Birde Bunu Duy
Hz. Ömer, Hz. Ali’nin Halife Olmasını İstemişti, Ancak Kader Başkaydı
Hz. Ömer radiyallâhü anh yaralanıp da eve kaldırıldıktan sonra Ashâb-ı Kirâm'ın ileri gelenleri onun yanına geldiler ve kendisinden Hz. Ebû Bekir’in yaptığı gibi yerine birisini vasiyet etmesini istediler. Bu teklifi kabul etmeyen Hz. Ömer ısrarlar üzerine niye böyle davrandığını açıklamak zorunda kaldı. Ebû Ubeyde ve Ebû Huzeyfe'nin azatlısı Salim sağ olsaydı bu ikisinden birisini yerine halife tayin edeceğini söyledi.
Bunun sebebini de şöyle açıkladı
“Rabbim bana bunu niçin yaptığımı sorduğunda Ya Rabbi! Rasûlünden Ebû Ubeyde'nin bu ümmetin emini ve Salim’in de Allah Teâlâ’yı çok seven bir kişi olduğunu duydum derim.”
[Nota bak]***
el-İmâme ve's-siyâse müellifi, Hz. Ömer'in bu ikisi dışında Muaz b. Cebel ve Halid b. Velid’in isimlerini de zikrettiğini ve bu iki sahabî için Allah Teâla kıyamet günü kendisini sorumlu tuttuğunda Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellemden Muaz b. Cebel hakkında kıyamet günü âlimlerin önünde geleceğini, Halid b. Velid hakkında da müşriklerin üzerinde Allah Teâla’nın kılıçlarından bir kılıç olduğunu işittiğini ilave etmektedir.
Sahâbe, bu sırada Hz. Ömer’den oğlu Abdullah’ı yerine bırakmasını da istemişti. Fakat hiçbir zaman böyle bir şeyi düşünmediğini söyleyen Hz. Ömer, bu teklife şiddetle karşı çıktı ve şayet Müslümanların halifesi olmak hayırlı ise kendi ailesinden bir kişinin bu görevi yerine getirdiğini, eğer hayırlı değilse bir aileden bir kişinin kurban olmasının o aile için yeterli olacağını söyledi ve sözlerine şöyle devam etti “Cenâb-ı Hakk’ın bu ümmetin işlerinden ailemizden bir kişiyi hesaba çekmesi yeter. Ben bu iş için ailemi ve akrabalarımı ihmal ettim. Şayet bu işten günahsız ve ecirsiz olarak kurtulabilirsem ne mutlu bana! Eğer yerime birisini tayin edecek olursam -ki benden daha hayırlı birisi (Hz. Ebû Bekir’i kast ederek) yerine birisini tayin etmiştir-bu doğrudur. Yok, şayet bu görevi insanlara devredecek olursam yine benden daha hayırlı birisi (Hz. Peygamber’i kast ederek) bu işi halka bırakmıştır, bu da doğrudur. Şüphesiz ki Allah hiçbir zaman dinini zayi etmez.”[ el-İmâme ve's-siyâse, I, 28–29; İbn Sa’d, et-Tabakât, III, 343–353; Taberî, Târih, IV, 228; İbn Abdürabbih, el-İkd, IV, 284; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 65]
Ashâb-ı Kirâm, Hz. Ömer’in ilk iki isteği geri çevirmesi üzerine, halifeyi belirleme konusunda kendisinden bir ahit yazdırmasını istediler. Hz. Ömer bunun üzerine "Size söylediklerimden sonra düşündüm ve sizi hak yola ulaştıracak en layık olanınızı tayin etmek istedim.-O esnada Hz. Ali'yi kast etti.- Fakat bu esnada kendimden geçerek biraz dalmışım. Rüyamda bahçeye girmiş ve onu ekip biçen bir adam gördüm. Filizleri koparıp altına koyuyordu. Anladım ki Allah Teâla kendi işini daha iyi halledecektir. Ölü veya diri bu işin mesuliyetini taşımak istemiyorum." dedi.[ Taberî, Târih, IV, 228; İbn Abdürabbih, el-İkd, IV, 284–285; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, III, 66–67; İbn Ebî Hadîd, Şerhu Nehci’l-belâğa, I, 185.]
Hz. Ömer yukarıdaki rivayette Hz. Ali'yi kast etmiş olsa da kendisinden sonra birisini halife tayin ederek böyle bir mesuliyeti taşımak istememiştir.
***Taberî, Târih, IV, 227; İbnü’l-Esîr, el- Kâmil, III, 65. Hz. Ömer'in halifelik için Ebû Huzeyfe'nin azatlısı Sâlim'in ismini zikretmesini farklı şekillerde yorumlayanlar da vardır. Nitekim çağdaş müelliflerden Sırma, Hz. Ömer'in bu sözünü şöyle izah etmiştir,
"Hz. Ömer’in birçok sahabe varken özellikle Ebû Huzeyfe'nin kölesi Sâlim’i zikretmesinin bir diğer sebebi de hilafet müessesesinin bir aile hilafeti şekline dönüşmesini istemeyişidir. Çünkü o sırada Hâşimoğulları ve Ümeyyeoğulları gibi toplumda nüfuzlu ailelerin varlığı ve Arap asabiyetinin tekrar canlanma ihtimali Hz. Ömer’i, Sâlim’i halife tayin edebileceğini ifade etmeye sevk etmiştir. Zira Salim'in sadece etkisiz bir köle olması Hz. Ömer’in endişe ettiği hususların dışında kalmaktaydı." (İslâmî Tebliğin Örnek Halifeler Dönemi, İstanbul 1989, s.159).
Hz. Peygamber'in Ebû Ubeyde ile ilgili söylediği hadis için bkz. Ahmed b. Hanbel, Fedâilu’s-sahâbe, I-II, Beyrut 1983, II, 739; Tirmizî, "Menâkıb" 32.
Müşrikler ile Müslümanlar arasında Bedir ve Uhud’dan sonra meydana gelen bir diğer savaş Hicret’in 5. senesinde meydana gelen Hendek savaşı idi. Bu gazvede önceki savaşlarda olduğu gibi meydan savaşı yapılmamıştır. Zira Hz. Peygamber, diğer savaşlardan farklı olarak Medîne’de kalarak savunma yapmayı uygun bulmuştur. Mekkeli müşrikler Bedir’de Müslümanlar’a yenilmelerine rağmen Uhud’da Ayneyn tepesindeki okçuların Hz. Peygamber’in emrine uymamaları sebebiyle kısmî bir zafer elde etmişlerdir. Fakat müşrikler, asıl hedefleri olan Hz. Peygamber’i ve Müslümanlar’ı ortadan kaldıramamışlardır. Bu durum onlar açısından hâlâ bir tehdit unsuru idi ve Müslümanlar’ın Hicaz Bölgesi’nde günden güne güçlenmesi onları tedirgin etmekteydi.
Diğer taraftan müşrikleri Müslümanlara saldırmaya teşvik eden başka bir etken daha vardı ki bu da Medîne’de yaşayan Yahudiler idi. Zamanla Medîne’deki üstünlükleri kaybolan Yahudiler müşriklerle ittifaklar kurarak, Müslümanlar ile olan anlaşmalarını ihlâl etmişler, bunun sonucunda da önce Benî Kaynuka, daha sonra da Benî Nadîr Yahudileri Medîne’den sürgün edilmişlerdi. Bu sürgün esnasında bir kısım Yahudiler Hayber’deki Yahudilerin yanına sığınmışlar ve buradan Müslümanlar aleyhine faaliyetlerine devam etmişlerdir.
Bu faaliyetler zamanla semeresini vermiş ve buradaki Yahudiler müşrikleri, Müslümanlar üzerine saldırmaya teşvik etmişlerdir. Hayber Yahudileri sadece Mekkeli müşrikleri değil birçok müşrik Arap kabîlesini de Müslümanlara karşı birlik olmaya çağırmışlardır. Bu faaliyetler sonucu Kureyş, Gatafan, Benî Süleym, Benî Esed gibi müşrik kabilelerin oluşturduğu on bin kişilik bir ordu Medîne’ye doğru harekete geçmişti. Bu durumu haber alan Hz. Peygamber, o güne kadar Araplar arasında pek bilinmeyen bir şekilde savunma yapmaya karar verdi ve sahâbeden İran asıllı Selmân-ı Fârisî’nin tavsiyesi ile Medine’nin saldırıya açık olan kısımlarına hendek kazılmasına karar verildi.
Konumuz açısından ele alacağımız husus ise bu savaş esnasında hendeği geçmeye çalışan müşrik süvârilerden Amr b. Abd ile Hz. Ali arasında meydana gelen olaydır.
Başında Ebû Süfyan’ın olduğu müşrik ordusu, Medîne önlerine geldiğince daha önce alışık olmadıkları bir şekilde hendeği görünce büyük bir şaşkınlık yaşamışlardır. Bu şaşkınlığı üzerlerinden atmaya çalışan müşrikler hendeğin bulunduğu tarafta karargâh kurarak hendeği geçebilecekleri yerleri araştırmaya başladılar. Hendeği geçme teşebbüsleri ise Müslüman okçular tarafından devamlı olarak engellenen müşrik süvârilerinden beş kişi savaşın ilerleyen safhalarında hendeği geçmeyi başarmıştır.
Hendeğin en dar yerinden geçmeyi başaran bu beş süvâri: İkrime b. Ebû Cehil, Nevfel b. Abdullah, Dırâr b. Hattâb, Hubeyre b. Ebû Vehb ve Amr b. Abd idi. Bunlardan Amr b. Abd, bin ere denk tutulan ve o gün tamamıyla zırhlara bürünmüş bir savaşçı idi. Amr, atının başını çevirerek Müslümanlara “Benimle çarpışacak kim varsa çıksın ortaya” diyerek meydan okuyor ve karşısına çıkacak bir er istiyordu. Amr mübâreze yapmak için er istediğinde onun cesaretini ve kuvvetini iyi bilen Müslümanlar, sanki başlarına kuş konmuş gibi yerlerinden kımıldayamamışlardı.
Amr b. Abd’in bu çağrısına Hz. Ali karşılık vermiştir. Hz. Ali ayağa kalkarak “Yâ Resûlallâh, onunla ben çarpışayım” dediğinde ise Hz. Peygamber, “Sen otur, o Amr’dır!” buyurmuştur.
Amr b. Abd “Hani, sizden öldürülünce Cennet’e gideceğini iddia ettiğiniz kimseler; hani, nerede kaldılar? İçinizden meydana gelerek benimle çarpışacak kimse yok mu?” diye tekrar seslenince, Hz. Ali tekrar ayağa kalkarak “Onunla ben çarpışayım yâ Resûlallâh” demiştir. Hz. Peygamber tekrar ona “Sen otur! O, Amr’dır” buyurmuştur.
Amr b. Abd, üçüncü defa seslenerek çağrıda bulunup aralarında çarpışacak kimse olup olmadığını sorarak bir dörtlük okumuştur. Bunun üzerine Hz. Ali tekrar ayağa kalkarak “Onunla ben karşılaşayım yâ Resûlallâh” demiş ve Hz. Peygamber’in “O, Amr’dır” buyurması üzerine Hz. Ali, “Onun Amr olması fark etmez” karşılığını vermiş; Hz. Peygamber de sonunda onun mübârezeye çıkmasına müsaade buyurmuştur.
Hz. Peygamber, Hz. Ali’nin Amr ile karşılaşmasına müsaade edince ona kendi kılıcını kuşandırmış, kendi zırhını giydirmiş ve sarığını onun başına sarmıştır. Ve Hz. Peygamber ona, “Allah’ım ona yardımını ihsan et! Allah’ım! Bedir günü benden Ubeyd’yi, Uhud günü de Hamza’yı aldın. Ali ise benim kardeşimdir ve amcamın oğludur. Beni yalnız başıma bırakma! Sen vârislerin en hayırlısısın” diyerek duâ etmiştir.
Hz. Ali, Amr b. Abd’in karşısına çıkınca Amr “Sen kimsin” diye sormuş, Hz. Ali, “Ben Ali’yim” karşılığını vermiştir. “Abdümenâfın oğlu Ali mi?” diye tekrar sorunca “Ben Ebû Tâlib’in oğlu Ali’yim” cevabını vermiştir. Amr b. Abd bu cevabına karşılık Hz. Ali’ye “Ey kardeşimin oğlu! Amcalarından senden başka daha yaşlı kimse yok mu? Ben senin kanını dökmek istemem, zira senin baban benim dostum idi” demiştir.
Hz. Ali “Vallahi ben senin kanını dökmek isterim” deyince Amr b. Abd kızmış ve kılıcını çekerek atını Hz. Ali’nin üzerine sürmüştür. Bu hamle karşısında Hz. Ali ona, “Ben seninle nasıl çarpışayım? Ben yayayım, sen ise atının üzerindesin, âdil bir karşılaşma için atından in” diyerek seslenince Amr atından inmiş ve bir vuruşta atının ayaklarını keserek Hz. Ali’nin karşısına çıkmıştır.
Hz. Ali bu esnada ona “Ey Amr! Ben senin Kureyş’ten bir kimse ile karşılaştığın zaman onun üç dileğinden birini kabul edip yerine getireceğin hakkında Allah’a yemîn ettiğini duydum, bu doğru mudur?” diye sorar; Amr b. Abd de “Evet, doğrudur” şeklinde cevap verir.
Bu cevap üzerine Hz. Ali “Öyleyse ben seni Allah’a ve Resûlüne îmâna ve Islâm’ı kabûle dâvet ediyorum” demiştir. Amr ise “Ey amcamın oğlu, benim buna ihtiyacım yok, bu bana gerekmez” şeklinde karşılık vermiştir.
Hz. Ali bu cevap üzerine, “Öyleyse bizimle çarpışmayı bırak ve yurduna dön, eğer Muhammed Aleyhisselâm, düşmanlarına karşı galip gelirse sen bu davranışınla ona yardım etmiş olursun, şayet düşmanları ona üstün gelip onu ortadan kaldırırsa sen de dileğine savaşmadan ulaşmış olursun” teklifinde bulunmuştur.
Amr bu teklifi de “Bu sözü Kureyş kadınları bile söylemezler, ben burada savaşmayı ve intikam almayı adadım. Adağımı yerine getirmeden başıma yağ ve koku sürünmeyi kendime yasakladım. Böyle bir adağı olan buradan dönemez” diyerek geri çevirmiştir.
Amr, Hz. Ali’ye üçüncü dileğini söyle deyince Hz. Ali “Öyle ise seni benimle çarpışmaya dâvet ediyorum” şeklinde cevap vermiştir. Bu cevap karşısında Amr biraz şaşırmış ve “Doğrusu Araplar içinde benden korkmadan benimle çarpışmak isteyecek birinin olduğunu hiç düşünmezdim. Sen benimle ne diye çarpışacaksın ey amcamın oğlu! Vallahi seni öldürmek istemiyorum. Sen genç bir yiğitsin. Ben ancak Kureyş’in Ebû Bekir, Ömer gibi yaşça uluları ile çarpışmak isterim” diyerek Hz. Ali’nin önünden çekilmesini istemiştir.
Hz. Ali’nin “Fakat ben seni öldürmek isterim” demesi üzerine Amr şiddetli bir şekilde Hz. Ali’ye hücum etmiştir. Böylece ilk hamleyi Amr b. Abd yapmıştır. Amr, Hz. Ali’ye kılıcıyla şiddetli bir darbe indirmiş, Hz. Ali ise bu hamleyi kalkanı ile karşılamıştır. Amr’ın darbesi o kadar şiddetli olmuştur ki, kılıcı kalkana saplanmış ve ucu da Hz. Ali’nin başını yaralamıştır. Bu hamleye karşılık sıranın kendisine gelmesiyle birlikte Hz. Ali de kılıcıyla Amr’a şiddetli bir darbe indirerek onu öldürmüş ve tekbir getirmeye başlamıştır.
Hz. Ali’nin tekbir getirmesini işiten Müslümanlar onun Amr’ı öldürdüğünü anlamışlar ve onlar da tekbir getirmeye başlamışlardır. Hz. Ali bu çarpışmadan sonra Hz. Peygamber’e yönelmiş ve “Lâ ilâhe illallâh Muhammedü’r-Rasûlullâh” diyerek sevincini göstermiştir.
Hz. Ali bu mübârezede de Hz. Peygamber’in vekîli olarak onu temsîl etmiştir. Amr b. Abd, o dönem savaşlarında yaygın bir usul olan mübâreze ile karşısına bir rakip istemesine rağmen hiçbir sahâbî onun karşınına çıkmamıştır. Hiçbir sahâbînin Amr b. Abd’in karşısına çıkmaması gibi bir durumda ise Müslümanların komutanı olan Hz. Peygamber’in onun karşısına çıkması gerekecekti. Sahâbîlerin harekete geçemediği böyle bir durumda Hz. Ali, Amr’ın bu teklifine olumlu cevap vermiştir. Hatta yukarıda da zikretmeye çalıştığımız üzere Hz. Ali’nin, Amr’ın karşısına çıkmak üzere harekete geçmesine Hz. Peygamber ilk başlarda engel olmuşsa da, onun ısrarlı tavrı üzerine daha sonra ona izin vermiştir. Hz. Ali bu vazîfesini gözünü kırpmadan şecaatle yerine getirerek Hz. Peygamber’i başarı ile temsîl ederek önüne siper olmuştur.
Hz. Ali’nin bu karşılaşmada Hz. Peygamber’i vekîli olarak temsîl ettiğini göstermesi açısından dikkat çekmemiz gereken bir başka hususu da burada zikretmemiz gerekmektedir. Bu husus da Hz. Ali’nin Amr b. Abd ile karşılaşmak üzere hazırlanmaya başladığında Hz. Peygamber’in ona kendi kılıcını kuşandırması, kendi zırhını ona giydirmesi ve kendi sarığını onun başına sarmasıdır. Daha önce de belirtmeye çalıştığımız üzere temsîlcinin, tam mânâsıyle vazîfesini îfâ edebilmesi için vekâlet ettiği şahsı yakından tanıması ve üzerinde ona ait bazı alâmetler taşıması temsîl gücünü ve etkisini artıran bir unsurdur. Bu hususu en iyi şekilde bilen Hz. Peygamber, bizzat kendi elleriyle onu mübârezeye hazırlamıştır. Böylece Hz. Ali, Hz. Peygamber’i temsîl noktasında görevini güvenle en iyi şekilde yerine getirmiştir. Amr b. Abd’ı öldürdükten sonra doğruca Hz. Peygamber’e yönelmesi ve tehlîl getirerek sevincini onunla paylaşması da bunu açık bir şekilde göstermektedir.
Hz. Ali’nin Hz. Peygamber’e Vekâleti ve Temsili
Hz. Ali denilince akla gelen en önemli yönlerden bir tanesi ilimdir. Daha çocuk iken Hz. Peygamber tarafından himâyesine alınan ve onun gözetiminde büyüyen Hz. Ali, bu sâyede Kur’ân’ın nüzulüne ve Hz. Peygamber’in sözlerine, hareketlerine ve uygulamalarına yakından şahit olmuştur. Bu bakımdan diğer sahâbe arasında ayrıcalıklı bir konuma sâhiptir. Ayrıca erken yaştan îtibâren okuma-yazma bilenler arasında olması ona ayrı bir değer katmaktadır. Hz. Peygamber, onun ilim ve hikmet sâhibi olma vasfına işâret etmek üzere “Ben ilmin şehriyim, Ali ise onun kapısıdır. Kim ilim talep ederse (ilim şehrinin) kapısına gelsin” buyurmuştur. Bu açıdan Hz. Ali, Hz. Peygamber’den sonra ilmi ve hikmeti ile mü’minlere örnek ve rehber olmuştur.
Ömer Nasûhi Bilmen, onun ilmî müktesebâtının önemine şu ifadelerle dikkat çekmiştir: “Hz. Ali, Allah ve Resûl’ünden sonra Ashâb-ı Kirâm’ın en âlimi ve en fakîhi idi. Kendisinde fevkalâde bir ilm ü irfân meydana gelmiş ve büyük bir içtihat gücü ortaya çıkmıştı. Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer gibi sahâbenin büyükleri, her zaman Hz. Ali ile ilmî ve fıkhî meselelerde müzâkere ve istişârede bulunurdu. Hânedân-ı Nübüvvet erkânından olduğu üzere pek büyük ilim, irfân ile mücehhez olduğu cihetle Hz. Peygamber’in hayatına, sünnetine herkesten daha fazla muttalî idi. Bu hususta kendisi İslâm’ın yegâne mercii idi.”
Hz. Peygamber hayatta iken onun yanında Kur’ân-ı Kerîm’i ezberlemiş olan Hz. Ali, özellikle fıkıh alanında kendisini kabul ettirmiş bir otoritedir. Sahâbe arasında bu yönüyle temâyüz etmiştir. Bu alandaki bilgisinin genişliğinin ise, yukarıda belirttiğimiz üzere Hz. Peygamber’in onu Yemen’e kadı olarak gönderirken yaptığı duâdan kaynaklandığı belirtilmiştir. Hz. Peygamber “Yâ Rabbi! Ali’nin kalbi hidâyet nûrunun kaynağı, dili doğruluğun tercümânı olsun” şeklinde duâ buyurarak onu bu vazîfeye göndermiştir.
Hz. Ali böylece sahâbe arasında temâyüz etmiş ve özellikle ilk üç halîfe fıkhî meselelerde onunla istişâre de bulunmuşlardır. Hz. Ömer onun fıkhî derinliğini şöyle ifade etmiştir: “Görüşünde ve hükmünde en isâbetli hüküm verenimiz Ali’dir.” Saîd b. Müseyyeb de Hz. Ali’nin bulunmadığı ve önemli bir meselenin görüşüldüğü toplantılarda “Hz. Ömer, Allah’a sığınırdı” diyerek onun sahâbe için ne kadar vazgeçilmez olduğunu belirtmiştir. Onun bu yönünü iyi bilen sahâbe de, Hz. Ali’nin görüş belirttiği bir konu hakkında başkasına sorma ihtiyacı hissetmemiştir.
Fıkhî bilgisi yanında Hz. Ali tefsîr ilminde de müstesnâ bir yere sâhiptir. Bu hususta da otorite olduğunu onun şu ifâdelerinde açıkça görebilmekteyiz: “Bana Allah’ın Kitâbı’ndan sorun! Allah’a yemîn ederim ki, onun gece mi, gündüz mü, kır da mı, dağda mı nâzil olduğunu bilmediğim âyeti yoktur.” Bu ifâdesiyle onun özellikle âyetlerin iniş sebeplerini de ne kadar iyi bir şekilde bildiğini anlamaktayız. Bu aynı zamanda her ânını Hz. Peygamber ile geçirmesinin ona eşsiz değerler kattığının bir delîlidir. Ayrıca Hz. Ali, Kur’ân-ı Kerîm bilgisini târif eden “Kur’ân benimledir. Kur’ân’ı tanıdığımdan beri ondan ayrılmadım” sözüyle de bir önceki ifâdesini teyit etmektedir.
Âyetleri tefsîr eden birçok rivâyeti bulunan Abdullah b. Abbâs da bu rivâyetleri Hz. Ali’den aldığını belirtmiştir. Kendisine yöneltilen “Senin tefsîr ilmin Hz. Ali’ye göre nasıldır?” sorusuna ise “Engin bir okyanusun karşısında bir yağmur tanesi gibidir” şeklinde cevap vermesi, Hz. Ali’nin bu alandaki engin bilgisini göstermektedir.
Hz. Ali, fıkıh ve tefsîrin yanı sıra hayatının her ânını birlikte yaşadığı Hz. Peygamber’in sünnetini de çok iyi bilmektedir. Onun bu husustaki meziyetini Hz. Âişe bir olayda şöyle ifâde etmiştir: Cerse bint Cedâne adlı bir kadın Hz. Âişe’ye gelerek “Ali, aşûre orucunu emrediyor, sen bu konuda ne dersin?” diye sorunca Hz. Âişe “Ali, sünneti çok iyi bilir” cevabını vererek Hz. Ali’nin söylediği ve belirttiği hususların muhakkak sünnette yeri olduğunu vurgulamıştır. Hz. Ali böylece hadîs ilmine me’hâz olacak bilgisi ile de temâyüz etmiştir. Fakat o, birçok sahâbeden daha az yaşadığı ve ömrünün bir bölümünü mücâdele ve savaşlarla geçirdiği için, ancak 586 hadîs rivâyet edebilmiştir.
Bunun yanında Hz. Ali’nin hadîsleri yazdığı ve kendisine ait bir hadîs sahîfesinin olduğu belirtilmektedir. Yine kendisinin ifadesi ile içinde “Maktûlün diyeti, esirlerin serbest bırakılması, bir kâfir için Müslüman’ın öldürülemeyeceği ve Mekke’nin Harem bölgesi sınırları” gibi hükümlerin bulunduğu bu sahîfeyi kılıcının kınında saklamıştır.
Hz. Ali, zâhirî bilgisinin hikmet ile bütünleşmesi neticesinde zuhûr eden hakîkat ve mârifet ilmiyle de irfân sâhibidir. Abdullah b. Mes’ûd’un “Kur’ân yedi harf üzere indirilmiştir. Onda her bir harfin zâhiri ve bâtını vardır. Ali b. Ebû Tâlib’de hem zâhir hem de bâtın ilmi vardır” şeklindeki tavsîfi Hz. Ali’yi bu yönüyle tanıtmaktadır.
Şüphesiz Hz. Ali, Allah’ı ve Hz. Muhammed’i (sallallâhü aleyhi ve sellem) tanımak, bilmek ve ahlaklarıyla ahlaklanmak üzere, Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i seniyye’yi tam mânâsıyla tatbik eden bir yaşayış ortaya koymuş ve bu örneklik asırlar boyunca Allah ve Resûlüne îmân, itaat, ittibâ ve muhabbet yolu olarak tâkip edilmiştir. Hz. Peygamber bir konuşmasında Allah’a hamdü senâ ettikten sonra şu ifâdelerle bu gerçeği ümmetine duyurur: “Ey insanlar! Ben de bir beşerim ve âhirete göç etmede hepinizden önde bulunuyorum. Size paha biçilmez iki şey bırakıyorum, onlara sarıldıkça asla sapıtmazsınız. Onlardan ilki Allah’ın Kitâbı, diğeri ise Ehl-i beytimdir.” Ehl-i beyt’in bir ferdi olarak Hz. Ali, bilgi birikimini hem aile içerisinde hem hayatı boyunca karşılaştığı topluluklar arasında paylaşmış ve yaymıştır.
Hz. Ali, taabbüd noktasındaki hassasiyeti ile de seçkin bir kulluk sergilemiştir. Bu konuda nakledilen birçok örnek bulunmaktadır. Vecd timsâli ibâdet aşkını gösteren özellikle şu hâdise onun vecdini açıklar. Hz. Ali bir gün Hz. Peygamber’e gelerek şöyle der: “Ey Allah’ın Resûlü! Bana öyle birşey öğret ki Allah’a ulaşmakta bana kolaylık olsun ve bu yolu tâkip edenler Allah’ın affına ulaşabilsinler.” Hz. Peygamber ona “Zikre devam eyle” karşılığını vermiştir. Hz. Ali “Zikirden bir an bile olsun ayrı değilim ey Allah’ın Resûlü” deyince Hz. Peygamber “Doğru ey Ali! Fakat ben sana onu Cebrâil’in bana öğrettiği şekilde öğreteceğim” diyerek onu önünde diz çöktürmüş ve diz dize oturmuşlardır. Bu esnada Hz. Peygamber gözlerini yumarak üç kere sağdan nefiy ve soldan ispat ederek yüksek sesle telkin buyurmuştur. “Lâ ilâhe illallâh Muhammedü’r-Rasûlullâh” olarak tarif etmiştir.
“Hz. Muhammed’e ve Allah’a mânevî açıdan erişmede rehberlik eden bir mürşîde bağlı kimseler (derviş, mürîd vb.) için konulmuş, mânevî, ahlâkî ve sosyal kuralların bütünü ve bu kurallara göre teşkilâtmış müesseseler” olarak târif edilen tarîkatler genel olarak incelendiğinde sûfilerin Hz. Peygamber’den sonra Hz. Ali’yi belli uygulamalarında dayanak olarak benimsedikleri ve onu imâm olarak kabul ettikleri görülmektedir. Sûfiler tarîkat ilmini Hz. Peygamber’den Hz. Ali’ye geçen bâtın ilmi olarak kabul etmişlerdir. Tasavvuf alanında Hz. Ali’ye atfedilen bu yönler özellikle tarikatlaşma dönemlerinde daha belirgin hâle gelmiştir. Kendilerini silsile yolu ile Hz. Peygamber’e dayandıran tarikatlar, bu bağlantıyı Hz. Ali üzerinden kurarlar. Önde gelen tarikatlardan olan Nakşîbendiyye, Kâdiriyye ve Halvetiyye silsilelerinde ana unsur Hz. Ali olmuştur. Velâyet kavram üzerine özellikle duran İbn Arabî, Hz. Ali’yi velîlik makamında olduğu için, peygamberlerden sonraki en üst makama yerleştirmiştir.
Konumuz îtibâriyle ayrıntılarına girmeden kısa olarak ele almaya çalıştığımız üzere Hz. Peygamber’in serdettiği maddî-mânevî ilmin muhafazası ve intikalinde Hz. Ali onu temsîl etmiştir. Hz. Peygamber hayatta iken sahâbenin her türlü sıkıntılarına çözüm bulmuş, sorularını cevaplamış ve öğrenmek istedikleri konularda onları aydınlatmıştır. Asr-ı saâdet’ten sonra ise özellikle İslâm devletinin sınırlarının genişlemesi ve farklı kültürlerden birçok insanın Müslüman olması yeni problemleri ve sıkıntıları da beraberinde getirmiştir. İlk üç halîfe başta olmak üzere karşılaşılan meselelerde öncelikle Hz. Ali’ye müracaat etmişler ve onunla istişârede bulunmuşlardır. Fıkhın yanında Kur’ân ilimleri noktasında da onun görüşlerine müracaat etmişlerdir. Bu konudaki sayısız örnek Hz. Ali’nin Hz. Peygamber’den öğrendiklerini hayatına tatbik ederek ve tevârüs ettiği ilmini insanların hizmetine sunarak Hz. Peygamber’in hatırasını devam ettirdiğini göstermektedir.
Hz. Peygamber’in kendisi ile Hz. Ali arasında kurduğu temsîlî bağlardan bir diğeri mevlâlıktır. Resûl-i Ekrem, Gadîr-i Hum denilen yerde bu konuda bir açıklama yapmıştır. Gadîr-i Hum, Mekke ile Medîne arasındaki Cuhfe mevkiine yaklaşık dört kilometre uzaklıkta bulunan bataklık bir bölgedir. Hz. Peygamber, Vedâ Haccı dönüşü Mekke ile Medîne arasında bulunan bu mevkide bir süre konaklamıştır. Bu konaklama esnasında ise ashâbına bir konuşma yapmıştır. Hz. Peygamber bu hutbesinde Allah’a hamdü senâ ettikten sonra “Ey insanlar! Ben de bir beşerim ve âhirete göç etmede hepinizden önde bulunuyorum. Size paha biçilmez iki şey bırakıyorum, onlara sarıldıkça asla sapıtmazsınız. Onlardan ilki Allah’ın Kitâbı, diğeri ise Ehl-i beyt’imdir.” Daha sonra Hz. Peygamber devam ederek, “Benim kadın-erkek her mü’mine kendi nefsinden daha çok hak sâhibi olduğumu bilmiyor musunuz?” diye sormuş; orada bulunanlar, “Evet, senin bütün mü’minler üzerinde daha çok hak sâhibi olduğunu biliyoruz” şeklinde cevap vermişlerdir. Bunun üzerine Hz. Peygamber, Hz. Ali’nin elini tutarak “Ben kimin mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır” buyurmuştur.
Hz. Peygamber, bu hadîsi ile bütün dikkatleri Hz. Ali’nin üzerine çekmiştir ve onun kendi nezdinde ne kadar değerli olduğunu belirtmiştir. Bu durumu bir kez daha hatırlatmak ihtiyacı hissetmiştir; çünkü o günlerde bazı Müslümanlar, Hz. Ali’yi tenkit eden ifadelerle onu hakkında şikâyette bulunmuşlardır. Bu tepkinin ise iki nedeni vardır. Birincisi Hz. Ali’nin geçmişte müşrik akrabalarını savaşlarda öldürmesidir. İkincisi ve en önemlisi yukarıda da belirtmeye çalıştığımız üzere Yemen seferi esnasında yanında bulunan silah arkadaşlarının, ganîmet taksiminde katı davranması sebebiyle onu Hz. Peygamber’e şikâyet etmeleridir.
Burada Hz. Ali ile ilgili olarak bir hadîsi nakletmenin konumuz açısından faydalı olacağı kanaatindeyiz. Bu Hac esnasında, Yemen seferinde Hz. Ali ile birlikte olan sahâbîlerden dördü seferden dönüldükten sonra bazı davranışları sebebiyle Hz. Ali’yi Hz. Peygamber’e şikâyet etmişlerdir. Seferden dönülünce bu dört sahâbî Hz. Peygamber’e gelerek içlerinden bir tanesi “Ey Allah’ın Resûlü! Ali’nin şöyle şöyle yaptığını görmedin mi?” diyerek Hz. Ali’yi şikâyet edince Hz. Peygamber ondan yüz çevirmiştir. Daha sonra sırasıyla ikinci, üçüncü ve dördüncü sahâbîlerde kalkarak aynı şekilde Hz. Ali’yi şikâyet etmişlerdir. Bunun üzerine Hz. Peygamber yüzünde kızgınlık ifâdesi görünür bir şekilde onlara yönelerek, “Ali’den ne istiyorsunuz, Ali’den ne istiyorsunuz, Ali’den ne istiyorsunuz” diyerek onlara çıkışmıştır. Bunun ardından da Hz. Peygamber “Ali bendendir, ben de Ali’denim” buyurmuştur.
Böylece Hz. Peygamber, Hz. Ali hakkında yayılabilecek ve onu olumsuz etkileyecek dedikoduların önüne geçmiş ve ona ne kadar değer verdiğini göstermiştir. Böylece Hz. Ali’nin yanındaki kıymetini belirten Hz. Peygamber, Hz. Ali’nin diğer sahâbîye nazaran yanındaki değerini böylece ifâde etmiştir. Zira yukarıda da belirtmeye çalıştığımız gibi Hz. Peygamber, bizzat kendi gözetiminde yetişmiş ve kardeş edinmiş olduğu Hz. Ali’ye ayrı bir değer vermiş ve ona her fırsatta sevgisini göstermiştir.
Hz. Peygamber’in zikrettiği “mevlâ” kelimesini izah etmek konunun daha iyi anlaşılması açısından önem arz etmektedir. Sözlükte “Birinin arkadaşı, dostu ve yardımcısı olmak” anlamındaki velâ kökünden masdar ismi ve sıfat olan “mevlâ” kelimesi “Birbirine sevgiyle bağlanan, dost, arkadaş, yardımcı; sâhib ve mâlik” mânâlarına gelmektedir. Ayrıca Râgıb el-İsfahânî, kelimenin temel anlamının yanında “yan yana oluş” mânâsının da olduğunu ve bundan dolayı kelimenin “iki veya daha fazla şeyin aralarında yabancı olmaması kaydıyla birlikte olması” mânâsına da geldiğini belirtmiştir.
Kur’ân-ı Kerîm’de “mevlâ” kelimesi birçok yerde Allah’ın mü’minlerin yardımcısı ve dostu olduğu anlamında kullanılmıştır. Bu âyetlerden birinde meâlen şu şekilde buyrulmuştur: “Eğer yüz çevirirlerse bilin ki Allah sizin dostunuzdur. O, ne güzel dosttur. O, ne güzel yardımcıdır.”
Bu mânâlar göz önüne alındığında kanaatimizce Hz. Peygamber, bu rivâyette mevlâ kelimesi ile dost mânâsını kastederek “Ben kimin dostu isem, Ali de onun dostudur” demiştir. Zira Hz. Peygamber, her mü’minin dostudur; mü’min için öz nefsinden daha kıymetlidir. Yukarıda da belirtmeye çalıştığımız üzere Hz. Ali ile Hz. Peygamber arasında hem kan bağına hem de muâhat ile kardeşliğe dayanan bir ilişki mevcuttu. Bu rivâyet ile de Hz. Peygamber, Hz. Ali’nin kendi nezdindeki değerine dikkat çekmiştir. Ayrıca bu ifâdesiyle Hz. Peygamber, Müslümanlar arasında müşrik akrabalarını öldürdüğü ve ganîmet taksiminde titizlik gösterdiği için ona kızgın ve kırgın olanları açıkça uyarmış ve Hz. Ali’nin bütün mü’minlerin dostu olduğunu alenen ilân etmiştir.
Bu hadîs özellikle Şiiler tarafından Hz. Ali’nin, Hz. Peygamber’den sonra halîfe olması gerektiğine delîl olarak getirilmiştir. Fakat Hz. Ali’nin torunu Hasan el-Müsennâ’ya Gadîr-i Hum olayı sorulduğunda o “Allah Resûlü onunla emirliğini kastetmedi. Eğer böyle demek isteseydi bunu açıkça söylerdi. Çünkü Rasûlullâh, Müslümanlar’ın en fasîh konuşanıdır” şeklinde cevap vererek bu husustaki farklı anlamaların önünü kesmiştir.
Hâsılı mevlâlık taltîfiyle Hz. Peygamber Hz. Ali’ye ne kadar değer verdiğini herkesin huzurunda göstermiştir. Fakat bu kelimeyi kullanarak onu kendisinden sonra emîr olarak tâyin etmemiştir. Kanaatimizce Hz. Peygamber Gadîr-i Hum mevkiindeki konaklama esnasında Hz.
Hz. Ali hakkındaki olumsuz sözleri engellemeyi ve onun saygınlığının herkes tarafından bilinmesini murâd etmiştir.
Hz. Ali, İslâm tarihi içerisinde siyasî yönüyle de ön plana çıkmıştır. Siyasî hayatı boyunca birçok problem ile karşılaşmış ve bunları çözmek için mücadele etmiştir. Hz. Ali’yi siyasî yönden etkileyen olaylar ve onun bu durumlar karşısındaki tutumu Hz. Peygamber’in ahirete irtihâlinden sonra ortaya çıkmaya başlamıştır. Özellikle Hz. Peygamber’in irtihâlinden sonraki durum açısından Hz. Ali ile Abbâs arasında geçen diyaloglar dikkat çekicidir.
Hz. Ali, hastalığı iyice şiddetlenen Hz. Peygamber’in yanından çıktığında halk “Ey Hasan’ın babası! Rasûlullâh geceyi nasıl geçirdi?” diye sorunca, Hz. Ali, “Allah’a hamd olsun sabaha iyileşmiş olarak çıktı” cevabını vermiştir. Amcası Abbâs ise ona yaklaşarak “Hz. Peygamber bu hastalıktan iyileşemeyecek, ben Abdülmuttaliboğulları’nın yüzlerine bakarak ölüm hâlindeki vaziyetlerini bilirim. Onun için sen Allah Resûlüne gidip bu halîfelik işinin kime ait olduğunu sor. Bize ait ise bunu anlamış oluruz, bizde değil ise yerine geçecek olana bizim hakkımızda emir ve tavsiyelerde bulunur” demiştir. Hz. Ali ise bu teklifi kabul etmeyerek, “Bunu Allah Rasûlüne sorar ve o bizi bu işten men ederse insanlar bu işi asla bize vermezler” diyerek bunu Hz. Peygamber’e soramayacağını belirtmiştir.
Hz. Peygamber’in hastalığı esnasında kendisinden sonra kimin yerine geçeceği sorusunun sahâbe arasında konuşulmaya başlandığını görmekteyiz. Biz çok fazla teferruata girmemekle birlikte burada Hz. Ali ile olan diyaloglara da kısaca temas etmenin de faydalı olacağı kanaatindeyiz.
Yukarıda da belirtmeye çalıştığımız üzere rahatsızlığı esnasında Hz. Peygamber’in hizmetini gören Hz. Ali ve Hz. Abbâs arasındaki diyalog bize Hz. Peygamber sonrası için sahâbenin bir belirsizlik içinde olduğunu göstermiştir. Hz. Ali ise, bu vazîfenin kendilerinin hakkı olduğunu düşünmektedir. Zira amcası Abbâs ile aralarında olan başka bir diyalog da şöyledir: Hz. Peygamber vefat ettiği esnada Hz. Abbâs, Hz. Ali’ye “Hazır elimizde iken ben ve buradakiler sana biat edelim” demiştir. Bunun üzerine Hz. Ali, “Bu işe bizden başkası da olur mu?” diye sorunca, Hz. Abbâs, “Vallahi başkası da çıkacaktır” cevabını vermiştir. Bu diyalogdan kısa bir süre sonra Hz. Ebûbekir’e biat edilip onlar da mescide gelince Hz. Ali tekbir seslerini işitmiş ve bu nedir? diye sorunca, Hz. Abbâs “İşte bu seni çağırdığım; şeninde reddettiğin şeydir” cevabını vermiştir.
Bu diyaloglara göre Hz. Ali, Hz. Peygamber sonrası için halîfelik görevinin Haşimoğulları’nda kalacağına ve kendisinin bu görevi üstleneceğine inanmaktadır. Fakat o esnada kendisi ve amcası Hz. Abbâs, Hz. Peygamber’in cenazesi ile meşgul olurlarken Sakîfetü Benî Saîde de Hz. Ebû Bekir’e halîfe olarak biat edilmiştir.
Hz. Abbâs, halîfelik mevzuunda yukarıda temas etmeye çalıştığımız diyaloglarda Hz. Ali’nin dikkatini çekmesine rağmen Hz. Ali, halîfeliğin kendileri dışında birine verileceğini ihtimal dâhilinde düşünmemiştir. Bununla birlikte Hz. Ali açık bir şekilde Hz. Ebû Bekir’in halîfeliğine karşı çıkmamıştır. Fakat bu işte kendilerine danışılmadığı için kırılmış ve Hz. Ebû Bekir’e altı ay kadar sonra biat etmiştir. Hz. Ali, Hz. Ebû Bekir’e biat ederken “Ey Ebû Bekir! Bizim sana biat etmeyişimiz, senin faziletini inkâr ettiğimizden ve Allah’ın sana ihsan ettiği hayrı kıskandığımızdan dolayı değildir. Biz bu vazîfenin kendi hakkımız olduğunu ve sizin bunu elimizden aldığınızı düşünüyorduk” diyerek düşüncesini ifâde etmiştir.
Hz. Ali, Hz. Peygamber’in en yakın akrabası, ilk imân edenlerden olması ve onu en iyi tanıyanlardan olması ayrıca ilim ve fazilet bakımından önde bulunuş gibi meziyetlerinden dolayı bu hakkın kendisinin olduğunu düşünmüştür. Fakat halîfelik için Kureyşli olmak yanında yaşlılık ve tecrübe gibi ki “Araplar arasında liderlik için bu son derece önemlidir ” meziyetler de ön plana çıkmıştır.
Hz. Ebû Bekir’in halîfe seçilmesinde bu meziyetler etkili olmuştur. Halîfe seçiminde doğrudan doğruya bir nas veya Hz. Peygamber’in bir vasiyeti bulunmamaktadır. Hz. Ali de kendisinin bu işe layık olmasını özellikle Hz. Peygamber’e olan yakınlığı dolayısıyla düşünmüştür. Zira o, bu konuda herhangi bir nas veya vasiyet zikretmemiştir. Bu hususu daha iyi anlamak için Suyutî’nin naklettiği şu rivâyet önemlidir: Bu rivâyete göre Hz. Ali Basra’ya gelince Basra’nın ileri gelenlerinden iki kişi Hz. Ali’ye gelerek ümmetin başına geçip buralara kadar geldiğini ve Müslümanları birbirine kırdırdığını; bunu Hz. Peygamber’den aldığı bir yetkiye mi dayandırdığını yoksa kendi görüşüne göre mi yaptığını sormuşlardır. Hz. Ali bu iki kişiye “Allah Resûlü bana bir yetki vermemiştir. Allah’a yemîn ederim ki ben ona ilk îmân eden kimseyim. Onun adına yalan söyleyen ilk kişi de olmam. Eğer Allah Resûlü hilâfet mevzuunda bana bir vasiyette bulunmuş olsa idi Ebû Bekir ve Ömer’in onun minberine çıkmasına asla izin vermezdim. Bu iş için ellerimle mücâdele ederdim. Allah Resûlü ne öldürüldü ne de âniden öldü. Günlerce hasta yattı. Müezzin geliyor onu namaza çağırıyordu. O da Ebû Bekir’in cemaate namaz kıldırmasını emrediyordu. Hanımlarından Aişe bu işi babasından uzaklaştırmaya çalışmış fakat Allah Resûlü buna kızarak “Sizler Yusuf’u faka bastıran kadın cinsindensiniz; Ebû Bekir’e emrimi bildirin namazı kıldırsın” buyurmuştur. Allah Resûlü vefat edince, bizler de Allah Resûlünün imamlık için seçtiğini dünyamız için seçtik ve Ebû Bekir’e biat ettik. Ona bu konuda herhangi bir ihtilaf ve suçlama olmadı. Ben, Ebû Bekir’e hakkını verdim. Ordusunda savaştım, emri ile yanında şer’î cezaları uyguladım.” şeklinde cevap vermiştir.
Hayatının her ânında Hz. Peygamber ile olan Hz. Ali, Hz. Peygamber’in dâr-ı bekaya göç etmesinden sonra da onun hizmetini görmüş, cenaze ve tekfîn işleriyle meşgul olmuştur. Bu esnada Hz. Ebû Bekir’in kendilerine danışılmadan halîfe seçilmesine kırılmış olmasına rağmen daha sonra onun faziletini dile getirerek Hz. Ebû Bekir’in halîfeliğine karşı çıkmamıştır. Ve ona biat etmiştir. Böylece Hz. Ali bir nevi ümmetin birliğine de katkıda bulunmuştur. Zira onun Hz. Ebû Bekir’e biat etmemesi ile ümmet arasına ayrılık girebilirdi. Hz. Ali o dönemde Hz. Peygamber, dâr-ı bekaya göç ettiği için Hâşimoğulları’nın lideri konumuna gelmiştir. Onun Hz. Ebû Bekir’e biat etmesi ile Haşimoğulları Hz. Ebû Bekir’e biat etmişlerdir.
Hz. Ebû Bekir’ in halife olmasından sonra karşılaştığı ilk problem, irtidad hareketleridir. Mürtedlere karşı verilen mücadelede Hz. Ali, halife Hz. Ebû Bekir ile birlikte hareket etmiş ve ona tavsiyelerde bulunmuştur.
Bu dönemde Hz. Ebû Bekir, orduyla birlikte Medine yakınlarında bulunan Zülkassa’ ya, mürtedlerle savaşmak üzere gitmeye karar verdiğinde, Hz. Ali’ nin de aralarında bulunduğu bir grup sahâbî ile istişare etmiş, ancak kendisine sefere çıkmasının doğru olmayacağı belirtilmişti. Rivâyete göre Hz. Ebû Bekir, sefer için yola çıktığında Hz. Ali onun bineğinin yularını tutmuş ve "Kılıcını kınına sok ve kendini feda ederek başımıza musibet getirme. Medine'ye dön. Allah'a yemin ederim ki eğer seni kaybedersek, ebediyen İslâm'ın nizam ve düzeni kalmaz." demiştir. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir ordunun başında sefere gitmekten vazgeçmiştir.
İbn Kesîr, VII, 22; Süyûtî, Târîhu’ l-hulefâ, s. 75.
İslam’da bütün yasaklar ve helaller namaz ibadetini muhafaza için konulmuştur. Eğer bir Müslüman beş vakit namazını ihlal etmeyecek olsa idi bütün yasakları aşabilirdi. Ancak mümkün görünmüyor. Kıyamette ilk sorgunun namazdan olacağı ve hesabını verenin diğer emir ve sorumluluklardan kurtaracağı rivayet edilir.
Mesela içkinin yasaklanma illetlerine bakıldığında aklın dumura uğraması ile oluşan kulluk kırılmasıdır.
“Namaza yaklaşmayın” emrine düşmemek bir kulun hedefi olmalıdır. Allah Teâlâ kullarını kendine ibadet etsinler için yaratmıştır. Çocuklarınıza ve ehlinize namazı emredin rızık konusunda sorumlu değilsiniz, dolaylı olarak izah edicidir.
- Ariflerin Menkibeleri adlı kitapta Mevlana ince bir detayı dile getirmiştir.
- Bahaeddin Veled bölümünün 51. Menkibesinde Bahaeddin Veled Şarap içenin, köpek, domuz, maymun olacağını söylüyor. Bu hikayeyi Seyyid Burhaneddin’in önünde anlattı. O da Şeyhim her kim şarap içtiğinde böyle olursa, ona şarap haramdır, diye fetva verdi. Eğer sen böyle oluyorsan içme, eğer olmuyorsan iç, onun dediği gibi olmazsın diye buyurdu.
- Ve de Şemsi Tebrizi bölümünün 41. Menkibesinde Fakihler Mevlana’ya şarap helal midir diye soruyorlar.
Bunun altında da kasıtlarının Şemse dokunmak olduğu yazmakta. Sadece buraya kadar okunduğunda Şems’in şarap içtiği anlaşılmaktadır.
- Daha sonra da Mevlana içse ne çıkar... diyor ve saçma deliller söylüyor ardından. Açık cevap şudur ki Mevlana ve Şemseddin şarap içiyorlarsa her şey ona mubahtır...
Hulasa; müslümanın hayatını namaz dizayn eder. Eğer bir insan içtiğinde bir vakit namazını kaçırsa ve ömür boyu namaz kılsa onun yerine geçmeyeceğini bilir. Kaza namazı özür dilemek içindir. Noksanlığın giderilmesi için değildir. Allah Teâlâ dilerse kulunu affeder, dilerse etmez...Ayrıca, uyku ve unutmadan dolayı noksanlıklarda kul affa mazhar olmuştur. Namazın terkinin affı ise yalnız Allah Teâlâ’ya kalmıştır.
Öyle ise bütün kötülüklerin anası içkiden uzak durmak evladır.
İngiltere’nin Kontrolündeki İslam’ın Gizli Mümessilleri
İleri siyaset ve geleceği kontrol etmekte mahir olan İngiltere, dünya siyasetini ve yönetimini hala yönlendirmektedir. En büyük düşmanı olarak gördüğü İslam için kurduğu tuzaklardan biri de, müslümanları içten vuracak elamanları onlarca yılları kapsayacak olsa da sabırla yetiştirmekte ve vakti gelince kullanmasıdır.
Bu meyanda Kâzım Karabekir Paşanın bir sözünü hatırlatmak uygundur.
“Erzurum'da yakaladığımız Müslüman olmuş bir Rus casusunu temize çıkarmak için bir mahalle halkının karargâhıma geldiği zaman hallerine bakıp hatıratıma şunu kaydetmiştim:
Ey Türkoğlu! Sen pek safsın, seni herkes aldattı. Erdim diyen, döndüm diyen çemberinden atlattı.” (Kazım Karabekir, İstiklâl Harbimiz, 2/717)
Bahse ait konumuza gelecek olursak, son zamanlarda gündemde Müslüman olmuş İngilizlerden olan William Henry Abdullah Quilliam isimli birinin övgüye mazhar biri olarak tanıtılmasıdır.
Aşağıda bilgileri verilmiş tezlerden hayatını en ince detayına kadar öğrenebilirsiniz. Kendimce dikkatimi celbeden bazı pürüzlerin çok az kısmını sizinle paylaşacağım. Bu kişinin Metodist Misyoneri olduğu kanaatini çekinmeden söyleyebilirim. Yıllar öncesinde Ilımlı İslam, diyalogcu İslam, Reformist İslam…daha fazla artırabileceğimiz tahrif edilmiş bir İslam dini için hazırlanmış yetiştirilmiş birim elemanı.
Osmanlının Britanya Adaları'ndaki Müslümanların 'Şeyhi' iken, diğer yandan da Ekim 1899 yılında İran şahı Muzaffereddin Şah tarafından İran’ın Liverpool Konsolosu olarak görevlendirilmesi garaiptendir. Karmaşık ilişkilerin en nihâi noktasında Yahudi olduğunu da söyleyen biri için II. Lawrence demek az bile gelir. Prof. H. M. Leon takma adıyla Jeoloji, Palaentoloji, Filoloji ve Manx tarihi alanlarında pek çok eseri bulunan birinin petrol üzerine ve Ortadoğuda diktiği taşlar, bugün başımızın belası olmadığını kim söyleyemez ki?
Alıntılar
YUSUF TEKE/2014
İngiltere’de İslamiyet’in tanınması ve yayılması yolunda en önemli aşamalardan birisi de Macar asıllı şarkiyatçı Leitner tarafından Doğu üzerinde araştırmalar yaparak Doğu dilleri ve dinlerini doğru bir şekilde İngiliz öğrencilere tanıtmak ve Doğulu öğrencilere de kendi sosyal konum ve dinlerini kaybettirmeden İngiliz kültürü vermek amacıyla Woking Şarkiyat Araştırmaları Enstitüsü’nün kurulmasıdır (1884). Londra’nın güneyindeki Woking kasabasında açılan bu enstitünün yanında Bopal Nevvâbı Şah Cihan Begüm’ün adını taşıyan bir de cami yapıldı ve 1889’da tamamlanan cami çok sayıda aristokrat ve entelektüelin devam ettiği, birçok önemli kişinin İslam'a girdiği bir merkez oldu. Leitner’in 1899’da ölümünden sonra bir süre yavaşlayan faaliyetler, 1912 yılında Kadiyaniler’in temsilcisi Lahorlu avukat Hace Kemaleddin ile Hindistan’da bulunduğu sırada müslüman olan Lord Headley’nin Woking’e gelmesiyle yeniden eski canlılığını kazandı. Burada 1913’te Muslim India and the Islamic Review adlı bir dergi çıkarmaya başladılar, 1921 yılında da derginin adı Islamic Review olarak değiştirildi. Woking Şarkiyat Araştırmaları Enstitüsü, 1960’lı yıllarda Londra Merkez Camii ve Doğu Londra Camii gibi diğer merkezlerin açılmasıyla eski önemini kaybetmesine rağmen İslamiyet’in Britanya adalarında tanınmasında ve yayılmasında önemli bir rol alarak tarihe geçti.
XIX. yüzyıldaki, belki de en dikkat çeken mühtedilerden birisi, bizim de çalışma konusu olarak belirlediğimiz William Henry Abdullah Quilliam’dır. Onun 1887 yılında İslam’a girmesiyle birlikte liderliğinde ortaya çıkan Liverpool İslam Cemiyeti, İngiltere’nin ilk düzenli Müslüman topluluklarından birisidir. Liverpool İslam Cemiyeti Müslümanlığı sonradan kabul edenlerin, Müslüman göçmenlerin ve Müslüman devletlerden gelen farklı uluslardan ziyaretçilerin bir arada olduğu özel bir kurumdu. Müslümanlığın etnik bir kimlik etrafında birleşmesinden ziyade (hala günümüz Britanya’sında var olan bir problemdir) ulvi bir amaç etrafında bir araya gelen Müslüman bir toplum oluşturması bakımından (hangi sosyal sınıfa mensup olursa olsun bütün Müslümanlar burada birlikte ibadet etmektedir) gerçekten bir örnek teşkil etmektedir. (?) (sh:5)
**
Abdullah Quilliam’ın Sultan’a yakın olması ve ondan taltif görmesi ona dünya Müslümanları nezdinde yüksek bir saygınlık katmıştır. Onun, Sultan’ın İslamcı politikalarını uygulaması ve yayımladığı fetvalarında Halife ve Sultan’a bağlılık tezini işlemesi, Sultan’ın destekçisi olduğu kanaatini güçlendirmiştir. Bu sebepledir ki Sultan Abdulhamid, Quilliam’ı Makedonya’ya oradaki yönetimin iç politikalarını objektif bir şekilde rapor etmesi göreviyle göndermiş ve ona işinin ehli ve adil biri olarak güvendiğini göstermiştir.
Netice itibariyle Quilliam’ın Britanya Adalarının Şeyhülislamı olarak yaşadığı zaman dilimi İngiltere ile Müslüman dünya arasındaki ilişkilerin kötüleştiği zor bir döneme rast gelmesine rağmen o İngiltere Devleti ile ters düşmemeye gayret göstermiş ve Kraliçe’ye olan sadakatini de sık sık vurgulamıştır. O, Müslüman dünya ile Sultan arasında köprü vazifesi görmüş, İslam dünyasının birlik ve beraberlik içerisinde yaşamasına hizmet eden İslam Birliği siyasetinin uygulanmasında etkin rol almıştır. (?) (sh:126)
MUHAMMED RECAİ ÇİFTÇİ / 2009
İngiltere’nin çeşitli bölgelerinde İslâm dini üzerine sayısız konferanslar veren Quilliam, hedefine ulaşma amacıyla toplumun her kesimi ile münasebet kurmayı ihmal etmemiş, baz ı Manx kuruluşları, Spiritualist ve Farmason cemiyetleriyle de irtibat kurmuş, (sh:34)
**…..
Bu arada gayrimüslimler sözkonusu merkezde kendilerine yönelik olarak düzenlenen münazara toplantılarına ve kiliseye gitmeye alışık oldukları günde -sabah saat 11 ve akşam saat 7’de- verilen Pazar vaazlarına da davet ediliyor, Arapça ve İngilizce okunan hutbelerin ardından Cuma namazları da burada edâ ediliyordu.
Quilliam, oluşturduğu Müslüman cemaatten haberdar olan İngiltere’deki ve dünyanın çeşitli bölgelerindeki diğer Müslüman topluluklarca, şüpheyle karşılanıp “bid'at” olarak nitelendirilen bazı uygulamaları sebebiyle şâibeli bir kişi olarak görülmüş, “İslâm inancını ve ibadetlerini sulandırdığı” gerekçesiyle bir takım eleştiriler almış, Londra’daki Encümen-i İslâm tarafından “sahtekâr” ilan edilmişti. Onun bu ithamlara maruz kalmasına sebep olan uygulamaların başında camisini sandalyelerle doldurarak bir kiliseye benzetmesi geliyordu. Camide aynen bir kilisede olduğu gibi org kullanılıyor, kilise ilâhîlerinden uyarlanmış çeşitli ilâhîler okunuyordu. Bununla birlikte Müslüman olan kadınlar, İslâm’ın emrettiği tesettürü istenilen şekliyle yerine getirmiyorlardı. Bazı kaynaklarda onun cemaatinde görülen bu durumlar için Quilliam’ın eğitimde tedrîcî bir metod uyguladığı şeklinde sebepler öne sürülse de, kanaatimizce bu durumların esas sebebi Quilliam’ ın samimî bir Müslüman olmakla birlikte İslâmî bilgi anlamında yetersiz oluşudur. Quilliam’ın Müslüman olduğunu duyarak 1903 yılında İngiltere’ye gelip Liverpool’da onu ziyaret eden Medineli Müslüman Marat Abdülkerîm Efendi’nin orada edindiği izlenimler de bu kanaatimizi desteklemektedir. Abdülkerîm Efendi, izlenimlerini Beyrut’taki Müslüman Arap dergisi Thumrata yazdığı uzun mektuplarında şöyle ifade etmiştir:
"Abdullah Quilliam'm peçesiz (Allah korusun!) fantazi bir şapka giymiş, genç ve zarif kızı tarafından kullanılan, köpeklerin çektiği bir araba ile karşılandım. Bu kız, İslâm'ı kabul edenlerden biriydi. Cami; Quilliam'ın evi, minaresi de evin cadde tarafındaki balkonuydu. Cami aynen bir kilise gibi oturaklarla doldurulmuştu, namaz vakti girince Quilliam balkona çıktı ve (Allah affetsin!) İngilizce bir ezan okudu.
Sonra bu örtüsüz kız bir orgun başına oturup bazı melodiler çalmaya başladı. Buradaki bir avuç dolusu adamlar ve gençler, Hristiyanların yaptığı gibi kitaplardan -İsâ'nın adını da okuyarak!- ilâhîler okuyordu.
Çok şaşırdım. Sonra Quilliam birkaç kelime söyledi ve ardından rükûsuz secdesiz, serbest ve kolay bir şekilde namaz kıldılar. Quilliam'ın Kur'an'ı İngilizce okumasından ve kadınların aynı Hristiyan kadınları gibi örtüsüz dolaşmalarından onun Arapça bilmediğini anladım. O, İslâmın ilkelerinden ve uygulanmasından bihaberdi; fakat ne vakit Hindistan'da ya da Afrika'da birilerinin ihtidâ ettiğini duysa, Hindistan'daki veya Türkiye'deki gazete abonelerine bunu kendi misyonerlerinin çabasının bir sonucu olarak ilân ediyordu... Ayrılırken kendisine misafirperverliği için teşekkür ettikten sonra ona üç tane Müslüman âlimi buraya dâvet ederek bu âlimlerin kendilerine bu mukaddes inancı ve Arapça'yı öğretmelerine müsaade etmesini istedim. Ayrıca ona kadınlara ve kızlara yüzlerini örtmelerini ve babaları ile eşlerinden başka hiçbir erkeğe yüzlerini göstermemelerini söylemesini istedim."
Quilliam’m faaliyetleri ile alakalı ilginç bilgiler veren bir başka zât ise Müslümanlar arasında bir müddet yaşayarak İslâm âdât ve akâidine vâkıf olan ve Londra’da yayımlanan Morning Advertiser gazetesinin muhabiri Luis Sabuncu’dur. Liverpool Müslümanları hakkındaki izlenimlerini aktardığı mektubu 23 Eylül 1891 tarihinde söz konusu gazetede yayımlanan Sabuncu, şunları söylüyor:
Esnâ-yı musâhabette Quilliam'a: "İşittiğime göre güyâ Müslüman olmuşsunuz. Acaba sahih mi?" diye sordum. Cevâben "Evet, sahihdir. Akâid-i İslâmiyeyi Kur'ân-ı Kerîm'de olduğu vecihle tamamen kabul ediyorum. Burada henüz adedimiz azdır fakat dünyada gördüğünüz Müslümanlar gibi müslümanız." dedi.
Câmide hâzır bulunan Müslümanlara İslâm akâidine dâir birkaç sual îrâd eyledim. Akâid-i mezkûreye dâir hiçbirinin mâlûmâtı yok idi. Bu sırada bana Arapça ve İngilizce karmakarışık bir kitap gösterdiler. Arapçasını yazan ömründe lisân-ı Arab'ın usûl ve kavâidini tahsîl etmemiş olduğundan maâda, türlü türlü hezeyân ve maskaralıkla doldurmuş idi. İşbu taklîd camide, kiliseler gibi mihrâbın önünde elli kadar iskemle mevcûd idi. Ve geride kalan zemin âdî ve ucuz halılarla örtülmüş idi. Mihrâbın önünde bir iskemle var idi. Mihrabdan biraz ötede iki sûn'î hurma ağacı ve bir Amerika organonu yani piyano gibi bir müzik aleti duruyor idi. Elime, kapağında "İngilizce tekellüm eden İslâm kilisesinin dua kitabıdır" yazılı; "Bu bizim dua kitabımızdır." dediği, içinde Protestan dualarından taklîd edilmiş dualar bulunan bir kitap verdi
Mülahaza
Şu tafsilâtı mütâlaa eden muttakî ya da gayr-ı muttakî bir Müslümanın akâid-i İslâmiyeyi bozduklarına kâil olması zarûrîdir.
-Herşeyden önce camide kiliselerde olduğu gibi piyano bulundurması ve bunun eşliğinde dua etmesi büyük bir bid'adır.
-Müminlerin namaz kıldıkları yere cami ya da mescid karşılığı olarak "mosque" denilecek yerde kilise denilmesi lâyık değildir.
-Ayetler ile Hristiyan dualarını karıştırmaya ne Müslümanlar ne de Hristiyanlar müsaade verir.
-Kur'ân-ı Kerîm'in tahrifi kâfirâne bir tahkîrdir.
-Mister Quilliam tarafından bir akâid-i İslâmiye kitabı telif olunması ve husûsan Hristiyan ve Protestan fırkasının akâidi, akâid-i İslâmiye ile mezc olunması, ve kendi kendisini âşikâre Hazret-i Peygamber'e teşbîh etmesi kâfirâne bir cesarettir.
-İhtira' eylediği akâid-i cedîdeyi dîn-i İslâm'a nisbet etmesi hiçbir hâlis Müslüman tarafından icrâ edilemeyecek cesaretlerindendir.
- Kur'ân-ı Kerîm'i yeniden İngiliz lisânına tercümeye başlamışlardır. İstedikleri gibi yapacakları bu tercümeye -Tercüme-i Sahîha- ünvânı vermişlerdir. Ve bunu beş senede itmâm edeceklerini ümîd etmektedirler.
-Woking de ikâmet eden Hindu Müslümanlar, Liverpool Müslümanlarına hem hakaret etmekte, hem de kâfir nazarı ile bakmaktadırlar.
Sûret-i zahirede İslâm dinini seçen İngilizler, sayıları iki üç yüze ulaştığında hacc etmek bahanesiyle Arabistan'a gidip, orada Müslüman ve mühtedî gibi ikâmet ederek, mektepler açarak hilâfete dâir efkârını Araplar arasında neşretmek arzusundadırlar.
İngilizler dört yüz sene evvel Luther ve Calvin gibiler vasıtasıyla nasıl ikiyüz ve daha ziyade fırkalara taksîm olunarak Papa'nın tâbiiyetinden ayrılmışlar ise, bu Müslümanlar da yetmiş iki fırkayı tezyîd ve halîfe-i müslimînin itaatinden eylemek arzusundadırlar.
Kulları Luis Sabuncu
(28-32)
**
Quilliam, İngiltere’ye döndükten sonra yeni kimliği ile kendini tanıtarak; 1855 doğumlu olup, Man’lı (Man Adası) bir baba ile Yahudi bir annenin oğulları olduğunu söyledi. (Meşhur Man Adası) Editörlüğünü yaptığı dergide Quilliam ismi ile de makaleler yazarak, toplum nazar ında Leon ve Quilliam’ın ayrı kiş iler olduğu izlenimini uyandırmak istedi. Pek çok insan Dr. Leon ve Sheikh Quilliam arasındaki akademik seviye ve yurtdışından aldıkları rütbeler bakımından benzerlik olmasından dolayı şaşkınlık duyuyordu. Umumi bir konferansta kendisine Sheikh Quilliam ile aynı kişi olup olmadığı sorulduğunda bunu reddetse de, vefatından sonra bir yakını da, Quilliam’ın o dönemin şartlarına uyum sağlamak amac ıyla adını Leon olarak değiştirdiğini ifade etmiştir. Aynı zamanda 16 Ekim 1929 tarihinde hazırladığı ve vefatından 4 ay sonra; 23 Ağustos 1932’de açılan vasiyetnâmesi şu cümleler ile başlamaktad ır:
Ben Henri M. Leon olarak bilinen William Henry Quilliam;
Madde 1:
İslâm dinini kabul ettiğim 1882 yılından beri Bir, Ezelî ve Ebedî olan Allah'a ve O'nun Yüce Peygamberi Muhammed'e inanan gerçek bir mümin olarak yaşadığımı, gerçek bir mümin olarak öleceğimi ve bir Müslüman olarak defnedilmeyi arzu ettiğimi deklare ediyorum....
93 Moscow Drive, Stoneycroft, Liverpool
(sh:42-43)
**
İngiltere’ye dönüşünde Londra’da da bulunan Quilliam, burada bulunduğu süre içerisinde, dönemin entelijansiyası tarafından rağbet gören Londra merkezindeki Bloomsbury’de ikamet etti. Haziran 1915’te yine Bloomsbury’de 8 Taviton Street, Gordon Square’daki eve taşındı. Londra’da bulunduğu 1916-1917 senelerinde 20 civarında konferans veren Quilliam, bu konferanslarında politika gibi tartışmaya yol açacak konulara temas etmekten özellikle kaçınmıştır.
1920’de, İngiltere’den ayrılmadan 5 sene önce, 1903’te Isle of Man’in Onchan köyünde istirahat mekânı olarak kullanmak amacıyla satın almış olduğu Woodland Towers adlı evine döndü. Burası, Sultan II. Abdülhamid’in kendisine hediye ettiği beyaz Arap atının ahırının da bulunduğu iki kuleli bir şato görünümündeydi. Başından hiç düşürmediği kırmızı fesi, Astragan deri yakalı siyah yumuşak paltosu ile oldukça egzotik bir figür sergileyen Quilliam, çok eşli olduğunun bilinmesi ve dışarıdan bakıldığında zevk u sefâ içerisinde bir hayat yaşadığının düşünülmesi sebebiyle, dedikoduya müsait olan bu köy ortamında insanların dilinden düşmüyor, “Şehvetli Türk” olarak anılıyordu. Quilliam, hakkındaki dedikodu ve söylentilere müdahale etmek şöyle dursun, I. Dünya Savaşı boyunca Türkiye’de Britanya için casusluk yaptığı şeklindeki çeşitli efsaneleri bile canlı tutmaya çalıştı. (sh:44)
**
1) “The Religion of the Sword”: Kısmî tercümesi “Kılıç Dini” adıyla Ali Rıza Seyfî tarafından yapılarak Sebîlürreşâd da yayımlanan bu makalenin tamamı, araya Balkan Savaşı’nın girmesi sebebiyle tercüme edilememiştir. Makalenin başlığında; Yahudilik, Hristiyanlık ve İslâmiyet’in tarihlerinden bahsedilerek, en sonunda da üç dinin bir karşılaştırılmasının yapılacağı belirtilmekte ancak yukarıda belirttiğimiz üzere adı geçen dergide makale belirtilen sebepten ötürü Yahudilik tarihi tamamlanamadan sona ermektedir. Bununla birlikte makalenin The British Library’de bulunan özgün metni ise sadece 1. ciltten (vol. I.) müteşekkil olup, diğer cilt ya da ciltleri bulunmamaktadır. Makalenin özgün metninin 1. cildi iki kitaptan oluşmaktadır. Birinci kitapta 20 başlık halinde Yahudilik, ikinci kitapta ise 12 başlık halinde Hristiyanlık tarihi XI. yy.’a kadar konu edilmektedir. Bununla birlikte The Crescentda “İslâmî çalışmalar” adlı bir başlıkta Quilliam’ın ve bazı Müslümanların eserlerinin reklamı yapılmakta, söz konusu reklamda The Religion of the Sword adlı bu çalışmanın tek cilt olduğu belirtilmektedir. Bu reklamın Mayıs 1908 tarihli olması sebebiyle bu çalışmanın tamamlanmadığı düşünülebilir. Dr. Yaqub Zaki’ye göre ise bu çalışma 2 ciltten müteşekkil olup, çalışmanın diğer cildi basılmamıştır. Dr. Zaki’ye göre basılmamış olan söz konusu cilt, XII. yy.’dan XIX. yy.’a kadar Hristiyanlık tarihini ve İslam’ ı konu edinmektedir. (sh:50)
Kaynak: https://tez.yok.gov.tr/UlusalTezMerkezi/tezSorguSonucYeni.jsp
383569 | YUSUF TEKE | 2014 | William Henry Abdullah Quilliam'ın Pan-İslamist (İslam Birliği) faaliyetleri, 1891-1908 | Yüksek Lisans | Tarih = History |
254104 | MUHAMMED RECAİ ÇİFTÇİ | 2009 | Mühtedî Abdullah Henry Quilliam'ın 'Dîn-i İslâm' adlı eserinin ve makalelerinin kelâmî açıdan değerlendirilmesi |
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar