Print Friendly and PDF

Unutmadan Söylemeliyim

Bunlarada Bakarsınız





İslam Mazlumun Yanındadır


وَلَمَنِ ٱنتَصَرَ بَعْدَ ظُلْمِهِۦ فَأُو۟لَٰٓئِكَ مَا عَلَيْهِم مِّن سَبِيلٍ


إِنَّمَا ٱلسَّبِيلُ عَلَى ٱلَّذِينَ يَظْلِمُونَ ٱلنَّاسَ وَيَبْغُونَ فِى ٱلْأَرْضِ بِغَيْرِ ٱلْحَقِّ ۚ أُو۟لَٰٓئِكَ لَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ


 “Zulme uğradıktan sonra, kendini savunup hakkını alan kimseye (ceza vermek için) bir yol yoktur. Ceza yolu ancak, insanlara zulmedenler ve yeryüzünde haksız yere taşkınlık edenler içindir. İşte onlar için elem dolu bir azap vardır.” [Şûrâ,41/ 41, 42]


أُذِنَ لِلَّذِينَ يُقَٰتَلُونَ بِأَنَّهُمْ ظُلِمُوا۟ ۚ وَإِنَّ ٱللَّهَ عَلَىٰ نَصْرِهِمْ لَقَدِيرٌ ٱلَّذِينَ أُخْرِجُوا۟ مِن دِيَٰرِهِم بِغَيْرِ حَقٍّ إِلَّآ أَن يَقُولُوا۟ رَبُّنَا ٱللَّهُ ۗ وَلَوْلَا دَفْعُ ٱللَّهِ ٱلنَّاسَ بَعْضَهُم بِبَعْضٍ لَّهُدِّمَتْ صَوَٰمِعُ وَبِيَعٌ وَصَلَوَٰتٌ وَمَسَٰجِدُ يُذْكَرُ فِيهَا ٱسْمُ ٱللَّهِ كَثِيرًا ۗ وَلَيَنصُرَنَّ ٱللَّهُ مَن يَنصُرُهُۥٓ ۗ إِنَّ ٱللَّهَ لَقَوِىٌّ عَزِيزٌ


 “Kendilerine savaş açılan Müslümanlara, zulme uğramaları sebebiyle (cihad için) izin verildi. Muhakkak ki, Allah’ın onlara yardım etmeye gücü yeter. Onlar, haksız yere, sırf ‘Rabbimiz Allah’tır’ demelerinden dolayı yurtlarından çıkarılmış kimselerdir…” [Hac, 22/39-40.]


Mazeret Yok


إِنَّ ٱلَّذِينَ تَوَفَّىٰهُمُ ٱلْمَلَٰٓئِكَةُ ظَالِمِىٓ أَنفُسِهِمْ قَالُوا۟ فِيمَ كُنتُمْ ۖ قَالُوا۟ كُنَّا مُسْتَضْعَفِينَ فِى ٱلْأَرْضِ ۚ قَالُوٓا۟ أَلَمْ تَكُنْ أَرْضُ ٱللَّهِ وَٰسِعَةً فَتُهَاجِرُوا۟ فِيهَا ۚ فَأُو۟لَٰٓئِكَ مَأْوَىٰهُمْ جَهَنَّمُ ۖ وَسَآءَتْ مَصِيرًا


 “Kendilerine zulmetmekte iken meleklerin canlarını aldığı kimseler var ya; melekler onlara şöyle derler: ‘Ne durumda idiniz? Onlar da ‘Biz yeryüzünde zayıf ve güçsüz kimseler idik’ derler. Melekler ‘Allah’ın arzı geniş değil miydi, orada hicret etseydiniz ya!’ derler. İşte bunların gidecekleri yer cehennemdir; o ne kötü bir varış yeridir.” [Nisâ, 4/97.]


Banane Demek


وَٱتَّقُوا۟ فِتْنَةً لَّا تُصِيبَنَّ ٱلَّذِينَ ظَلَمُوا۟ مِنكُمْ خَآصَّةً ۖ وَٱعْلَمُوٓا۟ أَنَّ ٱللَّهَ شَدِيدُ ٱلْعِقَابِ


 “Öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz (umuma sirayet ve hepsini perişan eder). Biliniz ki Allah’ın azabı şiddetlidir” [Enfâl, 8/25.]


فَلَوْلَا كَانَ مِنَ ٱلْقُرُونِ مِن قَبْلِكُمْ أُو۟لُوا۟ بَقِيَّةٍ يَنْهَوْنَ عَنِ ٱلْفَسَادِ فِى ٱلْأَرْضِ إِلَّا قَلِيلًا مِّمَّنْ أَنجَيْنَا مِنْهُمْ ۗ وَٱتَّبَعَ ٱلَّذِينَ ظَلَمُوا۟ مَآ أُتْرِفُوا۟ فِيهِ وَكَانُوا۟ مُجْرِمِينَ


"Sizden önceki nesillerden akıllı ve faziletli kimselerin, yeryüzünde bozgunculuk yapanlara engel olmaları gerekmez miydi? Fakat onlar arasında kendilerini kurtardığımız pek az kişi bunu yaptı. Zulmedenler ise kendilerine verilen refahın peşine düşüp şımardılar ve suçlu olup çıktılar." [Hûd, 11/116.]


لَوْلَا يَنْهَىٰهُمُ ٱلرَّبَّٰنِيُّونَ وَٱلْأَحْبَارُ عَن قَوْلِهِمُ ٱلْإِثْمَ وَأَكْلِهِمُ ٱلسُّحْتَ ۚ لَبِئْسَ مَا كَانُوا۟ يَصْنَعُونَ


"Alimleri ve hahamları, onların günah söz söylemelerine, haram yemelerine engel olmaları gerekmez miydi? İşledikleri (fiiller) ne kötüdür!" [Mâide, 5/63]


وَمَا كَانَ رَبُّكَ لِيُهْلِكَ ٱلْقُرَىٰ بِظُلْمٍ وَأَهْلُهَا مُصْلِحُونَ


Rabbin, halkları salih ve ıslah edici kimseler iken memleketleri zulmederek helak etmez.” (Hûd, 11/117) ;


Tanrı ve Tanrıça Eril Dişil Ayrımı Yoktu


Hint-Avrupa dil ailesine mensup olan Fransızca ve İngilizce gibi, felsefi terminolojide baskın olan Latince ve Yunanca dillerinde de eril ve dişi olmak üzere iki hatta bazen nötrü (cinssiz) de kapsamak suretiyle üç tür isim grubu vardır. Bu bakımdan İngilizce ve Fransızca, metinde özellikle vurgulanan dişilik savını somutlaştırmayı mümkün kılan bir yapı arz eder. Fransızcada hem ismin aldığı artikel (önek) hem de zamirlerin yardımıyla eril ve dişi ayrımını açıkça görebiliyoruz.


İngilizcede ise Fransızcadaki gibi artikeller ve zamirler olmasa da, “o” zamirinin dişi mi, eril mi yoksa nötr mü olduğunu belirtmek için he/she/it ve “onun” derken hangi cinsi işaret ettiğimizi göstermek için his/her/its ayrımları vardır.


Belirleyici bir düzeyde eril bir söylemle ilerleyen Batı Felsefesi tarihi, felsefi dil ve terminolojide ve böylece felsefe tarihinde kadın görünmez kılmış, hatta dışlamıştır. Mesela: doğa, Tanrıça, esin perisi üçlemesinden, doğanın dişil olduğunu ancak tabiat ana hikayelerinden, perinin dişil olduğunu da eski Türk şiirindeki (erkek) şairin hayal ettiği peri figüründen anımsayabiliriz. Ne var ki bu kelimelerin dişil olması Yunanca, Latince ve ondan türeyen dillerde artikellerle sabittir, dolayısıyla da zihinlerde yerleşik bir olgudur. Bunun yanında tanrıça ismi aldığı yapım ekiyle, dilimizde tartışmayı yorumlayabileceğimiz tek kelime olarak ortaya çıkar. Fakat tanrıça zorunlu biçimde dişil olsa da tanrı Türkçede zorunlu bir erillik çağrıştırmaz. “Eski Yunan Tanrıları” derken de eril/ dişil ayrımı ilk planda aklımıza çakmaz; zira tanrılar zaten tanrıçayı (yahut tanrıçaları) içeriyordur.


Sözcüklerin Hakikati


İnsanın hayvandan üstün bir konuma gelmesi, sözcükleri kullanması, rasyonel hesabı sözcükler üzerine kurması sayesinde gerçekleşmiştir. Hobbes, Elements of Law' da, bilimin nesnelere verilen adların bilgisi olduğunu ileri sürer Bu konuda Alman filozof Leibniz (1646-1716) şu yargıda bulunur: "Hobbes için hakikat yoktur; çünkü o, evrenselleri sözcüklere indirgemekle, hakikati sözcüklerin içine yerleştirmekle yetinmemiş, dahası hakikati, bütün tanımların [adlandırmaların] kaynaklandığı insan yargısına bağlamıştır." (nesnelere verdiği adlandırmalarla) oluşturduğu hakikatler den başka hakikat yoktur. Bu bakımdan, hakikatİn mimarı insandır. "Dünyada adların dışında evrensel bir şey yoktur ...Hakikat, nesnelerin değil, fakat sözcüklerin içinde bulunur" diyen Hobbes, felsefesini adcı (nominalist) bir temele oturtur. Böylece düşünce, onu belirleyen sözcüğe ya da kavrama indirgenmekte ve bundan dolayı da insanın dışında hakikatİn olmadığı sonucuna ulaşılmaktadır. "Doğru ve yanlış, nesnelere değil, konuşmaya (dile) özgüdür. Konuşmanın olmadığı yerde, ne doğruluk, ne de yanlışlık vardır."


Demek ki doğrular gibi yanlışlar da, adları, kavramları yaratıp onları nesnelere yakıştıranlar dan, yani insanlardan kaynaklanır.


Yanlış, duyulardan ya da nesneden değil, fakat adların (aynı adı bir sürü değişik nesneye vermek ya da bir dizi adı tek bir nesneye yakıştırmak gibi) uygunsuz kullanışından doğar. Zaten bu yüzden Hobbes, "insanların daha zengin bir dile sahip oldukça, ya daha akıllı, ya da daha aptal olduklarını" ileri sürer Buraya kadar söylediklerimizi kısaca özetleyelim :


Sözcük ya da kavram, görüngünün simgesidir; bir başka deyişle, nesnenin kendisinin değil, bizim nesneyi algılama şeklimizin simgesidir. Maddeler dünyasında da, düşünce evreninde de, her şey devinimdir ve devinimlerin arasındaki ilişkilerdir. Her olan şey, (neden-sonuç ilişkisi biçiminde) gerekli olarak olmuştur. Akıl, sözcükler üzerindeki gerekli mantıksal (lojik) bir hesaptan başka bir şey değildir. Rasyonel hesap, teleolojik hesaptır; yani geleceği düşünerek gücün (erkin) araçlarını insana veren hesaptır.


Kralın Erki Tanrıdan


1603 yılında İngiltere tahtına çıkan (Mary Stuart’ın oğlu) I. James, henüz İskoçya kralı iken 1598’de kaleme aldığı The Trew Law of Free Monarchies (Özgür Monarşilerin Gerçek Yasası) adlı yapıtında, krallıktan ne anladığını açıkça dile getirmişti.


“Özgür Kral” kavramı ile anlatmak istediği şey, kralın feodal beylerden, dinsel cemaatlerden ve parlamento gibi anayasal kurumlardan özgür olmasıydı.


Daha açıkçası I. James’in savunduğu siyasal sis tem, bu yeryüzünde hiçbir sınır tanımayan mutlak monarşiydi.


Ona göre, bütün kararlan alan ve bütün yasaları yapan kralın karşısında uyrukların ya da parlamentonun hiçbir hakkı yoktu. Onların temel görevi, kral despotça bir tutum içine de girse, ona karşı mutlak bir biçimde boyun eğmekti. Çünkü kralın erki Tanrı’dan geliyordu.


I. James, her ne kadar kralın ülke üzerindeki hükmünü fetih hakkına dayandırıyorsa da, bu erki “kralların tanrısal hakları” kuramıyla pekiştirip meşrulaştırma yoluna gidiyordu: “Krallar, yalnız Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcileri olup onun tahtında oturmakla kalmazlar, ayrıca Tanrı’nın kendisi bile krallara ‘tanrılar’ diye hitap eder.”


Kralın iktidarının kökeninin Tanrı’ya bağlanması nedeniyle, ülkeyi yöneten yasalar da kralın istenciyle (iradesiyle) eşanlamlı oluyordu.


Kral, yasaların üstünde olduğu için, bütün yasaları, keyfince yorumlamak, uygulamak ya da değiştirmek hakkına sahipti . Krallık iktidarı Tanrı’dan kaynaklanan bir giz ile çevriliydi; bu nedenle kralın kararlarının tartışılma konusu yapılması söz konusu olamazdı; dolayısıyla da kralın bu yeryüzünde hiç kimseye karşı bir sorumluluğu yoktu. “Yönetiminden dolayı hesap verdiği tek güç Tanrı’ydı.”


İşte İskoçya kralı VI. James, Ingiltere tahtına I. James adıyla oturduğunda bu düşüncelere sahipti ve karşısında bir muhalefetin bulunmasına katlanamayacağı açıktı.


Oysa İngiltere’de, kralın ister istemez taraflardan birisi konumuna gelmek zorunda olduğu üç çatışma konusu bulunuyordu: Devlet hazinesi, dış politika ve din. I. James, vergi konusunda kendisine zorluk çıkartan parlamentoyu 1611’de dağıtıp 10 yıl boyunca toplanmasını engelledi. Dış politika sorunları nedeniyle 1621’de yeniden topladığı parlamentoyu da, kendi görüşleri doğrultusunda bükemediği için kısa sürede feshetmek gereğini duydu. Parlamentosuz hüküm sürmeye alışan I. James’in karşılaştığı en çapraşık sorun, kuşkusuz din konusundaydı.


Taç ile özdeşleşmiş olan Anglikan Kilisesi, bir yanda Katoliklere karşı kendisini savunmak zorundaydı, öte yanda “Aşağı Anglikan Kilisesi” diye de adlandırılan Püritenlerin saldırısına göğüs germek durumundaydı. Kendi aralarında farklı dinsel yaklaşımları nedeniyle Presbiteryenler ve Bağımsızlar ya da Kongregasyonistler diye ayrılan Püritenler, gerçekte anayasal hak ve özgürlükler ile parlamentoyu savunan bir siyasal muhalefet odağını oluşturuyorlardı. Bunun bilincinde olan I. James, 1603’te parlamentoda yaptığı bir konuşmasında, Püritenlerin kendilerinden “din açısından değil, fakat mezheplerini iyi yönetilen herhangi bir devlette katlanılmaz hale getiren, var olan yönetimden hiçbir şekilde memun olmayan ve herhangi bir üstünlüğe tahammül edemeyen özellikleri ve sapkın siyasa ve eşitlik anlayışları bakımından aynldıklarını” söylüyordu. Toplumsal ve siyasal boyutlar taşıyan din konusunda bir uzlaşma sağlanması mümkün değildi; ve bu sorun, daha da alevlenerek I. Charles’a miras kaldı.


1625 yılında tahta geçen I. Charles’ın hükümdarlığında, babasının karşılaştığı bütün güçlükler iyice su yüzüne çıktı. Kralın İspanya ve Fransa ile giriştiği savaşın giderlerini karşılamak amacıyla yeni vergiler koyması ve askerlerini mülk sahiplerinin kesesinden baktırdığı öze] evlere yerleştirmesi sonucunda, parlamento 1628’de- Haklar Bildirisi’ni (Petition of Rights) kabul etti. Bu belge, parlamentonun onayı olmadan vergi alınamayacağını, askerlerin özel evlere yerleştirilemeyeceğini (yani fiili olarak kralın sürekli bir ordu bulunduramayacağını), barış zamanı sıkıyönetim uygulanamayacağını, belirli bir suçlama olmadan ve düzenli yasal kuralların korunması altında bulunmadan hiç kimsenin tutuklanamayacağını karara bağlıyordu. I. Charles, ilk önce bu belgeyi kabul etmek zorunda kaldı; fakat daha sonra, parlamento, kendisinin hem yetkisiz vergilerine, hem de Yüksek Kilise politikasına karşı çıkınca, tutumunu sertleştirip 1629’da parlamentoyu dağıttı ve Avam Kamarasının dokuz üyesini hapise attırdı.


Bundan sonra İngiltere, 11 yıl boyunca parlamentosuz yönetildi. Ancak mali sorunların üstesinden gelememiş olan I. Charles’ın Ingiliz Yüksek Kilisesinin ayin biçimini ve örgütünü Presbiteryenliğe sıkıca bağlı olan İskoçya’ya zorla kabul ettirmeye kalkışması, İskoçların ayaklanmasına neden oldu. Kuzeye yapılacak bu küçük askeri seferin devlet hazinesini tamtakır bırakmaması için de, I. Charles 1640’ta parlamentoyu toplantıya çağırmak zorunda kaldı. Tarihte “Kısa Parlamento” adıyla bilinen bu parlamento, krala karşı katı tutumundan dolayı 18 gün sonra dağıtıldı. Fakat Ingiliz ordusunun Iskoçlar tarafından yenilgiye uğratılması nedeniyle I. Charles, parlamentoya yeniden gereksinim duydu. 1640 yılının bu ikinci parlamentosu, İngiliz Devrimi’nin ünlü “Uzun Parlamento”su olacaktır.


Parlamentonun kralın erkini törpüleyen kararlar alması, kralın ise kişisel iktidarını mutlak bir biçimde sürdürme çabaları sonucunda, İngiltere kaçınılmaz olarak bir iç savaşın içine sürüklendi. Oliver Cromwell’in Püritenlerden oluşturduğu ordusu, krallık güçlerini artarda yenilgiye uğrattı ve I. Charles 1648’de Cromwell’in eline geçti. Savaşın başlangıcında hiç kimse, Charles Stuart’ı devirmek, hele hele krallığa son verip cumhuriyet kurmak gibi bir düşünceye sahip değildi. Fakat uzun süren iç savaş yılları içinde, köprüler atılmış, geriye dönüş yolları kapanmıştı. Bir bakıma, tarihin hemen her devriminde yaşandığı gibi, Ingiliz Devrimi de, olayların zorlamasıyla başlangıçta öngörülemeyen çok daha aşırı bir noktaya doğru sürüklenmişti. Cromwell’in liderliğini yaptığı radikaller, parlamentodaki ılımlıları tasfiye edip kralın yargılanması kararını çıkarttılar. İlk baştaki 500 üyesinden yalnızca 60 kadar radikal üyeyi barındıran Uzun Parlamento, özel bir mahkeme kurarak kralı yargılayıp suçlu buldu. I. Charles, 30 Ocak 1649’da kafası kesilerek idam edildi. Bunun ardından İngiltere, “Commonwealth” adı altında bir cumhuriyet oldu; fakat gerçekte Cromwell’in askeri diktatörlüğü kurulmuş oluyordu. [Alıntı]


Ah Hüseynim Vah Hüseynim


Hz. Hüseyin aleyhisselâm, İbn Zübeyr gibi Medine’de Yezit’e biata zorlanmış ve ilk başta muhtemelen gizli bir biatın doğru olmadığını düşünerek açık biat edebileceği teklifinde bulunmuştu. Ancak muhtemelen İbn Zübeyr’in de tavsiyeleriyle Emevi valisine verdiği sözünü yerine getirmemiş ve açıkça biat etmekten de kaçınıp gizlice Mekke’ye gitmişti. Dahası “biat ederse kafir olacağını” söylüyordu. O günkü toplumda yığınlarca sahabi ise Yezit’e biat etmişti. Hz. Hüseyin’in bu anlayışına göre Yezit’e biat eden bu kadar sahabinin, imani durumu nedir? şeklindeki bir soruyu düşünmek gerekir.


Hz. Hüseyin’in Küfe’ye gitmesini sahabeden İbn Zübeyr dışında hiçbiri istemiyordu. Hz. Hüseyin’in Küfe’ye gitmemesi için o günün bütün sahabileri seferber olmuştu. Onun gitmemesi konusunda adeta sahabe icmaı oluşmuştu. Ancak Hz. Hüseyin’i ikna edememişlerdi. Rivayetlerde Hz. Hüseyin’in Kûfelilerin yaptıkları ısrarlı davet sebebiyle onlara söz verdiği, dolayısıyla gitmek zorunda kaldığı aktarılır.


Doğrusu Küfeliler babası Hz. Ali kerrma’llâhu vecheyi Muaviye’ye karşı savaşta yardımsız bırakmış, abisi Hz. Hasan’ın çadırını yağmalamışlar ve onun hilafeti Muaviye’ye devretmesine neden olmuşlardı. Bütün bunlara rağmen, Hz. Hüseyin muhtemelen bu gelen mektuplara bakarak bölgede hakim olup hüküm sürebileceğini düşünmüştü.


Yine Hz. Hüseyin’in temsilci olarak Kûfe’ye gönderdiği Müslim b. Akil’in yakalandığında öldürülmeden önce son bir vasiyet yapmak istediğini belirttiği ve orada bulunan Ömer b. Sad b. Ebi Vakkas’a veya Muhammet b. Eşas’a bıraktığı sözlü vasiyetinde Hüseyin’e haber göndermelerini, işin (Hz. Hüseyin’in davasının) son bulduğunu bildirmelerini ve ailesi ile geri dönmesi gerektiğini, Kûfelilerin kendisini aldattıklarını, söylemelerini istemiş ve bu vasiyet yerine getirilmişti. Müslim’in tavsiyesi Hz. Hüseyin’e ulaştığı halde Hz. Hüseyin yoluna devam etmişti.


Şimdi onun Küfe'ye gitmesi konusuna karşı çıkan çoğunluğu sahabe olan, önde gelen kimselerin görüşleri…


Muhammed b. Hanefiyye


Hz. Ali’nin küçük oğlu ve Hz. Hüseyin’in kardeşi Muhammed b. Hanefiyye, Hz. Hüseyin’in Medine’den ayrılmasından sonra arkasından Mekke’ye kadar gitti. Hz. Hüseyin’i bulup ona “Kardeşim! Sen en çok sevdiğim ve en çok değer verdiğim kimsesin. Bütün yaratıklar arasında samimiyetle öğüt vereceğim senden daha layık hiçbir kimse yoktur. Elinden geldiğince şehirlerden uzak dur. İnsanlar senden başkasının etrafında toplanırlarsa bununla Allah ne senin dindarlığına, ne de aklına eksiklik vermeyeceği gibi, senin yiğitlik ve faziletin de elden gitmez. Ben senin varacağın şehirde yanlarına gittiğin topluluğun ayrılığa düşmelerinden korkuyorum. İnsanlar senden uzaklaşırsa sen de kumluk çöllere ve dağlara sığınır, insanların işinin nereye vardığını görünceye ve nasıl bir karar vereceğini anlayıncaya kadar bir yerden bir yere göçer gidersin.” dedi.


Abdullah b. Abbas


İbni Abbas “Ey Amcamın oğlu! Allah, seni rahmetiyle esirgesin. Söyle bakayım. Yanlarına gideceğin kavim, valilerini öldürüşler veya kovmuşlar, memleketlerini onun elinden geri almışlar, düşmanlarını sürüp çıkarmışlar mıdır? Eğer, böyle yaptılarsa, onların yanına git. Ancak valileri başlarında bulunuyor, onlara hükmünü yürütüyor, zekat ve haraç âmilleri de onların zekat ve haraçlarını topluyorken seni, yanlarına çağırıyorlarsa, onlar, seni ancak harbe, çarpışmaya çağırıyorlar demektir. Onların, babanı ve kardeşini sahipsiz bıraktıkları gibi, seni de bırakmayacaklarından, aldatmayacaklarından, yalan söylemeyeceklerinden, muhalefet etmeyeceklerinden, ürküp senin başından dağılmayacaklarından, sana karşı hal kin en şiddetli davrananı, düşman kesileni olmayacaklarından emin değilim!” dedi.


İbni Abbas, o gün akşam veya ertesi günü sabahleyin Hz. Hüseyin'in yanına tekrar gitti,


“Ey Amcamın oğlu! Sen, gitmekten vazgeçmeyeceksen ben de söylemeden duramayacağım: Senin gideceğin yerde helak olacağından, kökünün kazınacağından korkuyorum! Çünkü Iranlılar gaddar, vefasız, sözlerinde durmaz bir kavimdir. Sakın, onlara yaklaşma. Sen, şu beldede otur. Çünkü sen, Hicaz halkının Seyyidi ve ulususun. Eğer, Iraklılar, dedikleri gibi, seni istiyorlarsa, onlara yaz; düşmanlarını (valilerini) sürüp çıkarsınlar. Sonra, yanlarına git. Eğer ille burada oturmayacak, oturmaktan kaçınacaksan, bari Yemen diyarına git. Çünkü orada kaleler, vadiler var. Orası, enine, boyuna geniş bir topraktır. Hem, orada babanın taraftarları da vardır. Orada, münzevi bir hayata kavuşmuş, halktan ayrılıp bir köşeye çekilmiş de olursun. Oradan halka yazılar yazar, davetçilerini her tarafa dağıtırsın. Böyle yaparsan, istediğin selamet ve afiyetin sana vasıl olur, böylelikle muradının hasıl olacağını umanın.”


“Eğer, mutlaka gideceksen, kadınlarını ve çocuklarını yanında götürme. Vallahi, Osman b. Affan'ın kadın ve çocuklarının gözleri önünde öldürüldüğü gibi, senin de öldürüleceğinden korkuyor ve öylece öldürülmeyeceğinden emin bulunmuyorum. Onlar, seni harp için çağırıyorlar. Gitmekte acele etme. Babanın, kardeşinin ashabı olduklarını söyleyen o kişiler, bir sabah, başlarındaki valileri ile birlikte gelip seninle çarpışacaklardır! Sen, Mekke'den çıkacak olursan, İbn Ziyad, senin yola çıktığını haber alacak, sana mektup yazmış olanları ürkütüp başından dağıtacak, onlar, sana en azılı düşman kesileceklerdir! Eğer, gücüm yetseydi iki elimle saçını yakalardım. Seni durduracağımı bilsem, böyle yapardım!”


dedi ve ağladı. Ne var ki Hüseyin, onun bu sözüne karşı şöyle dedi: “Ey Abbas'ın babası! Sen yaşlanmış bir ihtiyarsın.”


İbn Abbas, dışan çıkınca İbn Zübeyr'e rastladı ve “Gözün aydın Hüseyin gidiyor!” dedi.


Abdullah b. Ömer


Abdullah b. Ömer, Hz. Hüseyin’in Irak’a doğru gittiğini haber alınca, onunla buluştu. Ona “Sakın, onların yanına gitme!” dedi. Ayrıca İbn Zübeyr ile Hz. Hüseyin’e “Allah’tan korkun, Müslüman cemaatine tefrika çıkarmayın!” dedi. Hz. Hüseyin’in geri dönmeye yanaşmadığını görünce, boynuna sarılıp onunla kucaklaştı ve vedalaştı. “Biz Hüseyin’e engel olamadık. O bize galebe çaldı.” dedi.


Abdullah b. Muti


Abdullah, Hüseyin’e “Allah aşkına sakın Kûfe’ye gideyim deme! Vallahi, oraya gidecek olursan, muhakkak öldürülürsün! Baban, orada öldürüldü. Kardeşin Hasan, orada yalnız bırakıldı, aldatıldı ve yaralandı. Sen, Mekke Hareminden ayrılma. Hicaz halkı, sana, hiç kimseyi denk tutmaz. Sen, sana bağlı olanları her taraftan oraya çağır. Gelip yanında toplanırlar. Vallahi, Ümeyyeoğulları, seni önlerinde bulurlarsa, muhakkak, öldürürler. Sen, öldürülecek olursan, Senden sonra, onlar, hiçbir zaman, hiçbir kimseden korkmazlar. Gel, yapma! Sen, ne Kûfe’ye git, ne de Ümeyyeoğullarının önlerine çık!” dedi. Hz. Hüseyin ise kaderci bir tavırla “Allah, dilediği şeyi takdir ve hüküm eder!” dedi.”


Ömer b. Abdurrahman


Ömer b. Abdurrahman b. Haris b. Hişam elMahzûmî der ki


Iraklılardan, Hüseyin’e mektuplar geldiği, Hüseyin’in Irak’a gitmeye hazırlandığı sırada, Mekke’de yanına vardım ve “Ey Amcamın oğlu! Ben, sana bir hacet için geldim. Eğer, öğüdümü tutmayı uygun görürsen, sana bir öğüt vermek istiyorum. Uygun görmezsen, sana söylemek istediğim şeyden vazgeçeceğim” dedim. “Söyle! Vallahi, ben, senin ne kötü bir şey düşünebileceğini, ne de çirkin bir iş işlemeyi arzu edebileceğini sanmam!” dedi. Ona “Ey Amcamın oğlu! Seninle aramızda bir süt emişme akrabalığı var. Bilmem ki, ben, sana nasıl öğüt vereyim? dedim. Bana “Sen, herhangi bir suçla suçlanmamış kimselerdensin. Ne söyleyeceksen, söyle!” dedi.


“Sen, Irak'a gitmek istiyormuşsun. Ben, sana karşı çok şefkatliyimdir. Senin baban; İslamiyete girenlerin ilki, İslamiyet uyarınca hareket edenlerin en iyisi, tutuş ve yakalayış bakımından da Müslümanların en zorlusu idi. Halk, ondan dünyalık umdu. Onun sözlerini dinledi ve başına toplandı. O da kalkıp Muaviye'nin üzerine yürüdü. Şamlılardan başka herkes, babanın başına toplanmıştı. Muaviye ise, Şamlılar katında nüfuzlu ve itibarlı idi. Bunun üzerine, halk, dünyaya tamah ederek ve ona saplanarak babanı bıraktılar. Allah'ın ikram ve rızasına erinceye kadar ona karşı gelmekten, kin tutmaktan geri durmadılar. Babandan sonra kardeşine de yapılmayacak şeyleri yaptılar. Sen, bunların hepsinde bulundun ve bütün olan bitenleri de gözlerinle gördün. Demek ki babana, kardeşine düşmanlık etmiş, onlarla çarpışmış olan Şamlıların, Iraklıların yanına gitmek istiyorsun?!


Halbuki rakibin olan kişi, sayıca senden daha çok, hazırlılık ve kuvvetlilik bakımından da senden daha hazırlıklı ve daha kuvvetlidir. Halk; ondan, daha çok korkar; dünyalığı, ondan, daha çok umar. Yanlarına varacak olursan, onlar, senden, mal ihsan etmeni isteyecekler. Çünkü onlar, dünya ve dünyalık kuludurlar. Senin elde etmek istediğin beldelerdeki valiler ve amirler onlardandır. Beytülmaller, hazineler de onların elindedir. Halk ise, şu dirhem ve dinarların kuludurlar. Sana yardım etmeyi va'd edenler, seninle çarpışır ve seni bırakırlar. Senden çok, ona ve onun adamlarına yardım etmeyi arzu ederler. Sana yardım vadinde bulunanların seninle çarpışmayacaklarından, senden ziyade, seninle çarpışanların yanlarında bulunmayı arzu etmeyeceklerinden emin değilim!” dedim.


Sonra Hüseyin'in yanından ayrılıp Haris b. Halid b. As'ın yanına vardım. Durumu ona anlattım. Haris b. Halid “Kabe'nin Rabbine and olsun ki sen, ona gereken ögüdü vermişsin. Altık, kabul etmek veya bırakmak, ona aittir!” dedi.


Ebû Saîdu’l Hudrî


Ebü Saîdu’l Hudrî “Hüseyin, Mekke’den çıkıp gitme hususunda bizi mağlup etti. Bu hususta kendisine güç yetiremedik. Kendisine dedim ki:


Nefsine aldanmak hususunda Allah'tan kork, evine kapan ve imamına isyan etme. Ey Ebü Abdullah! Ben senin için hayırlı bir öğütçüyüm ve şefkatliyim. İşittiğime göre taraftarın olan kavim sana mektup yazmış. Sakın, onların yanına gitme! Küfe'de babandan işitmiştim, demişti kı: “Vallahi Küfelilerden bıktım, usandım, onlara kızdım. Onlar da benden usandılar ve bana kızdılar. Onlarda asla vefa yoktur. Allah'a yemin ederim ki, onların herhangi bir işe niyet ve azimleri yoktur, kılıca karşıda sabır göstermezler.”


Abnef b. Kays


Ahnef b. Kays, Hz. Hüseyin'e Rum suresinin son ayeti olan, “Sabret ki, Allah’ın sözü şüphesiz gerçektir. Kesin olarak inanmayanlar seni hafife almasınlar.” yazıp gönderdi. “Sen, şimdi sabır et. Şüphe yok ki Allah'ın vaadi haktır. Buna kati inanç beslememekte olanlar, sakın, seni sabırsızlıkla hafifliğe götürmesinler!’


Abdullah b. Cafer


Abdullah b. Cafer b. Ebi Talib, Hüseyin'e şöyle bir mektup gönderdi: “Senden, şu mektubumu okuduktan ve gereğini düşündükten sonra Allah aşkına geri dönmeni istiyorum. Yönelmekte olduğun yerden, yani Küfe'den sana bela gelmesinden, senin öldürülmenden ve ailenin kökünün kazınmasından korkuyorum. Eğer bugün sen öldürülecek olursan İslam'ın nuru söner. Sen hidayete erenlerin bayrağı, mü'minlerin umudusun. Hareketinde acele etme.” Sonra Abdullah b. Cafer, Mekke valisi Amr b. Said'e giderek şöyle dedi: “Hüseyin'e bir mektup gönder ve ona eman verdiğini, ona iyi davranacağını, dostluk bağlarına riayet edeceğini söyle, ona teminat ver. Geri dönmesini iste. Belki bu şekilde güven duyup Mekke'ye geri gelir.”


Vali Amr, Abdullah'a şöyle dedi: “Benim adıma dilediğin şekilde bir mektup yaz, getir, altını mühürleyeyim.” Abdullah b. Cafer de vali Amr b. Said'in adına şu şekilde bir mektup yazdı:


“Sana doğru yolu göstermesini ve yuvarlanmakta olduğun uçurumdan seni geri çevirmesini Allah'tan diliyorum. Duyduğuma göre sen Irak'a gitmeye karar vermişsin. Ayrılık çıkarmaktan Allah'a sığınmam istiyorum. Eğer korkmakta isen yanıma gel, ben sana eman veririm. Sana iyi davranırım. Aramızdaki bağların kopmamasına özen gösteririm.”


Sonra mektubu Amr'a götürüp mühürletti. Vali, mektubu Hüseyin'e gönderdi, ancak o geri dönmeye yanaşmadı ve valiye şu mektubu gönderdi:


Eğer göndermiş olduğun bu mektubunla bana iyilik yapmak ve aramızdaki bağların kopmamasına özen göstermek istemiş isen, dünyada ve ahirette hayır ve iyilik gör. İnsanları Allah'a davet edip iyi işler yapan ve “Ben Müslümanlardanım” diyen kimse ayrılık çıkarmış olmaz. Emanların en iyisi ve hayırlısı, Allah'ın verdiği emandır. Dünyada Allah'tan korkmayan kimse, Allah'a iman etmiş olmaz. Biz, kıyamet gününde, katında bize emanı vacip kılacak bir korku ile dünyada Allah'tan korkuyoruz. ”


Sonuç:


Birçok sahabi, onu engellemeye çalışsa da Hz. Hüseyin aleyhisselâm kimseyi dinlemedi. Bu tavsiyeleri yapanların hepsi ona giderse öldürüleceğini söylediler. Bu tavsiyeleri göz önüne aldığımızda “kimsenin onun öldürüleceğini bilmediğini” söyleyebilmek zordur.


 Onun, öldürüleceğini gördüğü bir rüya üzerine teslimiyet içinde hareket ettiği şeklindeki düşünceler ve rivayetlere şüphe ile bakmak daha uygundur.


(M.A)


Yine de Hz. Hüseynim aleyhisselâm haklı idi, ümmetin, Peygambere hiç vefa borcu yok muydu, velev ki hatalı olsa da, bu insanlar sahabilerden beri peygambere karşı vefa duymada aciz neden kaldılar. Gerçek sevenler ki, ta hakikatine kadar, bir elin parmaklarını geçmiyor. Görüyorum ki, huzurunda başını eğmeden durabilen çok kimse yok.


Neden…


 


İslam Medeniyeti Türklere Borçludur


1937'de Dolmabahçe sarayında, milletlerarası bir mahiyet arzeden, ikinci Türk Tarih Kongresi toplandığı zaman, Şemseddin Günaltay'ın, Türk tarihinin diğer mühim bir problemi üzerinde, “İslam dünyasının inhitatı [Aşağılanma, aşağı inme. * İhtiyarlama, yaşlıyığa yüz tutma. * Kuvvetten düşme. * Bir şişin inmesi. * Düşme, inme] sebebi Selçuk İstilası mıdır?” konusu hakkında bir tebliğ sunduğunu görüyoruz. O, bu tetkikinde


“IX ve X. yüzyıllarda İslam dünyasına en parlak devrini yaşattıran ilim hareketinin Selçuk Türklerinin Ön-Asyayı istila etmeleri neticesinde durmuş ve bu hal İslam dünyasının umumi inhitatına sebep olmuştur.” yolunda ileri sürülen görüşü tahlil ve tenkit etmekte, tarihi vakıaların bilakis tamamen bunun aksini ispat ettiğini göstermektedir:


“Selçuk Türkleri Yakın-şarka gelmekle, bu bölgedeki anarşik devir son bulmuş, kurulan geniş imparatorluk dahilinde emniyet ve asayiş teessüs etmiş, halkı ezen haksızlıklar zulümler ortadan kaldırılmış ve bu hal, ticaretin inkişafına yol açtığı gibi, Doğu ile Batı arasındaki eski ipek ticareti yolu yeniden işlemeye başlamıştı. Bütün din ve mezheplere karşı tarafsızca ve müsamahalı hareket etmek karakterinde bulunan Türkler mezhep kavgalarına da son vererek inanç ve vicdan hürriyetinin Türkistan’dan Akdeniz’e kadar uzanan geniş sahada hükümran olmasını sağlamıştı. Eğer Türkler İslam camiasına girmemiş olsalardı, İslam medeniyeti vücut bulmaz, o derece inkişaf etmez, o derece geniş iklimlere dağılmazdı. Türkler neticesinde görüyoruz ki Ebu Müslim ihtilâlinin iktidar mevkiine getirdiği Toharistan, Horasan, Maveraünnehir Türkleri İslam heyeti içtimaiyesi üzerinde nafiz bir rol oynamaya başladıkları andan itibaren fen, sanat, hukuk, dini telâkki sahalarının her birinde feyizli bir hareket başlamış, neticede İslam medeniyeti denilen büyük medeniyet vücut bulmuştur. Emeviler devri nihayetine kadar İslam camiasını kaplayan fikri durgunluğun, Türklerin hâkim bir vaziyette bu camiaya girmelerini müteakip feyizli bir harekete inkılap etmesi sebepsiz değildir.”


Kürtler Hep Oyunda Piyon Oldu


XX. yüzyılın başlarında, Osmanlı İmparatorluğunun Kürdistan Eyaletini gezebilmek için Müslüman Şii bir hacı derviş kılığında yolculuklar yapan İngiliz casus Ely Bannister Soane -iyi bir Türk düşmanı olarak yetiştirilmiş- bu şahsın Osmanlı'nın başkentine bakışı açısından önem arz etmektedir.


Hayatı


Ely Bannister Soane, 16 Ağustos 1881 yılında İngiltere'de doğdu. Babası iyi bir dil bilimci olduğundan olsa gerek kendisinde müthiş bir dil öğrenme yeteneği mevcuttu. Yabancı dil ve müsamere-tiyatro konusunda yeteneği casusluk yaptığı dönemde işine yarayacaktı. 1902'den sonraki hayatı genelde Doğu'da geçti. İran'a gönderildi, Yezd ve Şiraz'da kaldı. Ömer Hayyam'ın şiirlerini çevirmeye başladı. 1905'de İslam'ı kabul etmiş göründü. Halk arasında kılık değiştirerek dolaşıp tam bir casusluk görevini üstlendi. Farsça ve Kürtçeyi öğrendikten sonra 1907'de ayrıldı ve Mirza Gulam Hüseyin kılığında Irak ve İran bölgesinde yaşayan Kürtler arasına gitti. Burada bazen hizmetçi, bazen tüccar rolünde bölgeyi tanıdı. Öyle haritalar çizip hazırladı kı; 10 yıl sonraki Osmanlı sınırlarının değişimi sırasında İngiliz yetkililer bile bu haritaların doğruluğuna hayret ettiler.


O, bölgenin Osmanlı’dan ayrılması ve Kürtlerin yeni bir ulus olarak bölgedeki Arap ve Türklere muhalif bir grup olarak ortaya çıkarılması için çok çalıştı. Bu sebeple bölgenin İngilizler eline geçmesinden sonra bölgede Türkçe ve Arapça yerine Kürtçenin geçerli olduğu okullar açtı, memurları Kürtlere has kıyafetler giymeye zorladı. Yerel halkla muazzam ilişki kurabiliyor, inatla istediklerini kabul ettirebiliyordu.


İngilizlerin geliştirdiği Araplara ve Türklere karşı Kürtleri kullanmak isteği ta o zamandan icraata başlamış ve bu işin en iyi uygulayıcısı muazzam bir Türk düşmanı olan Soane idi. Soane aynı zamanda Kürtçenin alternatif bir dil olarak yarışabilmesi için gerekli olan sözlük ve gramer kitapları hazırladı, Kürtçenin lehçeleri üzerinde çalışmalar yaptı ve bunları bastırttı.


Onun bu çalışmalarının meyvesinin bu günlerde ortaya çıktığını gördükçe, büyük devletlerin planlarını yüzyıl öncesinden hazırladığı tezinin doğruluğunu bir kez daha anlayabiliyoruz.


İstanbul'daki Gözlemleri


Soane, Avrupa’dan gelen trenin son noktası olan Sirkeci'yi soğuk ve iç karrartıcı bir istasyon olarak betimler ve istasyondaki bezgin ve bıkkın gümrük memurundan bahsettikten sonra, turistlere hayal kırıklığı yaşatan sokaklar arasından derleyerek Aralık ayında Haliç için kullanılacak en yanlış sözcüğün


“Altın Boynuz” olduğunu belirtir. Bunu da çamur renginde ve oldukça yavan olmasından dolayı olduğu şeklinde açıklar.


Soane'nin İstanbul hakkındaki tanımları çok negatiftir. O, daha çok İstanbul’un bakımsızlığını özellikle dillendirmektedir. Başta, kaldığı bölge olan Galata’daki sık ve büyük çukurlarla dolu yollar, yer altı kanalizasyon sistemi olmadığından bazen sokaklardan akan pis sıvılar, çirkin kışlalar, mimarisi bozuk binalar, Pera bölgesi hariç yığıntı halinde çöpler, Galata limanı civarında Avrupa’dan gelenlerin avare avare dolaştıkları bıktırıcı dükkanlar bulunmaktadır. Zaman zaman İstanbul’u haklı olarak “Avrupa’ya ve onun tüm bayağı özelliklerine öykünen kent” şeklinde vasıflandırır.


Türklere Karşı Önyargı


Soane, ne İstanbul’u ne de Türkleri daha önce hiç tanımadığını itiraf etmesine rağmen, önceden verilmiş olan Türk düşmanlığı duygusundan olsa gerek kitabının hiçbir satırında Türkler hakkında olumlu ifadeler kullanmaz. Bu anlayış İstanbul’u betimlerken de kendini göstermektedir. Köprüden geçerken kullandığı “tuhaf köprünün girişinde para alan kahrolası fesli” ifadesi bunu yansıtan önemli bir ifade ve ne kadar sübjektif olduğunun önemli göstergesi olsa gerektir. Özel olarak Osmanlı düşmanlığı ile yetiştirilmiş olmasının bunda payı yüksek olmalıdır. Ancak gerek o sırada Osmanlı’ya muhalif olan İranlılar ve gerek İngilizler tarafından Türklere karşı potansiyel bir güç olarak çıkarılması planlanan Kürtler eserinin her yerinde övgü ile anılmaktadır.


İstanbul’un Çok Sesliliği


Soane, bu hazımsız betimlemeleri sırasında İstanbul'da yaşayan insanlar arası hoşgörüyü de itiraf eder ve İstanbul'un çok sesliliğini yansıtır. Burası kendi ülkesi gibi tekdüze insanlann yaşadığı bir yer değildir. Kendi ifadesi ile “aralarında melon şapka ve Avrupai tarzda giyinen insanların” rahatça yaşadığı bir kenttir. Nüfusun % 35'ine tekabül eden oranda bir nüfus oranına sahip olan Rumların ticarete hakim olduklarını belirtir.


Tabu ki o dönemde bu oranın tespiti güç olsa da veriler bu rakamı doğrular nitelikte gözüküyor. 1906 sayımında nüfus yaklaşık olarak 700 bin civarında gözüküyor. Ancak 1885 sayımında 873 bin, 1912 sayımında 857 bin olması, muhtemelen 1906 sayımında yabancıların rakama dahil edilmediği düşüncesini akla getiriyor. 1922 sayımındaki 373 bin Müslim, 158 bin Rum, 87 bin Ermeni, 40 bin Musevi, olarak verilmesi de toplam gayrimüslim tebaa olarak bu rakamı (% 40) destekler nitelikte olmalıdır.


Soane, Galata'yı betimlediği satırlarında şu ifadeleri kullanır:


Çoğunluğunu büyük ve arkadan sarkan renkli gömlek ve küçük tuhaf ceket ve tepesi düz, kenarla kalkık şapkayla mavi külotlu çoraplardan oluşan milli kıyafetleriyle Rumlar oluşturuyor. Ermeniler ve her türlü Levantenler de çok fazla. İtalyan mahallesinde her yerde İtalyan var. Orada burada yabanıl adamlardan oluşan ortama uymayan hamal gurubu Kürtler bulunmaktadır.


Bu ifadeler göstermektedir ki; İstanbul, Soane’nin memleketi gibi bir milletin baskın objelerinden oluşmamaktadır.


Belki de dünyanın hiçbir yerinde olmayan bir nüfus karışımı içermektedir. O dönem yerli gayrimüslim tebaanın milli kıyafetler ile İstanbul sokaklarında dolaşması bu yüzden onu şaşırtmaktadır. “İtalyan mahallesinin her yerinde İtalyanlara rastlanıyor.” sözü de bunu destekler niteliktedir.


Bu nüfus karışımı devletin bürokrasisine de yansıdığını 1914'te yazdığı eserde Loti şöyle demektedir: “Bugünkü hükümet adamları arasında reaya çoktur ve gittikçe de çoğalarak çeşitli memuriyetlere girmektedirler. Bunlar Ermeni, Yahudi, Rum'durlar.” O dönemde denmektedir ki: “Rumların Ermenilerin ve Türklerin bu kadar kalabalık olarak yaşadığı başka bir kent dünyada yoktur.”


Soane'nin tespitleriyle İstanbul nüfusu gibi mimaride de tekdüzeliğe sahip değildir. Onun ifadesi ile “iskelelerde çirkin gümrük, liman ve nakliye binaları sıralanmış, arka tarafta da Galata ve Pera'nın Fransız ve Venedik mimarisinin tarif edilemeyecek kadar çirkin taklitleri” yükselmektedir. O, bu konuyu negatif olarak anlatmaya çalışsa da bu şehirde her milletin mimarisi kendini gösterebilmekte, her millet bu şehirde binalarıyla da kendini ifade edebilme ayrıcalığına sahip olduğu ortaya çıkmaktadır.


Şehrin gayrimüslimlerinin yoğun yaşadığı bu yüzü böyle iken, karşı tarafta ise şehrin Müslüman yüzü bulunuyordu ve bu şehirde beraberce her türlü istek ve arzularını yaşayabiliyorlardı. Loti'nin ifadesiyle; İstanbul halkı, 1908'de gayrimüslim tebanın burada yaşamasına destek olmak için, göğüslerine Salip takarak yürüyüşler düzenliyorlardı.


Soane, şehrin sadece Avrupalı yüzünü tanımada kalmaz, asıl gayesi olan Doğu halklarını görmek için şehrin karşı tarafına Müslüman mahallesine de sık sık geziler düzenler. Çok iyi bir Farsça bildiği için Kapalı Çarşı'da İranlılarla ilişki kurar. Tebrizlilerle görüşür. Şirazlı birinden İstanbul ve İzmir'de yaklaşık 10 bin İranlının yaşadığını öğrenir. Bu bilgiler onun ve adına çalıştığı İngilizler için önemlidir. Nitekim Soane daha sonra tanıştığı İranlı bir şeyhi, Avrupalı kadınlar ve alafranga dükkanların olduğunu duyduğu Pera'ya gelmeye ikna edememişti.


Sadece İranlılar bazında düşünürsek, Soane'den yaklaşık yüzyıl önce İstanbul'u ziyaret eden Gerard De Nerval: İstanbul'un çeşitliliğini anlatırken Yıldız Han'da kümelenen İranlılar arasında sadece Müslüman Şiilerin olmadığını, İran kökenli Gebrler, Parsisler, gibi değişik grupların da yaşadığım söyler.


Soane, İstanbul'dan ayrılırken de pasaportuna Protestan olarak yazılmasını bir türlü kabullenmek istemez ve Osmanlı yetkilileri ile tartışır. Çünkü gittiği yerlerde İngiliz vatandaşı olmasının ayrıcalığını kullanmak isterken, aynı zamanda Müslüman olmadığının belli olmasından da endişe etmektedir. O, casus olarak gideceği bölgede kendini Mirza Gulam Hüseyin adında Şii bir hacı olarak tanıtmak istemektedir. Gerektiğinde ise Osmanlı kontrol noktalarında İngiliz pasaportu ayrıcalığını kullanarak işini halletmeyi düşünmektedir. Osmanlı'da ise bütün gayrimüslimlerin haklarının yerli yerinde iadesi için olsa gerek bu tür bir tanıma işi gerekmektedir. Bu da o dönemde Osmanlı'da yabancıların haklarının durumu açısından önemli bir gösterge olsa gerektir. Nihayetinde pasaportuna Protestan yazılsa da Soane bunu silerek yoluna devam edecektir.


İstanbul’da Konuşulan Diler


Soane, kaldığı otelin yaşlı hizmetlisinin kendisini İtalyanca buyur ettiğini, otel sahibi başka bir bayanın ise otelin tanıtımını Fransızca yaptığını, oteldeki odaların ise Ermenice konuşan ve Batı'dan gelmiş değişik Batı dilleri ile konuşan levantenlerle dolu olduğunu aktarır. Burada bir Rusla tanışştığını, beraber Pera birahanelerinde içki ve likör içtiklerini, ancak Rus arkadaşının biraz sonra göz kamaştırıcı bir Romanyalı bayanla ayrıldığını aktarır. Bu aktarımlar İstanbul'daki yabancıların yaşantılarında hür olduklarını, onları yasaklayan bir durumun olmadığını göstermekle beraber, aynı zamanda her türlü dilin aynı anda aynı mekanda aktif olarak konuşulabildiğinin göstergesidir.


Kaldığı semti tanımlarken


Yan Fransız bir semtti, yerim rahattı, fesli arabacılar ve sarhoş polisler dışında Türkleri hatırlatan bir şey yoktu. Hatta Doğu’yu tanımak için geldiğim gayemi bile unutuyordum. İşin doğrusu Fransız, Ermeni, Roman, Rus, Balkan ulusları ve diğer unsurlar arasında öyle ilginç ve tuhaf kişilerle karşılaşıyorsunuz ki bütün zamanınızı alıyor. Az kalsın Türkçe öğrenme gayemi unutmuş, Fransızcamı ilerletmiş, İstanbul’da Türkçe kadar geçerli Rumcayı biraz öğrenmiştim şeklinde gözlemlerini aktarmaktadır. Onun yabancı dil öğrenme yeteneği bir yana, bu kadar farklı grupların bir arada yaşadığı, kendi dilleri ile konuştuğu, kendi kıyafetleri ile gezdiği başka bir dünya kentini bulmak zor olsa gerektir. İşte bu dünyanın hiçbir yerinde bulamayacağımız İstanbul tecrübesi budur. O, zaten bildiği anadili olan İngilizce ile birlikte İtalyanca, Farsça, Kürtçe, Fransızcanın yanına Türkçe ve Rumcayı da ekleyerek İstanbul'dan ayrılmıştı.


Şunu da ifade edelim ki; o günün İstanbul'unda belki de en az bilinen dil İngilizce idi. Soane, İstanbul'dan bir buharlı gemi ile ayrılınca gemide Kudüs’e hac için giden rahiplerle karşılaşır ve şöyle aktarır: “Gemiye çıktığımda Londra'dan ayrıldığımdan beri kulaklarım ilk kez İngilizce sesler duydu.” Bu ifadeler, bir dilin yüz yılda nasıl bir şekilde dünya dili haline geldiğinin önemli bir göstergesi olsa gerektir.


Ama onun ve adına çalıştığı devleti İngiltere’nin asıl gayesi, dünya sahnesinde yeri olmayan Kürtleri bir ulus olarak ortaya çıkarıp bölgede onlar üzerinden bir dayanak gücü oluşturmayı ve yıllar sonra da bu dayanağı kullanarak bölgedeki hakimiyetlerini sürdürmeyi hedeflediklerinden dolayı İstanbul'da Irak bölgesi Kürtlerinden birini arar. Kendi ifadesi ile:


Buraya gelince kısa süre sonra burada birçok Kürt'ün olduğunu öğrendim. Ancak, İstanbul'da Zaza ve Kırmanç kökenli Kürt çoktu, ama Güney Kürdistanlı bir Kürt yoktu. Ben ise bunlar üzerinde bir yıl boyunca yaptığım çalışmaları tamamlayabilmek için bu bölgeden biriyle tanışmak istiyordum. Aradığımı bulunca bu şahsın hizmetçisi, bir Avrupalının Kürtçe konuştuğunu duyunca neredeyse küçük dilini yutacaktı.


Sonuç


Soane'nin gözlemleri XX. yüzyılın başındaki İstanbul'u tanıma ve birlikte yaşına algısını göstere ve perçinleme açısından önemli ipuçlan vermektedir. Burası çok dinli, çok dilli, çok kültürlü yaşamın nasıl gerçekte birlikte var olabileceğinin uygulandığı harika bir laboratuvar görünümünde olmuştur. İstanbul tecrübesi Batı'nın o döneme kadar beceremediği ötekine tahammül, ötekinin haklarını yerine getirmede sonuna kadar çaba şeklinde ifade edebileceğimiz tarifi ve yazıya dökümü imkânsız örnekler doludur.


Bu tecrübe, iletişimin ve ulaşımın en üst düzeye çıktığı çağımızda bütün dünyaya bir model olarak sunulup tanıtılmalıdır. Sözü Pinelopi Statise'ye bırakalım:


İstanbul'daki Rumlar, Latinler, Ermeniler, Yahudiler, Bulgarlar, Protestanlar, gündelik hayatta yakın ilişkide bulunan insanlardı. Çıkarları, beklentileri, mutlulukları, üzüntüleri herkes birlikte kendi milliyetinin belirlediği özel nitelikleri yoluyla yaşıyordu. 19. yy. İstanbul’unda etnik azınlıkları oluşturan milliyetler bunlardı. Bir kısmı zamana dayandı, bazıları kayboldu, bazıları hala hayatta kalmak için mücadele ediyor.


(Alıntı. M.A)





Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar