Print Friendly and PDF

Bildiğim Kadar



Soeshyant/ Astvat Ereat


Mecusi kelimesi, “Ateşe Tapan "anlamında Farsça bir kelimedir. Mecusiliğin kaynağı İran’dır. Mecusîler; ateşe taparlar. Kâinatta nur ile zulmetin, hayır ve şerrin sürekli olarak birbiri ile mücadele ettiğini belirtirler. Onlara göre hayır, nurun ve şer, zulmetin eseridir.


 Mecusîler, Milattan Önce 500’lü yıllarda yaşamış ve öğretileri Zend-Avesta adlı kitapta toplanmış olan, İranlı din kurucusu Zerdüşt’ün fikirlerinin takipçisidirler. Mecusî inancının özünü, ‘evrenin yaratıcısı, Kadir-i mutlak bir Tanrı’nın varlığı teşkil eder. Zerdüşt, bu inancı telkin ettiği dönemde, Meleklere, seçilmiş kimselere vahyin gelebileceğine, cennet kavramlarına inanıyordu.


 “ Zend Avesta’nın bugün elimizde bulunan parçalarında putları kıracak olan “Soeshyant”,[ Herkese ve âlemlere rahmet olacak kişi.] adında biri ile “Astvat Ereat’ın”,[ Halkı ayağa kaldırak olan kişi.] geleceğini haber vermiştir.


Ateş Yemini


 


Hamidullah eserinde; Rasulullah zamanında bulunan vesikalarda, Mecusîlere ait ateş mabedlerinin ve değirmenlerinin varlığından bahseder. Mecusî inancında bir konuda yemin edileceği zaman ateşin önüne gelerek, ellerini ateşe uzatıp, yeminlerini yapmalarına, yemin işi bitince, ateşe kibrit ve tuz atarak yaptıkları yemine, Ateş Yemini adı verilmektedir.


Hz. Ali’nin,  Hz. Ebû Bekir’in Vefatındaki Konuşması


Muhıbüddîn et-Taberî (v. 694/1295), er-Riyâz eserinde Hz. Ali'nin (kerremallâhü aleyhi vecheh), Hz. Ebû Bekir'in (radiyallâhü anh) vefatı hakkındaki konuşmasını detaylı bir şekilde bize şöyle aktarmaktadır:


“Ey Ebû Bekir, Allah sana rahmet etsin. Sen Rasûlüllah’ın ülfet edeni (yakın dostu), onun enîsi, onun rahatlatanı, onun (doğru bilip) güvendiği, sırlarının mekânı ve onun görüş talep ettiği kimseydin. Sen İslam bakımından bu topluluğun ilki, imanca onların en hâlisi, yakince en güçlüsü, onların Allah’tan en çok korkanı, Allah’ın dini konusunda zenginlikçe (ona yardım ve mal vermede) onların en büyüğü, Rasûlüllah’a karşı onların en koruyucusu (onu en çok anlayanı), İslam’a onların en çok kol kanat gereniydin... Sen mertebece onların en şereflisi, ona (Rasûlüllah katında), onların en kerîmi (değerlisi) ve en güvenileniydin. Bu yüzden İslam ve Rasûlüllah’tan (bunlarla iyi ilişkilerinden) dolayı Allah seni mükâfatlandırsın. Sen onun yanında göz ve kulak yerindeydin, bütün halk onu yalanladığı zaman sen onu doğruladın. Bu yüzden Aziz ve Celil olan Allah seni indirdiği ile sıddîk diye adlandırdı ve şöyle buyurdu: ‘Doğruyu getiren ve ona doğrulayanlar’ , doğruyu getiren Muhammed’dir, doğruyu tasdik eden de Ebû Bekir’dir.”


“Herkes cimrilik yaparken sen onun (Rasûlüllah) için malını ortaya koydun, zor zamanlarda onu ayağa kaldırdın, şiddet (baskılar) sırasında herkes onu (kendi haline bırakıp) oturmuşken, sen ona en iyi şekilde, ikinin ikincisi olarak sahip çıktın (destekledin). Mağarada onun arkadaşı olarak, ona sekînet indiren, hicret’te refiki olan, halk irtidat ettiğinde Allah’ın dininde halifesi ve onun ümmetine hilâfetin en güzeli olarak ayrıca sen, Peygamberin (başka) bir halifesi onu ayağa kaldıramazken işi (yönetimi, İslam’ı) ayağa kaldırdın, onun ashâbı gevşemişken (onu) şahlandırdın. Onlar başlarını eğmişken (güçsüzleşmişken) onları güçlendirdin, zayıflamışlarken, onları güçlü kıldın. Onlar üzüntüye dalmışken sen Rasûlüllah’tan sonra onun yolunu tuttun. Gerçekten üzerinde tartışılmayan, münafıklara rağmen parçalanılmayan gerçek bir halife oldun…” [Muhıbüddîn et-Taberî, er-Riyâz, I/183-184.]


İslama Girmeden Olmaz


Önceleri Hıristiyan olan Selman-ı Fârisî’nin Medine’ye gelerek Müslüman olmasından sonra, Hz. Peygamberin yanına gelerek, arkadaşlık ettiği Hıristiyanların amellerini ve onların yaşantılarını Hz. Peygamber’e anlatması üzerine Hz. Peygamber; "Onlar İslâm dini üzere ölmediler buyurmuştur. ”Bu olay üzerine ilgili ayet nazil olmuştur.


“Şüphe yok ki iman edenler ve Yehudîler, Nasranîler, Sabiîler bunlardan her kim Allaha ve Ahıret gününe hakikaten iman eder ve salih bir amel işlerse elbette bunların Rableri yanında ecirleri vardır, bunlara bir korku yoktur ve bunlar mahzun olacak değillerdir” (Bakara, 62)


Hz. Peygamber Selman’ : ” Bu ayet senin arkadaşların hakkında indi, kim benim Peygamber olarak geldiğimi işitmeden önce Hz. îsa’nın dini ve İslam üzere ölürse o hayırdadır. Ama bugün kim beni işitir de bana iman etmezse o helak olmuştur.” buyurdu.


Ayette zikredilen İslâmiyet dışındaki dinlerin mensupları, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve selleme ve Kur’ân’a inanıp “İslam milleti’ne girmedikçe iman etmiş sayılmayacaklardır. " Uhrevî kurtuluş konusunda Kur’ân-ı Kerîm’in ısrarla üzerinde durup vazgeçilmez gördüğü şartlar, Allah’ın varlık ve birliği ile Ahirete inanmak, Hz. Muhammed’in Peygamberliğini ve öğretisini tanımak, Allah’ın razı olduğu güzel işler yapmaktır.”


Kötü Adet Çıkaranlar… Genelde Mavi Gözlü Oluyor


Huzâalılar dönemi Mekke’si tevhîd inancı açısından çok büyük bir olumsuzluk yaşamıştır. Bu önemli değişiklik, Kâbe’ye putların sokulması olmuştur. Huzâalılar’ın reisi Amr b. Luhay, Hicaz Bölgesine putperestliğin girmesine sebep olmuştur.


Amr b. Luhay’ın başlattığı putperestlik hareketi, Kâbe’nin başka putlarla da doldurulmasının ilk adımı oldu. Putperestlik inancı çevreye yayıldı. Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem


“Cehennem bana yaklaştırıldı, Amr b. Luhay’ı kısa boylu, açık tenli, mavi gözlü, bağırsaklarını ateşte sürüyen biri olarak gördüm. Bu kimdir? dediğim de, Amr b. Luhay’dır. İbrâhîm’in tebliğ ettiği dini değiştiren ve Hicaz Bölgesine ilk putları getiren, Arapları onlara tapınmaya davet eden ve hayvanlarla ilgili bir takım helal ve haram hükümler koyan kişi” buyurarak Amr’ın yaptığı bu kötü iş yüzünden büyük bir azâba dûçar olduğunu bildirmiştir.  [Taberî, Câmiu’l-beyân VII, 27; Buhârî, “Menâkıb”, 9.]


Kurân-ı Kerim’de Geçen Put Terimleri


 


Esnam(Heykeller)


Evsân


Temâsîl (Büstler)


Nusb ve Ensâb (Dikili Taşlar)


Cibt


Tâğut


Putlar


 


Menât


Uzzâ


Lât


Hübel


HzNûh’un Kavminin Putları


 Vedd


 Suvâ


 Yegûs


 Yeûk


Nesr


Hz Mûsâ ve Kavminin Putu (İcl)


Altın Buzağı Heykeli


İnsanların Putlaştırılması


Sahte Peygamberler


Din Adamları ( Ahbâr ve Ruhban)


Yöneticiler (Nemrûd ve Firavun)


Putlaştırma Sebepleri


Somut Tanrı inancı


Felaketlerden Korku Duygusuyla Vardım Talep Etmek


Allah'a Yakınlaşabilme Vesilesi Olarak Şefaatçi Olduklarına inanmaları


Aşırı Saygı ve Yüceltme Duygusu


Aşırı Sevgi


Bilgisizlik


Pulaştırılanların Vasıfları


Müşriklerin Putlara Atfettikleri Vasıflar


Evliya (Veliler)


Şüfeâ (Şefaatçiler)


Şüheda (Şahitler)


Erbâb (Rabler)


Âlihe (İlahlar)


Endâd (Denkler)


Şürekâ (Ortaklar)


Kur'an'a Göre Putların Vasıfları


Yaratamazlar


Diriltemezler


Rızıklandıramazlar


Duaya İcabet Edemezler


Hidayet Edemezler


Mahkuma Aynı


 


Bir mahkûma sormuşlar, “hürriyetine kavuşmak ister misin?”


“Niçin”, demiş.


“Ömrün burada bitiyor, çık gönlünce yaşa…”


O da, “sevdiğim beni özgür kılmadıktan, yüzünü göstermedikten sonra, burayla dışarının farkı var mı?”


“O değişmez, ben değişsem ne olur.”


“Sonuçta her yer aynı benim için”… demiş.


Kul da böyle galiba.


له سَماه وَله أَرضه، مَن ذَا يَعالي ذَا اَلجلال اَتضع


Semâ da Allah’ın arz da. Kim o celâl sahibiyle yücelik yarışına girmeye kalkışırsa alçalır.” [Alkame Zū Ceden el-Himyerī- Câhiliyye Dönemi]


Duşara


Bu üstün tanrının ismi Duşara  veya cahiliye dönemi Araplarının tapındığı ismiyle Zûşşerâ olarak geçmektedir. “Şaralı olan” veya “Şara’nın sahibi” (bazı okunuşlarda Şı’râ)  anlamlarına gelen ismiyle tanrı Duşara; “âlemlerin rabbi, geceyi gündüzden ayıran, efendilerin tanrısı, her şeyin sahibi ve hâkimi olan, resminin veya heykelinin yapılmasından sakınılan bir dağ tanrısı” olarak tanımlanır.


Bu tanrı ismi yine Kur’an’da el-icr Suresi 49. ayette Nabaīler ile aynı bölgede yaşamış Ād ve Semūd (Hicr Halkı) kavimleri ile bağlantılı olarak geçen ve meallerin genel olarak “Şira yıldızı” olarak çevirdikleri “الشعْرى ” kelimesiyle de ilginç bir şekilde benzerlik göstermektedir. Ayette geçmeyen “yıldız” kelimesinin siyak ve sibak ve Necm suresinin bağlamı dikkate alınarak bir yorum şeklinde meallere eklendiği aşikârdır. Bu açıdan bakıldığında kelimenin aslında Kur’an’da geçen diğer Lāt, Menāt, ʿUzzā gibi Arap tanrılarından birisi olduğu ve Allah’ın Cahiliye Dönemi Araplarının tanrı anlayışlarını düzeltmek adına kendisi ile bir tutulan bu etkin tanrıyı da bu şekilde yerdiği düşünülebilir. Cahiliye Araplarında Allah söz konusu olduğunda herhangi bir resim veya suret yapma işine girişmekten sakınmaları da Duşara’nın Arapların gözündeki yerinin Allah ile bir olabileceğini akla getirmektedir.


Rabb’im


Rabb kelimesinin kökeninin Sâmî dillerden olabileceğine dair ihtimaller vardır.  Bundan dolayı Arapça kelimelerin anlamlarını derleyen çoğu sözlükte r-b-b köküne yer verilmez. Rabb, muhtemeldir ki Baʿal ve Adonis  gibi Tanrıyı tanımlayan isimlerden birisidir.53 Nitekim İbranicede Kur’an’da bir put ismi olarak geçse bile , נעל (baʿal), “efendi, sahip, eş, koca” anlamlarına gelmektedir. İbranice sözlüklere bakıldığında da ר -ב ב - kökünün “Haham (Yahudi din adamı), şampiyon, eğitmen, sözlü kanun, ulema” anlamlarına geldiği görülmektedir. Tanah sözlüklerinde de bu kök “çok olmak, büyük olmak, ok, lider” anlamlarına gelir.  İbranicedeki רב שוק (rab sū) aynı Arapça terkiplerde gördüğümüz “ev sahibi, ev hanımı” gibi “çarşının efendisi/sahibi” anlamına gelmektedir. Mesela Akatça ve Aramicedeki רַב/רַבָּא (rav, rava) kelimelerine bakıldığında, bu kelimelerin “efendi, sahip, ulu, büyük” gibi anlamlara geldiği görülür. Bu anlamları göz önüne alarak “el-Lāt” putu çok büyük göründüğünden Taif’te “el- Rabba” diye bilinir.


 Bu, akraba diller arasında geçiş olduğunu gösterir. Araplar arasında “tapınağın efendisi” olarak el-Lāt putu için kullanılan el-Rabba kullanımının Kur’an’da ureyş Suresi 3. ayette de Allah için “bu evin sahibi” / ر بَ هَذا اَلبيتَ ” olarak yer verildiği de dikkate değer bir husustur. Yine not etmek gerekir ki Rabb İslam öncesi dönemde aynı zamanda sadece bazı kâhinlere verilen bir isim olarak da karşımıza çıkmaktadır. Ayrıca eski dönemlerde r-b-y kökünün s-h-r (ay) anlamı ile yönetimde sözü geçen rahiplere verildiği de bu konudaki önemli ayrıntılardan birisidir.


 Eski dönemden bu yana kullanılıp sonra İslam dininde bu denli yer eden Rabb kelimesinin daha çok Mekkī surelerde geçmesi de kelimenin Kur’an’ın anlam dünyasındaki yerinin kesin sınırlarla çizilmek istenmesi olmalıdır. Peygamberin kölenin efendisi için “ربي (rabbim)” demesini yasaklaması ve onun yerine “سيدي (efendim)” demesini istemesi de bu amaca yönelik olmalıdır.


İlah


Kur’an’da İlāh kavramı sadece tek anlama gelecek şekilde kullanılmıştır. Tapılmaya layık görülen her yüce varlık İlāh olma özelliğini taşır. Daha çok eşsiz ve benzersiz mâbud manasına gelir.  “Şaşırma, hayret etme” anlamlarına gelen اله fiilinden türediği de söylenir.  Hz. Ali’nin bir sözünde Allah’ın sıfatları karşısında şaşkınlığa düşüldüğünü anlatması buna örnek olarak verilebilir.  Ayrıca Allah lafzının aslının ولاه olduğunu, baştaki vav harfinin hemzeye dönüştüğünü ve Allah’ın da bu şekilde adlandırılmasının her varlığın ona yönelmiş olmasından kaynaklandığını söyleyenler de vardır.


 Bazı görüşlere göre ise Allah lafzı لاه يَلوه لَياها - - kökünden gelmektedir ve anlamı “perde arkasında kalmak, gizlenmektir”. 6/Enʿām:103’te görüldüğü gibi kimsenin O’nu idrak edememesi de bu yüzdendir.


 İbranice de אל (el) olarak gelen ve Tanrı’yı tanımlayan kelime Tevrat’ta El ve Elohim  kelimeleri ile karşılanır. Bunun dışında Tevrat’ta el elyon  (Yüce Tanrı), el olam  (Ebedî Tanrı), el şadday  (Yüce Tanrı) gibi isimlerde İlāh kavramıyla eş değer olarak kullanılan kelimelerdir. Elohim Tevrat’ta Tanrı için kullanılan ilk isimdir ve çok sık bir şekilde zikredilir. Ayrıca diğer tanrılar, Güneş, Ay veya krallardan  bahsederken de kullanılmıştır. Ugaritçe il, Akadca ilu veya ilânu şeklinde veya Mezopotamya dinlerinde Enlil, Enkigibi Tanrı isimleriyle karşılanmaktadır.


 Âsur dilinde de “El” tanrı olarak kullanılmıştır; örneğin Babil olarak bildiğimiz şehir isminin kökü Bab-el şeklindedir ve “Tanrı Kapısı” anlamına gelir. İbranice isimlerin çoğunda da el bulunması hepsini tanrı ile özdeşleştirmektedir. Örneğin İsra-el, Gabri-el, Mika-el, Dani-el gibi. Mesela Kur’an’da Cebrail olarak adlandırılan melek Gabriel “Tanrı Gücü” anlamına gelmektedir. Arapların da Allah kelimesine benzer bir şekilde yaklaştığı görülmektedir. Hz. Peygamber’in babasının adı olan Abdullah’ın “Allah’ın kölesi” anlamına gelmesi buna örnek olarak verilebilir. Bu bakımdan hem kendilerinden önceki milletlerin bu kelimeyi kullanması hem de çevrede karşılaştıkları dinlerle yaptıkları ticaret dolayısıyla Araplar, İslam ortaya çıktığında ilāh kavramına hatta Allah ismine yabancı değillerdi denilebilir. 29/ʿAnkebūt:61 bu noktada müşriklerin anlayışını göstermesi açısından örnek verilebilir: “Şayet o inkârcılara, ‘Gökleri ve yeri yaratan, Güneşi ve Ayı yasalarına boyun eğdiren kimdir?’ diye soracak olsan, hiç tereddütsüz ‘Allah’tır’ derler.”


İlāh kelimesinde asıl olan çoğul yapılmamasıdır. Ancak Araplar birçok Tanrıya inandıklarından dolayı onlara آلهة (ālihe) diyorlardı. Kelime Kur’an’da bu kullanım şekli ile ele alınarak Allah dışında insanların taptıkları şeyler kastedilirken çoğul halde kullanılmıştır. Örneğin 38/ād:5, “Tanrıları tek tanrıya mı indiriyor? Bu gerçekten şaşılacak bir şey!” diyerek şaşkınlığa düşen müşriklerin hem ilāh anlayışlarının ortaya konmasında, hem de semantik açıdan o devirde genel olarak çoğul kullanılan kelimenin tekil formunun sadece Allah için kullanımının vurgulanması açısından da güzel bir örnektir. Sadece özel kullanım olarak güneşe hitaben “ilāhe” dedikleri sözlükte yer almaktadır. Ancak Arapların bu kelime ile bir tanrıyı kast edip etmedikleri kaynaklarda yer almadığı gibi, Kur’an’da da bu konuya temas edilmediği görülmektedir.






Terketme-sen


 


İbn Ömer’den (V. 73/692) gelen rivâyete göre Rasülüllâh salla'llâhü aleyhi ve sellem ikindinin farzından önce dört rekat nâfıle namaz kılmayı teşvik etmiş ve bu namazı kılan kimse için : “Allah Teâlâ rahmetini bol kılsın” dileğinde bulunmuştur.*


* “Ahmed b. Hanbel, II.117; Ebû Dâvûd, tatavvu’ 8, (11,53); Tirmizî. salât 201. (11.295): İbn Huzevme. Sahih. 11,206; İbn Hibbân, Sahih, IV,77; Beyhakî, Sünen. 11.473. Tirmizî (v. 279/892) bu hadis için “hasen” demiş, İbn Hibbân (v. 354/965) ve İbn Huzeyme (v. 311/924) ise "sahih” demişlerdir. Bkz. Tirmizî, salat 201, (11,295); Benna. Fethü’r-Rabbani, IV,212. Taberânî’nin (v. 360/790) Evsat'ında Abdullah b. Amr b. As’tan merfiı olarak gelen rivayete: "Kim ikindiden önce dört rekat kılarsa ateş ona dokunmaz” şeklindedir. Ebû Nuaym’uı kaydettiği Ebû Hüreyre rivayetinde “Kim ikindiden önce dört rekat kılarsa Allah onu mağfiret eder” şeklinde, Ebû Ya’la’nın Ümmu Habibe’den yaptığı tahricte, “Allah onun için cennete bir ev inşa eder” şeklinde, Taberani’nin Kebir inde tahric ettiği Ümmü Seleme rivâyeti ise; "'Allah onun bedenini ateşe haram kılar” şeklindedir. Bkz. Benna. Fethü ’r-Rabbani, IV,204.”


**


Mekhul’ün (v. 112/730) yaptığı rivâyete göre Rasülüllâh salla'llâhü aleyhi ve sellem "Kim akşam namazından sonra hiç konuşmadan iki rekât kılarsa namazı illiyyuna yükseltilir" demiştir. Mekhul bu rivâyeti hangi sahabiden işittiğini belirtmediğinden rivâyeti mürseldir. Ancak bu rivâyetten akşam namazı ile iki rekât sünneti arasında dünyevi bir şeyin konuşulmaması gerektiği anlaşılmaktadır. İlliyyun; Melekler ile, cin ve insanların salihlerinin işlediği her çeşit hayırların yazıldığı divanın adıdır. 


**


 


Yatsıdan Önceki Dört Rekâtın Durumu


Yatsı namazının farzından sonra Rasülüllâh salla'llâhü aleyhi ve sellemin nâfile namaz kıldığı, gelen rivâyetlerde belirtilmektedir.


Kılınan sünnetin rekat sayısı hakkında farklı rivayetler mevcuttur.


Bazı rivâyetlere göre Hz. Peygamber’in farzdan sonra iki, bazı rivâyetlerde dört, bazılarına göre ise altı rekat kıldığı bildirilmektedir.


Hz. Aişe’den gelen rivâyete göre Hz. Peygamber yatsıyı her kılışında kendisinin yanına gelince mutlaka dört veya altı rekat nâfile kıldığını belirtmiştir.


Hz. Aişe’den gelen başka bir rivâyette ve İbn Ömer (v. 73/692). Hz. Ali (v. 40/660), Ebû Hüreyre (v. 57/676) ve Ümmü Habibe’den gelen rivâyetlerde Resûlullah’ın yatsıdan sonra iki rekat kıldığı belirtilmektedir.


İbn Ömer ve Hz. Aişe rivayetlerinde Resûlullah’ın bu namazı evde kıldığı ifade edilmektedir.


 


Übey b. Ka'b’dan (v. 32/652) gelen rivâyete göre Rasülüllâh salla'llâhü aleyhi ve sellem:


 "Kim güzelce abdest alır, yatsıyı kılar ve sonra da rüku ve secdeleri düzgün bir şekilde dört rekat namaz kılarsa, sanki Kadir gecesinde namaz kılmış gibi olur." [Beyhâki Sünen, 11,477] buyurmuştur.


Bütün bu rivâyetlerden, Rasülüllâh salla'llâhü aleyhi ve sellem yatsıdan sonra Hz. Aişe'nin yanında iki, dört, bazen de altı rekât kılmış olduğu anlaşılmaktadır.


Bazen iki bazen dört Hüreyre ve Hz. Ali’den gelen rivâyetlere göre çok kere iki rekât kılmıştır. Ali el-Kârî de (v. 1014/1605) yukardaki rivayetleri bu şekilde izah etmiştir. Bu rivâyetlerde geçen iki rek’at namaz müekkeddir, diğerleri ise müstehabtır.


[ İbrahim Halebi, Halebi kebir, s. 387; Ali el-Kirî, Mirkât, 11,115; Benna, Fethü’r-Rabbani, IV,220;Azîmâbâdî, Avnu’l-Ma’bûd, IV,131; Canan, Kütüb-i Sitte, IX-285.] 


Mâlik (v. 179/795) ve Sevri (v.161/777) gece ve gündüz revâtiblerin evde kılınmasının daha efdal olduğu görüşündeler. Gece nâfılelerinin evde kılınması gündüz revâtiblerin hilafına efdaldır. Çünkü gündüz çalışma zamanı olduğundan insan genellikle evden uzakta bulunur. 


 


Yatsının farzından önce Rasülüllâh salla'llâhü aleyhi ve sellemin namaz kılıp kılmadığına ve namaz kılmayı teşvik ettiğine dair bakabildiğimiz hadis kaynaklarında herhangi bir rivâyet mevcut değildir. 


Fıkıh kitablarında da bu konuda bir hadis zikredilmemiştir.


 


Meraku ’l-felah adlı eserde Hz. Aişe’den (v. 58/677): “Rasülüllâh salla'llâhü aleyhi ve sellem  yatsı farzından önce dört rekat ve yatsıdan sonra da dört rekat nâfile kılardı, sonra yan tarafına yaslanırdı"[Şurunbilali, Meraku ’l-felâh, s. 377.] suretinde bir rivâyet edilmekte ise de bunun kaynağı bildirilmediğinden itimad edilemeyeceği tabiidir. [Miras, Tecrid-i Sarih, IV,160-161.]


Ancak Buhârî’nin dâhil bulunduğu muhaddis cemâatının Abdullah el-Müzeni’den rivâyet ettikleri şu hadis ile pekaJa istidlal edilebilir. Rasülüllâh salla'llâhü aleyhi ve sellem: "Her iki ezan arasında bir namaz vardır', dedi. Üçüncüsünde "dileyen kılsın” dedi."


[ Dârimi, salât 145, (1,276); Buhâri, ezan 16, (1,154); teheccüd 35, (11,54); Müslim, salâtül-müsâfirin 304, (1,573); İbn Mâce, ikâmetü’s-salât 110, (1368).; Ebû Dâvûd, tatavvu’ II, (11,60); Tirmizî. Salât 22, (I-51); Nesâi salât 39, (11,28); Beyhakî, Sünen, 11,474.]


Yatsının farzından evvel nâfile kılmağa bir mani olmadığı için bu hadis istihbab ifade eder. Hanefî, Şâfiî, Hanbeli ve Mâlikilerce yatsıdan sonra iki rekât kılmak sünnet-i müekkededir, fazlası müstehabdır. Yatsıdan önce nâfile kılmak mendub ve intibahtır.


 


[ Nevevî, Mecmu \ III-503; Şurunbilali, Meraku ’l-felâh, s. 377; Cezîrî, Mezâhibu erbaa, 1,327-329.]


 


Cuma’da,  Öğle Namazı Kılınmaz


Farzdan Önceki Namazla İlgili Rivayetler


Cuma namazının farzından önce kılınan sünnet ile ilgili farklı rivâyetler gelmiştir.


Abdullah b. Mes’ûd ve İbn Abbâs’tan (v. 68/687) gelen rivayetlerde Rasülüllâh salla'llâhü aleyhi ve sellem Cuma namazından önce dört rekât nâfile namazı kıldığı belirtilmektedir. İbn Mes’ûd rivâyetinde Rasülüllâh salla'llâhü aleyhi ve sellemin bu namazı tek selâmla kıldığı ifade edilmektedir. [Dârimi. salât 207, 1,307); Müslim, cuma 68, (1,600); İbn Mâce, ikâmetü’s-salât 95, (I,358); Ebû Dâvûd, salât 238, (I,673); Tirmizî, cuma 24, (11,400); Nesâî, cuma 24,(111,113); İbn Hibbân, Sahih. IV,84.] Ancak İbn Mes’ûd hadisinin isnadı zaif ve munkatıdır.  


Nafi’nin yaptığı rivâyete göre İbn Ömer cumadan önce uzunca nâfile namaz kılmış ve farzdan sonra da iki rekat nâfileyi evde kılmış ve Rasülüllâh salla'llâhü aleyhi ve sellemin de böyle yaptığını söylemiştir. 


Nevevî (v. 676/1277) bu rivâyete dayanarak cumadan önce sünnetin olduğunu belirtir. İbn Hacer ise şöyle der: Ancak bu rivayet merfu değildir. Belki Hz. Peygamber vakit girmeden kılmıştır, ki bu nâfile olur. Çünkü Rasülüllâh salla'llâhü aleyhi ve sellem, zevâlden önce hutbe ile uğraşırdı, sonra cumayı kılardı.


Cumadan önce namazın olduğu yönünde pek çok sahabiden rivâyetler gelmiştir. Ebû Bekir b. Münziri: “İbn Ömer’in cumadan önce on iki rekat kıldığı bize rivâyet edildi” demiştir. İbn Abbâs’ın da sekiz rekat kıldığı söylenmiştir. Bu rivâyetler cumadan önce namazın meşruluğuna delalettir.


Câbir’den (v. 77/696) gelen rivâyete göre Resûlullah (s.a.v.) Cuma hutbesi okurken bir adam mescide girdi. Resûlullah ona: “namaz kıldın mı?” dedi. Adam “hayır” dedi. Efendimiz: “öyleyse iki rekatını kıl!” diye emretti.


Mecd b. Teymiye Câbir’in rivâyeti ile ilgili olarak: “Bu, cumanın sünnetidir, tahiyyetü’l-mescid değildir” demiştir. Bununla birlikte bazı sahabilerden, imam hutbeye çıktıktan sonra namaz kılmanın mekruh olduğuna dair görüş nakledilmiştir.


Şâfiî (v. 204/819), Ahmed (v. 241/855) ve İshâk (v. 238/853) Câbir hadisiyle amel etmişler ve imam hutbedeyken de bu namazın kılınabileceğini söylemişlerdir. Süfyan es-Sevrî (v. 161/777) ve Küfe ehli ise, imam hutbedeyken namazın kılınamayacağı görüşündedirler. Tirmizî (v. 279/892), birinci görüşün doğru olduğunu belirtir.


Farzdan Sonraki Nafile Namazla İlgili Rivâyetler


Cuma namazının farzından sonra kılınan sünnetler ile ilgili farklı rivâyetler gelmiştir. Bazı rivâyetlere göre Hz. Peygamber’in farzdan sonra altı, bazı rivâyetlere göre dört, bazılarına göre ise iki rekat kıldığı belirtilmektedir.


Ebû Hüreyre’den (v. 57/676) gelen rivâyete göre Rasülüllâh salla'llâhü aleyhi ve sellem Cuma'nın farzından sonra dört rekat nâfile namaz kılmayı teşvik etmiş, eğer kişinin meşgalesi varsa mescitte iki rekat kılıp diğer iki rekatı da evde kılmasını tavsiye etmiştir.  


İbn Mes’ûd’dan (v. 32/652) gelen rivâyete göre Hz. Peygamber’in cumanın farzından sonra dört rekât nâfile kıldığı,  îbn Ömer’den gelen rivâyete göre ise Resûlullah’m cumadan sonra iki rekat sünneti evde kıldığı ifade edilmektedir.


Atâ’dan (v. 114/732) gelen rivâyete göre İbn Ömer (radiyallâhü anh) Mekke’de cumayı kıldıktan sonra ilerler iki rekat daha kılardı. Ardından biraz daha ilerler ve dört rekât daha kılardı. Medine’de ise cuma’yı kıldıktan sonra evine döner, iki rekat daha kılardı. Bu durumun sebebi nedir? diye kendisinden sorulunca, “Rasülüllâh salla'llâhü aleyhi ve sellem böyle yapardı” derdi.  İbn Ömer’in Resûlullah’a nisbet ettiği, Medine’deki tatbikatı olmalıdır. Çünkü bazı şarihlerin de belirtiği üzere Resûlullah’m Mekke’de İbn Ömer’in söylediği şekilde Cuma kıldığına dair hiçbir bilgi mevcut değildir. Hatta Rasülüllâh salla'llâhü aleyhi ve sellemin Mekke'de Cuma kıldığı da sahih değildir. Ancak Rasülüllâh salla'llâhü aleyhi ve sellem bazen çok, bazen de az kıldığı şeklinde yorumlanabilir.


Rivâyetlerin farklı oluşu sebebiyle âlimler, cumadan sonra kılınan sünnetin kaç rekat olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. İbn Mes’ûd (v. 32/652), Neha’î (v. 96/714), Ebû Hanîfe (v. 150/767) ve Ishâk (v. 238/853) dört rekât olduğu görüşündedirler. Hz. Ali (v. 40/660), Atâ’ (v. 114/732), Mücâhid (v. 103/721), Humeyd b. Abdurrahman ve Sevrî’ye (v. 161/777) göre altı rekattir ve bunlar; önce iki, sonra rört şeklinde kılınır. Ebû Yûsuf da bu görüştedir, ancak önce dört, sonra iki rekât kılmanın müstehab olduğunu söylemiştir. Bir kısmı da iki rekat kılınır demişlerdir.1


Bununla birlikte Resûlullah’tan, cumadan sonra fiilen iki rekat, kavlen dört rekat sabit olmuştur. Altı rekat ise sarih rivâyetle sabit olmamıştır. Iraki (v. 826/1422) şöyle der: Yanımızda evla olan cumadan sonra dört rekat kılınmasıdır. Çünkü Rasülüllâh salla'llâhü aleyhi ve sellem bu şekilde sabittir. Resûlullah’ın bazen iki rekât kılmış olması, dört rekâtın meşrutiyyetine mani teşkil etmez. Zira aralarında bir tearuz mevcut değildir. Bu durumda iki kılmak da, dört kılmak da meşrudur. Süfyan es-Sevrî ve İbn Mübârek’in görüşü de bu yöndedir.  


ibn Ömer rivâyeti ile ibn Mes’ûd rivâyetinin arası şöyle telif edilmiştir: Resûlullah cumadan sonra namazı mescidde kılınca dört kılmıştır, evde kılınca da iki rekat kılmıştır. Hz. Peygamber bu namazı bazen evde, bazen de mescidde kıldığına göre, evde de, mescidde de kılınabilecektir.


Cumadan sonra kılınan dört rekatın tek selâmla mı, yoksa iki selâmla mı kılınacağı konusunda alimler ihtilaf etmişlerdir. Ashab-ı rey ve İshâk b. Râhûye tek selâmla kılınacağını söylerken, Şafiî ve cumhura göre iki selâmla kılınır. 


Hadisler Işığında Terâvih Namazı


Terâvih, Arapça tervîha kelimesinin çoğulu olup “rahatlamak, dinlendirmek” gibi anlamlara gelmektedir. Oruç ibâdeti, hicretin ikinci yılının Şâban ayında farz kılındı. Aynı yılın Ramazan ayında tutulan ilk oruç ibadeti ile beraber bu günkü anlamda adı henüz konulmayan terâvih namazı da kılınmaya başlandı. Zîrâ asr-ı saâdette geceleyin kılınan her namaza “Kıyâmu’l-Leyl” denilmekte idi. Ramazan gecelerini ihyâ etmek için kılınan namazın her dört rek’atından sonra yapılan dinlenmelere “tervîha” adı verilmekte idi. Bu tervîha sayısının çokluğu nedeniyle “tervîha” nın çoğulu olan terâvih kavramı kullanılır hale gelmiştir.


Terâvih namazı hem uygulama zamanı açısından hem de başlangıç açısından teheccüd namazından farklı bir namazdır.


Zîrâ İslâm’ın ilk yıllarından îtibâren Hz. Peygamber ve Sahabe-i kiram, Müzzemmil sûresinin ilk ayetleri ile emrolunan teheccüd namazını kılıyorlardı. Terâvih namazı ise hicretin ikinci yılından itibâren başlayan bir ibadettir. Dolayısı ile bu namaz Ramazan ayına mahsus özel bir namazdır. Hz. Peygamber, “kim inanarak ve sevabını yalnızca Allah’tan umarak Ramazan kıyâmını (Terâvih namazını) kılarsa geçmiş günahları affolunur.” , “Allah (c.c) size Ramazan orucunu farz kıldı. Ben de onun kıyamını size sünnet kıldım.” ifadeleriyle Ramazan kıyamının (terâvih namazının) îfâ edilmesi sûreti ile insanın geçmiş günahlardan arınacağı müjdesini vererek ümmetini bu namaza teşvik etmiştir.


Hz. Peygamber, sözlü teşvikin yanında bunu birkaç gece namaz kıldırarak uygulama ile de göstermiştir. Hz. Peygamber’in sözlü teşvikleri ve uygulamaları ile sâbit olan Terâvih namazı, rek’at sayısı bakımından tartışmalı olmuştur.


Bunun nedeni, bu döneme âit İbn Abbas hadisi hariç rek’at sayısını bildiren herhangi bir rivâyetin olmamasıdır. 


Terâvih namazının rek’at sayısına yönelik Hz. Peygamber’in bir ifadesi olmadığı için âlimler bu konuda ihtilaf etmişlerdir. Sahabe döneminde terâvih namazının kılınmasına gelince; Hz. Peygamber’in vefatından sonra Hz. Ebû Bekir ve kısmen de Hz. Ömer zamanında terâvih namazı münferiden, yani cemâat olmaksızın kılınmaktaydı.


Hz. Ömer’in terâvih namazını cemaatle kıldırmayı ihdas etmesi, hicretin 14. yılının Ramazan ayına denk gelmektedir. Bu dönem, Hz. Peygamber’in vefâtının üç yıl sonrasına yani Hz. Ömer’in hılâfetinin birinci yılının sonuna denk gelmektedir.


Terâvih namazı, Hz. Peygamber tarafından birkaç kez cemâatle kılındığına göre, Hz. Ömer’in “Bu ne güzel bir bid’attır” sözü, Terâvih namazı kılmanın bir bid’at olduğunu göstermez. O halde Hz. Ömer bu sözüyle Terâvihin düzenli olarak (Cemâatü’l- Kübrâ) cemâatle kılınmasını, Hz. Peygamber’in kıldığı sayıya ziyâde yapılmış olmasını veya sekizden yirmiye çıkarılmış olmasını ya da hepsini kastetmiş olabilir.


İmam Mâlik, Muvatta’ında “Hz. Ömer’in, Übey b. Kâ’b ile Temîmü’d- Dârî’yi Ramazanda cemâate on bir rek’at namaz kıldırmak üzere imam tayin ettiğini, imamın her rek’atta yaklaşık yüz âyet okuduğunu, kıyâmın uzaması sebebiyle bastona dayanma ihtiyacı hissettiklerini ve fecrin doğmasına yakın bir zamanda evlere dağıldıklarını” kaydetmiştir.


 Hz. Ömer dönemine ait rivâyetlerde Terâvih namazının rek’at sayısına yönelik on bir, on üç ve yirmi sayıları zikredilmiştir. Ancak on bir ve on üç uygulamaları Terâvih namazının cemâatle kılınmaya başlandığı ilk zamanlara ait olup, sonraları yirmi rak’at olarak yerleşmiştir.


Bu yorum, Hz. Peygamber’in on bir rek’at dışında gece namazı kılmadığı rivâyetiyle uyumludur. Bu rivâyetlerden anlaşıldığına göre Terâvih namazı sekiz rek’at kıldırılıyor, fakat her bir rek’atta yaklaşık yüz âyet okunduğu için bu namaz oldukça uzun sürüyordu. Hz. Peygamber’in kıldırdığı namazlar da aynı şekilde uzun sürüyordu.


Maksat belli bir sayıda namaz kılmak değil, geceyi ihya etmek olduğu için gitgide, her bir rek’atta okunan âyet sayısı azaltılmış, buna mukabil Terâvihin rek’at sayısı artırılmıştır.


Hz. Ömer’in uygulaması ile bu sayı yirmi rek’at olarak yerleşmiştir.


Hz. Osman ve Hz. Ali zamanlarında ve daha sonraları da bu şekilde devam etmiştir.


Fıkıh mezheplerinin bakış açısına gelince; bu mezhepler, Terâvih namazı hakkındaki görüşlerini Hz. Ömer dönemi uygulamalarına dayandırmışlardır. Bu yüzden dört mezhep imamından hiçbiri, terâvih namazının yirmi rek’attan az olduğunu söylememiştir. Nitekim Ebû Hanîfe, terâvih namazı ile ilgili:


“Terâvih namazı müekket sünnettir. Hz. Ömer bunu kendinden uydurmuş değildir. Bu hususta bidatçi de değildir. Bu kararı verirken mutlaka bir delile, Hz. Peygamber’in bir sözüne dayanmıştır.” ifadesiyle Hz. Ömer’in uygulamalarını referans göstermiştir.


Terâvih namazının rek’at sayısı hususunda diğer mezheplerden farklı olarak Mâlikî mezhebi, bu namazın otuz altı rek’at olduğu görüşündedir. İmâm-ı Mâlik, bu konuda Medîne’lilerin tatbikatını referans almıştır.


Terâvih namazının rek’at sayısı hakkında vârid olan farklı sayıların (ister sahih, ister zaif ister başka başka hallerde olsun) rivayetlerin tümü doğrudur. Yukarıda zikredildiği gibi Ashâb ve Tâbiînden terâvih namazını yirmi rek’attan fazla kılanlar da olmuştur. Sahabe ve Tâbiîn bu kadar çeşitlilikte namaz kılmışlar ise, ümmetin de bu uygulamalardan birine ittibâ etmelerinde bir sakınca yoktur. Bilindiği gibi nâfile namazlar için rek’at sayılarını artırma ve eksiltme hususunda herhangi bir sınırlama söz konusu değildir.


Buradaki ölçü: Kişinin gücü nisbetinde bıkkınlığa ve yılgınlığa düşmeyecek şekilde, içinden gelen arzusunu tatmin edinceye kadar istediği miktarda nafile namaz kılmasıdır. Netice itibari ile İmam-ı Şafii’nin ve İbn Teymiyye’nin de beyân ettiği vechile kişi, Terâvih namazını; ister sekiz rek’at, ister yirmi rek’at veya daha farklı sayılarda kılsın. Bunların hepsi de hasendir.


Dileyen kıyâmı (kıraatı) uzatarak rek’at sayısını azaltır, dileyen kıyâmı (kıraatı) kısa tutarak rek’at sayısını artırır.


Bu hususta asıl olan, Ramazan gecelerini ihya etme gayretini taşımaktır. Terâvih namazı ile ilgili günümüzdeki tartışmalara gelince; bu namazın aslında teheccüd namazı olduğu, bu namazın sonradan ihdas edildiği, hatta Hz. Peygamber’in böyle bir namaz kılmadığı/ kıldırmadığı ve bu namazın rek’at sayıları ile ilgili meselelerdir.


Kanaatimizce bu tartışmaların nedeni; Terâvih namazı ile ilgili birçok rivâyet olmasına rağmen bunların etraflıca değerlendirilmeyerek sadece bir kısmına yer verilmesidir. Ayrıca Hz. Peygamber’in, ümmetine ağır geleceği endişesi ile kıldırmadığı bu namazı “terk etti” şeklinde yorumlanması, yine Hz. Ömer’in Terâvih namazı ile ilgili “Bu ne güzel bir bid’attır.” sözünün konunun bütünlüğü içerisinde değerlendirilmemiş olmasıdır.


Terâvih namazı ile ilgili rivâyetlerde Hz. Peygamber’in bu namazın rek’at sayısına yönelik herhangi bir ifadesinin olmayışı da bu tartışmaların diğer bir yönünü oluşturmuştur.


 


Kulluğun Kapsamına Girdiği Terimler


a)        Ritüel


Ritüel (rit), Latince bir kelimedir ve ibadetleri ifade etmede kullanılan teknik bir terimdir. Ritüel kavramıyla genellikle seremonik ayin ve ibadetler     kastedilmektedir. Bilhassa bu kavram; ‘ibadet esnasındaki düzen; sözlerle, jestlerle ve hareketlerle dini ayinin icrası, yani dini ayin, merasim ve ayin kitabı, adet edinilmiş’ gibi anlamları içermektedir


Sözlü ifadeler gibi ritüeller de aktörün bir başkasıyla ilişkileri hakkında açıkça veya imalı şeyler söyleyen davranışsal eylemlerdir. Ritüeller eskiden beri var olagelen normlar uyarınca, toplumun yaşamındaki önemli bazı olayları anmak ve açıklamak için belki bilinçli olarak düzenlenmiştir. Bununla birlikte, nisbeten basit eylemlerden oluşan ritüeller de anlam taşır (bir askerin selamı veya bir şöförün dönmek için işaret vermesi gibi). Hatta, aslında tamamen araçsal gayelerin yönlendirdiği eylemler bile (mesela bir hendek kazmak) nasıl icra edildiklerine bağlı olarak, anlamlı rollere sahip olabilirler. Dolayısıyla ritüeli tamamen müstakil bir davranış olmaktan ziyade, analitik bir davranış boyutu olarak tarif etmek daha yerinde gibi gözükmektedir. Ritüel sembolik anlamlıdır ve bu iletişimsel görevi yerine getirmek için genelde formel normlara uyum sağlar ve kendisine işlenmiş, seremonileştirilmiş nitelik verecek kadar ağdalı biçimde oluşturulmuştur.


b)       Kült


Kült, Latince cultus kelimesinden gelmektedir. Bir ilâha saygı, itina, kurallı ibadet gibi anlamlara gelmektedir.  Kült kavramı; tapınım, özellikle doğaüstü olduğu tasarımlanan kişiler, objeler veya onların sembolik temsilcileriyle ilişki kurmayı içeren geleneksel ritüeller topluluğu anlamına gelmektedir. Bir kült belirli bir tanrısallık veya sosyal grup ile birleştirilmiş düşünceler, etkinlikler ve uygulamalar koleksiyonunu içerir.    


Kült (Almanca: Kult, Fransızca: Culte, İngilizce: Cult) yüce ve kutsal olarak bilinen varlıklara karşı gösterilen saygı, onlara tapınıştır. Bu saygı ve tapınış, duayı, kurbanı, belli ritleri gerektirmektedir. Tapınaklar, toplantı evleri, kutsal olarak bilinen alanlar, tepeler, mağaralar, nehirler kült yeri olarak kullanılır. Kült için bayram ve tören vakitleri gibi belli zamanlar seçilmektedir.


c)        Mitoloji


Mit kavramı Yunanca mythos, Fransızca myte kelimesinden olup, anlamı; söz, (parola) nutuk, başlangıçlar zamanında cereyan etmiş olanı anlatmak, kahramanlar ve efsaneler devrinin hikayesi olarak tanımlanmaktadır.


Belirli bir uygarlığa ya da dinsel geleneğe özgü inançları, uygulamaları, kurumları ya da doğa olaylarını açıklamak amacıyla görünüşte gerçekten yaşanmış olayları aktaran, ama özellikle ayin ve törenlerle bağlantılı, çoğunlukla kökeni belli olmayan ve en azından kısmen geleneğe dayanan söylenceler toplamıdır. Sigmund Freud, simgesel iletişimin yalnızca kültürel tarihe değil, insan ruhunun işleyişine de bağlı olduğunu ileri sürmüştür. Böylece Freud tarihselliği aşan biyolojik bir insan kavramı ortaya atmış ve söylenceleri bastırılmış düşüncelerin anlatımı olarak yorumlamıştır.


Carl Jung, ‘kollektif bilinçdışı’ ile ondan türeyen ve genellikle söylencelerle kodlanan arketipler kuramıyla tarihselliği aşan ruhbilimsel yaklaşımı getirmiştir. Alman ilahiyatçısı Rudolf Otto ve dinler tarihçisi Mircea Eliade gibi bazı araştırmacılar, söylencelerin bilinçdışı kategorilere indirgenemeyen, bütünüyle dinsel olgular olarak anlaşılması gerektiğini ileri sürdüler. Ayin okulu olarak anılan çevreye bağlı araştırmacılar ise her söylencenin kendisine karşılık düşen bir ayinin açıklaması olarak işlev gördüğünü savundular.


Söylenceler ile âyinler arasında bir bağlantı olduğu gerçekten yadsınamaz, ama hangisinin önce geldiği de belirlenemez. Belirli bir söylenceyle bağlantılı olmayan hiçbir âyin yoktur, ama tamamlayıcı âyinleri bulunmayan söylenceler vardır. Gerçeğin ve bilginin taşıyıcısı sayılan söylencelerin evreni denetlemeye ya da insan eylemlerini etkin kılmaya yardımcı oldukları düşünülür. Mitolojiler çeşitli kategorilerde incelenir. Kozmogoni mitleri; dünyanın yaratılışını açıklar, etyoloji mitleri; varlıkların ve eşyanın menşeini açıklar, eskatologya mitleri; gelecekle ve dünyanın sonu ile ilgili mitlerdir, ahlak mitleri; bunlar hemen hemen bütün toplumlarda vardır, iyi ile kötü, melekler ve şeytanla ilgili mitlerdir.


Eski Yakındoğu’nun bıraktığı çeşitli mitolojik malzemenin incelenmesiyle işlevsel açıdan, mitos türleri şu şekilde de sınıflandırılabilir: Ritüel mitosları, orijin (etyoloji) mitosları, kült mitosları, prestij mitosları, eskatalogya mitosları.


Ritüel Mitosları:


Ritüelin yalnızca eylemlerden oluşmadığı bilinmektedir. Eylemlere, sihirsel etkileri ritüelin asal parçasını oluşturan sözler, şarkılar ve afsunlar eşlik etmektedir. Başka bir deyişle, ritüel, Yunanlılar’ın dromenon (dram) olarak adlandırdıkları söylenen sözler bölümünden, yani mitos (mit) bölümünden oluşmaktadır. Ritüelde mitos, oynanmakta olan oyunun öyküsünü anlatır, belli bir durumu betimler; ne var ki bu öykü, izleyici kitlesini eğlendirmek için söylenen sözler değildir; öykü, sözlerle bir güç, bir erk yaratılması için söylenmiştir.


Orijin (Etyoloji) Mitosları:


Bazı bilginler onu en eski mitos türü olarak kabul etmişlerdir. Nedenbilimsel mitos olarak da adlandırılır. İşlevsel açıdan, bir göreneğin, bir adın ya da bir nesnenin nasıl doğduğunun imgesel bir açıklamasını sunmaktadır. Örneğin Sümerler’in ‘Enlil ile Kazma’ mitosu bu en değerli tarım aracının bir Tanrı’nın etkinliğiyle nasıl doğduğunu açıklamaya çalışan bir öyküdür. Etyolojik mitosun bir başka örneği, Ya’kub’un bir doğaüstü varlıkla çatışmasını anlatan İbrani mitosunda,  İsrail oğullarının eski bir yiyecek tabusunun konulma nedeninin öyküsü vardır.


Diğer bir ifadeyle mitosların işlevi, insanlara başka yollarla dile getirilemeyecek, anlatılamayacak şeyleri, imgeleri kullanarak, simgesel terimlerle anlatmaktır. İşte burada mitos, simgeciliğin bir uzantısı olarak görünür.


d)       Sembol


Sembol (Latince “Symbolum, Symbolos”; Fransızca “Symbole”; İngilizce “Symbol), remiz, alem, misal, timsal ve alâmet karşılığında kullanılan, duyu organlarıyla idraki imkansız herhangi bir şeyi, tabii bir münasebet yoluyla hatıra getiren veya belirten her türlü müşahhas şey yahut işarettir.          Sembolle ilgili antropologlar, filozoflar, ilahiyatçılar, sanat tarihçileri, edebiyat eleştirmenleri çok çeşitli tanımlar yapmışlardır. Bu tanımlamalardan bir kısmını şöyle sıralayabiliriz: İnsan düşüncesinde görünemeyen bazı şeyleri, onunla ilişkisi nisbetinde görülebilir bir şekilde tasvir eden şeylere sembol denir.


Hazır olmayan veya idraki imkansız bulunan herhangi birşeyi, tabii bir şekilde zihne davet eden şahsî alâmetlere sembol denildiği gibi, aslî amellere, inançların ilkelerine ve dinî kanunlara da sembol denilmiştir.


Sembol, şüphesiz bir kültür ortamında belli bir duygu, eylem veya tutumu gösteren bir unsur, deyim, sistem, nesne veya bir ferttir. Sembol bilinen bir şekil ile, onun sembolleştirdiği nesne arasında tabiî ve itibarî olmayan benzetmeye dayanan bir tekabül fikrini gerekli kılar. Bir başka deyişle sembol, bir nesneye veya ruhî unsura eklenen hissedilir bir tasavvurdur.    


Duygularla algılanamayan şeyleri, algılanabilir bir hale getiren somut şeylere veya işaretlere sembol denir. Sembol açıklanamazın ifade biçimidir. Gustav Mensching’e göre, her şey sembol olabilir; ama hiçbir şey kendiliğinden sembol olamaz. Sembol, bir insanın yahut bir cemiyetin tesis ettiği bir şeydir. Her sembolün iki unsuru vardır ki, onlardan biri; sembolleştirilen veya sembol olarak kabul edilen madde, ötekisi de bu maddenin temsil ettiği manevî hakikattir. Bu iki unsurun işbirliğinden dolayı ortaya çıkan sembol, hayatın her sahasına ait olabilir. Mensching, her sembolün dile getirdiği bir hakikatin olduğunu söyleyerek, sembolün temsil ettiği hakikat ile karıştırılmaması gerektiğini ısrarla belirtmektedir.  Şayet buna dikkat edilmezse, sembol kendi mahiyetini kaybeder ve dile getirdiği gerçek hakikat gizlenmiş olur.


Psikolog Allwohn’a göre, sembolün aslını mistik dünya görüşü oluşturur. Sembol, kutsal bir hakikati maddî bir surette temsil etmekten uzak kalır; onunla ifade ettiği hakikat arasında akıl ile idrak edilemeyen gayr-ı mantıkî bir ilişki vardır. hakîki sembol, görülen bir surette görülmeyen bir hakikate işaret ederek, ruhun derinliğine, şuur altındaki sahalara kadar tesirler bırakıp, bir çok fikir ve duyguları uyandıracak kadar kuvvetlidir. Sembolde kutsal bir hakikat mevcut olduğundan, sembol, kutsal olanın iki tarafını; heybet ve korku uyandıran, celâl ile hayranlık ve zevk bahşeden cemâli ihtiva eder.  


Din alanı, soyut gerçekliklerin en fazla dile getirildiği alandır. Mü’minin, varlığına ve yüceliğine inanıp bağlandığı Allah, görülen ve doğrudan algılanan bir gerçekliğe sahip değildir. Dua ve ibadet Allah’la kurulan bir ilişki, O’nun varlığı ve yüceliği hakkında bilgi ve şuur kazanmadır. Bir insan, lider ve otorite olarak kabul edip kendisine bağlandığı ve her bakımdan itaat ettiği bir diğer insan karşısında, kendisini alçaltan ve onu da yücelten birtakım söz, hareket ve davranışlarla ilişkisini ortaya koyar. İnanan insan da kendisini görmediği ve kendisine yaklaşamadığı Allah karşısında duygu ve düşüncelerini ifade etmek ister. Dolayısıyla diğer dinlerde olduğu gibi, İslâm’daki bazı ibadetler de, insan-Allah ilişkisini dile getiren sembolik jestler ve bunlara eşlik eden sözlü formülleri ihtiva etmektedir.


e)        ibadet


İbadet kelimesi Arapça ‘abede- ya’budu’ kökünden, boyun eğmek, itaat etmek, alçalmak, kulluk etmek anlamlarına gelir. Bu kelime abede ve teabbede şekliyle Allah’tan başkası için kullanılmaz.


Arapça gibi Sami diller ailesinden olan İbranice’de ibadet anlamında ‘avd’ kökünden çalışmak, hizmet etmek anlamındaki avodah (avodah elohim: Allah’a ibadet) teriminin kullanılması kelimenin kökeni açısından dikkat çekicidir.


İbadetin çeşitli tanımları yapılmıştır.


“Kişinin nefsi istekleri hilafına, Rabbini tazim için yapmış olduğu davranışlara denir.”


“İnsanın ruhen ve bedenen, açık ve gizli bütün mevcudiyetiyle yalnız Allah’a yaptığı şuurlu bir taat ve yakınlıktır.”        


 “Allah’a karşı kulluk ve bağlılığı sözler ve hareketlerle ifade etmektir. İbadet, Allah’a hem şükran borcunu ödemek, hem de bağlılığı ve sevgiyi göstermek amacını güden tutum ve davranışlardır.”


İbadet ve ubûdiyet kavramlarında umum husus ilişkisi vardır. Ubûdiyet tezellülü, yani yetersizlik acz ve eksikliği açığa vurmakta olup, ibadet ubûdiyetten daha beliğdir. Çünkü ibadet tezellülün son noktasıdır. Ona ancak en üstün vasıfların sahibi Allah layıktır.” “ibadet dini bir takım saiklerle kişinin, yüce yaratıcıya yönelmesi, sevgi, saygı ve bağlılık ifade eden tutum ve davranışlarda bulunmasıdır.”    


İbadet kavramı dilimizde ‘tapınma’ anlamındaki şekli ibadetlere (ritüel) indirgenmiş bir anlamda kullanılmaktadır. Kur’an’da kullanılan ibadet kavramı bunları içermekle birlikte anlam alanı daha da geniştir; Allah’a imandan, O’nun iradesine uygun her türlü ahlaki doğru davranışa -salih amel- kadar bütün iradi eylemler ibadettir. Amel-i Sâlih (doğru davranış), günlük yaşamın bütün alanlarında (siyasî, hukukî, iktisadî, askerî vb.) gerçekleşebilir. Kur’an’da sözü edilen kulluk, günlük hayatta ritüellere de belli bir zaman ayırmaktan ibaret değildir. Önemli olan, bireyin tek tek davranışları değil, bir bütün olarak seçtiği hayat tarzının niteliğidir. İnsanın yaratılışından gelen çift kutupluluk, onun iki zıt yönde iki farklı yaşam sürmesine imkan vermektedir. Kişi, yapacağı tercih sonucunda kendisini, ya yeryüzünde insan onuruna yaraşır bir hayatı oluşturma / sürdürme (ıslah) yolunda, ya da tam tersi bir yolda (ifsad) bulacaktır. İnsanın kulluğunu gerçekleştirme sürecinde, şekli ibadetlerin yalnızca işlevsel roleri vardır. “Sana Kitap’tan vahyolunanı oku, namazı kıl; zira namaz çirkin ve kötü şeylerden alıkor... "


İbadetlerde dinin kişiselliği ve vicdaniliği kadar, toplumsallığı da içkindir. Öte yandan, genel olarak bilindiğinin aksine, ibadetlerin özü, biçimlerinde değil, bireysel ve toplumsal boyutlarıyla, insanın kendine yabancılaşmasını ve toplumdan kopmasını (anomi) önleme amacında gizlidir.  Nitekim tarih içerisinde ibadet biçimleri toplumdan topluma değişiklik gösterebilmiştir. “Biz, her ümmete, uygulamakta oldukları bir ibadet tarzı gösterdik....”  


İnsanlar yüceltme, sevgi, sığınma, korku, acziyet, dünyevi menfaat elde etme, zarar ve sıkıntılardan kaçınma ve kurtuluşa erme gibi duygu ve etkenlerle başlangıçtan beri yüce bir varlığa veya çeşitli varlıklara inanmış ve inandıklarına uygun bazı söz ve davranışlarla kulluklarının gereğini yerine getirmiş yani ibadet edegelmiştir.  Dua, mücerret manada düşünüldüğünde, istek ve dilekleri Yüce


Varlığa duyurmanın en mükemmel vasıtasıdır. Kul, yaratanından dileklerini, dilinin döndüğü, aklının yattığı her türlü vesveseden uzak tuttuğu nisbette arzularına kavuşacağı inancını taşır. Böyle düşünüldüğü takdirde dua bir ihtiyaç olarak karşımıza çıkar. İbadet ise bir vazifedir. Allah’ın kullarından istediği kulluk görevini, tayin edilmiş zamanlarda yerine getirmektir. Bunda bir nevi mevburiyet olup, isteğe bağlı değildir. Allah’a karşı kulluk görevi ancak ibadetlerle yerine getirilir.


Yapılan araştırmalar, insanlığın dinî tecrübesinde en yaygın ibadet şeklinin bir yüce varlığa veya çeşitli varlıklara dünyevî veya uhrevî gayelerle dua edip yalvarmak olduğunu ortaya koymuştur. Duanın şekli ferdin mensup olduğu dine göre istenildiği veya ihtiyaç hissedildiğinde tekrar edilen birkaç kelimeden ibaret olabileceği gibi, belirli mekan ve zamanlarla irtibatlandmlmış dini âyinler tarzında genişliğe ve yoğunluğa da sahip olabilmektedir. Gerek ilkel kabile dinlerinde gerekse semavî olan ve olmayan gelişmiş dinlerde Yüce Tanrı’ya ta’zimi ve şükrü ifade etmek veya tanrıların gazabından kurtulmak için kurban ve takdîme sunmak ibadetle ilgili uygulamalarda en önemlilerinden birini oluşturmaktadır. Kurban ve takdîmelerle topluca icra edilmesi gereken âyinler mabed ihtiyacını ortaya çıkarmış, bu şekilde mahallî şartlara ve dinlerin yapısına göre mimarileri değişen mabedler yapılmıştır. Belirli ibadetler mabede bağlı kılınmış ve bazı dinlerde mabedde ibadet teşvik edilmiştir. Yılın belli ay ve günlerinde oruç tutulması veya bir kısım yiyeceklere karşı perhiz uygulanması, bazı mekanların ve bölgelerin kutsal sayılarak ziyaret edilmesi de dini hayatı şekillendiren önemli ibadetler arasında yer almıştır.


Dinlerin hemen hepsinde ritüellerin olması, ibadet şekillerinin olması dinlerin kaynağının aynılığına işaret etmektedir. Şekiller farklı da olsa temelde yüce bir varlığa duyulan tapınma ihtiyacı ve saygı duyma vardır.


Namaz hep vardı


Kur’an-ı Kerim’den, hemen bütün ilahi dinlerde namaz ibadetinin mevcut olduğu anlaşılmaktadır.


Hz. Adem, Nuh ve İbrahim’den sonra namazı terk eden nesillerin geleceği,  Hz. Zekeriyâ’nın namaz kıldığı, Hz. İsâ’nın beşikteki mucizevî konuşmasında namaz vecibesine atıfta bulunduğu,    Hz. İbrahim’in yanı sıra Lût, İshak ve Ya’kub’a namaz emrinin vahyedildiği, Hz. İsmail’in halkına / ailesine namazı emrettiği, Hz. Lokman’ın oğluna namazı hakkıyla kılmasını öğütlediği, Hz. İbrahim’in namazı yalnız Allah rızası için kıldığını söylediği, kendisini ve neslini namazı dosdoğru kılan kullarından eylemesi için Allah’a dua ettiği, Hz. Musa’ya, Allah’ı anmak üzere namaz kılmasının emredildiği ifade edilmekte, Allah’ın İsrailoğulları’ndan yerine getirme sözü aldığı görevler arasında namazın da yer aldığı görülmektedir.


Yine Ashab-ı Kehf kıssası anlatılırken, mescid kelimesinin zikredilmesinden, o dönemde namaz ibadetinin var olduğu anlaşılmaktadır.


Yahudilerin Namaz İbadeti / Rukû/Tefillah/ Amidah


Yahudilik’te ibadetler günlük, haftalık ve yıllık olarak, ferdî veya cemaat halinde icra edilir.


İbadete başlamadan önce takdis edilmiş suya eli daldırarak veya bileğe kadar yıkayarak, ibadete hazırlık için bir nevî abdest alınır.


Ayrıca gerekli durumlarda vücudu tamamen suya daldırmak veya yıkanmak suretiyle gusledilir. Günlük ibadet ferdî yahut Mabed’de cemaat halinde, sabah, öğleden sonra ve güneş battıktan sonra dua etmekten ibarettir.


Tanrı’nın huzurunda başın örtülmesi gerektiği için diğer vakitlerden farklı olarak sabah duasında “dua atkısı “ örtülmekte, ayrıca sol pazuya ve alna Tevrat’ın Çıkış ve Tensiye bölümlerinden bazı kısımların yazılı bulunduğu muska şeklinde “dua kayışı” takılmaktadır.


Dua sırasında doğu tarafına Kudüs’e dönülür, ayaklar bitişik olarak ayakta durulur, eller semaya doğru uzatılır, baş öne doğru eğik vaziyette huşû içinde Tanrı’ya yakarılır. Dua eden kişi şükür ve tazim esnasında rükûya varır ve dua okuyarak kalkar, üç adım geri giderek sağa sola eğilir.


Yahudilik’te günlük ibadetin başlıca özelliği “tefillah” tır. Tefillah’ın özü niyazdır, fakat şimdi “Amidah” Kıyam olarak bilinmektedir ve Amidah ondokuz duadan ibarettir.


Bu dualardan ilk üçü Allah’a senayı, on üçü insanların ihtiyaçları için Allah’a yalvarışlarla, İsrail’in yeniden eski ihtişamına kavuşması için yapılan duaları, son üç dua ise, Allah’a şükür için yapılan duaları ihtiva eder.     


Esas dua ayakta yapılır. Diğer dualar sırasında dize gelme, secde, vücudu sallama ritüelleri görülmektedir.       İbadet esnasında dini metinler haham tarafından makamla okunur,bu sırada yarım rükû şeklinde hareketler göze çarpar.


Bu şekliyle Yahudilerin günlük ibadeti, Müslümanların namaz ibadetine benzemektedir. Bu benzerlikleri Mittwoch şöyle sıralamaktadır: Namazdaki başlangıç tekbirini, Yahudi ‘tefillah’ının takdislerine benzetmiştir. Müslümanlıkta namaz ayakta kılınır. Mittwoch, bu hususta, Yahudi ‘tefillah’ına “Amidah” denildiğini hatırlatır. Sonra rükû gelir, bu el avuçlarının dizlerin hizasına gelinceye kadar gövdenin eğilmesinden ibaret olup, Yahudilerin “keria” sına benzer. Yine secde benzeri formun da Yahudi ibadetlerinde olduğunu belirtir.


Haftalık Şabat ibadeti, sinagogda (havra) on üç yaşına girmiş en az on kişinin bulunması ile icra edilir. Sinagogun en önemli özelliği, Kudüs’e bakan duvarda mihraba benzer fonksiyona sahip özel bir mekanda Tevrat rulolarının yer almasıdır.


Sinagogda ibadet edenlerin oturması için sıra ve sandalyeler bulunur. Gelenekte ibadet erkeklere has bir dini faaliyet kabul edildiği için kadınlar başları örtülü olarak ayrı bir bölümde otururlar. Sinagogda yapılan ibadetin en önemli anı Tevrat rulolarının bohça içerisinden çıkarılıp okunmasıdır. Bu esnada başın bir takkeyle örtülmesi gerekmektedir. Tevrat bir yılda hatmedilecek şekilde belli kurallara göre okunur. Şabat gününde dindar bir Yahudi hiçbir iş yapmaz, bu ibadet cumartesi akşamı “havdala” (ayrılma) diye adlandırılan bir başka törenle sona erer.


İlahi dinlerden üç büyük dinin atası olan Hz. İbrahim’in: “Rabbim beni ve çocuklarımı namaz kılanlardan eyle!”   diye dua ettiği Kur’an-ı Kerim’de bildirilmektedir. Kitab-ı Mukaddes’te secde kavramının geçtiği pasajlardan Yahudilerde salat ibadetinin mevcut olduğunu söyleyebiliriz. “Ve sabahleyin erken kalktılar, ve Rabbin önünde secde kıldılar ve dönüp Ramaya evlerine geldiler...” “Ben de onu Rabbe armağan ettim yaşayacağı bütün günlerce Allah’a armağan edilmiştir. Ve orada Rabbe secde kıldı.” Kur’an-ı Kerimde geçen bazı ayetlerde namaz en önemli rüknü olan secde kavramıyla ifade edilmiştir. “Sabah akşam Rabbinin ismini yâdet. Gecenin bir kısmında O'na secde et; gecenin uzun bir bölümünde de O'nu tesbih et.”    “Hayır! Ona uyma! Allah'a secde et ve (yalnızca O'na) yaklaş!”  Hadis-i Şerifte şöyle buyurulmuştur: “Kulun, Rabbine en yakın olduğu hali, secdedeki halidir.”  


Netice olarak yahudilerin kutsal metinlerinde ve mevcut ibadetlerinde gördüğümüz kıyam, kutsal metin okuma, dua, rükû ve secdeyi andıran uygulamalar, onların salâtı /namazı olmaktadır.


Hristiyanların Namazı/ Masgeda/ Selota


 


Hıristiyanlık başlangıçta Yahudiliğin bir mezhebi gibi sayılmış, ilk Hıristiyanlar, Yahudi mabed ve ibadetlerine devam etmişler, fakat bu yeni cemaate katılmak, sadece Isa Mesih adına vaftiz olmakla mümkün görülmüştür.          


Bu ilk yahudi hıristiyanlar, diğer hıristiyanlardan farklı özelliklere sahiptiler. Bunlar Hıristiyanlığı Yahudiler arasında yaymayı gaye edinmişlerdi; bu dinin yahudilerin dışında yayılmasını istemiyorlardı. Bu sebeple Yahudi dini geleneğinden bazı şeyleri bu yeni dinle birlikte yürütüyorlardı. Yahudi geleneğinden muhafaza ettikleri ilkelerin başında da tevhid inancı geliyordu.


Hıristiyanlar arasındaki ilk ihtilaflara giderek yenileri eklendi. Kostantin, bu ihtilafları gidermek için 325’te İznik’te bir konsil topladı. Hıristiyan inançları, bu konsilde tartışıldı. İmparator Kostantin’in desteğiyle, Hz. İsa’nın tanrılığını reddedip onun yaratılmış olduğunu savunan Aryüsçülere karşı, İsa’nın tanrılığını savunan Pavlus geleneğine tabi olanlar hakimiyet sağladılar. Önce Ebionitlerin yaşattığı tevhid, Hz. İsa’nın sadece peygamber olması, sünnet, bir çeşit abdest- gusül gibi inanç ve gelenekler IV. Yüzyıldan sonra artık görünmez oldu.


Müslüman bakış açısına göre Hıristiyanlar, Tanrı’yı “İsa’laştırmıştır”; çünkü İsa’dan beri Tanrı-İnsan’dan bağımsız olarak Tanrı’yı düşünmek veya O’na ibadet etmek mümkün olmamıştır; ve Tanrı’yı Hıristiyanlığın düşüncesinden farklı olarak düşünen kimse Tanrı’yı bilmemekle suçlanmıştır. İsa’dan bağımsız Tanrı’ya ibadet etmek -veya İsa’nın Tanrı olmadığını iddia etmek- İsa’nın ve dolayısıyla Tanrı’nın düşmanı olmakla bir tutulmuştur. Kısacası, Müslümanların düşündüğü gibi Hıristiyanlar, kendilerinden evvel gelen tüm dinleri inkar etmek suretiyle ve belli bir İlâhî Tezahür’e ibadeti mutlaklaştırarak bir anlamda Tanrı’ya ibadeti müsadere etmişlerdir. Buna karşılık İslam, insanlığın son dönemine ait işlerde münhasıran kendi hakkı olduğunu iddia etse de Hıristiyanlık öncesi monoteist (Tevhidî) ibadet biçimlerinin geçerliliğini kabul eder.


Hıristiyanlığa göre İsa’nın çarmıha gerilmesi ve diriltilmesinin ardından Hıristiyanlık Yahudilik’ten tamamen kopmuş, İsa’nın havârîleriyle son yemeğinin anısına düzenlenen Evharistiya âyini Hıristiyanları Yahudilerden ayıran temel ibadet olmuştur.    


Hıristiyanlar’da günlük, haftalık ve yıllık olmak üzere üç çeşit ibadet vardır. Hıristiyanların kutsal kitabında, Hz. İsa’nın ibadet hususunda tavsiye ettiği dini uygulamada bir açıklık olmamakla birlikte dua konusunda telkinleri bulunmaktadır. Günlük ibadet, önceleri günde yedi defa iken, sonradan sabah- akşam olmak üzere ikiye indirilmiştir. Kilise toplu ibadetleri ferdi ibadetten üstün gördüğü için, mecburi olmasa da, sabah ve akşam ibadeti papaz nezaretinde kilisede yapılır. Bu ibadetler esnasında İncil’den pasajlar okunur, ilahiler söylenir. İncil ayakta dinlenilir, diğer metinler oturarak takip edilir. Dualar diz çökerek ve yerlere kapanarak yapılır. Haftalık ibadet, Pazar günü sabah- akşam olmak üzere iki vakitte yapılır. Hıristiyanlıkta Pazar gününe, Hz. İsa’nın diriliş günü kabul edildiği için önem verilir. Pazar ibadetinde “Evharistiya” (ekmek- şarap âyini) ile İsa’nın manevi vücuduna iştirak edilmiş olunacağına inanılır. Günlük ibadette olduğu gibi bu ibadet esnasında da; kutsal kitaptan parçalar okunur, ilahiler söylenir ve vaazlar verilir.  Yıllık ibadet, bayram ve anma günü şeklindedir. Kilise yılı, normal yıldan farklıdır. Bazı bayramların günü sabit olup, bazıları her yıl yeniden tesbit edilir. Kilise yılında genellikle dört devre bulunur: Advent devri, İsa’nın doğum gününü hazırlayan dört hafta süren tevbe zamanıdır. Noel devri, İsa’nın doğum günüdür. Üçüncüsü büyük paskalya oruç hazırlığı, sonuncusu ise paskalya devridir.


Hıristiyanların dini hayatında “Sakramentler” çok önemli bir yer tutar. Bizzat Hz. İsa tarafından tesis edilen kurumlara ve yaşadığı tecrübelere kilise aracılığıyla katılmak anlamını ifade eder. Sakramentler şunlardır: Vaftiz (bir nevi abdest), Evharistiya, konfirmasyon (kuvvetlendirme), günah itirafı, son yağlama, rahip takdisi ve nikahtır.


Sonuç olarak, Hıristiyan ibadetinde de, namazda olduğu gibi kıyam, secde ve ka’de fomlarının olduğu görülmektedir. Yine, Ârâmice’deki ‘Selota’ kelimesiyle, Süryânî ve Nabâtî dillerindeki ‘Masgeda’ kelimesi, Hıristiyanlığın salâtla ilgisini göstermesi bakımından dikkat çekicidir.     


Süryânîler’in rükûlu, sücudlu salâtlarının olduğu bilinmektedir. Ayrıca Kur’an-ı Kerim, Hz. Meryem ve Hz. İsa’nın salâtından bahsetmektedir. Bütün bu hususlar, salâtın muhteva olarak


Hıristiyanlık’ta da mevcut olduğunu, yukarıda zikredildiği gibi zamanla İsa anısına, İsa odaklı bir ibadet durumuna dönüştüğünü göstermektedir.


İslamdan Önce Namaz Vardı.


Arap müşriklerinin akîdesi şirk olduğu gibi ibadeti de şirke bulaşmıştı. Müşriklerin çoğunun evinde bir put bulunur ve girip çıkanlar tarafından ta’zîm ile mesh olunurdu. Harem-i Şerif’e girenler de Kâbe’yi tavaf ettikten sonra putlara mesh ederlerdi.      


 Diğer taraftan namaz ibadetinin en önemli rüknü olan ve ibadet eden mü’minin , önündeki bir şeye alnını koymasını belirten sücûd (secede fiili) İslam’dan önceki Araplar arasında biliniyordu. Onlarda secde, ibadet derecesine varan derin bir hayranlığın ifadesi idi. İslam öncesi arap şiirinde de “Salât ve Secde” kavramları, Kur’an’ın namaz düşüncesine yakın anlamlarda kullanılmıştır.


Cahiliye Arapları arasında, İslam öncesinde muayyen bir namaz şeklinin bulunmadığı anlaşılmaktadır. “Onların (müşriklerin) salâtı ıslık çalmak ve el çırpmaktan ibarettir,” meâlindeki âyette geçen “salât” kelimesi, daha çok müşriklerin, Müslümanların Kâbe’deki ibadetlerine karşı ibadet görüntüsü verdikleri bir engelleme hareketi olarak yorumlanmıştır. İbn Abbas’ın bir açıklamasına dayandırılan bir yoruma göre; Kureyş kabilesinin ıslık çalıp el çırparak Kâbe’yi tavaf etme şeklinde bir ibadetleri vardı.


İslam öncesi Hicaz-Arap toplumunda Hz. İbrahim’in tebliğ ettiği tevhid dininin etkilerinin ve bazı ibadet türlerinin şekil ve mahiyet değiştirerek de olsa devam ettiği, “Hanîf” diye isimlendirilen Ebû Zer el-Gıfârî ve Zed b. Amr b. Nüfeyl gibi kimselerin Kâbe’ye yönelerek salâtı îfâ ettikleri anlaşılmaktadır.     


Hz. Muhammed peygamber olarak gönderilmeden önce, Ebû Zer’in üç yıl namaz kıldığı kaynaklarda zikredilmektedir. Kus b. Saîde’nin de namaz kıldığı nakledilmektedir.


Bu ifadelerden Hz. İbrahim’in dininde mevcut olan namaz ibadetinin, cahiliye Araplarının zamanla birçok hususu terk edip unuttukları gibi namaz ibadetini de terk ettiklerini anlamaktayız. Diğer taraftan salatın muhtevasında olan kutsal olana saygı, ta’zim, secde ve dua gibi ritüellerin şirk karışmış da olsa, şekil olarak cahiliye döneminde uygulandığı görülmektedir.


Üç Dinde Abdest Vardır


 


Dinlerin hemen hepsinde ibadete hazırlık bağlamında temizlik uygulamaları vardır. İslam’da bunun karşılığı abdest ve gusüldür. İslam’a göre, namaz kılmak, Kâbe’yi tavaf etmek, Kur’an-ı Kerim’e dokunmak gibi ibadetleri yerine getirmek için, abdest almanın gerekli olduğu Kur’an ve hadislerde belirtilmiştir.  Kur’an’da şöyle buyurulmaktadır:


“Ey iman edenler! Namaz kılmaya kalktığınız zaman yüzlerinizi, dirseklerinize kadar ellerinizi yıkayın; başlarınızı meshedip, topuklara kadar ayaklarınızı da (yıkayın). Eğer cünüp oldunuz ise, boy abdesti alın. Hasta, yahut yolculuk halinde bulunursanız, yahut biriniz tuvaletten gelirse, yahut da kadınlara dokunmuşsanız (cinsî birleşme yapmışsanız) ve bu hallerde su bulamamışsanız, temiz toprakla teyemmüm edin de yüzünüzü ve (dirseklere kadar) ellerinizi onunla meshedin. Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez; fakat sizi tertemiz kılmak ve size (ihsan ettiği) nimetini tamamlamak ister; umulur ki şükredersiniz.”


Namaz, ibadet duygusu ile Allah huzuruna çıkmak, belli şekillerle O’na tapınmak ve O’nunla konuşmaktır. Namaz Allah’ın, kulunu, huzuruna kabul etmesidir. İşte bu kabul ve bu ubûdiyet arzı, bir hazırlığı gerekli kılmaktadır. Huzur-ı ilâhîde duran kulun uyanık, şuurlu, içi ve dışı ile tertemiz olması gerekir; abdest ve gusül bunları temin için en güzel vasıtadır.


Yahudilerde de ibadetleri yerine getirmek için, abdeste benzer bir uygulamanın olduğu Tevrat’ta yer alan şu ifadelerden anlaşılmaktadır:


“Rab, Musa’ya şöyle dedi: Yıkanmak için bir tunç kazan, onun ayağını da tunçtan yapacaksın. Onu toplanma çadırı ile mezbahın arasına koyacaksın; içine su koyacaksın. Harun’la oğulları ellerini ve ayaklarını ondan yıkayacaklar. Toplanma çadırına girdikleri zaman, yahut Rabbe ateşle yapılan takdimeyi yakmak için, ibadet ederek mezbaha yaklaştıkları zaman ölmesinler diye su ile yıkanacaklar ve onlara, kendine ve zürriyetine nesillerince ebedi kanun olacak.


İslam dinindeki abdestte ellerin ve ayakların yıkanması farz olduğu düşünüldüğünde, Yahudiler’deki ibadet etmek için, ibadet yeri olan toplanma çadırına girildiğinde su kullanılarak ellerin ve ayakların yıkanması dikkat çekicidir. Nitekim bazı İslami kaynaklarda yer alan rivayetlerden, ibadetlerden önce abdest alma uygulamasının daha önceki peygamberlere ve ümmetlerine de gerekli kılınmış olduğu görülmektedir. Hz. Peygamber, abdest azalarını üçer defa yıkayarak abdest almış ve “Bu abdestin en mükemmelidir, bu, benim ve İbrahim Halilullah’ın abdestidir”,        buyurmuştur. Bir başka rivayette ise; “Bu, benim ve benden önceki Rasüllerin abdestidir,   buyurmuştur.


İslam öğretisindeki gusül abdestinin Yahudilerde de benzer şekilde uygulandığını görmekteyiz. Tevrat’a göre lohusa kadın, bu esnada Beyt-i Makdis’e giremeyecek, mukaddes hiçbir şeye dokunamayacaktır.İslam dini, lohusaların namaz kılmamaları, oruç tutmamaları, kabe’yi tavaf etmemeleri, Kur’an’a el sürmemeleri, mescitlere girmemelerini emrederek, Yahudilik’teki, lohusaların mukaddes şeylere dokunmamaları ve Beyt-i Makdis’e girmemelerine dair uygulamaları benimsemiştir.  Ancak İslam, Yahudilikteki lohusanın murdar olduğu anlayışını benimsememiştir. Hz. Peygamber: “Mü’min necis olmaz,”  buyurmuştur. Yahudilikte hayız ve cünüplükten dolayı da gusletmenin gerekli olduğunu görmekteyiz.


Tevrat, cünüp kimsenin bedenini yıkayıp, akşam güneş batıncaya kadar devam eden murdarlık süresince mukaddes şeylerden yemesini yasaklamıştır. Ayrıca üzerinde meni bulaşığı olan her elbisenin yıkanılmasını emretmiş, yıkanan bu elbiselerin akşama kadar murdar olacağını bildirmiştir.          İslam, Yahudilikteki lohusa, hayız ve cünüp olanın murdar olduğu anlayışını, “Mü’min necis olmaz” ilkesi gereği benimsememiştir.


Bugün Hıristiyanlık’ta ibadet için abdeste benzer bir uygulama bulunmamaktadır. Başlangıçta Yahudilik’tekine benzer uygulamaların varolduğu bilinmektedir. Nitekim Brockelmann: “O’nun (Muhammed’in) Hıristiyan zahidlerin yaptıklarına uygun bir şekilde devamlı olarak yaptığı dua ve zikirler gibi diğer ibadetler, hususi bir meşguliyet sayılıyordu. Şüphesiz daha başlangıçta, bazı Hıristiyan tarikatlarında olduğu gibi, namazdan önce abdest alınıyordu.” demektedir.


Bugün hıristiyanlık’ta yine aynı şekilde, Yahudilik ve İslam’a göre guslü gerektiren durumlarda gusletme uygulamasının da bulunmadığı görülmektedir. Yahudilik’te ve İslam’da mevcut olan bu uygulamayı, Hıristiyanlığa yeniden şekil veren Pavlus’un kaldırdığı ileri sürülmüştür.  Hıristiyanlık’ta mecburi bir yıkanma olarak vaftiz uygulamasını görmekteyiz. İnciller, Yahya Peygamber  ile İsa Peygamber’in      su ile vaftiz yaptıklarını haber vermektedir. Vaftiz, Yunanca suya batırmak anlamına gelir.          Doğu kilisesinde vaftiz edilen kişi tamamen suya batırılır.


Ayrıca ilk Hıristiyanlar’dan olan Ebionitler’de guslün mevcut olduğu kaydedilmiştir.


Cahiliyye devrinde müşrik Arapların, cünüplükten dolayı guslettikleri, misvak kullandıkları, mazmaza ve istinşak yaptıkları görülmektedir.  Ebu Süfyan, Bedir savaşında Mekkelilerin hezimete uğraması sebebiyle, Hz. Peygamber’le savaşıncaya kadar, cünüplükten dolayı başına su değdirmemeye nezretmiştir.  Süheylî, Ebu Süfyân’ın bu nezri ile ilgili olarak; “cünüplükten dolayı gusletmek, cahiliye devrinde, hac ve nikah gibi Hz. İbrahim’in dininden kalma bir iz olarak kendisiyle amel edilen bir husustu,”      demektedir. Yine cahiliye çağında hayızlı oldukları için putlara yaklaşmayan, el sürmeyen putperestlerin bulunduğu bilinmektedir. Bunun sebebi hayızlı kadınların temiz kabul edilmemesidir. Diğer taraftan Haniflerin hayız, nifas,cünüplük gibi hallerden dolayı guslettikleri bilinmektedir.


Abdest konusunu ele alan bazı batılı müellifler, İslam’da gerek abdest gerekse temizlikle ilgili diğer hususların Hz. Peygamber tarafından Yahudi, Hıristiyan ve hatta putperest Arap kaynaklarından alındığını ve geleneklerin etkisi altında geliştiğini iddia etmektedirler. Bu iddialara tersinden bakıldığında İslam’ın kendinden önceki ilahi dinlerin, ilahi geleneğin bir devamı olduğunun bir göstergesidir. Ayrıca bugün bu dinlerdeki -diğer konularda olduğu gibi- temizlik ve abdest konusundaki bozulmanın da bir isbatıdır. Aynı zamanda ilahi gelenek icabı abdestin evrensel bir fenomen olduğunun göstergesidir.


Her Dinin Kıblesi O’nundur.


Kıble, sözlükte “yön, yönelinen cihet veya şey” anlamında olup, terim olarak Müslümanların namazda yönelmeleri gereken istikameti, Kâbe’yi ifade eder. Ayrıca kâmet, ezan, cenazenin defni, hayvan kesimi, dua gibi hususlarda da Kâbe’ye yönelmek söz konusudur.  Kıble kelimesi Kur’an-ı Kerim’de beş ayette yedi defa geçmektedir.


Gerek semavî dinler gerekse diğer din mensuplarında, inananların özellikle bazı bedenî ibadetleri yerine getirirken belli bir istikamete, kutsala yönelmeleri gerekli görülmüştür. Kıble olarak seçilen mekân ya ilahî olanın bulunduğu var sayılan yöndür ya da dinsel gelenekte önemli bir role sahip olan bir şehir veya yapının bulunduğu taraftır. Kutsalla bir şekilde ilişkilendirilen bu yer veya yönler insanlar tarafından seçilmezler, sadece keşfedilirler. Kutsal mekanlar ilahî bir işaretle belirlenirler.


Mayalar ibadetlerinde güneşe doğru yönelmişlerdir.


Sabiîler dua ederlerken ışık âleminin bulunduğu yön olarak düşündükleri kuzeye doğru dönmüşlerdir.


 Essenîler doğan güneşe doğru tapınmışlardır.


Maniheistler evrenin en yüksek ve gökyüzünün orta yeri kabul ettikleri kuzey kutbuna dönerek ibadet etmişlerdir.


Harrânîler’in güney kutbuna doğru yöneldikleri söylenmektedir.  


Yahudilik’te ibadetler Kudüs’e dönülerek yapılmakta olup bu yön “misrah” doğu yönü olarak adlandırılmaktadır. Yahudilerin evlerinde de, bu yönü göstermek için duvara “Misrah” levhası asılır.       Yahudiliğin dini metinlerinde de Kudüs’ün kıble olduğuna işaret edilmektedir. “ve Rabbe seçtiğin şehre ve ismin için yaptığım eve doğru dua ederlerse, o zaman dualarını ve yalvarışlarını gökte işit ve onların davalarını gör” başka bir pasajda da, Danyal’ın, günde üç defa Kudüs yönüne doğru dua ettiği kaydedilmiştir.    


Kudüs’ün Dâvud tarafından Yebûsîler’den alınışından sonra Rab Yahova, Dâvud’a Mâbed’i inşa edeceği yeri melek aracılığıyla bildirmiştir.


Hıristiyanlar da ibadetlerini Kudüs’e, doğu yönüne yönelerek yapmaktadırlar. Çünkü İsa Mesih doğuda, Beytlehem’de doğmuş, onun doğumu üzerine müneccimler doğudan gelmişler, doğumuna işaret eden yıldızları da doğuda görmüşlerdir.


Cahiliyye döneminde müşrik arapların da Kâbe’de ibadet ettiklerini şu pasajlardan anlıyoruz:


“Onların Kabe’de (yapmış oldukları) duaları ve ibadetleri de ıslık çalmaktan ve el çırpmaktan başka bir şey değildi. O halde inkâr etmenizden dolayı azabı tadın!”  Ayrıca İslamiyet’in zuhurundan önce Hanifler de Kâbe’ye saygı gösteriyor ve ona doğru yönelerek namaz kılıyorlardı.


Hz. Peygamber’in hicretten önce on yıl boyunca kıble olarak hangi tarafa yöneldiği konusunda kesin bir bilgi bulunmamakta, bu hususta üç farklı rivayet zikredilmektedir. Katâde’den nakledilen rivayete göre Resul-i Ekrem (sallallâhü aleyhi ve sellem) Mekke döneminde Kudüs’e yönelerek namaz kılmıştır.


İbn Cüreyc, Resulullah’ın önceleri Kâbe’ye, daha sonra Kudüs’e yönelerek namaz kıldığını kaydeder.


Bu iki rivayet çerçevesinde Ensar’ın da hicretten önce iki veya üç yıl boyunca Kudüs’e doğru namaz kıldığı belirtilir. İbn Abbas’tan nakledilen ve bu iki görüşü telif eden rivayete göre ise Hz. Peygamber Kâbe’yi önüne alarak Kudüs’e doğru namaz kılmaktaydı.


Medine döneminde, hicretten on altı veya on yedi ay sonra kıblenin Kudüs’ten Kâbe’ye çevrildiği kabul edilir.   


Bu süre içinde Hz. Peygamber Kudüs’e yönelerek namaz kılmakla birlikte ilgili ayette de, “Biz senin yüzünü gökyüzüne çevirdiğini biliyoruz. Şimdi seni hoşnut olacağın kıbleye döndüreceğiz,”  denilerek işaret edildiği üzere Kâbe’nin kıble yapılmasını arzulamakta ve bu hususta bir vahiy beklemekteydi. Bu arzunun, Yahudilerin, “O ve ashabı kıblelerinin neresi olduğunu bilmiyorlardı, biz öğrettik” veya “O bize muhalefet ediyor, ama kıblemize uyuyor,”  şeklindeki sözlerinden duyduğu üzüntüden kaynaklandığı yahut Yahudilerin İslam’a girmesinden ümidini kesmesi, Kâbe’nin Hz. İbrahim’in kıblesi olması ve Arapları İslam’a davet için daha uygun bulması sebebiyle bunu arzuladığı kaydedilir.  Ayetin devamında yer alan, “artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir, siz de yüzlerinizi ona doğru çevirin” hükmü bu dua ve beklentinin ilâhî irade tarafından onaylandığını ve kalıcı bir ilke olarak vazedildiğini bildirmekte, müteâkip ayetler de Ehl-i kitap ile Müslümanların kıblelerinin kesin bir şekilde ayrıldığını vurgulayarak Kâbe’ye dönme hükmünü pekiştirmektedir.


Böylece; “Allah’ın evi” diye nitelenen Kâbe, Allah’ın huzurunda duruşun ve O’na yönelişin en derin ve somut ifadesi sayılan namaz başta olmak üzere çeşitli ibadet ve davranışlarda yönelinen, bu bakımdan İslam ümmetinin birliğinin en önemli tezahür ve sembolü olarak nihâî kıble yapılmıştır.    


Her manevî oluş temelde ferdî bir mahiyet taşır. Aynı ruhî ve manevî temayüllere sahip bulunan insanlar arasında birlik ve bütünleşme de ancak ortak maddî ve içtimaî tezahürlerle mümkün olur. Kur’an-ı Kerim’de “her ümmetin yöneldiği bir kıblesi bulunduğuna” yapılan vurgu maddî ve manevî alanda ortak şuura bağlı bir toplumun teşekkülünde kıblenin son derece önemli rol oynadığını göstermektedir. Gerek manevî ferdî derinlik ve olgunluk gerekse ortak toplumsal kimlik bakımından namaz ve kıblenin sahip olduğu merkezi rol sebebiyle, İslam ümmetine mensubiyet ve ehl-i salât veya daha yaygın olarak ehl-i kıble şeklinde ifade edilmiş, din yorumları ne kadar farklı ve aşırı olursa olsun temel çerçevenin dışına çıkmadıkça bütün mezhep ve fırkalar ehl-i kıble olarak Müslüman sayılmıştır.


Kutsal olana yönelme, -semavî veya diğer dinlerde- kutsala bağlılığın, o taraftan olmanın, aidiyetin bir sembolü olmuştur. Bir simge, bağlamı ne olursa olsun pek çok gerçeklik bölgesinin birleştiği temel bir bütündür. Simgeler sayesinde biyolojik, antropolojik ve kozmik pek çok bölgenin ve düzlemin ilkelerle özdeşleşebildiği görülmektedir.  Sembollerin insanlık tarihinde, özellikle insanlığın dini hayatında çok önemli işlevleri / anlamları vardır. Semboller, neyi sembolize ediyorsa gücünü ondan alır. Yani arka plan işlevini yitirirse sembol, ritüel bir eylem olmaktan öte bir anlam ifade etmez. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulmaktadır. “İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl iyilik, o kimsenin yaptığıdır ki, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır. (Allah'ın rızasını gözeterek) yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve kölelere sevdiği maldan harcar, namaz kılar, zekât verir. Antlaşma yaptığı zaman sözlerini yerine getirir. Sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreder. İşte doğru olanlar, bu vasıfları taşıyanlardır. Müttakîler ancak onlardır! ”


Yukarıdaki Ayet-i Kerime’de; iyiliğin yüzleri doğuya veya batıya çevirmek olmadığı ifade buyurulduktan sonra, asıl iyiliğin ne olduğu hususunda, Allah yolunda olmanın, mü’min olmanın, bağlılığın ilkeleri sıralanmıştır. Aslında bu ilkeleri benimsemeden salt yönelmenin, ritüelin pek de bir anlamı      olmadığı anlaşılmaktadır.


Dinin ilkelerini ve onları temsil eden semboller belirleme yetkisi Allah’a aittir. İnsanlara düşen görev onları tartışmak değil, itaat etmektir. Allah’ın tayin ettiği kıbleye yönelmek, O’nun emirlerine uymakla eş değerdedir. Kıble olarak Mescid-i Haram tarafına dönmek, Kur’an’ın öğretilerini benimsemeyi, ilâhî değerleri özümsemeyi ifade eder. Şeklen ve kalben kıbleye yönelmek, mü’min kimselere edindiği gaye ve yürüdüğü yol için istikamet tayin eder. Kıbleye yönelmek, müslümanın inanç ve davranışlarında izlediği yolu sembolize eder. Allah’ın Müslümanlar için bir kıble tayin etmesi, onlara doğru yolu göstermesi, amaç ve hedeflerini belirlemesi anlamına gelir.     


Yahudilerin Kurbanı


Kurban, Yahudilikte temel dini ibadetlerden birisidir. Mabed döneminde kurban ibadeti çok önemli bir yer tutmaktadır. Fakat Mabed’in M.Ö. 586 yılında tahribi ve Yahudilerin Babil’e sürgün edilmesinden Mabed’in tekrar yapılmasına kadar bu ibadete ara verilmiş, M.Ö. 515 yılında Mabed’in yeniden yapılmasıyla tekrar başlayan bu ibadet  Mabed’in M.S. 70 yılında İmparator Titus tarafından yıkılmasından sonra İsrail fakihlerinin içtihadı ile Mabed ayakta olmadığı gerekçesiyle bırakılmıştır.  Yahudilik’te kurban ibadeti sadece Süleyman Mabed’inde içra edilebilir, bundan dolayı sinagoglarda kanlı kurban kesme adeti yoktur.


Yahudilik’te bazı hayvanların veya yiyeceklerin, Tanrı’ya bağlılığın bir işareti olarak ve O’nun lütfunu kazanmak, affına mazhar olmak niyetiyle bir mezbah üzerinde tamamen ya da kısmen yok edilmesinden ibaret olan kurban ibadetinin tarihi Hz. İbrahim’e kadar götürülmektedir. Onun döneminde sığır, davar, kumru, güvercin gibi hayvanlar Tanrı’ya sunulurdu.  Tevrat’a göre, Hz. İbrahim, oğlu Ishak’ı kurban etmek istemiştir.            Ancak Allah buna izin vermemiş, “Biricik oğlunu benden esirgemedin” buyurarak, kurban olarak bir koç göndermiş, bu koç Hz. İbrahim tarafından oğlunun yerine yakılan kurban olarak takdim edilmiştir.    Hz. İbrahim’in, oğlu İshak’ı kurban etmek istediğine dair Tevrat rivayetini, Hıristiyanlar da aynen benimsemektedirler.  İslam alimlerinin görüşüne göre, kurban edilmek istenen Hz. İshak değil, Hz. İsmail’dir.  Dolayısıyla Yahudiler, ataları kabul ettikleri Hz. İshak’ı Allah’a kurban olarak takdim edilen kimse olarak görmek istemişlerdir.


Hz. İbrahim’in oğlunu kurban etmek istemesi Kur’an tarafından da haber verilmektedir.      Bu konudaki bazı rivayetlerden, Hz. İbrahim’in kurban etmek istediği oğlunun Hz. İsmail olduğu anlaşılmaktadır. Bu rivayetlerden birisine göre, Hz. Peygamber: “Gerçekten kurbanlık İsmail’dir” buyurmuş, diğer bir rivayettede, kendisine “Ey iki kurbanlığın oğlu” diye hitap edilmesine ses çıkarmamıştır.


Muhammed Hamidullah, Hz. İbrahim zamanında müesseseleşen bu çeşit kurbanın, İslam öncesi Araplar arasında, yani ilk doğan oğul olan Hz. İsmail soyundan gelen Araplar arasında devam edip, Yahudiler arasında görülmediğini kaydetmektedir.


Kitab-ı Mukaddes’te yer alan pasajlardan Yahudilikte, bazı dönemlerde insan kurbanının uygulandığını görmekteyiz.


Ancak insandan olsun yahut hayvandan olsun, yahut mülkü olan tarlalardan olsun, kendisinden olan bütün şeylerden bir kimsenin Rabb’e vakfettiği hiçbir şey satılmayacak ve fidyesi verilmeyecektir; her vakıf Rabb’e çok mukaddestir. İnsanlar arasından vakfedilen bir kimse için fidye verilmeyecek; mutlaka öldürülecektir.”


 İnsan kurbanıyla ilgili bir diğer pasajda ise; “...Oğullarının ilk doğanını bana vereceksin. Kendi öküzlerin hakkında ve kendi koyunların hakkında da böyle yapacaksın; yedi gün anası ile beraber kalacak; sekizinci gün bana vereceksin.”


Her şeyin ilkinin Tanrı’ya ait olduğu anlayışı, Yahudiliğin dışındaki dinlerde de karşımıza çıkmaktadır. Her halde bu anlayış, insanoğlunun eski uygulamalarının bir uzantısı olarak Yahudilikte de devam etmiştir. Gerek Tanrı’ya vakfetme suretiyle ve gerekse ilk erkek çocuğun Allah’a verilmesi suretiyle uygulanan bu iki örnek, aslında yaygın olmasa da Yahudilikte ritüelik manada insan kurbanının mevcut olduğunu göstermektedir. Aslında insan kurbanı uygulamasını Hz. İbrahim’in denediği, ancak Allah’ın buna müsaade etmeyerek, oğlunun yerine Cebrail vasıtasıyla ona bir koç gönderdiği ve Hz. İbrahim’in bu hayvanı kurban kestiği ilâhî kitaplar tarafından bildirilmektedir. Ayrıca Tevrat’ta dana, sığır, boğa, koç, keçi, erkek kuzu, oğlak, kumru ve güvercin gibi hayvanların kurban olacağı zikredilmektedir.        


Yahudilikte yemekli kurban çeşitlerinden birisi, Fısıh (Pesah) kurbanıdır. Fısıh, yahudilerin Mısır’dan çıkışını sembolize etmek üzere Nisan ayında yedi gün süreyle kutlanılan bir bayramdır. Bu bayramda bir kuzunun kurban olarak kesilip yenilmesi adettir. Fısıh, gece gündüz eşit olunca, ilkbaharda kutlanır. Bu kurban bir yaşında erkek kuzu veya keçiden seçilir ve aile reisi tarafından kesilmesi gereklidir.    Haşlanmış olarak yenilemez, ancak ateşte kebap yapılarak yenilir. Fısıh kurbanının kanı evin kapısına ve eşiğine serpilir. Kurbanın eti sabaha kalmadan yenilir, sabaha kadar kalanı ise ateşte yakılır. Kesilecek kuzunun büyüklüğü ev ve aile fertlerinin yiyeceği kadar olacaktır. Fısıh kurbanı akşamleyin güneş battığı zaman kesilmesi gerekir.


Yahudilikte çok çeşitli kurban kategorileri olmasına rağmen bunlar arasında en dikkat çekici ve yaygın olarak uygulanan kurbanlar; keffâret, şükran ve adak kurbanlarıdır. israiloğullarının suç işlemesi halinde genç bir boğa arzetmesi gerekmektedir. Eğer reislerden biri suç işlerse takdime olarak kusursuz bir erkeç getirecektir. Halktan biri suç işlerse, kusursuz bir keçi veya kusursuz bir dişi kuzu takdim edecektir. Kuzu veya erkekçe gücü yetmeyen kimse, iki kumru veya iki güvercin getirecektir.  


Yahudilikte keffâret kurbanını gerektiren suçlar; yasaklanmış hususlardan birini yapmak, yalancı şahitlik yapmak, murdar bir şeye, murdar hayvan leşi veya murdar bir insana dokunmak, düşüncesizlikle yemin etmek, kâhinin suç işleyerek kavmi kabahatli yapması gibi hususları kapsamaktadır. Bütün bu durumlarda kişinin sosyal durumuna göre değişik şekillerde keffâret gerekmektedir.      


Şükran kurbanı, minnettarlığı kabul etmesi için Tanrı’ya bir şükran ifadesidir. Cemaat veya ferdin, belâdan kurtulduğu için yaptığı şükür kutlaması esnasında takdim edilir. Tevrat, şükran kurbanının aynı gün yenilmesini ertesi sabaha bırakılmamasını emretmiştir.


Yahudilikte kurban ibadeti, Mabed döneminde, Süleyman Mabed’inin avlusunda bulunan kurban kesmeye mahsus özel yerlerde ‘Kohen’ denilen din adamları sınıfı tarafından icra ediliyordu. Kesilen kurbanların kanı bir havuza akıtıyor ve eti ise, Kitab-ı Mukaddes’te ayrıntısıyla zikredilen ‘Altar’ denilen mezbah üzerinde yakılmak suretiyle Tanrı’ya sunuluyordu.


Yahudilikte kurban, çeşitli suçlan işleyenlerin bu suçlardan ve bazı hastalıklı durumlardan kurtulmak amacıyla gerçekleştirdikleri bir ibadettir.


Kitab-ı Mukaddes’te hangi suçlara ne kadar ve hangi cins kurban kesileceği ve nasıl yapılması gerektiği en ince noktalarına kadar zikredilmiştir.


Kurbanın eti hakkında yapılacak işlem, kurbanın takdim ediliş amacına göre değişiklik arzetmektedir. Yakılmak üzere sunulan kurbanın eti tamamen mezbah üzerinde yakılır; komünyon kurbanı, kohenler, onu takdim eden ve yakınları tarafından yenilir. Yahudilik’te, koyun, keçi ve sığırın iç yağlarını yemek haram olup, yakılması emredilmiştir. Kurbanların yenmeden yakılmasının Sâbiîler’in adeti olduğu zikredilmektedir. Kurbanın kanı ve Tanrı’ya tahsis edilen yağının yenilmemesi ve bütün nesiller boyunca buna riayet edilmesi istenmiştir.


Yahudilikte helal olan ve eti yenen her hayvan kurban olmamaktadır. Örneğin ineğin eti yenildiği halde kurbanlık hayvanlar arasında yer almaktadır. Ayrıca karaca, geyik vs. gibi av hayvanlarının eti yenilmekle birlikte kurbanlık hayvanlar listesinde yoktur. Esasen aynı durum İslam’ın kurban anlayışında da geçerlidir. Eti helal olan her hayvan kurban edilememektedir. İslam’da küçük baş hayvanlardan daha küçük hayvanlar kurban edilemez. Oysa yahudilikte kumru ve güvercin gibi küçük hayvanlar da kurban edilebilmektedir.


Günümüzde, Yahudilikte kanlı kurban ve yakma kurbanı uygulanmamaktadır. Bu kurbanlar duaya dönüşmüştür. Söz konusu zamanlarda artık hayvan kesmek ve yakmak yerine dualar edilmektedir. Dualar, kurbanların tapınağa getirilme zamanının anımsanması için tayin edilmiştir. Patrikler, sabah, öğle ve akşam dualarının kurban yerine ikame edilmesiyle itibar kazanırken, bunlar daha sonraları tamamen kurbanın yerini almıştır. Her ne kadar Yahudiler, günümüzde kanlı kurbanların yerine duayı ikame etmiş olsalar da, günün birinde mutlaka ilâhî emir olan kanlı kurbanlara geri dönmeyi istedikleri ifade edilmektedir. Nitekim onların bu kurbanı terk etmeleri olayı geçici bir süreliğine ‘dondurma’ şeklinde değerlendirilmektedir.    


 







Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar