlede düştü Lât u Uzzâ,
Maksat kırmaktı şirki mahzâ.
Emrinle gazâ edip Resulün,
Tevhidine verdi başka bir ün.
Her bir sözü bin lisan kelâmı,
Birdir fakat en büyük merâmı.
Ancak bu merâm, birliğindir;
Birlikle gelen cihana, «din»dir.
Tevhidi özünde toplayan kim;
Toplanmışı anlatıp yayan kim?
Kur’an, o kitâba ad verildi;
Her yaprağına kanat verildi.
«İkra» sözü ilk emirdir onda,
Din bitti denildi en sonunda.
Ümmîyi okutmak hikmetindir,
Emsâl edişin mürüvvetindir.
Hatm oldu demek nebide tevhîd,
Ettin bu ilimle cehli teyîd.
Son elçine son sözün bu, Rabbim
Varsın, birsin; özün bu, Rabbim.
Tefsiri bu yoldadır, kitâbın:
Senden sanadır bütün hitabın.
Mânâsı, meâli «mâarefnâk»
Medlûlü «Lemâ halaktül eflâk»
Baştan başa sarf u nahvi başka,
İsbâtı düğümlü, mahvi başka.
Güçlük yoktur Arapçasında,
İdrâki lâfızlar arkasında.
Tevhidin olunca bunda maksat,
Âyet dolu muhteşem tabiat.
Kur’an da bir âyetindir, ey Rab!
Tevhide delâletindir, ey Rab!...
Halkettin o yönde kâinatı,
İdrâk ile parlatıp hayâtı.
Lâkin nedir aslı hilkatin? Sır...
Olmuş akıl aynasında bir sır.
Aksinde göründü kendi nûru,
Var olduğunun budur şuuru.
Gök kubbeyi süslemiştir ecrâm,
Dağlar göğe yükselen bir ehram.
Dolmuş bu fezaya kehkeşanlar,
Bir boşluk içindedir cihanlar.
Hayretle bakar zekâ bu hâle,
İmkân vermek diler muhâle.
Durmaz, arar, inceler, yorulmaz;
Lâkin onu halle çare bulmaz.
Başlar işe önce kendisinden.
Bir çifte düğüm bu ruh ile ten.
Ten rûha kafes, hapis bu varlık;
Ruh tensiz olunca nerde darlık?
Can bülbülü gül arar bağında,
Ancak vuslat ecel çağında.
Sırlar çözülür o anda birden,
Bir başka cihanda canlanır «ben».
Göçmekle göçen yok olmaz elbet.
Dünya son olunca başlar ahret.
«Mûtû’yu duyup ölen erenler,
Yoklukta hayatı var görenler.
Derler sana «Ey İlâh, bilirsin».
«Birsin» diyerek cevap verirsin.
Mansûr’a deyince sen «Enelhak»
Mansûr’un der «Enelhak» ancak.
Kulluk silinir bütün özünden,
Kalkar ikilik gönül gözünden.
Vahdet hale olur şehâdetinle,
İmân bir olur hakikatinle.
Berdâr olur ammâ Hak’tadır o,
Bir rûh olarak ayaktadır o!...
«Ben Hak değilim» deseydi bir an,
Bâtılda kalırdı, şirke kurban.
«Ben, sen oldum», «yokum» demektir;
Varken yok oluş ne hoş dilektir.
Hali uğruna can veren mi suçlu?
Hükmiyle cürüm gören mi suçlu?
İmânı ölüm kadar metinse,
Kâfir olamaz o türlü kimse.
Küfrün başı «şirk» oldu bizde,
Tevhit, küfür mü dînimizde?
Kul, Hak’ta yok olmasiyle hürdür;
Hüriryete uymamak küfürdür.
Tek hür varlık, senindir ancak;
Hürriyettir kemâle varmak.
Hür mutlaktır, bağımsız, adsız;
Eflâki aşar, uçar kanatsız.
Mirâç, bu türlü bir uçuştur;
Rûh oldu uçan, ne mutlu kuştur.
Uçsuz bu fezâ, duran yok onda;
Bir küll bu, yakın uzak yok onda.
Serbestçe Nebi uçup yol aldı.
Cibril fakat yoruldu, kaldı.
Tevhidine erdi Fahr-i âlem,
Üstün çıktı melekten âdem.
Sen, böyle irâde eylemiştin;
Mahbûbuna
öyle söylemiştin.
Her istediğin olur muhakkak,
Hürriyetin oldu çünkü mutlak.
Bir nebzesi var onun beşerde,
Yok olsa sorum ne hayr ü şerde?
Baskıyle, cebirle olmaz, îmân,
İkrâha yasak deyince Kur’an,
Hürriyetsiz ibâdet olmaz,
Hürriyetsiz diyânet olmaz.
Allahına bağlanınca kullar,
Birden açılır önünde yollar.
Hürriyete yaklaşır içinden,
Tevhide varır bu yolda dinden.
İmâna yakışmıyor esâret,
Hür olmadadır bütün selâmet.
İslâmiyet bu kurtuluştur,
Hürriyeti dinde bir buluştur.
Feyz aldım onun hakikatinden,
Kurtuldum esirlik âfetinden.
Kurtuldum, evet, kesildi bağlar;!
Daldım denize kopunca ağlar.
Kalbimde sükûn, huzura vardım;
Zulmet bitiverdi, nûra vardım.
Erdim tevhide ben gönülden,
Hamdolsun, hür bir insanım ben.
İkbâlimmiş gözümde perde,
Bir başka havâ esince serde,
Düştüm de uyandım uykulardan,
Sıyrıldım o sahte kaygulardan.
Oldum yücelikten öyle âzâd,
Etmem o zamanı şimdi ben yâd.
Hiç kalmadı yükselişte meylim,
Alçakta duran her işte meylim.
Bıktım kula kulluk eylemekten,
Her hırsı çıkarmışım yürekten.
Bağsız kişiyim, bağımsız oldum;
Hürriyeti ben bu yolda buldum.
Bir ayrı siyaset ettim icat;
Hiç istemeyip de kuldan imdat
Takdirimi sade Hakka verdim,
Gördüm ki bununla bitti derdim.
Çıktım o gavâilin içinden,
Geçtim de zamane süzgecinden.
Mâdûn, mafevk silindi, gitti;
Bir tasfiye devridir ki bitti.
Gamsızlardan uzak makamım,
Hak yolcusu olmadır meramım.
Alâyişe bağlarım çözüldü,
Bir damlada bir ömür süzüldü.
Tûfan oldu, arındı rûhum;
Hakkım, dersem, ikinci Nûh’um.
Dağ başlarını tutunca mesken,
Alçakdakiler çekildi benden.
Yalnızlığın ayrı bir ibâdet,
Tekken doğuyor içimde vahdet.
Hak’tan yana döndü ihtiyârım,
Kullar bilsin ki, bahtiyârım.
Tanrım, emelim, yolunda olmak;
Tevhidini vahdetinde bulmak.
Bezdim bu cehil karanlığından,
Kurtar beni gafletin ağından.
Yar sinemi lûtfunun eliyle,
Doldur onu aşkının seliyle.
Yaksın beni, her şeyim yok olsun,
Ancak sana kulluğum çok olsun.
İsterse dayanmasın bu kalbim;
Yık, kâbene benzemezse Rabbim
Sen olmalısın içinde sen, sen!
Tür olmaz mı tecelli etsen?
Bir tek dileğim sen oldun artık,
Maşuk olayım diyor bu âşık.
İsbât aramam, içimde varsın;
Şüphen neyedir, niçin sorarsın?
Varsın, boştur vücûde burhan;
Varlık sensin, bu işte îmân...
Münkir’le Nekir yorulmasınlar;
Onlar beni yerde bulmasınlar,
Ben sendeyim ey büyük İlâhım!..
Tevhidindir
dilimde âhım!...
Mümindir
«İlâhena» diyenler,
Tevhidi
«İlâheküm» de söyler.
Senden gelsin sözüm seninle,
Söylet de ne söyledimse dinle.
Ancak sensin dilimde zikrim,
Zikrimle bir oldu şimdi fikrim.
Her bir söz senden âyet olsun,
Başlangıca bir nihayet olsun.
Dolsun isminle âsumanlar,
Allah desin bütün cihanlar.
Ruhlar duysun lisâna gelsin,
Yerler, gökler beyâna gelsin.
Âyin olsun semâ içinde,
Vuslat doğsun vedâ içinde.
Gelsin dile, söylesin susanlar;
Nutketsin uçup giden zamanlar.
Bülbüllere benzesin hamuşân,
Dem çeksin o yerde canla cânan.
Dinsin artık o hây u hûlar,
Geçsin yere hep o güftügûlar.
Hicrâna tahammülüm tükendi;
Aşkın seli taştı, yıktı bendi.
Arşında susup bütün duâlar,
Bitsin artık bütün ricâlar.
Rabbim, beni dinle, pek harâbım;
Ersin sona ayrılık azâbım.
Bir rûh olayım visâle müştak,
Nurunla yanıp tutuşsun âfak.
Kalbim dolsun hararetinle,
Mes’ut olayım saadetinle.
Yüksünmem yok felâketinden,
Her türlü belâ vü âfetinden.
Senden gelsin cefâ da gelse,
Hattâ gelsin derim ecelse.
Mîzân olamaz muhasebende,
Varlık sıfır oldu şimdi bende.
Ben böyle görünce hâdisâtı,
Sildim gözden bu kâinatı.
Birdir nazarımda her olan şey,
Boştur bu cihanda her dolan şey...
Tek mesele, senden ayrı kalmak;
Sensizliğe küfr içinde dalmak.
Sevginle yakıp dururken öyle,
Kahrınla cehîme atma böyle.
Noksâna devâ kemâlin olsun,
Cennet kul için cemâlin olsun.
Tanrım, ne çıkar bu sözlerimden?
Bilmem ne akar bu gözlerimden?
Durmaz kalemim, uzar kelâmım;
Yalnız sensin benim merâmım.
Yanlışsa sözüm, dilim tutulsun;
Çarpıksa yazım, elim tutulsun.
Farkında mıyım, nedir beyânım;
Bir
kuş dili söylüyor lisânım.
Bir
eski kalıpta döktüğüm sır,
Mâzîleri etmişim muâsır.
Bir başka zemindeyim zamansız;
Volkan gibiyim, fakat dumansız.
Sarhoşluğumun içinde lâkin
Kaybetmediğim vücût, sensin.
Tek felsefe, hikmet-i Hüdâdır,
İlmim, bu cehâlete fedâdır.
Bildiklerim, ansızın silinsin;
İdrâkime bir karanlık insin;
İsmin kalsın yeter, gönülde;
Bir öz ki, yakar, yanıp bu külde.
Zikrinle senin coşar bu kalbim,
Bin kere ölür, yaşar bu kalbim.
Bir dağ başıdır bulunduğum yer,
Rüzgârları «Külle yevm»i söyler.
Meçhûl batar doğunca mâlûm,
Mevcut olur en sonunda mâdûm.
Her an yenidir elinde hilkat,
Tekvin ile canlanır tabiat.
Doğdum yeniden şu anda ben de,
Ummânını buldu damla sende.
Her türlü üzüntü, kaygu söndü;
Gönlüm, ölmez hayata döndü.
Beyhûde didişmeler silindi,
Vicdânıma bir sükûnet indi.
Geçtim bu duyuşla her hevesten,
Rûh oldu tenim bu tek nefesten.
Nimetlerden ferâgat ettim,
Külfetlerden nedâmet ettim.
Yüz vermiyorum her iltifâta,
Lâkayd olarak bakıp hayâta.
Hiç kimseye yok gönülde kinim,
Sevginle hayat kadar metinim.
Bir zelzele geçti menzilimden,
Tevhidindir çıkan dilimden.
Sil kendimi kendimin gözünden.
Düştüm yere ben, kapında bir kul,
Bîkes, biçare, hasta, yoksul.
Yalnız seni Hak bilip güvendim,
Sensin dü cihanda tek efendim.
Taptım sana, başka Tanrı bilmem;
Fâniler önünde ben eğilmem...
Düştüm beni titreten bu vecde;
Gönlüm; sana eylemekte secde.
Şensin ancak halâskârım,
Yoklukta bu kurtuluşla varım.
Zevk oldu o çektiğim ezalar,
Takdirini bozmadı kazalar.
Zulmeylediler demem ben artık,
Mazlûm oluşum ne bahtiyarlık!...
Senden korkmam, rahimsin sen;
Âdilsin sen, hakimsin sen.
Korkum, beşer adlı korkusuzdan;
Vicdanı sağır, o duygusuzdan.
Toprak doludur yüreklerinde,
Yoksun çoğunun dileklerinde.
Ondan sana ilticadayım ben,
Kurtarman için ricadayım ben.
Tanrım, beni senden ayrı kılma;
Sensizlik içinde gayrı kılma.
Kaçmak diliyor özüm, özünden;
15 Mart 1948
Hasan Ali’yi birlikte dinledik, doğru söylüyor:
ALLAH BİR... Ne var ki, bu bedbaht adam susmaya mahkûm. Suçu, yaşarken susmuş
olmak. Bu suç onu ölümünden sonra da susmaya mahkûm etmiş. Biz konuşturabildik
mi? Bilmiyoruz... Buna siz karar vereceksiniz...
Aslında
Hasan Ali de bir başka kurban, devrinin kurbanı. Akibetinin böyle olmasında
zaafları, korku ve ihtirasları kadar, yaşadığı devrin de hâkim rolü var. O
devirde kimler kimler aç ve sefil sokak mahlûkları gibi yaltaklanmamış ki?
İhtiras ve ikbal hülyaları kimleri dipsiz ve sır dolu bir kuyu, merhametsiz bir
girdap gibi çekip almamış?
O devrin
kalburüstü addedilen adamları hep aynı maraza müptelâ: İkbâlperestliğe...
Şâirin ifadesiyle «aynı tezgâhtan çıkmış testiler gibi» şahsiyetler.
Ayırıcı vasıfları: Tebaiyet... Kendilerine ait ne orijinal bir düşünceleri, ne
de yalnız başına yüklenebilecekleri bir dâvâları var. En basit hareket
serbestiyetleri bile yok, en küçük bir adımı bile atabilmeleri için işaret
almadan şart... Ama böyle bir işareti aldıkları zaman da canavar kesilirler:
Hain, merhametsiz ve küstah... O vakit zulmetmek bir zevk halini alır; işaret
aldıkları merciye temenna çakmak, en büyük saâdet...
Tek mâbudları
vardır: Kuvvet, saâdetlerinin teminatı kuvvet... Karanlık bir gecede bir
fenerin aydınlığına koşan böcekler gibi reveranslarda bulunurlar kuvvete. Bâzen
mâbudlarının ateşinde yanmak bile büyük saadettir.
Niye
uzatıyoruz? Hasan Ali ne kin ve nefretimizi çekecek kadar büyük, ne acımamızı
gerektirecek kadar mazlum. Her devirde rastlanılabilecek bir tip. Onu
emsallerinden ayıran, devri... Başka bir zamanda ve başka bir ülkede pekâlâ
sessiz sedasız yaşayıp ölebilirdi. Ama kader ona şahsiyetinin bütün
teferruatlarını sergileyebileceği bir vasat sunmuş. Yüceli, yakaladığını kendi
rengine boyayan devrinin vitrininde seyretmeye çalıştık.
— SON —
ÖLDÜKTEN SONRA “ALLAH”
DİYEN BAKAN
1897-1961
yılları arasında yaşamış Hasan Ali. Köy Enstitüleri’nin mimârı Yücel, asıl
şöhretini Millî Eğitim Bakanlığı yaptığı 1938-46 yıllarında yakalar.
Ömrünü
ikbal arayışları ile tüketen Hasan Ali, devrinin liderlerini bir gölge
sadakatiyle takib eder. Zira o yıllarda ikbâle giden yol, Çankaya’dan
geçmektedir. Ne var ki Çankaya ayıklayıcıdır, Hasan Ali gibi dinî temayülleri
olan bir insanı bağrına basacak durumda değildir. Yücel bu yol ayırımında
ikbâli değil, dinini terkeder.
Köy
Enstitüleri, Turancılık Dâvâsı, Kenan Önerle olan muhakemesi Hasan Ali’nin hayatındaki
kalın çizgilerdir. Öner’in
kendisine tattırdığı mağlubiyet acısıyla bir an kendi köşesine çekilecek olur
ve oturup “Allah Bir”i yazar. Ölümünden sonra neşrini vasiyet ettiği Allah
Bir’de Yücel inancını dile getirir, pişmanlığını mırıldanır. Yazık ki
günahlarına kefaret olabilecek bu eseri bizzat bastıracak cesareti yoktur.
Kitabı ölümünden sonra oğlu Can Yücel bastırır... Ama kitap ikinci bir defa
basılmayıp unutulmaya terkedilir.
Bu kitapta
bir tarafta bütün çarpıcılığı ile Hasan Ali Yücel’i, öbür tarafta yaşadığı
devrin şartlarını bulacaksınız. Yakın tarihimizin anlatılamayan hikâyesini
aksettirmesi bakımından eseri beğeneceğinizi ümid ediyoruz.
DÜZENLEYEN
CELAL SANCAR
05.11.2017
ANKARA
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar