Print Friendly and PDF

Allah herkesledir, ancak Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem), önlerde, kendi özel haremindedir

 

Hz. Bâyezîd'in Miracnâmesi

Şeyh şöyle dedi: Yüce Allah beni varlıklardan ihtiyaçsız olma makamına ulaştırdıktan, kendi nuruyla aydınlattıktan ve garip sırları bana açık edip yüceliğini gösterdikten sonra yakîn gözüyle O'nu seyrettim. Ardından O'ndan kendime baktım, kendi sırlarım ve sıfatla­rım üzerinde düşündüm. Benim nurum Hakk'ın nuru karşısında karan­lıktan başka bir şey değildi. Benim yüceliğim Hakk'ın yüceliği karşısın­da değersizliğin ta kendisiydi. Benim itibarım Hakk'ın itibarı yanında zandan ibaretti. Orası baştan sona safa ve aydınlıktı, burasıysa baştan sona keder ve bulanıklık. Tekrar bakınca kendi varlığımı O'nun nuruy­la gördüm, izzetimi O'nun izzet ve azametinde bildim. Her ne yaptımsa, O'nun kudretiyle yapabildim. O'nun nuru kalbimde parladı. Beden gözüm ne bulduysa, O'ndan buldu.

İnsaf ve hakikat gözüyle baktım; bütün ibadetlerim benden değil, Hak'tandı. Oysa ben O'na ibadet ettiğimi sanıyordum.

 "Yarabbi! Bu da ne demek?”

dedim. O,

"Hep benim, benden başkası değil. Yani fiilleri doğrudan icra eden sensin, ama onları takdir edip mümkün kılan be­nim. Ben seni başarılı kılmazsam, senin kulluk ve ibadetinden ortaya bir şey çıkmaz"

diye buyurdu.

Sonra O'nu gözle görmemem için göz­lerimi dikti. Bana kendi işinin ve hakikatinin aslına bakmayı öğretti. Beni varlığımdan yok edip kendi bekasıyla baki ve değerli kıldı. Var­lık engelimi ortadan kaldırarak kendi benliğimi bana gösterdi. Şüphe­siz Hak bana birçok hakikat bahşetti. Hakk'tan Hakk'a baktım. Hakk'ı hakikatle gördüm. Burayı makam edinip huzur buldum; gayret kula­ğını kapattım; istek ve ihtiyaç dilini muratsızlık ağzına hapsettim; çalı­şılarak elde edilen bilgiyi terk ettim; nefs-i emmâre sıkıntısını ortadan kaldırdım. Bir süre vasıta ve sebeplerden arınmış bir halde durdum. Usul yolundaki gereksiz şeyleri Tevfik eliyle süpürdüm. Yüce Allah ba­na merhamet etti. Bana ezelî bir ilim bahşetti, ağzıma kendi lütfundan bir dil koydu, benim için kendi nurundan bir göz yarattı. Böylece bü­tün varlıkları Hak'la gördüm. Lütuf diliyle Hakk'a yalvarıp Hakk'ın bil­gisinden bir bilgi elde ederek Hakk'ın nuruyla Hakk'a baktığımda, O, bana "Ey Hep'siz Hep olan, aletsiz ve organsız aletli ve organlı olan!" diye buyurdu.

Ben, "Yarabbi! Ben bununla gururlanmam ve kendi varlığımla se­nin varlığından müstağni olmam; senin bensiz benim olman, benim sensiz kendimin olmamdan daha iyidir. Sana seninle söz söylemem, nefsime sensiz söz söylememden daha iyidir" dedim. O, "Şimdi şeri­atı gözet, emir ve yasak sınırının dışına çıkma ki, gayret ve çabaların katımızda övülsün" diye buyurdu. Ben, "Muradım sen olduğundan ve kalbimde yakîn bulunduğundan, eğer sen kendinden kendini över­sen, bu, kulu övmenden daha iyidir. Eğer kötüleyip yerersen, sen ku­sur ve noksandan münezzehsin" dedim. Bu sözlerim üzerine bana, "Sen bunu kimden öğrendin?" diye sordu. Ben, "Bu sorunun cevabı­nı soruyu soran, soruyu sorduğu kişiden daha iyi bilir; çünkü O, hem mürit, hem murat, hem icabet edilen, hem de icabet edendir" şeklin­de cevap verdim. Sırrımın saflığını görünce, kalbime, "Hak razı!" nida­sını duyurdu. Üzerime hoşnutluk hattını çekti, beni nurlandırdı. Nef­sin karanlığından ve beşeriyetin bulanıklığından arındırdı. O zaman O'nunla diri olduğumu anladım. O'nun lüftundan olan neşe sergisi­ni kalbime seriverdim.

"Her ne dilersen dile!" diye buyurdu. Ben, "Seni isterim, çünkü sen lütuftan daha üstünsün, keremden daha ulusun; senden seninle kana­at ederim. Sen benim olunca lütuf ve kerem beratını katlayıp dürerim, beni kendinden men etme, senden gayrı olan şeyleri önüme getirme!" dedim. Bir süre bana cevap vermedi. Sonra cömertlik tacını başıma ko­yup bana, "Haktan söz ediyor ve hakikati arıyorsun, o yüzden de Hakk'ı gördün ve Hakk'ı duydun!" diye buyurdu. Ben, "Eğer gördüysem senin­le gördüm, duyduysam seninle duydum; önce sen duydun, sonra ben" şeklinde karşılık verdim ve O'na hamd edip övgüde bulundum. Hiçbir şüpheye yer kalmayacak şekilde bana yücelik kanadı verdi. Böylece O'nun yücelik meydanlarında uçuyor ve yaratıcılığının şaşırtıcılıklarını seyrediyordum. Zayıflığımı ve ihtiyacımı bildiği için beni kendi gücüy­le güçlendirdi, ziynetiyle süsledi, başıma lütuf tacı koydu ve tevhid sa­rayının kapısını bana açtı. Sıfatlarım O'nun sıfatlarına ulaştığında, ba­na kendi Hazret'inden bir ad verdi, kendi zatıyla şereflendirdi, birlik te­celli etti, ikilik ortadan kalktı ve şöyle buyurdu: "Senin rızan bizim rızamızdır, sözün gösterişten uzaktır, sendeld benliğimi kimse üzerinden kaldıramaz." Sonra bana kıskançlık yarasının acısını tattırdı, beni tek­rar canlandırdı. Sınanma fırınından tertemiz olarak çıktım. Ardından bana "Mülk kimin?111 diye sordu. "Senin" dedim. "Hüküm kimin?" di­ye buyurdu. "Senin" cevabını verdim. "Peki, irade kimin?" diye sorun­ca, "O da senin" karşılığını verdim.

Söz, işin başında duyduğunun aynısı olunca bana şunu göstermek istedi: "Eğer benim ezeli rahmetim olmasaydı, kesinlikle halk rahat yü­zü görmezdi. Eğer muhabbet olmasaydı, yıkıcı kudret, âlemdeki her şe­yi alt üst ederdi!" Ardından kahhârlık nazarı ve cebbârlık vasıtasıyla ba­na baktı. İşte o zaman hiç kimse benden bir daha hiçbir iz ve eser gör­medi. Kendimden geçmişlik içinde kendimi bütün vadilere fırlatıp, be­dendeki kıskançlık ateşini bütün potalarda eritip, arayış atını fezaya sü­rünce, ihtiyaç ve yoksulluktan daha iyi bir av, güçsüzlük ve çaresizlik­ten daha iyi bir şey, suskunluktan daha parlak bir kandil görmedim ve sözsüzlükten daha iyi bir söz duymadım. Suskunluk sarayının sakini oldum, sabır önlüğünü giydim. Derken sonunda iş bir noktaya geldi ki, za­hir ve batın beni beşeriyet illetinden arınmış gördü, karanlık göğsüm­de menfezlerden bir menfez açtı, bana tecrid ve tevhidden bir dil bah­şetti. Kuşkusuz şimdi dilim ilahi bir lütuftan ve rabbani bir nurdandır. Gözüm de ilahi sanattandır. O'nun yardımıyla konuşuyor ve O'nun gü­cüyle tutuyorum. O'nunla diri olduğum için hiç ölmüyorum. Bu maka­ma ulaştığımdan, işaretim ezeli, ibadetim ebedidir. Lisanım tevhid li­sanıdır. Ruhum tecrid ruhudur. Kendimden konuşmuyorum ki muhaddis olayım, kendimle konuşmuyorum ki vaiz olayım. Dili dilediği biçim­de O döndürüyor ve ben arada sadece bir tercümanım. Gerçekte konu­şan ben değilim, O'dur. ..

Sonra O, "Yarattıklarımın huzuruna çık" diye buyurdu. Huzurun­dan dışarı bir adım attım, ikinci adımda yorgun düşüp öylece kalakal­dım. "Dostumu geri getirin, çünkü o, bensiz yapamaz ve benden baş­kasına giden bir yol bilmez!" diyen bir ses işittim...

Vahdaniyete eriştim ve o an tevhidi gördüğüm ilk andı. Yıllarca bu vadide anlayış adımlarıyla koştum. Nihayet bir kuş oluverdim. Bu ku­şun gözü teklikten, kanadı sürekliliktendi ve nasıllık göğünde uçuyor­dum. Yaratılmışların gözünden yok olunca, "Yaratıcı'ya ulaştım" de­dim. Sonra rubûbiyet vadisinde başımı kaldırıp öyle bir kadeh içtim ki, sonsuza kadar onun susamışlığına asla kanmadım. Sonra otuz bin yıl O'nun vahdaniyet göğünde, otuz bin yıl ulûhiyet ve otuz bin yıl da ferdaniyet semasında uçtum. Doksan bin yıl tamam olunca Bâyezid'i gör­düm ve her ne gördümse hepsi bendim. Sonra dört bin yıl boyunca çö­lü kat edip sonuna vardım. Bakınca kendimi peygamberlerin derece­sinin başlangıcında gördüm. O sonsuzlukta o kadar gittim ki, "Bu de­recenin yukarısına kesinlikle hiç kimse ulaşamamıştır ve bundan yük­sek bir makam da yoktur" dedim. İyice bakınca başımı bir peygambe­rin ayağının altında gördüm. Böylece anladım ki, velilerin hâlinin so­nu peygamberlerin hâlinin başlangıcıdır ve peygamberlerin sonunun da sınırı yoktur. Sonra ruhum bütün melekûtu geçti, ona cenneti ve ce­hennemi gösterdiler; hiçbirine ilgi göstermedi; önüne çıkan hiçbir şe­ye güç yetiremedi ve selam vermek dışında hiçbir peygamberin ruhu­na ulaşamadı. Mustafa (salla'llâhü aleyhi ve sellem)'nın ruhuna ulaşınca, orada sınırsız yüz bin ateş denizi ve nurdan binlerce perde gördü. Eğer ilk denize bir adım atsaydım, yanıp kül olur ve kendimi rüzgâra savururdum. Heybet ve deh­şetten öylesine korktum ki, orada hiç kalmadım. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in otağının ipinin çivisini görmeyi ne kadar istediysem de Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'e ulaşmaya cesaret edemedim. Yani herkes kendi değeri ölçüsün- de Allah'a ulaşabilir, çünkü Allah herkesledir, ancak Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem), önlerde, kendi özel haremindedir. Kuşkusuz "La ilahe illallah" vadisini kat etmedikçe, "Muhammedun Resulullah" vadisine ulaşamazsın. Ger­çekte ise her iki vadi de birdir. ..[1]

 



[1]           Tezkiretü'l-Evliyâ, Nicholson baskısı, c. l, s. 172-175.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar