OTUZ BEŞİNCİ SİFİR 2. Bölüm
Bunlardan birisi de dört yüz yirmi
beşinci bölümden ‘Barıştan savaşa kaçanın dunımu’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Allah
Teâlâ’nın yoluna yönelmenin savaştan kaçıp barışa yönelmek demek olduğunu bilmelisin.
Allah Teâlâ barışı taleb etmeyi bize emretmiştir.’ Şöyle demiştir: ‘Barışa
ancak zayıflığını veya hakikatini müşahede eden yönelebilir.’ Şöyle demiştir:
‘İsimler hüküm sahibidir. Lehinde veya aleyhinde olmak üzere, üzerinde hangi
isim hakim ise o isme aitsin ve o isim Allah Teâlâ’nın isimlerinden birisidir.
Bu itibarla senin üzerinde hakim olan isim, senin Rabbindir. Bu nedenle
izafetler çoğalmış, şöyle denilmiştir: ‘Abdullah, Abdurrahim, Abdurrahman,
Abdulkafı, Abdulbaki, Abdulkebir vb.’ İlahi isimler sayısinca bu ifadeler
çoğalabilir. Aynı şey zamir ve kinayeler için geçerlidir. Ayette ‘Kuşkusuz
benim kullarım'131, ‘Kullarımızdan birini buldu’132 ve ‘Ben
Allah Teâlâ olanın1’133 buyrulmuştur. Buradaki nun harfi
(inenî) vikaye harfidir ki amaç (birinci tekil şahıs zamiri olan) ye
zamiridir. O da bir şeyin kendi kendine izafesi demektir.’
Bunlardan birisi de dört yüz yirmi
altıncı bölümden ‘Perdenin perdedar olması’ bahsidir: Şöyle demiştir:
‘Hükümdarın perdedarları onun perdeleridir. Bu sayede halkın gözlenuin kime
bağlandığını ve iliştiğini görür. Gözler perdedarları mı görür yoksa hükümdarı
görmek talebiyle onları aşar mı? Perdedarlar Allah Teâlâ’nın bir imtihanıdır.’
Şöyle demiştir: ‘Peygamberler perdedardır. Onlar -kendilerine değilAJlah’a davet
ederler.’ Şöyle demiştir: ‘Melekler Allah Teâlâ ve peygamberler arasındaki
perdedarlardır. Rivayetten maksat isnadın söyleyene ulaştırılmasıdır. Raviler
ne kadar az ise isnat o kadar değerlidir. Bunu daha önce açıklamıştık. Allah
Teâlâ (peygamberi adına) şöyle buyurur: ‘Basiret
üzere Allah Teâlâ’ya davet ederim.’134 Bu ifadede melek aradan kalkmıştır.
‘Ben ve bana tâbi olanlar.’ Bu kez peygamber ortadan kalkmıştır. Ebu Yezid
şöyle der: ‘Kalbim bana Rabbimden (aktararak) söyledi ki...’ Gerçekten de O’ndan
almıştır. Ey inkarcı kişi! Bu kitabın ifadesidir.’ Şöyle demiştir: ‘Allah
Teâlâ herhangi bir kişiyle perde veya vahiy olmaksızın konuşmaz...,13S Allah
Teâlâ vasıtaları kaldırarak doğrudan vahiy gönderebildiği gibi bazen herhangi
bir yerde sana tecelli ederek seninle konuştuğu bir perde ardından
konuşabilir. ‘Ya da elçi gönderir.’ Elçi insan cinsinden olan veya olmayan
(melek) kimsedir.
Bunlardan birisi de dört yüz yirmi
yedinci bölümden ‘Yaratılmışın üzerindeki haklar’ bahsidir: Şöyle demiştir:
‘Sıradan insanlara göre haklar yaratılmışların sayısınca çoğalır ve
farklılaşır.’ Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ’nın seçkin kullarına göre hakların
çoğalmış olması ilahi isimlerin farklılığından kaynaklanır.’ Şöyle demiştir:
‘Hükümlerin farklılığı isimlerin farklılığından kaynaklanır. Denizin balığı
helaldir. Balıklardan birisine ‘deniz domuzu’ adın, verirsen, bu ismin hükmü
nedeniyle onun eti haram haline gelir. İmam Malik’e deniz domuzunun
hükmü'sorulmuş, o da ‘haramdır’ demiştir. ‘Fakat o bir balıktır’ denildiğinde
şöyle demiştir: ‘Siz ona domuz dediniz.’ Şöyle demiştir: ‘Ölü eti sen sağlıklı
olduğun sürece haramdır. Artık imkân ortadan kalkıp insan mecbur kalmışsa,
helal olur. Hakkın seni hangi isimle isimlendirdiğine bakmalısın! Sen o isme
aitsin. Demek ki sen sana aitsin. Çünkü (o eti) bulan da sensin, zorda kalmış
olan da sensin. Her halükarda kendinin dışına çıkmış değilsin. Şendeki hükmün
bizzat kendindendir; sen olduğunda isimlerin hükmünde bulunman kaçınılmazdır.
İlahi isimlerin hükmünde ol ki, şeref sana ait olsun.’
Bunlardan birisi de dört yüz yirmi
sekizinci bölümden ‘Keremin keremi himmet sahiplerine mahsustur’ bahsidir:
Şöyle demiştir: ‘Bağışlama ve affa varlık vermekle kerem gösteren kimse
bağışlar ve affederse (bilmelidir ki) bağışlamak ve affetmek bir keremdir. Bu
itibarla onun affetmesi ‘keremin keremi’ diye isimlendirilir.’ Şöyle demiştir:
‘Kötülüğe kötülükle karşılık veren hakkında ‘Kötülüğe
ceza onun gibi bir kötülüktür’136 der. Günahkâr
kendini üzen işi yapandır. Karşılık olsa bile o iş yine de günahtır. Bununla
beraber bu isim edebin gereği Hakka verilmezken yaratılmışlara mahsus bir
isimdir.’ Şöyle demiştir: ‘İhsan Allah Teâlâ’ya aittir. Bu itibarla Allah Teâlâ
ihsanda bulunan el-Muhsin’dir. Cezalandırırsa, cezaya da ihsanda bulunmuştur.
Çünkü Allah Teâlâ onu var etmiş, var ederek kendisine ihsanda bulunmuştur.
Binaenaleyh âlemde sadece ihsan vardır. Sen de -gerçekte Allah Teâlâ’dan,
meydana gelmiş olsa bilekendinden çıkan işlere ihsanda bulunmuş olursun.’
Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ senin elin olduğunda hiç kuşkusuz söylerken senin
vasıtanla yaratmış olur. Nitekim ‘Allah Teâlâ kudretiyle yaratmış’, ‘irade ve
meşiyetini tahsis etmiştir’ dersin. Sen Allah Teâlâ’nın aracı olmaya daha
uygunsun. O ise yaratandır. Bu, ilahi fiillerin bizden, yani âlemden müşahede
edilmesidir.’
Bunlardan birisi de dört yüz yirmi
dokuzuncu bölümden ‘Sizin katınızda olan tükenir, Allah
Teâlâ’nın katındaki tükenmez’137 bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Her şey Allah
Teâlâ’nın katindadır. Varlık veya yokluk olsa bile, her şey beka
özelliğindedir.’ Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ sadakaları alır. Senin katında
tükeneni Allah Teâlâ senden alır; almasaydı tükenmeyecekti. Binaenaleyh sadece
sen ve O vardır. Başka bir ifadeyle sadece senin katında veya O’nun katında
olan vardır. Sen O’nun katındasın! Senin katında olan da O’nun katindadır. Allah
Teâlâ senden herhangi bir şeyi almamış, senden herhangi bir şey tükenmemiştir.’
Şöyle demiştir: ‘Sağ elinde bulunan, sol elinde bulunandır. Bu durumda (mesela)
sol elindeki tükenir. Her iki durumda da sağ ve sol el sahibisin. Sağ el de
senin, sol el de senin! Bununla beraber ‘Sizin katınızdaki tükenir’ ifadesi
doğrudur. Çünkü insanların bir kısmı için sol el sağ elin verdiği sadakayı
bilmez. Rüzgârdan daha güçlü olan bir adamı tavsif eden bir rivayette şöyle
denilir: ‘O adam sağıyla sadaka veren, verdiği sadakayı ise sol elinden
gizleyen kimsedir.’ Burada Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem sağ ve sol
eli ayırmışken, zat birdir.’ Bunlardan birisi de dört yüz otuzuncu bölümden ‘Zahire
ve saklamlanların en üstünü Allah Teâlâ’nın şiarlarını yüceltmektir’ bahsidir:
Şöyle demiştir: ‘Şiarlar delillerden daha gizli ve ince olan deliller demektir.
Onların delalet itibarıyla en gizli ve en hassas olanı ise âdet haline gelmiş
ayetlerdir. Onlar görülen ve yitirilen, bilinen ve bilinmeyen ayetlerdir.
Onların ne kadar sırlı olduğuna bakınız!’ Şöyle demiştir: ‘elAzim’in hakkını
ancak sürekli O’nu yücelten yerine getirebilir; kendisine ansızın geldiğinde
yücelten bunu yapamaz. Böyle bir yüceltme cahilin yüceltmesidir.’ Şöyle
demiştir: ‘Görmek kişide görülenin saygınlığım izale ederse bir perdedir.’
Şöyle demiştir: ‘Yeniden yaratılışı gören, sürekli ilahi şiarları yüceltir. Her
anda Allah Teâlâ’nın tecellisinin başkalaştığını gören, her zaman O’nu
yüceltendir. Çünkü bir hakikatte bile iş değişmiş, farklılaşmıştır.’ Şöyle
demiştir: ‘Hüküm hallere aittir. Bu nedenle halleri gören sürekli onları
yüceltir; haller her durumda onun nezdinde yenilenir. Öyle bir nisan sürekli
başlangıçtadır.’
Bunlardan birisi de dört yüz otuz
birinci bölümden ‘İslam ve imanın ihsanın iki öncülü olması’ bahsidir: Şöyle
demiştir: ‘iman ve İslam öncelik sahibidir.’ Şöyle demiştir: ‘Kabul etmemişse
durum farklıdır! Bu çift ortaya çıkmış, bitiş tekle gerçekleşmiştir. Başka bir
ifadeyle ihsan onu tekleştirmiştir. ilk tek sayı üçtür.’ Şöyle demiştir: ‘Fert
mertebesi zat, sıfat ve fiiller mertebesidir. Sıfatlar derken isimleri
kastediyorum. Bunlar üç tanedir.’ Şöyle demiştir: ‘İman tasdik demektir ve
verilen haberi tahayyülde müşahedeyle gerçekleşir. O halde ihsan gereklidir.
İslam inkıyat, yani boyun eğmek demektir. İnkıyat ancak Hakkın elinin
perçeminde olduğunu bilen için gerçekleşebilir. Öyle biri gönüllüce boyun
eğer. Hakkın elinin perçeminde bulunduğunu fark etmezse, isteksizce boyun
eğer. İhsan Allah Teâlâ’yı görmek demektir; sen O’nu görmesen bile Allah Teâlâ
seni görür.’ Şöyle demiştir:
Seni görenin karşılığı senin de O’nu
görmen
Haktır O, O’ndan başkası yok '
Görünce gören O’dur
Gördüğümüz O’ndan başkası değil
Bunlardan birisi de dört yüz otuz
ikinci bölümden ‘Hakkın gizlediği kulları güveylerdir’ bahsidir: Şöyle
demiştir: ‘Ariflerin nefisleri çadırlardaki çekik gözlü huriler gibidir. Onlar
alışkanlıklar içerisinde sakınılmış ve gizlenmiş kimselerdir. Bu itibarla
bilinirler, inkâr edilmezler.’ Şöyle demiştir: ‘Varlıklarda ilahi tesirler
onlardan ortaya çıkar (onlar vasıtasıyla). Onların karşısında varlıklar, ricl ehli
için doğum gibidir. Bir rivayette şöyle denilir: ‘Onlar vasıtasıyla size yardım
edilir.’ Onlar yardımı doğururlar. ‘Onlar sayesinde yağmur yağar.’ Demek ki
onlar yağmuru doğurur. ‘Onlar sayesinde rızıklanırsınız.’ Demek ki onlar rızkı
doğururlar. Bu itibarla onlar Abdunnasir, Abdulmuğîs (yardım edenin kulu),
Abdurrezzak (rızık verenin kulu) vb. isimlerle isimlendirilirler.’ Şöyle
demiştir: ‘Aile hakkında ciddiyet ve aile için çalışmak senin görevindir. İlk
önce kendi nefsin, sonra eşin, sonra çocukların, sonra hizmetçin için
çalışmalısın. Bu durum ‘0 her
gün bir iştedir’138
ayetinde ifade edilenin ta kendisidir. Allah Teâlâ kendi hamdini tespih etmek
üzere kendisini için her gün bir iştedir. Âlemi ise kendine ibadet etsin diye
yaratmıştır. Kendisine muhtaç oldukları ve kendilerinden Ortaya çıkan
durumlarda ehli için her gün bir iştedir. Allah Teâlâ’nın sana ihsan etmiş olduğu
nimederi iyice düşünmelisin.’
Bunlardan birisi de dört yüz otuz
üçüncü bölümden ‘illeti ispat bir yoldur’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘İllet zatı
gereği malulü gerektirse bile mertebe bakımından öncelik sahibidir. Bununla
beraber malûl varlıkta ona denk iken kendinden kaynaklanan zorunlulukta onu
geçmiş değildir. Bunu anladıktan sonra, edebin mani olmasının dışında,
(öncelik bahsine) değer vermezsin.’ Şöyle demiştir: ‘(Allah Teâlâ ile âlem
arasında illet-malûl fikrinden) şartı kabule kaçanlar, varlıktaki eşidik
korkusundan kaçmışlardır. Öyle biri mevcudun varlık hükmüne ait olduğunu bilememiştir;
önce veya sonra gelmesi bunu değiştirmez. Zattan kaynaklanan zorunluluk ise
öyle değildir. O zorunluluk -sana değilAllah Teâlâ’ya aittir. Allah Teâlâ o
zorunlulukta vardır ve O’nunla beraber başka bir şey yoktur. Varlığa aykırı
bir şey ise meydana gelmez. Şöyle diyebilirsin: ‘Allah Teâlâ vardı, O’nunla
beraber başka bir şey yoktu. Şimdi de O vardır ve başka hiçbir şey yoktur
demezsin. Buna mukabil zatın zorunluluğu hakkında her durumda şöyle
diyebilirsin: ‘Allah Teâlâ vardır ve başka hiçbir şey yoktur.
O şimdi de vardır ve hiçbir şey yoktur.’ Aradaki
farkı öğrenmiş oldun; şimdi şeriat menetmedikçe ister şarttan, ister illetten
söz et.’
Bunlardan birisi de dört yüz otuz
dördüncü bölümden ‘Karşılığı sevmek inayeti sevmektir’ bahsidir: Şöyle
demiştir: ‘Yaratılmışın yaratıcısını sevmesi, kendisini sevmeyi emreden Allah Teâlâ’yı
sevmek ile O’nu sevmenin karşılığını ve ödülünü sevmek arasında
sınırlanmıştır. Bu itibarla yaratılmışın varlığı muhafaza edilmiştir.’ Şöyle
demiştir: ‘Muhabbetin alameti, emir ve yasaklarında, sevinçte, nahoş bulunan
durumlarda, zararda ve mutlulukta sevilene uymaktır.’ Şöyle demiştir:
‘Sevginin delili, ‘ihsan eden ve lütfeden Allah Teâlâ’ya hamdolsun’ ifadesidir.
Buna mukabil sevilmenin delili de ‘Her durumda Allah Teâlâ’ya hamdolsun’
demektir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem sevinçli durumlarda şöyle
derdi: ‘Nimet veren ve ihsan eden Allah Teâlâ’ya hamdolsun.’ Sıkıntı anında
şöyle derdi: ‘Her durumda Allah Teâlâ’ya hamdolsun.’ Hadis Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemden sabit olmuş, İmam Müslim de Sahih’inde onu
zikretmiştir.’ Şöyle demiştir: ‘Rastgele inayeti sevmek hesapsız vergi ve ihsan
demektir. Ölçüye göre karşılığı sevmek ‘Kim
iyilik getirirse ona on katı verilir, kim kötülük işlerse misliyle
cezalandırılır’139 ayetinde
ifade edilir.’ Şöyle demiştir: ‘Sevgi dosdukta ihlas demektir. Bu itibarla
sevgi genel ve özel velilere mahsustur.’ Şöyle demiştir: ‘İnayet sevgisi
O’ndan, karşılık sevgisi de O’ndandır. Karşılık sevgisini O’nun bildirmesiyle
öğrendik; inayet sevgisini de bize ihsan ettiği varlıkla ve tasarrufla
tanıdık.’
Bunlardan birisi de dört yüz otuz
beşinci bölümden ‘Bazen nimet karanlık sahiplerini harekete geçirir’ bahsidir:
Şöyle demiştir: ‘Karanlık sahipleri sakin kalmış, hareket etmemişlerdir, çünkü
ayaklarını koyacak yer görememişler, düşmekten korkmuşlardır. Onların sakin
kalmaları zorunluluktur.’ Şöyle demiştir: ‘Karanlık ehli hareket ettiğinde,
nimetin büyüklüğü nedeniyle, hareket ederler. Onlar ancak Allah Teâlâ’nın
müteakip olarak ihsan ettiği büyük nimederi nedeniyle harekete geçerler. Bu nimet
onları karanlıklarını görmekten habersiz bırakır.’ Şöyle demiştir: ‘Karanlık
ehli kimdir, bilir misin? Onlar Allah Teâlâ hakkındaki bilgiye nazarî delille
ulaşanlardır. Onları iman nimeti harekete geçirebilir. Bu sayede onlar taklide
doğru hareket edip şeriatın temiz nuruyla hareket ederek beyaz mekânı görmüş
olurlar. O mekânda eğiklik veya engebe olmadığı gibi basamak da yoktur; artık
korku olmaz.’
Bunlardan birisi de dört yüz otuz
altıncı bölümden ‘Hitap haz alana mahsustur’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Allah
Teâlâ’nın hitabı belirli bir kesimle (veya özellik sahibiyle) sınırlı
değildir. O’nun daveti geneldir. Çağrılan bir olduğu gibi çağıran da Bir’dir.’
Şöyle demiştir: ‘İsimlerle çağırdığında çağıranlar çoğalır. Çağrılanların
çokluğu bir insandaki organların çokluğuna benzer. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Nefsinin senin üzerinde hakkı olduğu gibi gözünün
de üzerinde hakkı vardır. Bazen oruç tut, bazen tutma, gece namaz kıl, bazen
uyu.’ Aynı şey bütün zahirî ve bâtını güçler için geçerlidir. Demek ki sen hem
çok, hem bir olansın. O’nun isimleriyle davet eden de böyledir. Bunu
anlamalısın!’ Şöyle demiştir: ‘Sen O’nun bir nüshasısın. Ben senin vasıtanla
O’ndan gizlenirim.’ Şöyle demiştir: ‘Attığında
sen atmadın, Allah Teâlâ attı.’140 Başka bir ayette şöyle der: ‘Onları
siz öldürmediniz, Allah Teâlâ öldürdü.’141 Hâlbuki kılıç senin aletin, sen ve
kılıç birlikte Allah Teâlâ’nın aletisiniz.’ Şöyle demiştir: ‘Şu sözü söyleyen
kişi ne kadar da cahil: Allah Teâlâ falan işi yaratmamıştır! Hâlbuki Allah
Teâlâ peygamberine attığını söylemiş, sonra atma fiilini olumsuzlamış ve
olumlamış, sonra şöyle demiştir: ‘Sen
atmadın, attığında sen, fakat Allah Teâlâ attı.’142 Atmak Hz. Peygambcr’dert meydana
gelmiş bir fiildir. Peygamber Allah Teâlâ’nın bildirdiğine göre (toprağı)
atmış, kâfirlerin gözlerine ulaştırmış, herhangi bir müşrikin gözü geride
kalmaksızın hepsine toprak dolmuştur. Böyle bir iş yaratılmışın işi olamaz.
İnsanların bir kısmı hakkında şaşılacak olan şudur: İman ettiği bir işi inkâr
etmektedir.’
Bunlardan birisi de dört yüz otuz
yedinci bölümden ‘Tespih yaralamadır’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Tenzih eden
Hakla tenzih etmez, O’nu tenzih ederse, hiç kuşkusuz tenzihten tenzih etmiş
sayılır. Çünkü O’nun her tenzih niteliğine karşılık teşbih niteliği vardır. Bu
itibarla tespih, tercih, yani yaralamak demektir. Allah Teâlâ’yı tespih etmek,
hikâye ve aktarım tarzında olabilir. Allah Teâlâ bu husustaki iradesine göre
kendisini tespih etmiştir. İşte O’nu bilen edeplilerin tespihi budur.’ Şöyle
demiştir: ‘Yokluğun yokluğu varlık demek iken tenzih de kendisiyle nitelendiği
özellikten tenzihidir.’ Şöyle demiştir: ‘Tespih ehli kimi tespih ettiklerini
gördüklerinde şöyle demişlerdir: ‘Kendimi tenzih ederim.’ O kendisini tespih
etmiştir.’ Şöyle demiştir: ‘Onun kendi inancına göre rabbini tespihini müşahede
çürütür. Bu dünyada bilgide aceleci davranmış, ‘kendimi tenzih ederim’ demiş,
sonra kendi halini yadırgamıştır.’ Şöyle demiştir: ‘Senden talep edilirse şu
ayeti oku: ‘Bunlar sizin amellerinizdir, onları sayıp size iade ederim.’
Bunlardan birisi de dört yüz otuz
sekizinci bölümden ‘Hamd sınırlamadır’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Senin sözün
sınırlıdır, çünkü sen kendinle kuşatılmışsın. Överken hiç kuşkusuz övdüğünü
sınırlayıp daraltmış olursun. Hâlbuki O mudaklık sahibidir. Sen de Allah Teâlâ’yı
övmekle beraber kendi övgünden O’nu tenzih eyle ve O’nu mutlaklaştır. Böyle
1
yapmak
zorunludur. Bütün gayretini harcadıktan sonra da Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem’in söylediği gibi ‘Ben seni övemem, sen kendini övdüğün gibisin’ de!
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şefaat hadisinde şöyle der: ‘Orada
Rabbimi bugün bilmediğim övgülerle övdrinı.’ Gerçeği anladıysan, bilirsin ki,
söz konusu övgüleri o mertebe ve yer izhar eder.’ Şöyle demiştir: ‘Allah
Teâlâ’nın kelimeleri tükenmeyeceğine göre, Allah Teâlâ’ya kendisinden kaynaklanan
övgünün biteceği bir sınır yoktur.’ Şöyle demiştir: ‘Övenin hali değiştiği
ölçüde, Allah Teâlâ’ya yapılan övgüler değişir. Çünkü mutluluk hali sıkıntı haliyle
bir değildir. Bu nedenle Allah Teâlâ’ya yapılan övgüler (hallere göre) farklılaşır.
Bir vakitte insan ‘Nimet veren ve ihsan eden Allah Teâlâ’ya hamdolsun’ derken,
bir vakitte ‘Her halde Allah Teâlâ’ya hamdolsun’, bir vakitte ‘Bizi bu yola
ulaştıran Allah Teâlâ’ya hamdolsun’, bir vakitte ‘Bizden üzüntüyü gideren Allah
Teâlâ’ya hamdolsun’, bir vakitte ‘Bize vadettiğini doğrulayan Allah Teâlâ’ya
hamdolsun’, bir vakitte ‘Çocuk edinmeyen, mülkünde ortağı olmayan, zelil dostu
olmayan Allah Teâlâ’ya hamdolsun’, bir vakitte ‘Kuluna kitabı indiren Allah
Teâlâ’ya hamdolsun’, bir vakitte ‘Gökleri ve yeri yaratan Allah Teâlâ’ya
hamdolsun’, bir vakitte ‘Gökleri ve yeri var eden Allah Teâlâ’ya hamdolsun’,
bir vakitte ‘Seçtiği kulları üzerine selam eden Allah Teâlâ’ya hamdolsun’, bir
vakitte ‘Size ayetlerini gösteren Allah Teâlâ’ya hamdolsun’, bir vakitte ‘Alemlerin
Rabbi Allah Teâlâ’ya hamdolsun’ diyebilir.’
Bunlardan birisi de dört yüz otuz
dokuzuncu bölümden Tevil tehlil sahiplerine aittir’ bahsidir: Şöyle demiştir:
‘Tehlil mertebeleri farklı olduğunda tevilin hükmü ortaya çıkar. Her tehlilin
bir hali, dili, adamları ve makamı vardır.’ Şöyle demiştir: Tehlil ‘Allah
Teâlâ’dan başka ilah yoktur (la-ilahe illAllah Teâlâ)’ ifadesidir. Burada
olumsuzlar ve olumlarsın.’ Şöyle demiştir: ‘Olumsuzladığının ne olduğunu
düşünür ve incelersen onun olumladığının ta kendisi olduğunu görürsün. Allah
Teâlâ kasıtla karşılık vermemiş olsaydı, tehlilin karşılığı büyük olmazdı.
Vardığımız görüşün delili ‘Rabbin kendinden başkasına ibadet
etmemenize hükmetti’143
ayetidir. Onlar ibadet ettiklerine ilahlığı nispet etmeden mi ibadet ettiler?
Demek ki onlar sadece Allah Teâlâ’ya ibadet etmişlerdir, yoksa o varlıklara
ibadet etmiş değillerdir. Bunun delili ‘De ki
onları isimlendirin’144
ayetidir. Bu bütünüyle bilgi demektir, hâlbuki ‘onları niteleyin’ dememiştir.
‘Onların nispetlerini gösterin’ demiş olsaydı, hiç kuşkusuz, ilahlığı Allah
Teâlâ’ya nispet edeceklerdi.’
Bunlardan birisi de dört yüz kırkıncı
bölümden ‘Allah Teâlâ kimden daha büyüktür?’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Allah
Teâlâ yaratıklarını kendi suretinde yaratmamış olsaydı, mukayese anlamı içeren
‘Allah Teâlâ en büyüktür’ demezdi. Allah Teâlâ asıl olduğu için ‘en büyük’
demiştir. İnsan-ı kâmil de o asla göre yaratılmıştır.’ Şöyle demiştir: ‘Göklerin
ve yerin yaratılışı insanların yaratılışından daha büyüktür.’145 insanlar (üzerinde yaratıldıkları)
suretlerini unuttuklarında, karşılaştırma sahih olabilir. Bu ise gökler ile
yerin insan bedeninin ve nefs-i natıka’mn iki ilkesi olması anlamına gelir.
Gökler ulvi kısım iken yeryüzü süfli kısımdır, insan o ikisinin neticesi ve
edilgenidir. Fail münfail (edilgen) olandan büyüktür. ‘İnsanların
çoğu bilmez’146 dediğine göre, cismi kastetmiş olamaz.
Başka bir ayette ‘Erkeklerin kadınlar üzerinde bir
derecesi vardır’147 der.
Çünkü Havva Adem’den, Âdem topraktan yaratılmıştır. Âdem toprak nedeniyle Havva’dan
bir derece üstün iken bu itibarla Âdem Havva’nın annesi sayılırken kendisi
toprağın oğlu, toprak ise onun annesidir. ‘Sizi
oradan yarattık, ona döndüreceğiz.’148 ‘Onu annesine döndürdük ki, gözleri
aydın olsun.'149 Bu nedenle
insan defnedilirken toprağa gömülür ve toprak bir anne gibi oğlunu bağrına
alır. Toprak onu yolculuktan gelen bir evladı karşılayan şefkatli anne gibi
kucaklar. Bu bir muhabbet kucaklamasıdır. ‘Sizi tekrar
oradan çıkartacağız’150 Bu da
diriliş demektir.’
Bunlardan birisi de dört yüz kırk
birinci bölümden ‘Sana ait olan sahip olunan bir şey değildir’ bahsidir: Şöyle
demiştir: ‘Sana ait olan seni talep eder, sen yorulma! Onu sen ararsan,
yorulursun ve o sana sahip olur.’ Şöyle demiştir: ‘Sana ait olan, senin
değildir, katından geldiği kimsenindir.’ Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ sana
aittir ve Allah Teâlâ’ya sahip olunmaz.’ Şöyle demiştir: ‘İnsanın en güçlü
hilesi, Allah Teâlâ’yı bilmede O’nun kendinde bulunduğu durum hakkında verdiği
haberle itminan bulmamasıdır. İnsan nazarî düşüncesiyle o haberleri inceler,
tevil eder, kendi inancında var ederek sahip olduğuyla ‘sahip olunmak’ halinden
çıkmayı umar. Böylece kendisi sahip olmak ister. Çünkü inancında var ettiği
onun mülküdür. Başka bir ifadeyle ona sahip olan kendinden başkası değildir.
Onu yaratmış, sevmiştir ve sevilen sahiptir. Bu nedenle akılcı insan, inandığı
şeyin sahibi olduğunu onaylar. Öyle biri sahip ve sahip olunan, yaratan ve
yaratılandır. Bıınu anlamalısın!’
Bunlardan birisi de dört yüz kırk ikinci
bölümden ‘Haramlara saygı göstermek ikramlardandır’ bahsidir: Şöyle demiştir:
‘Eşleri nezdinde yasaklar artınca, onları korumuşlar, kendilerine karşı kıskanç
olmuşlardır. Bu onun adına daha hayırlıdır. Çünkü nesebin sahihliği aileyi kuşkudan
korur. Yatakta doğan hakkında kuşku doğmaz. ‘Çocuk yatağa aittir.’ Şöyle
demiştir: ‘Allah Teâlâ yeryüzünü bir yatak ve döşek yapmış, oradan Âdem’i
kendi suretinde yaratmıştır. Bir rivayette ‘Çocuk babanın sırrıdır’ denilir.’
Şöyle demiştir: ‘Bu talep edilen hikmet olmasaydı, yatak demekle yetinilir, firaş
denilmezdi.’ Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ lafızları boş yere zikretmemiştir. Bu
lafız mana için gelmiş bir harftir ki o da söylediğimizdir. Sınırlama!’ Şöyle
demiştir: ‘Orada her güzel çiftten yetiştirdik.’151 Orada ikizler meydana getirmiştir ve
bu nedenle ayette ‘Her güzel çiftten yetiştirdi’152 denilmiştir. Kastedilen hamilelik
sonrasıdır. Suyu ona ulaştırmış, yetiştirmeyi ve büyümeyi ona ve toprağa
nispet etmiştir. ‘Allah Teâlâ sizi yeryüzünden bitki
olarak yetiştirir.’153 Kelime nebete fiilinin
mastarıdır; hâlbuki inbat dememiş, çocuğu babasma nispet etmiştir. Baba
çocuğun rahme düşmesine vesile olarak onun üzerinde babalık hakkı kazanır. Aynı
şekilde anneye de nispet edilmiştir; anne de karnından çocuğu çıkartmakla onu
doğurmuş olur. Döşeğin vermiş olduğu neticeye bakınız! Allah Teâlâ kendisiyle
yaratıkları arasında bir nesep ve bağ yaratmış, bu bağ vikaye
kelimesinden türetilmiş takvadan ibarettir. Bir rivayette ‘Bugün sizin
nesebinizi alçaltacağım, kendi nesebimi yükselteceğim, takva sahipleri
nerededir’ denilir. ‘Allah Teâlâ katında en keremli olanınız,
en takva sahibi olammzdır.’15*
Bunlardan birisi de dört yüz kırk
üçüncü bölümden ‘Küçükken inayete mazhar olan büyükken tevazu gösterir’
bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ Hz. Yahya’ya çocukken hikmet vermiştir.’
Ayette ‘Ona küçükken hüküm verdi’155 ve ‘Daha
önce onun adaşı yoktu’156
denilir. el-Cebbar düşmanını ona musallat kılmış, onu öldürmüş, Allah Teâlâ da
onu düşmanından korumamış veya bir taşkını başkasının üzerine salarak
kendisine yardım etmemişti.’ Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ Hz. Yahya’nın hayatta
kalmasını murat etmiş, bu nedenle onu şehitlik yoluyla öldürmüş, hayatını baki
bırakmış, Hz. Yahya Allah Teâlâ düşmanlarının Allah Teâlâ uğruna öldürdüğü
kimselerden birisi olmuştur. Onlar için Allah Teâlâ iki hayatı bir araya getirerek
‘Allah Teâlâ yolunda ölenlere ölü demeyiniz, onlar
diridir, siz fark etmezsiniz’157' ve ‘Allah
Teâlâ yolunda öldürülenleri ölü saymayın, onlar Rablerinin katında rızıklanır’158
buyurmuştur. Gerçi ölüm değerli bir iştir, çünkü ölüm, en değerli kimse olan Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in niteliğidir. Ayette ‘Sen öleceksin;
onlar da ölecek’159
denilir. Binaenaleyh büyükler âdetleri aşarak farklılaşmaz; onlar bütün
hallerinde zahirleri ve dış görünüşleri bakımından sıradan insanlarla beraber
olurlar.’ Şöyle demiştir: ‘Küçüğe inayet, zayıflığı nedeniyle, ona merhamet
demektir. Büyüdüğünde ise kendi kendini yönetir Hakk gelir. Büyüdüğünde de
asıldaki zayıflık halinde kalırsa, kendisine merhamet eşlik eder; aslından
uzaklaşarak kibre kapılır ve önceki zayıflığının ardından yaratılmış bir güce
sahip olduğunu iddia ederse, Allah Teâlâ büyüklüğünde onu zayi eder,
zayıflığını kendisine döndürür, onu zayıf ve biçare düşürür, küçüklüğünde
zayıf iken arzuladığı hayattan ayrılmak ister.’
Bunlardan birisi de dört yüz kırk
dördüncü bölümden ‘Unutulanlar nezdinde ecirler zayi olmaz’ bahsidir: Şöyle
demiştir: ‘Hakim, zengin insanı üzerinde bulunan başkasına ait hakları vermesi
için icbar eder. Bakınız! Zekâdık malından herhangi bir kısmını inkâr edenin
(onu gizleyen) durumu böyledir. Sadaka memuru onun sakladığı malı öğrendiğinde,
o kısmı alır, malını bir ceza olarak ikiye taksim eder.’ Şöyle demiştir:
‘Temenni eden, temennisiyle zenginin derecesine ulaşır. Başka bir ifadeyle
temenniyle herhangi bir güçlük, zorlanma, istek veya hesap olmaksızın zenginin
malıyla yaptığı hayırlara ulaşabilir. Onlar ecirde eşit iken yoksulluk ve
iyilik yapma hasretinden kaynaklanan ecirde temenni sahibi üstün olabilir. Allah
Teâlâ ‘İyi amel işleyenlerin ecrini zayi
etmez’160 Onun
temennisi de amelinin parçasıdır.’ Şöyle demiştir: ‘Mal, biriktirilmek
maksadıyla talep edilmez. Allah Teâlâ onu infak edilsin diye yaratmıştır. Kim
malı biriktirip Yaratan’ın belirlemiş olduğu hakkı ödemezse, Allah Teâlâ onu
cehenneme atar, cehennem onun döşeği olur. O kişinin malı cehennem
ateşindeyken onun üzerinde ısıtılır, sonra da alnına sürülür. Bunun sebebi
sadaka isteyenin onun önce alnıyla karşılaşmış olmasıdır. Buna mukabil zengin,
dilencinin kendisine yöneldiğini görünce, yüzünü çevirir, sanki onu
görmemişçesine kendisinden yüz çevirir. Sonra ‘yanlarına’ sürülür. Sonra da
‘sırtlarına’. Çünkü zengin dilenciye önce bir yanını, sonra sırtını döner ki
isteğine karşılık vermesin. Böylece kızdırılmış mal, (dilenciye gösterdiği)
bütün kısımlarına ve mekânlarına sürülür. Bunlar zikredilen üç mekândır (alın,
yan ve arka), bir dördüncüsü yoktur.
Bunlardan birisi de dört yüz kırk
beşinci bölümden ‘Değirmenin kutbunu onun emiri döndürür’ bahsidir: Şöyle
demiştir: ‘Değirmen kendi kutbu üzerinde döner ve onun kutbu kendi içindedir.
Kutup değirmenin sabit olan kendisidir ve kutup hareket kabul etmediği gibi
dönerken yer değiştirmez.’ Şöyle demiştir: ‘Değirmen emirle döner. Kutup
olmasaydı değirmen dönmezdi. Bu itibarla kutup emir demektir. Kutup değirmenin
kendisinden başka ne olabilir ki; hem emir, hem emretmek, hem memur!’ Şöyle
demiştir: ‘Kutup gücü bilir, görülmez, kendisi görür. Onu gören nezdinde de farklılaşmaz.
Bununla beraber genel itibarıyla onu gördüğünü bilir. Allah Teâlâ’yı bilmek
üzerinde varlık değirmeni döner. O bilinir, görülmez, görülür ve temeyyüz
etmez.? Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ’yı böyle bir bilgiyle bilmeyen
O’nu bilememiş demektir. Binaenaleyh hiç kimse müşahedesinde O’nu bilememiş,
O’nu bilirken kendisini müşahede etmemiştir.’
Bunlardan birisi de dört yüz kırk
altıncı bölümden ‘Nakiplerden olmaya karşı direnenin durumu’ bahsidir: Şöyle
demiştir: ‘Nakip Allah Teâlâ hakkında bilgi hâzinesini nefsinden çıkartmak
isteyendir. Söz konusu kişi ayette ‘Onlara
ayetlerimizi ufuklarda ve nefislerinde göstereceğiz’161 ve ‘Nefislerinizde
de, görmez misiniz’162
denildiğini duymuştur. Bu itibarla Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de
‘kendini bilen Rabbini bilir’ demiştir.’ Şöyle demiştir: ‘Böyle bir bilgi
sahibi olmaya karşı direnen insan nakiplerden olamaz.’ Şöyle demiştir: ‘Delil
ile medlûl arasında bağlayıcı yön bilindiğinde, nazarî yönden delili
inceleyerek Allah Teâlâ’ya istidlali değersiz görür. Delil ile medlûl
arasındaki bağ insanın nefsinden başkası değildir. Sonuçta nefsini Allah Teâlâ
vasıtasıyla tanıyanlardan olur. Ebu Hamid ve benzeri bazı akılcılar, bu görüşe
varmış olsalar bile, bizim bu konudaki metodumuz onların yönteminden
farklıdır. Onların bu hususta vardıkları kanaat doğru değilken bizim vardığımız
görüş doğrudur. Bu görüş Allah Teâlâ hakkındaki bilgiyi iman yoluyla almak,
sonra Hakk bütün güçlerimiz oluncaya kadar imana göre ameldir. Bu durumda Allah
Teâlâ’yı Allah Teâlâ ile bilir, Allah Teâlâ’yı tanımanın ardından da kendi
nefsimizi Allah Teâlâ’nın vasıtasıyla biliriz. Allah Teâlâ’yı bilmede Allah
Teâlâ ehlinin yöntemi budur.’
Bunlardan birisi de dört yüz kırk
yedinci bölümden ‘Halin genel olması imkânsızdır’ bahsidir: Şöyle demiştir:
‘Mizaçlar farklı farklıyken varidatı kabul eden nefisler mizaca tabidir.
Nefisler mizaca tabiyken varidat da hallere göre gelir. Bu itibarla bir halin
genel olması mümkün değildir; her varidin kendine mahsus bir hali vardır. Bu
nedenle bir kişiyi sarhoş eden hal ötekini ayık Hakk getirir; ne sarhoşluk, ne
ayıklık genelleşir.’ Şöyle demiştir: ‘Hal, isminin genelliği itibarıyla
umumileşir. Söz konusu haller akıl ve duyuyla nefislerde idrak edilen ve
farklılaşan hallerdir.’ Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ’nın gazabı ve rızası
haller arasındadır. Bu itibarla sadece halle nitelenen vardır; o kişi gazaba
duçar olan veya rızaya mazhar olan birisi olabilir. Hadis için onun halin hükmü
altına girdiği söylenirken bu hususta ilahi mertebeye dair edebe riayet gerekir.’
Şöyle demiştir: ‘Hal dili ‘Benim nezdimde söz değişmez’163 ayetini indirmişken hakikat dili ‘Ben
kullarıma zalim değilim’164 der.
Bunlardan birisi de dört yüz kırk
sekizinci bölümden ‘İşleri Allah Teâlâ’ya havale bir dilektir’ bahsidir: Şöyle
demiştir: ‘Şu hususta hiçbir kuşku ve kapalılık yoktur: Birisi gemlerini senin
eline verip işini sana havale ederse -diliyle konuşmasa dahien açık beyanla
senden kendisini maslahat, hatta en maslahatlı yola ve işe ulaştırmanı senden
talep etmiş demektir. Maslahat peşinde olmasının nedeni, nefislerin ‘zararı
uzaklaştırmak, menfaatleri elde etmek’ özelliğinde yaratılmış olmasıdır.’
Şöyle demiştir: ‘Bir rivayette Allah Teâlâ’ya en sevgili gelen işin övülmek
olduğu söylenir. Allah Teâlâ kınamak nedeniyle bir zarar görmez. Sen ise acı
duyacağın için zarar görürsün. ‘Onlar
sizin acı çektiğiniz gibi acı çekerler, siz Allah Teâlâ’dan onların
ummadıklarını umarsınız.’165 Şöyle demiştir: ‘Bir kap dolmamış
olsaydı taşmazdı; kap dar geldiği için fazlayı başkasına boşaltmıştır. Bu
davranış tevfîz, yani işi havale etmek diye isimlendirilir.’ Şöyle demiştir:
‘Adam dediğin kendisine hikmetin verilip de onu içine sığdırabilen kimsedir.
Bununla beraber kendisi ve mülkü hakkındaki tasarrufu Hakka bırakır. Öyle biri
‘tevfîz ehli’ olmaz.’
Bunlardan birisi de dört yüz kırk
dokuzuncu bölümden ‘Yakın akrabalar iyiliğe daha layıktır’ bahsidir: Şöyle
demiştir: ‘Allah Teâlâ’ya yakın insanlar iyilik yaparken öncelikle
gözetilenlerdir. O aradaki yakınlık ve nesep nedeniyle Hakk’tır. İnançlar
değişik olsa bile, her inançta ve akidede bilinen el-Maruf O’dur.
Farklılıklara rağmen bütün inançların maksadı birdir. Hakk akideni kendisine
bağladığın bütün inançları kabul edicidir ve kıyamette o inançta sana tecelli
eder; o inanç seninle Allah Teâlâ arasındaki alamettir.’ Şöyle demiştir: ‘Allah
Teâlâ’yı tanıyanda şaşılacak bir iş yoktur. Şaşılacak olan orada kendisini
inkâr edenin halidir.’ Şöyle demiştir: ‘Akide sahibi Allah Teâlâ’yı ancak
kendi akidesine göre tanıyabilir. İnsanlara şöyle denilir: ‘Akitlerinize
(sözleşmelerinize) uyun.’ Arifin bir akdi olmadığı gibi yerine getireceği bir
şey yoktur. Bir arifin Hakkın tecellilerinin sayısınca gözleri vardır. O’nun
tecellileri sonsuz olduğuna göre ariflerin gözleri de sonsuzdur. Gözler
suretlerin var olmasıyla veya suretlerin var olması gözlerin var olmasıyla
meydana gelir.’
Bunlardan birisi de dört yüz ellinci
bölümden ‘Adamlar nezdinde kabul bir yönelmedir’ bahsidir: Şöyle demiştir:
‘Getirdiğin bir şeyi kabul edenin davranışı, sana yönelmenin ve dönmenin ta
kendisidir. Yüzü kabul etmekle durmamalısın! Yüze yönelmek seni yok eder ve
fani kılar. Buna mukabil kabul etmek üzere yönelmek seni baki kılar ve yaklaştırır.’
Şöyle demiştir: ‘Söylediğimizi anlamayan, yüzdeki perdelerle ilgili hadis-i
şerife bakmalıdır. Allah Teâlâ o perdeleri açmış olsaydı, zatının tecellileri
yaratılmışın gözünün gördüğü bütün yaratıkları yakar ve yok ederdi. Hâlbuki
Hakkın gözü hâlihazırda kendisini idrak ederken yanma gerçekleşmez. Allah Teâlâ
sevdiği kulunun gözü olunca kul O’nunla eşyayı idrak eder. Fakat bu esnada
Hakkı görmez. Çünkü Hakkın gözü kendisini idrak ederken yaratılmışın gözündeki
Hakk ise Hakkı idrak etmez. Yaratılmış o gözle yaratılmışları idrak edebilir.
Tecelliler yakıcıdır, onlar bakma esnasında gözün tecellilerinden ibarettir.
Çünkü ışık olmasaydı görme gerçekleşmezdi. ‘Allah
Teâlâ göklerin ve yerin nurudur.’166 O’nun zatı ise gözüdür.’ Şöyle
demiştir: ‘İş nispettir. Nispetler olmasaydı alaka ve bağ ortaya çıkmazdı.’
Bunlardan birisi de dört yüz elli
birinci bölümden ‘Güzel söz kudretin bir parçasıdır’ bahsidir: Şöyle demiştir:
‘En güzel söz Hakkın kelamına benzeyen sözdür. O sözde yaratılmış ve kadim
ortaktır. Allah Teâlâ Rauf ve Rahim iken Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
müminlere karşı rauf ve rahimdir.’ Şöyle demiştir: ‘Benzeşme olmasaydı Allah
Teâlâ’nın sözünden hiçbir şey anlamaz, hiçbir manaya ulaşamazdık.’ Şöyle
demiştir: ‘Müteşabih içindeki muhkem, bir benzeşme ve teşabühtür. Onu tevil
eden hiç kuşkusuz kendisini ortaklık anlamından izale etmiş demektir; hâlbuki
ortaktır. Onu tevil eden doğruluk yolundan uzaklaşmış ve sapmıştır.’ Şöyle demiştir:
‘En güzel sözü bilen kişinin alameti, o sözün gösterdiğine uymak ve tâbi
olmaktır. Öyle bir insan iyiliğe iyilikle karşılık verir. ‘İyiliğin
karşılığı iyilikten başka nedir ki?’167’ Şöyle
demiştir: ‘Güzel söz Hakka ve doğru yola ulaştırır, derin manalara vâkıf kılar,
onları sana açar.’
Bunlardan birisi de dört yüz elli
ikinci bölümden ‘İzafe edilmiş ilaha ibadette insaf bahsidir: Şöyle demiştir:
‘Allah Teâlâ kendisini yaratıklarından herhangi birisine izafe ederse, izafe
edilenin ibadetini derinden düşünüp o ibadeti yerine getirmelisin. Çünkü sen
toplayıcı ve kuşatıcı bir suretsin ve Allah Teâlâ sana söz konusu özel izafeti
bu maksatla bildirmiştir.’ Şöyle demiştir: ‘İzafe edilen İlah’a misal ‘Sizin
ilahınız.. .’168, ‘Bize
veren Rabbimiz’169, ‘Doğunun ve batının Rabbi’170,
‘Göklerin Rabbi’171, ‘Sizin ve babalarınızın Rabbi’172,
‘İki doğunun ve iki batının Rabbi’173 gibi ayetlerde geçen tamlamaları ve
izafetleri verebiliriz. Son ayette atıf edatı kullanılmış, başka yerlerde
olduğu gibi izafeti izhar etmemiştir. Bunun yapılması da anlamsız değildir.
Her tamlamada söylediğim üzere Rabbine ibadet et ki, yakın mertebesine ulaşabilesin;
yakın gelince gerçek senin için belli olur, tamlamanın değerini öğrenirsin. Bu
itibarla hiç kimse izafet ve tamlamadan yoksun Mutlak İlah’a ibadet etmemiştir.
Öyle bir ilah meçhul ilah olabilir.’
Bunlardan birisi de dört yüz elli
üçüncü bölümden ‘Tecelliler lemahat ehline aittir’ bahsidir: Şöyle demiştir:
‘Bir şeye o şeyin kendisinden daha açık ve daha güçlü delil yoktur. Bu
itibarla bir şey ortaya çıkmış olduğu halde kişi için delil sabit değilse,
eksiklik o kişidendir; yoksa söz konusu şey görevini yerine getirmiştir.
Hakikati acizlik olan biri aciz olduğunda, hiç kuşkusuz, kendi hakkını yerine
getirmiş sayılır. Demek ki her iki uçtan (Hakk ve halk) vefa (yani kendi
işlerini yerine getirmek) gerçekleşmiştir.’ Şöyle demiştir: ‘Gözün açıp
kapanması çarpan bir şimşeğe benzer. Şimşek ortaya çıkar, görünür ve kaybolur;
kalsaydı, yok ederdi.’ Şöyle demiştir: ‘Yüzün tecellileri sahip olduğun ‘senin
sen olduğun’ hakkındaki bütün iddiaları siler ve yakar. Geride sadece Allah
Teâlâ kalır ki gerçekte sadece O vardır. Bu yakma değil, açıklama ve beyandır.’
Şöyle demiştir: ‘Bir şeyin yüzü onun hakikatidir. ‘Her
şey yok olacak, O’nun vechi (yüzü) müstesna.’174 ‘Şey
derken kastedilen zata ilişen şeydir. Ona ilişenin bir yüzü
olunca, o şey kendiliğinde helak olmaz, sadece iliştiği şeye nispetle helak
olabilir. ‘Onun yüzü’ ifadesindeki zamir şeye dönerken aynı zamanda Hakka da
döner. Sen de yerleştirildiğin makama göre hareket edersin, çünkü vakit
sahibisin.’
Bunlardan birisi de dört yüz elli
dördüncü bölümden ‘Seçilmiş kendisine karşı suç işlenip de bağışlayandır’
bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Nefsin bir hakkı vardır. Ona karşı suç işlenip suçu
bağışladığında ‘seçilmiş zalim’ kişisin. Söz konusu insan ayette zikredilen üç
kişinin ilkidir. Burada nefsinin hakkını kendisine zulmedenden almamış, sevabı
Allah Teâlâ’ya havale etmiştir.’ Şöyle demiştir: ‘Günahı tetkik edersen, hiç
kuşkusuz onun izi silinmiş, varlığı veya eseri geride kalmamıştır. Allah Teâlâ
‘Gafur ve Rahim’dir.’175 Af onların talep ettiği bir şeydir.’
Şöyle demiştir: ‘Seçilmiş Hakkın seçtiği kişidir. Fakat o ‘Rabbin
yaratır ve seçer’176 ayetinde
belirtilenlerdendir. Burada bir kalıntı veya tortu yoktur. Nefisler
nefislerdir; Allah Teâlâ değerli ve en değerli olanları seçer.’ Şöyle demiştir:
‘Seçilmişler kitaba varis olanlardır; kitap tahriften ve eklemeden korunmuş
Kur’an’dır. Diğer kitaplar da korunmuş olsaydı, hiç kuşkusuz, onlara da varis
olunurdu. Haktan olduğu hakkında keşif verilen birisi basiret üzere o kitaba
varis olur ve ona göre hüküm verir.’ Şöyle demiştir: ‘Veraset ölümden sonra
gerçekleşir ve kitap da Muhammedi’dir. Alimler peygamberlerin varisleriyken
mirasın konusu kitaptır. Ölen ise onun sahibidir ve o ölümle birlikte Allah
Teâlâ’ya gitmiştir.’ Şöyle demiştir: ‘Meyleden kişi zalim olmuşken ölçülü giden
kanaatkârdır ve yetinmiştir; öne geçen, gerçeği elde etmiş ve kazanmıştır.
Bunlardan dilediğin birisi ol.’
Bunlardan birisi de dört yüz elli
beşinci bölümden ‘Dostun özelliklerinden birisi düşmanlardan uzak kalmasıdır’
bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Arif Allah Teâlâ’nın düşmanı olandan yüz çevirirse,
yüz çevirmeden de uzaklaşmalıdır. Öyle bir durumda arif kendisine saygı
göstermesi zorunlu ilahi bir isimden yüz çevirmiş ve uzaklaşmış olur.’ Şöyle
demiştir: ‘Allah Teâlâ’nın ‘yüz çevir’ şeklindeki emri nedeniyle düşmandan yüz
çeviren rahata erer. Böyle bir durumda yüz çeviren -kendisi değilAllah Teâlâ’dır.
Nitekim insan Allah Teâlâ’nın lanetlemesi nedeniyle lanet eder, O’nun gazap
etmesi nedeniyle gazap eder, razı olması nedeniyle razı olur. Bütün bu yerlerde
insanın kendiliğinden niteliği ve özelliği yoktur. Ebu Yezid el-Bestami şöyle
der: ‘Benim hiçbir niteliğim yok!’ Düşmanlardan yüz çevirmek Allah Teâlâ,
Peygamberi ve işlerin sonunun gösterildiği kimseler adına mümkün ve geçerli
olabilir. Onların dışındakilerin yüz çevirmesi söz konusu değildir. Onlar
sadece Allah Teâlâ düşmanlarını dost edinmez, onlara sevgi gösterisinde
bulunmazlar.’ Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ düşmanından yüz çevirmiş olsaydı
ona rızık ve nimetini vermez, ona bakmazdı. Hâlbuki Allah Teâlâ
cehennemliklerin zakkum ağacından yiyeceklerini bildirmiştir. Onlar o ağaçtan
karınlarını doyurur, susamışlar ise kaynamış su içerler. Allah Teâlâ yüz
çevirmiş olsaydı, düşmanının varlığı kalmazdı, çünkü onun varlığını muhafaza
edecek biri olmazdı. Varlığını muhafaza eden olmayınca yok olur, varlığı
silinirdi. Şu ayeti buyuran Yüce Allah Teâlâ’dır: ‘Allah
Teâlâ her şeyi koruyandır.’177 Başka bir ayette ‘O ikisini
korumak kendisine ağır gelmez’178 denilir.
Bunlardan
birisi de dört yüz elli altıncı bölümden ‘Yarışmadan çekinmek’ bahsidir: Şöyle
demiştir: ‘Himmet sahipleri, ilahi cömertlik ve kerem anlamlı isimlere ulaşmada
öne geçmek üzere birbirleriyle yarışır, o isimlerin eserleri kendilerinde
bulunsun diye onlarla Allah Teâlâ’ya dua ederler.’ Şöyle demiştir: ‘Yarışma
güzel işlerde olabilirken nefislerden daha güzeli, enfes olan işler; onlardan
daha güzeli daha güzel olanlardır.’ Şöyle demiştir: ‘Yarışılması gereken bir
işte yarışmadan uzaklaşan ve geride kalan kişi tembel, gevşek, himmetsiz ve
nefsaniyeti olmayan birisidir.’ Şöyle demiştir: ‘Güzel koku tohumların
nefesleridir. Onların kokuları olmasaydı, misk buruna ulaşamaz veya ehli
arasında yarışmada mücadele gerçekleşmezdi. Yarışma (iyi şeylerin) kokularının
alınmasıyla gerçekleşir.’ Şöyle demiştir: ‘Nefeslerin değerini ve kokularını,
onların ortaya çıkarmış olduğu ilahi bilgileri ancak hayvanlar bilebilir.
Bakınız! Hayvanlar her şeyi koklar, karşılaştıklarında birbirlerini de
koklarlar. Hayvan herhangi bir şeyle karşılaşınca başıyla ona yönelir ve onu
koklar.’ i
Bunlardan birisi de dört yüz elli
yedinci bölümden ‘Hakkı müşahedede yaratılmış ne zaman sabit kalır’ bahsidir:
Şöyle demiştir: ‘Yaratılmışlar müşahede vaktinde sabit kalmaz. Daha doğrusu Hakk
onların gözleri olmadığı sürece, yaratılmış, tecelli esnasında müşahedede sabit
kalamaz. Allah Teâlâ nurdur ve idrak nur vasıtasıyla gerçekleşir.’ Şöyle demiştir:
‘Arifin tecelli esnasında sabit durup bayılmadığını veya kendinden geçmediğini,
beden dağının parçalanmadığını görürsen, onun Hakk olduğunu bilmelisin. Bunun
da bir alameti vardır: Belirtilen haldeki birisini gören insan -kendisi de
onun gibi değilseonu görmüş olmakla kendinden geçer ve bayılır.’ Şöyle
demiştir: ‘Bulunduğu halde bayılan ve heyeti ve durumu başkalaşan veya
kendinden geçen veya çığlık atan veya zorlanan veya fani olan birini görürsen,
onun yaratılmış biri olduğunu, Haktan bir özelliğin onda bulunmadığını
bilmelisin; hareketi dürüst olsa bile, onun nihayetteki durumu Evtad makamında
iken Hz. Musa’nın dağı gibi olmaktır veya o Hz. Musa’nın varisidir.’
Bunlardan birisi de dört yüz elli
sekizinci bölümden ‘Nefislerin miracı ünsiyete aittir’ bahsidir: Şöyle
demiştir: ‘İlahi nefeslerin bir takım miraçları vardır ki o miraçlarda nefisler
ilahi tuzağa doğru yükselirler. Allah Teâlâ’nın öyle kulları vardır ki, onlara
nimetler ayaklarının altından ulaşır. Bu nimeder onların talep ettiği ve bu
nedenle kendi kazançları (kesp) olan nimederdir ve bu nedenle ayaklarının
altından meydana gelmişlerdir. Onlar yüksekliği talep eden süfli kısımlardır ve
bu nedenle de miraç ederler.’ Şöyle demiştir: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in, sarkıtıldığında Allah Teâlâ’nın üzerine düşeceğini buyurduğu ipten
nefisler bizi talep etmek üzere yükselir.’ Şöyle demiştir: ‘Ulvi nefislere
beşeri ruhlar yükselir. Bu ruhlar Sidre-i münteha’ya varıncaya kadar ulvi
gökleri, oradan en yüce nuru, oradan en tatlı mekânı, oradan en yüce mevkıf ı,
oradan en yakın mertebeyi, sonra me’va cennetini, sonra en yüce istiva yerini,
sonra en yüce aklı, sonra en korunmuş izzet perdesini, sonra esma-i hüsna mertebesini
aşarak en yüce mahalle doğru yükselir ve ulaşırlar; en sonunda da yayın iki ucu
kadar veya daha da yakın olan yakınlığa ulaşırlar. Burada temennilere ulaşır.’
Bunlardan birisi de dört yüz elli
dokuzuncu bölümden ‘Ecirler sonuçsuzdur’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Âlemin bir
cevher ve hakikat içinde her zaman diliminde başından sonuna kadar yenilenip
değiştiğini bilen kişi, geçen zaman ile gelecek zamanı da bilir. Onlar mevcut
olmayan dolayısıyla yok olan şeylerdir. Onlar varlığı zorunlu olmayan veya
madum olup var olmayanlardır; bu itibarla onlar göz kendilerini gördüğünde
veya akıl onlara delalet ettiğinde varlığa tâbi olurlar. Öyle bir insan
ecirlerin sonuçsuz olduğunu bilir. Fakat bu bilgi her varlıkta gerçekleşmez,
varlıkların çoğunda gerçekleşir. Onlar ‘Yeniden
yaratmak hakkında kuşkudadır.’179’ Şöyle
demiştir: ‘Ecrini Allah Teâlâ’nın vereceği kulun hiçbir ameli sonuçsuz ve
verimsiz kalmaz, çünkü Allah Teâlâ ondan başkası değildir. ‘(Kayıp
eşya) kimin yükünde bulunursa, Onun cezası (o şahsa el koymak) olacaktır.’180
Bunlardan birisi de dört yüz
altmışıncı bölümden ‘Sıfatı terkte marifetin keşfi’ bahsidir: Şöyle demiştir:
‘Bir hakikat ve onun farklı nispetleri vardır. Nispetler bazılarına göre
isimler, bazılarına göre nitelik, sıfat ve haller diye isimlendirilir. Onların
varlığını kabul eden kişi bilgiden tat almadığı gibi hükümlerini reddeden de
yine bilgiden tat almamıştır; onlarla isimlendirilenin yaratılmış olup olmaması
durumu değiştirmez. Bu itibarla hâdis olmayanda -hâdistekine görebulunmaları
daha da imkânsızdır.’ Şöyle demiştir: ‘Sıfatı terk eder denilemez. Çünkü sıfat
yoktur ki, onu terk etsin. Bununla beraber sıfatın hükmü kastedilebilir ve onu
sadece Allah Teâlâ’ya bırakabilir. Böyle bir durumda Allah Teâlâ yaratılmışlara
nispet edilmiş sıfatların ta kendisidir. Seçkin kullar o bilgiyle seçkin
olmayanlardan ayrışırlar. Hakk vasıtasıyla duyan kişi ise O’nun duyrrtak ve
duyulan/duyan olduğunu, aynı zamanda konuşanda konuşan ve söz olduğunu da
öğrenir. Bu itibarla kelam Hakkın kendisinden kendisinedir. Böyleyken sen
kimsin?’ Şöyle demiştir: ‘İş söylediğimiz gibi olunca, O’nu bilmeyen kimdir ki?
Biz sadece başka bir şeyin zuhur ettiğini gördük. Böylece hayret ortaya çıktı.
Sabit ise -ki o da âlemdiryoksa daha önce de söylediğimiz gibi Hakk değildir.’
Bunlardan birisi de dört yüz altmış
birinci bölümden ‘Anlamayan kişi anlamaz’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Anlamak
bilgiden ve ifade gücünün ardından gerçekleşebilir. Bilgi -kâbil
olmaksızınkâbili bilmektir. Bilgi ise öğrenmek ve bildirmekten sonra
gerçekleşebilir. Bazen arif bilgi öğreteni ve öğreneni bilir, bazen onun
anlayan olmadığını da bilir. Bu durumda onun anlamadığını bilir. Bununla
beraber Zeyd’in Ömer’e belirli bir şeyi öğrettiğini, onun o bilgiyi öğrendiğini
bilir. Başkasına ulaştırmaya gücü olursa öğrendiği bilgiyi başkasına
açıklayabilir; gücü yetmezse açıklayamaz. Binaenaleyh bilginin gerçekleşmiş
olmasından anlamak ve anlatmak da meydana gelmez.’ Şöyle demiştir: ‘Bu nedenle
işin seninle O’nun arasında olduğunu söyledik, iktidar O’ndan ve kabul
şendendir; ortaya çıkan her şey her ikisiyle birlikte ortaya çıkar. Demek ki iş
bir üretme ve meydana getirmedir. Bu itibarla sadece baba ile oğul vardır.
Buradan anlaşılır ki, ‘olsaydı’, ‘olmasaydı’ gibi edadan bir yana bırakmak
uygundur.’ Şöyle demiştir: ‘Lev, yani ise edatı bir imkânsızlığa bağlı
imkânsızlık ifade eder. Bu yönüyle edat yokluk nedeniyle yokluğun delilidir.
Ona la (olumsuzluk) eklendiğinde ise bir
olumsuzlama edatı haline gelir ve varlığın imkânsızlığı anlamına dönüşür. Bu da
duyacağın en garip işlerden birisidir. Çünkü birincisi hükmün imkânsızlıkta
olmasıdır. Yokluk ise dahil olan bir olumsuzlama edatı olduğu için daha
mübalağalıdır. Olumsuzlamak yokluk demektir. Böylece varlığı verir ve ise
edatından bir hükmü ortadan kaldırır. Bu durum imkânsız hakkında söyledikleri
sözdür.’ Şöyle demiştir: ‘Bu edadarın yaratılmışların başına gelmesinde
şaşılacak bir iş yoktur. Şaşılacak olan edatların Allah Teâlâ’nın kelamına
dahil olarak hükümlerinin ve delaletlerinin O’na nüfuz etmesidir. Bu gerçekten
de şaşılacak bir iştir.’ Şöyle demiştir: ‘Kelamın Allah Teâlâ’ya nispeti
sahihtir. Bazen harflerin terkibinde duymuş olduğumuz özel terkip de sabit
olur. Duymuş olduğunuz, onun Allah Teâlâ’nın kelamı olmasıdır. Bu araçlar
kendisinde meydana gelir ve hükmü O’na işler. Bu durum bizim cihetimizden mi
gerçekleşir, yoksa iş ancak böyle midir?’
Bunlardan birisi de dört yüz altmış
ikinci bölümden ‘İsimlerim ihtişamımın ve cemalimin örtüleridir’ bahsidir:
‘İsimler olmasaydı korkmaz veya ummazdık, ibadet etmez, duymaz, itaat etmez,
bize hitap edilmez, biz de isimlendirilene hitap etmezdik. İsimlere ait olan ve
eserler demek olan hükümler olmasaydı, isimler bilinmezdi. Onlar isimlerin
üzerindeki örtülerdir ve isimlendirilen üzerindeki güzelliktir.’ Şöyle
demiştir: ‘İsimlerin hükümleri isimlerin cemalidir. Onlara bir ihtişam
giydirmiştir. İsimler de isimlendirileni güzelleştirmiş, ihtişam kazandırmıştır.
İsimler bizim vasıtamızla ortaya çıkmıştır. Demek ki biz O’na güzellik ve cemal
sureti giydirdik. İsimler O’nda zuhur etmiş, güzellik O’nda var olmuştur, çünkü
isimlendirilen O’dur.’ Şöyle demiştir: ‘İsimlerin isimleri manaları
farklılaştığı için farklılaşmıştır. Böyle olmasaydı bizim için ayrışmaz ve
farklılaşmazlardı. İsimler Allah Teâlâ’nın katında bir iken bizde çoktur.’
Bunlardan birisi de dört yüz altmış
üçüncü bölümden ‘Ariflerin gözü illiyyîn mertebesine bakar’ bahsidir: Şöyle
demiştir: ‘Gözler kitabın yerine bakarlar. Kimin kitabı illiyyîn
mertebesindeyse, onun gözü illiyyin mertebesine bakar; kimin kitabı siccîn
mertebesindeyse onun gözü siccîn’e yönelir. Demek ki kitap kendi özelliğiyle
bakışı ve gözü sınırlar.’ Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ ahiret hayatında kitapların
okunmasına hükmetmiştir. Bu okunma sayesinde seçilmiş kul O’nun kendisi üzerindeki
nimetinin değerini idrak ederken helak olan kişi de kendisini adına mazeret
arar. Görür ki nefsine zalim olan ve ona karşı suç işleyenin bizzat
kendisiymiş!’ Şöyle demiştir: ‘Derilerinin ve organlarının yaptığı şahitlikle,
insanın kendisi hakkındaki şahitliği olmasaydı ne kitap ne hüküm sabit
olabilirdi. İtiraz, itirafçının helakine yol açacak bir hususta kendi
hakkındaki şahidiğidir.’ Şöyle demiştir: ‘Nefisler zadarı gereği onlara zarar
veren şeyi uzaklaştırır, menfaatlerini elde etmek üzere de çalışırlar. Bu
durum, günahlarını itiraf ederken yok olmalarına şahitlik eder.’ Şöyle
demiştir: ‘İtiraf eden kişi azap görmez, çünkü ilahi kerem bunu gerektirmez.
Organlar vali değil; yönetilen reayadır. Onlar sadece valiye şikâyette
bulunabilirler.’
Bunlardan birisi de dört yüz altmış
dördüncü bölümden ‘Sidre-i münteha’ya varış’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Sidre-i
münteha’nın kökleri göğün aşağısındayken aslı gökte ve dalları illiyyîn’dir.
Kulların salih ve temiz ibadederi o mertebeye ulaşır. İnsan ölüp ruhu
kabzedilince, ameline kavuşur. Başka bir ifadeyle amelinin Sidre’de ulaştığı
yere ruhu ulaşır. Göğün kapılarının kendisine açılmadığı birinin ameli
Sidre’nin köklerindedir. Göğün kapılarının açıldığı kimselerin ameli ise
Sidre’nin meyvelerindedir. Bu nedenle saadete ermiş insan acıkmazken dallardaki
çiçekler ve yapraklar nedeniyle çıplak kalmaz. Bedbaht ise acıkır ve köklerde
yapraklar ve meyve bulunmadığı için sıkıntıya düşer. Bu bilgi misal olarak
verilmiş bilgidir.’
Bunlardan birisi de ‘Gündüzün
uçlarında gece ibadetinin ortaya çıkardığı marifeder’ bahsidir: ‘Akşam ve
sabah günün uçlarıdır. Akşam gecenin başlangıcıyken sabah gecenin sonudur; gün
ise başlangıç ile son arasındaki kısım iken gece başlangıç ile son arasındadır.
İlahi bilgiler Hakkın kullara tecelli ederken verdiği bilgilerdir. Allah Teâlâ
bize geceleyin ve günün uçlarında tespihi emretmiş, bu hükümde gündüz
zikredilmemiştir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Gündüz
uzun işlerin vardır.’181 Yani
boş vaktin vardır. Gün sana, gece ve günün uçları Allah Teâlâ’ya aittir.
Geceleyin ve günün uçlarında Allah Teâlâ için hareket edersen gündüz O senin
için tasarrufta bulunur. Demek ki gecenin ve gündüzün uçlarının ihsanları
tespihin karşılığıyken gündüzdeki ihsanlar da meşguliyetin karşılığıdır.
Geceleyin ve günün uçlarında yöneliş Hakkadır ve bu esnada Haktan kulu adına
meydana gelen ihsanlar sadece bir karşılıktır; başlangıç ve sebep kula aittir.
Çünkü nefs kendi kazancından yediğinde nazlanırken ihsanlar karşısında eğilir
ve kırılır. Bu nedenle karşılık geneldir. Çünkü insan ilahi surette
yaratılmışken ilahi surete kırıklık yakışmaz.’
Bunlardan birisi de ‘Dua kaba
göredir’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘İçinde sığdırdığı bir şey yok ise kap ‘kap’
değildir. Kap dolunca içerdiğinden başka bir şey onda bulunmaz. Bu nedenle
insan dua eder, çünkü o, hakkında dua ettiği şeyle doludur. Dua ettiğinde, kabı
boşalır ve Allah Teâlâ onun kabını dua ettiği hususa icabede ve daha da ilaveyle
doldurur. Demek ki dua ancak idrak mahallini Hakkın kendisiyle doldurduğu
şeyden boşaltmak üzere emredilmiştir. Bu nedenle sadece dua eden ve yakaran
vardır.’ Şöyle demiştir: ‘Kâseye bakınız! Suyla dolup boşaldığında veya
kendisinden bir miktar eksildiğinde, boşalttığı ve çıktığı kısmı hava doldurur.
Bu misal Allah Teâlâ’nın dua edene süratle icabeti hakkında bir müjdedir.’
Bunlardan birisi de ‘Şeriadarın Hakkın
adabına göre inmiş olması’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Yüce emrin değeri
bilinmediği gibi ona nasıl ulaşılacağı da bilinmez. Bu nedenle şeriadar Hakka
ulaşmiayı temin eden adabı getirmiş, akıl sahipleri onları kabul etmiştir.
Çünkü şeriat aklın özü demekken hakikat şeriatın özüdür. Bu itibarla şeriat
kabuğun kendisini sakladığı özdeki yağ mesabesindedir. Öyleyse öz yağı saklarken
kabuk özü saklar. Akıl da şeriatı, şeriat hakikati saklar. Akıl olmaksızın
şeriat iddiasında bulunanın iddiası doğru değildir. Allah Teâlâ aklı sağ-, lam
ve derin kişiyi yükümlü tutmuş, deliyi veya çocuğu vey* bunağı sorumlu
tutmamıştır. Şeriat olmaksızın hakikati bildiğini iddia etmek doğru değildir.
Bu nedenle Cüneyd şöyle demiştir: ‘Bizim bu ilmimiz’ yani Allah Teâlâ ehlinin
getirdiği hakikatler, ‘Kitap ile ve Sünnede sınırlıdır.’ Yani bu hakikatler
ancak Allah Teâlâ’nın kitabına, Peygamberin sünnetine göre amel edenlerce elde
edilebilir ki o da şeriat demektir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
şöyle buyurur: ‘Beni Allah Teâlâ edeplendirmiştir, ne güzel de terbiye etmiştir.’
Kastedilen Allah Teâlâ’nın şeriatıdır. Kim Allah Teâlâ’nın şeriatına uyarsa,
edepli olur; kim edepli olursa erer.’
Bunlardan birisi de ‘Kalpte kalbin
gözü’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ insanın yapısını ters yaratmıştır:
Ahireti içindeyken dünyası dışında ve zahirindedir. İnsanın zahiri, suretiyle
sınırlanmıştır. Böylece Allah Teâlâ kendisini şeriada sınırladığı gibi şeriat
değişmediği için insan da değişmez. İnsan içinde halden Hakk girer, düşünceleri
de -ahiret yaratılışındaki gibiaklına geldiği her şekilde ve tarzda başkalaşır
ve değişir. Demek ki insanın dünya hayatındaki bâtını, ahiret yaratılışındaki
zahirî sureti gibiyken (zahiri de ahiret yaratılışındaki bâtını gibidir). Bu nedenle
ayette ‘Sizi var ettiğimiz gibi tekrar
yaratılacaksınız:’182 denilir. Ahiret
hayatı dünya yaratılışının tersiyken dünya hayatı ahiret yaratılışının ters
çevrilmiş halidir. Bütün bunlarda insan aynı insandır. Dünya hayatındayken
düşüncelerinin şeriatın övdüğü düşünceler olması için çalış! Böyle yaparsan
ahiretteki suretin güzelleşir. Bunun tersi de doğrudur.’
Bunlardan birisi de ‘Yaratılmışların
nezdinde Hakkın mertebeleri’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Kul Rabbinin katındaki
mertebe, menzil ve değerini öğrenmek isterse, kendi nefsinde Rabbinin değerini,
mertebe ve kıymetini düşünmelidir. Bunun yanı sıra dünya hayatında yerine getirdiği
itaat, günah, emre uymak veya uymamak, bilgi talebi veya bilgiyi terk etmek
gibi davranışlarına bakmalıdır. Binaenaleyh bu konudaki değerine göre Rabbinin
katindaki menzili teb.ellür eder. Demek ki terazi kendi elindedir; dilersen
terazinin kefesini ağır yaparsın, dilersen alçaltırsın. Sadece kendini kına!’
Şöyle demiştir: ‘Amelin meşru-ilahi bir hükümden meydana gelirse, nefsinin
arzusunun dışına çıkmış olursun;
bu amel arzuya uysa bile böyledir.
Böyle bir durumda nefsini arzudan uzaklaştıranlardan olursun. Burada şöyle bir
sır vardır: ‘Cennet varılacak yerdir
(me’va).’183 Cennet örtü demek iken me’va kelimesi de örtü ve perde
demektir. Hevadan uzaklaşmak ancak edepli insanın veya Hakkın eşyada
kendisinden gizlendiği kimsenin yapabileceği bir iştir. Öyle biri keşif sahibi
olsaydı, onun arzusu ve hevası Allah Teâlâ’yı razı eden bir iş olur, o da
arzusunu yerine getirmek isterdi. Bu vasıftaki birisine nefsini arzusundan
uzak tutmak emredilmez.’
Bunlardan birisi de ‘Fezanın
fezasının genişlemesi’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Alemin içinde olduğu her yer
fezadır. Bu itibarla fezanın fezasından daha geniş bir şey yoktur. Geride
fezanın kendisinde ortaya çıktığı şeyin mahiyeti kalmıştır; fezayla aynı hükme
mi sahiptir, değil midir? Sabit varlıkları bilmeyen insan, fezanın hükümlerinin
ortaya çıktığı hakikati ve varlığı fezanın hükümlerinden biri sayar.
Varlıkların hakikatlerinin yokluk halinde de sübuta sahip olduklarını bilip
onların her birini bulunduğu durumdan ayrıştıran ise fezanın o varlıklar
üzerinde hüküm sahibi olduğunu ifade eder. Bu durumda yaratılış onlarda gerçekleşir,
onları var eder. Fezanın hükmü varlıktaki hakikat ve cevherlere bulundukları
hal üzere sirayet ettiği gibi aynı şekilde fezanın hükmü de ortaya çıkan
varlıklarına göre sabit cevherlere sirayet eder ve onlara nüfuz eder.’
Bunlardan birisi de ‘Yaratılmışlara
ibadet edenden Hakkın yüz çevirmesi’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ‘kul, kulu (kölesi) olmayandır5 derken
ne güzel buyurmuş ve ne ince sırra işaret etmiştir. Perdeli insan hadisten
kölesi olmaiyanın kendi işleriyle ilgileneceğini anlar. Hâlbuki öyle biri
nefsinin kuludur. Hakkın bu ifadedeki maksadı, kulun rablik ve efendiliğe dönük
yönünün olmayışıdır. Kul bir şeyin sahibi olduğunda, o şey üzerinde efendiliği
vardır. Demek ki gerçekte kul, sahip olmayandır. Köle, sahibinin tasarrufu
altında zelildir ve onun kendisindeki tasarrufunu kendinden uzaklaştıramadığı
gibi; kölelik ancak boyna sahip olmakla gerçekleşir. Boyun olmaksızın
tasarrufa sahip olmak, boyna sahip olmak değil, tasarrufa sahip olmaktır. Böyle
biri yapmış olduğu işe karşılık ücretle birisini kiralayana benzer. Bu durumda
tasarruf kişiyi köleleştirir, yoksa tasarruf sahibi onu köle yapmaz! Söz konusu
kişi ‘ücretli’ diye isimlendirilir. Bu itibarla ücretli nefsinin, yani
ücretinin hizmetkârıdır. Böyle biri kölesi olmayandır. Kölesi olmayan hiç
kimse üzerinde efendilik sahibi olmaz. Arif Allah Teâlâ’nın kuludur.
Onu mülk ve köle haline getiren tasarruftur
ve bunun böyle olması kaçınılmazdır. Demek ki kulun efendiliği yoktur, çünkü
onun boynu Allah Teâlâ’nın elindeyken kullanım hakkı kula aittir.’
Bunlardan birisi de ‘Görmek perdedir’
bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Marifetin yegâne kapısı görmektir. Hiçbir şey ondan
açık değildir. Bununla beraber o görülenin değeri üzerindeki perdedir ki bunun
bir sebebi vardır, o da benzerliktir. Gören görülende kendi suretini görür;
görülen Hakk veya yaratılmış olabilir. Dolayısıyla görülenin değerini gördüğünü
bilen bilebilir. Onu ‘görülen’ diye isimlendiren, onda görülendir, yoksa
görülen değildir. Görülen onun suretidir. Demek ki kendisine garip ve yabancı
birisi gelmemiştir. Burada bir sır vardır: Sureti gördüğü yer ve mahal, görülen
surete daha önce sahip olmadığı bir hal kazandırmıştır. Çünkü daha önce
tecelligah değildi. Bu hükmün gereğine göre gördüğü şeye gerekli şekilde
davranmalıdırBunu iyice öğrenmelisin.’
Bunlardan birisi de ‘Sekineti ancak
temkini hakkıyla gerçekleştiren anlar’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘İnsandaki
zahiri ve bâtıni güçlerden birisiyle idrak edilen her şey tahayyüle bağlıdır;
tahayyül edince de onda sükûnet bulur. O sükûnet ancak tahayyül sahibinden
ortaya çıkar. Bütün inançlar -sahih hadise görebu hükmün kapsamı alandadır. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Sanki görürmüşçesine Allah Teâlâ’ya ibadet et5
demiş, bu nedenle mahalleri hayal olan akideler gerçekleşmiştir. Delil ise
inanılanın içeride veya dışarıda olmadığını veya yaratılmışlardan herhangi
birisine benzemediğini gösterir. Çünkü hayal herhangi bir şeyi zapt etmekten
uzak kalamaz. İnsan yaratılışı bunu gerektirirken hüküm hükmedenin zatına
bağlıdır. Bu durum, hakkında hüküm verilenin ortaya çıkardığı şeyi kabul etmek
demektir; hakkında hüküm verilen kimse, hayal sahibi, yani akide sahibidir.
Hayalin insana ne kadar güçlü ve gizli bir şekilde yayıldığına bakınız!
Binaenaleyh insan hayal veya vehimden kurtulamaz. Nasıl kurtulsun ki? Akıl
insanlığın dışına çıkamaz. Hayal yok olsaydı bu hüküm de yok olurdu. Öyleyse
hayal var olanı meydana getirir.’
Bunlardan birisi de ‘Latifin gücü ile
kesifin zayıflığı’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Düşünce ve vehimlerden daha latif
bir şey yoktur. Onlar kesifin zayıflığı, latifin otoritesi ve gücü nedeniyle
kesifler üzerinde hüküm sahibidir. Delilimiz korku halinde sararmak, utanırken
kızarmak, korkarken başkalaşmaktır. Bu hallerin gerçekte varlığı yoktur. Korku
korkanın bedeninde kaçma hareketi ve kendini gizleme ve savunma talebi meydana
getirir. Burada gerçekleşen korkunun kendisidir ki, o da latif bir şeydir.
Korktuğu şey insana yerleştiğinde, korkunun otoritesinin üzerinde görünmesi
gerekir. Latif olduğunda ise iki durumdan birisi gerçekleşir; ya rıza veya
sabır ortaya çıkar veya öfke ve kızgınlık gerçekleşir. Tesir ise sakinlik veya
eserin yok olması nedeniyle daralma halidir.’
Bunlardan birisi de ‘İkincilerde
kulun ikinci yakınlığı’ bahsidir: Şöyle demiştir: “Hakka yakınlık iki türlüdür:
Birincisi gerçek yakınlıktır. Bu yakınlık Rabbin merbubla, kulluğun
efendilikle, hâdisin kendisini var eden sebeple irtibatı anlamına gelir, ikinci
yakınlık ise sorumlu kılanın emri nedeniyle itaat etmek ve hükmü altına
girmekle gerçekleşen yakınlıktır., Birincisi zatî yakınlıktır ve bütün
varlıkları şamil iken İkincisi inayet ve ihsan yakınlığıdır. Birinci yakınlık
rahmet yakınlığı ve nesep yakınlığıdır; onu kaldırmak ve engellemek isteseydi
bile güç yetiremezdi, çünkü o zatı gereği gerçekleşen yakınlıktır. Tahsis
yakınlığı, hükümdara olan mertebe yakınlığı demektir. O dilediğine mülk verir,
dilediğinden mülkü alır, dilediğini aziz ve dilediğini zelil kılar ve bunların
hepsi ona aittir. Ona ‘kölenin efendisi olma’ veya ‘efendinin kölesi olma’
denildiğinde, böyle bir söz çelişik olurdu. Hâlbuki ona ‘efendine itaat et5
veya ‘itaat etme’ denilse, bu söz çelişik bir söz olmazdı. Buna mukabil
‘dilersen efendine itaat et3, ‘dilersen itaat etme’ denilseydi, hakikatler
bunu reddederdi. Çünkü efendinin iradesinin karşısında kölenin/kulun iradesi
yoktur.’
Bunlardan birisi de ‘Cumartesi,
cumartesidedir’ bahsidir. Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ ‘Onlar
iyiliklere koşanlardır’184 der. Bunlar Allah
Teâlâ’nın kullarına emrettiği itaatlerdir. Ayetin devamında ‘Onlar
bu ibadetler için yarışırlar’185 denilir. Başka bir
ayette ‘Bir kısmı Allah Teâlâ’nın izniyle
hayırlara koşar, bu büyük bir ihsandır’186 denilir. Hayırlara doğru ve hayırlar
için ve onların içerisinde koşmak, meşakkat ve yorgunluğa sebep olur; çünkü
hızlı yürümek, yorucu bir iştir. Allah Teâlâ bu meşakkatin ardından ya insanın
içinde veya ahirette rahatlık ve rahmet yaratır. İnsanın içindeki rahatlık, Allah
Teâlâ’nın kendisine ihsan ettiği itaatlerden haz alma duygusudur. Böylece
severek ibadet ederken sevgiliyi razı ederken yorulmaz, meşakkat hissetmez. Bu
bedenin yapısı bazı yükümlülükleri yerine getiremeyecek kadar zayıf kalırsa
sevgi o işleri kolaylaştırır, onu rahadatır. Ahirette de bir rahatın olması
kaçınılmazdır. Cumartesi anlamındaki sebt
rahatlık ve dinlenme demek iken aynı zamanda dilde hızla yürümek demektir. Bu
rahatlık nedeniyle cumartesi bu ad ile ‘sebt* diye isimlendirilmiştir. O güne
ancak bu şehirlerin ahalisi böyle muamele edebilmiştir. Batı’da ise Sebte ehli
ona gereken şekilde davranabilmiştir, başkaları değil!’
Bunlardan birisi de ‘Susan
talihsizdir’ bahsidir. Şöyle demiştir: ‘Susmak acizlikten meydana gelir; her
kim aciz kalırsa, hakikati üzere bulunmuş demektir. Kim kendi hakikati üzerinde
bulunursa, var olanı bilir. Onun idrak mahallinin değeri bilgiye bağlıdır,
çünkü ancak bilgiyle tasarrufta bulunur. Bilginin yönlendirdiği kimse asla
benzemiş olduğu için mutludur ki, bu da ‘ahlaklanmak’ demektir.’ Şöyle
demiştir: ‘Allah Teâlâ Hz. İbrahim’in diliyle Nemrut’a ‘Güneşi
batıdan getir demiş, kâfirin dili tutulmuştur’187 diye söyletmiştir. Kastedilen
birinci meselededir. Dili tutulduktan sonra ise kâfir değildir, çünkü hakikati
öğrenmiştir. ‘Allah Teâlâ kâfir bir kavme hidayet
etmez’188 Yani
kendilerini perdelemiş ve örtmüşken gerçeği açıklamaz; gerçeği açıklamakla
bilgisizlik perdeleri ve örtüleri kalkar. Örtüler kalktığında, gerçek kendinde
bulunduğu hal üzere tezahür eder. Böylece bilgiyi vermiş, tecellisinden önce
gerçeğin gizli kaldığı kişi susmuş, telaffuz etmese bile, içinde bir iman
meydana gelmiştir ki böyle olması kaçınılmazdır. Onu nasıl telaffuz edebilir
ki? Kuşkusuz ki hisle idrak ettiği bir şeyden bu kez habersiz Hakk gelmiştir.’
Bunlardan birisi de ‘Nur evi mamur
kalp demektir’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Muttaki, veralı ve temiz bir müminin
kalbini sadece Allah Teâlâ doldurabilir. Allah Teâlâ nurdur, çünkü O ‘Göklerin
ve yerin nurudur.’189 Kalp
kandile benzetilmiştir. ‘Lamba bulunan bir kandillik
gibidir.’190 Kastedilen Allah Teâlâ’yı bilmenin nurudur. Onun
dışındaki sözler de kendisiyle teşbihin gerçekleştiği nurun kemalini izhar eden
sözlerdir, yoksa teşbihin kendisi değillerdir. Hakikati karıştırma, Hakkın
ayette açıklamış olduğu şekilde doğru yola yönel! Arif, tilavet ederken lamba
(misbah) kelimesi üzerinde durarak şöyle der: cLamba
zücace içindedir.’191 Arif,
lamba hakkında konuşur, yoksa kalbinin sığdırdığı ve kandile benzetilen Hakk’tan
ibaret olan ilahi nur hakkında konuşmaz. Mişkat ise menfez ve küçük pencere
demektir.’
Bunlardan birisi de ‘Sakınılmış kale
şeriat ilimleridir’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Alemde şeriadarın ve aklî
kanunların konuluş hikmetini bilen insan onlara hakkıyla riayet eden ve onlara
göre davranan ve yaşayandır. Onlar dünya menfaaderinden olan nesep
ilişkilerini, mal ve can güvenliğini sağlayan kanunlardır. Bü hususlar o
kanunları uygulayan ve bunun için çalışan kimseler tarafından sağlanır. Sıradan
insanların kanunlardan ve şeriadardan anladığı budur. Şeriatlara iman edenler
ise farklıdır. Kanunlar peygamberlerin getirdiği ilahi hükümler olurlarsa
dünyadaki menfaatlerin yanı sıraahirette kendileriyle ilgili sevap ve
özellikler ortaya çıkartır. Bu itibarla insan o kanunlara uymaya ahirette bu
kanunlarla ilgili sevap ve başka durumları tasdik etmeyi ekler. Bunun yanı
sıra ilahi hükümleri ihlasla yerine getirenler için ortaya çıkacak keşifler,
ilahi bildirimler, ruhani konuşmalar, temizlik ve takdiste unsur âlemini ulvi
âleme katmayı sağlayacak münasebeti tasdik ederse, şunu bilmelidir: Hangi
şeriat olursa olsun, şeriata göre amelden daha koruyucu bir silah ve kale
yoktur. Bu itibarla senin kanuna uyman bir zorunluluktur. Öyleyse her halükarda
ilahi, pak şeriata uyman gerekir.’ Bunlardan birisi de ‘Her nerede olursan
zuhur eden sensin’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Senin ait olduğun kimse ancak
kendisinin kabul edeceği şekilde ve üzerinde bulunduğu duruma göre sana ait
oluyorsa, o zaman sen ancak kendin için zuhur etmiş olansın ve o sana kendinden
bir şey vermiş değildir. Onun sana verdiği, üzerinde bulunduğun durumun kendin
olduğunu bildirmekten ibarettir. İş böyle olunca, sen kendinden başkasını
bilmemiş sayılırsın. Kendisine istinat edip de eserini senin üzerinde gördüğün
kimseyle ilişkin budur. Demek ki sen kendinden başka birisine dayanmamışsındır,
sadece üzerinde bulunduğun hal sana dönmüştür. Böyleyken senin durumun nasıl
olabilir? Her durumda ve her açıdan onunla (O’nunla) veya kendinle berabersin.
Beğenmediğin ve istemediğin bir iş gördüğünde, kendinden başkasını kınama,
her durumda O’na şükret; çünkü sana bilgi veren ve hakikati keşfettiren O’dur.
O bilgiyi sana senden göstermiş ve açmıştır. Bu nedenle O’na şükredilir ve
nankörlük edilmesi caiz değildir.’
Bunlardan birisi de ‘Yazı vekâlet
sahiplerine aittir’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ kendisine yazdığı
şeyi, vekil olduğu işlerde vekâletin hakkını yerine getiren için yazmıştır.
Öyle biri ancak kesin inanç sahibi olabilir. Onlar Allah Teâlâ’yı kendisine ve
O’ndan meydana gelen her şeye karşı perde ve siper edinenlerdir. Allah Teâlâ
da onları kendisiyle kınadığı yaratıkları arasında siper edinmiş, bu sayede
kınanmış iş, kendisiyle fiilin gerçekleştiği araca nispet edilmiştir.
Yaratılmış, Allah Teâlâ’ya siper olunca, Allah Teâlâ da ona siper olmuş, bu
durumda üzerine yazmış olduğu yazı sahih ve geçerli olmuştur.’ Şöyle demiştir:
‘Onların dışındakiler maksatlarına tam olarak ulaşan ihsan sahipleridir. Allah
Teâlâ onlara hükmü genel rahmetini ve mağfiretini ihsan etmiştir.5
Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ’nın vekillerinden bir topluluğu vardır. Allah
Teâlâ onların kalplerine iman yazmış, âlemde varlığı olan herhangi bir şeyi
yalanlamamışlar, her şey için bir kullanım yeri bulmuşlardır. Bu itibarla
onlar bir işi meydana getiren kişi maksadının yalan olduğunu söyleyip onu
kendi iddiasında yokluk olarak bildirse bile, onun bu insanların nezdinde bir
varlığı olmuştur. Bu nedenle ayette ‘Onları
kendinden bir ruh ile desteklemiştir’192 der. Kendisiyle desteklendikleri
ruh, madum (yok) bir şeye yönelince, onu var ederken düzenlenmiş mutedil bir
şeye yönelince ona ruh üfler.5
Bunlardan birisi de ‘Ey hakkı öğreten
kişi! Sen öne geçmiş-ezeli kitapsın’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Yokluk halinde
ayan-ı sabite’nin sabit hükümleri vardır. O hakikat dış varlıkta her ne zaman
ortaya çıkarsa bu hüküm zuhur edişte ona tâbidir, Hakkın bilgisi buna göre o
şeye ilişir. Demek ki bilginin önceliği olmadığı gibi kitabın da önceliği
yoktur. Öncelik sana haber verdiğimizle ilgilidir: Bir şey, yani malum, kendisi
hakkında hüküm vermiştir, onun hakkında başkası hüküm vermiş değildir. Hiçbir
şeyin başka bir şeye ihsanı ve iyiliği olamaz. Bu durumlarda sende bâtın
kalmış bir şey senden ortaya çıkmıştır. Artık başkasmı kınamak yoktur! Allah
Teâlâ mutlak anlamda müstağni ve zengindir ve dolayısıyla yoksulluk ve ihtiyaç
söz konusu değildir. Allah Teâlâ bir şeye muhtaç olsaydı, muhtaç olduğunu
vermek için yoksulluk O’nun üzerinde hükümran olur,, yoksulluğun zorunluluğu
altına girer veya seçime bağlı iradenin altına girerdi. Allah Teâlâ bunların
altına girmediği gibi ötekinin de altına girmez. İnsafla düşünürsen anlarsın ki
Allah Teâlâ âlemlerden müstağnidir.’
Bunlardan birisi de ‘Takdisteki nefis
cevher’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Zattan kaynaklanan mukaddeslik tenzih
edenlerin tenzihinden uzaklığı gerektirir. Çünkü onlar tahayyül ve vehim sahibi
olmaksızın tenzih etmezler. Hâlbuki Allah Teâlâ’ya taalluk eden veya edebilecek
herhangi bir hayal veya vehim yoktur. Onlar ise böyle bir hayalden Allah Teâlâ’yı
tenzih ederler. Gerçekte O zatı gereği el-Kuddüs’tür. Bu itibarla Allah Teâlâ
sıfatlarında tartışma bulunmayan, benzersiz, asıl ve cevherdir. Allah Teâlâ’ya
ait olan, sana ait değil iken sana ait olan O’na ait değildir. Sen ‘sen’ olman
itibarıyla kendine ait iken O da -kendisi olmak itibarıylakendisine aittir.
Hakikatler başkalaşmaz ve değişmez, hiç kimse başkasının ahlakıyla ahlaklanmaz;
sadece kendi ahlakı -bakanların gözünde değilkendi üzerinde tezahür etmiştir.
Hiçbir kişi başkasmm sınırlarıyla tahakkuk etmez, çünkü sınır ve had
sınırlanandan başkasına ait değildir. Bu durum bilhassa zatî sınırlar için
geçerlidir. Demek ki sadece benzersiz olan cevher vardır ve cevher oluşunda
şaşılacak bir durum vardır. Kökleri/asıllar gösteren dallardır. Çünkü kökler
görünmez; o köklere ait bir dal ve fer yoktur. Görünen ve ortaya çıkan her şey
cevherdir. Cevher kendinde bir asildir ve kendisi hakkındaki bilginden başka
onun feri yoktur.’
Bunlardan birisi de ‘İzzetli
olan zelili oradan çıkartacaktır’193 bahsidir: Şöyle demiştir: Nefs-i
natıka üflemenin kendisiyle gerçekleşmiş olduğu nefestedir. Bu itibarla o
unsurdan oluşan surete üflenmiş nefsin ta kendisidir. Suret değersiz ve zelil
topraktan yaratılmış, ilkesi zelil olduğu için kendisi de zelil olmuş,
yaratılış mizacı tesir etmiş, oğul anneden daha zelil olmuştur. Çünkü o
annesine hizmetkâr, amade ve onun haklarını gözetmekle memurdur. İzzet sahibi
olan onun yaratıcısı olan Hakk’tır. Allah Teâlâ ‘İzzetli
olan zelil olanı çıkartacaktır’194 buyurur. Çıkartmanın maksadı o
değersizden daha güzel bir yönetimle kendisini izzet sahibi kılmaktır;
kastedilen temiz ve temizleyici ahiret yaratılışıdır. O yaratılışta dilenilen
her surete girmek ve başkalaşmak mümkündür. Bu nedenle ayette şöyle demiştir: ‘İzzet
Allah Teâlâ’ya, peygamberine ve müminlere aittir.’195 Mümin olmayanın öyle bir mertebesi
yoktur.’
Bunlardan birisi ‘Yapısını sağlam
temele dayandıranın rükünleri güçlenir’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Yapının
temelini sağlamca kurup duvarlarını düzgün inşa eden, arada gedik ve zayıflık
bırakmayan, binanın köşelerini dengeli bir şekilde oturtanın binası dengeli ve
ölçülü olur. Allah Teâlâ ‘Seni düzenlemiş ve itidal vermiştir’196 buyurmuştur. Öyle bir insanın evi
yıkılmaktan ve göçmekten kurtulmuştur. Böyle bir ev ‘iman evidir’. Evin toprağı
evde dikkate alınan bir unsur değildir; toprak, evin yapısından sayılmaz.
Dikkate alınan evin kendisine muhtaç olduğu çatıdır. Çatı ilk göze çarpan
kısımdır. Bu itibarla ev beşincisi çatı olmak üzere dört duvar üzerine kurulur.
Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘İslam beş şey üzerinde
kurulmuş: Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur demek, namaz kılmak, zekât vermek,
ramazan orucu tutmak, güç yetirenlerin de Kâbe’yi ziyaret etmesi’ buyurmuştur.
Eve yerleşen kişi, mümin; onun düsturu, güzel ahlak ve gönüllü ibadetlerdir.
Binaenaleyh güzel ahlak evin süsü, işlemesi, onu dolduran ve muhafaza eden
şeydir. Onun daha güzelleşmesini sağlayan ise gönüllü hayırlar ve ibadetler ile
müminin kendisine (adak olarak) şart kıldığı ibadederdir.’
Bunlardan birisi de ‘Delil getirme
yerinde kesin deliller5 bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Bilgi ameli
gerektirir. Amel etmeksizin bilgi sahibi olduğunu iddia etmek yalan ve kuru
bir iddiadır. Bunun ince bir sırrı ve anlamı vardır. Allah Teâlâ’nın
sınırlarını muhalefederi nedeniyle ihlal eden müminler Allah Teâlâ5ı
bilen alim ve ariflerdendir. Şöyle denilebilir: Onlar alim olsalardı, muhalefet
etmezlerdi? Hiç kuşkusuz onlar Allah Teâlâ’nın kendileri için belirli sınırlar
çizdiğini bilenlerdir. O bilgileri kendilerini ilaveye yöneltmiş ve bunlardan
hiçbirini eksiltmemişlerdir. Onlar bilgileriyle amel etmiş olsalar bile
bildikleri hususta Allah Teâlâ’nın cezalandıracağını bilmemişlerdir. Demek ki sadece
cezalandırılmayı bilmeyen kimse Allah Teâlâ’ya asi olmuştur. Öyle biri günah
işlerken ilahi mertebeye layık davranışı bildiği için Allah Teâlâ’nın yasağını
ihlal amacı taşımamıştır. Bu itibarla alim hiçbir şekilde bilgisine aykırı
davranmamıştır. Binaenaleyh alimler bilgilerinin tesiri altındadır.5
Bunlardan birisi de ‘Nezir bütün
mezheplerde zorunludur’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Kulun kendisine şart
koştuğu işlerden herhangi birisini Allah Teâlâ’nın onaylayıp vacip kılması
nezir diye ifade edilir. Bunun böyle olmasının nedeni kulun O’nun suretinde
yaratıldığını hakka’lyakîn olarak öğrenmesini temindir. Kul bir şeyi kendisine
vacip kılmış Allah Teâlâ ise vacip kılınan o işi yerine getirenin ödülünü
vereceğini bildirmiştir ki, Allah Teâlâ doğru sözlüdür. Benzer bir şekilde Allah
Teâlâ kendine vacip kıldığın işleri yerine getirmeyi sana vacip kılmıştır.
Çünkü ‘mümin kendisi için istediğini kardeşi için de isteyendir’. Mümin
kendisi için eziyet görmemeyi dilemiş, kardeşi olan müminin de eziyet görmemesini
istemiştir. Kendisi bunu isteyince, olabildiğince ondan eziyeti uzaklaştırmış
ve kaldırmıştır. Mümin günah nedeniyle eziyet görmez, çünkü günah ona şehveti
veya ondan haz alması nedeniyle gelir. Onun eziyet görmesi, ahirette günahı
nedeniyle verilecek cezaya bağlıdır. Mümin ahirette kendisinden eziyeti
kaldırdığı gibi Hakk da kendisinden ahiret hayatında eziyeti uzaklaştırır. Allah
Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ey kendilerine haksızlık eden kullarım, Allah
Teâlâ’nın rahmetinden umut kesmeyin. O bütün günahları bağışlayandır.’197 Buna mukabil dünyada kendini eziyete
maruz bırakmış, hakkında söylenenler nedeniyle O’na eziyet edilmiştir. Mümin
günahlara karşı ortaya konulmuş cezaların uygulanmasıyla aynı ölçüde cezaya maruz
kalır.’
Bunlardan birisi de ‘İzafederdeki
afederden kurtulmak’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ hakkında en çetin
bilgi kendisini bilmede -yoksa ilah oluşu itibarıyla değilmutlaklığı ispattır.
Zat veya kendisi olması bakımından O’nun hakkında mutlaklık kendisini bilmekten
acizliktir. Bu yönüyle Hakk ne bilinir, ne bilinmez; insan O’nun karşısında
aciz kalır. İlah olması itibarıyla ise en güzel isimler O’nu sınırlarken
mertebe de O’nu sınırlar. O’nun sınırlanmasının anlamı ise kendisine layık tenzihle
birlikte ona ait meluh’u talep etmesidir; tenzih ise sınırlamak demektir. İlah
olması itibarıyla Allah Teâlâ’yı bilmek, şeriata ve akla göre sabittir. Akıl
özel olarak Allah Teâlâ’yı tenzih eder ve dolayısıyla tenzih ile O’nu sınırlarken
şeriat tenzih ile teşbih yapar. Şeriat Allah Teâlâ hakkında akıldan daha çok
mutlaklığa yakındır. Arif ise izafetlere bakar ve izafe edildiği şeye göre
hüküm verir.’ >
Bunlardan birisi de ‘Hakkı gören
kendini görmüştür’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Hakkı görmek isteyen kendini
görmelidir. Nitekim kendini bilen Rabbini bilir, kendini gören Rabbini görür
veya Rabbini gören hiç kuşkusuz kendini de görmüş demektir. Ariflere göre,
şeriat bu ifadeyle Allah Teâlâ’yı bilmenin kapısını kapatmıştır. Çünkü onlar
kimsenin nefsini bilemeyeceğini bilirler. Nefis bedenle ilgisinden soyut bir
halde bilinemez; nefis bedeni karanlık veya nurani bir durumda yönetirken
bilinir. Bununla beraber onun mahiyeti bedenle arasındaki bu alakadan soyut ve
mücerret iken bilinemez ve görülemez. Bu nedenle Allah Teâlâ ancak ‘ilah’
olarak bilinebilir, ilahtan başka bir şey olarak bilinemez. Allah Teâlâ’yı
bilirken merbub-âlemden soyutlanmak mümkün değildir. Âlemden soyut iken
bilinmediğinde, O’nun zatı bilinemez ve mahiyeti bakımından görülemez
olmuştur. Bu itibarla Allah Teâlâ hakkındaki bilgi nefs hakkındaki bilgiye
benzemişken ortak özellik soyutlamanın olmayışıdır. Allah Teâlâ ile âlem
arasındaki alakadan O’nun zatı uzaktır; söz konusu alaka hakikatinle bedenin
arasındaki alaka gibidir. Nefsin herhangi bir bedenden soyutlanabileceğini
ileri süren kişinin nefsin mahiyetinden hiçbir haberi yoktur.’
Bunlardan birisi de ‘İcabet eden
duyar, duyan itaat eder’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Kendi başlarına var olan
mümkünlerin hakikatleri yokluk hallerinde sabit olduğu gibi onlarda bulunan
veya kendileriyle nitelendikleri güçler de yokluk hallerinde sabittir. Onlar
bulundukları varlıkların hakikatlerinde sabit bir halde bulunurlar. Nitekim
var olduklarında da dışta aynı şekilde var olurlar. Mümkün yokluk halinde
kendisini var etmeyi irade eden Hakkın ‘ol’ sözünü duymamış olsaydı, var
olmaz, O’nun mümküne ‘oP demesi de geçerli ve sadık olmazdı. ‘Ol’ sözünün Hakk’ta
sonradan meydana geldiğini (hudûs) söylemeye imkân yoktur. O söz, Hakkın
zorunlu varlığı nedeniyle var etmek istediği mümkünde gerçekleşen özel bir
idraktir. Bu sözü idrak etmekle mümkün var olmuş, Hakk’tan idrak ettiği şey, o
sözün ta kendisi olmuş, o sözle boyanmış ve var olmuştur. Tahsis ise iradeyi ve
özel teveccühü meydana getirir. Bu, nazarı aşmayan aklî bir hükümdür, bunu hakkıyla
anlamalısın!’
Bunlardan birisi de ‘Bâtının elbisesi
gıda, zahirin elbisesi ise eziyeti uzaklaştıran şeydir5 bahsidir:
Şöyle demiştir: ‘Yaratılmış yoksul olduğu için eziyet onun ayrılmaz
özelliğidir. Yaratılmış zatı gereği kendinden acıları uzaklaştırmaya çalışır.
Bu itibarla açlık yemek vesilesiyle uzaklaştırılan bir acıyken susamak içerek
uzaklaştırılan bir acıdır. Sıcaklık ve soğukluk ise giyinmekle uzaklaştırılan
acılardır. Diğer acılar da Allah Teâlâ’nın her birisi için yaratmış olduğu
sebeplerle ve çarelerle uzaklaştırılır. Belirtilen acıları uzaklaştırmanın
ötesinde (uzaklaştırıcı vesileleri kullanmada) ya süslenme veya şehvet amacı
bulunur. Bunların da nefiste bir acısı vardır ve ancak arzulanan şeyin elde
edilmesiyle ortadan kalkarlar. Bu durum arzulanan bütün işlerde nefisten
kaynaklanan bir haldir. Bazen acı hissedilirken uzaklaşır, bazen gelişinden
önce hazırlanılır. Kısaca nefis herhangi bir şeyi ancak acıyı uzaklaştırmak ve
defetmek maksadıyla kullanabilir. Hakk ile yaratılmışlar arasındaki fark da
budur. Hakk için yaratma O’nun zatından kaynaklanmamış olsaydı, O’nun var
ederkenki hükmü kendinden acıyı uzaklaştırmadaki hükümde (yaratılmışla) bir
olurdu. Çünkü Hakkın iradesi bizdeki şehvet mesabesindedir. Arzu duyulanı elde
etmekle acı kalkar. O ‘her gün bir iştedir.5198 Bunu
iyice öğrenmelisin!5
Bunlardan birisi de ‘Kim
dünyada âmâ ise ahirette de âmâdır5199 bahsidir:
Şöyle demiştir: ‘Bugün nasıl isen, yarın öyle olacaksın. Sen dünyada
varlıkları bulundukları halde görenlerden olmak üzere çalış! Bu konudaki
delilin Allah Teâlâ’nın âmâ -ki ‘ekmeh’ diye isimlendirilirolarak yarattığı
kimsenin uyurken âmâ olduğu gibi uyanıkken de âmâ olmasıdır. Bu itibarla uyku
küçük ölüm, hatta ölümün ta kendisidir. Çünkü uyuyanın intikal ettiği mertebe
ölünün intikal ettiği mertebenin aynıdır. Uykudan sonra uyanmak, ölümden sonra
dirilişe benzer. ‘Bu dünyada âmâ olan ahirette de
âmâdır ye yolunu daha çok şaşırmıştır.,20° Yani
onun körlüğü daha şiddedidir. Arife göre bu ayet son derece korkutucu bir ayettir.
Bununla birlikte burada dikkatini çekeceğim bir mesele vardır.
Şöyle ki, dünyada âmâ olup âmâ ölen
kişi ahirette de âmâ olacaktır! Fakat dünyadan ayrılmazdan bir nefes bile önce
herkesin gözü açılacaktır. Kastettiğim âmâ olarak yaratılandır, görmenin
ardından âmâ olan kişi değildir. Ölüm vaktinde perdenin açılmış olması gerekir
ve bu durumda görür. Binaenaleyh her ölen basiredi bir şekilde varacağı yeri
görerek ve bilerek ölür, bu hali üzere diriltilir. Bunu anlamalısın!’
Bunlardan birisi de ‘Emre bağlanmak
ve yasaktan kaçınmak’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Kul bütün hareket ve
duruşlarında itaatkârdır, çünkü o, Hakkın zahirinde ve bâtınında yaratmış
olduğu hareket ve duruşları kabul edicidir. Onda yaratan kendisinde tekvini,
yani var olmayı emrederse, Rabbinin emrine uyar, kendisinden olan ve istediği
bir şeyi yaparken onu bırakır, Hakkın onda yarattığı işe yönelir. Hükmü
Şâri’nin emrine ve yasağına aykırı olan bir şeyi yaratırsa, bu işe uyma
esnasında kendisine muhalefet nispet edilir. Bu konu farkına varılmayan ince
bir meseledir. Çünkü (şeriata göre, hükmü) muhalefet olan bir işi (Hakkın
yaratması nedeniyle) kabul etmek de bir uyum ve muvafakattir. Dünya hayaunda
bu hali müşahede eden ne dünyada, ne ahirette bedbaht olmaz. Böyle biri Hakkın
emirlerine uymada, daha doğrusu Hakkın kendilerinde yarattığı işleri kabul
etmede yaratıklardan daha gönüllü değildir, onlar bunun farkında değillerdir. Allah
Teâlâ’nın itaat etmemizi emrettiği emirler, ilahi emirlerdir, peygamberlerin
dilinde gelen emirler değildir. Çünkü yaratıklardan emir verenler, emir
verdikleri hususlarda itaatkârdır; emretmesi emredilmemiş olsaydı, zaten emir
vermezdi. Emir verdiği kişi o emri vermekle memur olan kişinin emrini dinlerse
ona itaat eder. Allah Teâlâ’nın emri vasıtalar olmaksızın doğrudan geldiğinde
ona karşı konulamaz ve kendisine itaatsizlik edilemez.’
Bunlardan birisi de ‘Çıkmaktan emin
olan yükselmeyi talep etmez’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ’ya dönmek
kaçınılmazdır. Bilmelisin ki, attığın ilk ayağından itibaren Allah Teâlâ’nın
katında bulunursun. Bu itibarla ilk ayak ilk nefestir. Allah Teâlâ’ya
yükselmeyi taleple kendini yorma. ‘Allah Teâlâ’ya yükselmek’ ile kastedilen,
iradenden çıkmandır. Onu görmemen gerekir. Çünkü bulunduğun her yerde Allah
Teâlâ seninle beraberdir. Senin gözün sadece O’nu görür; geride tanıyıp
tanımamak kalır. O’nu temyiz edip tamsan O’na yükselmek istemezsin, çünkü O’nu
yitirmemişsindir. O’nu arayan birini görürsen, bil ki, o kişi sülük yolunda
kendi saadetini talep etmektedir. Onun saadeti ise acıları kendisinden
uzaklaştırmaktır, bundan gayrı bir saadeti yoktur. O halde en cahil kişi
eldekini talep eden ve arayandır. Demek ki Allah Teâlâ’yı talep edenden daha
cahili yoktur. İnsan ‘Bulunduğunuz her yerde Allah Teâlâ
sizinle beraberdir’201 ve ‘Her
nereye dönerseniz Allah Teâlâ’nın yüzü oradadır’202 ayetlerinin anlamını bilseydi, hiç
kuşkusuz, kimsenin O’nu aramayacağını, sadece nahoş işlerden kaçınmak üzere
herkesin kendi saadetini talep edeceğini bilirdi.’
Bunlardan birisi de ‘Kitabın ehli
olan varislerinden bir kısmı olan sevilenler için azabın zevki’ bahsidir:
Azabın tadı sevenlerin görülmesi
Onların gözleri bendekini görür
Azap sevgiliden ayrılmak demek Haz
da sevgiliyi görmek
Şöyle demiştir: ‘Kitaba varis
olanlardan birisi de mücahede ederek nefsine zulmedendir. Öyle biri nefsinin
hakları hususunda nefsine zulmederken aynı zamanda azap ve acı çeken biridir.
Bu acıyı kendinden uzaklaştırmak istemez; ondan haz alır ve aradığının
karşısında kendisini taşımak ona hafif gelir. O I'endi saadetini arayan
biridir. Bu itibarla kitap bir anlamın diğerine eklenmesi demektir. Anlamlar
harflere ve kelimelere yüklenmeden anlamlara eklenmeyi kabul etmezler;
kelimeler ve harfler anlamları içerdiğinde birbirlerine eklenebilirler. Başka
bir ifadeyle harfler birbirlerine eklenmiş olduğu için dolaylı olarak anlamlar
da birbirlerine eklenir. Harflerin birbirine eklenmesi ‘yazı’ diye isimlendirilir.
İki çiftin eklemlenmesi olmasaydı cinsel ilişki olmazdı ki, o da bir yazı
türüdür (ayette yazı ile nikâha telmih vardır). Bütün âlem yazılı bir kitaptır,
çünkü âlemin bir kısmı diğer kısmına eklenmiştir. Bununla beraber her durumda
üretir ve ortaya çıkartır. Öyleyse sadece sürekli bir şekilde tebarüz eden
varlıklar söz konusudur; hiç kimse var ettiğini sevmeksizin bir şeyi meydana
getirmez. Demek ki varlıktaki her şey sevimlidir ve sevilenlerden başka bir
şey de yoktur.’
Bunlardan birisi de ‘Ehil olanlardan
gizlenmek cehalettir’ bahsidir: Şöyle demiştir:
Cehalet Allah Teâlâ’nın ehlinden
gizli
Allah Teâlâ ne getirdiğini ve ne
bıraktığını bilir
Allah Teâlâ ehli Rahman’ın ne yaptığını bilir .
Veya bir kısmını; kendisinden
sakının, tehlikedir Failinden başkasında emelim bulunsaydı Korkutmak ve
sakındırma fayda vermezdi
Bizim akidemiz ve
emelimiz O’nda
Bilgime göre hiçbir
beşer bana katılmaz
O’nunla beni birler
veya sınırlar
Bunun için izhar eder ve gizlenir '
Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah
Teâlâ’nın gördüğünü bilmez mi?’203 Allah Teâlâ ile
âlem arasında bir bağın olduğu sabittir. Akıllı herkesin -ehliyet sahih olup
miras gerçekleşsin diyekendi nesebini ve bağını araması gerekir. Allah Teâlâ ‘Sonra
kitaba seçtiğimiz kulları varis kılarız’204 der. Yazıyla manaların var olduğunu
açıklamışür. Bunlar kendilerini gösteren delalede harflerin birbirlerine
eklenmesiyle oluşur. Allah Teâlâ âlemi var etmiştir. Bu yönüyle âlem,
sanatçının eliyle araçların birbirini meydana getirmesi gibi, birbirini meydana
getirir. Bir araçla iş yapan, araçlar olmaksızın işini yapamayacağı gibi
kullananın tahriki olmaksızın da aracın yapılan işte tesiri gerçekleşmez. Bu
itibarla sanatkârın araçla ilişkisi onu kullanmasıdır, bir şeyi irade edene
kadar ona ‘ol’ demez.
Bunlardan birisi de ‘şe’nin şe’n
içinde olması’ bahsidir:
Şe’n içinde
bulunduğumuz iş, Allah Teâlâ yaratır onu
Bilmediği bir şey
yaratmaz O .
Kitabı bize bildirmek üzere geldi .
Üzerinde düşünen
kişi anlar bunu
Allah Teâlâ
dilediğini kitaba tahsis etti
Halde kendi
hükmüyle izhar eder onu ,
Allah Teâlâ yüce kitabında ‘Yaratan
bilmez mi’205 der. Şöyle demiştir: ‘Şe’n kelimesi ‘O
her gün bir iştedir (şe’n)’206 ayetinde ifade edilir: Şe’n .fiil
demektir. Başka bir ifadeyle kastedilen günün en küçük biriminde Allah
Teâlâ’nın var ettiği her şeydir; günün en küçük birimi bölünmeyen an demektir.
Fiil, failin zatı gereği yapmadığı bir şey ise -yani eşya zatı gereği failden
meydana gelmemiş ve münfail olmazsakendisinin edilgeni ve mefulü olan şey o
esnada üzerinde bulunduğu bir yapıya ve duruma sahip olmalıdır. İşte o yapı
fiilin ta kendisidir. Fail zatı gereği fail olunca, âlemin bir defada
kendisinden meydana gelmesi zorunlu değildir, çünkü mümkünler, sonsuzdur ve
sonsuz olanlar varlığa ancak sıralı bir şekilde girebilir. Bir anda varlığa
girmeleri ise imkânsızdır. Zatı gereği imkânsız olan bir şey hakkında bir
tertibe göre fail olan, bütünü izhar etmedi diye, eksiklikle nitelenemez. Çünkü
fail için bütün yoktur. Öyle bir şey zatı gereği imkânsızdır ve hakikatler
değişmez. Binaenaleyh mümkün zatı gereği gerçekleşen tertibi izhar ederken Allah
Teâlâ zatı gereği varlığı verir. Bu durum tecelli nurunun mümkünün gözünün
üzerine düşmesidir. O nur sayesinde mümkün kendini ve o nurun yayıldığı şeyleri
görür. O varlık diye isimlendirilir ve bu konuda aklî düşüncenin hükmü yoktur.
Evet! zikrettiğimiz bazı hususlarda aklın hükmü varken bazı işlerde ise
teslimiyetle kabul eder. Hakk zatı gereği kendi şe’nlerinde yaratırken tertip
şe’nlere aittir.’
Bunlardan birisi de ‘İktisap
meselesinde kapının kapanması’ bahsidir:
İktisap kapıların kapanmasıdır
Umduğumuz kazançlar hakkında kapanır
kapılar
Benim adıma kesb sahih olursa şu da
olur:
O’nun ehli olurum ve aradaki bağ sabit
olur Ben ve O, varlığın hükmüne bağlıyız O’nun katındaki zanlarım buna şahit
Ben işlerimizi bilen ve görenim Gözlerden kayıp değiliz Allah Teâlâ bilir ki
benim katımda olan,
O’nun da dediği gibi ilimde bana
verilen, haşviyyattır
Celalini ve cemalini öğrenince İşin
bir serap olduğunu öğrendim
Şöyle demiştir: ‘İktisap (kesbetmek)
kazanmak üzere çalışmak demektir. Var eden de kazanandır, çünkü kazandığıyla
nitelenmiştir. Kazanılan mevcut olmadığı için bazen kazandığıyla nitelenmez.
Bu nedenle ‘Allah Teâlâ vardı, O’nunla beraber başka bir şey yoktu’
denilmiştir. Hadisi aktaran kişiden şekilci âlimlerin zikretmiş olduğu ifade
aktarılmamıştır. Onlar bu ifadeyi habere dâhil etmiştir. Söz konusu ifade ‘O
şimdi de olduğu hal üzeredir’ ifadesidir. Böyle bir ifade haberi yalanlamak
anlamına gelir, çünkü ilahi habere göre Allah Teâlâ ‘Her
gün bir iştedir.’207 Hâlbuki
Allah Teâlâ vardı ve o günler olmadığı gibi o günlerdeki fiiller de yoktu. Hal
böyleyken nasıl olur da ‘Allah Teâlâ bulunduğu hal üzeredir’ ifadesi doğru
olabilir. Allah Teâlâ ‘Bir şeyi irade ettiğimizde ona ol
deriz’208 der.
Sen bu söze iman ediyorsun; ya buna veya ötekine inanacaksın!’
Bunlardan birisi de ‘Ancak korkan
insan gerçekte korkabilir’ bahsidir:
Allah Teâlâ kendisinden korkulmaya
en layık olan Hiçbir yaratılmış korkulmaya layık değil
Allah Teâlâ’dan korktuğunda
sakınırsın O’ndan korkandan korkunca da sakınırsın
Allah Teâlâ’dan korkan kişi emrini tutar .
Yasaklarından da
inanarak uzak durur
Allah Teâlâ inanmış kulunun sırrını
muhafaza eder Onu ifşa ettiğini bilirse
Ona kendisinden bir eksiklik
gösterir Yeryüzünde; seyrinde onu temizler
Şöyle demiştir: ‘Korku kendisinden
korkulanın tesirini kabul edebilecek birinden meydana gelebilir. Bu tesiri o
kişi zevk bilgisiyle bilir. Bununla beraber onun zatında -rablik iddiası
nedeniyletesir talebi bulunur. Bu iddianın nedeni ise insanın ilahi surette
yaratılmış olmasıdır. Öyleyse onun da korkması gerekir. Başka bir ifadeyle biz
bize tesir edenden korktuğumuz gibi başkasına tesir etme talebi nedeniyle de
korkmamız gerekir. Arif bazen kendisinden korku duyulmayacak bir Hakk
yerleştirilirken kendisinin korkmayacağı Hakk yerleşmesine imkân yoktur. Böyle
bir hal ona ait değildir. Bazen içinde hali hakkında bir şahit bulunabilir ve o
şahit şöyle der: ‘Allah Teâlâ hakkında müşaheden olsaydı kimse O’ndan
korkmazdı.’ Böyle bir ifade doğru değildir. Bu ifade ancak kendi zatını ve
zatının gereğini bilmeyenden meydana gelebilir. Av bir insanı gördüğünde
kendisinden kaçar. Bu itibarla insanın içinde avı yakalamak duygusu
bulunmasaydı, av ondan korkmayacaktı. Bazen av insanı görmez ve sırtı kendisine
dönük olabilir. Binaenaleyh yaratılmışın korkmaması mümkün değildir. Bazen
korkmayacak bir makama ulaşabilir, fakat bu hal, -gafil olmadığı
sürecesüreklilik kazanmaz.’
Bunlardan birisi de ‘Besin veren
vakti düzenlemek ister’ bahsidir:
Allah Teâlâ besinleri belirlemiş ve
takdir etmiş Besinleri yaratan O’dur, ed-Dehr ismiyle perdeleyen Akıl gizler
O’nu, nefs izhar eder Ruh gizler, duyu murakabe eder
Nur yakar, sır
çevreler kendisini
Arzu vecdiyle telef
eder ve götürür
Vecd ciğerde özlem
ateşini tutuşturur
Ateşin harareti
artar, rüzgâr alevlendirirken onu
Şöyle demiştir: ‘Yaratma, tertibi;
vakit, tayinini bildirir. Bu tayini ancak el-Mukît ismi üstlenebilir, Allah
Teâlâ şöyle der: ‘Onu belli bir ölçüyle indiririz.’209 Başka bir ayette ‘Her
şeyi bir ölçüyle yaptık’210, ‘Fakat dilediği şeyi dilediği ölçüde
indirir’211
denilir. Kastedilen gerçekleşen ve sabit olandır. Burada ‘lev (ise)’
edatının hükmü yoktur, çünkü o edat ekilmiş olsaydı, kendisinden hiçbir bitki
çıkmaz, tohum çürümüş olurdu. Herhangi bir yerde ‘lev (ise)’ edatının
geçtiğini duyarsan, onun altında neyin bulunduğuna bakma! Onun altında var
olan bir şey yoktur. Bu edattan veya onun delaletinden korkma! Sen bilhassa
vukua geleni müşahede et. Çünkü madumun âlemin nefislerindeki etkisinden daha
büyük bir etki görmedim. Bunun sebebi imkândır. İnsan belirli bir işten
korkar. Fakat o iş yoktur ve var olmamıştır. Bazen korku kendisine etki eder. O
korkuyu var olmayanın tesiri takip eder. Hal böyleyken mevcudun tesiri
hakkında ne düşünülür?’
Bunlardan birisi de ‘Sevgili
yakındır’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Sevgili sevgiye yakındır, çünkü sevgiyle
ilgilidir, fakat sevene yakın olmayabilir. Sevgi uzak mesafeleri katettirmez
veya kıymedi emekleri harcatmaz. Bunların hükümleri sevgiliye taalluk eden
sevgi yakınlığından kalkmaz. Seven ise bazen sevgiliye yakındır, bazen
değildir. Bu itibarla sevgi kendisinde bilfiil bulunduğu için sevene yakınken
kendisine iliştiği için de sevilene yalandır. Çünkü sevenin sevgiliden başka
ilgisi veya yöneldiği bir şey yoktur; bazen de yalnızca ona yönelir. Seven ise
bilfiil kendisinde bulunduğu için sevgiye tâbiyken sevilen (mahbûb) sevenin
sevgisine tâbi değildir. Bununla beraber o sevgi kendisiyle ilgilidir. Sevilen
kendisinde bilfiil bulunanla beraberdir. Sevgilinin sevgisi kendisinde
bulunursa, onu sever. Bu durumda seven sevgili haline gelir ve iki tarafta da
talep gerçek ve sahih olur, ortada engel kalmaz. Bununla beraber dıştan veya
imkânsızdan kaynaklanan bir engel olabilir. Başka bir ifadeyle hakikatler
kavuşmaya imkân vermeyebilir. Sevgiyi bilen nasıl seveceğini de bilir. Şeyhimiz
sevgiyi değil, sevgi özlemini ve şehvetini talep ederdi. Bunun sebebi,
sevginin şehvetinin -sevilenden daha çoksevene yakın olmasıdır.’
Bunlardan birisi de ‘Hayırdan muduluk
veren şey başkasını sevmektir’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Seven başkasında
kendini sever. Başkasını sevmek söz konusu olmadığı gibi hiçbir şekilde
başkası sevilemez, çünkü başkasını sevmede hayır yoktur. Onda bir hayır varsa,
hayır sevene döner. Demek ki insan ancak kendini sevmiştir, çünkü sevgide insan
hayrın ve iyiliğin kendisine dönmesini talep eder.’
Bilmelisin ki, bu başka, bir varlığa
sahip olmalıdır ve onun varlığı ötekinin aynı değildir. Sevilen her zaman
madum, yani yoktur. Başka bir ifadeyle o ya mevcutta veya mevcut olmayanda
‘bulunmayan’ bir şeydir. Çünkü mevcudun zatı gereği sevmesi mümkün değildir; o
var olmayan bir şey nedeniyle sever. Var olmayan ise var olmasını istediği
sevilen şeydir. Bu itibarla yokluk seven için başka bir şey değildir. Yok olan
sevgili ise -sevgi bilfiil kendisinde bulunduğu içinsevende bir nitelik olarak
kalmayı sürdürür. Onun sevgisi bu sevgiliye ilişmiştir ve sürekli ona
bağlıdır; duyuda var olana kadar böyle devam eder. Sevginin yaratılmıştaki
durumu bu iken Hakk’taki durumu yaratma ve var etmedir.
Bunlardan birisi de ‘Genişliğin
nihayetine ulaşan daralır’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Boşluktan daha geniş bir
şey yoktur ve genişlikle boşluk nitelenebilir. Boşluk dolduğunda hiç kuşkusuz
daralır, çünkü mümkünlerin nihayeti yoktur. Bazen boşluk onun karşısında
daralır, çünkü o dolmuş, geniş ise daralmıştır. Allah Teâlâ boşlukta yaratmış
olduğu dolulukta başkalaşmalar yaratmıştır; bir suret boşalır ve onu sübût ve
yokluğa katar; yokluktan o dolulukta başka bir suret var eder. Bu itibarla
dünya ve ahirette tekvin ve başkalaşma sürekli değişmelerle sürer. Hatta bütün
varlıkta böyle devam eder. Bunlar Hakkın dünya ve ahiret, hatta varlık
günlerinin her birisinde kendinde bulunduğu ‘şe'nler’ demektir. Başkalaşmalar
karşısında daralanın durumu, boşalma ve yeni bir meşguliyettir. O boşalma ise
boşluğun dolması demektir; boşluk daha önce daralmış ve içinde bulunan onu
doldurmuştu. Öyleyse boşluk sürekli dolar; doluluğun bulunmadığı boşluk
düşünülemez.’
Bunlardan birisi de ‘Gayede bir gaye
yoktur’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Gayede bir gaye olsaydı ‘gaye’ olmazdı.
Alemin gayesi Hakkı talep iken Hakkın gayesi yaratılmışlardır. Çünkü O’nun
gayesi mertebedir ve o da ilah olmaktan ibarettir. Demek ki Allah Teâlâ zatı
gereği meluhu talep eder. ‘Bütün iş Allah Teâlâ’ya döner.’212 Allah Teâlâ gaye olduğu kadar bütün
iş O’ndan başlamıştır. Bu nedenle dönüş zikredilmiştir, çünkü dönüş önceki bir
çıkıştan sonra gerçekleşebilir. Bütün yaratılmış varlıklar Allah Teâlâ’dan
çıkarak varlığa gelmişlerdir ve bu nedenle de onların hükümleri Allah Teâlâ’ya
döner, sürekli O’nun katında bulunurlar. Onların ‘dönen’ diye
isimlendirilmelerinin nedeni, yaratılmışların sebepleri görmek özelliğiyle
sınırlanmalarıdır. Onlar bakanların gözlerindeki perdelerdir. Yaratılmışlar
sürekli onlara bakar ve bir sebepten başka bir sebebe geçerek en sonunda birinci
sebebe ulaşırlar. Birinci sebep Hakk’tır. İşte dönüş bu demektir.’
Bunlardan birisi de ‘Sâfiyane bir iş
meydana getirenin adı yâd edilir’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Şaşırmaya yol
açan her işin sahibi -ki o bu işi şaşkınlığa yol açsın diye meydana getirmiştiro
işi sadece kendisinden söz edilsin diye bu nitelikte meydana getirmiştir.
Başka bir ifadeyle şaşılsın ve onun adı zikredilsin diye böyle var etmiştir.
Aceleci olmamalısın! O şeyi var eden kendisinden söz ederek haber verecektir.
Bununla beraber insan aceleci yaratılmıştır. Onun tabiatında hareket ve yer değiştirme
vardır, çünkü hareket, insanın aslında vardır. Onun yokluktan varlığa çıkışı
bir intikaldir. Bu itibarla insan asıldaki yaratılışında ve varlığında hareket
edicidir. Bu nedenle ayette ‘insan
aceleden yaratıldı5213
denilir. İnsan aceleci yaratılmıştır, aceleden başka bir şey isteseydi başaramazdı.
Alemde şaşılmayacak hiçbir şey yoktur ve varlık bütünüyle şaşkınlık sebebidir.
O halde Allah Teâlâ şaşkın kimseler için varlıkta kendi zikrini ve yâdını
meydana getirir. Arifler için Allah Teâlâ bu diyarda kendisinden bir zikir
meydana getirir. Onlar o işin niçin yaratıldığını anlar ve kendileri adına
yaratılan şeyleri öğrenirler. Sıradan insanlar ise o işlerin gerçeklerini
ahiret yurdunda öğrenirler. Her halükarda bir bilgi kaçınılmazdır ve o bilgi
yâd edilmeyi meydana getiren şeydir.’
Bunlardan birisi de ‘Yönelmek aldanan
için meydana gelir5 bahsidir:
Allah Teâlâ’dan başkasına yönelme
sakın O’nu bilmeyen başkasına yönelir zira
Allah Teâlâ münezzeh ve mütealdir
Mahrum kişi, mülkünde bir ortağı
vardır der O’nun
Eşi ve ortağı olduğunu söyleyen kişi
Cehalet kılıcıyla kesilmiştir
Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki güneş ne doğdu,
ne battı Sevenler mutlaka vasıl oldu O’na Allah Teâlâ münezzehtir, hiçbir şey
ihata edemez O’nu Ne şiire gelir, ne nesre gelir
Başkasına yönelme, hüsrana uğrarsın!
Kur’an-ı Kerim’e de Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e indirilmiş
olarak bakmalısın, yoksa Araplara indirilmiş bir kitap olarak ona bakma! Öyle
bakarsan anlamlarını kavrayamazsın. Çünkü Kur’an-ı Kerim Allah Teâlâ’nın
peygamberinin diliyle açık Arapça olarak inmiştir. O kitabı Cebrail demek olan
Ruhu’l-emin Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in kalbine indirmiş, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem onunla korkutucu, yani öğretenlerden birisi
olmuştur. Kur’an-ı Kerim hakkında Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in
söylediği şekilde konuştuğunda, bu idrak düzeyinden peygamberden dinleyen
düzeyine çıkarsın. Çünkü hitap -konuşanın değildinleyenin değerine göre ortaya
çıkar. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin Kur’an-ı Kerim’den duyduğu ve
anladığı şey, ümmetinden duyup kendilerine okuduğunda işitenlerin anladığıyla
bir değildir. Bu ince bir meseledir ve ben onu kendimden önce kimseden duymamıştım.
Bu mesele bilinmeyen bir konudur, bir takım kapalılıklar içerir.
Bunlardan birisi de ‘Yaratıklarına
karşı kibirlenmeyen hiç kuşkusuz zorunlu hakkı yerine getirmiş demektir’
bahsidir:
İhmal ve tekebbür benim düsturum
değil Benim düsturum tevazu ve bağışlama
Ben birine ibadet ediyorum ki
kahreder ve bağışlar O kerem ve bağışlamanın Rabbi el-Müheymindir
Şöyle demiştir: ‘Benzerlerine karşı
kibirlenen kişi, onların kendi benzeri ve hemcinsi olduğunu anlamayandır. Bir
şey kendi kendine karşı büyüklenemeyeceği gibi benzerine karşı da
büyüklenemez. Yaratıklara karşı büyüklenmeyen onlar adına Allah Teâlâ’nın
vacip kıldığı hakları yerine getirmiştir. Nitekim Allah Teâlâ da ancak O’nun
vasıtasıyla gerçekleşecek olan yaratmaya hakkını vermiştir. Böyle olmasaydı Hakk
‘Hakk’ olmazdı. Aynı şekilde insan düşünen bir canlı (hayvan-ı nâtık)
olmasaydı, insan olmazdı. Allah Teâlâ her şeye yaratılışını vermiş, sana da
hakları yerine getirmeni zorunlu kılmıştır. O halde âlemdeki her şeyin senden
talep ettiğinde yerine getirmen gereken bir hakkı vardır; haliyle veya diliyle
talep etmediği sürece o Hakk senin üzerinde ortaya çıkmaz. Yaratmada olduğu
kadar bu konuda da vakitlerin bulunması kaçınılmazdır. Vakit geldiğinde Allah
Teâlâ şöyle der: ‘Ecelleri geldiğinde bir an onu
geciktiremez veya öne alamazlar.’21*
Kıyametin durumu hakkında da şöyle der: ‘Onun
vaktini kendinden başka bilen yoktur.’215 Böylece ona da yaratılışını verir.
Bir hakkı eda etmenin vakti geldiğinde, onu yerine getirmen gerekir; bunu
yapmazsan zalim olursun. Hakkı yerine getirmek, onu yerine getirecek kişin
kudrete sahip olmasına bağlıyken o kişide kudretin gerçekleşmesi de o işin
vakti demektir.’
Bunlardan birisi de ‘Maksat bütün
gayreti harcamakla birlikte eksikliği görmektir’ bahsidir:
Eksiklik derken benim maksadım ne?
Gayret harcamada karşılaştığım
eksiklik Adi! olanlar beni görür ki, bana inayet etmiş Ortaya çıkan
nefesiyle var oldum O’nun Sahifemle sınırladığımı görürüm O’nun geniş ilminden
satırlarda olanı O’nun kitabını okudum ve anladım Zebur’da onu izhar ettiği
gibi anladım Sabah ve gecenin ışığı onu getirdi Deyhur diye bilinen vaktinde
Varlığını sınırladım, benim için Hakk
oldu Sınırlıyı bildiğim için varlıklar sınırlandı
Şöyle demiştir: ‘Kuruntular aldanış
demektir ve Allah Teâlâ’ya karşı kuruntu içerisinde olmayınız. Kuruntuya
kapılırsan onu elde edeceğin yoldan başka bir yola yönelmiş olursun. Allah
Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ’dan sakınırsanız sizin'
adınıza furkan yaratır.’116 Allah
Teâlâ kuluna indirmiş olduğu furkanı elde etme yolunun takva yolu olduğunu
beyan etmiştir. Furkanı kullanan ise iki âlem içinde korkutucu, yani öğretici
haline gelir. Bakınız! Allah Teâlâ bilinmek istediğinde âlemi yaratmış,
âlemdekilere tanınmış, kendi değerlerine göre âlemdekiler de O’nu tanımışlar, Allah
Teâlâ onları yoklukta bırakmamıştır. Kutsi bir hadiste şöyle denilir: ‘Bilinmez
bir hâzineydim, âlemi yarattım, onlara tanındım, onlar da beni bildi.’ Bir
ayette ‘Onları kim yarattı diye sorsan hiç
kuşkusuz Allah Teâlâ derler’217 denilir. Her talibin üzerinde
yürüdüğü ve maksadını elde etmek istediği bir yolu vardır. Çünkü talip için
yol, zatî bir gerekliliktir ve ancak onunla meydana gelebilir. Fakat insanların
çoğu bunun farkında değillerdir.’ Bunlardan birisi de ‘Nefsini arzusundan
uzaklaştıran kişi me’va cennetine ulaşır’ bahsidir:
Nefsi arzusundan uzaklaştırırsan
Onun cenneti Me’va cenneti olur
Allah Teâlâ onu oraya yerleştirir ve
örter Onun varacağı yer Firdevs cennetidir
Onu yürüten güneşe yemin etmiştir Onu takip eden dolunay
üzerine de Onu örttüğünde karanlığa yemin etmiş Ortaya çıkardığında gündüze *
Allah Teâlâ’nın bir hikmeti var
gizler onu Gözlerden izhar ederken kendisini
Göklere ve onları bina edene yemin
etmiş Arzın üzerinde ferşini yükseltmiş ve demiş ki:
Mutlaka nihayetine ereceksiniz
Ta ki görecek nefis arzularına
ulaştığını
Ellerinin önceden hazırladığını
görmek üzere Her türlü hayrı, getirilecek ortaya
Ulaştığı besinler ve yiyecekler En
tatlı ve en hoş besinler getirilecek
Şöyle demiştir: TSTefsi arzusundan
uzaklaştırmak arzunun kendi arzusu olması itibarıyla ona gelmemesi demektir;
artık arzular Hakkın iradesi olması itibarıyla nefse gelebilir ve insan bunun
farkında olmaz, insan kınanan bir şey olması itibarıyla nefsi arzularından
uzaklaştırır, yoksa işaret ettiğimiz bakımdan uzak tutmaz. Allah Teâlâ bu
konuda sahih bilgiyi gizlemiş, onu ‘me'va cenneti’ yani gölgesine doğru giden
örtü ve perde diye ifade etmiştir. Övülen bir şey olsa bile, kınamayı arzuya
bağlaması bakımından bir övgüdür. Kişi hevanın ancak heva vasıtasıyla (yani
başka bir arzuyla) defedileceğim, hevanın iradeden başka bir şey olmadığını
anlasaydı, irade edilen her şeyin gerçekleşmesi durumunda nefsinin haz
alacağını öğrenirdi. Her irade bir hevadır ve heva nefse haz verir. Lezzetin
bulunmadığı bir şey arzu edilmez. Heva (düşmek anlamındaki heviye ile ilişkisi
nedeniyle) nefse düştüğü için böyle isimlendirilmiştir. Onun nefse düşmesi ise
Rabbinin iradesiyle senden gerçekleşmiştir. Binaenaleyh hevadan daha üstün bir
şey yoktur, çünkü heva seni Hakka yönlendirir, sen de O’nunla haz alırken artık
başkasını görmezsin. Bununla beraber yaratılmışlar böyle bir idrakten
perdelenmişlerdir. Onlar kendilerindeki iradeyle hareket eder, onu -heva
olmadığı haldeheva diye isimlendirirler. Bu itibarla heva ariflere ait iken
irade sıradan insanlara aittir. Onlar bir yandan hevayı kınarlarken aynı zamanda
onun için çalışırlar.’
Bunlardan birisi de ‘Hakk batılı yok
eder, kendisine bakmak bayıltır5 bahsidir:
Hakkı batıl üzerine saldığında
Yok eder onu, bir de bakarsın batıl
gitmiş
Söylediğimi kim bilir ki?
Bütün hallerinde dürüst olan bilir '
O zalimdir (nefsine karşı), heva ise
yok edici Diğeri ölçülü ve öne geçmiş Geçer onu; gelen her şey Onun izindedir ve ardından gelir
Dersem ki arif bize rehber oldu Veya
biri bize engel oldu
Kendi gözümden, ben bakarken Ve
dilimden, ben konuşurken
Haberlerimiz sırrımızdan haber verir
O’nun kendi zatında âşık olduğum
Şöyle demiştir: ‘Kendini hataya
düşürme, Hakk ile yaratılmış bir araya gelmez. Neyi müşahede ettiğini
düşünmelisin; Hakk ise, O’na ancak O’nun gözüyle bakabilirsin. Çünkü O’nu
kendisinin gözünden başka bir şeyle idrak edemezsin. İçinde bulunduğun vakit Hakk
olduğunda, senin için halk yani yaratılmış söz konusu değildir. İçinde
bulunduğun vaktin halk (yaratılmış) ise O’na yaratılmış gözüyle bakamazsın. Hüküm
bakmaya tâbiyken bakış da bakılanın zatından verdiğine göre hüküm verir.
Bakılan ayakta olduğu halde senin onu oturarak görmen mümkün değildir veya
belirli bir renge sahip iken onu sahip olduğundan başka bir renkte görmen de
mümkün değildir. Algıda gerçekleşen böyle bir yanılma, acı safranın baskın
geldiği tat alma duyusunda mümkün olabilir. Böyle bir halde insan tattığı balın
acı olduğunu söyleyebilir; çünkü bal, tatma duyusuna değmemiş, acı safra ona
temas etmiştir. Demek ki acılıktan söz ederken insan doğru söylemiş, acılığı
bala nispet ederken yanlış hüküm vermiştir. Bunu bilmelisin!’
Bunlardan birisi de ‘İcabet edene icabet edilir, niçin
edilmesin ki?’ bahsidir:
Hakka çağıranlara icabet edersen
onlara yardımcı olursun Onlara yardım edersin kendileriyle
Onlar benim aynım ve inancımdır
dersem Terk ettiğimde bunu söylerim Hakk bilinmez veya her arzuya gelmez Duyu
Hakkın zuhur ettiğini görürse
Onun bir sınırı yok ki idrak edilsin
Her konuda bir hükmü var
Böyle hüküm verdin,
şaşılacak bir iş yok '
Her hüküm onda
böyle ,
Ne bilgi, ne marifet ihata eder kendisini Hiçbir şeyle
nitelenmez
Şöyle demiştir: ‘Sen nasıl
davranırsan sana da öyle davranılır. Demek ki sana dönen senin amelindir. Allah
Teâlâ ve peygamberi ‘sana hayat verecek bir işe’ seni çağırırlarsa, onlara
icabet etmelisin. Sen icabet edersen, Allah Teâlâ da kendisine dua edince sana
icabet eder. Şöyle buyurur: ‘Kullarım
beni sana sorarlar; de ki, ben yakınım, dua edenin duasına karşılık veririm,
bana icabet etsinler.’218 Ben
onları peygamberlerimin dilleri vasıtasıyla davet ederim. Allah Teâlâ karşılık
verdiği gibi kulunun da kendisine karşılık vermesini talep etmiştir. Bu
itibarla Allah Teâlâ var olmak üzere kendisini çağırınca, mümkün icabet etmiş
ve var olmuştur. Ardından yaratıcısına zatının kendisiyle bilfiil var olup
varlığını sürdürmesini sağlayan nitelikleri talep etmiş, Allah Teâlâ da ona
yardım etmek üzere icabet etmiştir. Böylece (iki tarafta da) ceza, yani
karşılık gerçekleşmiştir. Allah Teâlâ ‘dileseydi’ yok ederdi, fakat duaya
icabet etmiş, Hakk da onun talebine karşılık vermiştir. Bu durum Hakkın bize
bir uyarısı ve talimidir. Hakkın görülmesi için ortaya koyduğu bu durumları
görmemezlik etmeyesin! Onlara Hakkın kendilerindeki maksadına göre muamele
edin. Alemdeki icabetin esası ve ilkesi budur ki o da kuvvetli bir asildir. Bu
nedenle bir insan Allah Teâlâ’ya dua ederse Allah Teâlâ kendisine icabet eder.
Bununla beraber işler vakidere bağlanmıştır ve her şeyin bir vakt-i merhûnu
vardır. Bunu bilen bilir. İcabette gecikme olmaz, çünkü yola çıkmıştır; bazen
de daha sonra gelecektir bu da sonraya bırakmak demektir.’
Bunlardan birisi de ‘Güzel koku güzel
ahlaka delalet eder’ bahsidir:
Böyle bir konu hakkında şöyle
denilir:
Torunlar dedelerinin izlerinden
gider
Kimde efendinin ahlakı varsa .
Güzeli ve iyi olmayanı yerli yerine
koyar Söylediğim sözü tevhid getirmiştir Kadir gecesi, bir Perşembe gecesi
■
Bir güçlük ve yorgunluk olmaksızın yanımızdaydı Gecenin
başından fecrin doğumuna kadar
Şöyle demiştir: ‘Kökler anlamındaki
damarlar uygunluk ve kuvve itibarıyla temiz ve iyi olunca, dallardaki meyveler
varlık ve fiil itibarıyla hoş ve güzel olur. Meyveler köklerden beslenir, yoksa
kendi kendilerine ortaya çıkamazlar. Âlemin varlığında asıl ilke Haktır ve Hakk
temizdir. Demek ki varlıktaki her şey temizdir. Çünkü varlıktaki her şey Hakkın
ahlakı, yani isimlerinin meyveleridir. Hakk için O’nun isimleri, ağacın dalları
ve yaprakları mesabesindedir. Bu nedenle aradaki girişiklik ve tedahül
nedeniyle dalların ve yaprakların farklı olduğunu görürüz. Bunlar, âlemdeki
hükümlerinde ilahi isimler tedahül ettiği gibi, birbirlerine girerler. Nitekim Allah
Teâlâ ‘Şunlara da ve bunlara da (dünyayı
isteyenlere de ahir eti isteyenlere de) Rabbinin ihsanından yardım ederiz,
Rabbinin ihsanı sınırlı değildir’219 der. Hal böyleyken âlemde herhangi
bir işte ve şeyde güzellik görülmezse, bunun nedeni, o bakışta kişinin Hakkı
görmekten habersiz kalmasıdır.’
Bunlardan birisi de ‘Yanları üzerinde
zikretmek gaybe yakınlıktır’ bahsidir:
Kim Allah Teâlâ’yı zikrederse O’nun
zikretmesini umar ister ayakta, ister oturarak zikretsin
Allah Teâlâ da kendini zikredeni
zikreder Güçlük ve yorgunluk olmaksızın her durumda Kendisinde nimet umulan bu
hayat Ciddiyet veya oyun halinde, zikrederken Bir insan Rahman’ı zikrederse
Kuşku ve tereddüdü ortadan kaldıran bir iş yapmıştır .
Allah Teâlâ onun kalbini kuşkudan
korur 0 bizi yoran kuşkulardan
Şöyle demiştir: ‘Zikredenler üç kısma
ayrılır: Birinci kısım ayakta zikredendir. Ayakta zikreden Hakkın her şeyi
ayakta tuttuğunu müşahede edendir. Böylece Allah Teâlâ’nın, kazandığı işler
hakkında ‘her nefs üzerinde kaim’ olduğunu müşahede eder. Başka bir ifadeyle
zikrederken Hakkı ancak böyle müşahede eder. İkincisi oturarak zikredendir. Oturarak
zikreden Hakkın Arş üzerine istiva ettiğini müşahede eder. Böyle dememizin
sebebi, âlemin Hakkın aynası, Hakkın ise insan-ı kâmilin aynası olmasıdır.
Aynaya bakmak aynada yansır ve böylece bir aynada öteki aynada bulunan ortaya
çıkar ve gözükür. Bunun değerini ise gören bilebilir. Öyle bir insan ‘Hakkı
kaim kılıcı’ olarak yaratıklarında müşahede eder. Hakk kazandıklarıyla her
varlığın üzerinde kaim olarak bulunur. Bu itibarla Hakk yaratılmışın aynasıdır
ve yaratıklarında ancak kendisini görmüştür. Yaratılmışların Hakkın aynasında
görülmesi ise Haktan yaratılmışın aynasında tecelli eden suretin görülmesidir.
Böylece insanlar Hakkı yaratılmış aynanın vasıtasıyla Hakta idrak ederler.
Hakkı, yani O’nun bir sıfatını gördüklerinde kul O’ndan bizzat bu sureti
söylediğimiz şekilde görür. ‘Uzaklık gayblere yalcındır’ dedik, çünkü bu hal
uyuyanın veya hastanın halidir. Bu hal hayal mertebesine yakındır ve hayal
gayb mahallidir.’
Bunlardan birisi de ‘Vefada
yeterlilik’ bahsidir:
Yeterli gören
kendinde bulunanı ifa etmiş Ve onun için var olanı; iktifa vefa demek ,
Bazıları Hakkın yolu derindir
zanneder O’nun yolu bunu getirmiştir; zikir ona zor gelir
Şöyle demiştir: ‘Bir şeyi yerine
getirmekten kaynaklanan iktifa, yani yetinme ancak vaktin sahibi olan
hâlihazırdaki mevcuda yetinmek demektir, içinde bulunduğu vakitte onun sahibi
kendisiyle yetinir, fazlayı talebe ihtiyaç kalmaz. Böyle olması kaçınılmazdır.
Fazla senin talebin olmaksızın sana gelecektir, çünkü bir durumda iki zamanda
kalabilmek imkânsızdır. Allah Teâlâ peygamberine emrederken ‘Rabbim
bilgimi arttır de’220 diye buyurmuştuı.
Burada Allah Teâlâ peygamberinin ve bizim dikkatimizi -içinde bulunulan vakitte
mevcut olana ilave olarakbaşka bir şeyin varlığına çeker ve biz de onun gelişi
için hazırlık yaparız. Kul o fazlalığı elde etmek üzere dua ederek Allah
Teâlâ’ya muhtaçlığını izhar eder. Fazlanın zaten geleceğini bilen ve onun
gelişi için hazırlananın onu elde etmek üzere duaya ihtiyacı olmayabilir.
Bununla beraber ilave senin nezdinde tam olarak belirlenmemişken onu belirleyen
duadır. Hakk ise duaya karşılık verir. Bazen dua ettiğin şey senin nezdinde
belirlenir ve ortaya çıkar. Allah Teâlâ’nın verdiği her şey hakkında daha
fazlayı talebi peygamberine emrettiği husus budur. Daha fazla, Hakkın her
şeydeki vechi ve yüzüdür.’
Bunlardan birisi de ‘Seherlerde
istiğfar’ bahsidir:
Secde ettiğim Allah Teâlâ’dan
mağfiret isterim Geceler boyu ve seher vakitlerinde alınlarla İçlerinden biri
çıkıp bana dedi ki:
Nağmeyi dinlerken onları
kendilerinden geçiren sırları varmış
Şöyle demiştir: ‘Seher vakti şüphe ve
benzerlik mahallidir. Bu itibarla seher vakti mutlak karanlık olup bilgisizlik
olmadığı kadar mutlak ışık olup bilgi şeklinde de tezahür etmez. Seher bir
belirsizlik olduğu gibi aynı zamanda ışığın karanlıkla karışımıdır; bir yerde
karışım olduğunda benzeşme ortaya çıkar. Bu nedenle ‘müteşabih’, yani
benzeşenlere uymak bize yasaklandı. Allah Teâlâ müteşabih olana ancak kalbinde
eğrilik bulunanların uyacağını beyan buyurmuştur. Yani açık Haktan uzaklaşanlar
müteşabih olana uyar. Hâlbuki talep edilen saflık ve duruluktur. Bu nedenle de
seher vakitlerinde ‘istiğfar (gizlenmek, örtü istemek) emredilmiştir. Başka
bir ifadeyle müteşabihe meyilden korunmak istenmiştir. Bununla beraber onun
müteşabih olduğunu bilmemek gerekir. Müteşabih olduğunu bilip sınırı aşmayan
veya onu kendi bağlamından çıkarmayan kişi ona yönelebilir. Öyle birinin
sorumluluğu yoktur. Korkutma ve sakındırma, hakikati böyle değilken, onu iki
yönden birisine katmakla ilgilidir. Müteşabihin hakikati iki yönünün olmasıdır;
bir yönü birine öteki de diğerine bakar. Başka bir ifadeyle bir yönü helale bakarken
bir yönü de harama bakar. İkisini ayrıştırmak imkânsız olduğu gibi bir yöne
tahsis etmek de imkânsızdır. Bu itibarla arife göre müteşabih iki yönün her
birisinden ayrıştığı için muhkemdir. Ona uyduğunda ise müteşabihi hakikatinin
dışına çıkartmayan birisi olarak uyar. Bu esnada ortada bir sapma ve meyil
yoktur.’
Bunlardan birisi de ‘İbadetteki
inayet emrin iradeye uygunluğudur’ bahsidir:
Emir iradeye muvafık olursa Müşahede
edilirken sürekli Mabud’dur O’nun nuru kullarına tecelli eder Onlar da hemen
secdeye kapanırlar
Şöyle demiştir: ‘İlahi emir ilahi
iradeyle çelişmez, çünkü ilahi emir, onun tanımına ve hakikatine dâhildir;
sadece emir kipi diye isimlendirmeleri nedeniyle karışıklık ortaya çıkmıştır
ki aslında emir o değildir. Emir kipi hiç kuşkusuz irade edilmiştir. Hakkın
emirleri peygamber olan tebliğcilerin dilleri vasıtasıyla gelirse, onlar
-emirlerin kendileri değilemir kipidir ve bu durumda böyle emirlere karşı gelinebilir.
Bazen emreden gerçekleşmesini irade etmediği bir şeyi emredebilir, başka bir
ifadeyle, emredilenin gerçekleşmesini irade etmemiş olabilir. Binaenaleyh hiç
kimse Allah Teâlâ’nın emrine karşı asi olmamıştır. Buradan Hz.
Âdem’in ağaca yaklaşmakla ilgili
muhatap olduğu yasaklamanın meleğin diliyle söylendiğini anladık. Yasaklama
kendisine vahyi ulaştıran melek veya onun suretiyle söylenmiş, bunun üzerine Âdem
Rabbine asi olmuştur’221 denilmiştir.’
Bunlardan birisi de cO'na
ancak kendinden kendisine kaçan ululuk taslar’ bahsidir:
Kimin
ellerinin önündeysen '
.
O’ndan
O’na kaçarsın .
O’ndan
zuhur bulamam .
Bu nedenle O’na itimat ettim
Şöyle demiştir: ‘Kaçanlar kime
kaçtıklarına göre tasnif edilir. Onların kaçması zorunlu olmasaydı
kaçmazlardı. Onları kaçmaya zorlayan, kaçtıkları kimsedir. Çünkü kaçacak kimse
olmadığını bilselerdi hareket etmez ve kaçmazlardı. Kaçarken Hz. Musa
meşrebinde mi veya Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem meşrebinde mi
olduğunu öğrenmek istersen, gayenin başlangıcını -başlangıç edatı ‘den
(min)’ve bitişteki edatı düşünmelisin; bitişteki edat ise ‘e/a’
edatıdır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Allah
Teâlâ’ya kaçınız, O’ndan size gelen bir elçiyim.’222 Kendi sığınışı hakkında ‘Sana
sığınırım’ der ki bu da onun emri ve duasıdır. Hz. Musa’nın kaçmasını bize aktarırken
(Hz. Musa). ‘Korktuğumda ondan kaçtım’223 der. Hâlbuki Muhammedi’ye şöyle
denilir: ‘Onlardan korkmayın, benden korkun.’224 Muhammedi nezdinde hüküm gayenin
bitişine ait iken Musevî nezdinde başlangıcına aittir. Gerçekte gaye
başlangıçta onun tarafından tasavvur edilmiştir. O gaye harekete geçirten
şeydir. İşler gayelerine göre anlam kazanırlar ve bu nedenle var olmuşlardır. Allah
Teâlâ şöyle der: ‘Cinleri ve insanları bana ibadet
etsinler diye yarattım.’225 Sen de
gayeyi dikkate almalısın! Bununla beraber gaye varlıkta daha sonra ortaya
çıkar. Bu dürüm çatının altında gölgelenmeyi istemeye (bunun için bina yapmaya)
benzer. Böyle bir gaye insanı çatıyı yapmak için harekete geçirir. İbadet yaratmadan
sonra gerçekleşirken gaye onları varlığa çıkartan, izhar eden şeydir. Bu
itibarla gaye başlangıç ve ilkedir, varlıkta daha sonra tezahür etse bile tesir
ve hüküm ona aittir. Bu nedenle şöyle dedik: ‘Varlıkta tesir ancak madum, yani
yok olana aittir.’ Gaye de yoktur ve talep eden onu talep edebilir. Mevcut olan
bir şey irade edilemez. Demek ki henüz yok olan gaye, yaratmayı meydana getiren
şeydir veya Hakkın yaratıklarını izhar etmesinin sebebidir. O, eser olmaksızın
onu dışta var etmemişti. Bazı bilginler onu ‘illet5 diye
isimlendirirken bazıları ‘hikmet5 diye isimlendirmişlerdir. Manayı
anladıktan sonra verilen isimde tartışmanın gereği yoktur.5
Bunlardan birisi de ‘Açık konuşmak ve
fısıltı nefsin lafzıdır5 bahsidir:
Emir akılda ve nefiste Açık sözde
ve fısıltıda yerleşik
Gözümün gördüğü her şey Akıl ve
duyuyla idrak edilir Onu sevk eden manayı görürüm Bu konuda tereddüde de
düşmem
Şöyle demiştir: ‘Kelam nefisteki
tesiri nedeniyle ‘yaralamak5 anlamındaki kelem’den türetilerek
böyle isimlendirilmiştir. Kelem duyuyla algılanan yara demektir. Kelam aynı
gerekçeyle lafız diye isimlendirilmiştir; ‘lafız5 ise atmak
demektir. Lafız nefste bulunan gizli manayı ibare vasıtasıyla dinleyicinin
kulağına ulaştırır ve ‘atar5. Bu esnada konuşanın söylediği söz
hakkında gayreti ve kıskançlığı olmamalıdır; gayret söz konusu olursa içindeki
manayı izhar etmez ve fısıltıyla söyler. Fısıltıyı ise ancak duyması amaçlanan
duyabilir. Bir şey hakkındaki böyle bir gayret, dinleyenlerin -veya her kim
olursa olsunbir kısmının ona karşı hürmet duymamaları nedeniyle ortaya çıkar.
Herkesin var olan her şeye saygısı tam olsaydı, hiç kuşkusuz, gerçek tamamen
açık olurdu. Aynı şey yaratıklara merhamette geçerlidir. Onlardan merhamet
gizlenince, duymadıkları bir şeye karşı saygı göstermemişlerdir.5
Bunlardan birisi de ‘Varlık
secdededir5 bahsidir:
Hakka tam olarak uyunca biz bir
olduk İnayet ile varlığı elde ettik hepimiz
Ortaya çıkan her ikrama nail olduk
Secde halinde ulaştı bunlar bize
Şöyle demiştir: ‘Yüzler secdede
Rablerini görmek isterler. Yüzler gözlerin bulunduğu mahal iken gözler görmenin
gerçekleştiği idrak araçlarıdır. Böylece secdesinde 05nu talep
ederler ki, kendi hakikati bakımından 05nu
görebilsinler. Çünkü kul süfli ve aşağı olduğu için aşağı yön kendisine
mahsustur. Bazen kul Hakkı aşağı yön nispetinden tenzih eder. Buna mukabil Allah
Teâlâ secdeyi farz kılmış, onu yakınlık vesilesi yapmış, şeriat ipin
sarkıtılmasıyla ilgili hadiste buna dikkat çekmiştir.
Hadis, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem’in ‘Bir ip sarkıtsaydımz Aİlah’ın üzerine düşerdi’ anlamındaki
ifadesidir. Bu ifade ipine bağlanmanın insanı Allah Teâlâ’ya ulaştıracağına
dair nefis bir işarettir. Bu nedenle İbn Ata devenin ayağı (bir secde eylemi
tarzında) kuma gömülünce ‘Şanı büyük Allah Teâlâ’ demiş, deve de ‘Şanı büyük Allah
Teâlâ’ diye karşılık vermiştir: Devenin ayağı toprağı eşelerken Rabbini aramak
üzere secde etmişti. Herkes kendi hakikati ve kendi cihetinden sadece Rabbini
arar. Bu itibarla aşağı ve yukarı yönün Allah Teâlâ’ya nispeüeri eşit ve
birdir, çünkü ciheder O’nu sınırlamadığı gibi aynı zamanda kuşatamazlar da! Allah
Teâlâ şöyle der: ‘Onlar Tevrat’ı yerine getirselerdi’226 Kastedilenler Hz. Musa’nın
ümmetidir. ‘Ve Incil’i.’227 Onlar da Hz. İsa’nın ümmetidir. ‘Onlara
Rablerinden indirilenleri.. ,’228 Bunlar Kur’an ve
daha önce indirilmiş sayfaların sahipleri olan ümmetlerdir. ‘Üzerlerinden
yerlerdi.’229 Allah
Teâlâ’nın arş ve gök üzerine istivası kastedildiği kadar aynı zamanda ulvi her
şey kastedilir. ‘Ayaklarının altından da...’230 Bu da devenin toprağı eşelerken
aradığı kısımdır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Bir ip sarkıtsaydımz Allah
Teâlâ’nın üzerine düşerdi’ demiş olsa bile ‘O’nun
benzeri bir şey yoktur’231
buyrulmuştur. Bütün yönler Allah Teâlâ için birdir ve İbn Ata bundan bihaberdi
ve deve bu hususta onun üstadıydı. O halde üst ve alt Allah Teâlâ’ya ait iken
işin başında ve sonrasında emir Allah Teâlâ’ya aittir. Bu yönüyle mekân ve
mesafe nispetleri O’na (eşit olarak) ait olduğu gibi zaman nispederi de O’na
aittir. Gözün en hızlı hareketi gözün açıp kapanmasıdır. Bu esnada gözün sabit
yıldızlara ilişme vaktiyle gözün açılma vakti birdir. Hâlbuki bunların arasında
binlerce senede katedilemeyecek kadar mesafe vardır. Başka bir ifadeyle yaya
yürüyerek binlerce senede katedemeyeceğimiz bir mesafeyi gözümüzle bir anda
idrak ederiz.’
Bunlardan birisi de ‘(Karşılık vermek
anlamındaki) ceza adalete ve ihsanı terke şahidik eder’ bahsidir:
Adaleti zulümle bir sayarsan
Faziletin bizdeki hükmünü adalete
bırakırsın
Bilirsin iş ve emir Hakka bağlı
Hakkın dili ihsanın kubbesinde
Şöyle demiştir: ‘Cezada ve karşılıkta
fazilet ve ihsan bulunmaz ve zaten (karşılık olmadığı için) ihsan olmuştur. Allah
Teâlâ’nın bütün vergileri ihsandır, çünkü O’nun kulu muvaffak kılması ihsan
olduğu kadar amel de ona aittir ve o amel edendir. Amele yönelik karşılık bir
karşılık ve ceza olsa bile asıl itibariyle lütuf ve ihsandır. Demek ki verilen
karşılık amele denktir. Yoksa o karşılık amel edene veya amelde vasıta olana
ait değildir. Bu itibarla gerçekte amel eden (âmil) Hakk’tır. Ona verdiğinden
dönen ise bu verginin kendisi için var olduğu şeydir. Amel zatı gereği ihsanı
kabul etmez, hâlbuki onu kabul eden biri olmalıdır. Allah Teâlâ ameli onun
kendisinde ortaya çıktığı kimseye vermiştir ki o da ilahi amelin kendisinde
zuhur edeceği kimse demek olan kuldur. O da ilahi verginin mahallidir, çünkü
kul onunla haz alır veya bir ceza olduğunda acı duyar. Böylece karşılık ve
cezanın mahiyeti ile onu verenin kim ve verilenin ne olduğunu öğrenmiş oldun.’
Bunlardan birisi de ‘Asıllardaki
kerem ihsanın olmayışına delildir5 bahsidir:
Asüdaki kerem açık bir delil
Âlemin Yaratıcı’dan (var oluşunda)
baki olduğuna
Yaratan onu belirlerse
Tam olarak müşahede edilen olur
Şöyle demiştir: ‘Akıllı ve bilgili
kişi sadece kendisini ilgilendiren işle meşgul olan, kişidir. Bu itibarla
sadece onu ilgilendiren şeyler vardır. Başka bir ifadeyle amel Allah Teâlâ’ya
izafe edildiğinde durum öyleyken yaratılmışa izafe edildiğinde ya amelde meşru
yükümlülük dikkate alınır veya alınmaz. Dikkate alınmazsa herkes ancak
kendisini ilgilendiren bir işle veya inayete mazhar olacağı bir işle ilgilenir.
Böyle bir durumda insan elde etmek veya kaçınmak üzere maksadı olan bir işle
ilgilenir. Yükümlülüğü dikkate alıp yükümlü/mükellef vaktin onun için
belirlediği meşguliyetin dışına çıktığında, hiç kuşkusuz, kendisini
ilgilendirmeyen bir işle ilgilenmiş demektir. Başka bir ifadeyle şerî bir
inayetin bulunmadığı işle meşgul olmuştur. Bu nedenle rivayette ‘Kişinin
Müslümanlığının iyi (ihsan, yani Allah Teâlâ’yı görür gibi olan bir
Müslümanlık) olması, kendisini ilgilendirmeyen işleri terk etmesine bağlıdır’
denilir. İslam veya Müslümanlık dinî bir hükümdür. Burada kişinin fiilinin
güzelliğinden söz edilmemiştir, çünkü o, sadece terk etmenin kendisini ilgilendirdiği
bir işi terk etmiş, yapmanın kendisini ilgilendirdiği bir işi yapmışar.5
Bunlardan birisi de ‘Sadece rıza ehli
razı olur5 bahsidir:
Razı olan kimdir dersen:
Halden Hakk geçerken Haktan razı
olan kişi
Haddi aşar ve kendi menzilinde
kalmazsa '
Besinleri kendisine haram olmuş
biridir
Şöyle demiştir: ‘Her kimden meydana
gelirse gelsin, rıza, içinde bulunduğu anda mevcut olandan daha fazlasının da
olduğunu bilen için azla yetinmekle gerçekleşir. Her iki uçta da rızanın
bulunması gerekir; çünkü geride kalan nihayetsizdir. Sonsuza ulaşmak mümkün
olmadığı kadar onun varlığa girmesi de mümkün değildir. Hatta mevcut olsaydı,
onu elde etmek umudu olmazdı. Binaenaleyh razı olmak şarttır. ‘Allah
Teâlâ onlardan razıdır.’232 Allah
Teâlâ onların gayreüerini harcayarak veya gayretlerini harcamadan verdikleri
işlerden razıdır. ‘Onlar da Allah Teâlâ’dan razıdır.’233 O da Allah
Teâlâ’nın onlara vermiş olduğu ve varlığın gerektirdiği şeylerdir. Bununla
birlikte varlık bundan daha çoktur, fakat bilgi ve hikmet galiptir. Bu nedenle ‘Dilediği
miktarda indirir, O kullarını gören ve onlardan haberdar olandır’234 buyrulmuştur. Mükellefiyet ahiret
hayatında kalksa bile gerekli olan şey kalkmaz, ki o da mevcut olandır.
İnsanlar ahirette Rableri karşısında zatî olarak ibadet ediciyken dünya
hayatında şeriata göre ibadet ederler. Allah Teâlâ’nın özel kulları bunun
dışındadır. Allah Teâlâ onlara dünya hayatında ahiret hayatının halini
vermiştir. Rabia elAdeviyye onlardan biridir.’
Bunlardan birisi de ‘Yaratılmışı
bilmeyen Yaratanı tanımaz’ bahsidir:
Allah Teâlâ’yı tanıyamayız biz Neyi
yüklendiğimizi bilmeden Hakkı onunla bir kez tanırsak Bilmediğimizi de
öğreniriz
Şöyle demiştir: ‘Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Kendini bilen Rabbini bilmiştir.’
Kendini bilmekten aciz kişi Rabbini bilmekten de acizdir. Bununla beraber bir
şeyi bilmek onu bilmekten acizlik anlamına gelebilir ve bu durumda arif talep
edilenin bilinemeyecek bir şey olduğunu anlar. Bir şeyi bilmenin maksadı
kendisini başkasından ayrıştır-i maktır. Bilinemez olmakla bilinen bir şey
bilinenden ayrışmış ve farklılaşmış, bu durumda maksat gerçekleşmiştir. Geride
bu iki şey hakkındaki ayrımı bilmek kalmıştır: Bilinmesi mümkün olmayan iki
şeyden birisi ötekinden nasıl farklılaşır? Kendimizi bilmekten aciz isek
Rabbimizi bilmekten de aciziz. Peki iki acizlik arasındaki fark nedir? Yoksa
nefs Rabbinin kendisi midir? Nitekim kutsi hadiste ‘Ben kulumun
görmesi ve duymasıyım’ denilmiş,
ardından bütün güçler zikredilmiş, bu durum bir karışıklığa yol açmıştır.
Burada yegâne ayırıcı özellik, muhtaçlık olabilir. Allah Teâlâ seriden talep
ettiği işi senin vesilenle yerine getirir ve var eder. Muhtaçlık da seni
O’ndan talebe icbar eder. Geride de -mümkünlerden biri iseayırıcı farkı Allah
Teâlâ’nın bildirmesi kalmıştır.’ Bunlardan birisi de Tuzak belirsizdir’
bahsidir:
Allah Teâlâ bize ‘tuzak kuranların
en hayırlısı’
İnancım o ki, tuzak bizim içindir
Farkına varırsan benimle tuzak olmaz Bilgisizliğimiz nedeniyle bize gelen
gelmiş
Şöyle demiştir: ‘Belirsiz
bir şey getirdin’235
ayetinde tuzak ve mekr kokusu bulunur. İnkâr edilen ve yadırganan, inkâr
edilmesi emredilen bir iştir. Fakat arkadaşının inkâr etmesi sebebiyle, Allah
Teâlâ’nın o şey hakkındaki tezkiyesinden bihaber olmuştur. Bu ifade zahirde
tezkiye edilen hakkındaki bir kınamadır. Unutan hatırlayıncaya, gafil uyanana
ve cahil öğreninceye kadar işler yürür, bilgiler gider, sırlar kaybolur. Demek
ki inkârdan daha büyük tuzak ne olabilir ki? Allah Teâlâ’dan başka fail yoktur.
Hal böyleyken kimin karşısında ona karşı inkâr yapılacaktır? Zannettiğin
üzere, Allah Teâlâ vasıtasıyla inkâr edersen, mazeret beyan ederken, istiğfar
ederken veya bir şey talep ederken ancak O konuşur. Allah Teâlâ vasıtasıyla
konuşan ise doğru yoldan uzaklaşmaz. Böyle biri hikmetin ve sözü ayrıştırma
gücünün verildiği kimsedir.’
Bunlardan birisi de ‘Aynalar
birbirlerini görür’ bahsidir:
Ayna bize bizdekini gösterir
Suretlerin taşıdığı başkalaşmayı
Yaratılış sebebim hakkmda hayrete
düştüm:
Bir menzilimiz yok bizim fakat
surumuz var
Şöyle demiştir: ‘Görürken tecelli suretleri
varlıkların suretlerinde korunur. Çünkü Allah Teâlâ sana dünya hayatında
sureüerin aynadaki yansıması misalini boş yere vermemiştir. Allah Teâlâ’nın
verdiği misal, bakan kişiden aynaya yansıyan suretler ile başka bir aynadaki
suretlerin o aynaya yansımasıdır; söz konusu suretlerin az veya çok olması
durumu değiştirmez. Bir aynada suret gördüğünde, onun başka bir aynanın sureti
mi, yoksa -bir aynadan olmaksızınkendinden bir suret midir, bunu bilmen
gerekir. Sonra aynalara, onların itidal ve sağlamlıklarına bakmalısın.
Ardından kendi varlık aynana bakman lazımdır. O aynaların en düzgünü olamaz,
çünkü peygamberler senden daha düzgün ve mutedil aynadırlar. Bunun yanı sıra peygamberler
birbirlerine göre de derece dereceyken onların aynalarının da derece derece
olması gerekir. En üstün ve düzgün ayna Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
aynasıdır. Allah Teâlâ onun aynasına olabilecek en mükemmel surette tecelli
etmiştir. Sen de Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in aynasına tecelli
eden Hakkı görmeye çalış ki belki o tecelli senin aynana da yansır, O’nu
Muhammed’in gözüyle ve Muhammedi surette görebilirsin. O’nu kendi suretinde
görme! Bir adam ‘Ben Allah Teâlâ’yı gördüm, bu görmek Ebu Yezid’i görmemi
manasız kıldı’ dediğinde, diğeri şöyle demiştir: ‘Ebu Yezid’i bir kere görmek Allah
Teâlâ’yı bin kere görmekten hayırlıdır.’ Müstağnilikten söz eden adam Ebu
Yezid’i gördüğünde ölmüş. Onun durumu Ebu Yezid’e bildirilince şöyle demiştir:
‘Allah Teâlâ ona kendi ölçüşünce tecelli eder. Bizi gördüğünde Hakk ona bize
göre tecelli etmiş, buna güç yetirememiş, hemen ölmüştür.’ Bu hikâye meşhurdur
ve bu durum işaret ettiğimizin aynıdır.’
Bunlardan birisi de ‘Çiçekler
bakanlara aittir’ bahsidir:
Yeryüzünün çiçeği bir fitne Yeryüzü
ahalisini hükümleri kuşatır
■
Onu idrak etmek de fitne İdrak edilen O’nun alameti
Şöyle demiştir: ‘Gözlerin en güzel
nimeti bahçedeki çiçeklerdir. Ayette ‘Yeryüzündeki
her şeyi onun süsü yaptık’236 denilir. Yeryüzündeki en güzel
ziynet ve süs Allah Teâlâ adamlarıdır (ricalullah). Sen de kendilerinden
olabilmek üzere, Allah Teâlâ adamlarını kılavuz edinmelisin. Arz/toprak olduğun
sürece, çiçeklerin ziynetinin bulunduğu bir mahalsin. Onlar maksadı teşkil eden
meyvenin delilleridir ve bu sayede hayat ona yayılır. Meyve hayvani ve duyusal
besin demektir. Arz oluşun kendi makamında ve yerinde bulunurken, bir de gök
haline gelirsen, bu durum kemal demektir. Allah Teâlâ adamlarının bir kısmı
kendi arzının varlığını ifna eder. Bu durum ‘Yeryüzünün
üzerindeki herkes fanidir’237 ayetinde belirtilir. Böylelikle arif
insan yeryüzünün zahirinden/sırtından batmna/bâtınına ve içine intikal eder,
yoksa ondan tamamen uzaklaşmaz. Aksine onun manasını hakka’l-yakîn bir şekilde
idrak eder. Zaten de böyle olmalıdır. Bir gök haline geldiğinde ise bu kez
nurların, yani yıldızların ışıklarının çiçeklerinin bulunduğu mahal olursun.
Onlar bilgi hayatı anlamındaki manevi hayatı gösteren şeylerdir.’
Bunlardan birisi de ‘Bazen fitne gizlenmedir’
bahsidir:
.. Korunmuş kişi kendi fitnesinde gizlenir Onu koruyan
cennetinde saklar Düşman okları sakınır ondan Arif de cennette böyledir
Şöyle demiştir: ‘Hiç kuşkusuz fime
cennet, yani örtü demektir. Fitne bulunduğunda zatının kendisine döneceği işten
ve şeyden seni perdeler ve örter. Çünkü fime vaktinde senden neyin geleceği
hususunda Hakkın gözü sana yönelmiştir. Nefsine tam hakim oluncaya kadar,
imtihan etme ve sınama! Güçlerini kendine ait kılıp işin kendinde bulunduğu
durum ile arana perde çekme ki, bu fitnenin senden çıkardığı şeyi görebilesin.
Bir insan böyle bir açmazdan kurtulmak isterse, fitneden önce üzerinde
bulunduğu asla bakmalıdır. Allah Teâlâ seni o asla çevirmiştir. Bu durum
‘insan daha önce bir şey değilken kendisini
yarattığımızı hatırlamaz mı?’238 ayetinde
belirtilir. Allah Teâlâ’nın karşısındaki haline bakmalısın! Hakk karşısında
bulunurken var olan bir şey değilsin. Varlık şeyliğinde de O’nun karşısında bu
hükümde bulunmalısın. Buna sadece ilahi hitabın gerektirdiği şeyleri
ekleyebilirsin, öyleyse hitabın sınırında dur.’
Bunlardan birisi de ‘Hıyanete hainlik
eden emanete de hainlik eder5 bahsidir:
Ey izzetinde perdelenmiş olan!
Hain kişiye kisvesinden bakma Sırrın
tuzağı onun yaratılışında İzzeti hakkında bir hainlik
Şöyle demiştir : ‘Bu sır Allah Teâlâ
ehli olan temyiz ve muhasebe ehlinin gafil kaldığı bir sır iken bu makama
ulaşmayan Allah Teâlâ ehlinin durumu ne olabilir ki? Şöyle ki, hainliğe ancak
emaneti yerine getirmekle hıyanet edebilirsin. Başka bir ifadeyle emaneti
ehline verirken -hain olmadığını zannederkenhain olursun. Çünkü hainlik de
kendi hükmünü senden talep eder ve onun hükmü herkese işler. Kur’an’ın
ifadesine göre, insan hiç kuşkusuz emanetin taşıyıcısıdır. Onu yerine getirirse
hainliğe hainlik ederken yerine getirmezse emanete hainlik etmiş olur. Hainlik
bir emanettir, sen de onu ehline ulaştır, gerçek bir ehli varsa o emanetten
kurtul; ehli yoksa emanet değildir. Bilmelisin ki, bu işten kurtulmak Hakkı
müşahede etmekle mümkündür. Yani O’nun senin duyman, görmen ve diğer bütün
güçlerin olduğunu müşahede etmen lazımdır.
Bu durumda verilecek bir emanet
yoktur. Çünkü sen bütün olursun. Demek ki hainlik olmadığı gibi hainlik
edilecek veya emanetin verileceği biri de yoktur.’
Bunlardan birisi de ‘Uzaklaşmak, uzaklaşmaktır’
bahsidir:
Uzaklaşmaya meyleden kimsenin
düsturu ihsandır Bize meyleden bizim kıymetimiz Nereye dönersen O’na bak
Korkuyla ve sevgiyle O’nu bulursun
Şöyle demiştir: ‘Konuşanlar arasında
uzlaşmayla tespit edilmiş lafızlardaki farklılık nedeniyle hükümler değişmiş,
farklılaşmıştır. Bununla birlikte mana bir iken fail tek değildir. Haksızlık
meyil olduğu kadar adalet de meyil demektir. Bâtıla meyletmek zulüm iken Hakka
yönelmek adalettir. Fakat her ikisi de meyildir. Öte yandan hanif dini Hakka
yönelmek demekken zulüm de Hakkın olmayışına yönelmektir. Meyil olması
itibarıyla her ikisi de birdir, aralarındaki yegâne fark yoldur. Bu nedenle Allah
Teâlâ ‘iki yol’ tabirini kullanmıştır. Bunlardan her birisi bir meyil olunca
haksızlık ve zulüm şeytâna yönelmek olmuştur. Aynı şey adalet, eğrilik ve
uzaklaşmak gibi kelimelerde de geçerlidir. Her meyil şeytana yönelmektir.
Bilindiği gibi bâtıl yokluktur ve o yokluk varlığın mukabilidir. O halde Hakk
ile didişen ve çekişen sadece bâtıldır. Fakat ilahi gayret bunu ikrar etmemiş,
hüküm vererek şöyle buyurmuştur: ‘Bütün
iş O’na döner’239 Burada Allah
Teâlâ bâtıla meyli kendisine döndürmüş, meyli bâtıldan alarak onu hakka
çevirmiştir.’
Bunlardan
birisi de ‘Güneşin batışında nefsin ölümü vardır’ bahsidir: -
Güneşin batışı nefsin ölümüdür
Toprağa girmiş ışığa bakınız O ruh Allah Teâlâ’nın bizdeki ruhudur Üfleme
esnasında geri dönmeye başlar
Kendisinden çıktığı ecele doğru
döner Dönerken ve giderken acele eder
Şöyle demiştir: ‘Nefs tıpkı güneş
gibi Allah Teâlâ’ya izafe edilen ruhtan üfleme yoluyla doğar ve bedende batar.
Böylece havayı karartır ve şöyle denilir: ‘Gece geldi, gün döndü.’ Nefsin ölümü
onun bedende bulunmasıyken bedenin hayatı nefsin onda bulunmasıdır. O güneşin
battığı yerden doğması kaçınılmazdır. O gün ‘Kişiye
imanı fayda vermez. -’240 denilen gündür. Çünkü
yükümlülük zamanı gitmiş, o kişi için ortadan kalkmıştır. Bu itibarla güneşin
battığı yerden doğması nefsin hayatı demekken, bu, bedenin ölümü demektir. Bu
nedenle insan ölünce ameli kesilir, çünkü hitap bu bütüne ve toplama (beden
ile ruha) yöneliktir. Onun ölümünde hayatı varken hayatında da ölümü vardır.
Böylece onun işi ve durumu birbirine girer, karışır. Çünkü kendisini yaratanın
suretindedir. el-Kebir nerede, el-Mütekebbir nerede! el-Ali nerede, elMüteali
nerede! Hâlbuki Hakk Haktır. Mertebeler O’nun hakkında hüküm vermiş, Allah
Teâlâ hükme konu olmuştur. Bu durum yeterli bir açıklamadır (fıhi-ma-fıh).’
Bunlardan birisi de ‘Dünyanın süsü
rüyadır’ bahsidir:
İnsanlar değersiz uyku içindedir
Öldüklerinde kalkarlar o rüyadan
Gözlerimiz gördüğünde Uykumuzda
ortaya çıkan rüyadır
Şöyle demiştir: ‘İnsan dünya
hayatında bir rüyadadır ve bu nedenle rüyanın tabir edilmesi emredilmiştir.
Rüya bazen insanlar uykudayken de uykuda tabir edilebilir. Öldüklerinde
uyanırlar. Peygamberin diliyle duyu ‘hayal’ olarak ifade edilmişken duyulur
olan tahayyül edilen diye ifade edilmiştir. Böyleyken neye güvenilecek? Kesin
hüküm veren akıl ve bilgi sahibi, uyanıkken duyu ve duyuluru idrak ettiğini
söyler; uyuduğunda ise hayal ve tahayyül sahibi olduğunu belirtir. Kendisinden
saadet yolunu öğrendiğin kimse, yani Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise
uyanık ve şuurlu zannettiğin esnada da uyuduğunu beyan buyurdu. Dünyada uyanıkken
de uyku halindeysen, o zaman içinde bulunduğun her şey hayaldir. Başka bir
ifadeyle her durumun başka bir manaya sahiptir ve (tabir ile bu anlamın
bulunması gerekir). Her şey gördüğünden başkadır. Sahih uyanıklığın ile
hayalin bulunmadığı sahih duyu ancak ahiret hayatında olabilir. Bunu
öğrendiğinde, kerametlerin bakanların gözündeki hayaller olduklarını ileri
sürme, sakın! Bilmelisin ki, iş gözle gördüğün şekildedir. Bu itibarla gözün
gördüğünün bir bâtını yoktur, gördüğündür. Bunu anlamalısın! Doğru yol Allah
Teâlâ’ya ulaşır.’
Bunlardan birisi de ‘Topal üzerinde
sorumluluk yoktur’ bahsidir:
Dilersen baki olanın sırlarını
öğrenirsin Onu kabul eden dercedilmiş
Vahyinde bildirdiği üzere davranman
gerekir Topalın ve bîçarenin bir sorumluluğu yok
İrade edilen sadece kendisinde bulunan
afettir Yoksa topallığı irade etmemiştir
Şöyle demiştir: ‘Biçare üzerinde
sorumluluk olmadığına göre, bu itibarla bütün âlem çaresizdir. Basiret gözünü Allah
Teâlâ’nın açtığı biri için hiçbir şey üzerinde sorumluluk yoktur. Bu nedenle
‘Alem rahmete varacaktır’ dedik. Bununla beraber âlemdekiler ateşte kalabilir,
onun ehli olabilirler. ‘Kör üzerinde
sorumluluk yoktur, hasta üzerinde sorumluluk yoktur.’241 Alemde bunlar vardır ve sadece
çaresiz olan vardır. Allah Teâlâ o kişilerden sorumluluğu başka bir güçlükle
kaldırmıştır, çünkü kendisinden başka bir şey yoktur. Sen de yoksun. Hasta ise
O’na yönelen demektir. O’ndan başka kendisine yönelmenin mümkün olacağı varlık
yoktur. Ayette geçen ‘âmâ’ -Allah Teâlâ’dan değilbaşkalarını görmeyecek şekilde
körleşmiş kişidir. O’na karşı kör olmak mümkün değildir, sadece Allah Teâlâ
vardır. Bu nitelikteki kimselerden yükümlülük, üzerinde bulundukları zorluk
nedeniyle kalkmıştır. Çünkü onlardan her birisini ‘zorda kalan’ diye
isimlendirdik. Onun hali kendisinden ayrılmayı talep eder. Bu talep bir açıdan
imkânsızdır. Demek ki bütün âlem âmâ, topal ve hastadır.’
Bunlardan birisi de‘Gölgedeki
benzer’bahsidir:
Benzer gölgede, ışıklar izhar eder
onu
Karşısında bulunan şeyle aydınlatır .
Yandan kendisine gelince kuşatır onu
Bazen yok eder, bazen tasvir eder
Şöyle demiştir: ‘Şahısların gölgeleri
onların şekilleridir, dolayısıyla benzerleridir. Onlar -şahısları secde ettiği
içinsecde ederler. Şahısların karşısında bulunan ışık olmasaydı, gölgeler
ortaya çıkmazdı. Bir ışıkla şahıstan gölgenin ortaya çıkması, ışığın belirli
bir yerde sınırlı kalmasını gerektirir. Şahıs ışığa göre başka bir yerdedir ve
bu durumda gölge ortaya çıkar. Allah Teâlâ gölgeleri şahıslardan ışıklar
vasıtasıyla çıkartır. Bu durum sınırlı inanç ışıkları hakkında verilmiş
misaldir. Her inanç sahibi kendi deliliyle sınırlıdır. Allah Teâlâ senden O’nun
karşısında bir gölge gibi olmanı irade etti. Senin gölgen icra ettiğin işlerde
sana itiraz etmez, sen de Allah Teâlâ’nın senin hakkındaki tasarruflarını
teslimiyet ve kabulle karşılamaksın. Bu benzetmeyle Allah Teâlâ senin
hareketinin O’nun seni hareket ettirmesinden kaynaklandığına dikkatini çektiği
kadar duruşun da öyledir. Gölge hiçbir kişiyi hareket ettiremeyeceği gibi sen
de Allah Teâlâ’nın karşısında öyle olmalısın. Gerçek gördüğün gibidir, sana
tesir eden Allah Teâlâ’dır. Bu delil gerçeği keşfedip zevk yoluyla öğrenen
adına delilin ta kendisidir.’
Bunlardan birisi de ‘Bir şeyi kendi
tavrına ilhak eden kimse onu hakkıyla takdir etmiştir’ bahsidir:
Varlıkların hizmet ettiği hakîm
Eşyayı yerli yerine yerleştirendir
Suretiyle her göz sahibine görünür
Onları indiren Haktır deme!
Şöyle demiştir: ‘Bir şey kendi
hakikatinin dışına çıkmaz. Böyle bir şey mümkün değildir. Bunu istersen,
bilgisizlikle ve cehaletle nitelenmiş olursun.’ Şöyle demiştir: ‘Menziline
yerleştirdiğin birisinin değerini hakkıyla öğrenmiş olursun. Onun ardında hiç
kimse için amaç ve gaye yoktur.’ Şöyle demiştir: ‘Bir şeyin cinsi varsa, onun
hakkında cinsiyle hüküm verirsin; türü olursa cinsinin hükmüyle birlikte
ayrışmasını sağlayan tür hükmüyle onun hakkında hüküm verirsin ve bu durumda
bir şey iki hüküm sahibidir. Şahıs olduğunda ise hem içerdiği cins hükmüyle,
hem içerdiği türün hükmüyle, hem de özel şahsiyetinin hakikatine göre hüküm vermelisin.
Bu durumda o şey üç hüküm sahibidir. İş tekliğe doğru yaklaştıkça, hükümler
çoğalır. Hakk birdir, O’nun isimleri sayısızdır. Çok olsaydı, zatî isimleri
kendi aralarında bölünmüş olurdu. Hâlbuki cins çok, hükmü birdir’
Bunlardan birisi de şudur:
İyi düşünürse, tayinde ve haberde,
Aklı taklit eden ortak hiç kuşkusuz
ki mevcut Hakim her hadisede bunu bildirmiş İş az veya çok olsun, bütün
hadiselerde
Açık ve Gizli Şirk
Şirkin bir kısmı açık, kapalılık yok
onda Bir kısmı gizli, bilirsin onu
Gizlenir sonra ortaya çıkar Onu
gizleyen de izhar eder
Şöyle demiştir: ‘Açık şirk, filinin
bir araçla meydana getirdiği şirk iken gizli şirk alede yapılabilecek bir
konuda alete ve araca güvenmek demektir. Bu itibarla herkes müşriktir. Çünkü
herkes bilgi sahibidir ve şirki ancak bilgi meydana getirir, bilgiyi ise Hakk
talep eder. Bu yönüyle bilgi Hakk’tır. Kastedilen bilgidir. Onların çoğu Allah
Teâlâ’ya şirk koşarak iman ederler. Allah Teâlâ’yı bilenler çok olsa bile,
müminlerden bir grubu şirkte bırakmıştır. Fakat şirkin içinde bulunduklarını
bilmezler. İçinde bulundukları şirke dair bilgileri olmadığı için Allah Teâlâ
onları şirke nispet etmemiştir. Onlar bunun farkında değillerdir. Bu da
gizli-ilahi tuzağın parçasıdır. Bu durum ‘Biz
bir tuzak kurduk, onlar farkında değildir.’242 ayetinde belirtilir.’ Şöyle demiştir:
‘Burada şirk derken kastedilen Allah Teâlâ karşısında ikinci ilahı kabuldür.
Öyle bir davranış tam cehalettir, çünkü başka ilah yoktur; ister müşrik olsun
ister olmasın, herkese göre tek ilah vardır.’
Bunlardan birisi de ‘Ayederden yüz
çevirmek en büyük afettir’ bahsidir:
Acizlik düşünürken ayetlerden yüz
çevirmek Ayet ve surelerdeki mucizeler gibi
Onları düşün, belki hakikatlerini
anlarsın İnsanlar dünyada büyük bir tehlike üzerinde
Şöyle demiştir: ‘Sen nefislerini
ayeder nedeniyle (günahlardan) çevirenlerden ol, ayederden yüz çeviren olma!
Onlardan yüz çevirenler nefisleriyle perdelenmiş, nefislerine sahip olmadıkları
özellikleri nispet etmiş kimselerdir. Öyle insanlar ayederi görmekten
körleşmiş, afeüer kendilerine yerleşmiş, kuruntular ortaya çıkmıştır. Nefsi
nedeniyle ayetten yüz çeviren kişi, delilin medlulden farklı olduğunu bilir.
Öyle biri zıt ve mukabil olandan kaçmıştır. Delili inceleyen kişi onu inceler,
kendinde elde ettiği şeyden kaçar. Keşif ve vecd ehli medlulü inceler. Fakat
bu inceleme -medlul olması itibarıyla değilmeşhud, yani görülen olması
itibarıyla yapılır. Onlar eşyaya Allah Teâlâ’nın emriyle kendisinden var
olmaları bakımından bakarlar. Bütün eşya Allah Teâlâ’dan O’nun emriyle var
olmuştur. O halde emir zatî varlığa bitişmemiştir. Keşif bilgisi olmayan veya
düşüncesi karışıklıktan kurtulmamış kimse için durum farklıdır. Emir gelmiştir.
Emir O’nun kelamı, kelamı ise zatıdır.’
Bunlardan birisi de ‘Ölmezden önce
ölen yükselir5 bahsidir:
Vikaye nurı’u himaye eder, her daim
kendi fiilini Başkalaşmadan, afetten ve zararlardan
Onu değiştirme veya eksiltme
Bulunduğu suret ortadan kalkmasın
Şöyle demiştir: ‘Vikaye, yani
koruyucular, korudukları ile kendisinden konman arasında perde olunca,
korudukları şeye etkilenecek bir dereceden yükselmeyi, uzaklaşmayı ve tesirin
hükmünden korunmayı vermişlerdir. Böylece âlemlerden müstağnilik özelliğine
yükselir, başka bir şeye değil! Çünkü bazı yerlerde -tesir etmek üzerebizimle Allah
Teâlâ arasında ortaklık gerçekleşmiştir. Bu durum ‘Bana
dua ettiğinde, duasına karşılık veririm’243 ayetinde belirtilir. Allah Teâlâ’nın
istek nedeniyle kullarına karşılık vermesi, (kulun kendisinde) bir tesiri ve
etkisi demektir. Hâlbuki âlemlerden müstağniyken böyle bir durum söz konusu
değildir. Vikaye nun’u ile konman (ben zamiri) buradan zenginlik, yani
‘müstağnilikten müstağnilik’ makamına ulaşır. Bu durum, Hakk kendisine nispet
edilen sıfadarın aynısı olunca gerçekleşebilir. Allah Teâlâ’nın sıfadarından
birisi de herhangi bir şeyden müstağniliktir. Allah Teâlâ -kendinden değilâlemlerden
müstağnidir. Bu tanıma göre yükselme ve terakki gerçekleşir.’
Bunlardan birisi de ‘Organlarının
aleyhinde şahitlik ettiği birinin kabahatleri çoğalır* bahsidir:
Kişi kendiyle sınırlı Hiçbir şey
gizli kalmaz ona Bazen izhar eder, bazen gizler onu Bu kadarı da yeter ona
Şöyle demiştir: ‘En çok hüsrana
uğrayan kişi, hakkında şahit bulunan kimseyken en Mutlu insan kendi lehinde
şahidik eden biridir. Öyle biri iki tarafta da muduluk ve bedbahtlıkta öne
geçmiştir. ‘Onlar kendileri hakkında kâfir
olmaları hususunda şahitlik etmişlerdir.’244 Onlar şahitlikleriyle kendilerini
bedbaht edenlerdir. Hakkında organlarının şahit olduğu kimseye gelirsek, onun
kabahati, organlarının şahitliği nedeniyle çoğalmaz. Onun kabahati acizliği ve
şahitlik esnasında kendini nasıl savunacağını bilemeyişinden kaynaklanır. Bu
konuşma sadece bir yorum ve imkân olarak şahidik diye isimlendirilmiştir.
Çünkü organlar bilfiil şahidik ederler, yoksa hüküm itibarıyla şahitlik
etmezler. Onlar şeriatta belirlenmiş itaat ile günahı tefrik edemezler ki!
Onlar zatı gereği -emirle değilitaat edenlerdir. Bu durumda hüküm Allah
Teâlâ’ya aittir. Allah Teâlâ ise -organların konuşması olmaksızınkendiliğinden
hükmü verir. İşte burada alim olan başkasından ayrışır.’
Bunlardan birisi de ‘Gizli rahmette
emniyetin ortaya çıkması’ bahsidir:
Kulun temenni ettiği ona ait değil
Onu yaratmış Allah Teâlâ’ya aittir
Bu nitelikteki
kişiye jetâ denilir
Onun değeri
benzerlerinden kat be kat üstün
Şöyle demiştir: ‘insanın en haz
aldığı şey, ortağın bulunmadığı nimettir. Filozoflar -kendisinde ortak
bulunmadığı içinkemalle sevinip mutlu olmanın hazzını sadece Allah Teâlâ’ya
nispet etmişlerdir. Herhangi bir işte ortağın bulunmayışından daha büyük ve
değerli bir haz olamaz. En büyük haz kendine mahsus olmaktır. Allah Teâlâ ‘O’nun
benzeri bir şey yoktur’245 der. Bu, gizli rahmet demektir. Onun
‘gizli’ diye isimlendirilmesinin nedeni ortağının bulunmayışıdır; onu sahibi
ile gizliyi ve daha gizliyi bilen bilebilir. Allah Teâlâ’nın böyle bir rahmeti
bilmesi onun gizli olmasını engellemez. Çünkü burada gizlilik -Allah Teâlâ’dan
değilvarlıklardan gizliliktir. Allah Teâlâ’ya yeryüzünde veya gökte hiçbir şey
gizli kalmaz. O’na kendisi de gizli kalmaz. İnsanın kendini bilmeyişi şaşılacak
bir iştir. Arif kendini nasıl bilmez ki? Üstelik onu bilmediğini de bilir.’
Bunlardan birisi de ‘Korkan alim
karanlığın bürüdüğü gecedir5 bahsidir:
Korku alimlerin niteliği Onlar Allah
Teâlâ’nın katındaki hakimler
Söylediğim şeyi bilmeyen ,
Alimler hakkında
söylediğim bu sözü .
Doğru yolu bulamaz
hiçbir zaman
Körlük içinde kalır durur .
.
Şöyle demiştir: ‘Karanlık (bâtını
anlamında) cinsel ilişki, o da örtü ve gizlenmek demektir. Bu nedenle nikâh ve
cinsel ilişki sır diye ifade edilmiştir. Onu örtündüğünde zatı gereği kendisini
örtüp nefsiyle onu perdelediği için, yük yüklenmiş, bu durumda erkek kadının
kadın da erkeğin elbisesi haline gelmiştir. ‘Kadınlar
sizin için elbise, siz de onlar için elbisesiniz’246 Alim bilgisi her şeye nüfuz eden
demektir. Bilginin her şeye nüfuz etmesiyle de onları kuşatır, ana konulardan
hiçbiri bilgisinin dışına çıkmaz. Böyle bir durumda her şey, alimin elbisesi
haline gelirken o da her şeyin elbisesi haline gelir, insanın böyle bir Hakk
ulaşması kalbinin Hakkın evi olmasına bağlıdır. Varlığıyla Hakkı kalbine
yerleştirdiğinde kul bütün güçleriyle O’nu giyinmiş ve kuşanmıştır. Hakk cami,
yani (bütün isimleri kendinde) toplayıcı varlık iken O’nun bilgisi de Haktan
başka değildir. Bu durumda Hakk her şeyi bilir. Bildiğinde kuşatmış,
kuşattığında giyinmiş, giydiğinden her şey O’ndan etkilenmiş olurken O’ndan
etkilenen de kendisini kuşatan ve örten bir ‘eş’ ve ‘ehil’ haline gelir.’
Bunlardan birisi de ‘Dinden çıkmak
mülhiderin düsturudur’ bahsidir:
Zannetme ki dinden çıkan kişi
Bildiğini gerçekte biliyor
O toplayıcı olan Hakk .
Duyduğu her sözle hüküm verir
Söylediği sözü doğru söyler
Aklettiğini doğru düşünür
Şöyle demiştir: ‘Din karşılık ve ceza
demektir. Kişi ceza, yani karşılık (anlamındaki dinden) ayrılarak zorunlu
kulluk demek olan ubûdet üzere amele yönelmez. Zorunlu kullukta ibadet
-ahiretteki ibadet gibiHakkın zatı için yapılır. Mülhit (bu anlamıyla)
insanların arasında mülhit iken rabbinin katında muvahhid, yani birleyendir.
Öyle biri Rabbine ibadet ederken illet, sebep ve amillerden kendini
kurtarmıştır. Böyle bir ilhad övülen ilhaddır. Onun ilhad diye
isimlendirilmesinin sebebi, ‘amelden emre yönelmek’ anlamına sahip olmasıdır.
Bu haldeki birinin, ibadetinde Hakkın amelleri kendisinde yaratma emrini duyup
müşahede etmesi gerekir. Bunlar Allah Teâlâ’nın yapmasını emrettiği emir ve
işlerdir. Kişi amellerin şeriatta belirlenmiş emir ve yasaklara muvafık bir
tarzda ve Allah Teâlâ’nın emriyle kendisinde oluştuklarını görür, Hakkın ‘var
etme’ emrini işitir. Bu niteliğe sahip olmazsa bölüme başlık yaptığımız ve
‘dinden çıkmak (ilhad) mülhidin düsturudur5 dediklerimizden biri değildir.
Bü makam sahibi kendini böyle tanır, onu bilkuvve olarak almaz.’
Bunlardan birisi de ‘Sadece kendini
mertebeye tahsis eden kişi yokuşu çıkabilir5 bahsidir:
Çetin iş arama, bu iş kolay Hakk her
şeyi kolaylaştırmış
İnsan karşısında varlık hayır ve
iyilik Emirde serbest kaldıktan sonra hayrete düşer Allah Teâlâ onu öldürür,
sonra kabre yerleştirir Sonra dilediği bir vakit ortaya çıkartır
Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ
olmaksızın ‘ben ilahım’ diyen biri, hiç kuşkusuz ‘Allah Teâlâ olmaksızın’
demekle cahil olmuştur, yoksa sadece ‘ben ilahım’ demekle cahil olmamıştır.
Daha doğrusu her iki söz nedeniyle birden cahil olmuştur. Burada ‘Allah Teâlâ
olmaksızın’ diyerek başkasının varlığını ispat etmiştir. Kul Hakk vasıtasıyla
konuştuğunda ve Hakk onun konuşma (gücüyken) ‘ben ilahım’ diyen kul değil,
O’dur. Hakk vasıtasıyla konuşurken kul ‘Allah Teâlâ olmaksızın’ demeye ihtiyaç
duymaz. Kul hiçbir zaman Rab olmayacağı gibi bilhassa böyle bir zevkte Rablik
kokusu onda bulunmaz. ‘Allah Teâlâ Meryemoğlu Mesih’tir
diyenler kâfirdir.’247 Onlar
‘Meryemoğlu’ demiş, onu oğul olmakla nitelemişlerdir. ‘Allah Teâlâ’nın oğlu’
deselerdi bu de söz bütünüyle yanlış olacağı gibi sözü söyleyenler de kâfir
olacaktı. Buna mukabil ‘Allah Teâlâ (veya) Mesih; hangisiyle dua ederseniz’
diyerek -ayette Rahman ismi hakkında geçtiği üzeresadece bu ismi mertebeye
tahsis etmemiş, bu nedenle de şirk de koşmamış olurlardı. Allah Teâlâ bir
ilahtır.’
Bunlardan birisi de ‘Babasından
başkasına ait olduğunu iddia eden veya efendisinden başkasına bağlanan köle’
bahsidir:
Kuşkusuz yalanla övünen bulunduğu her yerde kınanmış
Yanlış bile olsa yalanla izzete erer
Allah Teâlâ güzelleştirmiş, itidal
vermiş ona
Bütün yaratıklardan ayrı, insan diye
düzenlemiş onu
Allah Teâlâ onu kudretinden izhar
etmiş
Böyle olmasaydı var
olan hiçbir şey olmazdı ,
Nefsimin yaratılış gayesinden başka arzum olsaydı :
Yaratıklar içinde iyi
biri olmazdım
Şöyle demiştir: ‘Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Babasından başkasının babası
olduğunu iddia eden veya efendisinden başkasına sığınan köleye Allah Teâlâ
lanet etsin. Yani Allah Teâlâ’dan uzak olsun. İnsanın yegâne efendisi Allah Teâlâ’dır
ve bunun için Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem herhangi birimize kölesine
hitap ederken ‘kulum’ veya ‘kölem’ demeyi yasaklamıştır; bunun
yerine ‘cariyem’ veya ‘guiam’
diyebilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bize efendimiz olan birisine
‘rabbimiz’ diye hitabı da yasaklamıştır. Buradaki ilahi gayrete ve bunu ortaya
çıkartan hakikatlere bakmalısın. Babasından başkasının babası olduğunu iddia
eden lanetlenmiştir. Yani doğmuş olduğu asıldan onu uzakiaştırmıştır. Oğul kan
bağı yoluyla doğana verilen bir isim iken evlat edinme yoluyla olana da
denilebilse bile, hiç kuşkusuz Allah Teâlâ’nın sözü daha uygundur. ‘Onları
babalarına nispet ediniz, böyle yapmak Allah Teâlâ katında daha doğrudur.’2*8 İlahi gayretin hüküm vererek ‘çocuk
yatağa aittir’ dediğinden tereddüde kapılmayız. Başka bir ifadeyle yatak
sahibi reddetmediği sürece, çocuk yatağa aittir. Binaenaleyh evlatlık yoluyla
oğulluk seçim ve mertebeyle ilgilidir ve (bunun için Allah Teâlâ hakkında
kullanırken) ‘oğul’ lafzı yasaklanmış bir sözdür. Bununla beraber şu ayette
‘evlat edinme’ kokusu ve izi yer alır. ‘Allah
Teâlâ çocuk edinmiş olsaydı, yarattıklarından dilediğini seçerdi.’249 Ayetin devamında ‘Allah
Teâlâ bir : ve kahhardır’250 denilir ki, seçimde bir belirsizlik
vardır. Seçilen kimdir? Bazen seçilme derken ilahi teveccühün -görenin
gözündebeşeri surette ortaya çıkmasıyla, çocuğun meydana geldiği mahal
kastedilebilir. Misal olarak Hz. Meryem’e yakışıklı bir erkek suretinde gözüken
Cebrail’i verebiliriz. Hz. Meryem Cebrail’e ‘Senden
Rahman’a sığınırım’251
demişti. Burada bir sır vardır ki onu araştırmalısın: Cebrail kendisine ‘Ben
Rabbinin elçisiyim’252, yani sana geldim demiş ve
eklemiştir: ‘Temiz bir oğlan vereyim diye...’253 Hz. Meryem iffetini korumuş olduğu
için Cebrail ona Allah Teâlâ’nın emrinden bir ruh üflemiş ve bu çocuk kendisine
nispet edilmiştir. Bu nedenle Hıristiyanlar ‘Mesih Allah Teâlâ’nın oğludur’
demişlerdir. Allah Teâlâ canlarını alsın! Ne kötü de hüküm veriyorlar. Bazen de
‘seçim’ derken evlatlık kastedilir. Ayette Allah Teâlâ’nın neyi kastettiğini en
iyi kendisi bilir. Hepsini mi kastetmiştir veya onlardan birisini mi
kastetmiştir?’
Bunlardan birisi de şu bahistir:
Sağlam ipe sarılan
kişi ,
Takva sahibi imam ve efendidir Vahiy
getirirken Ruh haber verdi ondan:
Saadete ermiş, artık bedbaht olmaz
Şöyle demiştir: ‘İp mevhum bir
çizginin ikiye ayırdığı iki farazi iki ucu olan bir dairedir. Bu itibarla
sağlam ip iki ucu itibarıyla sen ve O’sun. Varlık senin ile Allah Teâlâ
arasında taksim edilmiş, çünkü varlık, Rab ile kul arasında taksim edilmiştir.
Kadim Rab iken, hâdis ve zamanlı
kuldur; varlık bizi birlqtiren bir
durumdur. ‘Namazı kendimle kulum arasında ikiye böldüm, yarısı benim, yarısı
kulumundur.’ Bu bir açıdan kopabilecek iptir, çünkü yükümlülük nizamının
bozulması ve yapı üzerinde inşa edilmiş namazın ortadan kalkması gerekir. Onun
kalkmasıyla, geride yokluğun ve varlığın halinde bağlanmış olduğun ‘zatî
yaratılış namazı’ kalır. O hiçbir zaman kopmayacak ‘sağlam ip’ demektir. O ipe
sarılmalısın, O’nu kendinle tek veya çift yapmamalısın: Sen sensin, O daO’dur.’
Bunlardan birisi de şu bahistir:
Her nerede olursa zekât bereket
demek İzzet kazandıran akıl ve zekâ gibi Her halde görürsün onu /
Dilediğini süslemiş ve
güzelleştirmiş iken
Şöyle demiştir: ‘Zekât gelişmek ve
çoğalmak anlamındaki zekâyezku’dan
türetilmiştir. Faiz anlamındaki riba haram iken zekât da bir tür ‘riba’dır
(berekedenmek). Zekât bereket ve çoğalmanın el değiştirdiği durumlarda ortaya
çıkar. Ölü eti haramdır, çünkü temiz bir şekilde kesilmemiştir. Bununla beraber
riba karşısında zekât ne ise ölü eti karşısında besmeleyle kesilmiş mısmıl
hayvan eti de öyledir: Zekât ile mısmil olarak kesilen hayvanın ortak paydası
temizliktir. Zekât malların bir kısmının temizlenmesiyken mısmıl etmek de
hayvanların bir kısmının temizlenmesidir. Aralarındaki uzak payda da kendisini
alan için meydana gelen fazlalık ve berekettir. ‘Onu
tezkiye eden felaha ermiştir.’254 Yani onu berekedendirmiş,
temizlemiştir. Allah Teâlâ nefsin gücü olmaksızın bereket tezahür etmez. Sehl
b. Abdullah şöyle demiştir: ‘Besin ve gıda Allah Teâlâ’dır.’ Sehl bu sözünü
‘besin nedir’ diye sorulunca söylemiştir. Ardından ‘biz bedenlerin besininden
soruyoruz’ denilince, şöyle demiş: ‘Bedenlerden size ne? Evi sahibine bırakın,
dilerse imar eder, dilerse tahrip eder.’ Bir rivayette şöyle denilir: ‘iman
müminin kalbinde berekedenirken mümin ancak bir müminle bereketlenir.’ Çünkü
mümin için diğer mümin birbirini tutaıi binanın tuğlaları mesabesindedir. Duvar
tuğlaların birbirine eklenmesiyle güçlenip inşa edilirken mümin de diğer müminlerin
vasıtasıyla yücelir. Bu itibarla el-Mü’min Allah Teâlâ’nın isimlerindendir.’
Bunlardan birisi de şu bahistir:
Her işe dalmak Varlıkta bir körlük
İçinde bulunduğunda
İzzet ve inayetle basiretli olursun
Allah Teâlâ’nın
Nimetlerine Dalmak Körlüktür
Şöyle demiştir: ‘Sen ayetin kendisi
olunca, delili olduğun kimseye en yakın şey bizzat kendin olursun. Ayete daldığında ise -delil değildelilden hareket eden kişi olur, (Allah
Teâlâ’ya) ayet olmaktan uzaklaşırsın. Başka bir ifadeyle maksattan uzaklaşmış,
perdelenmiş olur, körlükte kalırsın. Kendine derin bir şekilde dalmamalısın,
keşif üzere zatına bakıp kiminle irtibadı olduğunu görmelisin. Irtibadı
olduğun ayetin medlulüdür! O seni inceleyen yabancı için kendisine ayet ve
delildir, yoksa kendine bir ayet olsan bile (gerçekte) kendin için ayet ve
delil değilsin. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ayetlerimize
dalanları gördüğünde onlardan yüz çevir.’255 Bu ifade güzel
bir işaret, yeterli bir öğüttür. Onlar başka bir söze geçinceye kadar
kendilerinden yüz çevirmek gerekir. Allah Teâlâ ayederi kendisine izafe
etmiştir. O ayedere dalarsan kendinden başka bir cihete geçmiş olursun.
Hâlbuki işin doğrusu senin de O’nun da bulunmasıdır: sen O’na, O da sana aittir.
Yoksa O kendisi için değildir. Öyle olsaydı seni niçin yaratmış olsun ki? Ya da
sen kendin için yaratılmış değilsin ki? Bunu bilmelisin.’
Bunlardan birisi de şu bahistir:
Kaza ve kader altında sakin kalan
kişi Rıza mertebesine ulaşmış kişidir Her şeyi güzellik olarak kuşatmış İşin
sırrı kendisinden gizi değil, yoksa Kaza altında sakin olmak Bazen rızadan
kaynaklanmazdı
Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ’nın
kazası altında sakin ve dingin duran' herkes, hakkındaki kaderden razı olmaz.
Bazen sakin kalan, gafleti veya hariçten başka bir nedenle ezilmiş ve mecbur
olmuşken sakin durabilir; ezilme ve zorlanma kalktığında, daha önce rızadan
olduğunu iddia ettiği hal de kalkar. Allah Teâlâ kendisini doğru sözlüye
benzetirken mecbur iken yalan söyleyenin yalanını gizlemiştir. Dışardan
bakılınca her iki şahsın razı olduğu görülür: Birincisi gönüllü, diğeri
isteksizce razı olmuştur. ‘Göklerde ve yerde bulunan her şey
isteyerek veya zorla Allah Teâlâ’ya secde eder.’256 ‘Gök’ derken bilinen ve görülen göğü
kastetmiyorum. .Gök yükseğe ve yer aşağıya işaret eder. Göktekiler zorla secde
ederken yerdekiler ehil olmaları itibarıyla isteyerek ve gönüllü olarak secde
ederler. Gökte yer ehli olanlardan da bulunabilir. Öyle biri gönüllü olarak
secde eder. Bazen yerde gök ehli olan birisi bulunabilir ki, o da zorla ve
isteksizce secde eder. Bu bilgi bir zevk bilgisidir; secde eden herkes hangi
nitelikle secde ettiğini de bilir. O bu niteliğin verdiği duruma göre ehildir.
Şöyle demiştir: ‘Kul kazadan razı olmak zorundadır, yoksa hüküm verilen her
işten razı olmak zorunda değildir. Bunu bilmelisin! Bu konu ince bir
meseledir.’ '
Bunlardan birisi de şu bahistir:
Sürekli dalalet ve körlükte Rabbine
asi olan alimler Söylediğim söze iyi bakın Hikmet olarak bulursunuz onu ..
Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ’ya ve
peygamberine asi olan dalalettedir. Bu itibarla sadece Bir var iken Peygamber
perdedir. Peygamberin arzusundan konuşmadığını ve onun yaratılmış suretinde
tezahür eden Hakkın dili olduğunu biliyorsun. Yükseltirse Allah Teâlâ kendisini
kınar, terk ederse sıkıntı üzere bırakır. Allah Teâlâ bu illet için kendisine
ilaç vermiştir. Bu durum ‘Peygambere itaat eden Allah Teâlâ’ya
itaat etmiştir’257
ayetinde ifade edilir. İlaç ‘Sana
biat edenler Allah Teâlâ’ya biat etmiştir’258 ayetinde pekiştirilmiştir. Cem’
mertebesinde iş tek yapılmıştır; hatta ilaç hastalığın kendindendir. Hz.
İbrahim ‘Hasta olduğumda bana şifa verir’259 der. Çünkü kulun yaratılışının ve
yapısının gerektirdiği düşünceleri vardır ki onların bir kısmı hastalık verip
ilaca muhtaç bırakırken bir kısmı hastalık içermez. Bunlar selim-sağhkh
düşüncelerdir.’
Bunlardan birisi de şu bahistir:
Vaktin lezzeti derleyene ait:
Yakınlık meyvesini derleyene
‘Nasıl dedin’ deyince Kastettiğim
âlem bilseydi
Vecdden kendisinden geçerdi? Ben de
kimim?
Bu nedenle kendimden perdeledim O’nu
Şair ‘korkmuş ve ürpermiş kişinin
emniyetten aldığı hazdan daha tadı’ tabirini kullanır. Çünkü korkan kişiye
gelen güven duygusu sürekli güvendekinin aldığından daha büyük ve güçlü bir
hazdır. Bunun sebebi korkunun ardından güven duygusunun yenilenmesidir. Daha
önce arzu ettiği ve gerçekleşmesini beklediği halden zıt bir durum meydana
gelir. Böylece kendisinden daha hazlı durumun olmadığı bir hazzı elde etmiş
olur. Allah Teâlâ basiret gözünü açmış olup da her nefeste yenilendiğini görmüş
olsaydı -bununla beraber yenilenmeksizin yokluğa katılmak ihtimal
dahilindedirsürekli haz içinde olurdu. Fakat bu mertebe herkese verilmemiştir.
İnsan Allah Teâlâ’nın hakkında söylediği gibi ‘Yeniden
yaratma hakkında kuşkudadır.’260 Bu durum ahiretin yaratılışının
genel anlamıyla ilgilidir. Derleyen, akıbetini bekleyendir. Mümin ya derlediği
hakkında Allah Teâlâ’dan karşılık ve ceza bekler veya mağfiret ve bağışlama
bekler. Mağfiret geldiğinde, değerini tadanın bilebileceği haz ve zevki bulur.
Bunlardan birisi de şu bahistir:
Nur içinde olana
nur eşlik eder
Bilgisizlik
karanlığı kuşatır onu
Sen O’nurila ol,
Dayanma başkasına .
Şöyle demiştir: ‘Nurun velayeti ve
idaresiyle zuhur gerçekleşir, bu durumda eşyanın hakikati görünür, gamlar ve
endişeler parçalanır, bakılan her yerde Allah Teâlâ’ya ait bilgi ve fetih
ortaya çıkar; aynı bilgi başka bir şeyde yoktur. Ona öyle bir haz ve muduluk
bitişiktir ki bu haz ancak aradığını gören susamışta bulunabilir. Bununla
beraber aradığı bilkuvve halinde onun tarafından biliniyordur. Veya bakılanın
güzellik ve tadının değerine göre bir haz ortaya çıkabilir. Karanlığın
velayetiyle karanlığın örttüğü her şey onun için ortadan kalkar, gamlar
kendisinde toplanır. Her nefes bir karanlıkta olması kaçınılmazdır ve böylece
onun hazları azalır. Bu karanlıkta fetih ortaya çıkarsa karanlık nedeniyle mutlu
olması daha tam ve yetkin olur.’
Bunlardan birisi de şu bahistir:
Senden bir şey
gidince onun yerine yenisini isteme
Çünkü senden
gidenin ecri yenisi gelse tükenir
Hep sırların ihata
ettiği kimseye de ki:
Benim ümit
beslediğim makam telefte
Bazen Telef, Halefte Olabilir
Şöyle
demiştir: ‘Kendisine emanet verilip onun hakkında Allah Teâlâ’ya karşı sözünü
bozanın perdeleri artar. Öyle birinin güçlükleri de artar. Allah Teâlâ ona bir
şey vermiş, yerdiğini de korumayı emretmiştir. Allah Teâlâ’dan sakınmak bu
davranışta tezahür eder. Özellikle yükümlülük yurdunda böyledir. Onu böyle
sınırladık, çünkü Allah Teâlâ Hz. Süleyman’a ‘Bu
sana olan vergimizdir, ister ihsan et ve ister tut, hesap yoktur’261 demiştir. Gerçi Allah Teâlâ bu
nimeti ona Hz. Süleyman’ın duasıyla ihsan etmişti: ‘Bana
benden sonra kimseye yaraşmayan bir mülk ver.’262 Onun istediği bütündür. Bu itibarla
ciddiyet sahiplerinin hapsedilmiş oldukları söylenir, bunun nedeni asıllarının
dışına -ki asılları fakirliktirçıkmış olmalarıdır. Allah Teâlâ ise kendilerini
zillet ve yoksulluktan başka bir şeyle övmemiştir. Onlar Hakkın verdiklerine
muhtaç olmasalardı, onları kendisiyle perdelemez, verdiği hakkında onları
yormaz, kendi hakkının veya başkasının hakkının bulunduğu işleri yerine
getirmeyi onlara emretmezdi. Bu haklara misal olarak zekât ve benzeri hakları
verebiliriz. Onlar asılla, yani fakirlikleriyle kalmamışlar, mallarına zekâtı
emrettiğinde şöyle demişlerdir: Bu zekât cizyenin kardeşidir. Allah Teâlâ bize
ihsanından verseydi, sadaka verir, iyi kişilerden olurduk.’ Onlar söylediğimiz
sözü söylemişler, ‘Kıyamet gününe kadar kalplerinde
nifak bulunmuştur.’263 Hâlbuki
Hakkın onlara verdiği halde sabit olup fazlayı talep etmeselerdi, onların
üzerinde her şeye yaratılışlarını verirken onlara da verdiği yaratılışlarını
muhafaza etmekten başka bir şey vermezdi. Aynı zamanda Allah Teâlâ her şeyin
yaratılışını onun adına muhafaza eder. Muhtaçlıktan sakınmalısın! Zenginler
sahip olduklarına muhtaç oldukları için Allah Teâlâ’dan başkasıyla
perdelenmişlerdir. Onlar ellerindekinden fazlasını istemiş, tatmin olmamışlardır.’ .
Bunlardan birisi de şu bahistir:
Ceza vakte bağlı, ikisi de giderse
Gittikleri için Allah Teâlâ’ya hamdetmelisin
Bil ki senin üzerinde hakkı vardır
Cezalandırmazdan önce ödersen ceza olmaz
Şöyle demiştir: ‘Vakit sahibi vaktine
gereği üzere muamele edip hakkını ödediğinde, vakti hakkında cezalandırılmaktan
korunur, içinde bulunduğu vakit ve halde himmetini vaktinin dışında kalan
işlere verdiğinde, mevcudu bırakıp madumla meşgul olduğu için, vakti hakkında
cezalandırılır. Edep hazır olana karşı olabilir. Öyle ki, gaib olana, ortada
bulunmayana edep gösterilirken, hazır olmayışı bakımından edep
gösterilmemiştir; böyle bir durumda edep, zikredilen adı karşısında yapılmıştır.
Gaip olan biri zikredildiğinde, hiç kuşkusuz, onun yâdı isminin lafzında
hazırdır. Demek ki edep ancak hazır olan karşısında yerine getirilebilir. Çünkü
zikredilen, kendisini zikredenle beraber oturur. Vaktinin dışında kalan bir
şeyle nefsini meşgul etme ki, vaktin cezalandırdığı birisi olma! Vakit bir
insanı cezalandırırsa, o ceza Allah Teâlâ’nın verdiği cezadır, bundan
sakınmalısın!’
Bunlardan birisi de şu bahistir:
Kendisinden sonra sıkıntı olmayan rahatlık
yok , Onu böyle bilen kişi rahatlar
Allah Teâlâ bize
böyle haber verdi .
Eziyetin takip ettiği rahatlık dedi
Şöyle demiştir: ‘Nefsin Mutlu olacağı
bir işle rahadamak Allah Teâlâ’nın sevmeyeceği bir rahatlamaktır. Bunu
bilmelisin! Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah
Teâlâ çok sevinenleri sevmez.’264 Buradan belirli bir sevinme tarzını
kastettiğini anladık. O sevinme rahatlığa dönüşür, sonra kişi, sevindiği ölçüde
hüzne ve üzüntüye duçar olur. Sevinci büyük ise hüznü de büyüktür. Kısaca
sevinç ne kadar olursa hüzün ve üzüntü ona göre ortaya çıkar. Allah Teâlâ
kullarına O’nun ihsanı ve rahmetiyle sevinmelerini emretmiştir, yoksa
toplanılan malla sevinmek doğru değildir. Çünkü insan ölünce malı dünyaya
bırakır, onu ahirete taşıyamaz. Demek ki Allah Teâlâ insana kendi ihsan ve
lütfuyla sevinmesini emretmiştir. Burada lütuf ilave edilen bir şeydir, fakat o
da Allah Teâlâ’nın yarattığı ihsandır. Allah Teâlâ ihsana da yaratılışım
vermiş, onun zuhuru sende ortaya çıkmıştır. Sen de seni ihsan ve rahmetinin
mahalli yaptığı için Allah Teâlâ’ya hamd etmelisin! Sonra sevinmeyi emrettiği
için sevinmeli, sevinçte zorunlu olan Hakkın meyvesini devşirmelisin.’
Bunlardan birisi de şu bahistir:
Hakk beni hasta eder yüz çevirince
Kimdir beni böyle hasta etmiş keşke
bilseydim
Belki bana gelir bir şekilde
Onun gelişi bana rıza
verir .
En Büyük Hastalık Yüz Çevirmektir
Mutlak anlamda yüz çevirmek,
olabilecek bir şey değildir; çünkü mudaka bir yöne yönelmek gerekir. Demek ki
sadece özel bir yüz çevirme halinden söz edilebilir. Yüz çevirmenin bir kısmı
kınanmış, bir kısmı da kalplerdeki en çetin ve şiddedi hastalıktır. Şöyle
demiştir: ‘Allah Teâlâ’nın kendisine delil olarak âleme yerleştirmiş olduğu ayetlerinden
yüz çevirmek, insafsızlığa ve değersiz arzulara uymuş olmanın delilidir. Bu
davranış, -Allah Teâlâ’dan hesap etmediği bir ihsan ve fazilet ortaya çıkmadıkçainsanda
kökleşmesinin ardından sahibinin iyileşemeyeceği bir hastalıktır. Hesapsız
ihsan ortaya çıktığında ise kişi bir ilaç kullanmak arzu eder, artık ilaç fayda
vermez. Bu Hakk misal olarak güneşin battığı yerden doğmasının ardından tövbe
etmeyi verebiliriz. ‘Daha önce iman etmemiş veya
imanında bir hayır kazanmamış kimseye imanı fayda vermez’265 Ayette zikredilen iman umutsuzluk, can
çekişme ve ölümü görme vaktinde gerçekleşen imandır.’ Şöyle demiştir: ‘Allah
Teâlâ’dan yüz çevirmek düşünülemeyeceği gibi mutlak anlamda yaratılmışlardan
da yüz çevirmek söz konusu değildir. Hal böyleyken aradaki fark nedir?’
Bunlardan birisi de şu bahistir:
Gayeler nefiste bulununca
Nefs sahibi ise hastalıklar takip eder
kendilerini
Hiçbir kerim insana ulaşamaz onlar
Çünkü kutsiyet mertebesinden elemler
yerleşir ona
Kuşkusuz ki onların yaratılmış âlemde
sadmeleri var Gayret edene ve bıkkına yerleştiklerinde
Gayelerin övülmüş kısımlarından
birisi yüz çevirmektir. Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ’nın zikrinden yüz
çevirenden sen de yüz çevirmelisin. Bu durum ‘Cahillerden
yüz çevir’266 ayetinde
ifade edilir. Allah Teâlâ’nın zikrinden yüz çeviren ‘yüz çevirmiş’ biridir. Sen
de kendisinden yüz çevirirken gerçekte onun niteliğini kendisine izhar
etmelisin. Belki bu sayede yaptığı işin farkına varır. Çünkü bir insandan yüz
çevirmek onu küçümsemek ve ona değer vermemek anlamı taşır. Hâlbuki insan
sahip olduğu izzet duygusu nedeniyle birinin kendisinden yüz çevirmesine tepki
gösterebilir. Böyle bir durumda sana tepki gösteren, ona karşı koyduğun için
sana tepki göstermiş ve karşı çıkmıştır, ondan yüz çevirdiğin için değil!
Senden yüz çevirenin ardından gitmek, onun daha uzaklaşmasını ve sana iltifat
etmemesini sağlar. Buna mukabil sen de yüz çevirir, sırtını dönersen ve
ardında senin adımlarını hissetmez ve onu takip etmediğini anlarsa, kendi
başına kalır ve niçin yüz çevirip iltifat etmediğini, senin de niçin ardından
gitmediğini düşünmeye başlar. Bu düşünmenin ardından, sen bir nur sahibi
olduğun halde, dikkatle senin hakkında da düşünür. Sen bir nur sahibisin ve
dolayısıyla nurundan ona vermen gerekir. O da seni kendi işinde sabit durmaya
çağırır. Bu da Allah Teâlâ’ya çağıran kişilerin yüz çevirmesi demektir.’ '
Bunlardan birisi de şu bahistir:
Zikrin zikri tuzaktan emin
Benden o zikir zikredilmek üzere olunca
Delilin ihsanından söz ettiği kimseye söyle
Zikrin zikri tuzaktan emin
Zikrin zikri tuzak ve mekirden
emindir. Şöyle demiştir: ‘Zikrin zikri ‘hamdin hamdi’ gibidir. Hiç kuşkusuz
hamdin hamdi en doğru ve dürüst hamd olduğu gibi zikrin zikri de en faydalı ve
en doğru zikirdir. Çünkü zikir seni zikrettiğinde, makamından seni zikreder.
Onun makamı yüce ve azizdir. Sen de o esnada onu zikredersin. Bu durumda zikir
-Hakkı mülkün mülkü diye isimlendirdiğimiz gibimeydana gelir. Bu hal, senin bu
ilahi isme varis olmandır.’ Şöyle demiştir: ‘Sıfatlar bedenlenip suretlerde
ortaya çıktıklarında, zikir en güzel suretli ve en ulvi mertebeye sahip olan
olarak tezahür eder. Çünkü ondan daha üstün bir şey yoktur. Bunun nedeni Hakk’tan
elimizde sadece zikrin bulunmasıdır. Allah Teâlâ ‘Ben beni zikredenle
beraberim’ demiş, O’nun zatı zikre dönmüştür.’
Bunlardan birisi de şu bahistir:
Dikkat edin! Hakkın niteliği yaratılmışta
zuhur eder
Önceliği elde etmek söylediğim sözde ortaya çıkar r
, Kulun hali böyle
olunca Fani olur baki kalmaz
Hakkın niteliğinin öne çıktığını
gören kişi, haddini aşmaz ve ileri geçmez. Şöyle demiştir: ‘Arif Hakkın
niteliklerinin zuhur ettiği bir yer olması itibarıyla baktığı şeye bakar, o
niteliğin tezahür ettiği yeri yüceltir. Bununla beraber mahal, yüceltmenin
kendisine ait olduğunu zannedebilir. Bilgili insan bir de hikmet sahibiyse,
mahalle gelip onu yok edebilecek böyle bir davranış nedeniyle sıfatı orada
yüceltmemelidir. Aksi halde kınanması gerekir, yoksa azaba maruz kalır. İnsan
ya sıfatı
mahalle veya mahalli sıfata katar.
Mahalli ve yeri sıfata katarsa, mahal belirli bir vakitte yücelir. Onun azabı
da o vakitte Allah Teâlâ’nın azabıdır. Misal olarak Allah Teâlâ’nın
kendilerini kınadığı zorbaları ve kibirlileri verebiliriz. Sıfatı mahalle
katarsa, onun değerini takdir edemez ve yerli yerine indiremez. Öyle biri
cahillerdendir. Sıfatı müşahede ederse Hakk onun bulunduğu mahalle değer
vermez veya onu mahalle katar. Yüceltme ondan meydana gelmiş ve ona eşlik
etmiştir. Bu durumda içinde bulun-/ duğu duruma göre mahalle bakarken aynı
zamanda şeriatın o konudaki hükmüne ve mertebeye bakar. Böyle bir duruma misal
olarak (savaşta tefahür sahibi olan) Ebu Dücane’yi ve benzerlerini
verebiliriz.’ Bunlardan birisi de şu bahistir:
Deliller perde, çekilmiş perdeler
İlahi gayretle,
harem üzerine çekilmiş .
Kim onları tavaf ederse hali onu müstağni
bırakır Harem’de Allah Teâlâ’nın evini tavaftan
Delil ile kalan, medlulden mahrumdur.
Şöyle demiştir: ‘Bir şey nezdinde duran, o şeye aittir. Sen Hakk ile dur ki,
-halk olmaksızınHakka ait olabilesin, yaratılmışla kalma! Kendine delil olması
bakımından Hakk ile beraber olmaktan sakınmalısın. Böyle bir şekilde O’nunla
kalırsan seni mahrum bırakır, delil ile medlul, hiçbir zaman bir araya gelmez.
Bir şey olması bakımından bir şeye ‘nazar’ eden, -ona kendisi olması bakımından
değilonun hükmüne bakar ve onun kendisinden mahrum kalır. O’na senin kendisini
müşahede ediyor olman itibarıyla da bakmamaksın. Bu durumda O’nu sadece
‘müşahede edilen’ olması itibarıyla görürsün, kendisini görmezsin. O’nu
kendinle veya O’nunla müşahede etmen bakımından da Hakka bakma! Bütün bunlar
kendisini müşahede ederken görme gözünün üzerinde bulunan perdelerdir. Allah Teâlâ’nın
karşısında bilhassa O’na göre bulunmalısın ki O’nu bilmede en üstün mertebeyi
elde edebileşin.’
Bunlardan birisi de ‘Amelinin
görüldüğünü bilen yaratılmışa ibadet etmemiştir’ bahsidir:
İzhar ettiğin amel
hakkında Rabbine karşı ihlas sahibi ol O amel hakkında korkuya kapılmaksın
Mesul ve rehin olduğunu da bil '
Yaptığın işlerde utanmaktan sakın
Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ’nın seni
razı olduğu işlere muvaffak kılıp bütün amellerini sana somut bir şekilde
göstermesi lazımdır. Allah Teâlâ sana bir ameli emredip, sonra da emrettiği
ameli yapıp yapmadığına bakar. Bazen sana bir işi emreder, bazen yaratılmışlar
sana bir şeyi emreder, bu durumda üç tür amelin vardır. Onların hâzineleri sana
yükseltilir. Allah Teâlâ’ya ait olan sadece Allah Teâlâ’ya aittir, öyle bir
amel sana izafe edilmez. Aynı şey insanlar için yapılan amellerde geçerlidir.
Geride sana ait olan amel kalmıştır. Bu durumda sana şöyle denilir: ‘Bütün bu
amellere Hakkın hükmünü giydirdin mi? Onlara Hakkın hükmüne göre davrandın
mı?’ Öyle yaparsan, bir mümin olursun. Aynı zamanda amelini işlerken kendini
bir araç ve alet gibi müşahede etmelisin; senin vesilenle o işin faili
Yaratıcındır. Senden ortaya çıkan veya -emreden kim olursa olsunişlediğin
amelle amelin zatından başka bir şeye yönelmediğinde, bu durumda sen, emrin
gerçekte olduğu Hakk göre kalırsın ve elçi de seninle beraberdir. Sana emir
veren herkes orada hazırdır; çünkü sana yapmanı emrederken, sana hizmet
etmiştir. Sen de her işinde sana hizmet edene aitsin. Başka bir ifadeyle tek
bir vakit içinde farklı hallerde bulunursun.’
Bunlardan birisi de ‘Günahı nedeniyle
istiğfar eden bilgisiyle amel etmiştir’ bahsidir:
Zulmüm ve hatalarım nedeniyle bağışlanma dilerim
Her ikisinden de Allah Teâlâ karşısında utanırım Ben razı edeyim diye Rabbime
yöneldim Allah Teâlâ‘insan aceleden yaratıldı’buyurdu
Şöyle demiştir: ‘İki tür zalim
vardır, birisi kendisi nedeniyle zalim; diğeri, kendine zalim! Kendine zalim
olan, Haktan mağfiret talep eder. Kendisi istiğfar etmezse bile, ona mağfiret
edilir. Bununla beraber Allah Teâlâ ona istiğfarı emretmiştir. Onun gayesi
istiğfar nedeniyle ortaya çıkacak meyveyi devşirmesini sağlamaktır. Çünkü hibe
yoluyla alınacak olanlar sınırlıyken insanın kendi kazancıyla elde edeceği
geniş ve çokıur. Bu durumda o Hakk sahibi ve Hakk edendir. Adam zillet halinde
kendi kazancını alandır. Onun eli dünya hayatında bulunduğu sürece kısadır.
Böyle biri kazancın karanlığında parlak; ve güçlü bir nurla olmaksızın vehbi
olana uJ 'şamaz. O nur hiçbir illeti, olmayan veya varlıkların tesirinin
bulunmadığı sahih marifetten ortaya çıkar. Bir karışma olur -ki karışma
mertebelerin yol açtığı bir şeydirve başka şeyler ona katılırsa, durum değişir.
Allah Teâlâ ise onda bulunanları bilir.’ /
Bunlardan birisi de ‘Yaygıyı gören
kimsenin ihata ettiği şey5 bahsidir:
Kim yaygıyı görürse onu görürsün;
Yaygı içinde hayret ve dalalet sahibi
Ona soru sorarsan doğru söyler sana;
‘Benim naz halimdir’ derken ‘
Şöyle demiştir: ‘Yaygıda oturanlar
gözlerini yaygı sahibinden bir an bile ayırmazlar. Bununla beraber yaygılar
çoktur; bu itibarla amel yaygısı, bilgi yaygısı, tecelli ve murakabe
yaygılarından söz edilir. Amel yaygısında olduğunda, sorun yok! Bilgi
yaygısında ise kimin hakkında olduğu önemlidir. Tecellide de ‘tecelli eden
kimdir?’ Murakabede kim için murakabe ettiğin mühimdir. Bütün bunlar,
yaygılarda meydana gelir. Bu yönüyle amelde sana ‘maksadın nedir?’ diye
sorulurken, bilgide ‘kimi bildin?’, tecellide ‘kimi gördün?’, murakabede ‘kim
için murakabe ettin?’ diye sorulur. Bütün bu sorulara durumuna göre cevap
verirsin. Bu esnada hitapla sınırlanmış olduğun gibi cevabın da sınırlanmıştır.
Yaygıda olduğun sürece, sana mahsus halden başka bir şeyi görmezsin. Halin iktiza
ettiği üzere, cevap verirsen hikmet sahibi olursun. Kendine göre değil, Hakka
göre cevap verirsen O’na dair inancına göre cevap vermiş olursun; kendi
nefsinle cevap verirsen, bir kul gibi cevap vermiş olursun. Her durumda
mertebeler derece derecedir.’
Bunlardan birisi de ‘Husûsî hatemliğe
tahsis bilgisi’ bahsidir:
Ben cömert bir asıldan meydana geldim
Onlardan hiçbirisi bozgunculuk için çalışmaz . Onların cömertliği
Sonsuza kadar gitmez
Şöyle demiştir: ‘Özel-husûsî hatem,
Muhammedi’dir. Allah Teâlâ onunla Muhammedi velilerin velayetini sona
erdirmiştir. Onlar Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e varis olanlardır.
Onun kendindeki alameti varis olduğu şeyin değerini bilmektir. Her veli Hz.
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’den velayetini alır. Bu durumda o
Muhammedi olan bütün velilerin bilgilerini kendinde toplar. Bu bilgiye sahip
olmazsa hatem değildir. Bakınız! Allah Teâlâ peygamberler silsilesini Hz.
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem ile sona erdirdiği için, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’e cevamiu’l-kelim verilmiş, yıldızların ışıklarının
güneşin ışığına dahil olması gibi bütün şeriatlar onun ışığına dahil olmuştur.
Yıldızlar ışıklarını yeryüzüne ulaştırırken güneşin onları engellediği
malumdur. Bunu iyice öğrenmeli ve ışığı güneşe tahsis etmelisin.’
Bunlardan birisi de ‘Güçlü ışığın bir
engel olması’ bahsidir:
Uzak menzile ulaşınca adamlar
Onlar için bir engel kalmaz Onları zaviyelerinde görürsün ibadet halinde, onun
hali toplayıcı
Onlara bir elem ulaşmaz Uzaklık onlardan
kesilmiş
Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ insanı
aceleci yarattığı gibi kendisinde talep duygusu da yaratmıştır. Bununla beraber
insanın talep ettiği şey ilk arayışında ve teşebbüsünde meydana gelmez,
aceleciliği sebebiyle menzil uzaklaşır. Bu uzun mesafeye rağmen insan maksadını
elde etmek üzere bekler, bir fayda elde etmekten mahrum kalır. Çünkü Allah
Teâlâ’ya taleple ulaşılamaz. Arif kendi saadetini Allah Teâlâ’nın talebi kılar,
çünkü var ve hâsıl olan, arzulanmaz. Allah Teâlâ, mesafeler yürüyerek veya
çetin işlere girişerek veya düşüncelerle varılamayacak kadar münezzehtir. O bir
mekânda bulunmadığı gibi aynı zamanda (belirli bir yerde bulunup diğerinde bulunmamakla)
temeyyüz de etmez. Bu itibarla Allah Teâlâ her bir varlıkta o şeyin aynı olarak
bizce bilinirken -suretlerdeki farklılığı görmemiz nedeniyleonlardan ayrışması
ise bilinemez. Bu nedenle herhangi bir suret için ‘Haktır’ demeyiz. Böyle
dersek, başka bir suret bizi perdeler. Başka bir ifadeyle bir suret için
‘Haktır’ dediğimizde, Hakk olduğunu söyleyeceğimiz öteki bir suretten bizi
perdeler. Bu itibarla kaybolan suretin gizlenmesiyle, Hakkın hüviyeti gaip ve
gizli kalır. Bu durumda fikrî düşüncesiyle hayrete düşen biri gibineye itaat
edeceğini bilemezsin. Fikir sahibi de neye inanacağını bilemez. Her delil
ortaya çıktıkça, bu delille ilgili bir kuşku da ortaya çıkar ve bu nedenle
hiçbir zaman delili kuşkudan uzak kalamaz. Çünkü Allah Teâlâ en büyük delil
iken biz O’nun şüphesiyiz (burada şüphe aynı zamanda benzer
anlamına da gelmektedir)’ Bunlardan birisi de ‘Yaratıklar
içinde imamın mertebesi’ bahsidir:
Yaratıklar karşısında imamın menzilleri
Çocuğu öldürmeye varır
Münkirlere de ki: Sözüm doğru ,
Örtüyü kaldırmaktan gafil kaldınız
Şöyle demiştir: ‘Malik, yani
hükümdar, hiç kuşkusuz memlûk, yani köledir. Binaenaleyh onun mülkü kendi
ihtiyaçlarıyla maliki mülk haline getirmiştir. Mülk pek çok şeye muhtaçtır ve
bunlar ancak hükümdar olan malik tarafından karşılanabilir. Bu durumda malik,
mülkü olsun istiyorsa, (mülkün ihtiyaçları tarafından) sınırlanır ve mülkün
mülkü veya memluku haline gelir. İhtiyaçları karşılamadığı takdirde, hükümdarlık
mertebesi onu azleder ve görevinden düşer. Bu itibarla herhangi bir malikin Hakk’tan
büyük olması mümkün değildir. Hakk ise ‘Her
gün bir iştedir’267 Başka bir
ayette ‘Sizin için fariğ kalacağız*26* denilir.
Gökten ve yerden başka bir şey yoktur. Bu itibarla gök yağdırır, yer
(bitkilerini) bitirir. Bu durum Hakkın el-Malik olmasından kaynaklanır. Allah
Teâlâ bizi korumamış olsaydı, kendi hükümdarlığını korumamış, el-Malik ismi de
ortadan kalkmış olurdu.’
Bunlardan birisi de ‘Mesih ile mesih
arasındaki fark’ bahsidir:
İsa’ya şaşılır, nasıl öldü ki?
Bizi kabirlerimizden çıkartıyordu hâlbuki Onun ölümü ise bir
uzaklaşma ve teberi Yaratıkların kendisine dönük iftirasından
Şöyle demiştir: ‘Hz. İsa Mesih’tir.
Gördüğü işlerde rabbinin izlerini takip etmek maksadıyla üzerinde yürüyerek
veya çeşitli yönlerinde ve bölgelerinde dolaşarak yeryüzüne temas eden ve el
süren herkes (itibarî anlamıyla) Mesih’tir. Bu durum ‘Yeryüzünde
yürümezler mi?’269 ayetinde
ifade edilir. Kastedilen ayaklarla ve düşüncelerle yürümektir. Aynı zamanda
(ayette geçen) yeryüzü, (itibarî yorumda) kullukları ve ubudiyetleridir. Çünkü
o da içerdiği tafsil/fasıl sebebiyle genişlik ve mesafeyi kabul eder. Bununla
beraber her bir ayrımı ve faslında Hakka vuslat da içerir. Öyleyse her fasılda
ve ayrımda Allah Teâlâ’nın kendisi vardır. Mesih aynı zamanda kendi gözünü
mesheden kimsedir. O göz ile kendisini gördüğü kadar bulunduğu hal üzere
rabbini de görür. Allah Teâlâ’dan başkasını görmeyince, ‘ben Allah Teâlâ’m’ der
ve bu sözü doğru olur. Çünkü kendisiyle nefsini görmüş olduğu gözü kalkmıştır.
O yaratılışı bakımından Deccal’dir ve yaratılış kendisini yalanlar. Başka bir
ifadeyle Mesih doğru sözlü Deccal’dir ve doğruluk ile yalanı bir araya
getirmiştir; ‘gören’ olması itibarıyla doğru söylemiş, kaçırdıkları bakımından
yalan söylemiştir. Gözünün meshedilmiş olduğunu bilseydi, hiç kuşkusuz, neyi
kaçırdığını öğrenir, aynı zamanda Hakkı Hakk vasıtasıyla bilirdi. Fakat iş
böyle gerçekleşmiştir. Binaenaleyh Hz. İsa (Deccal’in aksine) ölümlerinde
katkısının ve gayretinin bulunmadığı ölülere hayat verir. Bu yönüyle o daha
tamdır, çünkü o, ancak ölmüş birine hayat vermiş, ölünün kemiklerinin nereden
yenildiğini öğrenmiştir. Deccal ise özel olarak öldürdüğü birisine hayat
vermiştir.’
Bunlardan birisi de ‘İsimlerin
isimlerini bilenin özelliği’ bahsidir:
Bizim bildiğimiz
isimler neyi gösterir:
llah’ın kendi
varlığını isimlendirdiği şeye
Bizde O’nun
tahakkuk eden isimlerinden başka bir şey yok
Biz bir açıdan
O’nun kulları olsak bile
Gerçekte kendisini
bizim için bizimle isimlendirdi Söylediğimizi bilen kişi müşahedesine de ulaşır
Anladım ki O’nun bizimle bir sözleşmesi var:
Nefislerimiz riayet
edince O’nunla yapılan sözleşmeye
Korktuğum şeyden
uzaklaştım
Bugünden önce
tehdidinden korkardım O’nun
Ortaya çıkan sadece
hüsran olur (korku giderse)
Avuçları dolduran
bir başarısızlık; O’nun cömertliğini iyi anla!
O’nun benzeri bir şey yok, O’nu misilden
tenzih et Vaadine uy, tehdidinden kork
Bunlardan birisi de ‘Sırların ve
nurların bilgisi’ bahsidir:
Dileyen ruhu nurlara katar Sırlara yükselen
bir merdiven edinir
Bildiği hakkında güvenmelisin ona Onun
perdesi ise gözlerdedir
Şöyle demiştir: ‘Nurlar şehadet iken Hakk
nurdur, bu nedenle de müşahede edilir ve görülür. Sırlar gaybdir ve hüviyet
onlara aittir. Bu nedenle hüviyet hiçbir zaman tezahür etmez. Hakk hüviyeti
bakımından görülmezken O’nun hüviyeti hakikatidir. Allah Teâlâ suretlerde
tecelli edişi itibarıyla müşahede edilir, görülür. O ancak görenin mertebesinde
görülebilir. Bu görme görenin istidadının verdiği şeydir. Hakkı görenin
istidadı iki türdür: Birincisi zatî istidattır; bu istidat ile genel görme
gerçekleşir. İkincisi ise arızî istidattır. O da insanın Allah Teâlâ hakkındaki
bilgiden kazandığı kısımdır. Allah Teâlâ hakkındaki bilgi nazari düşüncesinden
onun nefsine yerleşirken tecelli de o özel istidada tâbi olarak meydana gelir;
bu tecellide derecelenme gerçekleşir.’
Bunlardan birisi de ‘Peygamberlerin
dini tektir, ilave bir durum yoktur, bununla beraber şeriadar birbirinden
farklıdır, ortak bir payda vardır’ bahsidir:
Din peygamberler nezdinde bir Yaratıklar
arasında onun makamı pek çetin
Adamlar onun kendilerinden ayrılışını iyice
düşününce Onlar için bir şahit ortaya çıktığında .
Koşarak gelirler kendisine, belki bir gün Kendi yönelmelerine
karşılık onlara döner diye
Şöyle demiştir: ‘Kastedilen dini ikame etmek ve onda tefrikaya düşmemektir. Allah Teâlâ boşanmadan daha nahoş bir helal yaratmamıştır. O da gücü elinde tutanın yetkisi dahilindedir. Böyle bir ara bilgi varken insan niçin sevimsiz bir işe yönelir ki? Böylece nikâh akdedilmiş, düğün yapılmış, karanlık bir yerde bir araya gelinmiş, nefisler kendi bedenleriyle çift olmuştur. Onlarla birleşen kendilerinden başkası değildir. Sonra kirlenme ve eksilmeden sonra, ‘artık kaçmak için çok geç’. Buna rağmen çağrılır ve icabet eder. ‘Bu garip b;r iştir.’ Bundan daha garibi ise ‘yürütülmüş dağlardır’. Böylece bir serap haline gelmişlerdir. ‘Gök açılmış, yörünge ve büruc sahibi olmuştur.’ Ruhlar onlara inmiş ve yükselmiştir. Hâlbuki onlarda bir gedik ve yarıklık bulunmamıştır. Hal böyle iken çıkış nereye, girme nereye olmuştur? İniş nereye, yükselme (miraç) nereye olmuştur? Burası itibar, yani zahiriyle bâtını düşünmenin yeridir. ‘Ey derin akıl sahipleri! İbret alınız.’ VAllah Teâlâi! Biz bir işte karıştık. Hoş bir eşle çift olduk; yükseltilmiş bir çatı, yere açılmış bir döşek, ayrılmış direkler, bir araya gelmiş direkler, karanlık ile ışık, beyt-i mamur, tutuşmuş derya, yere batmış sular, kaynayan kazanlar! Tandır tutuştu. İşler açığa çıktı, ışık saçan yıldızlar, yanan taşlar, ateş topu olmuş kayan yıldızlar, kuyruklu ışıklar, her parıldadığında kayıp giden ışıklar (birbirleriyle çift olmuştur). Keşke bilseydim! Bütün bunları aydınlatan nedir? Onların tutuşmalarını sağlayan nedir? Onların kardeşleri sabittir, sürekli doğma ve batma halindedirler. Gece kararmış ve bu kararmayla yıldızlar ortaya çıkmış. Sabah aydınlığı ortaya çıkmış, böylece bineği kendisinde ortaya çıkmıştır. Hunnes kendi yörüngelerinde yüzmüş, kendilerinde bulunanları saklamak ve korumak üzere künnes ortaya çıkmıştır. Gece gündüz, tepeler ve kuyular, ayın aydınlığı ve dolunay ortaya çıkmıştır. Ey fikir sahipleri! Sizin kurtuluşunuz için yemin ediyorum ki, bu yeminde hiçbir yalan ve yanlış yoktur; bütün bu haberleri getiren kişi, doğru sözlüdür ve ona iman edilmelidir. Hatta nefsine karşı zalim olan, ölçülü giden ve öne geçen kişi bunu bilir. O insanlardan biridir, Ruhu’l-kuds ile desteklenmiştir. Ona ‘tebliğ et’ denilmiş, o da tebliğ etmiştir. ‘Hatırlat’ denilmiş, hakkıyla hatırlatmıştır. ‘Hakkı bâtıl üzerine sal’ denilmiş, o da salmıştır. Böylece bâtıl ortadan kalkmış, bâtıl olan silinmiştir. Kabirde ahiret yaratılışı olacak, bu sınırlanmayla birlikte bedenlenme nasıl olacaktır ki? Gerçekte hakikatin başkalaşmasından söz edilse, böyle bir görüş var oluşu bilmemektir. Gözde gerçekleşecekse, o da gözün hatalarından ve yanılgılarından biridir. İş bu şekilde belirsizleşip müphem olduğunda, tevekkül etmekten başka yapabileceğin ne var ki? Kendisini görür gibi iken, yüzünü Allah Teâlâ’ya çevir ki, urve-i vüska, yani sağlam ipe sarılanlardan olabilesin. O ip senden daha hayırlı ve bakidir. ‘Allah Teâlâ daha hayırlı ve bakidir’270 ayetiyle muhatap olan kimselerden ol. Böyle olunca bedbaht olmayacak saidlerden (Mutlu) olursun. Bu dereceden daha aşağı inersen, ahirette ‘daha hayırlı ve baki’ olarak yerleşir ve inersin. Çünkü ahiretteki kimseler -kendileri de saidler olsa bilemesela, yatağında ölen müminler ile şehider bir ve eşit değillerdir. Her ilmin adamları (rical), her makamın hali, her evin bir ehli, her güçlükle beraber bir kolaylık vardır. Bu bölümle ilgili bu kadar açıklama bilip de kendisine hikmetin ve açıklama gücünün verildiği kimseler için yeterlidir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar