Print Friendly and PDF

Rasûlüllah Sallallâhü Aleyhi Ve Sellemin Gözünde Ve Gönlünde Kadın






Bu konuda çok söz söylenmiştir ama daha söylenecek çok
şey vardır.





Söylenenler ya düşmanın yalan, iftira, saçma ve tarih!





Gerçekleri çarpıtan sözleridir ya da dostun
sözleridir.





Dostun sözleri, genelde meseleleri zamanın ve zamane
insanının hoşu­na gidecek şekilde açıklamaya ve yorumlamaya yönelik çabalar­dır.
Her ikisi de gerçekten başka bir şeyi aramayan ve hakikat dışında bir taassubu
bulunmayan araştırmacıyı araştırmadan müstağni kılmaz.





Kadın meselesi,
ister duygusal açıdan, ister toplumsal açıdan ol­sun, bizim çağımızda da söz
konusudur, ilim bu problemi he­nüz çözemediği için, ister istemez inanç
aşamasında kalmıştır. Bundan dolayı ilmin kesin olarak cevaplayamadığı diğer
bütün meseleler gibi kadın meselesi de mecburen felsefe, din, gelenek, zevk ya
da ihtiyaç tarafından açıklanır. Bu yüzden her ekol, her dönem veya her toplum
bir şekilde onun hakkında konuşur. Doğal olarak bu konuyu Peygamberin hayatında
incelemek is­teyenler, kendilerini, (genel düşünce tarzı manasındaki) felsefe,
din, gelenek, zevk ve ihtiyaç etkenlerinin ürünü olan önyargı bağından
kurtaramamışlardır.





Bu yüzden erkeğin toplum, hayat ve duygudaki kadın
anlayışı, zamandan ve çevreden çok etkilenir. Her dönemde ve toplum­da özel bir
şekle bürünen böyle bir mesele hakkında ilmî araş­tırma yapmak o kadar zordur
ki eğer araştırmacı görüşünü ken­di zamanının ve çevresinin inanç, gelenek ve
zevklerinin etki­sinden arındırmaz ve büyük hocam Profesör Jacque Berque’in
deyişiyle, başka bir döneme ve başka bir çevreye ait olan bir meseleyi kendi
zaman ve çevresinin bakış açısıyla inceler ve öl­çerse hem gerçeği göremez hem
de boş yere konuşmuş olur.





Çeşitli açılardan incelenebilecek olan kadın meselesi,
zamana ve çevreye o kadar bağlıdır ki onun en insanî usul ve adetlerin­den
birçoğu başka bir zamanda ve çevrede insanlık karşıtı bir cinayet olarak
şekillenebilir.





Birden fazla kadınla evlilik de böyledir. Kuşkusuz
çağımızın vicdanı, kadına yönelik böyle çirkin bir aşağılamadan dolayı çok
yaralıdır. Fakat geçmişte, özellikle ilkel toplumlarda bu il­ke, çocuklarıyla
birlikte sıcak, güvenli ve sağlıklı bir aile haya­tından yoksun olan birçok
mahrum ve himayesiz kadına, fakir­lik, perişanlık ve fesadın tehdit ettiği
geleceğini o dönemde ka­dın ve çocuğun tek sığınağı olan bir erkeğin
himayesinde kur­tarma ve geçmişte genellikle erkekleri takip eden kızıl ölüm
ile hamisini kaybeden ve sarsılan aileye yeniden toparlanma imkânı veriyordu.





Çarşaf da böyledir. Günümüzde
çarşaf, kadının elini ayağını bağlayan bir nesne olarak anlaşılmakta ve çağımı­zın
ruhu onu kadın için çirkin ve aşağılayıcı bir şey görmekte­dir. Fakat geçmişte
çarşaf, kadının toplumsal kişilik alameti, sosyal itibar göstergesi, izzet ve
saygınlığının koruyucusu olarak görülüyordu. Bu anlayış köy toplumlarında ve
şehrin gelenek­lere bağlı itibarlı ailelerinde hâlâ devam etmektedir.





İslam’da kadın hakları meselesi son yıllarda bazı
araştırmacılar tarafından incelenmiştir. Ben burada onların söylediklerini tek­rarlamayacağım.[1]
Fakat kesin olan şudur ki tarihin büyük dü­şünür ve ıslahatçılarının çoğu
kadını ya görmezlikten gelmişler ya da ona değersiz bir şey gibi bakmışlardır. KADININ
YAZGISIYLA İLGİLENEN VE ONA İNSANÎ ONURUNU VE SOSYAL HAKLARINI GERİ VEREN YALNIZCA
PEYGAMBERİMİZDİR. Kadına ferdî mülkiyet hakkı ve ekono­mik bağımsızlık
kazandırmıştır. Erkeği kadının geçimini temin etmekle yükümlü kılmıştır. Hatta
ona kendi çocuğunu emzir­meye karşılık olarak kocasından ücret alma hakkı
tanımıştır. Mehir verme yükümlülüğü, her ne kadar günümüzde reddedil­se de
kadının şahsiyetinin göstergesi ve geleceğin uğursuz ihti­mallerine karşı
ekonomik garantidir. Ayrıca kadınla erkeğe dinî ve hukukî alanda eşitlik
tanıyarak kadını toplumda söz sahibi yapmıştır. Ayrıca kadın üzerinde sürekli
baskı ve otorite kurma­ya çalışan erkek karşısında ona bağımsızlık sağlamıştır.





Benim İslam açısından karmaşık ve hassas bir mesele
olan kadı­nın toplumdaki yeri konusunda söyleyeceklerim, bu ekolde ka­dının
sosyal haklan ve İnsanî itibarı titiz ve kapsamlı olarak incelendiğinde çıkarılabilecek
olan şu hususlardır: İslam erkekle kadın arasındaki ayrımcılık ile şiddetli bir
şekilde mücadele etti­ği halde eşitlikten yana da değildir. Bir başka deyişle
ne ayrımcılık taraftandır ne de eşitliğe inanmaktadır. Toplumda her birini
kendi doğal konumuna oturtmaya çalışmaktadır. Ayrıcalığı cina­yet, eşitliği
yanlış olarak görüyor. AYRIMCILIK İNSANLIĞA, EŞİTLİK TA­BİATA AYKIRIDIR.
Kadının tabiatını ne erkekten aşağı kabul eder ne de eşit sayar. Bu ikisinin
tabiatı, hayatta ve toplumda birbirinin tamamlayıcısı olarak yaratılmıştır. BUNDAN
DOLAYI İSLAM, BATI ME­DENİYETİNİN TERSİNE, BU İKİSİNE “EŞİT VE BENZER”
HAKLAR DEĞİL, DOĞAL HAKLAR TANIMA TARAFTANDIR. Bu konuda söylenebilecek en
önemli söz budur. Bu sözün değerini ve derin anlamını ancak, “Avrupa’dan
izinsiz”
düşünme ve olayları bizzat gözleriyle gör­me cesaretine sahip
bilinçli okurlar kavrayabilirler.





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, uygulamada
İslam’ın kadın için tanıdığı hakları ve şahsiyeti ona vermeye çalışır.
Erkeklerden olduğu gibi kadınlar­dan da biat alır. (Kendi inanç ekolünün esaslarına
dayalı rey, sorumluluk, sosyal ve siyasal antlaşma) Onlara erkekler gibi as­habı
arasında yer verir.[2] Kızı
Fatıma’yı küçükken insanların önünde dizine oturtuyor, onlarla konuşurken onu
okşuyor ve ona karşı özel bir sevgi göstererek sanki kızın aşağılık olmadı­ğını,
onun da erkek gibi değerli olduğunu göstermeye çalışıyor­du. Onlardan birine kız müjdelendiği zaman
öfkelenmiş ola­rak yüzü kapkara kesilir.
(16/Nahl Suresi 58; 43/Zuhruf Suresi 17) Ba­zen de gururlarına yediremeyip diri diri toprağa
gömüyorlardı. Ali, Fatıma’yı istemeye geldiği zaman, çok güzel bir adabımuaşe­ret,
nezaket ve incelikle Fatıma’nın kapısı arkasında durup on­dan izin istiyor ve “Fatıma,
Ali bin Ebû Tâlib senin adını anıyor.”
diyor. Sonra onun cevabını almak
için sessizce bekliyor. Fatıma’nın olumsuz cevabı kapıyı yavaşça kapatmak ve
olumlu ce­vabı ise cevap vermemek şeklinde olacaktı.





Fatıma kocasının evine gittiğinde, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem her gün ona uğ­ruyor, kapı eşiğinde dışarıda durup
giriş izni alıyordu. Ona se­lam vermede erken davranıyordu. Onun kadınlarına
davranışı öylesine edep, incelik ve sevgiyle birleşmişti ki bu, o günkü ka­ba toplumda
pek hayretle karşılanıyordu.





Evinin dışında güç ve sertlik abidesi olan Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem, evinin içinde öylesine yumuşak huylu, sevgi ve
saygı dolu davranıyor­du ki hanımları ona saygısızlık yapıyor, açıkça onunla
münaka­şa edip pervasızca konuşuyor ve onu incitmekten çekinmiyor­lardı. BİR
GÜN ONLARA ÇOK DARILIR -DİĞERLERİ GENELLİKLE KADINLARI KAPI DIŞARI EDERLERDİ;
ŞİMDİ DE BAZI MÜMİNLER ÖYLE YAPIYORLAR- VE EVDEN ÇIKIP BİR TARAFINDA TAHIL
BULUNAN AMBARDA KALIR. BU AMBAR YÜKSEK BİR YERDE OLDUĞU İÇİN, HZ. PEYGAMBERİMİZ
BİR AĞAÇ KÜTÜ­ĞÜNÜ KOYUP ÇIKIYOR VE AMBARA ÇIKTIKTAN SONRA KİMSENİN KENDİ­SİNİ
RAHATSIZ ETMEMESİ İÇİN ONU KALDIRIYOR.
O, bir ay boyunca hanımlarına
küstü. Hatta öylesine üzülmüştü ki (farzların dışında) mescide bile gitmiyordu.
Halk da üzgün ve perişan olmuştu.
Hz. Ömer onları temsilen gelip görüşme
izni istedi. Ona izin vermedi. Hz. Ömer de ona,





“Eğer seninle kızım hakkında görüşmek istediğimi sanı­yorsan,
ben ondan nefret ediyorum, izin verirsen boynunu bile vururum.”
diye
mesaj gönderdi. O da ona girmesine izni verdi. Hz. Ömer diyor ki:





“Yanına vardığımda ambarın bir köşesinde has­ra
uzanmış olduğunu gördüm. Ayağa kalktığında böğründe ha­sır izleri görünüyordu.
Ben ağlamaya başladım.”
Hz. Ömer’i üzgün gören Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellem, ona, dünyadan uzak durmanın ve zahitliğin lezzetinden söz ediyor ve
onu sakinleştiriyordu. Hanımlarının davranış biçimi onun hayatının en büyük
zorluklarından biriy­di. Bu doğaldır. Çünkü Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemin aklı ve ruhu onlardan çok uzaktır. Ayrıca köleler gibi aşağılık
sayılan o dönemin ka­dınları, sadece Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
evinde karşılaşılan hürriyet ve saygıya layık değillerdi. Bugün biz bu gerçeği
herkesten ve her zamankinden daha iyi biliyoruz. Şahsiyetsiz birine şahsiyet
atfetmek, başlangıçta hep kasıntılara ve hastalıklı ve tehlikeli tep­kilere yol
açabilmektedir.





Hz. Ömer’in dilinden nakledilen bir söz, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem zamanında ka­dının sosyal hakları ve kadın-erkek
ilişkileri konusunda yapılan köklü devrime açıkça işaret etmektedir. O
diyor ki:





“Allah’a ant olsun, biz cahiliye devrinde kadınları
hiçbir konuda hesaba katmazdık. Nihayet Allah ayetler indirip onlar için haklar
belirle­di. Ben bir iş konusunda biriyle istişare ettiğimde karım, “Şöy­le
şöyle yap.” derdi. Ben ise, “Benim işim seni ne ilgilendiriyor?”

derdim. O da





“Kimsenin senin işine karışmasını istemiyorsun ama
kızın, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemle münakaşa ediyor ve onu bütün
gün si­nirlendirip küstürecek şekilde davranıyor.”

dedi. Ben de abamı alıp evden dışarı çıktım, Hafsa’nın yanına gidip dedim ki:





“Kı­zım, sen bütün gün Resulüllah ile onu küstürecek
şekilde mü­nakaşa mı ediyorsun?”

Hafsa,





“Evet, onunla münakaşa ediyo­rum.”
dedi. Dedim ki:





Sen Allah’ın azabı ve Resûlullah’ın gaza­bından
sakın! Kızım kendi güzelliğine ve Peygamberin sevgisi­ne karşı nazlanan bu
kadına uyma.”
dedim.





HZ. ÖMER VE HZ. EBUBEKİR BİR GÜN ŞU OLAYA ŞAHİT
OLUYORLAR:





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem oturmuş,
hanımları onu aralarına almışlar, bağırarak, kaba ve saygısız bir üslupla
konuşarak yaşadıkları sıkıntılı hayattan şikâyetçi oluyorlar ve ondan nafaka
istiyorlardı. O ise sessiz ve üzgün bir şekilde onları dinliyor ve acı acı
gülümsüyordu.
Hz. Ömer’i ve Hz. Ebubekir’i görünce,





“BUNLAR BENDEN ELİMDE OLMAYAN ŞEYLERİ İSTİYORLAR.” diye
şikâyette bulunuyor. Hz. Ömer ile Hz. Ebubekir hemen kalkıp kızlarını
dövüyorlar. Bu dile alışık olan kadınlar sakinleşiyorlar ve ondan bir daha
elinde olmayan bir şey iste­meyeceklerine dair söz veriyorlar. Onların bu
tutumu, babaları ve hatta Peygamberin azarlanmasına üzülen Müslümanlar için
bile tahammül edilemez olmuştu. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem,
toplumunun vahşî ve sert yapılı erkeklerine yeni bir ders vermek ve mahrum ve
çaresiz kadınlara yeni bir şahsiyet kazandırmak için bunların yaptıklarına
tahammül ediyordu.





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hanımlarının
hoşnutsuzluğunun diğer nedeni, İran Hüsrevlerinin, Roma kayserlerinin ve hatta
Yemen, Gassan, Hire ve Mısır padişahlarının kanlarının görkemli saraylarda yaşa­yıp
dans, şarap, eğlence ve kumarla iç içe olduklarını duymuş olmalarıydı.
Hâlbuki
bunlar da Arap padişahının karılarıdır ve aylar geçmesine rağmen mutfaklarının
bacasından duman tütmemiştir. Kabuklu arpa unu pişirip yiyorlar. Bu onların tek
sı­cak yemeğidir. Sofralarında genellikle su ve hurmadan başka bir şey
bulunmaz.





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ile eşleri arasındaki
bu geçimsizlik öylesine arttı ki vahiy müdahale edip şunu önerdi:





Eğer
dünya dirliğini ve re­fahını istiyorsanız, gelin size boşanma bedellerinizi
vereyim de sizi güzellikle serbest bırakayım. Eğer Allah’ı, Peygamberini ve
ahiret yurdunu istiyorsanız, bilin ki Allah içinizden güzel
dav­rananlar için büyük bir mükâfat hazırlamıştır.
(33/Ahzab Suresi 28,29)





Kadınlar, yoksulluğu ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellemi tercih ettiler.[3]
Onlardan sadece birisi dünyayı tercih etti. Fakat dünya da ona vefa etmedi,
kara kadere yakalandı.





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, “Ben sizin
dünyanızda üç şeyi sevdirildi: Koku, kadın ve gözümün nuru namaz.”
diyor.
Hanımlarına adaletli davranıyordu. Her gece birisiyle beraber geçiriyordu. Ama
kal­bi Hz. Aişe’nin aşkıyla doluydu. Onun evine gelen tek kız Hz. Aişe’ydi.
Diğerlerinin hepsi duldu ve siyasî ya da ahlakî maslahat için ev­lenmişti.





Hz. Aişe, hem genç ve güzel, hem de zeki, zarif, güzel
konuşan ve âlim bir kadındı. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme âşıktı.
Diğer
hanımlarını ve Peygamberin çok sevdiği Fatıma ve Ali’yi kıskanıyordu.
Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem onunla görüşüp konuşunca siyasî hayatının zorluklarını
ve yorgunluklarını unutuyordu. Ağır düşüncelerin baskısı altında bunaldığında
ve ruhunun çetin dalgaları ve düşüncelerinin yüksek miraçları karşısında
takatsiz kaldığında, Hz. Aişe’yi çağırıp “Benimle konuş ey Hümeyra
(pembelim)!”
diyordu.





Hıristiyan misyonerler ve onların dinî veya siyasî
propaganda­larının etkisi altında kalan bilgisiz ya da kötü niyetli yazarlar, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin ruhunda bir zaaf noktası bulmaya çalışıyorlar.
Hıristiyan ahlak eğitimi, kadının güzelliğini şeytanın tuzağı ve ona meyletmeyi
fesat ve düşüş, evlenmemeyi Allah Teâlâ’nın rızasının kaynağı ve dinî takvanın
koruyucusu saydığı için ve günümüz Avrupa vicdanı birden fazla kadınla
evlenmeyi iğrenç ve çirkin kabul ettiği için, onu Doğu’nun kadın düşkünü “Don
Juan”
ı ve Doğulu sultanlar gibi harem kurmuş birisi olarak tanıtmaya ça­lışmışlardır.
Bunlar iki konuda çok gürültü koparmışlardır:





Bi­risi, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin çok
kadınla evlenmesi, diğeri de Hz. Cahş kızı Zeyneb’in öyküsü.

Onların çıkardıktan gürültü dalgaları ülke­mize kadar gelmiştir. Birçok
entelektüelimizi (yani diplomalıla­rımızı) de tutsak etmiştir. Ben bu konunun
gerçek yüzünü an­ladığım kadarıyla göstermeye çalışacağım. Kanaatime göre Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin duygusu ve hayatındaki kadın meselesi onun için
bir zaaf noktası ve saldın konusu olmaktan çok, bu büyük ru­hun parlak ve en
güzel yönünü teşkil etmektedir. Nitekim Mı­sırlı Abbas Mahmut Akkad
diyordu ki:





“Hıristiyan misyonerler ve sömürgeci yazarlar bu
yoldan İslam’a can alıcı ve öldürücü darbe indirmek istemelerine rağmen çok
büyük bir hata yap­mışlardır. Çünkü dinini tanıyan, Peygamberinin siyerini
bilen bir Müslüman için hakikatin görülmesi, her şeyden daha açık ve daha
basittir. Onların katil yolu sandıkları şey, Peygamberinin büyüklüğünün ispatı,
dininin çirkin ithamlardan bera­at etmesi için ispatlayıcı bir belgedir. Başka
bir delile ihtiyaç kalmamaktadır. Zira bir Müslüman için, Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin nübüv­vetinin doğruluğu konusunda hiçbir delil, onun hanımlarına
davranış tarzından ve hanımlarını seçme şeklinden daha doğru değildir”
[4]





Burada ilk önce Hz. Zeyneb olayına değinecek daha
sonra diğer me­seleyle ilgileneceğiz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
için tasarlanmış olan aşk, he­ves ve harem saraylığının ne olduğunu
anlayacağız.





HZ.CAHŞ’IN KIZI ZEYNEB





Hz. Zeyneb, Cahş’ın kızı ve iftihar dolu hayatını
şehadetle noktala­yan büyük muhacir Abdullah’ın kız kardeşidir. Cahş ailesi,
Kureyş içinde soyluluğuyla ünlenmiştir. Cahş’ın güzel kızı Hz. Zeyneb,
Abdulmuttalip’in kızının torunudur; iki soylunun evlenmesiyle doğan bir
çocuktur. Bundan dolayı Peygamberin halasının kızı­dır. Hz. Zeyd bin Harise,
Şam’da esir edilen bir köledir. Kader onu Hatice’nin evine getirdi. O da Hz.
Zeyd’i eşi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme hediye et­ti. Şam’ın aristokratlarından
olan “Harise” oğlunu aramak için Mekke’ye geldi ve onu buldu. Efendisine
Hz. Zeyd’i satın almak için teklifte bulundu. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem isteği kabul etti. Fakat Hz. Zeyd kabul etmedi. Gurbette Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemle Hatice’nin kölesi olmayı, anne­si ve babası
yanında hür yaşamaya tercih etti. Esir çocuğunu bul­mak için çilelere katlanmış
ve şimdi onu alıp geri götürmek için sabırsızlanan babasına şöyle dedi:





Ben Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
yüzünde öyle bir duruluk görüyorum ki gönlümü ondan ayıramıyorum.”





Hz. Zeyd’in vefakârlığını ve kabiliyetini bilen ve ona
Harise’den daha çok değer veren Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, onu
hemen azat etti ve evlat edin­di. Bundan sonra onu Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellemin kölesi “Zeyd bin Harise” değil, “Zeyd bin Muhammed”
adıyla çağırmalarını istedi. Böylece Hz. Zeyd hem kaybettiği babasına ve
vatanına kavuştu hem de Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin bu sıralarda
yitirdiği iki çocuğu Kasım ve Abdul­lah’ın matem dolu evde boş kalan yerlerini
doldurdu.





Bu iki ruh arasındaki hayranlık uyandıran sıkı dostluk
bağı, Peygamberin hayatının en güzel tezahürlerinden biridir. Hz. Zeyd, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin evinde büyüyordu. Babası Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem, annesi Hatice, bacısı Zehra, kardeşi Ali. Kabiliyetini medenî
bir top­lumdan ve seçkin bir aileden devralmış olan bu Şamlı zeki genç,
akıncısı Allah olan bir ailenin beşinci üyesi oldu. Hz. Zeyd, ne kadar şuurlu
bir şekilde kendine gelen mutluluğu tanıyıp ona kapısını açtı ve kendi güzel
kaderini seçti.





Evlatlık edinme, Araplarda gelenekti. Sahiplerinin
gözünde de­ğer kazanan köleler, serbest bırakılıp evlatlık mertebesine yük­seltilirlerdi.
Fakat kölelik hatırası, toplumsal çevresinde canlılı­ğını olduğu gibi
koruyordu. Bu durum değişikliği ona yeni sos­yal haklar sağlasa da onun sosyal
konumu hep lekeli kalıyordu. Azat edilen insana hiçbir zaman özgür insan
gözüyle bakmıyor­lardı. Evlatlık, evladın yerini almıyordu. Mevla (azatlı köle)
sa­dece ruhsal bakımdan ve sosyal konum açısından aşağılanmak­la ve manevi ve
psikolojik mahrumiyet hissetmekle kalmıyor, üstelik birçok sosyal haktan da
mahrum bırakılıyordu. Birçok ayrımcılık onu diğerlerinden ayırıyordu. Bunlardan
biri, efendi­nin, daha önce kölesi olan kimsenin boşadığı kadınla evlenme
yasağı idi.





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem,
özgürleştirilmiş insanı özgür insandan ayıran bütün ayrımcılıkları ortadan
kaldırmak suretiyle bu ikisi arasındaki mutlak eşitliği sağlamaya çalışırken
onun kölelik hatırasını da zihinlerden silmek ve toplumda sürekli hissettiği
aşağılık duy­gusunu yok etmek ve ona şahsiyetini ve hak ettiği sosyal, ma­nevi
ve ruhsal itibarı vermek istiyordu. Böylece haklarını elde eden kimse, bireysel
ve toplumsal vicdanını özgürleştirilmiş de­ğil, özgür bir insan olarak
hissedecekti.





Bu yüzden Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, Hz.
Zeyd’i büyük ve önemli görevlere getir­mekle onu değerli Muhacir ve sahabiler
gibi tanıtmaya çalışı­yordu. Onu Medine’de kendi makamına vekil bırakıyor, Roma
savaşına gidecek olan ve Hz. Cafer bin Ebû Tâlib, Hz. Abdullah bin Revaha ve Hz.
Halit bin Velid gibi büyük şahsiyetlerin sadece er olarak katıldıkları büyük
ordunun başına komutan atıyor, en önemli meseleler üzerinde onunla istişarede
bulunuyor ve önemli seriyelere başkan seçiyordu. Hatta genç oğlu Üsame’yi
ailevî bir mesele olan “Ifk hadisesi” konusunda Hz. Ali bin Ebû Tâlib
ile aynı düzeyde birisi olarak istişare heyetine alıyor ve hayatının son
günlerinde, 18 yaşındaki bu genci Roma imparatoruna karşı sa­vaşacak olan ve
içinde Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer gibi büyük şahsiyet­lerin asker olarak bulunduğu
ordunun kumandanı yapıyor.





Bütün bu çabalar, özgürlüğüne kavuşturulmuş olanların,
İslam toplumunda eşit olmaları gibi Müslümanların duygu dünyasın­da da eşit
olmalarını sağlamaya yönelikti.





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, Arap
aristokrat ailelerinden olan bir kızı Hz. Zeyd’e is­temekle hem yabancıların ve
özellikle azat edilmiş kölelerin his­settiği aşağılık duygusunu ortadan
kaldırmayı hem de özellikle evlilik konusunda daha belirgin olan ailevî
taassubu kırmayı amaçlıyordu. Hiçbir soylunun böyle birine eş olmayı kabul et­meyeceğini
bildiği için, üzerlerindeki nüfuzunu kullanarak ve razı ederek Hz. Zeyd’i kendi
akrabalarından bir kız ile nişanlamaya karar verdi. Bu nedenle halasının kızı Hz.
Zeyneb’i seçti. Fakat tah­min edileceği gibi kardeşi Abdullah, Muhacirlerin en
temiz ve en fedakârlarından olmasına rağmen bu evliliği kendi ailesine karşı
yapılmış bir hakaret sayarak reddetti. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
ısrar et­ti ve 20. yüzyılda, medeni Avrupa toplumunda bile hâlâ yürür­lükte
olan bu cahiliye geleneğini kırmaya çalıştı. Nihayet vahiy, Abdullah’ı ve kız
kardeşi Hz. Zeyneb’i bu işe razı etti:





“Allah ve Re­sulü bir işe hükmettiği zaman inanmış bir erkek
ve kadının o işi kendi isteğine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Re­sulüne
karşı gelirse apaçık bir sapıklığa düşmüş olur. ”
(33/Ahzab Suresi 36)





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, Hz. Zeyneb’in
mehrini bizzat kendisi ödedi ve çirkin bir geleneği kırıp yerine yeni bir insanî
gelenek yerleştiren bu evliliği gerçekleştirdi. Fakat bu evlilik, topluma
mutluluk getir­diği ölçüde ailede mutsuzluğa sebep oldu. Hz. Zeyneb, kendi
ailesi­nin üstünlüğünü, Hz. Zeyd’in sosyal konumunun aşağılığını unuta­mıyor ve
bunu sürekli Hz. Zeyd’in başına kakıyor ve onu incitiyor­du. O da Hz. Peygamber’e
şikâyette bulunuyordu. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ise Hz. Zeyd’in
sabırlı olmasını istiyor, her ikisini de iyi geçinmeye da­vet ediyordu. Hz.
Zeyneb, Hz. Zeyd ile evlenmeyi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin emriyle
kabul etmesine rağmen onu hiç sevmedi. Çünkü gönül bam­başka bir ülkedir. Ona
aşktan başka bir şeyin hükmü geçmez. Bu, Hz. Zeyneb’i de aşan bir durumdu.





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin büyük
gayretlerle bağladığı bu evlilik bağı gün geçtikçe zayıflıyordu. Hz. Zeyneb ise
onu, bir maslahat icabı göğsü üzerine konulmuş bir kaya ve bir çıkar için
boğazına atılmış bir düğümden başka bir şey olarak hissetmiyordu. Gün geçtikçe
sabrı daha bir tükeniyordu. Hz. Zeyd ise aralarına sürekli mesafe ko­yan ve
günden güne kendisinden hızla uzaklaştığını gördüğü bir kadınla birlikte
olmaktan dolayı çok inciniyor ve bu sevgi­siz beraberlik, anbean hayatın
rengini karartıyor ve evliliğin ta­dını acılaştırıyordu. Kimsenin de elinden bir
şey gelmiyordu.





Şüphesiz Chandel’in dediği gibi “Aşka muhtaç
bir kalp, aşksız olduğu zaman, gönül ehlini kaybettiği sevgiliyi aramaya gönde­rir
ve onu bulmadıkça sakinleşmez. Allah, özgürlük, bilim, sa­nat, güzellik ve
dost, onu arayış çölünde, yolu üzerinde tozlu ve boş testisini kimin
çeşmesinden dolduracak diye beklemekte­dir.”
[5]





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, Hz. Zeyneb’in
derin bakışlarında aniden gönlüne haber verdiği bu sırrı okudu. Hz. Zeyneb’in
içine düşen gizemli ateş, ya­naklarına yansıdı ve canını sıkan rahatsızlıklar, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem karşısındaki suskunluğunu daha da zorlaştırdı. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem, önünde çakan ilk şimşekle gözlerini kapattı ve
hemen kendi içi­ne daldı ve hızla geri döndü. Ancak Hz. Zeyneb nereye
dönebilirdi? Artık Hz. Zeyd’le görüşmeye tahammül edemiyordu. Gök, göğsü
üzerine ağırca çöküp nefes yolunu tıkamıştı. Bir çehreyle karşı­laşmak, bir
sözü duymak onun için dayanılmaz bir çileydi. İçin­de iki yabancı gibi ayrı
köşelerde, bıktırıcı sessizlik içinde otur­dukları ve hiçbir şeyi beklemeden
zamanın geçişini ve güneşin ve ayın doğuşunu ve batışını seyrettikleri soğuk
evde bacadan içeri ansızın bir ateş kıvılcımı düşse ve ev yansa ne Hz. Zeyneb
ne de Hz. Zeyd bir an bile orada kalamazdı.





Hz. Zeyd, dayanamayıp dertli bir şekilde evden dışarı
fırladı ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme sığındı. Sevgili
babalığından onları birbirinden kur­tarmasını istedi. Çünkü artık hiçbirisinin
dayanacak gücü kal­mamıştı. Hz. Zeyd, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme
âşıktı; onun büyüklüğü ve sevgi­siyle doluydu. O, kılıç, vefa ve iman adamıydı;
kalbini ona ver­meyen bir kadının nâaşını omzunda taşımazdı.[6] Kureyş
kabi­lesiyle akrabalık bağlılık uğruna ya da ruhsuz ve soğuk bir hey­kelin
güzellik lezzetini tatmak için odalarının çatısından başka bir şeyi
paylaşmadıkları ve oturduktan ev dışında başka hiçbir şeyin kendilerini bir
araya getirmediği bir hayatta kimseye esir de olamazdı, kimseyi esir de
edemezdi.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem için bu olay başlı başına
büyük bir meseleydi. Üzerinde çokça düşünüp ça­re arıyordu fakat bulamıyordu. Hz.
Zeyneb’in bakışlarında okudu­ğu şeyi acaba kalbinde de hissetmiş miydi?





Acaba hayatını, gençliğini ve her şeyini Allah,
insanlar, düşünce, takva, çile ve mücadeleye adayan büyük bir ruh, şimdi
kendisine tutkun bir kalp karşısında kendini kaybetmiş miydi?





Bu soruya verilen birçok cevap vardır ve bundan hayal
ürünü hikâyeler ve uydurma efsaneler üretilmiştir.

Ancak ben, böyle bir soruyu da ona verilen cevapları da temelsiz buluyorum.
Çünkü aşkın gizli yolunu ne tarih ne de araştırma bilebilir. Hem de “çeng”
gibi bir bakışın ya da gülüşün yumuşak bir par­mak ucu işaretiyle figan eden ve
tahammülsüzlükten sabrın ve sükutun yakasını yırtan bir gazel şairinin gönlünde
değil, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin gönlü gibi derin, büyük ve
güçlü bir gönülde.





GÖ­NÜL OKYANUSTUR.





Hangi göz, sabahın seherinde esen ve kendisi­ni
denizin üzerine vuran meltemin, denizin kalbini ne ölçüde sarstığını görebilir?





Hem de denize 1400 fersahlık bir mesafe­den bakan bir
göz!





Üstelik her gönlün sevebildiği ölçüde.





Gö­nüller ne kadar hayrette ise onlardaki aşk da o
kadar hayret ve­ricidir. Biz aşkları Doğu’da Menuçehrî’nin çukurundan Mevlana’nın
göğüne kadar, Batı’da ise Bolitis’in kokuşmuş bataklığın­dan Dante’de
Beatris
’in kutsal melekutî cennetine kadar birbi­rinden uzak olduğunu
biliyoruz. BİZ BÜTÜN BUNLARI BİR KELİME KALIBINA DÖKMENİN, BU KELİME
SINIRSIZ AŞK TERİMİ BİLE OLSA, NE KADAR ÇİRKİN OLDUĞUNU GÖRÜYORUZ.
Böyle
bulanık tabirleri, çü­rük ve dar kelimeleri öykücülerin, gazelcilerin,
heyecanlı, ateş­li ve hareketli gençlerin elinden ve dilinden ödünç almış oluyo­ruz.
Söz konusu olan Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin kalbi gibi derin bir
kalbin içindekiler ise, yersiz ve gerçekten uzak sözler söylüyoruz. Ya­ratılış
giysisi kendisine dar gelen bir kalbin derinliğindeki esra­rengiz çeşmelerin
kaynamasını, meyve tozuyla kabaran bir bar­dak suyun kaynamasıyla
karşılaştırmış oluruz!





Biz hiçbir zaman Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemin kalbindeki aşkın nasıl ve ne ol­duğunu anlayamayız. Onun sadece
göklere uzanan ve kalbi böyle bir ateşin tutuşmuş ocağı olan bir aşka değil;
aynı zaman­da kalpten kalbe akan bir aşka da aşina olduğunu biliyoruz. Bu
durum, ariflerin kendisinden rivayet ettiği şaşkınlık ve güzellik­ten titreyen
şu peygamberce sözden de anlaşılmaktadır: “Kim âşık olur ve onu gizleyip
kendisini tutarak ölürse cennet ona vacip olur.”
[7]





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin gönlünde bir
aşk varsa bile bu ilginç bir öykü­dür; Hıristiyan din adamlarının, Dozy
gibi Hıristiyanlık veya sö­mürgeciliğe bağımlı oryantalistlerin ya da Conde ve
Brass gibi piyasa yazarlarının uydurdukları gibi değildir.
BUNLAR NE
KADAR ÇİRKİN, İĞRENÇ VE CAHİLCE YAZILARDIR. Mesela:





“...Aniden hafif bir rüzgâr, Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin ashabından biri olan Hz. Zeyd’in güzel eşi Hz. Zeyneb’in
yatak odasının perdesini bir kenara çekti. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem, alımlı bir ince giysiyle yatağında uyuyan Hz. Zeyneb’le karşı­laştı. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem, yan çıplak haldeki uzun boylu Hz. Zeyneb’i gö­rünce
kalbi heyecanla doldu...” [8] Hz.
Zeyneb, öyküsünü gizlemeyip Hz. Zeyd’e açıkladı. O da Peygamberin Hz. Zeyneb’le
evlenebilmesi için onu boşadı.





Bunlar, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
aşkını, kiliselerin gizli köşelerinde ve halvetlerinde kutsal bacılarla kutsal
pederler arasında olup bi­tenler ve “VİCTOR HUGO”nun ifşa ettiği aşklar gibi
sanıyorlar.
[9]





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem çok üzgün ve
ızdırap içindedir. Kaçacak yolu olma­yan bir darboğaza düşmüştür. Hz. Zeyd ile Hz.
Zeyneb’in birlikte yaşa­ması artık imkânsızdır. İkisinin de kurtuluşu ayrılıktır.
Ayrıca Hz. Zeyneb’e karşı, onu böyle bir kadere mahkûm ettiği ve kendi
akrabasını halkın çıkarma kurban ettiği için ağır bir sorumluluk
hissetmektedir. Hele Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin buna sebep olan
birisi ola­rak Hz. Zeyneb’i yakmakta olan dert karşısında seyirci kalması, ça­re
düşünmemesi mümkün müdür?





Hz. Zeyd’ten boşandıktan sonra onu dertli ve başıboş
kaderiyle, ümitsizlikle baş başa bırakabi­lir mi?





Bunlar, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
karşısına dikiliveren beşerî gerçeklerdir. İnsanlığın en gerçekçi toplum ve
ahlak önderi olan Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, gerçeği hiçbir zaman
yadırgamaz ve ona karşı savaş açmaz. İslam’ın ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellemin en doğru ve parlak özelliklerinden biri, gerçekleri kabul etmektir.
Savaş, öfke, intikam, hayat lezzetleri, güzellik, heves, servet, ilişki
kesme, ilişki kurma ve hatta tek ev­lilikten sapma, bireyin ve toplumun sürekli
karşı karşıya olduğu gerçeklerdir.
Birçok sosyal felsefenin, irfanî
ekolün ve çoğu di­nin insanî ilişkileri görmezden geldiklerini ya da ortadan
kaldır­ma mücadelesi verdiklerini ama asla başarılı olamadıklarını gö­rüyoruz.
Çünkü görmezden geldiğimiz her gerçek, kendisini da­ha tehlikeli ve çirkin bir
çehreyle gösterecek ve onunla yüz yüze olmadığımız her an bizi arkadan
hançerleyebilecektir. Bu, tarih boyunca hep tecrübe edilegelmiş bir gerçektir.





İSLAM HER ZAMAN GERÇEKLERLE YÜZ YÜZE GELİR, ONLARI
KABUL EDER, DENETİMİ ALTINA ALIR, ONLARI KENDİ YOLUNA ÇEKER VE BÖYLECE TAŞ­KINLIĞA,
TEHLİKEYE VE KÖTÜLÜĞE YOL AÇMASINI ÖNLER. Çünkü toplu­mun en tehlikeli iç
düşmanları, resmiyette kabul edilmeyen ve hayat hakkı tanınmayan unsurlardır.
İslam, cihat, boşanma, birden fazla kadınla evlilik, tekrar evlenme, kısas,
mülkiyet, dünya nimetlerinden[10],
maddî hayatın servet ve lezzetlerinden yararlanmaya ruhsat vermekle, her zaman
ve her yerde rastla­nan bu olguları kabul ederek isyancı ve tehlikeli
gerçekleri diz­ginlemeye çalışmıştır.





Aşk da kin, intikam ve savaş gibi Hıristiyanlık’ta
görüldüğü şe­kilde kapıların yüzüne kapatılması halinde duvardan atlayacak olan
böyle bir gerçektir.





Burada aşkın anlamını anlamayan, iki akraba ruhu
birbirine doğru çeken gizemli ve olağanüstü gücü tanımayan, onu miza­cın defi
haceti olan hızlı ve sakinleştirici heveslerle bir tutan ve­ya iki insan
arasındaki ilişkiyi şöhret, ekmek ve lezzet bağı zan­neden, ne desem, hatta
insan ile Allah Teâlâ arasındaki ilişkiyi ateş to­pu ve cehennem zebanisi
korkusu veya huri, gılman ve kara gözlü, nar memeli kızları arzu etme dışında
anlamsız ve imkânsız gören kimseler vardır. Onlar burada nelerden söz ettiğimi
nasıl bilirler?





Öyleyse
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin sorunu nedir?





Niçin
önünde duran bu güçlü ve tehlikeli gerçeği itiraf etmekten korkuyor?





Niçin
Hz. Zeyneb’i Hz. Zeyd’in de yakalandığı ve kırmak için uğraştığı o zincirden
kurtarmıyor ve ümitsiz kurtuluştan korkarak çaresiz bir şekilde kendisini
duvarlara çarpan bu yaralı kuşun çıkıp o sığınağa gir­mesi için kafesin
kapısını açmıyor?





Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem iki şeyden çok korkuyor:





Korku ile hiç
tanışmamış olan bu kalp, şimdi üzüntü, bunalım ve korkuya tutsak olmuş­tur.
Biri halkın anlayışı konusunda duyduğu nefrettir. Kendisi­nin temiz ve yüce
duygularının, halkın iğrenç ve alçak anlayış­larıyla kirletilmesinden
korkmaktadır. Gök ile irtibatı olan gü­zel ve yüce bir ruh için, kendi pis
hayat bataklıklarında debele­nen insan kurtçukları arasındaki geri
düşüncelerden ve dar gö­rüşlerden daha iğrenç, daha çirkin ve nefret uyandırıcı
bir düş­man yoktur.





Günümüz
medeni Avrupa yazarlarının Batı edebiyatına şekil veren ve geliştiren sinema
aşkı ve duygusal aşk olarak ifade et­tikleri şeyi, duygusal aşk konusunda deve
seviyesinde olan Hi­caz, Necid ve Tihame Araplarının gözleri nasıl görebilir?





Gök gibi
temiz ve içinden yüzlerce gayb çeşmesi fışkıran kalbi han­gi pisliklerle
bulandıracaklardı?





Ayrıca Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin yolu üstünde bir lüzumsuzluk durmakta­dır. Her
toplumun duvarlarını ve her yolun engellerini oluştu­ranlar bunlardadır. Bu
lüzumsuzluk, toplumun duygu derinlik­lerinde kök salmış olan ve koyu bağnazlık
tarafından korunan eski ve sağlam gelenektir.





Evlatlık,
kölelik ile özgürlük arasında bir merhaledir. Evlatlık çocuk, yarı özgür bir insandır. Onu diğer özgür insanlardan ayıran özelliklerden biri, şimdi üvey
babası olarak bilinen eski efendisinin, onun bir zamanlar eşi olan kadınla
evlenememesidir. Çünkü Araplar böyle bir evliliği büyük bir ayıp sayarlar.





Ama neden
ayıp?





Neden bir
kadın daha önce azatlı bir köleyle evlenmiş olduğu için bütün kadınların
yararlandığı bir haktan mahrum kalsın?





Yoksa
özgürleştirilmiş biri özgür insan değil midir?





Bu âdet,
hayalî ve insanlık dışı bir lüzumsuzluktur ve hem kadın, hem eşi, hem de
onlarla içli dışlı olan kimseler için adamın kölelik günlerinin uğursuz
hatıralarını ve onunla evli olma utancını canlandırmaktan başka bir anlamı
olmayan bir kölelik kalıntısıdır. Onu ortadan kaldırmak ve özgürleşmiş ada­mı
ve karısını, onları kölelikle ilişkilendiren ve özgür insanlar­dan ayıran her
türlü kayıttan kurtarmak gerekir. Sürekli top­lumda ortaya çıkan ihtiyaçlar
üzerine inen vahyin kesin emri, onu bütün zamanlar için ortadan kaldırdı ve bu
yanlış geleneği söküp attı.[11]





Şimdi Hz.
Zeyneb, Hz. Zeyd ile maslahat üzerine yaptığı evlilik cendere­sinden, Hz. Zeyd
de araları görünmez duvarlar tarafından ayrılan Hz. Zeyneb ile evlilik
işkencesinden kurtulmuştur. Hz. Zeyneb’in çileli bir hayat anısından başka
sermayesi yoktur. Böyle bir kurtuluş, onu saygın akrabasının himayesine girmesi
yönünde daha bir sabırsızlandırıyordu.





Fakat Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem henüz cesaretsiz ve tereddütlüdür. İnsanlar ne
diyeceklerdi ve onu nasıl anlayacaklardı?





Onun şafak
kadar temiz olan duygusunu iğrenç tabirleriyle bulandıracaklar mıy­dı?





Güneşin
doğuşu gibi güzel ve görkemli olan bir ruhu, kara ve dar düşüncelerine
yerleştiremeyecekler miydi?





Tereddüt
ve korku
Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin ruhuna çöreklenmiş ve onu acılı işkence altında
kıvrandırmaktadır. Kara günler ve boğucu ve can sıkıcı geceler böyle gelip
geçmektedir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, için­deki bu kor gibi
yakıcı ve kararsız sırrı insanların aptal ve kö­tümser gözlerinden
gizlemektedir. Derdiyle baş başa kalarak susmuştur. Birden göğün ağır ve kapalı
kapısı açıldı ve başına vahyin sitemli ve sert nidası indi:





“İnsanlardan korkarak Al­lah’ın açıklayacağı şeyi içinde
gizliyorsun!”





Allah Teâlâ, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin gizlediği sırrı açıkladı. Şimdi insanlardan
korkmak, hayalî bir korkudur. Eski geleneklerin, çirkin ve akıldışı âdetlerin
eseri olan bir halkın beğenisinin bu konuda ne de­ğeri olabilir?





Hem aynı
kapana yakalanmış, birbirine katlanan ve bir türlü mutsuzluktan kurtulup mutlu
olamayan iki uyum­suz insanın özgürlüklerine kavuşması, hem onun dışında biri­sinin
yanında yaşamaya güç yetiremeyeceği bir adamın yanında olmaktan başka bir şey
istemeyen özgür bir kadının aşktaki ba­şarısı, hem de adamın köleliğini ve
utancını hatırlatan ve kadı­nı mahrum edip aşağılayan bir geleneğin
kaldırılması söz konu­sudur.





Bütün bunlara
rağmen, halkın gözünde gelini olarak görülen, evlatlığının eski karısıyla
evlenmek, kanuna uygun bile olsa çok zor bir iştir. Öyle bir toplumda böyle bir
işi kim yapabilir?





Kim ilk adımı
atarak bu eski geleneği ayaklar altına almaya cüret edebilir?





Allah,
böyle zor bir sorumluluğu yerine getirmesi için kendi peygamberini seçti.





“Hani Allah’ın nimet verdiği, senin de kendisine iyilik
ettiğin kimseye; eşini yanında tut, Allah’tan kork, diyordun. Allah’ın açığa
vuracağı şeyi, insanlardan çekinerek içinde gizliyordun. Oysa asıl korkulmaya
layık olan Allah’tır. Hz. Zeyd o kadından ilişi­ğini kesince biz onu sana
nikahladık ki evlatlıkları karılarıyla ilişkilerini kestiklerinde müminlere bir
güçlük olmasın. Allah’ın emri yerine getirilmiştir.
(33/Ahzab
Suresi 37)





Siyer, hadis
ve tefsir kitaplarındaki rivayetleri inceledikten son­ra Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem ve Hz. Zeyneb’in öyküsüyle ilgili olarak taassup, ön­yargı ve
yükümlülükten uzak olan bir zihinde oluşan tasavvur bundan ibarettir.





Burada insan,
yine de merakla şunu sormadan edemiyor:





Aca­ba Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem gerçekten âşık mı olmuştur?





Acaba Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin o gün Hz. Zeyneb ile göz göze gelerek ve ondaki
görünmez aşk çizgisini okuyarak gönlünün ansızın ona doğru aktığına ve “Ey kalpleri çeviren Allah’ım, seni tenzih ederim.” dediğine ina­nılabilir mi?





Acaba o gün Hz.
Zeyd’in evine gittiğinde, Hz. Zeyneb’le te­sadüfen karşılaştığı ve Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin onun saçını, başını ve uzun boylu vücudunu görüp
güzelliğine kapıldığı doğru mu­dur?





Acaba
gerçekten Hz. Zeyd, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Hz. Zeyneb’e
gönlünü kaptırdığını anlamış da onun aşkı yüzünden eşinin sevgisizliği­ni
bahane ederek Hz. Zeyneb’i Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem için mi
boşamıştır?





Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem, Hz. Zeyd ve Hz. Zeyneb’in kalplerinin gizli
köşelerinde, ruhlarının derinliklerinde geçen bu sorulara kim cevap verebi­lir?





Biz bunların
çağında yaşasaydık, Medine’de kapı komşusu olsaydık bu konudaki konuşmamız Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemle ilgili duygu, sezgi, zevk ve inanç şeklimize
dayanırdı. Dahası, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin kalbindeki aşkın ne
ve nasıl olduğunu kim bilebilir?





İnsanı
düşünmeye zorlayan, bu olayı kendi karanlığı içine gö­men tarihin kapalı
hisarına bir pencere açan şey, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin hayatı
ve bu öyküyle ilgisiz olarak sahip olduğumuz dağınık bilgilerdir. Biz bunların
arasından hisarın içine bakabilir, kendi duygu ve anlayışımızın yardımıyla onu
ortaya çıkarabiliriz.





Örtünme hükmü
bu olayın vukuundan sonra (5.yıl, Hendek sa­vaşından sonra) konuldu. Bu
sıralarda her erkek, şehirdeki ka­dınların saçı, başı ve vücut yapısından
haberdar idi.[12]





Hz. Zeyneb, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin halasının kızıdır. Çocukluktan beri onun gözleri
önündeydi. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem bizzat kendisi Hz. Zeyneb’i Hz.
Zeyd için seçti. O da Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ısrarı üzerine Hz.
Zeyd’le evlen­meyi kabul etti. Eğer Hz. Zeyneb’e gönül vermiş olsaydı, kız
iken, daha güzel ve çekici olduğu bir dönemde rahatlıkla onunla ev­lenmeyi
düşünebilirdi. Bunca tantana, baş ağrısı ve rahatsızlığa gerek kalmazdı.





Hz. Zeyd’in
eşinin sevgisizliğinden şikâyeti sıra dışı kabul edilen ye­ni bir mesele
değildir. Bildiğimiz gibi Hz. Zeyneb ve ailesi bu işe ba­şından beri karşı idi.
Hatta Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ısrarı bile Hz. Zeyneb’i kabule
ikna edemedi. Mecburen vahyin zorlamasıyla böyle bir maslahat evliliğini kabul
etti.





Hz. Zeyneb,
evlendikten sonra da Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ile olan yakın
teması­nı sürdürdü. Çünkü onun yakın akrabası olmasının yanında aynı zamanda
evlatlığının karısı idi. Hz. Zeyd, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
aile üyele­rinden biri olduğu için, eşi de Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemin gelini sayılıyordu.





Acaba Hz.
Zeyd’in gözünde hem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hem de babalık olan,
bu evliliğe öncülük eden ve Hz. Zeyneb’i gelini olarak gören Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin bu tutumu, Hz. Zeyd’in üzerinde istenmeyen bir etki bı­rakmış
mıdır?





Özellikle Hz.
Zeyd’in oğlu genç Üsame’nin gözünde küçük düşmez miydi?





Kuşkusuz
böyle bir davranış en azından bu ikisi tarafından nefretle karşılanırdı. Ancak Hz.
Zeyd ve Üsa­me’nin, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme olan tutkusu,
imanı, aşkı ve saygısı ömürlerinin sonuna kadar devam etmiş ve bu yönde Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin hayatını okuyanları pek hayrete sokmuştur.





Hz.
Zeyneb’in öyküsü, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Hz. Aişe’ye karşı
ilgisinin dilden dile dolaştığı bir zamanda meydana gelmiştir. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem, Hz. Zeyneb ile Hz. Zeyd’in ayrılması, kendisinin
korkusu, üzüntüsü, Hz. Zeyneb’in boşanması ve kendisiyle evlenmesi zamanında
bile “Hümeyra”sına olan aşkını unutmamıştır. Hz. Aişe de zaten bu ge­lişmeyi
kendi duygusuna karşı bir olay olarak görmemiştir. Biz, uyanık, hassas, kıskanç
ve atılgan Hz. Aişe’yi tanıdığımız için, o na­sıl olur da Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin başka bir kadına gönül vermesi karşı­sında sessiz kalırdı
diye düşünüyoruz?





Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin İbrahim dolayısıyla karısı Mariye’ye gösterdiği
en ufak bir ilgiye dahi ta­hammül etmeyen, kıyameti koparan, rezillik çıkaran
ve kıs­kançlıktan dolayı Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi aşağılayacak
kadar vahşileşen Hz. Aişe, nasıl olur da Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
başka bir kadına, hem de toplum ayıpladığı halde evlatlığının karısına bir anda
delice âşık olmasına karşı çıkmaz ve en küçük bir tepki göstermez?
Yoksa Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ile halakızının aşk
macerasının inceliklerini, hatta Hz. Zeyneb’in geceliğinin özelliklerini ve Hz.
Zeyd’in evinde Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Hz. Zeyneb ile baş başa
aşk korkusundan dile getirdiği keli­meyi Dozy, Conde
ve diğer Avrupalı papazlar ve oryantalistler biliyorlardı da Peygamberin hiçbir
eşi bilmiyor, hatta Hz. Aişe bile kokusunu almıyor muydu?





Gençlik ve
olgunluk yıllan boyunca aşkla tanışmamış olan Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemin şimdi 60 yaşma yaklaşmışken halakızının bir bakı­şıyla yıldırım aşkına
tutulması hayret edilecek bir şeydir.





Bir
araştırmacıyı şiddetle bir tereddüde düşüren, onda bu hikâyenin temelden yalan
ve uydurma olduğu ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Hz. Zeyneb’le
evlenmesinin diğer evlilikleri gibi, hatta onlardan bi­le ileri derecede
maslahat gereği olduğu ve inancına bağlılıktan kaynaklandığı düşüncesini kuvvetlendiren
şey, bu aşk evliliğin­den sonra en renksiz aşk belirtisinin ve ilişkilerinde
bir sevginin görünmemesidir. HZ. ZEYNEB, RASÛLÜLLAH SALLALLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEMİN EVİNE AYAK
BASTIĞINDA DİĞER KADINLARIN SAFINA GİRER VE HZ. AİŞE’NİN PARLAYIŞI KARŞISINDA
Sİ­LİNİR.
RASÛLÜLLAH SALLALLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEMİN HAYATINDA HAFSA VE ÜMMÜ
SELEME ADLARI, HZ. ZEYNEB’TEN DAHA ÇOK ANILIR.





Kendimizi Hz.
Aişe’nin, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ile Hz. Zeyneb arasındaki
tantana­lı ve yakıcı aşktan -göğün haberdar olmasına ve Cebrail'in mü­dahalesini
gerekli kılmasına rağmen- haberdar olmadığına inandırabilsek bile, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin kendisine olan kuvvetli aşk bağı sebebiyle
evlatlığının evinden çıkacak olan bir kadına ken­di evinde sevgi besleyip de
bunu Hz. Aişe’nin fark etmemesini ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
Humeyra’sına karşı duygu ve davranışının deği­şip de onun bunu hissetmemesini
kabul edemeyiz.





Bana göre, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin kalbinin gizli derinliklerindeki en za­yıf sevgi
rengini ve en ufak aşk dalgasını yansıtan ve onu yüz­lerce kat büyütüp
netleştiren en duyarlı mercek, Hz. Aişe’nin kalbi­dir. Ama Hz. Aişe bu konuda
sessizdir. Sanki Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemle Hz. Zeyneb’in öyküsü,
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemle Hümeyra’nın öyküsüne hiç mi hiç
benzememektedir.





Benim
araştırmanın başında söylediğim gibi, ne Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi
bu ithamdan temize çıkarmak gibi bir sorumluluğum, ne de onun aşk durumunu
bilme konusunda bir taassubum vardır. Araştırmalarım ve düşüncelerim sonunda Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem ile Hz. Zeyneb’in öyküsünün, hakikat uğrunda kendi
itibarından bile vaz­geçen bir liderin ruhunun en hayret verici tecellisidir.
Kendi ca­nını toplumu ve inançları uğrunda özgürce feda ettiği halde
karşılığında ödül olarak şöhret ve iftihar kazanan birçok lider vardır. İmanı
ve halkı yolunda şan ve şereften de vazgeçmek, kısa cambazlık çatısından öteye
gidemeyen insanların göreme­yeceği ihlas, cömertlik ve fedakârlık zirvesidir.





ÇOK EŞLİLİK





Daha önce
belirttiğim gibi tarih, birçok insanı meselenin anla­mını değiştirir. Ahlakî ve
sosyal meseleler de kelimeler ile aynı kaderi paylaşırlar. Kelimelerin ruhu,
manası ve telaffuzu iki fak­törün etkisiyle değişir: Biri zaman, diğeri
çevredir.





“Şuh”, bedenin çirkinliği anlamına geliyordu. Fakat şimdi ince­lik
açısından en şairane kelimelerimizin bile tasvir edemediği güzel gözün en zarif
halini ve sevgilinin saçının başının en tatlı biçimini anlatmaktadır.





“Bereket” kelimesi de böyledir. Develerin yattığı yerdeki toprak ve
çerçöple karışmış dışkı ve idrarlara diyorlardı. Ama bugün insan aklının ve
idrakinin kavrayamadığı manaları ifade etmek­tedir. Çünkü bereket, Allah’ın
inayet gözünün eseri, hatta Al­lah’ın sıfatıdır!





KELİMELER
CANLI YARATIKLARDIR; DOĞAR VE ÖLÜRLER.
Çocuklukları,
gençlikleri, olgunlukları, ihtiyarlıkları, yalnızlıkları ve kayboluş­ları söz
konusudur
.
Dildeki bu önemli kuralı bilmeyen ve keli­melerin ruhu, manası ve lafzındaki değişim,
dönüşüm ve dev­rimden dolayı feryat eden yarım edebiyatçılarımız, “Bu kelime­lerin doğru telaffuzu şudur, onların asıl manası budur,
bunlar meşhur yanlışlardır, bunlara savaş açmak gerekir.”
gibi beylik cümlelerle ahkâm kesmektedirler. Toplumun dilinin
canlı, hare­ketli ve değişken kelimelerden oluştuğunu; kelimelerin Beyhakî,
Firdevsî, Nasrullah Münşî dönemlerindeki kalıp, ilişki, davranış, ruh ve
psikoloji içinde tutulamayacağını bilmiyorlar.





Birçok İnsanî
mesele ve sosyal ahlak da böyledir. Onlara, her dönemde kendilerine özgü ayrı
mana, ruh, işlev ve sıfat yükle­nir. Hatta çelişki yaratacak bir değişime
uğrarlar. Çok eşlilik, bu meselelerden biridir. Geçmişte, kabilevî, bedevi ya
da ataerkil olan, burjuvacı ve karmaşık kentsel topluluğun medeniyetine ve tek
eşlilik merhalesine ulaşmamış bulunan bir toplumdaki çok eşliliği şimdiki
zamanın şartlan, günümüz Avrupa medenî toplumundaki şartlar açısından
incelersek kuşkusuz onu redde­deceğiz ve geçersiz ve kınamaya değer bir olay
olarak niteleye­ceğiz. Fakat böyle bir metot, propaganda, gürültü ve yuhalama­ya
yarayacağı gibi, ilim ve araştırma açısından çok zararlıdır. Araştırmacının
gerçeklerin inceliklerini görmesini engeller.





Aslında
geçmişte sadece çok eşlilik değil, evlilik bile günümüz­deki manada
anlaşılmıyordu. Ona aşk ve heves gözüyle bakıldı­ğı çok nadirdi. Daha çok,
toplumsal bir tören, yeni bir bağ, ye­ni bir anlaşma olarak görülüyordu.
Siyasî, sosyal ve ekonomik etkenler, aşk ve heves etkenlerinden daha baskındı. Eski Yu­nan, gelişmiş bir medeniyet merhalesine ulaşmış olmasına
rağ­men evliliği nesli devam ettirme vasıtası, eşi ise çocukların an­nesi
olarak görüyordu. Heveslerini daima evin dışında gerçek­leştiriyorlardı. Bu
çağda kadını ilke olarak sadece üretim aracı sayıyorlardı. Kadın ev hanımıydı,
zevk almak için değildi. Ko­calar genellikle oğlanlarla eğlenirlerdi.





Bu
meseleyi yalnızca dinî hikâyelerde (Lut kavmi) ya da edebî eserlerimizde (gazel
şiirlerimiz) okumuyoruz; aynı zamanda SOKRAT
gibi adamların özel hayatında da görüyoruz. Onun Yu­nanistan’ın büyük millî ve
askerî şahsiyetlerinden biri olan öğ­rencisi Alekbiyades’le ilişkisi toplumda öylesine normal kabul ediliyordu ki bu tür
ilişkilerini açıkça itiraf ediyorlardı. Hatta Alekbiyades Sokrat’ın soğukluğundan şikâyet ediyor; o da bu­nu
“Artık senin zamanın geçti.” diyerek gerekçelendiriyordu.
[13]





Fars
edebiyatında dinin ve dünyanın ıslahatçısı, ahlak öğretme­ni, irfan rehberi,
din adamı ve ahlak kitabı yazarı olan Şeyh Sâdî, ahlak ve terbiye eserinde kendisinin veya Hemedan
kadısı­nın, bir kasap ya da nalcı oğlanla baş başa kaldığından söz edi­yor
. Onun gibi meşhur bir İlmî, dinî ve edebî şahsiyetin, Kaşgar
camisine vardığında, talebelerden birine işaret edip bir köşede öpüşmeye
geçiyor. Davudî boğazı değişmiş ve Yusufî güzelliği diline ve elmacık kemiğine
düşmüş olan eski şahidini görünce boynu bükülür, güzel pazarının parlaklığı
söner, yanında yer almak istediği kişi bir kenara çekilir ve baş başa kalma
ümidini kaybeder.[14]





Bir ahlak
kitabı olan ve içinde babanın oğluna verdiği öğütler bulunan “Kabusname”de
evlada şöyle rehberlik eder ve nasihat­te bulunur: “Kadınlar ve erkek köleler arasında sadece bir cinse eğilim
gösterme. Her ikisinden de yararlan ki ikisinden birinin düşmanlığını kazanmış
olmayasın.”
[15]





Bütün
milletlerin tarih ve edebiyatında görülebilen bu örnekler­den geçmişteki
evlilik anlayışının bizim için ne kadar şaşırtıcı ve inanılmaz olduğu açıklığa
kavuşur. Bunlar, bizim bugünkü zihnimizi, geçmişte farklı bir mana ve ruha
sahip olan gerçeği anlamaya hazırlar. Bu mesele, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellemin hayatındaki çok eşliliktir. Acaba gerçekten Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem bir “Don
Juan”
mıydı? Bir
erkeği çapkın göstermeye çalışanlar, doğal olarak onun gençliğini araştırırlar.
Çünkü heves ve şehvet devamlı gençlerin yakasına yapışır. Fakat tarih, onun
eşleriyle yaptığı şakaları ve hayatındaki en küçük olayları kaydettiği halde,
genç Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin simasında en ufak bir heves
dalgasına rastlamamıştır. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem, 25 yaşına kadar yoksulluk, bakımsızlık, çile ve ço­banlıktan
başka bir durumla karşılaşmamıştır.
Onun
gençliğin doruk noktasında iken tanıştığı ve evlendiği ilk kadın Hati­ce’dir.
O, 40 ya da bir rivayete göre 45 yaşında bir kadındır.
Da­ha önce iki defa evlenmişti, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem yaşında büyük evlatla­rı vardı. İşte Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, gençliğini ve
olgunluk dönemini onunla geçiriyor; yirmi sekiz yıl boyunca onunla yaşıyor;
başka hiçbir kadınla ilişki kurmuyor.





Burada
unutulmaması gereken şey, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin bu sıralarda
tıpkı diğer Kureyş gençleri gibi genç olmasıdır. Ne sosyal maka­mı, ne ahlakî
engelleri, ne ağır siyasî ve askerî sorumlulukları, ne önemli risâlet görevi ne
de sonraları herkesin hücum ettiği yaşlılığı onu bağlıyor ve hevese
yabancılaştırıyordu. İlginç
olan şudur ki peygamberimiz, sıradan ve sorumsuz bir gençtir. O, 50 yaşına
kadar 45, 50, 60, 70 yaşındaki bir dul kadınla baş ba­şa kalıyor ve bu süre
zarfında bir defa bile olsun başka bir ka­dın düşünmüyor.





EN YOBAZ VE
TUTUCU HIRİSTİYAN MİSYONERLER BİLE RASÛLÜLLAH SALLALLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEMİN
MEKKE DÖNEMİNİ BU SUÇLAMADAN UZAK TUTUYOR. Nasıl oluyor da böyle bir adam Medine’ye varır varmaz 53 yaşında,
İlahî pey­gamberlik makamına sahip, ağır siyasî ve askerî sorumluluklar
üstlenmiş ve düşüncesi, ruhu, hayatı ve özellikle sosyal ve ahla­kî konumu ile
insanlara dini, takvayı ve zühdü ilham eden bir ihtiyar iken onda birden şehvet
ateşi tutuşuyor ve onu lezzet, zevk ve şehvet düşkünü yapabiliyor.





Don
Juan
da bilindiği
gibi, gençliğini geride bırakınca kadınla­rı unuttu. Zahit ve ahlaklı bir adam
oldu. Nasıl olur da 25 ile 50 yaşları arasındaki bir Arap genci, 45, 50, 73
yaşındaki bir dul kadınla yetinir de nübüvvet makamına ulaşıp savaş ve siya­set
alanına girdiği zaman bir Don Juan oluverir?





Misyonerlerin
onunla ilgili olarak eleştiri yaptıkları ve gürültü kopardıktan nokta, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin Medine’deki hayatının bir­den fazla kadınla
evlilik dolayısıyla değişikliğe uğramasıdır.





Onlar
genelde, şehveti tatmin eden unsurun kadın sayısı değil, kadının güzelliği
olduğunu unutmaktadırlar. Çapkın erkek, dul, yaşlı ve çocuklu kadınların değil,
güzel, işveli ve canlı kız­ların peşine düşer. Hele Hz. Ömer’in kızı gibi çok çirkin olan ya da güzel olsalar da
önceki koca veya kocalarının evinde cazibeleri­ni kaybetmiş, bakireliğin yeşil
çizgisi ve hevesli gençlik işvesi yerine ihtiyarlığın kınşıklığı, olgunluğun
soğukluğu ve soylulu­ğun ağırbaşlılığı oturmuş olan kadınlara değil!





Ne mutlu ki Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin harem sarayının haremağası tarih­tir. O, Peygamberin
hanımlarını tek tek tanıyor; bu eve niçin geldiklerini, nasıl yaşadıklarını
biliyor. Kuşkusuz o, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin eşlerini Avrupalı
oryantalistlerden ve papazlardan daha iyi tanıyor:





HZ. AİŞE





Hz. Hatice 73
yaşındayken Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin yaşı 50’yi geçiyordu.
Mekke’deki zor ve perişan hayatının zirvesindeydi. Dostlarının birçoğu
Habeşistan’da yaşıyordu. O, az sayıdaki arkadaşıyla düşman bir şehrin
pençesinde esir bulunuyordu. Onun en güç­lü ve şefkatli koruyucusu Hz. Ebû
Tâlib de bu sıralarda vefat etmişti. Tek başına kalmıştı. Dışarıda nefret ve
işkence; içeride küçük Fatıma ve annesinin çileli hatırası vardı. Durumuna
acıyıp onu bir ka­dınla evlenmeye zorladılar. Fakat ömrünün sonuna kadar unu­tamadığı
Hatice’nin aşkı ve çileli ve tehlikeli siyasî hayatı onu öylesine meşgul
etmişti ki aklında hiçbir kadına yer vermiyor­du. Hz. Ebubekir’in kızı Hz. Aişe,
İslam devrinde doğan ilk kız idi. Bu özellik, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemin yakınlarını ve bazı dostlarını, İslam dö­neminde ilk doğan ve hiçbir
cahiliye izi taşımayan bir kadının Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme eş
olarak seçilmesi düşüncesine kaptırdı. Böyle bir işin inceliğini ve güzelliğini
sadece duygu anlar. Yeni bahçede yetişen ilk çiçek veya meyve, bahçıvana bu
yeni çiçeğin veya meyvenin ondan olduğunu ve ona layık olduğunu hatırlatır.





Çok ince
duygulu ve kalbi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme iman ve sevgisiyle
dolu olan Hz. Ebubekir, ona bir teklifte bulunur. Fakat Hz. Aişe yedi yaşında
bir kız çocuğu; Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ise elli küsur ya­şında,
evde Fatıma gibi anaya muhtaç bir kızı, dışarıda Ebucehil ve Ebulehep gibi
düşmanları bulunan ve ayrıca acı, kargaşa, tehlike ve çile dolu bir hayatı
olan, dertlerini paylaşacak birine ihtiyaç duyan bir erkektir. Bu nedenle Hz.
Ebubekir’in yedi yaşın­daki kızı, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme eş
olabilecek biri değildir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, onun İslam’da
doğmuş ilk kız olması sebebiyle hem dünyanın ilk Müslüman neslinin meyvesi
kendisine ait olsun, hem de ay­nı düşünceyi paylaştığı dostu Hz. Ebubekir’le
akraba olsun diye Hz. Aişe’yle nişanlanıyor. Çünkü o dönem ve ortamda akrabalık
bağı, iki insan arasındaki en sağlam bağdı. Bunu ancak bedevi ve ka­bile sosyolojisini bilenler anlar.





Hz. Aişe, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin evine gelen ilk kızdır. Güzelliği ve gençli­ği Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem üzerinde etkili olan tek kadındır. Ama Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin onunla evlenmesinin sebebi bu güzellik değildir.
Çünkü 6 veya 7 yaşındaki bir çocuğun güzelliği, elli yaşını aşmış bir er­kek
üzerinde etkili olamaz.





Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin Hz. Aişe’yle evliliği, akıllıca bir maslahatla iç
içe geçmiş sembolik bir evliliktir.
Burada
aşktan ve şehvetten söz etmek yersizdir. Hz. Aişe Mekke’de Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin evine gitmiyor. Onunla iki yıl sonra Medine’de
evleniyor. Bilinmesi
gereken şey şudur ki çağdaş Mısırlı yazar Hasaneyn Heykel’in dediği gibi, Hz. Aişe’ye
karşı sevgisi evlilikten sonra doğdu. Evlendiği sırada böyle bir sevgi yoktu.
Bundan dolayı onun Hz. Aişe ile aşkı uğruna evlendiği ileri sürülemez. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin onu yedi yaşındayken sevdiğine inanmak mümkün
değildir.[16] Bu nedenle güzel ve genç bir kızla evlenmesi ve onu sevmiş olması
bile bunun bir aşk evliliği olduğunu göstermez. Şimdi diğer hanımlarıyla evli­lik
serüvenine geçelim.





HZ. SEVDE





Zema’nın
kızı, amcaoğlu Sukran
bin Amr
’ın eşiydi.
Şevde, İs­lam’ın kara ve dehşet verici bir ortamla karşı karşıya olduğu bir
zamanda Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme iman etti. O, düşüncesi yolunda
birçok çile çekti. Peygamberin emri üzerine kocasıyla birlikte Habeşis­tan’a
hicret etti. Dönüşte eşini kaybetti ve savunmasız kaldı. Bu olaydan sonra onu
talihsiz kaderinden başka bir son beklemi­yordu. Çünkü ya ailesine dönüp dini
düşüncelerini ayaklar al­tına alacak, ailesinin etkisiyle yeni din uğrundaki
fedakârlıkları unutup onlara teslim olacak, putperestlik ve irticaî hayatı can­landıracak
ya da kendisiyle ve yitirdiği eşiyle aynı konumda ol­mayan bir erkekle evlenecekti.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem kendi yolu uğrun­da birçok çilelere
katlanan, ancak şimdi hayatı dağılan bu yiğit ve şerefli temiz kadını kendi
himayesi altına alıyor. Onunla ev­lenerek onu Hatice’nin halifesi ve Peygamberin
eşi yapıyor.





HZ. ÜMMÜ SELEME (Hind)





Ebu Ümeyye’nin
kızıdır. Eşi Ebuseleme (Abdullah Mahzumî)





Uhud’da
yaralanan büyük bir mücahittir. O, sonraları Esedoğulları ile yaptığı savaşta
zafer elde edip geri döndüğünde yara­sı açıldı ve hayatını kaybetti. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem, fedakâr dostunun ölü­münde yanında idi. Onun için
dua etti. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, onun ölümünden dolayı
öylesine üzülmüştü ki çok ağlıyor ve gözünden yaşlar akıyordu. Onun eşi Ümmü
Seleme ihtiyar bir kadındı. Şehit eşinden, küçük ve büyük evlatları kalmıştı.





Ebu
Seleme’nin ölümünden dört ay geçmişti. Ümmü Seleme sevgili ve yiğit eşini
yitirmesinden duyduğu üzüntüyle, babasız ve korumasız evlatlarıyla kederli,
ümitsiz ve dertli bir hayat sürdürüyordu. Müslümanların büyükleri şehit
kardeşlerinin ailesi­nin üzüntüsü karşısında sorumluluk duyuyorlardı. Bu
nedenle Hz. Ebubekir onu istemeye gittiğinde Ümmü Seleme özür dileyip şöyle
dedi:





“Evlatlarım
çoktur. Gençliğimi geride bırakmışım.”





Hz. Ömer
evlenme teklifinde bulunduğunda da kabul etmeyip aynı cevabı tekrarladı. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem onu kendisi için istemeye gidip şöyle dedi:





“Allah’tan
sevaplarına karşılık seni mükâfatlandır­masını, sana daha iyisini bağışlamasını
iste.”
Hz.Ümmü
Seleme dertlice şöyle dedi:





“Benim
için Ebu Seleme’den daha iyisi kim­dir?”
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem kendi adını söyledi. Fakat
o, Hz. Ebubekir’e ve Hz. Ömer’e verdiği cevabı tekrarladı. Ancak Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem ısrar etti ve tekrar tekrar ona evlenme teklifinde
bulundu. Nihayet onun büyük evladı “Seleme”
annesini Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme nikâhladı. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem, şehit dostunun eşini ve çocuklarını kendi himayesi
al­tına aldı. Ona hep değer veriyor ve saygı gösteriyordu. O, Hati­ce’den sonra
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin hayatında, Hatice’nin makamını
andıracak bir konuma sahip olabilecek tek kadındı. Çünkü sa­dece ahlakî şahsiyeti,
akıllılığı ve kabiliyetiyle değil, aynı za­manda tutum ve davranışlarıyla da
ona benziyordu.





HZ. ÜMMÜ HABİBE (Remle)





Ebu Süfyan’ın
kızıdır. O, büyük bir fedakârlıkta bulunup Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem ile Ebu Süfyan’ın Mekke’deki mücadelesinin zirvesinde Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve selleme inandı. Eşi Ubeydullah bin Cahş ile birlikte Ha­beşistan’a
hicret etti. Orada kocası ortamın etkisi altında kala­rak Hıristiyan oldu.
Fakat Remle kendi dinini korudu. Eşi onu yabancı bir ülkede garip ve yalnız
bıraktı. O ne Habeşistan’da savunmasız kalabilir ne de Mekke’ye dönebilirdi.
Ebu Süfyan da ona sığınma hakkı tanısaydı, düşüncesini bırakma şartıyla kar­şılaşırdı.
O da böyle bir alçakça dönüşü kabul etmezdi. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem, bu fedakârlığını mükâfatlandırmak, kendi yolu uğ­runda mutsuzluğun
tehdidi altında bulunan şerefli bir kadını mutlu etmek, hem de kendisiyle
mücadelenin doruk noktasın­da olduğu halde Ebu Süfyan’ın kızını “Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin eşi” yap­mak için (çok anlamlı bir olaydı) ona evlenme teklif etti. Bu
ev­lenme teklifi gördüğümüz gibi çok saygınlıkla gerçekleşti. Ha­beşistan’ın
padişahı “Necaşi”, bizzat kendisi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi temsilen
onu nikahladı ve mehrini ödedi.





HZ. CÜVEYRİYE





Mustalikogulları
kabilesi başkanı Haris’in kızıdır. O, savaşta Sa­bit bin Kays’ın payı olmuştu.
Cüveyriye, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme gelerek şöyle dedi:





“Sabit
beni serbest bırakma karşılığında yüksek mik­tarda bir para istiyor.
Benim
böyle bir param yoktur. Bana fid­yemi ödemem için yardım et.”
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem dedi ki:





“Acaba
daha iyisini ister misin?”
O da





“O
nedir?”
dedi. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem





“Hürriyet
bedelini ödeyerek seninle evlenmek.”
[17] dedi. O da kabul etti. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
onun fidyesini ödeyerek özgürleştirdi ve onu nikâhladı. Böyle bir tavırla hem
Mustalikoğulları halkının, özel­likle kabile reisinin gönlündeki kinin kaybolup
sevginin yerleş­mesini sağladı, hem de Müslümanları esirlerini bırakmaya teş­vik
etmiş oldu. Çünkü Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemle Cüveyriye’nin
evliliği so­nucu, Mustalikoğulları esirleri düşman değil, onun dostu olu­yorlardı
ve hiçbir Müslümana Peygamberin akrabalarını esir et­mek yakışmazdı.





Esirler
serbest bırakıldı. Hepsi Müslüman oldu. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
tehlikeli düşmanı Mustalikoğulları taifesi onunla akraba oldu.





Kabile
başkanı, kızıyla görüşerek ya kendisiyle gelmesini ya da Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemle kalmasını istedi. O İkincisini seçti. Cüveyriye da­ha önce
amcasının oğlu Abdullah’ın eşiydi.





HZ .SAFİYE





Kureyzaoğulları
başkanının kızıdır. Savaşta Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin payı oldu.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem onu, ailesinin yanma gitmek veya
kendisiyle evlenmek konusunda serbest bıraktı. O İkincisini seçti.





HZ. MEYMUNE





Hz. Abbas bin
Abdulmuttalip’in eşi Ümmü Fazl’ın bacısıdır. Hudeybiye barışından bir yıl sonra
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, kaza umresi için Mek­ke’ye gitmişti.
Antlaşma gereği sadece üç gün ikamet hakkına sahipti. Bu üç gün içinde halkın
gönlünü almaya çalışıyordu. Sevgi göstererek, iyilik ederek, yumuşak ve dostça
tavırlar takı­narak küfrün elebaşlarının etkisiyle ruhlarında oluşan kin ve
sertlik taassubunu hafifletmek, onların rızasını kazanarak Mek­ke’de daha fazla
kalmayı başarmak için çalışıyordu. Böylece halkla ilişki kurma fırsatını elde
etmek istiyordu. Bu arada he­nüz müşrikler safında olan Hz. Abbas, Meymune’yi
ona tanıtıyor ve Müslümanların davranışlarından etkilenerek İslam’a eğilimli ol­duğunu
söylüyor. Meymune onun baldızı, Uhud fatihi ve ünlü Arap kahramanı Halit bin Velid’in
teyzesiydi. Ayrıca Peygam­berle bu üç günlük görüşme esnasında onun bakış,
tutum ve ruhsal şahsiyetinin cazibesi Meymune’yi öyle etkiledi ki ateşli aşkı
göğü kapladı; vahiy de onun saf duygusunu övdü. Baldızı­na eş seçme yetkisini
karısından devralan Hz. Abbas, onu Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme
önerdi. Meymune’nin İslam’a eğilimi, Uhud savaşının ka­derini kendi kılıcıyla
tayin eden, Müslümanların yenilgisini, Kureyş’in zaferini sağlayan Halit ile
akrabalığı, onun Kureyş’in etkin ailelerinden oluşu, Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin bu öneriyi kabul etme­sinin önemli gerekçeleri arasındadır.
Özellikle böyle bir hare­ketle başka bir propaganda zemini oluşturmak
istiyordu; yani ikametinin son gününde düğün törenleri düzenleyerek, Kureyş’i
topluca davet ederek onlara yemek ziyafeti çekmek isti­yordu. Meymune’nin
Müslüman oluşu açığa çıkmadığı, hâlâ onların safında bulunduğu için Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin onunla evlenme­si, onun hayrına olurdu. Özellikle
Müslümanlarla müşriklerin bu törene katılarak Bedir ve Uhud’da birbirine karşı
kılıç çeken kimselerin bir sofra etrafında toplanmasının Arapları duygulan­dıracağını,
soğuk siyasî ortamı ısıtacağını, uzaklık ve yabancı­laşmayı hafifleteceğini,
şehirde kalmak için bir bahane elde ede­ceğini düşlemişti. Bu imkânlar, tebliğ
ve ruhsal zemini hazırla­mayla birlikte kendi lehine bazı gelişmelere de sebep
olabilir ve Hudeybiye barışındakilerden daha çok şeyler kazandırabilirdi.





Kureyş’in
uyanık başkanları da bu planın farkındaydı. Bu neden­le onun önerisi kesinlikle
ret edildi. Düğün merasimini Medi­ne’ye dönüş yolunda yerine getirmeye mecbur
oldu. Ancak yine de bu evlilik Kureyş’in bazı ileri gelenleriyle akraba
olmasını sağ­ladı. Onların ruhsal yapısında az da olsa etkili oldu. Nitekim bu
olaydan kısa bir süre sonra, Halit’in, Amr bin As ve Osman bin Talha ile
birlikte Medine yolunu tuttuğuna şahit oluyoruz.





HZ. HAFSA





Hz. Ömer’in
kızıdır. Kocası ölmüştür. Hz. Ömer’in kızı olmasına rağ­men kimse onu istemeye
gitmedi. Nihayet Hz. Ömer, çaba harcaya­rak ilk önce dostluğu ümidiyle Hz.
Ebubekir’e önerdi. Fakat Hz. Ebubekir sustu. Hz. Osman’a gitti, ona öneride
bulundu, Hz. Osman da sus­tu. Hz. Ömer iki dostunun suskun kalmasından dolayı
üzülüp Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme giderek onları kınadı. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem onu teselli etmek için şöyle dedi:





“Hafsa’yı,
kendisi için Osman ve Hz. Ebubekir’den daha iyi olan birine nikâhla.”
Böylece Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, Hz. Ebubekir, Hz.
Osman ve Hz. Ali ile yaptığı gibi İslam’ın çok etkin ve etkili şahsi­yetlerinden
biri olan Hz. Ömer ile de akrabalık bağı kurarak ilişki­sini daha yakın ve
sağlam hale getirdi.





Hz. Ömer’in
çabası, Hz. Ebubekir ile Hz. Osman’ın sükutu, Hafsa’nın güzel­liği hakkında
kanaat edinmek için yeterli bir delildir. Ancak, gelinin babasının sözünü
duymak daha iyidir. Hıristiyan propagandacıların deyişiyle, kadının
güzelliğinden anlayan Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin iktidarın
zirvesinde iken seçtiği kadını tanıyalım:





Hz. Ömer,
Hafsa’nın güzel ve genç Hz. Aişe’yle birlikte ona uyarak Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemi azarlamaya kalkıştığını duyunca çok sinirlenip şöyle
haykırdı: “Kızım,
sen, kendi güzelliğine ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ken­disine
karşı aşkına güvenen bu kadına (Hz. Aişe) uyma. Allah’a ant olsun, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin seni sevmediğini biliyorum. O seni benim hatırım
için boşamamaktadır.”





HZ. ZEYNEB





Huzeyme’nin
kızı, Ubeyde bin Haris’in eşiydi. Haris, Bedir’de şehit düştüğünde Hz. Zeyneb
çok yaşlı ve dul bir kadındı. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ömrünün
son zamanlarını yaşayan bu kadınla evlendi. Zi­ra şehit bir mücahidin eşininin
yaşlılık döneminde yalnız ve sa­vunmasız kalmasını istemiyordu. Bu kadın iki
yıldan fazla yaşa­madı. Hatice hariç Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden
önce ölen ilk kadındır. Hz. Zeyneb çok takvalı, saygıdeğer ve hayırsever bir
kadındı. Hayatını yetimleri okşamaya, yoksulları kollamaya adamıştı. Bu hususta
öylesine ileri gitmişti ki onu “Ümmü Mesakin” (yoksulların ana­sı) diye adlandırmışlardı.





İŞTE
PEYGAMBERİN HAREMİNİN KADINLARI! BU KONUNUN SONUNDA BİRKAÇ NOKTAYI
HATIRLATMAKTA FAYDA VARDIR. ÇOK EŞLİLİK HÜKMÜ HİCRİ 8. YILDA İNDİRİLDİ. DOĞAL OLARAK
HİÇBİR AKIL SAHİBİ, RASÛLÜLLAH SALLALLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEMİN BU HÜKÜMDEN SONRA
EŞLERİNİN DÖRDÜNÜ SAKLAYIP DİĞERİ­Nİ BOŞAMASI GEREKTİĞİNE HÜKMEDEMEZ.





Genellikle
gözden uzak tutulan diğer bir nokta, İslam’ın çok eş­liliği emretmemiş
olmasıdır.
İslam‘ın
getirdiği hüküm eş sayısını sınırlamadır. Bunların ikisi aynı değildir. Çok
eşliliği gündeme getiren ayetler titiz bir şekilde incelendiğinde bu olayın hem
fel­sefesi hem de şartlan açıklığa kavuşur. Kur’an insanlara ilk ön­ce,
kadınlar arasında adaletli davranmayı emrediyor. “Hiçbir za­man adaletli davranamayacağını için
biriyle yetinin.

diyor. [18]





Böylece dil
bilen ve Kur’an’ın ruhunu tanıyan, fakat tefsirlerin karmaşık yollarından
habersiz, manayı saptıran tekniklere ya­bancı, çok evlilik ve şehvette gözü
olmayan herkes, bu hayret ve­rici ve sanatsal beyanı anlar. İleri sürülen
şartların çok zor oldu­ğunu, ferdî ya da toplumsal bir ihtiyaç ya da ahlakî bir
gerekli­lik olmadıkça bu şartların göz ardı edilemeyeceğini kabul eder.





Ferdî
durumlar Kur’an’ın metninden anlaşılabilir. Bu hüküm, yetimlerin kaderini
gündeme getiren ayetlerle birlikte indiril­miştir.[19] Gelişmiş sosyal kurumlan ve devlet sistemi olmayan geri kalmış
toplumlarda himayesiz kadınların ve babasız çocukların ne kadar utanç verici,
kara ve üzücü kadere yakalanacak­ları ortadadır.





Fakat ne
mutlu ki toplumsal alanlarını çağdaş nesil bizzat ken­di gözüyle görmüştür. Hem
de medeniyet çağında, gelişmiş toplumlarda, ferdin ekonomik, hukukî ve ruhsal
bağımsızlığa kavuştuğu çağda, özellikle kadının kişilik kazandığı ve erkekle
eşitlendiği çağda.





İkinci
dünya savaşından sonra Avrupa’da, özellikle Almanya, Avusturya ve Polonya’da
milyonlarca erkeğin imhası sonucu büyük bir bunalım yaşandı. Fesat, gerileme,
ruhsal hastalıklar ve kocasız kadınları ve babasız çocuklan zor durumda bırakan
birçok problem ortaya çıktı. Meseleler öylesine ciddi boyutlara vardı ki Avrupa
toplumunun ahlakî ve ruhsal yapısında derin ve yıkıcı etkiler bıraktı. Çok
eşliliği ve özellikle yeniden evlen­meyi yasaklayan Katolik kilisesine karşı
kadınların protesto yü­rüyüş ve gösteri dalgalan, hem çok eşlilik kuralını
kendi şehvet­leri için açılan bir kapı olarak gören müminlere hem de onu ke­sinlikle
insanlığa aykırı kabul eden aydınlara bu hükmün mana ve geçerlilik alanını gösteriyordu.





1958’de
Cezayir Milli Kurtuluş Cephesi FLN bütün üyelerine şu tavsiyede bulundu:
Mücahitler, şehit kardeşlerinin ailelerini düşünsünler ve bu mücadele sırasında
eşlerini kaybeden kadın­larla evlensinler ki kadınlar çaresiz ve çocuklar
perişan olmasın ve bir şehit ailesi fesat ve yoksulluğa yakalanmasın.[20]





Demek
istediğim şey, ilkel toplumlardaki çok eşlilik meselesi­nin günümüzde
anlaşıldığı manada alınmaması ve onun bu ça­ğın gözüyle görülmesi gerektiğidir.





Peygamberin
özel hayatıyla ilgili bilinmesi gereken ve ruhsal ve içgüdüsel nitelik taşıyan
bir başka mesele şudur: Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, Medine’de
hiçbir hanımından çocuk edinemedi. Hz. Aişe hariç hepsi dul olan bu kadınların
önceki kocalarından çocukları var­dı. Bu olay Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemin hayatının ilginç noktalarındandır.





Peygamberin
çok kadınla evliliği meselesi hakkında doğal ola­rak akla gelen bir başka nokta
şudur:





Şüphesiz
o her erkek gibi özellikle ömrünün ikinci döneminde bir çocuk sahibi olmak is­tiyordu.
Sadece ömrünün son yılında Mariye’den bir oğlu oldu. O
da yaşamadı. Onun bu çocuğa olan sevgisi, onun ölümüne dayanamaması, bir evlat
sahibi olmayı çok istediğini gösteriyor.
Ancak kader ona, toplumun en büyük şahsiyetini -ki Arapların ün ve
iftihar kaynağı bol evlat sahibi olmaktı- özellikle erkek evlattan yoksun
bırakıp sadece bir kız çocuğa sahip olmasına karar vermişti. Bu, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve selleme çok acı vermekle birlikte çok akıllıca ve güzel
bir karar idi.





Gelelim Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin harem sarayının niteliklerine.





Bunlar
nasıldır?





Mescide
bitişik, tavanı ve çatısı hurma ağacının dal ve yapraklarıyla örtülü, dört duvarı
balçıklı birkaç odadır. Hare­min sevgilisi olan Hz. Aişe’nin odası, yansı deri
serili, diğer yarısı da “yumuşak kumlarla” kaplıydı. Bu sarayın kandilleri,
yakıcı hurma dallandır.





Mutfağı
ve yemeği?





Ebu
Hureyre diyor ki: “Ölünceye kadar arpa ekmeğini bile doyuncaya kadar yemedi.
Bazen evinde bir ateş bile yakılmıyordu. Bu sürede yemeği, hur­mayla suydu.
Bazen açlıktan dolayı karnına taş bağlardı.”





Ben, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin evini ve hayatını hatırladığımda gençliğini ve
olgunluğunu 50’sinden 73’üne kadar onunla yaşayan dul bir kadınla, yaşlılığını
Ümmü Seleme, Huzeyme’nin kızı Hz. Zeyneb ve Hafsa gibi yaşlı ve çocuklu
kadınlarla geçirdiğini görüyorum. Evi öyleydi, yemeği de öyle. Ben, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin onlardan daha güzel kadınlara sahip olabilmesine
ve daha iyi hayat yaşayabil­me imkânı olmasına rağmen böyle davranmasından
dolayı üzüntümü belirtmekten kendimi alamıyorum. Ayrıca Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin şehvetperestliği ve harem sarayı hakkında yazı yazan yazarların
sözlerini okuduğumda utanmadan edemiyorum. İnsan, hatta bir yazar ne kadar
aşağılık olabilir ki onu kötülemek uğ­runa insanın övünç kaynağı ve tarihin
sermayesi olan gerçek bir güzel simayı böyle çirkin ve kötü göstermeye
kalkışabilir!





Kaynak:





ALİ ŞERİATİ, İslam Nedir-Muhammed Kimdir, İstanbul, Fecr
Yay. 2009, s.503-537










[1]       Hasan Sadr’ın “İslam’da ve Avrupa’da
Kadın”
kitabı ve özellikle kadın hakla­rı konusunda Üstad Mutahharî’nin
yazdığı derin ve belgeli makaleler. (HŞ.1346)





[2]İbni
Sâd, Peygamberin ashabından olan kadınların isimlerine bağımsız bir kitapta yer
vermiştir. (Tabakat c.8)





[3]       Peygamberimiz’in Hayatı, Heykel, c. 1, s.
281





[4]       Abbas Mahmut Akkad, “Hakayıku’l-İslam ve
Abâtilu Husûme”, (Beyrut bas­kısı, s. 255)





[5]       Chandel, Les Causeries de la Soltitude s.
190.





[6]       A.g.e., s. 213.





[7]       Aynulkuzat Hemedanî, Aşk Risalesi, Mecmue
Risalesi, s. 218.





[8]       Conde, “Mahomet, ses Femmes et ses Amours
D, s. 190.





[9]       “Âyîni Sohanveri” (Konuşma Sanatı)
Furuğu. Victor Hugo, “Hitabe” ve “Kül­liyatının” (Oeuvres Complets) bir kaç
yerinde.





[10]      Andre Gide, şaheserinin adını Kur’an’dan
almıştır.





[11]      33/Ahzap Suresi 4.





[12]      Aişe’den nakledildiğine göre Hendek savaşı
zamanında henüz örtünme emredilmemişti.





[13]      Misafirlik, Platon.





[14]      Kâbusname, s. 78.





[15]      Kâbusname, s. 67.





[16] Abbas
Mahmud Akkad, “Hakâüku’l-Islam ve Ebâtîlu Husume, Beyrut, s.65.





[17]      Mükatebe (Antlaşma); köleyle sahibi
arasında imzalanan, para ödemesi veya antlaşmada yer alan şartlar
gerçekleştikten sonra kölenin serbest bırakılması antlaşması.





[18]      4/Nisa Suresi 3 ve 128.





[19]      4/Nisa Suresi 3, 7, 8, 10, 12.





[20]      L’Algerie par le teritet, II ve de F.L.N.
yayın organı “El Mücahid” No. 14 De- cember 1962 (Khenmişti: Terör kurbanı genç
dışişleri bakanı bu emir üzere evlenmiştir.)


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar