Print Friendly and PDF

[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] ELLİ BİRİNCİ KISMI

 


Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın adıyla

VASIL

Zekâtı Vermeyenin ve Vacip Olduğunu İnkâr Edenin Hükmü

Ebu Bekir es-Sıddîk zekât vermeyenin dinden dönen hükmünde olduğunu düşünerek onlarla savaşmış ve zürriyederini kılıçtan geçirmiş­tir. Ömer b. el-Hattab ise bu konuda Ebu Bekir’e karşı çıkarak, savaşı­lan kimselerden köle yapılanları azat etmiştir. Çoğunluk Hz. Ömer’in görüşünü benimsemiş, bir grup ise, farz olduğunu inkâr etse bile, her­hangi bir farzı yerine getirmeyenin kâfir olacağı görüşüne varmıştır.

VASIL

Meselenin Batınî Yorumu

Bilmelisin ki müminin cam, cennederin payıdır. Onlardan kendi­sinde bulunan Hakk, zekâttır. Geride kalan kısım ise, Allah Teâlâ’ya aittir. Bu ise, satımın geçerli olduğu kısımdır. Allah Teâlâ yolunun muhakkiklerinden bir grup bu görüşe varmıştır. Bunun nedeni, nefislerine zekâtın farz ol­duğu sınıfların çokluğudur. Cennette müminin nefsinden Hakk ettiklerini -ki o zekâttıristeyen bir takım sınıflar vardır. Köşkler, müminden kendişine yerleşmesini isterken eşler (huriler), müminden muhtaç oldukları şeyi isterler, insanın sorumlu sekiz organına zekât farz olduğu gibi, başka bir yönden, onlarm zekât almayla da bir ilişkileri vardır. Böylece cennette bulunanlar, kendilerine layık olduğu tarzda, onlara bölüştürü­len şeylerin yerini alır.

Vacip olduğunu kabul ettiği halde, bu sınıflardan herhangi birine nefsi üzerindeki zekâtı vermeyen kimse, kâfir değil, zalimdir. Namaz ise, özel olarak farklıdır. Namazda ise durum farklıdır, çünkü namazı terk eden kişi kâfirdir. Çünkü şeriat sadece terk etmek eylemiyle onu kâfir diye isimlendirdi. Şeriatın burada neyi amaçladığını bilmiyorum. Zekâtı vermeyen ise, üzerinde bulunan başkasının hakkını engellediği için sadece zalimdir.

Allah Teâlâ izin verirse, bundan sonra zekâtın vacip olduğu şeyleri zikre­deceğim. Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.

VASIL

Zekât Hangi Mallara Farzdır?

Bilginler, zekâtın türeyenlerle sınırlı sekiz şeye vacip olduğunda görüş birliğine varmıştır. Türeyenler maden, bitkiler ve canlılardır (hayvanat). Madenler altın ve gümüş; bitkiler tohum, buğday ve hur­ma; hayvanlar ise deve, inek ve koyundur. Üzerinde görüş birliğine va­rılanlar bu sınıflardır ve bize göre doğru olan da budur. Kuru üzümde ise görüş ayrılığı vardır.

Meselenin batını yorumu şudur: Zekât insanın sekiz organına farz­dır: Göz, kulak, dil, el, mide, cinsel organ, ayak ve kalp. Bu organların her birinin ahirette Allah Teâlâ’nın kendisiyle kulu sorumlu tutacağı vacip bir sadakası vardır. Gönüllü sadakaya gelirsek, insanın her bir damarında bir sadaka vardır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, ‘insanın her damarına (sülamî) sa­daka düşer5 demiştir. Sülamî, avucun dışındaki damarlardır. Her tespih bir sadakadır, her tehlil (La-ilâhe illAllah Teâlâ) bir sadaka olduğu gibi hamd ü senalar ve tekbirler de sadakadır. Öyleyse, bu organlardaki zekât, bu sekiz organa farz kılınmış Allah Teâlâ hakkıdır. Allah Teâlâ onu altın ve zikrettiği­miz diğer sekiz şeyde de farz kılmıştır. Bunlar, görüş birliğiyle zekâtm farz olduğu kısımlardır. Böylece müminin Allah Teâlâ’nın her organdaki hak­kını eda etmesi gerekmiştir.

Gözün zekâtı, Allah Teâlâ’nın ona farz kıldığı yükümlülüklerdir. Bunlara örnek olarak, harama bakmamak, Allah Teâlâ nezdine yaklaşmaya sebep ola­cak şeylere bakmayı verebiliriz. Örnek olarak, Kur'an-ı Kerim sayfasına bakmak, âlimin yüzüne bakmak, aile, çocuk ve benzerleri gibi kendisine bakmakla Mutlu olunan kimselerin yüzüne bakmak, yanında bulundu­ğunda Kabe’ye bakmayı verebiliriz. Bir rivayette, Kabe’ye bakan kişiye her gün yirmi rahmet, onu tavaf edene ise altmış rahmet verileceği bil­dirilir. Gereken yerde kullanma veya gerekli olmayan yerde geri çekme­de insanın sorumlu bütün organlarına böyle bakabiliriz.

BEYAN VE AÇIKLAMA

Bilmelisin ki, bu mal sınıfları daha önce ifade ettiğimiz gibi unsur­lardan meydana gelen türeyenleri içerir. Bunlar maden, bitkiler ve hay­vandı (canlı) ve dördüncü bir sınıf yoktur. Allah Teâlâ, türeyenlerin her bir cinsine kendisini temizleyecek zekâtı farz kılmıştır. Böylece her tür, sa­hip olmak duygusuyla insanda meydana gelen iddiadan temizlenir. Çünkü türde asıl olan şey, genel anlamda Allah Teâlâ’nın mülkü olması yö­nünden temizliktir. Eşyanın kendisinden ortaya çıktığı asıl el-Kuddûs ismidir. el-Kuddûs, özü gereği yaratılmışların kirlerinden temiz olan demektir. Dışta ortaya çıktıklarında ise, sahiplik yoluyla insanların iddi­aları eşyada meydana gelmiştir. Bu durumda ise onlara, yaratıcılarından başkasma ait sayılmakla aslî temizliklerini ortadan kaldıran bir kir bu­laşmıştır. Bu asli temizlik, başkasının sahipliğinden kaynaklanan bu ge­çici kirlenmeye maruz kalmazdan önce, yaratıcılarına izafe edilmeleriyle kazanılmıştı. Zaten yaratılmış olmak, kir olarak yeterli değil midir?

Söz konusu türlerin kendiliklerinde bir tasarrufları yoktur. Bu ne­denle Allah Teâlâ, onların sahiplerine zekâtı farz kılmış, bunu da onların te­mizliği yapmıştır. Allah Teâlâ, onlarda kendi emrinden bir pay belirlemiştir. Bu pay, ilk sahiplerine nispet edilsinler diye Allah Teâlâ’ya döner. Böylece, te-


mizlik kazanırlar. Çünkü Allah Teâlâ zekâtı malların temizlenfnesi saydı. Ba­tınî yorumda da durum böyledir. Çünkü bu sorumlu uzuvlar, aslında temizdir. Çünkü onlar ilk yaratılışları üzerinde bulunur ve bu temizlik ve itidal onlarda kaybolmaz. Dikkat ediniz! Kıyamet günü organların şahitliği istenecek ve asıldaki temizlikleri ve itidalleri nedeniyle bu ta­nıklıkları kabul edilecektir. Çünkü eşyada asıl olan adalettir (itidal ve temizlik). Çünkü onlar, temiz bir asıldan meydana gelmiştir. Kirlenme ise, geçicidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Kulak, göz ve kalp, hepsi sorumlu ola­caktır:379 Başka bir ayette ise ‘O gün dilleri, elleri ve ayakları aleyhlerine şahitlik eder,3m, başka bir ayette ise, ‘Derilerine “niçin aleyhimize şahitlik ediyorsunuz” derler’38' buyrulur. Başka bir ayette ise ‘Kulaklarınızın ve gözlerinizin ya da derilerinizin aleyhinize tanıklık etmesinden niçin korku­yorsunuz?’382 denilir. Bütün bunlar, bizdeki her bir parçanın temiz, adil, beğenilen bir tanık olduğunu Allah Teâlâ’nın bize bildirmesidir. Bu, bizim için en hayırü müjdedir. Fakat insanların çoğu buradaki hayrı ve iyiliği bil­mez. Çünkü iş böyle olunca, varış yerinin hayra olması umulur. Kul cehenneme girse de durum böyledir. Çünkü Allah Teâlâ zorlanan-baskı altın­daki insana azap etmeyecek kadar yüce, büyiik ve adildir. Nitekim Allah Teâlâ ‘Kalbi imanla mutmain iken günaha zorlanan kimse383 demiştir.

Şeriatta zorlanan kimsenin hükmü sabit olduğu gibi bilginlerin gö­rüş ayrılığına düştükleri zorlananın tanımıyla görüş birliğine vardıkları tanım bellidir. Zorlandıklarında1 görüş birliğine varılanların organları, hiç kuşkusuz, kendilerini yöneten ve onlara egemen olan nefsin lehinde tanıklık eder. Nefs, Allah Teâlâ katında (hükümlerine uymakla) yükümlü ve organlarından sorumlu olan şeydir. O, duyu ve güçlerle irtibatlıdır ve bu cisimsel, doğal, adil, arınmış, razı olunmuş ve kendi sözünü dinle­yen bu araçlardan ayrılması söz konusu değildir. Dolayısıyla nefsin aza­bı, ancak bu cisimlere azap etmek vasıtasıyla gerçekleşebilir. Onlar, hayvani ruh kendilerine nüfuz ettiği için, duyulur-maddi acıları hisse­den şeylerdir. Nefsin çektiği azap, tasalar, endişeler, vehimlerin baskın gelmesi, kötü düşünceler; (bir hükümdar olarak) raiyesinde (güçler ve duyular) görüp duyumsadığı üzüntüler ve onlara ilişen başkalaşmalar­dan (kirlenmeler) kaynaklanır. Her sınıf, kendisine yaraşan bir azapla azap görür. Allah Teâlâ ise, iman etmeleri nedeniyle, sonuçta hepsinin muduluğa varacaklarını bildirmiştir, çünkü zorlanan kimse zorlandığı konuda cezalandırılmaz.

Organlara azap edilmesinin nedeni ise, karşılaştıkları şeylerde canlı olmaları bakımından hazzı duyumsamalarıdır. Onların bu noktadaki durumu, zorla zina ettirilen kimsenin durumuna benzer ki, bu konuda görüş ayrılığı vardır. Nefs ise, organlar arzu ettiği şeyi işlemediği sürece sadece düşüncesi nedeniyle cezalandırılmaz. Hayvani nefs, bir açıdan mecbur olsa bile, özü gereği yardımcıdır. Dolayısıyla nefisler sadece bu araçlar vasıtasıyla bir şey yapabileceği gibi araçlar da fiillerinde nefsani gayelerle hareket eder. Bu nedenle, davranış (nefs ve araçlarının) top­lamla ortaya çıkağı gibi azap da toplama bağlı olmuştur. İşin sonunda ise, araçların adaleti (itidali) müminleri mutluluğa ulaşarır ve duyusal azap ortadan kalkar.

Sonra, ‘düşündüğü şeyi nefisten gideren şeriatın hükmü’ hükme­der. Bu durumda, müminden manevi azap da düşer. Dolayısıyla ina­nanlardan hiç kimseye manevi ya da duyusal azap kalmaz. İşlenen amelden haz alan düşünen ve algılayan-hayvani nefsin çekeceği azap, dünya hayatında alınan hazzın süresi kadardır -zevk günleri ise pek kı­sadır-. Bununla beraber, amelin zamanıyla örtüşen zaman kısadır, çün­kü ‘arzuların nefesleri uzundur.’ Acı çekenlere gece ne kadar uzun gelir­se aynı gece haz ve nimet sahiplerine de o kadar kısa gelir! O halde, sı­kıntı vakti sahibine uzun gelirken rahatlık vakti ise pek kısa gelir.

' :  ' 1 . ' '  ' '

AÇIKLAMA

Bilmelisin ki, zekâtın bir nisabı ve senesi vardır. Başka bir ifadeyle, zamanda ve miktarda' bir ölçüsü vardır. Organların zekâtının baünî yo­rumu da böyledir. Organların da, zaman ve miktarda bir ölçüleri var­dır. Nisap miktarı, (söz gelişi) gözün ikinci bakışa ulaşmasıdır (sorum­luluk bu esnada başlar), çünkü ancak ikinci bakış kasıtlı olabilir. Duy­manın nisabı, ikinci duymaya ulaşmasıdır. Bütün uzuvlarda nisap, İkin­ciye (eyleme) ulaşmakür. Bunun nedeni, kastın ikinci aşamada gerçek­leşmesidir. Zamansal ölçü de, ona eşlik eder. Şimdi ise, bu konuyla ilgi­li hususları Allah Teâlâ’nın düşünceye ulaşardığı ölçüde mesele mesele zikrede­lim. Başarıya ulaştıran Allah Teâlâ’dır ve O, dosdoğru yola iletendir.

Süs Eşyasının Zekâtı

Bilginler, süs eşyasının zekâtı hakkında görüş ayrılığına düşmüş, bazı bilginler onda zekât bulunmadığını, bazı bilginler ise zekât bulun­duğunu söylemiştir.

Meselenin batınî yorumu şudur: Söz konusu olan şeyler, süslen­mek için kullanılan eşyadır. Süslenmek emredilmiştir. Allah Teâlâ ‘Ey Ademoğulları! Mescitlere girerken süslerinizi alınız5384 buyurur. Başka bir. ayette ise, ‘kulları için çıkardığı zîneti yasaklayan kimdir?’3*5 buyurur. Böylece Allah Teâlâ zineti dünyaya ya da şeytana değil, kendisine izafe etmiştir. Ze­kât, Allah Teâlâ’nın hakkıdır. Allah Teâlâ’ya izafe edilen bir şeyde Allah Teâlâ’ya ait Hakk ola­maz, çünkü tümü Allah Teâlâ’nındır. Dolayısıyla, Allah Teâlâ’nın zînetinde zekât yok­tur.

Zînet eşyasını dünya hayatının süsü sayan ve onu Allah Teâlâ’nın zînetinden soyutlayan kimseye zekât farzdır. Bu durumda zekât, insanın Allah Teâlâ adına zînet eşyasında bir pay belirlemesidir. Bu pay sayesinde kendisine izafe ettiği kısım hayat bulur, arınır ve temizlenir. Nitekim Allah Teâlâ insana Allah Teâlâ’dan yardım isteyip kendisini yapmakla yükümlü tut­tuğu fiillerinde Allah Teâlâ’dan yardım istemeyi emretti. (Gerçekte) Fail, in­sanlar değil, Allah Teâlâ’dır. Aynı şekilde, dünya hayatının zînetindeki -ki o da Allah Teâlâ’nın kulları için çıkardığı zînetidirzekâtın da böyle sayılması gere­kir. Böylece bilginler, süs eşyasında olduğu gibi, (kendilerine izafe et­tikleri) zînet eşyasında da zekâtı farz kılmışlardır.

VASIL

Atların Zekâtı

Bilginler, atlar hakkında görüş ayrılığına düşmüştür. Çoğunluk, onlara zekât düşmediği görüşündedir. Bazı bilginler ise, ‘saim’ oldukla-


rında, yani döl yerdikleri, başka bir ifadeyle erkek-dişi olduklarında kendilerine zekât düşeceğini ileri sürmüştür.

VASIL

Batınî Yorum

Bu ve benzeri hayvan türü, ‘Allah Teâlâ’nın zîneti’ içinde yer alır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘At, katır ve eşeği binmeniz için ve zînet olarak yarattı!386 Bunlar, Allah Teâlâ’nın kulları için çıkardığı zînetinin bir kısmıdır. Sonra, at ‘savaşma’ özelliğine sahip bir hayvandır. Dolayısıyla at, Allah Teâlâ yolunda üzerinde cihat edilen en yararlı hayvandır. Onda baskın olan özellik, Allah Teâlâ’ya aidiyettir. Dolayısıyla, atta Allah Teâlâ’ya ait bir Hakk yoktur, çünkü onun tümü Allah Teâlâ’nındır.

Nefsin bineği bedendir. Beden, mizaç ve doğalarının (unsurlar) bi­leşiminde mümin-temiz nefsin kendisinden istediği Allah Teâlâ’ya itaate yö­nelmek, Allah Teâlâ’nın emrine karşı çıkmamak gibi bir durumdaysa, Allah Teâlâ’ya ait demektir. Bu durumda, bütünü Allah Teâlâ’ya ait olduğu için kendisinde Allah Teâlâ’ya ait Hakk olmaz. Beden bazen buna imkân yeren, bazen ise kendi­sindeki bir bozukluk nedeniyle buna imkân vermeyecek bir durumday­sa, Allah Teâlâ’ya itaatte imkân vermediği hususta nefsin bedeni reddetmesi, ondaki zekât sayılır. Bu durum, namaz kılmak isteyip organlarında bir tembellik ve kırıklık hisseden kimseye benzer. Tembellik ve kırıklık ne­deniyle, namaz kılmak istediği halde namazdan geri kalır. O vakitte ze­kâtı vermek, namazı kılmak ve tembellik nedeniyle onu bırakmamaktır. Namaz, bu vakitte batını yorumuyla ‘doğurgan’ ve nesil edinebilir hükmündedir. Çünkü ‘namazda dişiler ve erkekler vardır.’ Başka bir ifadeyle, akıl kaynaklı düşüncelerle nefs kaynaklı düşünceler vardır.

Doğurgan Deve, İnek ve Koyunlar

Bazı bilginler, doğurgan olsun ya da olmasın, hepsinde zekâtın farz olduğu görüşündeyken çoğunluk bu üç tür içinde doğurgan olmayan­larda zekât bulunmadığı görüşündedir.

Bölümün batini yorumu şudur: ‘Doğurganlık’, bütün mübah fiil­ler, doğurgan olmayan ise mübahın dışındaki fiillerdir. Doğurganda zekât bulunduğunu söyleyen kişi şunu düşünmüştür: Mübaha gaflet eş­lik ettiği için, insanın mübahı işlerken Şari onu mübah yaptığı için mübah olduğunun farkında olması vaciptir. Şari o fiili mübah saymasaydı, insan onu yapamazdı. Böyle bir bakış, mübah fiilin zekâtıdır. Doğurgan olmayana gelirsek, onda zekât yoktur. Çünkü bu fiil, bütü­nüyle, vacip, mendup, haram ya da mekruh olmayla belirlenmiş fiiller­dir. Dolayısıyla, bu fiillerde kul genel olarak muhayyer değildir. Bütün bunlar, Allah Teâlâ’ya aittir ve Allah Teâlâ’ya ait bir şeyde zekât olamaz, çünkü zekât Allah Teâlâ’ya ait bir haktır ve bütün bunlar Allah Teâlâ’nındır.

Bazı arkadaşlarımız, mendup ve mekruhu mübaha katarak bunlar­daki zekâtı da mübahla bir saymıştır. Başka bir grup ise, bunların mübah gibi olmadığını söylemiştir. Çünkü bu fiillerde vacip ve harama benzeyen yönler bulunduğu gibi mübaha benzeyen yön de vardır. İn­sanın içinde bulunduğu hal, iki bakıştan birini diğerine hakim kılmak şeklinde ise, haram veya helalle ilgili hükmü içinde bulunduğu duruma göre verilir. Bu ise, belli bir vakitte mübaha, başka bir vakitte ise farz ya da harama katmayı düşünmekle gerçekleşir. Buradaki benzerlik yönü şudur: Doğurgan hayvan, bir mülk olduğu gibi doğurgan olmayan da bir mülktür. Dolayısıyla, her ikisini birleştiren şey sahipli olmaktır. Fa­kat doğurgan olmayanın mülkiyeti daha sabittir. Bunun nedeni sahibi­nin kendisiyle ilgilenmesi ve ona zaman ayırmasıdır. Doğurgan olan ise, bir mülk olsa bile, böyle değildir. Mendup ve mekruh fiiller ae böy­ledir. Bunlar, yapıp yapmamanın serbest olduğu ve bu nedenle mübaha benzeyen fiillerdir. Mekruh ve mendup, aynı zamanda, yapılması ya da yapılmaması nedeniyle insanın ödüllendirildiği fiillerdir. Bu durumda


ise, farz ve harama benzerler. Bize göre, bilginlerin en doğru yorumu budur.

Hepsinde zekâtın bulunduğunu kabul eden kişi ise, doğurgan ol­sun ya da olmasın, hepsinde zekâtın farz olduğunu kabul etmiş demek­tir. Çünkü kuldan meydana gelen fiiller, ilahi bir nispet yönünden kulla ilişkilendirilir. Bununla beraber, delil bunun zıddını gerektirir. Bu ne­denle, bütün fiillerde yaratılmışa dönük bir nispet bulunduğu için zekât onlarda farz olmuştur, insanın bütün fiillerindeki zekâtı, kendisinden meydana gelen her şeyin kaza ve kaderle olduğunun farkına varmasıdır. Bir fiile başlarken, tam bir müşahede ve huzur ile bunu aklında tutmalı­sın! Bu ölçü, senenin tamamlanmasıyla gerçekleşen zekâtın zamanı gi­bidir. Allah Teâlâ’ya irca edilmesi mümkün olan bu fiilin miktarı ise, o fiilin nisabıdır. İşte Allah Teâlâ’yı bilenlerin mezhebi budur. Çünkü bütün fiiller bir açıdan Allah Teâlâ’ya ait ikeri başka bir açıdan da kula izafe edilir. Dolayısıyla bir iş Allah Teâlâ’yı diğerinden alıkoymadığı gibi onları da bir yön diğerinden perdelemez.

VASIL

Tohumluların Zekâtı

Bilginler, üç tür hakkında görüş birliğine vardıktan sonra, bazı ko: nularda görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Onların bir kısmı, zekâtı sadece bu üç türde kabul etmiştir. Bir kısmı, kesilip saklanan bitkilerde zekâtın bulunduğunu söylemiştir. Bir kısmı ise, topraktan yetişen her şeye ze­kâtın düştüğünü söylemiştir. Ot, diken ve kamış bunun dışındadır.

‘Bitki’nin batıriî yorumu şudur: Bu tür, kalbe özgüdür, çünkü kalp düşünce bitkilerinin yeridir. Düşüncelerin hükmü oradan organlara ya­yılır. O halde, kalpte yetişen ve varhğı beden toprağının dışında görü­len her düşünceye zekât düşer. Bunun nedeni kendisinden ortaya çıkan davranışları gören kimselerin bu davranışın ona ait olduğuyla ilgili ta­nıklığıdır. Dolayısıyla onu tezkiye etmesi (kendisinden uzaklaştırması) ve Allah Teâlâ’ya döndürmesi gerekir. O şeyin zekâtı budur.

Gözükmeyen bir şey söz konusu olduğunda ise, şu ihtimaller var­dır: Ya sahibinin kalbinde yetişen şey yetişmiştir. Bu durumda (sorula­cak soru şudur): Acaba o, Allah Teâlâ’yı o üründe ya da öncesinde görenlerden midir, değil midir? Bu sınıftan ise, (ortaya çıkan ürün) Allah Teâlâ’ya ait oldu­ğu için, kendisine zekât düşmez. Ondan dolayı Allah Teâlâ’yı daha sonra gö­renlerden ise, bu ödenmiş olan zekâtın ta kendisidir, Herhangi bir şe­kilde Allah Teâlâ’yı görmez ise, Allah Teâlâ’yı bilenlere göre zekât kendisine farz olur. Sûfi fakihlere göre ise, ona zekât düşmez. Çünkü Şari, ‘fiili gerçekleşin­ceye kadar düşünceyi dikkate almamıştır.’ Böyle bir bitki (yani kalbe gelen akıl veya nefs kaynaklı düşünce), cezalandırılmayı gerektirmediği gibi zekât vermeyi de gerektirmez.

Söz konusu ‘bitkiler’ nefsin beslenmesini sağlayan düşüncelerden ise, kendilerinde nefsin hazzı bulunduğu için zekât verilmesi gerekir. Nefsin hazzı (doğrudan değil de) dolaylı olarak bulunursa, zekât farz değildir. Çünkü böyle bir şeyin gıdası, (gerçekte) her şeyin kendisiyle ayakta durduğu (ve bilfiil var olduğu) Allah Teâlâ’dır. Sehl b. Abdullah’a ‘Gı­da nedir?’ diye sorulmuş, o da ‘Allah Teâlâ'tır’ diye cevap vermiştir. Bunun üzerine ‘Biz sana bedenlerin gıdasını sorduk’ denildiğinde, yine ‘Allah Teâlâ’dır5 diye cevap vermiştir. Bu konuda ısrar edildiğinde şöyle demiş: ‘Bedenlerinizden size ne! Mekânı sahibine ve yapıcısına bırakın: onu di­lerse imar eder, dilerse tahrip eder.’

VASIL

Nisap Miktarının Batınî Yorumu

Sorumlu organlardaki nisap, her organın birinci (eyleminden) İkinciye geçmesi demektir (ilk bakıştan ikinci bakışa geçmek gibi). Fa­kat burada affedilen birinciden söz ediyoruz, yoksa mendup olan birin­ciden değil. Affedilen birinci (eyleme) zekât düşmez, çünkü o Allah Teâlâ’ya aittir. İkincisi ise sana aittir ve ona zekât düşer. Bu, ilk bakışta, ilk din­lemede, ilk konuşmada ya da ilk tutmada ya da ilk yürümede ya da ilk düşüncede olabilir. Dolayısıyla her uzvun kasıtsız hareketine ‘zekât düşmez.’ Birinciyi takip eden ikinci hareket ise, hiç kuşkusuz, nefs kaynakli bir amaçtan meydana gelir. Dolayısıyla ona ‘zekât’ düşer, yani o hareketin ‘temizlenmesi’ farzdır. Bir hareketteki zekât, o davranıştan tövbe etmektir. Böylece tövbe nedeniyle temizlik bakımından birinci harekete katılır. Tövbe, ikinci hareketin zekâtıdır.

İşte bu, zekât düşen her şeyde zekâtın farz olma şartı sayılan ‘nisap miktarı’dır. Bu sınıflarda fıkıh hükümleri bakımdan onların sayılmasına gerek yoktur. Çünkü amacımız (fıkhî hükümleri belirtmek değil) batınî yorümdur ki, bu da açıklanmıştır. Bu açıklamanın ardından ayrıntıya girmeye gerek yoktur. Kuşkusuz zekât vaktinin batınî yorumu zikre­dilmişti. Şimdi ise, zekâtı vaktinden önce vermenin batınî yorumu kal­mıştır, çünkü bir grup bunu kabul etmemiştir. Ben de bu görüşteyim. Bazı bilginler ise, onu caiz görmüştür.

Meselenin batınî yorumu şudur: Gerçekleşmezden önce (kalbe ge­lecek) düşünce için idrak mahallinin temizlenmesi, ona hazırlanmaya bağlıdır. Bununla beraber, sahip olduğu keşif yönünden, gelecek dü­şünceyi de bilmek gerekir. Düşüncenin geleceğine kesin olarak hükme­derse, onun gereğini yerine getirmez. Çünkü o, ilk temizliğe döner. Meydana geldiğinde ise, hiç kuşkusuz, gerçekleştiği için temizlik gere­kir. Dolayısıyla işler kendi vakitlerini aşmamalıdır, çünkü hüküm, vakte aittir. Vakitten önce zekâtı veren kişi, vaktin hükmünü işlevsiz kılmış demektir.

VASIL

; Sadaka Kimlere Verilmelidir?

Bunlar Kur'an-ı Kerim’de zikredilen sekiz sınıftır: Yoksullar, mis­kinler, zekât memurları, kalpleri İslam’a ısındırılanlar, köleler, borçlular, savaşanlar ve yolda kalanlardır.

Meselenin batınî yorumu şudur: Zikredilen organlar, zekâtlarını kendi fiillerinden çıkarır (verir) ve varlıklarına döndürürler (aslî temiz­liklerine). Bu durum, onların ‘sevabı’ diye isimlendirilir. Dolayısıyla bu organların fiillerinde zekât bulunduğu gibi onların varlıklarına da zekât bölünür. Bakışını kendi nefsiyle arındıran kişi, zekâtı gözüyle vermiş, daha önce ‘nefsi vasıtasıyla gören’ iken ‘Rabbiyle gören’ haline dönmüş­tür. Kulağını nefsiyle arındıran kimse de zekâtı kulağına verdirmiştir. Böylece ‘Rabbi ile duyar’ Hakk gelir. Bu durum, kutsi bir hadiste dile ge­tirilen, ‘Onun kulağı ve gözü olurum’ ifadesinin anlamıdır. Aynı şekilde konuşur, tutar ve yürür. Bütün bunlar, Rab vasıtasıyla gerçekleşir. Bu durumda insan, bütün işlerinde Rabbiyle hareket eder.

VASIL

Zekâtın Bölündüğü Sekiz Sınıfın Belirlenmesi

Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Sadaka, fakirler, miskinler, onun için çalışanlar, kalpleri ısındır ilanlar, köleler, borçlular, Allah Teâlâ yoluna ve yolda kalmışlara Allah Teâlâ’nın bir emri olarak verilir.’387 Allah Teâlâ zekâtı zikredilen bu insanlara ve­rilmek üzere farz kıldığını ve dolayısıyla başkasına verilmesinin caiz ol­madığını belirtmiştir. Tek bir sınıfa verilmesi hususunda ise görüş ayrı­lığı vardır. Benim görüşüm şudur: Bu sınıflara ulaşan kimse, buldukla­rına göre sadakayı dağıtır. Fakat bu dağıtma şahıslara göre değil, sınıf­lara göre yapılmalıdır. Bir sınıftan tek şahıs bulmuş olsa bile, o sınıfın kısmını kendisine vermelidir. Bir sınıftan birden fazla şahıs bulduğunda ise, şahıslar az ya da çok olsa bile, o sınıf için belirlenen şeyi orada bu­lunanlara böler. Zekât için çalışan kimseler de böyle değerlendirilir. Bu kısmın zekâttan payı, bir şehirde bulunan görevlilerin sayısına göre be­lirlenir. Bütün bu sınıflar bulunursa, her sınıfa sadakanın sekizde biri (bulunan sınıf sayısı değiştiğinde ise) ya da yedide biri, altıda biri, beşte biri, dörtte biri, üçte biri ya da yarısı ya da hepsi verilir.

Biz, Allah Teâlâ’nın ayette önce zikrettiği kimseyi öne aldık. Ben de bu bölümde onları belirlerken aynı şeyi yapıyorum. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, Veda Haccında Safa ve Merve arasında koşmaya geldiğinde ‘Safa ve Merve Allah Teâlâ’nın ayetlerindendirma ayetini okumuş, sonra ‘Allah Teâlâ’nın baş­ladığıyla başlayacağım’ demiştir.

Bir şeyhimiz bu konuda yaşadığı bir hikâyeyi bana anlatmış ve şöy­le demişti: ‘KayrevartUı bir adam hacca gitmeye niyetlenmiş. Sonra, ‘denizden mi gitsem, karadan mı’ diye tereddüt etmiş ve bunlardan bi­rini tercih edememiş. Bunun üzerine içinden şöyle demiş: ‘Karşılaştı­ğım ilk adama soracağım, hangisini söylerse o yoldart gideceğim. Karşı­laştığı ilk insan, Yahudi idi. Orta sorup sormarnada tereddüt etmiş, arthndan sormaya karar vermiş. Bunun üzerine kendisiyle görüş alışveri­şinde bulunmuş. Yahudi kendisine şöyle demiş: ‘Ey Müslüman! Allah Teâlâ, ‘sizi karada ve denizde yürüten 0’dur3S9 demiyor mu? Böylece karayı ön­ce zikretmiştir. Sen de Allah Teâlâ’nın öne aldığını öne al.’ İşte bizim takip et­tiğimiz yöntem de o yöntemdir. Biz de, Allah Teâlâ’nın başladığıyla başlıyor, onun öne aldığını öne alıyoruz. Çünkü buna bağlanan kişi, hareketle­rinde iyilik görür.

Sadaka verilmesi farz olan fakirin yorumu şudur: Tasavvuf ehline göre, onun'zekât alması şart değildir. Bize göre ise, durum farklıdır. Çünkü fakir insan, verilen zekâtı almak zorundadır, fakat kendisi asla zekât istemez. Tam bir kul haline geldiğinde ise, onun kulluk mertebesi sınanır ve kendisine geldiğinde zekâtı alması gerekir. Çünkü zekât, bü sınıflara ait olsa bile, gerçekte Allah Teâlâ’nın bu mallardaki bir hakkıdır. Kö­lenin efendisinin malından yemesi ise, onun hakkıdır. Ehl-i Beyt’e ise zekât haram kılınmıştır. Bunun nedeni, ister tam kulluk derecesine ulaş­mış ister ulaşmamış olsunlar, bu aidiyete tahsis edilmeleridir. Yasakla­ma tam kul olmaya bağlı olsaydı, zekât sadece Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e ve onun izinden gidenlere yasaklanırdı. Halbuki iş böyle değildir. Allah Teâlâ ehli ise, Allah Teâlâ’nın haklarmda tasarruf etmede başkalarından daha çok Hakk sahibidir.           .

Tekrar konumuza dönersek, bize göre fakir, ardında kendisi adına bir mertebenin bülunmâdığı kimsedir. Fakir, hiçbir şeyin kendisine muhtaç olmadığı, ama kendisinin her şeye muhtaç olduğu kimsedir. Şimdiye kadar, bu niteliğe ulaşmış kimseyi' görmedim. Allah Teâlâ, ilahi gay­ret yönünden şöyle der: ‘Ey insanlar! Siz Allah Teâlâ’ya' muhtaçsınız-’390 Bu ayet. te Allah Teâlâ, muhtaç olunan her şeyi kendine bir işaret yapmıştır. ‘Allah Teâlâ ise, zengin ve övül endir.’39' Dolayısıyla fakir, bünü bilse de bilmese de, sadece Allah Teâlâ’ya muhtaçtır. Çünkü Allah Teâlâ’ya muhtaç olan kişi, kulluğunda batmış ve gömülmüş iken, O’nu her şeyin aynı olarak görür. Fakir, Allah Teâlâ’yı gördüğünde muhtaç olunan her şeyin adını O’na verir. Varlıktaki her

şeye eşya içinden biri muhtaçtır. Allah Teâlâ’ya muhtaç olan fakire ise, hiçbir şey muhtaç değildir. Çünkü bu fakir, ‘Ey insanlar! Siz Allah Teâlâ’ya muhtaçsı­nız, Allah Teâlâ zengin ve övülendir92 ayetinin sınırında durur ve bu ayetin an­lamını hakka’l-yakîn (görme kesinliği) olarak kavrar. Bu nedenle Allah Teâlâ, karşısında edepli davrandığında, kendisine temizlik ve zekâtı farz kıl­mış, O’nun bu ayetle neyi kasıt ettiğini anlamıştır. Bu ayet, Allah Teâlâ’dan anlayan ve Allah Teâlâ’yı bilenlere göre, Kur'an-ı Kerim’deki en büyük ayetler­den biridir. Dolayısıyla Allah Teâlâ ya da Allah Teâlâ’dan başkasıyla zengin olma özejliği o kişide görünüp bu yönden kendisine muhtaç olunmaz. Böyle­likle onun mutlak anlamda yoksulluğu gerçekleşir. Allah Teâlâ, onun zengin­liğidir. Yoksa o, Allah Teâlâ sayesinde zengin olanlardan biri değildir, çünkü Allah Teâlâ vasıtasıyla zengin olan kimse, yaratıkların muhtaç olduğu ve Rabbinin zenginliğiyle onlara ihtişamını gösteren kişidir. Böyle bir in­san zekât alamaz.       :

Hakk, daha muhtaçları varken yoksulları önce zikretmemiştir. Fakir, sırtı bükülmüş, dolayısıyla belini doğrultmak gücüne sahip olmayan kişi demektir. Onun belini doğrultma gücü yoktur. Bilakis, kırıldığı nede­niyle sürekli başı öne eğiktir. Bu işareti anlayınız!

Miskin, ‘sükun (durağanlık)’ kelimesinden türetilmiştir ki, hareke­tin zıddıdır. Ölüm, bir sükun ve durağanlıktır. Bir ölü kendi kendine hareket edemez, başkasının onu hareket ettirmesi nedeniyle hareket edebilir. Dolayısıyla, miskin başkasının idare ettiği kimse demektir. Bu nedenle Allah Teâlâ ona zekât verilmesini farz kılmıştır. Onun için ‘zekâtı alır’ denilemez. O, muhtaç olmak ya da olmamak özelliğiyle nitelenemez. Bu nedenle fakirden söz ederken ondan daha muhtaç kimsenin bulun­madığı söyledik. Miskin, kendi iradesi olmaksızın, keşfin gereğiyle bü­tün işlerini Allah Teâlâ’ya havale eden teslim olmuş kişiye benzer. Bu nedenle, onu ölüye kattık. O halde miskin Allah Teâlâ’nın bizim için hor ve zelil yaratr tığı toprağa benzer. Buna göre, her kim olursa olsun, izzet sahibi biri­nin izzeti ve gücü altında zelil ve hor olan herkes miskindir. Çünkü o, izzetin sadece Allah Teâlâ’ya ait olduğunu ve Allah Teâlâ’nın izzetinin izzedi herkeste ortaya çıktığını kesin bir şekilde anlamıştır. İşte bu, nebevi bir bilgidir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Müstağni olana gelirsek, sen onunla (veya O’nunla) ilgile­nirsin:393 Muhakkiklere göre, ayetteki zamir Allah Teâlâ’ya döner. Bu ayet, azarlama niyetiyle inmiştir. Fakat bu yorum, Arabın anlayışına göre böyledir. Biz ise, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin müşahedesi, zevki ve mertebesiyle hareket ederiz. Çünkü içimizdeki arifler, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin iyiliklerin­den bir iyilik olarak, bu makamın sahibidir. Dolayısıyla (Arabın anlayı­şına göre ayette azarlandığı söylenen) bu azize önem verme! Onun hakkında şöyle deriz: O, Allah Teâlâ’nın izzetiyle bedbaht yaptığı kimselerden­dir.

Miskini miskin yapan, (karşısında zelil olduğu kimsede bulunan) bir niteliktir. O kişide bulunan ve (izzet dediğimiz) bu nitelik ise, ger­çekte Allah Teâlâ’ya aittir. Bir insanın ödünç olarak ona sahip olması kendisini kirletmez. Dolayısıyla bu miskin, gözüyle sadece Allah Teâlâ’yı görür, çünkü (karşısında ezildiği) izzetin Allah Teâlâ’nın izzeti olduğunu görmüştü. Ne gö­züyle ne kalbiyle kendisine ait bir izzet görmemiştir. Allah Teâlâ’nın dışındaki her şeyin zelil oluşuna ise, kendilerine yaraşan gözle bakmıştır. İzzet sa­hibi olduğunu düşünen yaratık ise, kendi izzetinden dolayı bu miskinin zeliİ olduğunu zanneder. Gerçekte ise, (karşısında zelil olunan) izzet, özel anlamdaki izzettir. Bu izzet ise, ancak Allah Teâlâ’ya aittir. Böylece miskin (zelil olmakla, Hakk’ın izzet) makamına hakkını vermiş olur. İşte sada­kanın verilmesi gereken miskin, böyle bir miskindir.

Zekâtın verilebileceği bir sınıf da sadaka görevlileridir (sadaka amiü-zekât memurları). (Batınî yorumda) Onlar, bu anlamların bilgisine ulaştıran, onların hakikatlerini açıklayan öğretmen, üstat ve rehberdir. O, bu hakikatleri kendisine farz olan herkes yönünden bildiği için, on­ları kendinde toplayan kişidir. Dolayısıyla, bu uğurda çalıştığı ölçüde onlardan pay alır. Onun zekâttaki hakkı ise, daha önce ifade ettiğimiz gibidir. Mürşide yaraşan şey, peygamberlerin dediği gibi, ‘Benim mükâ­fatım Allah Teâlâ’yadır5394 demektir. Bazen bu miktar, Hakk’a ait zekâttan onla­ra düşen paydır. Dolayısıyla onlar, mal zekâtını değil, bâtınî anlamıyla zekâtı alır. Çünkü maddi sadaka peygamberlere haramdır, çünkü onlar kuldur. Kul ise, yaratılmışlara ait olması yönünden sadaka alamaz. Bu­nu bilmelisin.

‘Kalpleri ısındırılan kimseler.’ Bünlar, iyiliğin kendilerine iyilik sa­hibini sevdirdiği kimselerdir. Çünkü kalpler; şekilden şelde girer. Kalp­lerin ısınması, hakikatlerinin gerektirdiği şekilde, bütün işlerde şekilden şekle girmeleridir. Fakat kalpler, tek bir göz karşısında şekilden şelde gi­rerler ki o da Allah Teâlâ’nın gözüdür. Kalplerin ona ısınmaları budur. Farklı gözler kalplere sahip olamaz. Aksi halde, kendilerinde şekilden şekle girdikleri işleri farklılaştırırlar. (Söz gelişi bir kaynaktan çıkan) kollar, tek bir göze (pınarın kaynağı) döndüğünde, o gözün dikkate alınması ve onunla ‘ülfet edilmesi’ gerekir. Gaflet, insanı o gözden alıkoyup göz suyunu tuttuğunda, artık gözden doğan kollar fayda vermez. Bilakis kollar kurur ve kaynakları kaybolur. İnsan (kaynak) gözü dikkate alıp onunla ülfet ettiğinde, kollar derinleşir ve genişler.

‘Köleler.’ Bunlar, Allah Teâlâ’dan başka herkesin boyunduruğundan kur­tulmak isteyenlerdir. Çünkü sebepler, âlemdeki herkesi köleleştirmiştir, böylece insanlar, onlardan başkasını bilemez. Kölelikte en üstün sınıf, ilahi isimlerin köleleştirdiği kimselerdir. Bu köleleştirmeden daha üstü­nü ise, zatı yönünden değil, sebep olması yönünden İlk Sebebin mutlak birliğinin köleleştirmesidir. Bununla beraber, onların bakışlarına -ilah olması yönünden değilegemen olan hal zât olması yönünden zatın mutlak birliğine bakmak olduğu için, isimlerin de kendilerini köleleş­tirmemesi gerekir. Böyle bir köleye zekât verilir.

‘Borçlular.’ Bunlar, ‘Allah Teâlâ’ya iyi borç verin395 ayetinde dile getirilen emir nedeniyle Allah Teâlâ’ya iyi borç (karz-ı hasen) verenlerdir. Bu emir, iki emre atfedilmiştir ki bunlar, ‘namazı kılın, zekâtı verin396 ayetinde belir­tilen namaz ve zekât emirleridir. Böylece ‘Allah Teâlâ’ya iyi borç verin’397 ayetiy­le emirleri üçlemiştir. Öyleyse, (Allah Teâlâ’ya verilen) borç üçün üçüncüsü­dür. Fakat Allah Teâlâ neyin zekât verileceğini ya da bizzat bir namazı belir­lemediği gibi kendisine borç verilecek şeyi de belirlememiştir. Bu ne­denle ayet, Allah Teâlâ’nın kılmamızı emrettiği bütün namazları olduğu gibi, bütün zekât ve borçları da kapsamıştır. Şu var ki Allah Teâlâ, borcu ‘güzel’ kelimesiyle nitelemiş, bununla beraber onu mastarla pekiştirmiştir. Bu­nun sebebi şudur: Zekât ve namazda kul mecbur kuldur, borçta ise, gönüllü kuldur. İnsanların bir kısmı Allah Teâlâ’ya gönüllü olarak borç verir. Bu kısım, bu konudaki emrin ulaşmadığı kısımdır. Bunun yerine, ona ‘Allah Teâlâ’ya borç verirseniz398 ya da ‘Allah Teâlâ’ya iyi borç veren kimse399 ayetleri ulaşmıştır. Birinci borçlu, zekâtı alır. Aynı zamanda o, vacip olarak, başka bir ifadeyle kendisine farz olarak sadakayı veren kimsedir. İkincisi ise, sadaka verenin kendisini ayırt etmesi ve seçimiyle zekâtı alır. Bu du­rum, zekât verilecek sınıfların zikredilenlerle sınırlı olduğunu düşünen­lere göre böyledir. Başka bir ifadeyle, sadakayı bunlardan başkasına vermek caiz değildir. Bunlardan bir sınıfa verildiğinde, hiç kuşkusuz so­rumluluk düşer ki bu tartışmalı bir meseledir.

Allah Teâlâ’ya borç veren5400 ya da ‘Allah Teâlâ’ya borç verirseniz5401 ayetinin gere­ğiyle borç veren kişi, zekâtı farz hükmüyle almaz. Emir ayetiyle borç veren ise, zekâtı farz hükmüyle alır. Çünkü emri alan kişi, bir farzı yeri­ne getirmiştir, dolayısıyla onun karşılığı da farz olmalıdır. ‘Müminlere yardım etmek bizim üzerimizde bir haktır.’402 Çünkü iman, farzdır. ‘Ben o rahmeti sakınan, zekât veren ve ayetlerimize inanlara yazacağım.’403 Ayette belirtilen hususların hepsi farzdır. Allah Teâlâ, hiç kuşkusuz, bunları yapanla­ra merhametle karşılık vermeyi kendisine vacip kılmıştır.

‘Allah Teâlâ yolunda.5 Burada mücahitlerin kastedilmesi mümkün olduğu gibi zekâtın cihada harcanması da kastedilmiş olabilir. Çünkü ‘Allah Teâlâ yo­lunda5 ifadesi, dini yorumda cihat demektir. Bu durum, ayette en açık yorumdur. Bununla beraber, ‘Allah Teâlâ yolunda5 ifadesi Allah Teâlâ5a yaklaştıran bütün hayır yollan ifade edebilir.

Tasavvuf ehlinin yorumuna göre ‘Allah Teâlâ’nın yolu5, diğer güzel-ilahi isimlerin dışında, sadece bu ‘Allah Teâlâ5 isminin verdiği şeydir. Bu yorumla zekât, Allah Teâlâ’nın kullarını rızıklandırması gibi yaratılmış herhangi bir sınıf dikkate alınmaksızın, güzel huyların gereği olarak verilir. Zekât, her in­sanla, hatta her canlı ve bitkiyle ilgili genel maslahatın gereğiyle veril­melidir (çünkü Allah Teâlâ ismiyle ahlâklanmak bunu gerektirir). Söz gelişi insan bir ağacın susuzluktan kuruduğunu gördüğünde, zekât malından o ağacı sulayabilecek miktarda su satın alıp ağacı sulasa, bu da ‘Allah Teâlâ yolunda5 saydır. Böyle düşünen kimse yoktur. ‘Allah Teâlâ yolunda ifadesi5 ile mücahider kastedilmiş olabilir. Mücahiderin kim oldukları ise, örf de bellidir. Nefisleriyle cihat edenler de, ‘Allah Teâlâ yolundadır.5 Böylece onlara nefisleriyle cihat ederken yardım edilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Küçük cihattan büyük cihada döndük5 demişti. Burada nefislerle cihat etmeyi ve Allah Teâlâ yolundan alıkoyan amaçlarında nefislere karşı koymayı kastetmiştir.

‘Yolda kalanlar.5 Yolda kalanlar bellidir. Onlar, batını yoruma göre, Allah Teâlâ yolunun oğullarıdır. Çünkü (ibnü5s-sebîl) ifadesindeki belirldik takısı, tamlamanın yerini alır. Bunların nasipleri ise, daha örtce belirtti­ğimiz dahi temizlik demek olan zekâttır.

TAMAMLAYICI VASIL

Allah Teâlâ seni başarıya erdirsin! Bilmelisin ki, insanın kendilerinde ta­sarruf ettiği işler, Allah Teâlâ’nın bütün haklarıdır. Bu haklar çok olsa bile, be­lirli bir şekilde iki kısımla sınırlıdır. Bir kısmı, yaratılmışların Allah Teâlâ’ya ait hakkıdır. Bu durum, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin ‘Nefsinin senin üzerinde hakkı vardır, gözünün senin üzerinde hakla vardır, eşinin senin üzerinde hak­la vardır’ hadisinde dile getirilir. Diğer kısım ise, Allah Teâlâ’ya ait olan Allah Teâlâ’nın hakkıdır. Bu da, ‘Benim bir vaktim vardır ki, ona Rabbimden başkası giremez.’ Allah Teâlâ’ya ait olan bu Hakk, Allah Teâlâ’ya ait hakta yaratılmışlar rın haklarının zekâtıdır. Bütün bu haklar sekiz sınıfta sınırlıdır. (İnsan­daki) Bilgi ve amel, altın ve gümüş mesabesindedir. Hayvanda ise, ko­yun, inek ve devenin karşılığında ruh, nefs ve beden vardır. Bitkilerden ise tohum, buğday ve hurma vardır.

Batınî yorumda bu mütekabiliyet, ruh, nefis ve organların meyda­na getirdiği bilgi, düşünce ve amellere denk gelir. Bu bağlamda koyun ruha, inek nefse, deve ise bedene aittir. Koyunu ruhların karşılığı say­dık, çünkü Allah Teâlâ koçu saygın bir peygamberin ruhunun kıymeti yapmış ve şöyle demiştir: ‘Onun fidyesi büyük bir koç idi.*04 Böylece koçu yücel­terek peygamber oğlu peygamber olan İbrahim’in oğlunun bedeli yap­mıştı. Hayvanlar içinde bu yorumla koyundan daha üstün derece yok­tur. Onlar, bu ümmetin kurbanlarıdır. Onları görmez misin? Allah Teâlâ’nın devedeki hakkını da koyun saymışlardır. Bu, her beş devede bir koyun zekât verilmesidir. Yüz deve ise, peygamber ve nebi olmayan canın be­deli sayılmıştır. Devenin mertebesi karşısında koyunun mertebesine ba­kınız!

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, koyun ağıllarında namaz kılmamızı emretmiştir (kılabileceğimizi söylemiştir). Namaz, Allah Teâlâ’ya yakınlıktır ve namaz kılı­nan yerler ise Allah Teâlâ’nın mescitleridir. O halde koyun ağılları, Allah Teâlâ’nın mescitlerinin bir türüdür. Dolayısıyla, o mekânlar da yakın mekânlar­dır. Develer ise, bu özelliğe sahip değildir. Daha büyük olsalar bile, bu özellikten yoksun oldukları için develeri bedenlere ait saydık. Onların isimlerinden birinin ‘bedene (deve)’ olduğunu görmez misin? Cisim, beden diye isimlendirilir. Beden ise, tabiat (doğa) âlemidir. Doğayla Allah Teâlâ arasında iki âlem vardır: Bunlar, nefs ve akıldır. Doğa, yakınlıkta üçüncü derecededir. Dolayısıyla o, Hakk’a yakınlıktan uzaktır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin deve ağıllarında namaz kılmayı yasakladığını görmez mi­sin? Buna neden olarak, o mekânların şeytan (mekânları) olduğunu göstermiştir. Şeytanlık ise, uzaklık demektir. Dibi derin kaba, ‘rakiyyetün şatune’ denilir. Namaz ise Allah Teâlâ’ya yakınlıktır ve uzaklık ya­kınlıkla çelişir. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, kendilerinde uzaklık bulun­duğu için deve ağıllarında namaz kılmayı yasakladı. Doğal cisim de böyledir: Ruha ait yakınlık nerede, o nerede! Ruh akıldır, çünkü o ilk var olandır. Ruh, ‘Ona kendi ruhumdan üfledim’405 ayetinde belirtilen ‘üf­lenen’ şeydir. Bu nedenle ruhu koç, bedeni deve saydık.

İnek ise nefsin mukabilidir. İnek koyundan aşağı, deveden yukarı­dadır. Bu durum, nefsin bedenin ruhu olan aklın aşağısında bulunma­sına benzer. İsrailoğulları bir can öldürüp tartışmaya kapıldıklarında, Allah Teâlâ kendilerine ‘bir inek kesin, onun parçasıyla ölüye vurun’ diye em­retmişti. Bunu yapınca ölü, Allah Teâlâ’nın izniyle canlandı. Ölünün canı inek vasıtasıyla hayat bulunca, onunla nefs arasında bir bağıntı ve ilişki ol­duğunu anladık. Böylece ineği nefsin remzi ve simgesi saydık.

Ruhtan -ki akıldırise, Allah Teâlâ’nın kendisine ektiği hikmet, bilgi ve sırlardan O’nun bildikleri (diledikleri) ortaya çıkar. Bu bilgilerin bir kısmı oluşla, bir kısmı Allah Teâlâ ile ilgilidir. Bunlar, tohumlulardan buğda­yın zekâtı gibidir, çünkü buğday hububatın en üstünüdür. Nefsten ise, Allah Teâlâ’nın kendisine ektiği düşünce ve arzulardan sadece Allah Teâlâ’nın bildikle­ri çıkar, bu da nefsin bitkileridir. Bu da, hurma gibidir. Allah Teâlâ’nın nefsten ortaya çıkan şeylerdeki zekâtı, ‘ille düşünce’dir; arzulardan ise, Allah Teâlâ uğ­runa olan şehvet ve arzudur. Nefsi hurmaya bitiştirdik, çünkü hurma ağacı halamızdır. Dolayısıyla akıl karşısında nefs, Adem karşısındaki hurma gibidir. Çünkü hurma, Âdem’in toprağının kalıntısından yara­tıldı. Allah Teâlâ organlara da bütün amelleri ekmiş, onlar da amelleri ‘bitir­miş ve yetiştirmiştir.’ Onlarda Allah Teâlâ’ya ait zekât payı ise, kendisinde Allah Teâlâ’nın gözetildiği meşru amellerdir.

Bunlar, kendilerine zekât düşen sekiz sınıftır. Bu bağlamda, altın konumundaki bilgiye gelirsek, onda altına farz olan şey farzdır. Gümüş konumundaki amelde ise, bitkilerde farz olan şeyler farzdır. Ruhta ise, koyunlarda farz olan zekât farzdır. Nefste, ineklerde farz olan şey farz­dır. Organlarda ise, devede farz olan şey farzdır. Aklın ürettiği bilgiler ve yetiştirdiği sırlarda, buğdayda farz olan şeyler farzdır. Nefsin ürettiği şehvet ve düşüncelerde, yetiştirdiği varidatta ise, buğdayda farz olan kı­sım farzdır. Organların yetiştirdiği amellerde ye bitirdiği itaat ve benze­ri şeylerde ise, buğdayda farz olan şey farzdır.

VASIL

Besinlerin Vakitlerle Değerlendirilmesi

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ yolunda vakider amel sahibi bilginler için doğal cisimlerin yararları için gerekli besinlere benzer. Bazı besinler o sınıfın zekâtı olduğu gibi aynı şekilde ilahi vakit de, (var olana ait olan) kevnî vakiderin zekâtıdır. Çünkü besinlerde hayvani ve bitkisel bedenlerin gı­dası bulunduğu gibi vakitte de ruhların gıdası bulunur. Organların gı­dası ise amellerdir.

Bilgi ve amel, iki madendir (altın ve gümüş). Onların varlığıyla dünya ve ahirette Hakk’ın maksadarına erişilir. Bu durum, gümüş ve altın sayesinde bütün amaçlara ulaşmaya benzer.

Şimdi ise, bu tür ve türlerle ilgili Allah Teâlâ’nın hakkını -ki zekâttıraçık­layalım.   '

VASIL

İnsanın Sorumlu Organları ile Zekât Verilmesi Gerekli Sı­nıfların Karşılaştırılması

Birinci sınıf, yoksullardır. Yoksulların organlardaki dengi ve karşı­lığı, cinsel organdır. Miskinlerin dengi ise midedir. Zekât toplayıcıları­nın dengi kalp, kalpleri ısındırılacak olanların dengi kulak, kölelerin dengi göz, borçluların dengi el, mücahiderin dengi dil ve yolda kalmış­ların dengi de ayaktır. Bu sınıflar ile bu organlar arasındaki dengeyi zik­rettiğimiz tarzda dikkate aldığında, işaret ettiğimiz hikmeti öğrenirsin. Buna göre, cinsel organlardaki ‘fakirlik’ bellidir. Aynı şekilde, midedeki ’ miskinlik (mide ve miskinlik ilişkisi) bellidir. Kalp ile çalışan kişi (ara-: sındaki ilişki) açıktır; Kalpleri ısındırılanların kulağa benzetilmesi de açıktır. Kölelerin göze benzetilmesi gerçekçi bir benzetmedir. Borçlu­nun ele benzerliği, açıklayıcıdır. Mücahidin dile benzemesi ise geçerli­dir. Yolda kalmışların ayağa benzemesi ise hepsinden daha açıktır.

VASIL

Hacim, Ölçü ve Sayı Bakımından Miktarın Bilinmesi

Müslim Ebu Said el-Hudri’den Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şöyle dediğini aktarır: ‘Tohum (buğday) ve hurmada beş vesak (birim) ulaşıncaya ka­dar sadaka yoktur. Bunların dışındakilerde de beş zevd’e ulaşıncaya ka­dar sadaka yoktur. Diğer şeylerde ise, beş evaka ulaşmadan sadaka yok­tur.’ Şari, hububatta vesak birimini belirlemiştir ki, bunlar bitkilerdir. Vesak, bilinen bir ölçü birimidir ve altmış sa’dır (hepsi de tahıl ölçü bi­rimi olarak kullanılır). Beş vesak ise, üç yüz sa’ eder. Bu, ilahi isimlerle ahlaklanmanın, başka bir ifadeyle ilahi ahlâkla ahlâklanmanın insanda meydana getirdiği huylardır. Çünkü bize şöyle rivayet edilir: ‘Allah Teâlâ’nın üç yüz huyu vardır. Onlardan biriyle ahlâklanan kimse cennete girer.’ Bunlar, Allah Teâlâ’nın belirlediği tarzda, insanın yaratılmışlar karşısında herkese layık olduğu şekildeuygulaması gerekli huylardır.

İlahi huylar arasından zekât, insanm Allah Teâlâ karşısında uygulayacağı bir huydür, çünkü Allah Teâlâ, karşısında ahlâklı olmaya en yaraşır olandır. İnsan ahlâkıyla âlemi memnun edemez. Bunun yerine, Allah Teâlâ’nın katını tercih etmek daha yerindedir. Allah Teâlâ’nın katını tercih etmek ise, yaratık­lardan her sınıf karşısında Allah Teâlâ’nın ona davrandığı huy ile ahlâklanmaktır. Böylece insan Hakk’a uymuş olur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin ‘Beş zevdin altında sadaka yoktur5 ifadesi, somut varlıkların sayısmdandır. Somut ile sadece amel sayılabilir, bilgi sayılamaz. Çünkü bilginin miktarı manevi, amelin miktarı ise duyusal bir şeydir.

‘Beş zevd’in altında sadaka yoktur’ ifadesine gelirsek, evkıye kırk dirhem demektir. Buradaki kırk, ‘Kim kırk gün ihlaslı sabahlarsa, hik­met pınarları kalbinden diline dökülür’ hadisinde geçen kırkın benzeri­dir. Zekât verebilmek için beş evak gerektiği gibi, hikmet de kuldan beş halde ortaya çıkar: Birincisi zahirindeki halidir. Bu, görünen ihlastır. İkincisi, batınındaki halidir. Bu ise, batınındaki ihlastır. Üçüncüsü had­dinde, dördüncüsü madamda, beşincisi ise bütün bunların toplamında­ki halinde zuhur etmesidir. Her birinin kendine göre ihlası vardır. Bu beş hal kırk ile çarpıldığında ise, ortaya çıkan sayı iki yüzdür. İki yüz ise nisap miktarıdır. İki yüzde, her kırk dirhemde bir dirhem olmak üzere, beş dirhem vardır. Bu ise, o türe uygun tevhidin kırk derecesiyle ilgili­dir. Mana ve ruhların miktarları, ‘Allah Teâlâ’yı hakkıyla takdir edemediler406 ayetinden hareketle miktarlardır. Duyulur amellerin miktarı, vezinler olduğu gibi miktarlar da vezinlerle bilinir.

VASIL

Sulanan ye Sulanmayan Ürünlerde Zekât

Buharı, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemden şöyle bir hadis aktarır: ‘Yağmurla sula­nan ekinlerde öşrün yarısı, sulanmadığında ise bir öşür verilir.’

Hadisin batınî yorumu, irade edilenin amelleri ve irade edenin amelleridir; Mürit (irade eden, isteyen), Rabbi için kendisiyle beraber olan kimse demektir. Dolayısıyla ona, onda birin yarısı düşer. Bu ise, amelinde nefsinin gözüktüğü kısmı ‘tezkiye’ etmesidir. İrade edilen ise, kendi nefsiyle değil, Rabbiyle beraberdir. Bu nedenle, onun onda bir vermesi gerekir. O (Rabbi), bütünüyle onun nefsidir, çünkü kendisin­den yorgunluk kalktığı için artık onun nefsi yoktur. Bu meselenin ve­rilmiş ve kazanılmış bilgideki yorumu da böyledir. Kazanılmış bilginin yarısı Allah Teâlâ’ya tahsis edilir. Verilmiş bilgi ise bütünüyle Allah Teâlâ’ya aittir. Hepsi, başka bir şey değil, zekâtın miktarından ibarettir. Bu ise, bilgi ya da amelden Allah Teâlâ’ya ve -kulun o bilgi veya amelde kendisiyle bulunması yönündenkula nispet edilen şeylerdir.

Zekâtın Zekâta Konu Olan Maldan Değil, Başka Bir türden Verilmesi

‘Her beş yetişkin devede bir koyun zekât verilir.’

Meselenin yorumu şudur: ‘Dikkat edin halis din, Allah Teâlâ’ya aittir.’407 Amellerin zekâtı ihlastır. İhlas ise, amel ihlasa -ki niyet demektirmuh­taç olduğu için bir amel değildir.

VASIL

Zekâtta Karışık Şeylerin Ayrışması

Dârekutnî, Sa’d b. Ebi Vakkas’tan Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin şöyle söyledi­ğini aktarır: ‘İki karışık şey bir havuzda bir araya gelmez; çoban ve at.’

Meselenin batınî yorumu şudur:-Allah Teâlâ, ‘iyilik ve takva hususunda yardımlaşın408 buyurur. Bir şeyde yardımlaşmak, onda ortak olmak de­mektir. İki karışık şeyin anlamı budur. Havuz ise, kalplerin canlanması­na yol açan amel ya da bilgidir. Bu iki şey, söz konusu konuda her biri-

_ . • nin muhtaç olduğu şeye göre arkadaşından yardım ister. Bu havuz in­sanda bulunur. Kalp ve organlar ise, iki karışık şeydir. Organ amelle kalbe yardım ederken kalp ihlas ile organa yardım eder. Öyleyse o ikisi, amel ya da bilgi talebinde birbirine katılır.

Hadiste geçen çoban, ameli koruyan sebep demektir ki, huzur ve bilinçtir. Örnek olarak, namazı verebiliriz. Namaz kılanın yüzünü kıb­leden başka bir yöne çevirmesi mümkün olmadığı gibi bu ibadede Rabbinden başka bir şeyi amaçlaması da mümkün değildir. İşte bu, o ibadeti korumak demektir. Kalp ve duyu ise, onda birbirine karışmıştır. At, o bilgi ya da amelin Allah Teâlâ katında meydana getirdiği kabul ve seva­bı sağlayan şeydir. Bu ikisi ödülde ortaktır. Böylece nefs, bilginin ver­diği şeyden kendisine yaraşır olanı alırken bedene ait duyu da, ahiret


hayatında yaraşır güzel sureti alır. Her ikisi için bu durumu meydana getiren ise, ortak oldukları güçlüktür.

VASIL

Sadaka Bulunmayan Amel

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Avamile (develer) sadaka yoktur, cepheye (adar) sadaka yoktur.’

Hadisi Dârekutnî Hz. Ali’den aktarır. Avamil, çalıştırılan develer; cephe ise atlardır. Daha önce atın zekâtından söz etmiştik.

VASIL

Batınî Yorum

Bedenler ruhların hizmetkârlarıdır, çünkü ruhlar, sorumlu oldukla­rı şeyleri bedenleri üzerinde icra eder ve bedenler vasıtasıyla amel ger­çekleşir. Bedeninde çalışan kimseye ise zekât düşmez. Zekât, bedeni ça­lıştıran ruha düşer. Ruhun zekâtı ise niyet ve takvadır. Niyet, ameli sırf Allah Teâlâ için yapmak demektir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onların etleri ya da kanlan Allah Teâlâ’ya ulaşmaz, fakat sizden olan takva Allah Teâlâ’ya ulaşır.*09

Bir Cinsten Zekâtı Vermek

Ebu Davud, Muaz b. Cebel’in Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin onu Yemen’e gönderirken şöyle söylediğini aktarır: ‘Buğdaydan buğdayı, sürüden koyunu, inekten ineği (zekât olarak) al.’

VASIL

Batınî Yorum

Zahirin zekâtı, şeriatın kendisini sınırladığı mendup fiillere benzer­liği bulunan farz amellerdir..O halde farz namaz, nafile namazların ze­kâtıdır, çünkü o farzdır. Ya da, insanın adadığı namaz ya da herhangi bir ibadet! zahirin zekâtıdır. Aynı şekilde, batındaki fiillerin de kendi cinslerinden zekâtları vardır. Bu ise, insanı ibadete sevk eden şeyin kor­ku ya da arzu olmasıdır. Batını davranışa sevk eden şeyin zekâtı, İnsan­ların istek veya korkusu değil, Rabliğin Hakk ettiği emir ya da yasağına bağlanmaktır.

VASIL

Zekât Olarak Verilemeyecek Şeyler

Ebu Davud Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin bir mektubunda şöyle dediğini akta­rır: ‘Sadakada kör, topal veya zekât toplayıçısı istemedikçe sürüden teke alınmaz.’

Batınî Yorum

‘Topal’, ‘namaza kalktıklarında tembel tembel kalkarlar410 ayetine benzer. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘dinç bir şekilde namaz lalın’ der. Kör ise, amelsiz niyet ya da amele imkân bulduğu ve engel ortadan kalkmış iken niyetsiz amel demektir. ‘Teke söz konusu olduğunda sadaka alıcısının istemesi’ şu demektir: Sadaka toplayıcısı, mal sahibini zorlamaz. Bu, başından sonuna kadar amelde huzur sahibi olmanın bir simgesidir. Belki-de sorumlu tutan şöyle der: Amel, ancak böyle kabul edilebilir ve amele başlarken niyet yeterlidir. Şari, bundan fazlasıyla sorumlu tut­maz. Yükümlü bütün amelde niyetini bulundurursa, bunun sevabı ona aittir. Amelini güzel yaptığı ve bunu en nefis şekilde yerine getirdiği için, ona teşekkür edilir.

Bu bölümün ana fikri, ibadederi zaafa uğratacak şeylerden sakın­maktır. Örnek olarak, namazda başka yöne yönelmek, lüzumsuz işlerle uğraşmak, namazda içinden haram, mekruh sözleri söylemek ve dü­şünmek gibi davranışları verebiliriz.

FASIL İÇİNDE VASIL

Gümüşün Zekâtı

Daha önce, gümüşün amel, altının bilgi olduğunu söylemiştik. Amelde zekât farz olduğu gibi bilgide de zekât farzdır. Nafile amel ve ilimler, zekâtları farzlar olan pek çok şeydir, çünkü zekât farzdır. Nafile­lerden gönüllü sadaka olan şeyler ise, başından sonuna kadar, kulun o amelde huzur sahibi olması demektir. Diğer zekât, yani gönüllü sadaka ise, bu ameliyle farzları tamamlamak niyeti taşımaktır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin şöyle söylediği rivayet edilir: ‘Kulun ille bakılacak ameli namazı­dır. Namazı tam ise onun adına tam olarak yazılır; eksik ise Allah Teâlâ şöyle der: Balemiz kulumun nafile namazı var mıdır? Nafile namazı var ise,


Allah Teâlâ ‘kulumun farz namazını nafilesinden tamamlayın’ der.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle devam etmiş: ‘Sonra bütün amelleri böyle ele alınır.’ Yani zekât, oruç, hac ve kendisine farz olan bütün ameller böyle ele alınır. Yükümlü, bu nafile ameliyle farzları tamamlamak ya da gönüllü kulluğa girmesiyle Hakk’ın mertebesini yüceltmek isteyebilir. Onu bu davranışa ne cennet arzusu ve ne de cehennem korkusu sevk etmiştir.

VASIL

Definelerin Zekâtı

Müslim, es-Sahih’inde Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şöyle dediğini aktarır: ‘Definede (rikaz) beşte bir zekât vardır.’ Rikaz, kâfir veya cahiliye dö­neminden toprakta kalmış defineler demektir.

VASIL

Batınî Yorum

İnsan doğasında gömülü olan şey definedir. Bu, başkanlık sevgisi, hem cinslerinin önüne geçmek, çıkar sağlamak ve zarardan kaçınmaktır. Bunlardaki zekât beşte birdir. Kul kalbinde başkanlık arzusunu bulursa, onu Allah Teâlâ’nın kelimesini -gerçekte olduğu gibikâfirlerin kelimesinin üzerine çıkarmak için kullanmalıdır. Çünkü ‘Allah Teâlâ’nın kelimesi yüce, kâ­firlerin kelimesi düşüktür.’ Burada küfür, başka bir şey değil, şirk ve or­tak koşmak demektir.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kendisinden kılıcı hakkını vermek üzere alıp onun­la safların arasına kahramanca yürüyen Ebu Dücane’nin savaştaki bö­bürlenmesini gördüğünde şöyle demişti: ‘Bu yürüme savaşın dışında Allah Teâlâ’nın sevmediği bir yürüme tarzıdır.’ Onun zekâtı ise, daha önce be­lirttiğimiz gibi, kâfirleri yenme niyeti, onların arasına dalmak, Allah Teâlâ?ın

kelimesini -İslamyükseltmek ve Allah Teâlâ’ya ortak koşanlara değer verme­mektir. Yarar sağlamak ve zarardan korunmak da böyledir. Yarar sağ­lamanın zekâtı, insanın uyku, yemek, içmek ya da dinlenmek ya da mal saklamak vb. şeyleri bırakıp Allah Teâlâ’ya itaati yerine getirmede kendisine yardımcı olacak yararı amaçlamasıdır. Zararı uzaklaştırmanın zekâtı ise, yapmak istediği Allah Teâlâ’ya itaat ve ahirette mutluluğunu sağlayacak şeylere engellemekten onu uzaklaştırmayı amaçlamaktır. İşte definenin zekâtı­nın beşte biri bu demektir.

Şöyle denilebilir: İnsan dinine nasıl zarar verebilir?’ Burada, o za­rarı kendisinden uzaklaştırmazsa, onun Allah Teâlâ’nın herhangi bir farzını ye­rine getirmeye engel olacağını ya da kendisiyle hayır sebepleri arasına gireceğini kastediyorum. Dolayısıyla, insanın yaratılışında bulunan za­rardan uzak durma duygusuyla (doğasındaki gömünün) beşte birini uzaklaştırması, yapmak zorunda olduğu bir farzı ihmale yol açmaz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme ‘Define’ sorulmuş, oda şöyle demiştir: ‘Define, Allah Teâlâ’nın gökleri ve yeri yaratırken toprakta yarattığı altındır.’ Başka bir ifadeyle madenlerdir.

FASIL İÇİNDE VASIL

Çalışma veya Gayret Olmadan Allah Teâlâ’nın Mal Verdiği Kimse

Bir rivayette Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin böyle bir mala sahip olan kişi hak­kında şöyle dediği aktarılır: ‘Elindeyken üzerinden bir yıl geçmeden böyle bir mala zekât düşmez.’

Meselenin batını yorumu şudur: Kulun Allah Teâlâ’ya yaklaşma niyeti ta­şımadan işlediği güzel huylar, ahiret hayatında kendisine yarar sağlar. Güzel huyları sergilemek için, mutlaka Allah Teâlâ’ya yaldaşmaya niyet etmek gerekmez. Fakat herhangi bir görüş ayrılığı olmaksızın, güzel huyları yerine getirirken Allah Teâlâ’ya yaldaşmaya da niyet etmek, kul hakkında daha üstün ve daha iyidir.

Bu .konuda aktarılan hadis, Ebu Davud’un Dabaa b. ez-Zübeyr’den aktardığı şu hadistir: ‘Mikdad hacet gidermeye çıkmıştı. Bir farenin de-'

likten bir altın çıkardığını görmüş. Ardı ardına dinar çıkarmayı sür­dürmüş en sonunda sayı on yedi dinara ulaşmış. Sonra bir dinar daha çıkarmış, sonra içinde dinar bulunan kızıl bir hırka çıkarmış. Toplam on dokuz dinar olmuş. Mikdad, bunları Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme götürmüş ve ‘bu dinarların sadakasını al’ demiş. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Sen deliğe yaklaş­mış miydin?’ diye sormuş. O da ‘hayır’ diye cevap vermiş. Bunun üze­rine Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Allah Teâlâ bunları sana mübarek etsin’ demiş.

FASIL İÇİNDE VASIL

Ravi şöyle der: Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bize alış veriş yaptığımız şeylerden sadaka vermemizi emrederdi.’

VASIL

Bâtınî Yorum

İnsan bir iyilik yapmak ya da güzel bir ahlâk işlemeyi içinden geçi­rirse, içinde geçirdiği şeyde Allah Teâlâ’ya yaklaşmaya niyet etmelidir.

FASIL İÇİNDE VASIL

Zekâtın Vaktinden Önce Verilmesi

Ebu Davud’un Ali b. Ebi Talib’ten aktardığı bir hadis nedeniyle bazı bilginler bu görüşe varmıştır. Abbas Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e farz olma­dan önce zekâtım verip veremeyeceğini sormuş, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de ona izin vermiştir. Başka bir rivayette ise, ‘ona ruhsat vermiştir’ denilir. Gü­venilir olsa bile, bu hadis hakkında konuşulmuştur. Hadis, özel durum­da verilmiş bir izindir, kıyasta esas alınamaz.

Batınî Yorum

Farz namazın niyeti, namaza başlandığında gereklidir. İnsan abdeste başlarken niyetlenip sonra niyeti namaza başlayıncaya kadar kendisi­ne eşlik ederse bu caizdir ve bu durumda pek çok hayra ulaşmış sayılır. Fakat vakitle sınırlanmış namazın niyetinin vakit girmezden önce ya­pılması geçerli değildir. Namazı ilk vaktinde birleştirmeyi kabul edenle­re göre ise bu caizdir. Dolayısıyla, sadakanın erken verilebileceği yadır­ganmaz. ‘Onlar iyiliklere koşar, iyilik için yarışırlar’41' ayetinde belirtilen acele davranmak bu konuya girer.

Bunun batındaki bir örneği de, nişanlandığı kıza bakması caiz olan kişinin durıimudur. Halbuki kişi, Allah Teâlâ’dan utanarak ve ihtiyaç fazlası bakışı artırmaktan çekinerek imtina eder ve evleninceye kadar nişanlısı­na bakmaz. Bana göre, nişanlıya balem ak kısım kısım ele alınabilir: Ni­şanlı Ensar’ın zürriyetinden ise ve nikahtan önce kendisine balemamışsa kişi hatalıdır. Nikahtan önce yüzüne bakarsa, bu bakışı Allah Teâlâ’ya yalcınlık ve peygamberine itaat demek olur. Ensardan olmayan kız ise böyle de­ğildir. Ancak bakarsa, daha iyi olur.

İki namazı birleştirmeye gelirsek, ikinci namazın birinciye eklen­mesi, batmî yorumda besmelede Fatiha’mn ruhunu ya da okumak iste­diği sureyi bulmaktır. Çünkü besmele her surenin anahtarıdır.

VASIL

Fitre Zekâtı

Bilginler, fitre zekâtının hükmü hakkında görüş ayrılığına düşmüş­tür: Bazı bilginler farz, bazı bilginler sünnet olduğunu ileri sürerken, bazı bilginler de fitrenin zekâtla kaldırıldığını belirtmiştir.

Elli Birinci Kısım 37i .. . . i ;

Fitrenin batını yorumu şudur: Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Gökleri ve yeri yaratan (fatır) Allah Teâlâ’ya hamd olsun,’412 Başka bir ayette ise‘Göklerin ve ye­rin dürülmüş olduğunu, sonra onları açtığımızı (fetk) görmezler mi’413 buyu­rur. Fetr, fetk, yani parçalanma demektir. ‘Her doğan fıtrat üzerine do­ğar’ ifadesi buradan gelir. Allah Teâlâ’nın ilk açtığı (parçaladığı, fetk) şey, var ediş esnasında var olanların kulaklarıdır. Bu, yokluk ve varlık arasında kün (ol) sözüyle kudretin onlara ilişme halidir. Böylece Allah Teâlâ’nın emrine uyarak, bu hitap vesilesiyle kendi başlarına oluşmuşlardır. Kün (ol), mertebenin kelimesidir, ilk yaratılış esnasında, kulakları kendisiyle açtı­ğı ilk şey ise, ‘Sizin Rabbiniz değil miyim?5414 ayetidir. Onlar da, ‘Evet5 demişlerdi. Dolayısıyla bu insanlara özgüdür. Yaratma ise geneldir. Allah Teâlâ’nın insanların dillerini açtığı ilk şey ise, onların ‘Evet’ sözleridir. Allah Teâlâ’nın kendisiyle oruç tutanların midelerini açtığı ille şey, ‘Namaza çık­madan önce Ramazan Bayramı gününde yedikleri şeydir.’ Cennetlikle rin midelerini kendisiyle açtığı ilk şey ise, Nun balığının ciğerinin arta­nını yemeleridir.

Bayram günü fitre sadakası verirken kul, ‘samedanî (hiçbir şeye muhtaç olmamak, oruç tutma halinin ifade ettiği şey) özelliğin sadece Allah Teâlâ’ya yaraştığını bilmelidir, çünkü oruç kula değil, Allah Teâlâ’ya ait bir ey­lemdir. Bu zekât, hür ya da köle, küçük ya da büyüle, erkek ya da dişi her insana farzdır. Söz konusu zekât, insanın Rabliğin müstahak oldu­ğu‘samedani’özelliği bilmesidir.

Bize göre fitre, hurma ve buğdaydan verilebilir, bundan başkasıyla verilemez. Bilginlerin çoğunluğu ise, beslenilen diğer şeylerden de veri­lebileceğini kabul eder ki, bu tartışmalı bir konudur: Besin, bu doğal yapıyı ayakta tutan şeydir. Ruhların besini, onların beslendilderi keşif ilimleri ya da özellikle imandır. Çünkü bu kadar bir ilim ile düşünen ruhların yapısı ayakta durur. Onların zekâtı ise özellikle keşif ilmidir.

Fitrenin Zengin-Fakir, HürKöle, Erkek-Dişi, KüçükBüyük herkese Farz Olması

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, fitreyi küçük-büyük herkese vacip kılmıştır. Bu­nun batınî yorumu, öğrenen ve öğreten demektir.

Hür ve kölenin batını yorumu şudur: Hür ve köle, varlıklara köle olmaktan kurtulmuş kimse demektir. Onun vakti (ve hali), yaratıklar­dan kurtuluşunu görmek olur. Köle -var olanlara bakmaksızınvaktini Rabbine kulluğunu görmekten ibaret sayan kimsedir. Erkek ve dişiye gelirsek, erkekte akıl, dişide nefs vardır, Her ikisinde de şu durum dik­kate alınır: Erkek ilahi ilme (metafizik) bakar. Dişide ise, doğa ilmine bakılır. Böylece her araştırmacı, baktığı yönden kendisine uygun şeyle ilişkili olmuştur.

(Hadiste geçen) Zengin ve yoksul, Allah Teâlâ ile zengin olan ya da Allah Teâlâ’ya muhtaç olan kimsedir.

Bir sa’ miktarı buğday ise, insanın yaratılışının dört müdd’ü (buğ­day ölçek birimi) demektir. Onun sa’ı (dört müd bir sa’ eder), dört karışimdır, Her unsurun veya karışımın bir müdd’ü vardır. Bunun nede­ni, insanın ruh, akıl, beden ve mertebe bakımından yetkinliğidir. Sonra, onda dört nispetin görülmesi gelir. Bunlarla dış varlığını ve oluşunun esaslarını var ederken Rabbini niteler. Bunlar hayat, bilgi, irade ve kud­rettir. Her niteliğin bir müdd’ü vardır. Böylece toplamı, bir sa’ eder. Bu ilahi niteliklerle O, Rab; sen ise O’nun merbubu ve kulu olabilirsin.

VASIL

Dârekutnî, İbn Ömer’in şöyle dediğini aktarır: Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, küçük ya da büyük, hür ya da köle herkesin fitre vermesini emretti.’

Batınî Yorum

Hoca, terbiye ettiği öğrenciyi, öğrencinin bilgisinin ulaşamayacağı dereceye taşımayı hedefler. Oraya ulaşınca, şeyhin onun adına amaçla­dığı fayda gerçekleşir. İşte bu öğretmenin zekâtıdır. Çünkü niyet edilen şeyin iyiliği öğrenciye dönmüştür ve kendisine dönen iyiliği öğrenciye hoca vermiştir. Kuşkusuz hocaya, öğrencinin dürüstlüğü sayesinde sa­hip olmadığı bilgiler açılabilir. Koruması ve gözetimi altında bulunan yetimin malının zekâtını veren veli de, bu meseleye girer.

FASIL İÇİNDE VASIL

Yahudi ve Hristiyandan Fitre Zekâtını Almak

Ebu’l-Hasen ed-Dârekutnî (r.a.), kitabında Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin Ya­hudi ve Hristiyanlardan fitre zekâtı aldığını aktarır.

Meselenin bâtınî yorumu şudur: Hemcinsin olmayan birine iyilik yapmaya niyetlenmenin iyiliği sana döner. Ben, bir Yahudi ve Hristiyanın inandığı din ve kitaplarında doğru olan şeylere kendi kita­bıma inanmam yönüyle inanırım. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Müminler Allah Teâlâ’ya, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve elçilerine inanan kimse­lerdir. Peygamberlerinden hiç birini ayırt etmeyiz-’415 Buradan, Müslüman fitre zekâtını Yahudi ve Hristiyandan alabilir. Çünkü ben de onun inandığına inananlardandım. Çünkü benim kitabım onun kitabını, di­nim onun dinini içerir. Dolayısıyla, onların dini ve kitabı benim kita­bım ve dinime dahildir.

Nefsin ibadete hazzı ortak yapması, ‘Üzeyr Allah Teâlâ’nın oğludur, Me­sih Allah Teâlâ’nın oğludur’ diyen Yahudi ve Hristiyanların durumuna benzer. Müminin ise, bu nitelikteki nefisten zekâtı alması gerekir. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, bir Yahudi cenazesinde ayağa kalkmış ve şöyle demiştir: cO bir nefis değil midir?’ İşte bu, Yahudi ve Hristiyandan fitre zekâtını al-


manın batını yorumudur. Bu durum, manayı dikkate aldığında böyle­dir. Yahudi ve Hristiyan kelimelerinin türetildiği ‘hidayet (yahudi)’ ve ‘yardım (nasranî, hristiyan)’ kelimelerinin lafzını dikkate aldığında ise, onlardan zekât almak, zekâtla sadece Allah Teâlâ’nın rızasını gözetmek anlamı­na gelir.                                    '

Elli birinci kısım sona erdi, onu elli ikinci kısım takip edecektir.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar