Aynı Hikaye
Şarkılar Yasaların Anasıdır
Aristotales’ten, Antik Yunan döneminde yasaların yazılmadan önce şarkı olduklarını ve bu sayede nesiller arasında aktarılıp varlıklarını sürdürdüklerini aktararak, müziğin politikayla olan ilişkisine ve pragmatik anlamına göndermede bulunur . Roma tarihçisi Titus Livius’un “Lex horrendi carminis erat. (Ürkütücü bir şarkıdır yasa.)” cümlesiyle Romalıların yasayı “carmina” (şarkı) ile özdeşleştirdiklerini aktarır. Keammer’de bu örneklerin bir benzeri olarak, Kenya’nın etnik gruplarından biri olan Kikuyu’larda hiçbir yazı dizgesi yokken, toplumsal düzeni sağlama adına kuralların (ilk anayasa) şarkı biçimine sokulduğunu belirtir.
Partilerin İşlevleri
- Temsil
- Seçkinler sınıfı oluşturma ve yetiştirme
- Hedef belirleme
- Menfaatleri ortaya koyma ve açıklama
- Sosyalleşme ve sosyal haraketlilik
- Hükümetin organizasyonu
2014 Seçim Şarkıları
Adalet ve Kalkınma Partisi
Binali Yıldırım’la Çok Kolay
Bu Memleket Bizim
Daima Aşk Daima Millet
Haydi Anadolu
Haydi Anadolu Remix
Haydi Ege Haydi Akdeniz
Herşey Türkiye İçin
İlle AK Parti
İnandık Hakka
Recep Tayyip Erdoğan (Dombra)
Uzun Adam
Cumhuriyet Halk Partisi
Varlık İçinde Birlik İçinde Özgür Biçimde
Yıkılacak Bu Saltanat
Ak Dediler Kara Çıktı
Bir Islık da Sen Çal
Kılıçdaroğlu
Milliyetçi Hareket Partisi
Ses Ver Türkiye
Yüreğinle Gel
Ses Ver Türkiye’m
Kutlu Türkiye
Kükresin Yiğit Sesin
Canım Türkiye’m
Ses Ver Anadolu
Var Ol Türkiye
Sesimize Ses Ver Türkiye
Bölemez Kimse Bizi
Uyan
Beyler Bu Vatan Size Neyledi?
MHP Geliyor
Türkiye’m
Sokrates Son Anları
Ekhekrates, Platon’dan o son günü yani Sokrates’in ölümünü anlatmasını ister. Platon duygusal bir tavırla olayı anlatmaya başlar. Sokrates en solda oturmaktadır.
Kriton yanında oturmakta Platon ve Apollodoros da ayakta beklemektedir. Sokrates ölümü umursamazcasına ve tüm kötü yanlarını reddedercesine onlarla konuşmaktadır. Son gününü yaşadığının bilincinde olduğundan gidip yıkanmak ister. Bunun üzerine Kriton üzgün ve çaresiz bir şekilde onu nasıl gömmelerini istediğini sorar. Ancak bu Sokrates’in hiç de umurunda değildir.
Öldükten sonra kendisini artık tutamayacaklarını ve ellerinden uçup gitmiş olacağını söylüyordur. Sokrates yıkanmak için oradan ayrılmadan önce Platon ve Apollodoros’a dönüp Kriton’u bu sona bir türlü inandıramadığını söyler.
Bu diyaloğun sonunu yaşlı Platon Ekhekrates’e anlatarak getirir. Sokrat son kez banyosunu yaparken onu bekleyen Kriton, Platon ve Apollodoros telaşlı ifadelerle onsuz ne yapacaklarını konuşuyor ve bir baba kaybettiklerini düşünüyorlardı.
Yaşlı Platon duygu dolu ifadelerle olayları anlatmaya devam ediyordu. Gözlerinde hüzün vardı, keder vardı. Bu yaşlı adam son kez yıkanmıştı. Sol yanında Kriton sağında ve arkasında kadınlar ve çocuklar vardı. Onlarla beraber kendisinin yüksekte kaldığı bir yere gittiler ve orada onlara son kez öğütler vermek istemişti.
Sokrates o gün kadınlara ve çocuklara bu andan sonra ne yapmalarını ve hayata nasıl bakmaları gerektiğini söylüyordu. Platon pencerenin önüne oturmuş batmakta olan güneşe bakıyordu. Tam karşında olan Apollodoros’a bakarak “Güneş batmak üzere” dedi. Apollodoros’da başını sallayarak onu onayladı. Ardından da karşısında Platon’un sağında duran Onbirlerin adamına baktı. Onbirlerin adamı da üzgündü başını önüne eğdi. Koridorun sonundan iki adamın ayakları göründü. Gelenler Sokrates ve Kriton’du.
Platon yerinden kalkıp onları karşılamak için yanlarına gitti. Platon’un arkasından da Apollodoros ve Onbirlerin adamı. Tekrar yerine oturdu Sokrates. Kriton da sağ yanına Platon en sağda ayakta, Onbirlerin adamı Sokrates’in solunda ayakta duruyordu.
Apollodoros’da Onbirlerin adamının yanında duruyordu. Orada mutlu olan hiç kimse yoktu. Onbirlerin adamı üzgün bir şekilde konuşarak bu görevi yerine getirmesi gerektiğini söylüyordu. Elinde olsaydı bunu yapmazdı ama mecbur bırakılmıştı. Sokrates’e onun ne kadar iyi bir insan olduğunu ve ölümüne kimlerin sebep olduğunu bildiğini söylüyordu. Sokrates, bunları dinlerken bile yüzünde mutsuzluğa dair hiçbir iz yoktu. Olayların böyle olmasını istemezdi tabii ama görüşü gereği kanunlara ne olursa olsun uyması gerektiğine inanıyordu.
Onbirlerin adamı yanlarından ayrılırken yanındaki Kriton’a dönerek onun ne kadar iyi bir adam olduğundan bahsediyordu. Sokrates her şeyin bir an önce yaşanıp bitmesini istiyordu. Zehrin hazırlanmasını istedi. Kriton daha zamanlarının olduğunu söylese de Sokrates ikna olmuyordu.
Cellat siyahlar içinde elinde baldıran zehri dolu bir kaseyle göründü. Sokrates hariç herkes o adama kin dolu gözlerle bakıyordu. Sokrates “Gel bakalım ahbap” diyerek onu yanına çağırdı. Bu işleri en iyi bilen kişi oydu sonuçta. Cellat zehri içtikten sonra yapması gerekenleri anlattıktan sonra Sokrates tası aldı.
Bundan biraz dökebileceğini sorduktan sonra Cellat zehri tam yeteceği kadar ezdiğini söyledi. Bunun üzerine Sokrates, su içer gibi bir yudumda tüm zehri içti.
Yaşlı Platon uzaklara dalarak anlatıyordu bu anları. Ağlamak istiyor ancak kendisine söz vermişçesine ağlamıyordu. Tutuyordu kendini.
Platon, Kriton ve Apollodoros önce Sokrates’e yaşlı gözlerle ardından da kin dolu gözlerle o siyahlar giymiş adama bakıyorlardı. Kriton gözyaşlarını tutamamış ağlayarak oradan uzaklaşmıştı. Platon ve Apollodoros’da ağlamaktan başka bir şey yapamıyordu.
Sokrates bu duruma daha fazla dayanamamış Platon ve Apollodoros’a dönüp böyle yapmamalarını toparlanmaları gerektiğini söyledi. Sokrates ayakta yürüyordu. Platon, Kriton ve Apollodoros ise onu üzgün bir şekilde izliyordu. Celladın da söylediği gibi yürümüş ve şimdi de bacaklarının ağrıdığını söyleyerek uzandı. Cellat yanına gelip Sokrates’in bacaklarına bastırıp acı duyup duymadığını sordu.
Sokrates “Hayır” cevabını verdikten sonra cellat soğumanın yüreğine yaklaştığında Sokrates’in öleceğini söyledi. Sokrates son anlarını yaşıyordu. Son sözleri yanına gelen Kriton’a söylediği. “Asklepios’a bir horoz borcumuz var. Dostlar ödemeyi unutmasın sakın” oldu. Birden bire kasıldı Sokrates ve son nefesini verdi. Kriton ağzını ve gözlerini kapattı. Yaşlı Platon üzgün bir şekilde olayı Ekhekrates’e anlatmıştı. Ekhekrates duydukları karşısında gözyaşlarını tutamamıştı. Platon “İşte Ekhekrates, dostumuzun, zamanımızda tanıdığımız insanların en iyisi, en bilgesi ve en doğrusunun ölümü böyle oldu.” dedi. Aradan yıllar geçmiş olmasına rağmen o anları tekrar yaşar gibi anlatmıştı. Yerlerinden kalkıp gözden kaybolana kadar yine yürümeye başladılar.
Sokrates’in yargılanmasının ardından idam kararı verilmişti. Son gününü yaşayan bu yaşlı adam, akşam vaktinde cellat tarafından verilecek olan baldıran zehrini içerek yaşamına son verecekti. Yanında kadim dostları ve öğrencileri bulunuyordu. Sokrates; onların mutsuz ve yaslı hallerine hiç aldırmıyor sakin görünüp onlarla telkin edici konuşmalar yaparak adeta son öğütlerini veriyordu.
İdam vakti yaklaştıkça çevresindeki insanların telaşının giderek artmasına ve ağlamamak için kendilerini zor tutmamalarına rağmen Sokrates gayet sakin ve güler yüzlü tavrını koruyabiliyordu. Filmde bu anlara dair bütün ayrıntıları, dostlarının ve öğrencilerinin yanı başında ölüşünü, belki de onun idamına karar veren insanlar onu anlayabilseydi Dünya nasıl bir yer olurdu diyerek izleyeceğiz.
Seçim Afişleri
2015 Seçim Afişi
Kendisinden bir mesele istizah etmek üzere gelen, fakat sualini sormakta tereddüd eden bir rahibe hitaben Emirü‘l-Müminîn Ali İbni Ebi Talib‘in söylediği şu sözlerden muktebes ve meşhur bir cümledir: ― سل عما بدالك، فانك على الخبير سقطت ―”ki hatırına her ne geliyorsa sor çünkü tam ehl-i habere düştük”, demektir.
İmam Gazalî, Hayyam’a Değer Verirdi
Bir gün Hayyam vezir Abdü’r-Rezzak‘ın nezdine gitti. O gün reisü‘l-kurrâ (Ebu‘l-Hasenü‘l-Gazali) dahi orada bulunuyor ve o esnada Ayat-i Kur‘aniyyeden bir ayetin tarz-ı kıraati hakkında aralarında bir münakaşa cereyan ediyordu. Vezir, Hayyam‘ın içeriye girdiğini görünce : ― [على الخبير سقطا ] dedi.*
Hayyam meseleyi tetkik edip kârilerin o husustaki ihtilafını beyan etti ve onlardan her birinin nokta-i nazarını ilelü esbabıyla izah eyledi ve şevazı ve esbabını anlattı.
Nihayet meseleyi bir şekl-i kat‘îde hall ü fasl etti. Bunun üzerine Gazalî dedi ki: Allah ulema içinde senin emsalini kesir [çok] eylesin.
Kurrâdan bunu hıfz etmiş bir kimsenin bulunabileceğini zannetmiyordum. Nerede kaldı ki hükemadan birinin… Riyaziyât ve makulat gibi aksam-ı felsefeye gelince, Hayyam tamamiyle bunların ehli idi.
Bir gün Hüccetü‘lİslâm Gazali müşarünileyhin nezdine gelerek şu suali ona irat etti: Ecza-yı kutbiye-i felekten öyle bir cüz‘ü tayin et ki o ecza-yı kutbiyenin gayrı olmakla beraber onlarla müteşabihül-ecza olsun. Bunun üzerine, Hayyam sözü uzattı ve birtakım sözlerle kelama iptida ederek münazaun fih olan meseleye girişmekten ihtiraz etti. Zaten bu Şeyh-i mutâ῾ın âdeti daima bu idi. Nihayet, öğle ezanı okundu. Gazali ezan sesini duyunca: ―”cael hakku vezehakal batılu” ―[ Hakk geldi ve batıl zail oldu ] dedi ve ayağa kalktı.
*Kendisinden bir mesele istizah etmek üzere gelen, fakat sualini sormakta tereddüd eden bir rahibe hitaben Emirü‘l-Müminîn Ali İbni Ebi Talib‘in söylediği şu sözlerden muktebes ve meşhur bir cümledir: ―
سل عما بدالك، فانك على الخبير سقطت ―”ki hatırına her ne geliyorsa sor çünkü tam ehl-i habere düştük”, demektir.
Ömer Hayyam’ın Ruh teslimindeki Hali
Rivayet ederler ki Ömer Hayyam bir gün bir altun hilal ile hem dişlerini karıştırmakta, hem İbni Sina‘nın Şifa namındaki eserinden ilâhiyat faslını mütalaa eylemekte idi. Bu mütalaa esnasında El-Vâhid ve’l-Kesîr faslına gelince, hilali kitabın iki yaprağı arasına koydu, ayağa kalktı, namaz kıldı, vasiyet etti, yemedi, içmedi. Son yatsı namazını da eda ettikten sonra, secdeye kapanarak:
―Ya Rab, ben seni tanımaklığım mümkün olduğu kadar tanıdım. Beni mağfiret et. Benim seni tanımaklığım mahza [sırf]sana tevessül etmek içindi.‖ dedi ve teslim-i ruh etti. (Allah onu rahmet eylesin.)
Rivayet ederler ki müşarünileyhin manzum sözlerinin sonuncusu bu idi: Ya Rab, kendi varlığıma doydum sıkıntıma ve fakr u zaruretime doydum-Sen mademki yoktan var edensin, kendi varlığın hürmetine beni yokluktan kurtar.
Bedri Rahmi Eyüboğlu, resim sanatının temel öğelerini bir şiirle anlatır ve noktayı, benek olarak bu dört öğe içinde sayar;
Dört küheylan çeker arabamızı
Biri çizgi, biri leke, biri renk
Biri de mini minnacık benek
Günümüzde insanlar, ebediliğe ilişkin soyut, övücü sözler söylediklerinde bile ondan çok korkuyorlar.
Bugünlerde, çeşitli yönetimler huzursuz düzen bozuculardan duydukları korkuyla yaşıyor; birçok insan da, aslında gerçek huzur olan tek bir düzen bozucudan, ebediyetten korkuyor. Bu nedenle an’ı ilan ediyorlar, cehenneme giden yolun iyi niyet taşlarıyla döşeli olması gibi ebediliği yok edecek en iyi şey de an’lardır. O zaman neden insanlar böyle korkunç bir acele gösteriyor?
Ebedilik yoksa, o an da istedikleri kadar uzayabilir. Ama ebediliğe ilişkin kaygı, an’ı bir soyutlamaya dönüştürür. Dahası, ebediliğin inkârı, dolaylı ya da dolaysız, kendini birçok biçimde ifade edebilir; alaycılık, sağduyu ile can sıkıcı bir zehirlenme, meşguliyet, zamansal olana duyulan heyecan, vb.
[Kierkegaard, S. (2012). Kaygı Kavramı (6. Baskı). Türker Armaner (Çev.). Ġstanbul: Türkiye Ġş Bankası Kültür. (s. 151-152).]
İslam’daki kader anlayışını Hz. Ali kerremallâhü aleyhi vechenin şu sözleriyle özetleyebiliriz: Ona göre kaza ve kader, “Allah’ın önceden takdiri olarak değil, ezelî ilmi ile bilmesi ve insanlara iyi olanı emretmesi, kötü olanı yasaklaması”dır. Ona göre kader; “İtaatı emretmek, isyanı yasaklamak; iyi fiili yapmak, kötü fiili yapmamak konusunda insanı serbest bırakmaktır.”
Ziya Paşa, Amasya’da hastalık acısıyla kıvranıp hiçbir yerden yardım alamazken; özellikle Babıâli onun bu durumuna kayıtsız kalmışken; Mur Ali Baba’dan yardım ricasında bulunur. Bu yardım mektubunda Ziya Paşa;
“Mur Ali Baba tarafından kurtarılmasını, aksi halde ne kütüb-i mukaddeseye, ne şuna, ne buna inancı kalmayacağını çok kesin bir dille bildiriyor.”
Mur Ali Baba, cevap mektubunda “Mesele inanmaktır. İnanmak her şeyi halleder” sözleri ve duası ile onu teskin eder.
Ziya Paşa’nın inanç anlamında ikinci buhranı da belli ki ünlü terkib-i bendini yazdığı Cenevre’de olmuştur. Tanrı’yı “Sen’sin” diyerek üst üste suçlayan Paşa,
“Zâlimleri adlin ne zamân hâk edecektir / Mazlûmlann çıkmadadır göklere âhı / Bî-gâneleıe münhasır envâ’-ı huzüzât / Milmet-zede-i aşkına mahsûs devâhî”
(Külliyât-ı Ziya Paşa 1924, s. 136- 137) beyitleriyle Tanrı’nın adaletinden ciddi şekilde şüpheye düştüğünü gösterir.
1. Kimdir bu aczi hâss kılan nev'-i âdeme?
Kimdir bu nev'i eşref eden cümle âleme?
2. Şeytân u nefsi kimdir eden âlet-i şürûr?
Kimdir koyan zebûn-ı hevâyı cehenneme?
3. Mansûr'u kim düşürdü Ene'l-Hakk diyârına?
Kim verdi hükm katli için şer'-i ekreme?
4. Kimdir şarâbı hurmet ile telh-kâm eden?
İ'mâl-i câm ü bâdeyi kim öğreten Cem'e?
5. Kimdir Yehûd'u münkir-i i'câz-ı Hakk eden?
Kimdir Mesîh'i nefh kılan zât-ı Meryem'e?
6. Kimdir veren cesâret-i şerr ü fezâhati?
Süfyân'a, Ca'de'ye, Şemr'e, İbn-i Mülcem'e?
7. Kimdir Nasîr-i Tûs'u Hülâgû'ya sevk eden?
Musta'sım'ı kim etti karîn İbn-i Alkem'e?
8. Kimdir veren alîle tedâvîye ihtiyâç?
Kimdir koyan meziyyet-i ıslâhı merheme?
9. Zenbûr kimden eyledi tahsîl-i hendese?
Bülbüllere kim eyledi ta'lîm-i zemzeme?
10. Kimdir bu kârgâha çeken perde-i hafâ?
Kimdir veren tasavvur-ı teftîş âdeme?
Subhâne men tahayyare fi sun'ihi'l-ukûl,
Subhâne men bikudretihi ya'cüzü'l-fuhûl.
Günümüz Türkçesi:
1. İnsan soyuna bu aciz yaratılışı veren kimdir? İnsanoğlunu bütün alemlerin en şereflisi olarak yaratan kimdir?
2. Şeytan'ı ve nefsi kötülüklere alet eden kimdir? Nefsine yenilenleri cehenneme koyan kimdir?
3. Mansur'u(Hallac-ı Mansur) “Enel-Hak” diyarına düşüren kimdir? Bu en büyük şeriata idam hükmünü, gücünü kim verdi?
4. Şarabı haram ederek hüzünlendiren kimdir? Cem'e şarap ve kadeh yapmayı öğreten kimdir?
5. Yahudiler'e Allah'ın kahredici gücünü inkar ettiren kimdir? Mesih'i(Hz. İsa) Hz. Meryem'e üfleyen kimdir?
6. Süfyan'a, Cade'ye, Şemr'e ve İbn-i Mülcem'e kötülük ve rezillik yapma cesaretini veren kimdir?
7. Nasreddin Tusi'yi Hulagü Han'a yollayan kimdir? Mustasım ile İbn-i Alkem'i kim yakınlaştırdı, kim tanıştırdı?
8. Hastalığın tedavisine muhtaç eden kimdir? İyileştirme özelliğini merheme koyan kimdir?
9. Arı, geometri eğitimini kimden aldı? Bülbüllere ses eğitimini veren kimdir?
10. Bu dünyaya gizlilik perdesi çeken kimdir? İnsanlara, araştırma ve düşünme kabiliyetini kim verdi?
Vasıta Beyti: Allah bütün kusurlardan uzaktır; akıllar bu yaptıklarına şaşkındır. Akıllar, Allah'ın kudreti karşısında aciz kalır.
* Hallac-ı Mansur: “Enel-Hakk” yani “Allah bendedir”, “Allah içimdedir” dediği için idam edilen şair, yazar, filozof.
* Cem: İran mitolojisine göre, şarabı ve şarap kadehini bulan ünlü hükümdar, Çemşid.
* Süfyân: Ebu-Süfyan adıyla bilinir. Emevi halifesi Muaviye'nin babası ve Yezid'in dedesidir. Hz. Muhammed'in peygamberliğine inanmamış ve müslümanlara eziyetler çektirmiştir.
* Ca'de: Hz. Hasan'ın eşi olur. Kocasını çeşitli vaatlerle kandırıp zehirlemiştir.
* Şemr: Hz. Hüseyin'in katillerinden biridir. Onun kesik başını Yezid'e götürmüştür.
* İbn-i Mülcem: Hz. Ali'nin katilidir.
* İbn-i Alkem: Son Abbasi veziridir. Bazı iddialara göre, Hülagü Han'ı Bağdat'a gelmeye teşvik eden odur. Şehrin Hülagü tarafından fethedilmesinden sonra idareye memur edilmiş ama birkaç ay içinde ölmüştür.
* Nasreddin Tûsî: Tus şehrinde doğmuş, astronom, yazar ve siyaset adamıdır. Hülagü Han'ın Bağdat'ı fethi sırasında onun müşavirliğini yapmıştır.
* Hülagü Han: Meşhur Moğol imparatoru ve Cengiz Han'ın torunudur. İran'da hüküm sürmüş ve İlhanlılar Devleti'ni kurmuştur.
* Musta'sım: Son Abbasi halifesi. Hülagü, Bağdat'ı istemiş ama o teslim etmemiştir. Hülagü de Bağdat'ı alınca onu ve tüm ailesini katletmiştir.
1. Ey kudretine olmayan âğâz u tenâhî!
Mümkün değil evsâfını idrâk kemâhî!
2. Her nesne kılar varlığına hüsn-i şehâdet,
Her zerre eder vahdetine arz-ı güvâhî.
3. Hükmün kılar izhâr bu âsâr ile mihri,
Emrin eder ibrâz bu envâr ile mâhı.
4. Dil-sîr-i bisât-ı ni’amın mürg-i hevâyı,
Sîr-âb-ı zülâl-i keremindir suda mâhî.
5. Eyler keremin âteşi gül-zâr Halîl’e,
Mağlûb olur peşşeye Nemrûd-ı mübâhi.
6. Zâlimleri adlin ne zaman hâk edecektir?
Mazlûmların çıkmadadır göklere âhı!
7. Bîgânelere münhasır envâ’-yı huzûzât!
Mihnet-zede-i aşkına mahsûs devâhî!
8. Sensin eden idlâl nice ehl-i tarîki,
Sensin eden ihdâ nice güm-geşte-i râhı.
9. Hükmün ki ola mûcib-i hayr ü şerr-i ef ‘âl,
Yârâb! Ne içindir bu evâmir, bu nevâhî?
10. Sendendir İlâhi yine bu mekr ü bu fitne!
Bu mekr ü bu fitne yine sendendir İlâhi!
Güftî bikün ü bâz zenî seng-i melâlet;
Dest-i men ü dâmân-ı tü der rûz-ı kıyâmet.
Günümüz Türkçesi:
1. Ey kudretinin başlangıcı ve bitişi olmayan (Allah’ım). Sıfatlarını olduğu gibi idrak edebilmek mümkün değildir.
2. Her nesne varlığına tanıklık eder; her zerre senin tekliğine şahitlik eder.
3. Hükmün, bu eserlerin ile güneşi ortaya çıkarır. Emrin, bu ışıklar içinde ayı ortaya çıkarır.
4. Arzu kuşu, nimetler döşeğinde gönlü tok olmuştur . Sudaki balık, cömertliğinin tatlı suyuna doymuştur.
5. Cömertliğin, Halil(Hz. İbrahim) için ateşi gül bahçesi yapmıştır. Çok övünen o Nemrut sineğe mağlup olur.
6. Adaletin ne zaman zalimleri yerle bir edecektir? Mazlumların ahı göklere çıkmaktadır.
7. Çeşitli hazlar ve zevkler yabancılara sınırlanmıştır. Türlü cefalar, senin aşkının eziyetlerine uğrayanlara mahsustur.
8. Sensin nice doğru yolda olanları yoldan çıkaran. Sensin nice yolunu kaybetmişlere doğru yolu gösteren.
9. Sen işlerin, amellerin hayır ve şerre sebep olacağını emretmişsin. Yarabbi, öyleyse nedendir bu emirler ve yasaklar?
10. Allah’ım, sendendir yine bu fitne ve hileler. Bu hileler ve fitneler yine sendendir Allah’ım.
Vasıta Beyti: Hem yap dersin hem günahkar sayarsın. Kıyamet gününde ellerim duada, senin adaletine sığınırım.
Rüyaların genel karakteristik özelliklerini “Düşlerin Yorumu”ndan yola çıkarak şöyle belirleyebiliriz:
1- Rüyalarda muhakkak mantık dışı ögeler bulunur. Freud’a göre:
“Kesinlikle mantıklı olan ve biraz tutarsızlık, zaman karışıklığı ya da saçmalık içermeyen hiçbir düş yoktur.” (s. 107).
2- Rüyalar genellikle nedensellikten uzaktır. Heinrich Spitta, “(…) düşlerde ortaya çıkan düşüncelerin, tümüyle nedensellik yasasından yoksun olduğunu bildirir. Radestock ve öteki yazarlar, düşlerin yargılama ve sonuç çıkarmadaki zayıflık özelliği üzerinde ısrarla dururlar.” (Freud 2012, s. 109).
3- Düşlerde ahlak duygusu, süperegonun etkisinin kalkmasıyla zayıflar. Peter Jessen’e göre; “Uykuda ne daha iyi, ne daha dürüstüz. Tersine vicdan, düşlerde sessiz gibidir; çünkü düş içinde acımasızızdır ve en kötü suçları –hırsızlık, saldırı ve cinayet- tam bir kayıtsızlık ve sonrasında hiçbir pişmanlık duymaksızın işleyebiliriz.”
Paul Radestock da düşlerin ahlaki bir yapıdan yoksun oluşu ile ilgili şu tespitte bulunur: “Düşlerde çağrışımların ortaya çıkışında ve düşüncelerin birbirine bağlanışında hiçbir düşünme, sağduyu, estetik tat ya da ahlâksal yargılamanın bulunmadığı akılda tutulmalıdır. Yargılama son derece zayıftır ve ahlâksal kayıtsızlık her şeyin üzerinde egemenlik sürer.” (Freud 2012, s. 117).
4- Freud; “Bir düş bir isteğin doyurulmasıdır” (s. 174) diyerek rüyaların en temel özelliğini verir. Ona göre düşlerin “tümü de tam anlamıyla bencilcedirler; sevgili ego kılık değiştirmiş de olsa tümünde ortaya çıkar. Düşlerde doyurulan istekler, değişmez biçimde egonun istekleridir” (s. 316) Bu nedenle Freud’a göre; her “düş, anlamlıdır ve psikolojinin bir nesnesidir.” (s. 37).
5- Rüyalarda, birincil süreç hâkimdir. Dolayısıyla düşlerin kaynakları bilinçdışı alandan sağlanır. Freud bu konuda şunları söyler: “Ama düş isteğini göz önüne aldığımızda düşleri üretmenin itici gücünün Bd. Tarafından sağlandığını görecek ve bu ikinci etmen yüzünden bilinçdışı sistemini düş oluşumu için başlangıç noktası olarak alacağız.” (s. 264).
6- Düşler, geçmişten beslenir. Düşlerin oluşmasını sağlayan malzemeler konusunda Freud şu tespitte bulunur: “Düşlerin içeriğine katılan öğelerin kökeni konusunda kendi deneyimimi inceleyecek olursam, her düşte bir önceki günün yaşantılarıyla bir değinme noktası bulmanın olası olduğu iddiasıyla başlamam gerekir. Bu görüş ister benim ister başkasının olsun incelediğim her düş tarafından desteklenmiştir.” (s. 214).
7- Düşler yoğunlaşmış özellikleriyle çok kısadır. “Düş içeriğini düş düşünceleriyle karşılaştıran birinin açık olarak göreceği ilk şey büyük ölçüde bir yoğunlaştırma işleminin gerçekleştirilmiş olduğu olacaktır. Düşler, düş düşüncelerinin kapsamı ve zenginliğine kıyasla kısa, verimsiz ve özetlenmiş şeylerdir. Eğer bir düş yazılacak olsa belki de yarım sayfaya sığabilir. Düşün altındaki düş düşüncelerini ortaya koyan çözümleme ise altı, sekiz hattâ oniki kat fazla yer tutabilir.” ( s. 13).
8- Ayrıca Freud’a göre (2010); düşlerde “yerdeğiştirme” (s. 39-43), “temsil araçları” (s. 44-69), karşıtlık (s. 52), “tersine çevirme ve sansür” (s. 59-60) gibi özellikler görülür.
9- Düşlerde duygular çok az değişikliğe uğrar. Freud düşlerdeki duygu konusunda şunları söyler: “Düş düşüncelerine bağlı herhangi bir duygu, düşünsel içerikten daha az değişime uğrar. Bu duygular çoğunlukla baskılanmıştır; saklanırken kendilerine uyan asıl düşüncelerden ayrılırlar ve benzer özellikteki duygular bir araya getirilir.” (s. 232).
10- Düşlerin çoğunluğunun cinsel ögeler taşıdığını söyleyen Freud’a göre; “İnsan, düşlerin çözümüyle ne denli fazla uğraşırsa erişkinlerin düşlerinin çoğunluğunun cinsel malzemeyle uğraştığını ve erotik isteklere anlatım kazandırdığını kabul etmeye o denli fazla yöneltilir.” (s. 126).
Metaforik kaplar bir anlamda düşünen objelerdir. Anlam kelimelerden kurtularak üç boyutlu bir şekle bürünmüştür. Nesne düşünmeye başlamıştır. Nesne olarak kap, başlı başına metaforiktir. Onun aracılığı ile anlatılan “ne” ise kap onun metaforudur. Yaratma dinamikleri ile birlikte; bilgi, akıl, sezgi, bilinç ve bilinç dışı düzeyde “Ben’i” oluşturan her şey, anlamı biçime dönüştürürken, dile habersizce giren metafor sanatta bilinçli bir seçimdir ve biçime dönüşen anlamı zenginleştirir, nesnelere disiplinlerarası bir özgürlük tanır.
Bu noktada kült kapları ilk metaforik kaplardır. Metaforik kap, onu yaratanın boşluktaki izidir. Ancak Kullanım amacıyla yapılmayan her kap metaforik değildir. Kap taşıdığı düşünceyi ona bakana aktarabilmeli, varlığını öncelikle taşıdığı düşünceyle ortaya koyabilmelidir. Kap bu noktada aracıdır ve varlığıyla en baştan metaforiktir. Sözü ve düşünceyi, boşluğu da içine alarak aktarmaktadır. Gözle görülmeyen bir şeyi görünür kılmak için seçilmiş, ilkel zamandan beri başvurulan boşluğun izleridir.
Geçmişte Tanrı bilincine sahip olduktan sonra panteist bir tavırla doğayı Tanrısı ile içkinleştiren ilkel insan, bilinç dışını kült kaplar aracılığı ile görünür kılarken; metaforik kap yapan sanatçı da bilinç dışı varlık sorunsallarını kap aracılığı ile aktarmıştır.
“Bu akşam rüyamda Leylâ’yı gördüm
Derdini ağlarken yanan bir muma;
İpek saçlarını elimle ördüm,
Ve bir kemend gibi taktım boynuma
Bu akşam rüyamda Leylâ’yı gördüm.
Leylâ… Elâ gözlü bir çöl ahusu
Saçları bahtından daha siyahtır.
Kurmuş diye sevda yolunda pusu
Döktüğü gözyaşı, çektiği ahtır.
Leylâ… Elâ gözlü bir çöl ahusu
Bir damla inciydi kirpiklerinde,
Aşkın ıstırapla dolu rüyası
Bir başka güzellik var kederinde
Bir başka âlem ki ruhunun yası
Sessiz incileşir kirpiklerinde”
Ahmet Hamdi Tanpınar
“Bir kentteyim susuzum
Ellerin bana/ Leylâ
Dar kuyuda Yusuf’um
Gözlerin bana/ Leylâ
Ben göklere mecnûnum
Yolların bana/ Leylâ
Hep kapalı kapılar
Gül yüzün bana/ Leylâ
Ah demek mümkün değil
Dillerin bana/ Leylâ
Sabır sevda Ya Rabbî
Bu kalem bana/ Leylâ”
Hasan Akay
Ali olmasaydı Ömer helâk olurdu
Hz. Ömer’in (radiyallâhü anh) halifeliği zamanında huzuruna hamile bir kadın getirildi. Hz. Ömer (radiyallâhü anh) kadına nasıl hamile kaldığını sorunca kadın günahını (zinâ yaptığını) itiraf etti. Hz. Ömer de recm edilmesini emretti. O sırada Hz. Ali kerremallâhü aleyhi vecheh çıkageldi ve
— “Bu kadının nesi var?” diye sordu. Oradakiler:
—“Hz. Ömer recmedilmesini emretti” dediler.
Hz. Ali (kerremallâhü aleyhi vecheh) karşı çıktı ve Hz. Ömer’e;
—“Recm edilmesini mi emrettin?” diye sordu. Hz. Ömer;
— “Evet. Huzurumda günahım itiraf etti.” dedi. Hz. Ali;
— “Pekâla. O kadın hakkındaki hükmün bu. Ya karnındaki için hükmün nedir?”
— “Onun hamile olduğunu bilmiyordum.”
—“Bilmiyorsan hayız görmesini bekleseydin.”
Hz. Ali sonra şöyle devam etti.
— “Sanıyorum sen onu azarlamış veya korkutmuşsundur da.”
Ömer (radiyallâhü anh): “Doğrusu öyle oldu.”
Ali (kerremallâhü aleyhi vecheh) : “Rasülüllâh salla'llâhü aleyhi ve sellem; ‘Ezâ, cefâ gördükten sonra suçunu itiraf edene had uygulanmaz. Zira bağladığın, hapsettiğin yada tehdid ettiğin kişinin ikrân ikrar sayılmaz..’ buyurduğunu işitmedin mi?” dedi.
Bunun üzerine Hz. Ömer (radiyallâhü anh) kadını salıverdi ve şöyle dedi.
— “Kadınlar Hz. Ali (kerremallâhü aleyhi vecheh) gibisini doğurmamıştır. Ali olmasaydı Ömer helâk olurdu.”
Şarabın Kadehe Dökülürken Çıkardığı Ses
Şair nedim, meclisin şarabını ve şarabın kadehe dökülürken çıkardığı ‘kul kul’ sesini meclisin hanendesine tercih etmektedir: dinle sahbâ kul-kulün sâgar tanînin gör nedîm gûş kılma meclisin hânende vü sâzendesin ‘bana şarabın kul kul sesini, kadehin iniltisini getirin, (aksi halde) ben meclisin saz çalanlarını ve şarkı okuyanlarını dinlemem.’
(ar.) Türk musikisinde mürekkep bir makamdır. Saba-zemzeme makamını kullanılışıdır. Yumuşak karar dediği la perdesidir. Yumuşaklık, kolaylıkla çıkartılabilen bir ses oluşundan dolayıdır. Zemzeme makamının nağmeleri, kolay çıkartılabilen seslerdir: bi't-tab’i zemzeme-i kürdîden hazz ider nerm karârın işiden ‘elbette, yumuşak kararını işiten zemzeme-i kürdiden hoşlanır.’ şair, zemzeme makamının nağmelerinin, gönül kamışından yapılan neyin seslerine aşina kılınması için dua etmektedir: yâ rab nevâsın eyle ney-i kilk-i hâtırun râh-ı usûl-i zemzeme-i perde âşinâ ‘yarabbi, gönül kamışından (yapılan) neyin sesini, zemzeme makamının nağmelerine âşinâ eyle.’ zemzeme makamı, ney ile icra edilince, dinleyeni hüzünlendiren ve gözyaşı döktüren bir makam olup terennümü ile dökülen gözyaşı altınoluktan dökülen rahmet yağmurları gibidir: revha olup bi-aynihî ka'beye nâvdân-ı zer zemzem-i feyz-i giryedir zemzeme-i nevâ-yı ney ‘altınoluğun tıpkı Kâbe’ye rahmet olması gibi, neyin zemzeme terennümü, gözyaşının bereketli zemzemidir.’
Şeştar ile çalınan eserlerin nağmesi gönlü etkileyicidir. Ona gönül bağlayanlar, ondan nasiplenmektedir: hele bir kerre dinle nağmesin şeş-târ-ı şarkı[nı]n muhayyerdir ana dil-bestekârân hissedâr olsun ‘bir kere şarkıdaki şeştârın nağmesini dinle, ona gönül bağlayanlar beğenilmiştir, ondan nasiplensinler.’
Tanımlanamayan varlıklar, kimilerince cin olarak adlandırılan varlıklardır. Cinler, masallara ve bazı inançlara göre, görünmeyen, türlü biçimlere girebilen, iyilik veya kötülük yapabilen yaratık olarak tarif edilmektedir. Deyim içinde ele alındığında cin çarpmak: bir inanışa göre, cinlerin ökesiyle inme inmek manasında kullanılır. Birini cin tutmak: bir inanışa göre cinlerin etkisiyle delirmek, olarak açıklanmaktadır. Büyük Larousse’de cin, İslam inanışına göre, bir dumandan ya da ateşten oluşan, duyularla algılanamayan ve zekâsı olan cisimsel bir varlıktır. Cin çarpmak ise inanışa göre cinlerin kötülüğüne uğrayarak ağzı burnu eğilmek, aklını yitirmek, diye tarif edilmektedir. Benzer bir kelime ise peridir. Peri; cin taifesinden hayali bir güzelliğe sahip zararsız ve daima dişi olarak tasvir edilen, cisimleri ‘latif olan ve görünmeyen bir varlıktır. Cin, göze görünmeyen akıllı ve mükellef varlıkları temsil etmektedir. Cinler hakkında İslam âlimleri iki görüş belirtmişlerdir. Bunlardan biri, cinlerin mutlak manada gizli, görünmeyen yaratıklar olduğu görüşüdür. Bir diğeri ise, cin görünmeyen varlıkların bir kısmının ismidir. Görünmeyen varlıkların, iyi olanlarına melekler, kötü olanlarına şeytanlar, her iki özelliği gösterenlere ise cinler denmektedir. Deyim içinde cin çarpmak, gözle görülmeyen varlıkların kötülüğüne uğramış olanlar için söylenen bir tabirdir. Anadolu’da yaygın bir inanışa göre cinler gözle görünmeyen, insan biçiminde küçük yaratıklardır. Genellikle ağaç kavuklarında, terk edilmiş değirmenlerde, karanlık çöktükten sonra hamamlarda veıssız evlerde yaşamaktadırlar. Gündüzleri ortaya çıkmazlar, güneş batımından sonraıssız yerlerde dolaşırlar, eğlenceler düzenlerler. Yaşama biçimleri insanlara benzer. Doğar, büyür, evlenir ve çocukları olur, sonra da ölürler. İnsanlara bazen iriyarı bir arap, bazen kara köpek, keçi, tavuk gibi hayvan kılığında görünürler. Bazı insanları etki altına alarak, istekleri doğrultusunda kötü işler yaptırdıklarına inanılır. İstedikleri kiş iyi tanıdıklarının sesiyle çağırarak evden çıkarır, karanlıkta uzaklara götürüp bırakır ya da çeşitli hayvan biçimlerine sokarlar. Kendilerine iyilik eden insanları ödüllendirir, saygısızlıkta bulunanlarıysa cezalandırırlar. Buna halk arasında cin tutması ya da cin çarpması denmektedir. Kuran’a göre, akıllı varlıklardan insanlar topraktan ya da çamurdan, melekler nurdan, cinler ise ateşten veya çok sıcak ateşten yaratılmışlardır. Cinlerin, insanlar gibi akılları, sorumlulukları ve yükümlülükleri vardır. ‘cinler’ başlıklı yazıda Prof. Dr. Kerem doksat: "pozitif bilimle uğraşan bir bilim adamı olarak cinlerle ilgili spekülasyonların içine girmem. Ben hastanın beyninde ne oluyor, bunların psikolojik mekanizmaları neler, bu hastalara nasıl yardımcı olurum bununla uğraşırım... Bize gelen insanların büyük çoğunluğu akıl hastası. Ancak az sayıda vakada böyle bir hezeyan ve yanlış inanç yokken benzeri şeylerin olduğunu görüyoruz. O zaman içim cız ediyor! Çünkü rahmetli babam recep doksat'ın da olmasını çok istediği, bilimsel bir epistemoloji ile çalışan bir parapsikoloji enstitüsü ya da kürsüsünün hala olmamasına içim sızlıyor. Çünkü bu tip konularla parapsikoloji uğraşır," demektedir. Bir bilim insanı olan doksat, parapsikoloji ile ilgili eksikliği görmektedir. Cinler konusunda yüksek lisans yapan ve master tezi hazırlayan dr. Ali ataç cinlerin, nasıl adlandırırsak adlandıralım, ateşten yaratıldığını ve şekillerinin saydam olduğunu, insan gibi akıl ve irade sahibi olduklarını ve yeryüzünde yaşadıklarını belirtmektedir. Kur'an-ı Kerim’deki cin suresi ve 35'i aşkın ayete göre cinler insana itaat etmek zorundadır ona göre. Bu yüzden kompleksli yaratıklardır. Ona göre cinler ışık hızıyla hareket edebiliyor, gökyüzüne bile çıkabiliyor. En üstün cin olan şeytan, Allah’a başkaldırdığı için cezalandırıldığını söylüyor. Cinlerin insandan önce yaratıldığını ve Hz. Muhammed döneminde ya şayan cinlerin bugün hala hayatta olduğunu ifade ediyor. Cinlerin ömürlerinin 1000-1500 yıl arasında değiştiğini, insanlarla aralarındaki tek farkın, onlar bizi görüp, incelemekte, oysa biz onları görememekteyiz. Aristo'nun, Kristof Kolomb'un ya da nazım hikmet'in ruhuyla konuştuğunu öne sürenler, hummalı ruh çağırma seansları düzenleyenler Ataç’a göre kendilerini aldatıyor. Çünkü cinler oyun oynuyor ve bir kişinin ruhu adı altında seanslara bambaşka bir boyutta yaşayan cinler katılıyor. Dr. Ataç’ın araştırmalarına göre cinler toplu halde, insanların yaşamadıkları tenha yerlerde, dere kenarlarında, mezarlıklarda ve çöplüklerde yaşıyorlar, insanların yemek artıklarıyla besleniyorlar. Ataç, cinlerin insandan güçlü, üstün özelliklere sahip, korkulması gereken bir varlık olarak görülmemesi gerektiğini söylüyor. Çünkü bu âlemde en üstün varlık insandır, diyor. Yine Ataç’a göre cinlerin ilim üretme, medeniyet kurma gibi yetenekleri yoktur. Kapasiteleri, zekâları ve bilgi seviyeleri 12 yaşındaki bir çocuğunki kadardır. Dr. Ali ataç, "cinlerle iletişim karmak için medyumlara ihtiyaç yok" diyor ve dileyen herkesin cinlerle kolayca temasa geçebileceğini iddia ediyor. Ancak cinlerin geçmişten gelen yaratıklar olarak bugün de yaşadığını, dolayısıyla gelecekten haber veremeyeceğini ifade etmektedir. Ataç, "Medyum Memiş hem 'gaybden bilgi veremem' diyor, hem de 'bu sene Fenerbahçe şampiyon olacak' diyor. Bu ancak onun yorumudur. Cinlerine dayanarak gelecekle ilgili hiçbir kehanette bulunamaz, hiçbir haber veremez" diyor. Yine ataç, "bazı insanların ruhları cinlerle temasa müsaittir, çabuk trans haline geçebilir, çabuk bizim buudlarımızın dışına çıkabilir ve onların âlemi, onların buudları, onların dilleri ve haberleşmeleriyle mayalanabilirler. Bu bir fıtrat meselesidir ve bundan bir insani üstünlük manası çıkarılmamalıdır," demektedir. İnsanın her arzu ettiği yerde cinlere iş yaptıramayacağını ama kolayca onlarla bağlantıya geçebileceğini ifade etmektedir ataç. Kişinin birtakım kelimeleri ve isimleri, sırlı kilitleri açar gibi kullanarak cinlerle temasa geçebileceğini ama cinlerden kolay kolay istifade edemeyeceğini dile getirmektedir. İnsanlar, birtakım kelimeleri birer kod, birer telefon numarası gibi kullanarak ve belirli sayıda tekrarlayarak cinlerle irtibat kurmakta, fakat genelde zararlı çıkan da insanoğlu olmaktadır. Çünkü bu irtibatların bilen kişilerle yapılması gerekir. Her iki varlık da farklı boyutlarda yaşadığı için irtibat kurmaya karar verildiğinde enerji onları karşılamaya yetmeyebilir ya da onları negatif etkileyebilir. Dolayısıyla ipler cinlerin eline geçer ve psikiyatrların possesyon dediği durum ortaya çıkar. Sonuçta bedensiz bir varlık insanı yönetmeye başlar. Birtakım yolları ve usulleri olmakla beraber cinlerle irtibat kurmak bir rehber eşliğinde yapılmalı ve rehber işinin ehli olmalıdır. Belli bir usul, prensip ve rehber olmazsa hata yapıp paçayı kaptırmak, meczup yaftasını sırtta görmekle sonuçlanabilir ona göre.6? Doktorasını "cinler ve büyü" üzerine yapan Doç. Dr. Ali Osman ateş ‘cin dosyası’ başlıklı yazıda ifade edilene göre; cinleri görmek, onlarla evlenmek ve cinlerin yiyecekleri konusundaki kaynakların çürük olduğudur. Yine bu konuda geniş bir araştırma yapan Marmara üniversitesi öğretim üyesi doç. Dr. İlyas çelebi de, kaynaklardaki iki görüşten birinin sessiz olarak kabul edildiğini ve diğer görüşün hiç kaale alınmadığını belirtiyor. İnsanların cinlerden faydalanmasının kesinlikle mümkün olamayacağını savunan bu iki bilim adamı, cinlerle uğraşanların yüzde doksanının şarlatan olduğunu ve bu kişilerden yardım talep etmenin doğru olmadığını ileri sürüyorlar. "ruh dosyası' adlı bir kitabı bulunan araştırmacı- yazar ahmet ersöz ise cinlerle ilgilenmenin yasak olduğunu, onlar vasıtasıyla yardım istemenin doğru olmadığını vurgularken, insanların cinlerle irtibat kurmalarının mümkün olabileceğini ifade ediyor. Ahmet ersöz, "gönül gözü açık olan herkesin cinlerle irtibat kurmalarının mümkün olduğunu" kaydederek bu konudaki yaşanmış olayları örnek gösteriyor. Psikolog dr. Kerem doksat, beyinsel bir rahatsızlığı olmayan bazı insanların yaşadıkları olaylarla karşılaştıklarını ve bunu bilim adına reddetmenin bağnazlık olacağını vurguluyor: "bu tip konularla parapsikoloji uğraşır. Çünkü parapsikoloji, klasik psikolojinin uğraşmaktan kaçındığı noktaları bilimsel metotlarla inceler. Ruhbilim deyimi yanlış kullanılıyor aslında, çünkü ruh çok geniş bir kavram. Hâlbuki bizim ilgilendiğimiz saha yalnızca beyinle ilgili. Bu nüansı yalnız araplar ayırmış lar. 'İlm-i nefs' diyorlar." doksat, bu konuların açıklığa kavuşabilmesi için ülkede parapsikoloji kürsülerinin kurulması gerektiğini söylemektedir. Cinlerin en çok hamam, otluk ve çöplük gibi pis yerlerde bulunduğu kaydedilmiştir. Cinler cismen latif varlıklar olsalar da insan, hayvan, yılan, akrep, deve ve sığır kılığına bürünüp çeşitli şekiller alabildiği hatta katır ve merkep şekline girdikleri, kuş kılığına bürünüp havada uçtukları belirtilmektedir. Maric ve nar'dan yaratılan cinler, insana benzer şekilde görünür hale de gelirler. Yani cinlerin, rüyalarda insanların mana âlemine girdikleri gibi, rüya dışında da görünür hale gelerek, insanların yaşadığı âlemi onlarla paylaşabildiği ifade edilmektedir. Fakat bu, cinlerin asıl hüviyetleri değildir, göründükleri insanların ruh aynalarına aksediş şeklidir. Yani insan olan alıcının kabiliyetine göre bir aksediştir.
1. Sosyal maji (evlilik, komşuluk, aşk gibi her türlü sosyal alanda kısmet açma-kapama, kötülüklerden korunma amaçlı sihirler) 2. Tıbbî maji (her türlü hastalık teşhisi ve tedavisine yönelik sihirler) 3. Büyü bağlama ve açma ameliyeleri… 4. Ceza majisi (hastalatma, hastalık gönderme, düşmanın helakine yönelik sihirler) 5. Kriminal maji (hırsız, kayıp insan ve malın bulunmasına yönelik sihirler) 6. Adlî maji (hâkim ve savcıyı etkileme, mahkemeyi kazanma, mahpusu hapisten kurtarmaya yönelik sihirler) 7. Hıfz majisi (her türlü kaza, bela, musibet ve kötülükten korunma amaçlı sihirler) 8. Arkeomaji (define arama ve bulmaya yönelik sihirler) 9. Veteriner majisi (hayvanların ürünlerinin bol olması, hastalıklarının tedavisi vb. ) 10. Parasal maji (mal ve kazançta bereketin arttırılması, cinlerden para çekme, müşteri çekme vb.) 11. Demonolojik maji (cin davet ve teshirine yönelik sihirler) 12. Haber alma majisi (cinler, rüya, istihare ve çeşitli fal teknikleri ile bilgi edinmeye yönelik sihirler) 13. Zirâî maji (meyve ağaçları, tahıl ve sebzelerin bol ürün vermesi, zirâî hastalıkların tedavisine yönelik sihirler) 14. Haşerelerle mücadele (akrep, yılan, pire vb.) 15. Medyumsal maji (kişiyi hipnotize ederek konuşturma ve sorgulamaya yönelik sihirler)
Hz. Süleyman’ın meşhur yüzüğünün üstünde ism-i azamın yazılı olduğu rivayet edilir. Hz. Süleyman bu yüzük sayesinde başta insanlar ve cinler olmak üzere bütün hayvanlara, kuşlara ve rüzgâra hâkimdir. Taşı kibrit-i ahmerden olan bu yüzüğün üzerinde üç satır vardır: 1. Bismillâhir’-rahmânir’-rahîm 2. Lâ ilâhe illâllâh 3. Muhammedü’r-rasûlü’l-lâh
1960’lı yıllardan itibaren zile lisesi radyosunda deyişleri yayınlanan âşık, zaman zaman Ankara ve İstanbul radyoları’na gelerek, mahalli sanatçı olarak türküler söylemiş ve bantlar doldurmuştur. Ayrıca; adana, Çukurova, Diyarbakır, Antalya gibi radyolarda türküler söyleyip tüm yurda sesini duyurmuştur. Âşık’ın sanatını çok beğenen eski dış işleri bakanı ismail cem, ankara’da radyo müdürlüğü yaptığı yıllarda, kendisi tarafından âşık’a radyo sanatçılığı teklif edilmiştir. Âşık çok hevesli olmasına rağmen, bazı büyüklerinin “yapma, gitme, girme” gibi cahilce sözleri kafasını karıştırmış ve bu teklifi biraz da istemeyerek geri çevirmiştir. Âşık, eğer bu teklifi geri çevirmeseydi belki de hak ettiği yeri bulacak, karısı ve çocukları daha iyi imkânlarda yaşayabilecekti. Sadık doğanay’ın sanat yaşamı boyunca, çok yerde ses kayıtları alınmıştır. Trt’ye verdiği kayıtların yanı sıra Ankara’daki Dr. Recai özdil tarafından da çok türküsü kayıtlara ve notaya alınmıştır. Bununla birlikte cem muhabbetlerinde yöredeki insanlarca eski tip teyplerle yapılan kayıtları mevcuttur; fakat bu kayıtların çoğu bulunamamaktadır. Sadık dede, sevdiği insanlara kaset doldurduktan sonra onlara hiç kimseye bu kayıtları vermeyeceklerine dair söz verdiriyormuş. Bunun nedeni ise yakınlarına göre, Aşık’ın zamanında bazı kişilerce türkülerinin kendisinden habersiz alınıp, o kişilerce sahiplenilmesinden kaynaklanıyormuş. Karısı çocukları ve akrabalarının iddialarına göre ali ekber çiçek’de aşık’ın izni olunmadan bazı eserlerini almıştır. Bu durumu zile posatası gazetesi sahibi, Hüseyin Hoşcan 12 haziran 1981 tarihli Zile Postası Gazetesi’ndeki yazısında şu şekilde dile getirmiştir. ‘‘… ve bütün bunların dışında trt yayınlarında her gün bir başka türküsünü dinlediğimiz ‘‘zileli sadık’’mahlaslı, türkülere de sahip olmazsak sonuç aynı olur. Nitekim bir ara Ali Ekber Çiçek ve arif meşhur bu aşığın türkülerini kendi derlemeleri olarak empoze etmeye başlamışlardı. Bereket versin âşığın hamisi, diye bildiğimiz ankara’da oturan müzisyen Doktor Recai Özdil trt’ye ağırlığını koymuş ve türkülerin gerçek bestekârı ortaya çıkmış. Bu yüzden kendilerine minnettarız. Bu gün Zileli Sadık Doğanay’ın elli kadar türküsü Dr. Recai Özdil tarafından notaya alınmış olup kendilerince muhafaza edilmektedir …’’ âşık sadık doğanay’a bir muhabbette “neden türkülerini başkalarına veriyorsun ?” Denildiğinde âşık, gayet mütevazı bir dille ‘‘ben bal yaptım, onlar da yesinler.’’ dermiş. Âşık sadece tek şart olarak söylenen türkülerde kendi mahlasının söylenmesini istemiştir. Oğlu yadigâr Doğanay’ın anlattıklarına göre türkülerinde mahlasının söylenmesi karşılığında sadece bir kez ücret alsa da bu ücretin tamamını alamamış, daha sonra paranın kalan kısmı verilecektir diye o insanlarca kandırılmıştır. Sadık doğanay, para değil; aksine onun türkülerini söyleyen kişilerce kendi mahlasının söylenmesini ve türküden isminin silinmemesini istiyormuş. Âşık’ın bu tür durumlardaki gösterdiği tepkilere baktığımızda mütevazı olduğu ve her ne kadar geçim kaynağı bu iş olsa da eserlerini kendi canından bir parça gibi görüp, para ile değer biçilemeyeceğini belirtmiştir. Birçok âşık tarafından sazı, sözü ve samimiyeti ile çok sevilen Sadık Doğanay’ı, bakın ünlü halk âşığı Abdullah Papur, onun ölümünün ardından duyduğu üzüntüyle, âşık’ı nasıl anlatıyor:
Dudak değmez adı verilen tür en zor olanlarından birisidir. Âşıklar dudaklarının arasına aldıkları bir toplu iğne ile şiir söylemeye başlarlar. Ancak söyledikleri şiir içerisinde dudakların birbirine değerek çıkartılması zorunlu olan,” b, p, m, f, v” gibi harfler kullanılmamalıdır. Kullanıldığı takdirde âşık’ın dudağına iğne batar ve yarışmayı kaybeder
Maddi ve manevi sıkıntı sonunda çoğunlukla kutsal sayılan bir yerde uyku ile uyanıklık arasında görülen rüyada pir elinden içilen bade veya yenilen bir gıda maddesi ile şiir söyleme kabiliyeti yanında saz çalma ve dini bilgiler öğrendikten başka dünya ahret sevilecek bir sevgili ile karşılaşırlar. Halk şairleri bu rüya ile olgun bir kişiliğe kavuşurlar. Rüya sonucunda hem tanrı aşkı hem sevgilinin aşkı ile yanarlar, bunun yanında derin bir din bilgisine sahip olurlar. Uyandıkları anada çoğu kez bir başka âşık tarafından sorguya çekilirler. Bu sorulara saz eşliğinde kusursuz nazımla ve doğru cevaplar vererek, başlarından geçenleri de anlatarak ‘‘âşık’’ olduklarını ispatlar ve çevreden saygı görmeye başlarlar bade bir pir, üçler, beşler, yediler, kırklar ve Hz. Ali, Hacı Bektaş Veli gibi bir din ulusu tarafından içirilir. A. Bir pir tarafından: Ercişli Emrah’a bade bir pir tarafından sunulmuştur. B. Üçler tarafından: nurani yüzlü üç derviş diye nitelendirilen üçler, kutup ve yardımcıları olan sağ ve sol imamının üçüne birden üçler denildiği gibi, âşık edebiyatında Hızır Nebî, İlyas Nebî ve kutup nebî’dir. Hızır nebi: âşık karada dara düşünce yardımına gelir, İlyas Nebi: âşık denizde dara düşünce yardımına gelir, kutup nebî: kim olduğu hakkında ayrıntılı bilgi bulunmamaktadır. Orhan şaik gökyay tarafından tasavvuftaki derecelerin en yükseğine çıkmış olan ve kendisinde dünyayı idare etme gücünü gören kutup’un olabileceğini işaret etmektedir. Bardızlı nihanî'ye üçler bade sunmuşlardır. C. Beşler tarafından: beşler âşık edebiyatında ehl-i beyt yani Hz. Muhammed’in aile efradıdır. Ç. Yediler tarafından: üçler alemine katılan dört erenle birlikte olan yedi ermiş kişiye yediler denmektedir. Âşık revaî ve âşık burhanî yediler elinden bade içmiştir. D. Kırklar tarafından: Âşık Kemalî Baba ve Âşık Hüdaverdi’ye bade kırklar tarafından sunulmuştur. Başka kaynaklarda ise üçler, beşler, yediler, kırklar şu şekilde anlatılmaktadır. Üçler: Hz. Allah, Hz. Muhammed ve Hz. Ali’dir. Beşler tarafından: hz. Muhammed, hz. Ali, hz. Fatıma, hzl. Hasan, Hz. Hüseyin’dir. Yediler: bunlar yedi ulu âşıktır: hataî, nesimî, fuzulî, kul himmet, Viranî, Yeminî ve Pir Sultan Abdal’dır. Kırklar: Hz. Ali tarafında toplandığına dair anlatılan kırk kişilik meclistir.
Mustafa Kemal in Peygamberimiz Hakkındaki Görüşü
Zakir kadiri ugan’den sonra mustafa kemal’in isteği üzerine tarih yazma çalışmalarına katılan Şemsettin Günaltay, Mustafa Kemal ile bir takını görüşmeler yapmıştır. Bu görüşmeler esnasında Şemsettin Günaltay da ugan’ın yazdığı bölümlerin hakikate uygun olmayıp ilmi bir değer taşımadığını söylemiştir. Mustafa kemal de ugan hakkında; “Muhammed’i bana, cezbeye tutulmuş sönük bir derviş gibi tanıttırmak gayretine kapılan bu gibi cahil adamlar, onun yüksek şahsiyetini ve başarılarını asla kavrayamamışlardır, anlamaktan da çok uzak görünüyorlar” şeklinde sözler sarf etmiştir. Ayrıca yine aralarında Şemsettin Günaltay’ın da bulunduğu Mustafa Kemal’in düzenlediği toplantılarda kimi zaman islam tarihi konularından bahis açılıyor ve Mustafa Kemal bu konulan kendi nazarından izah ediyordu. Hz. Muhammed’i kendisinin öngördüğü şekilde tasvir etmeyenlerin bu tarih toplantılarında yerlerinin olmadığını da sık sık dile getiriyordu. Kemal Arıburnu, Atatürk ten anılar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 1969, s. 292-295. Atatürk’ün tarih, özelikle de islam tarihi anlayışı ve görüşlerine dair bir inceleme için bk. Sabri hizmetli, Mustafa Kemal Atatürk ün İslam tarihi anlayışı”, AÜİFD, c. 39, 2 (Ankara 1999), s. 119-140.
Kaynaklar, somuncu baba nın bir çocuğunun olduğunun onunda Yusuf Hakîkî Baba olduğundan ve ayrıca manevî evladı halil tayyibinin varlığından söz eder. Somuncu baba nın vefatı ve kabri ile ilgili ihtilaflı tartışmalara üzerinde derinlemesine araştırmalar yapan prof. Dr. Ahmet Akgündüz hocanın arşiv belgeleri ışığında ortaya koyduğu görüşü, yani şeyh Hamid–i veli Hz. Lerinin bedeninin defn olduğu yerin Darende olduğudur!!!
Aşırı düşmanlık için mavi düşman kullanılır... Bu Arap dilinde nadir anlamlardan biridir. Şiddetli düşmanlığı Araplar nitelediklerinde böyle derler. Bu söz, onların sözlerinde ve şiirlerinde çokça kullanılmıştır. Renklerin durumunu belirlemede hayatın iyi ve kötü yönlerini renklerle belirtme âdetleri vardır. Bunun en güzel örneğini el-harîrî yapmıştır. ‘ukûdü’l-cümân adlı kitap yazarı kemal ibn şa‘‘âr el-mevsılî şöyle dedi ibn sâbir, bağdat’taki dicle’de mavi don giymiş sırtında hava dolu tulukla yüzme öğrenen çocuk hakkında şöyle demiştir: 1. Ey erkekler! Şikâyetimi duyun, âşık olup sevdiğime sarılan bir tuluğu şikâyet ediyorum. 2. Hevesim gibi bir havayla doldu, ancak o yüzüyor ben ise ağırlaşan aşkla batıyorum. 3. Don onun baldırlarını sarınca beni tahrik ediyor mavi bir düşman gibi
Lâmsız olarak. O bir kuştur. Çin ve hint diyarında bulunur. Ona ateş tesir etmez. Denir ki ateşte kuluçkaya yatar ve yavrular, orada kalmaktan zevk alır. Tüyünden mendil vb. Şeyler yapılır. Mendil kirlendiğinde ateşe atılır, ateş onun kirini giderir fakat kendisi etkilenmez. İbn. Hallikân şöyle der: kemer uzunluğu ve genişliğinde, hayvan kemeri olarak dokunmuş kalın bir parça gördüm ateşe atıldı, ateş onda tesir etmedi. Birisi kenarını yağa daldırdı ve ateşe koydu tutuştu ve uzun zaman yandı, sonra söndü. O değişmedi aynı haldeydi.
Lâmsız olarak. O bir kuştur. Çin ve Hint diyarında bulunur. Ona ateş tesir etmez. Denir ki ateşte kuluçkaya yatar ve yavrular, orada kalmaktan zevk alır. Tüyünden mendil vb. Şeyler yapılır. Mendil kirlendiğinde ateşe atılır, ateş onun kirini giderir fakat kendisi etkilenmez. İbn. Hallikân şöyle der: kemer uzunluğu ve genişliğinde, hayvan kemeri olarak dokunmuş kalın bir parça gördüm ateşe atıldı, ateş onda tesir etmedi. Birisi kenarını yağa daldırdı ve ateşe koydu tutuştu ve uzun zaman yandı, sonra söndü. O değişmedi aynı haldeydi.
Süleyman Sami Demirel Mason mu
Demirel 28 Kasım 1964 tarihinde AP ikinci Büyük Kongresi’nde mason olduğu iddialarının ortaya atılmıştı. O günlerde mason localarının önde gelenlerinden Saffet Rona, Hulusi Selek ve Halit Arpaç imzalarını taşıyan çelişkili belge, üstadı azamlar arasında büyük huzursuzluk yaratmıştır. Dünya görüşlerine gölge düşürmek istemeyen masonlar, Demirel’e 1964 Kasım ayında mason olmadığına dair verilen bu belgeden 2 ay sonra, 14 ocak 1965 tarihinde İstanbul’da yeniden toplanarak gerçek kararı açıklar. Bu toplantıda üstat başkan Ekrem Tok’un önderliğinde alınan ivedi kararlar, 14 mart 1965 tarihinde Ankara’ya gönderilince Demirel’in yalanlanan masonluğu, Masonlar Yüksek Kurulu’nun açıklaması ile yeni bir boyut kazanmıştır. (Nafiz Ekemen’e göre Demirel devlet su işlerinde genel müdür iken Ankara bilgi Locası’na kaydolmuştur. Loca defterinde 15. Sayfa, 43. Sıra numarası, 48 matrükül kaydıyla mason olup mahfilden geçtiğini ifade etmektedir. Bkz. Nafiz Ekemen, arşivlerimiz içinde 1965 olayları, İstanbul, 1978, s. 226) Demirel’e verilen bu çelişkili belge mason locası’nda sıkıntı yaratarak Ekrem Tok’un Mason Locası Başkanlığı’nı kaybetmesine sebep olmu; daha sonra yapılan ikinci toplantıda Necdet Egeran Üstat-ı Âzam olmuştur. Bkz. Yeşilyurt
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar