Print Friendly and PDF

OTUZ BEŞİNCİ SİFİR 2. Bölüm

Bunlarada Bakarsınız

 


 

Bunlardan birisi de dört yüz yirmi beşinci bölümden ‘Barıştan sa­vaşa kaçanın dunımu’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ’nın yoluna yönel­menin savaştan kaçıp barışa yönelmek demek olduğunu bilmelisin. Allah Teâlâ barışı taleb etmeyi bize emretmiştir.’ Şöyle demiştir: ‘Barışa ancak zayıflığını veya hakikatini müşahede eden yönelebilir.’ Şöyle demiştir: ‘İsimler hüküm sahibidir. Lehinde veya aleyhinde olmak üzere, üzerin­de hangi isim hakim ise o isme aitsin ve o isim Allah Teâlâ’nın isimlerinden bi­risidir. Bu itibarla senin üzerinde hakim olan isim, senin Rabbindir. Bu nedenle izafetler çoğalmış, şöyle denilmiştir: ‘Abdullah, Abdurrahim, Abdurrahman, Abdulkafı, Abdulbaki, Abdulkebir vb.’ İlahi isimler sayısinca bu ifadeler çoğalabilir. Aynı şey zamir ve kinayeler için geçerlidir. Ayette ‘Kuşkusuz benim kullarım'131, ‘Kullarımızdan birini buldu132 ve ‘Ben Allah Teâlâ olanın1133 buyrulmuştur. Buradaki nun harfi (inenî) vikaye harfidir ki amaç (birinci tekil şahıs zamiri olan) ye zamiridir. O da bir şeyin kendi kendine izafesi demektir.’

Bunlardan birisi de dört yüz yirmi altıncı bölümden ‘Perdenin perdedar olması’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Hükümdarın perdedarları onun perdeleridir. Bu sayede halkın gözlenuin kime bağlandığını ve iliştiğini görür. Gözler perdedarları mı görür yoksa hükümdarı görmek talebiyle onları aşar mı? Perdedarlar Allah Teâlâ’nın bir imtihanıdır.’ Şöyle demiştir: ‘Peygamberler perdedardır. Onlar -kendilerine değilAJlah’a davet ederler.’ Şöyle demiştir: ‘Melekler Allah Teâlâ ve peygamberler arasındaki perdedarlardır. Rivayetten maksat isnadın söyleyene ulaştırılmasıdır. Raviler ne kadar az ise isnat o kadar değerlidir. Bunu daha önce açık­lamıştık. Allah Teâlâ (peygamberi adına) şöyle buyurur: ‘Basiret üzere Allah Teâlâ’ya davet ederim.’134 Bu ifadede melek aradan kalkmıştır. ‘Ben ve bana tâbi olanlar.’ Bu kez peygamber ortadan kalkmıştır. Ebu Yezid şöyle der: ‘Kalbim bana Rabbimden (aktararak) söyledi ki...’ Gerçekten de O’ndan almıştır. Ey inkarcı kişi! Bu kitabın ifadesidir.’ Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ herhangi bir kişiyle perde veya vahiy olmaksızın konuşmaz...,13S Allah Teâlâ vasıtaları kaldırarak doğrudan vahiy gönderebildiği gibi bazen her­hangi bir yerde sana tecelli ederek seninle konuştuğu bir perde ardın­dan konuşabilir. ‘Ya da elçi gönderir.’ Elçi insan cinsinden olan veya olmayan (melek) kimsedir.

Bunlardan birisi de dört yüz yirmi yedinci bölümden ‘Yaratılmışın üzerindeki haklar’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Sıradan insanlara göre hak­lar yaratılmışların sayısınca çoğalır ve farklılaşır.’ Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ’nın seçkin kullarına göre hakların çoğalmış olması ilahi isimlerin fark­lılığından kaynaklanır.’ Şöyle demiştir: ‘Hükümlerin farklılığı isimlerin farklılığından kaynaklanır. Denizin balığı helaldir. Balıklardan birisine ‘deniz domuzu’ adın, verirsen, bu ismin hükmü nedeniyle onun eti ha­ram haline gelir. İmam Malik’e deniz domuzunun hükmü'sorulmuş, o da ‘haramdır’ demiştir. ‘Fakat o bir balıktır’ denildiğinde şöyle demiştir: ‘Siz ona domuz dediniz.’ Şöyle demiştir: ‘Ölü eti sen sağlıklı olduğun sürece haramdır. Artık imkân ortadan kalkıp insan mecbur kalmışsa, helal olur. Hakkın seni hangi isimle isimlendirdiğine bakmalısın! Sen o isme aitsin. Demek ki sen sana aitsin. Çünkü (o eti) bulan da sensin, zorda kalmış olan da sensin. Her halükarda kendinin dışına çıkmış de­ğilsin. Şendeki hükmün bizzat kendindendir; sen olduğunda isimlerin hükmünde bulunman kaçınılmazdır. İlahi isimlerin hükmünde ol ki, şe­ref sana ait olsun.’

Bunlardan birisi de dört yüz yirmi sekizinci bölümden ‘Keremin keremi himmet sahiplerine mahsustur’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Bağış­lama ve affa varlık vermekle kerem gösteren kimse bağışlar ve affederse (bilmelidir ki) bağışlamak ve affetmek bir keremdir. Bu itibarla onun affetmesi ‘keremin keremi’ diye isimlendirilir.’ Şöyle demiştir: ‘Kötülü­ğe kötülükle karşılık veren hakkında ‘Kötülüğe ceza onun gibi bir kötülüktür’136 der. Günahkâr kendini üzen işi yapandır. Karşılık olsa bile o iş yine de günahtır. Bununla beraber bu isim edebin gereği Hakka veril­mezken yaratılmışlara mahsus bir isimdir.’ Şöyle demiştir: ‘İhsan Allah Teâlâ’ya aittir. Bu itibarla Allah Teâlâ ihsanda bulunan el-Muhsin’dir. Cezalandı­rırsa, cezaya da ihsanda bulunmuştur. Çünkü Allah Teâlâ onu var etmiş, var ederek kendisine ihsanda bulunmuştur. Binaenaleyh âlemde sadece ih­san vardır. Sen de -gerçekte Allah Teâlâ’dan, meydana gelmiş olsa bileken­dinden çıkan işlere ihsanda bulunmuş olursun.’ Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ senin elin olduğunda hiç kuşkusuz söylerken senin vasıtanla yaratmış olur. Nitekim ‘Allah Teâlâ kudretiyle yaratmış’, ‘irade ve meşiyetini tahsis et­miştir’ dersin. Sen Allah Teâlâ’nın aracı olmaya daha uygunsun. O ise yaratan­dır. Bu, ilahi fiillerin bizden, yani âlemden müşahede edilmesidir.’

Bunlardan birisi de dört yüz yirmi dokuzuncu bölümden ‘Sizin ka­tınızda olan tükenir, Allah Teâlâ’nın katındaki tükenmez137 bahsidir: Şöyle de­miştir: ‘Her şey Allah Teâlâ’nın katindadır. Varlık veya yokluk olsa bile, her şey beka özelliğindedir.’ Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ sadakaları alır. Senin ka­tında tükeneni Allah Teâlâ senden alır; almasaydı tükenmeyecekti. Binaena­leyh sadece sen ve O vardır. Başka bir ifadeyle sadece senin katında ve­ya O’nun katında olan vardır. Sen O’nun katındasın! Senin katında olan da O’nun katindadır. Allah Teâlâ senden herhangi bir şeyi almamış, senden herhangi bir şey tükenmemiştir.’ Şöyle demiştir: ‘Sağ elinde bulunan, sol elinde bulunandır. Bu durumda (mesela) sol elindeki tükenir. Her iki durumda da sağ ve sol el sahibisin. Sağ el de senin, sol el de senin! Bununla beraber ‘Sizin katınızdaki tükenir’ ifadesi doğrudur. Çünkü in­sanların bir kısmı için sol el sağ elin verdiği sadakayı bilmez. Rüzgâr­dan daha güçlü olan bir adamı tavsif eden bir rivayette şöyle denilir: ‘O adam sağıyla sadaka veren, verdiği sadakayı ise sol elinden gizleyen kimsedir.’ Burada Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem sağ ve sol eli ayırmışken, zat birdir.’ Bunlardan birisi de dört yüz otuzuncu bölümden ‘Zahire ve saklamlanların en üstünü Allah Teâlâ’nın şiarlarını yüceltmektir’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Şiarlar delillerden daha gizli ve ince olan deliller demektir. Onların delalet itibarıyla en gizli ve en hassas olanı ise âdet haline gel­miş ayetlerdir. Onlar görülen ve yitirilen, bilinen ve bilinmeyen ayetler­dir. Onların ne kadar sırlı olduğuna bakınız!’ Şöyle demiştir: ‘elAzim’in hakkını ancak sürekli O’nu yücelten yerine getirebilir; kendisi­ne ansızın geldiğinde yücelten bunu yapamaz. Böyle bir yüceltme cahi­lin yüceltmesidir.’ Şöyle demiştir: ‘Görmek kişide görülenin saygınlığı­m izale ederse bir perdedir.’ Şöyle demiştir: ‘Yeniden yaratılışı gören, sürekli ilahi şiarları yüceltir. Her anda Allah Teâlâ’nın tecellisinin başkalaştığını gören, her zaman O’nu yüceltendir. Çünkü bir hakikatte bile iş değiş­miş, farklılaşmıştır.’ Şöyle demiştir: ‘Hüküm hallere aittir. Bu nedenle halleri gören sürekli onları yüceltir; haller her durumda onun nezdinde yenilenir. Öyle bir nisan sürekli başlangıçtadır.’

Bunlardan birisi de dört yüz otuz birinci bölümden ‘İslam ve ima­nın ihsanın iki öncülü olması’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘iman ve İslam öncelik sahibidir.’ Şöyle demiştir: ‘Kabul etmemişse durum farklıdır! Bu çift ortaya çıkmış, bitiş tekle gerçekleşmiştir. Başka bir ifadeyle ihsan onu tekleştirmiştir. ilk tek sayı üçtür.’ Şöyle demiştir: ‘Fert mertebesi zat, sıfat ve fiiller mertebesidir. Sıfatlar derken isimleri kastediyorum. Bunlar üç tanedir.’ Şöyle demiştir: ‘İman tasdik demektir ve verilen ha­beri tahayyülde müşahedeyle gerçekleşir. O halde ihsan gereklidir. İs­lam inkıyat, yani boyun eğmek demektir. İnkıyat ancak Hakkın elinin perçeminde olduğunu bilen için gerçekleşebilir. Öyle biri gönüllüce bo­yun eğer. Hakkın elinin perçeminde bulunduğunu fark etmezse, istek­sizce boyun eğer. İhsan Allah Teâlâ’yı görmek demektir; sen O’nu görmesen bile Allah Teâlâ seni görür.’ Şöyle demiştir:

Seni görenin karşılığı senin de O’nu görmen

Haktır O, O’ndan başkası yok                                                            '

Görünce gören O’dur

Gördüğümüz O’ndan başkası değil

Bunlardan birisi de dört yüz otuz ikinci bölümden ‘Hakkın gizle­diği kulları güveylerdir’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Ariflerin nefisleri ça­dırlardaki çekik gözlü huriler gibidir. Onlar alışkanlıklar içerisinde sakı­nılmış ve gizlenmiş kimselerdir. Bu itibarla bilinirler, inkâr edilmezler.’ Şöyle demiştir: ‘Varlıklarda ilahi tesirler onlardan ortaya çıkar (onlar vasıtasıyla). Onların karşısında varlıklar, ricl ehli için doğum gibidir. Bir rivayette şöyle denilir: ‘Onlar vasıtasıyla size yardım edilir.’ Onlar yardımı doğururlar. ‘Onlar sayesinde yağmur yağar.’ Demek ki onlar yağmuru doğurur. ‘Onlar sayesinde rızıklanırsınız.’ Demek ki onlar rız­kı doğururlar. Bu itibarla onlar Abdunnasir, Abdulmuğîs (yardım ede­nin kulu), Abdurrezzak (rızık verenin kulu) vb. isimlerle isimlendirilir­ler.’ Şöyle demiştir: ‘Aile hakkında ciddiyet ve aile için çalışmak senin görevindir. İlk önce kendi nefsin, sonra eşin, sonra çocukların, sonra hizmetçin için çalışmalısın. Bu durum ‘0 her gün bir iştedir138 ayetinde ifade edilenin ta kendisidir. Allah Teâlâ kendi hamdini tespih etmek üzere kendisini için her gün bir iştedir. Âlemi ise kendine ibadet etsin diye yaratmıştır. Kendisine muhtaç oldukları ve kendilerinden Ortaya çıkan durumlarda ehli için her gün bir iştedir. Allah Teâlâ’nın sana ihsan etmiş oldu­ğu nimederi iyice düşünmelisin.’

Bunlardan birisi de dört yüz otuz üçüncü bölümden ‘illeti ispat bir yoldur’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘İllet zatı gereği malulü gerektirse bile mertebe bakımından öncelik sahibidir. Bununla beraber malûl varlıkta ona denk iken kendinden kaynaklanan zorunlulukta onu geçmiş değil­dir. Bunu anladıktan sonra, edebin mani olmasının dışında, (öncelik bahsine) değer vermezsin.’ Şöyle demiştir: ‘(Allah Teâlâ ile âlem arasında illet-malûl fikrinden) şartı kabule kaçanlar, varlıktaki eşidik korkusundan kaçmışlardır. Öyle biri mevcudun varlık hükmüne ait olduğunu bile­memiştir; önce veya sonra gelmesi bunu değiştirmez. Zattan kaynakla­nan zorunluluk ise öyle değildir. O zorunluluk -sana değilAllah Teâlâ’ya ait­tir. Allah Teâlâ o zorunlulukta vardır ve O’nunla beraber başka bir şey yok­tur. Varlığa aykırı bir şey ise meydana gelmez. Şöyle diyebilirsin: ‘Allah Teâlâ vardı, O’nunla beraber başka bir şey yoktu. Şimdi de O vardır ve başka hiçbir şey yoktur demezsin. Buna mukabil zatın zorunluluğu hakkında her durumda şöyle diyebilirsin: ‘Allah Teâlâ vardır ve başka hiçbir şey yoktur.

O  şimdi de vardır ve hiçbir şey yoktur.’ Aradaki farkı öğrenmiş oldun; şimdi şeriat menetmedikçe ister şarttan, ister illetten söz et.’

Bunlardan birisi de dört yüz otuz dördüncü bölümden ‘Karşılığı sevmek inayeti sevmektir’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Yaratılmışın yaratı­cısını sevmesi, kendisini sevmeyi emreden Allah Teâlâ’yı sevmek ile O’nu sev­menin karşılığını ve ödülünü sevmek arasında sınırlanmıştır. Bu itibarla yaratılmışın varlığı muhafaza edilmiştir.’ Şöyle demiştir: ‘Muhabbetin alameti, emir ve yasaklarında, sevinçte, nahoş bulunan durumlarda, za­rarda ve mutlulukta sevilene uymaktır.’ Şöyle demiştir: ‘Sevginin delili, ‘ihsan eden ve lütfeden Allah Teâlâ’ya hamdolsun’ ifadesidir. Buna mukabil se­vilmenin delili de ‘Her durumda Allah Teâlâ’ya hamdolsun’ demektir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem sevinçli durumlarda şöyle derdi: ‘Nimet veren ve ihsan eden Allah Teâlâ’ya hamdolsun.’ Sıkıntı anında şöyle derdi: ‘Her durumda Allah Teâlâ’ya hamdolsun.’ Hadis Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemden sabit olmuş, İmam Müslim de Sahih’inde onu zikretmiştir.’ Şöyle demiştir: ‘Rastgele inayeti sevmek hesapsız vergi ve ihsan demektir. Ölçüye göre karşılığı sevmek ‘Kim iyi­lik getirirse ona on katı verilir, kim kötülük işlerse misliyle cezalandırılır139 ayetinde ifade edilir.’ Şöyle demiştir: ‘Sevgi dosdukta ihlas demektir. Bu itibarla sevgi genel ve özel velilere mahsustur.’ Şöyle demiştir: ‘İna­yet sevgisi O’ndan, karşılık sevgisi de O’ndandır. Karşılık sevgisini O’nun bildirmesiyle öğrendik; inayet sevgisini de bize ihsan ettiği var­lıkla ve tasarrufla tanıdık.’

Bunlardan birisi de dört yüz otuz beşinci bölümden ‘Bazen nimet karanlık sahiplerini harekete geçirir’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Karanlık sahipleri sakin kalmış, hareket etmemişlerdir, çünkü ayaklarını koyacak yer görememişler, düşmekten korkmuşlardır. Onların sakin kalmaları zorunluluktur.’ Şöyle demiştir: ‘Karanlık ehli hareket ettiğinde, nimetin büyüklüğü nedeniyle, hareket ederler. Onlar ancak Allah Teâlâ’nın müteakip olarak ihsan ettiği büyük nimederi nedeniyle harekete geçerler. Bu ni­met onları karanlıklarını görmekten habersiz bırakır.’ Şöyle demiştir: ‘Karanlık ehli kimdir, bilir misin? Onlar Allah Teâlâ hakkındaki bilgiye nazarî delille ulaşanlardır. Onları iman nimeti harekete geçirebilir. Bu sayede onlar taklide doğru hareket edip şeriatın temiz nuruyla hareket ederek beyaz mekânı görmüş olurlar. O mekânda eğiklik veya engebe olmadığı gibi basamak da yoktur; artık korku olmaz.’

Bunlardan birisi de dört yüz otuz altıncı bölümden ‘Hitap haz ala­na mahsustur’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ’nın hitabı belirli bir kesim­le (veya özellik sahibiyle) sınırlı değildir. O’nun daveti geneldir. Çağrı­lan bir olduğu gibi çağıran da Bir’dir.’ Şöyle demiştir: ‘İsimlerle çağır­dığında çağıranlar çoğalır. Çağrılanların çokluğu bir insandaki organla­rın çokluğuna benzer. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Nefsinin senin üze­rinde hakkı olduğu gibi gözünün de üzerinde hakkı vardır. Bazen oruç tut, bazen tutma, gece namaz kıl, bazen uyu.’ Aynı şey bütün zahirî ve bâtını güçler için geçerlidir. Demek ki sen hem çok, hem bir olansın. O’nun isimleriyle davet eden de böyledir. Bunu anlamalısın!’ Şöyle de­miştir: ‘Sen O’nun bir nüshasısın. Ben senin vasıtanla O’ndan gizleni­rim.’ Şöyle demiştir: ‘Attığında sen atmadın, Allah Teâlâ attı.’140 Başka bir ayet­te şöyle der: ‘Onları siz öldürmediniz, Allah Teâlâ öldürdü.’141 Hâlbuki kılıç se­nin aletin, sen ve kılıç birlikte Allah Teâlâ’nın aletisiniz.’ Şöyle demiştir: ‘Şu sö­zü söyleyen kişi ne kadar da cahil: Allah Teâlâ falan işi yaratmamıştır! Hâlbu­ki Allah Teâlâ peygamberine attığını söylemiş, sonra atma fiilini olumsuzlamış ve olumlamış, sonra şöyle demiştir: ‘Sen atmadın, attığında sen, fakat Allah Teâlâ attı.’142 Atmak Hz. Peygambcr’dert meydana gelmiş bir fiildir. Peygamber Allah Teâlâ’nın bildirdiğine göre (toprağı) atmış, kâfirlerin gözle­rine ulaştırmış, herhangi bir müşrikin gözü geride kalmaksızın hepsine toprak dolmuştur. Böyle bir iş yaratılmışın işi olamaz. İnsanların bir kısmı hakkında şaşılacak olan şudur: İman ettiği bir işi inkâr etmekte­dir.’

Bunlardan birisi de dört yüz otuz yedinci bölümden ‘Tespih yara­lamadır’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Tenzih eden Hakla tenzih etmez, O’nu tenzih ederse, hiç kuşkusuz tenzihten tenzih etmiş sayılır. Çünkü O’nun her tenzih niteliğine karşılık teşbih niteliği vardır. Bu itibarla tespih, tercih, yani yaralamak demektir. Allah Teâlâ’yı tespih etmek, hikâye ve aktarım tarzında olabilir. Allah Teâlâ bu husustaki iradesine göre kendisini tespih etmiştir. İşte O’nu bilen edeplilerin tespihi budur.’ Şöyle demiş­tir: ‘Yokluğun yokluğu varlık demek iken tenzih de kendisiyle nitelen­diği özellikten tenzihidir.’ Şöyle demiştir: ‘Tespih ehli kimi tespih ettik­lerini gördüklerinde şöyle demişlerdir: ‘Kendimi tenzih ederim.’ O kendisini tespih etmiştir.’ Şöyle demiştir: ‘Onun kendi inancına göre rabbini tespihini müşahede çürütür. Bu dünyada bilgide aceleci dav­ranmış, ‘kendimi tenzih ederim’ demiş, sonra kendi halini yadırgamıştır.’ Şöyle demiştir: ‘Senden talep edilirse şu ayeti oku: ‘Bunlar sizin amellerinizdir, onları sayıp size iade ederim.’

Bunlardan birisi de dört yüz otuz sekizinci bölümden ‘Hamd sınır­lamadır’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Senin sözün sınırlıdır, çünkü sen kendinle kuşatılmışsın. Överken hiç kuşkusuz övdüğünü sınırlayıp da­raltmış olursun. Hâlbuki O mudaklık sahibidir. Sen de Allah Teâlâ’yı övmekle beraber kendi övgünden O’nu tenzih eyle ve O’nu mutlaklaştır. Böyle

1      yapmak zorunludur. Bütün gayretini harcadıktan sonra da Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in söylediği gibi ‘Ben seni övemem, sen kendini övdüğün gibi­sin’ de! Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şefaat hadisinde şöyle der: ‘Orada Rabbimi bu­gün bilmediğim övgülerle övdrinı.’ Gerçeği anladıysan, bilirsin ki, söz konusu övgüleri o mertebe ve yer izhar eder.’ Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ’nın kelimeleri tükenmeyeceğine göre, Allah Teâlâ’ya kendisinden kaynaklanan öv­günün biteceği bir sınır yoktur.’ Şöyle demiştir: ‘Övenin hali değiştiği ölçüde, Allah Teâlâ’ya yapılan övgüler değişir. Çünkü mutluluk hali sıkıntı ha­liyle bir değildir. Bu nedenle Allah Teâlâ’ya yapılan övgüler (hallere göre) fark­lılaşır. Bir vakitte insan ‘Nimet veren ve ihsan eden Allah Teâlâ’ya hamdolsun’ derken, bir vakitte ‘Her halde Allah Teâlâ’ya hamdolsun’, bir vakitte ‘Bizi bu yola ulaştıran Allah Teâlâ’ya hamdolsun’, bir vakitte ‘Bizden üzüntüyü gideren Allah Teâlâ’ya hamdolsun’, bir vakitte ‘Bize vadettiğini doğrulayan Allah Teâlâ’ya hamdolsun’, bir vakitte ‘Çocuk edinmeyen, mülkünde ortağı olmayan, zelil dostu olmayan Allah Teâlâ’ya hamdolsun’, bir vakitte ‘Kuluna kitabı indi­ren Allah Teâlâ’ya hamdolsun’, bir vakitte ‘Gökleri ve yeri yaratan Allah Teâlâ’ya hamdolsun’, bir vakitte ‘Gökleri ve yeri var eden Allah Teâlâ’ya hamdolsun’, bir vakitte ‘Seçtiği kulları üzerine selam eden Allah Teâlâ’ya hamdolsun’, bir vakitte ‘Size ayetlerini gösteren Allah Teâlâ’ya hamdolsun’, bir vakitte ‘Alemle­rin Rabbi Allah Teâlâ’ya hamdolsun’ diyebilir.’

Bunlardan birisi de dört yüz otuz dokuzuncu bölümden Tevil tehlil sahiplerine aittir’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Tehlil mertebeleri farklı olduğunda tevilin hükmü ortaya çıkar. Her tehlilin bir hali, dili, adamları ve makamı vardır.’ Şöyle demiştir: Tehlil ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur (la-ilahe illAllah Teâlâ)’ ifadesidir. Burada olumsuzlar ve olumlarsın.’ Şöyle demiştir: ‘Olumsuzladığının ne olduğunu düşünür ve incelersen onun olumladığının ta kendisi olduğunu görürsün. Allah Teâlâ kasıtla karşılık vermemiş olsaydı, tehlilin karşılığı büyük olmazdı. Vardığımız görüşün delili ‘Rabbin kendinden başkasına ibadet etmemenize hükmetti143 ayetidir. Onlar ibadet ettiklerine ilahlığı nispet etmeden mi ibadet ettiler? De­mek ki onlar sadece Allah Teâlâ’ya ibadet etmişlerdir, yoksa o varlıklara ibadet etmiş değillerdir. Bunun delili ‘De ki onları isimlendirin144 ayetidir. Bu bütünüyle bilgi demektir, hâlbuki ‘onları niteleyin’ dememiştir. ‘Onla­rın nispetlerini gösterin’ demiş olsaydı, hiç kuşkusuz, ilahlığı Allah Teâlâ’ya nispet edeceklerdi.’

Bunlardan birisi de dört yüz kırkıncı bölümden ‘Allah Teâlâ kimden daha büyüktür?’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ yaratıklarını kendi suretinde yaratmamış olsaydı, mukayese anlamı içeren ‘Allah Teâlâ en büyüktür’ de­mezdi. Allah Teâlâ asıl olduğu için ‘en büyük’ demiştir. İnsan-ı kâmil de o as­la göre yaratılmıştır.’ Şöyle demiştir: ‘Göklerin ve yerin yaratılışı insanla­rın yaratılışından daha büyüktür.’145 insanlar (üzerinde yaratıldıkları) su­retlerini unuttuklarında, karşılaştırma sahih olabilir. Bu ise gökler ile yerin insan bedeninin ve nefs-i natıka’mn iki ilkesi olması anlamına ge­lir. Gökler ulvi kısım iken yeryüzü süfli kısımdır, insan o ikisinin neti­cesi ve edilgenidir. Fail münfail (edilgen) olandan büyüktür. ‘İnsanların çoğu bilmez’146 dediğine göre, cismi kastetmiş olamaz. Başka bir ayette ‘Erkeklerin kadınlar üzerinde bir derecesi vardır147 der. Çünkü Havva Adem’den, Âdem topraktan yaratılmıştır. Âdem toprak nedeniyle Hav­va’dan bir derece üstün iken bu itibarla Âdem Havva’nın annesi sayılır­ken kendisi toprağın oğlu, toprak ise onun annesidir. ‘Sizi oradan yarat­tık, ona döndüreceğiz.’148 ‘Onu annesine döndürdük ki, gözleri aydın ol­sun.'149 Bu nedenle insan defnedilirken toprağa gömülür ve toprak bir anne gibi oğlunu bağrına alır. Toprak onu yolculuktan gelen bir evladı karşılayan şefkatli anne gibi kucaklar. Bu bir muhabbet kucaklamasıdır. ‘Sizi tekrar oradan çıkartacağız150 Bu da diriliş demektir.’

Bunlardan birisi de dört yüz kırk birinci bölümden ‘Sana ait olan sahip olunan bir şey değildir’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Sana ait olan seni talep eder, sen yorulma! Onu sen ararsan, yorulursun ve o sana sa­hip olur.’ Şöyle demiştir: ‘Sana ait olan, senin değildir, katından geldiği kimsenindir.’ Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ sana aittir ve Allah Teâlâ’ya sahip olun­maz.’ Şöyle demiştir: ‘İnsanın en güçlü hilesi, Allah Teâlâ’yı bilmede O’nun kendinde bulunduğu durum hakkında verdiği haberle itminan bulma­masıdır. İnsan nazarî düşüncesiyle o haberleri inceler, tevil eder, kendi inancında var ederek sahip olduğuyla ‘sahip olunmak’ halinden çıkmayı umar. Böylece kendisi sahip olmak ister. Çünkü inancında var ettiği onun mülküdür. Başka bir ifadeyle ona sahip olan kendinden başkası değildir. Onu yaratmış, sevmiştir ve sevilen sahiptir. Bu nedenle akılcı insan, inandığı şeyin sahibi olduğunu onaylar. Öyle biri sahip ve sahip olunan, yaratan ve yaratılandır. Bıınu anlamalısın!’

Bunlardan birisi de dört yüz kırk ikinci bölümden ‘Haramlara saygı göstermek ikramlardandır’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Eşleri nezdinde yasaklar artınca, onları korumuşlar, kendilerine karşı kıskanç olmuşlar­dır. Bu onun adına daha hayırlıdır. Çünkü nesebin sahihliği aileyi kuş­kudan korur. Yatakta doğan hakkında kuşku doğmaz. ‘Çocuk yatağa aittir.’ Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ yeryüzünü bir yatak ve döşek yapmış, ora­dan Âdem’i kendi suretinde yaratmıştır. Bir rivayette ‘Çocuk babanın sırrıdır’ denilir.’ Şöyle demiştir: ‘Bu talep edilen hikmet olmasaydı, ya­tak demekle yetinilir, firaş denilmezdi.’ Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ lafızları boş yere zikretmemiştir. Bu lafız mana için gelmiş bir harftir ki o da söylediğimizdir. Sınırlama!’ Şöyle demiştir: ‘Orada her güzel çiftten ye­tiştirdik.’151 Orada ikizler meydana getirmiştir ve bu nedenle ayette ‘Her güzel çiftten yetiştirdi152 denilmiştir. Kastedilen hamilelik sonrasıdır. Su­yu ona ulaştırmış, yetiştirmeyi ve büyümeyi ona ve toprağa nispet et­miştir. ‘Allah Teâlâ sizi yeryüzünden bitki olarak yetiştirir.’153 Kelime nebete fii­linin mastarıdır; hâlbuki inbat dememiş, çocuğu babasma nispet etmiş­tir. Baba çocuğun rahme düşmesine vesile olarak onun üzerinde babalık hakkı kazanır. Aynı şekilde anneye de nispet edilmiştir; anne de karnın­dan çocuğu çıkartmakla onu doğurmuş olur. Döşeğin vermiş olduğu neticeye bakınız! Allah Teâlâ kendisiyle yaratıkları arasında bir nesep ve bağ yaratmış, bu bağ vikaye kelimesinden türetilmiş takvadan ibarettir. Bir rivayette ‘Bugün sizin nesebinizi alçaltacağım, kendi nesebimi yükselte­ceğim, takva sahipleri nerededir’ denilir. ‘Allah Teâlâ katında en keremli olanı­nız, en takva sahibi olammzdır.’15*

Bunlardan birisi de dört yüz kırk üçüncü bölümden ‘Küçükken inayete mazhar olan büyükken tevazu gösterir’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ Hz. Yahya’ya çocukken hikmet vermiştir.’ Ayette ‘Ona küçükken hüküm verdi155 ve ‘Daha önce onun adaşı yoktu156 denilir. el-Cebbar düşmanını ona musallat kılmış, onu öldürmüş, Allah Teâlâ da onu düşma­nından korumamış veya bir taşkını başkasının üzerine salarak kendisine yardım etmemişti.’ Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ Hz. Yahya’nın hayatta kalma­sını murat etmiş, bu nedenle onu şehitlik yoluyla öldürmüş, hayatını baki bırakmış, Hz. Yahya Allah Teâlâ düşmanlarının Allah Teâlâ uğruna öldürdüğü kimselerden birisi olmuştur. Onlar için Allah Teâlâ iki hayatı bir araya getire­rek ‘Allah Teâlâ yolunda ölenlere ölü demeyiniz, onlar diridir, siz fark etmezsi­niz’157' ve ‘Allah Teâlâ yolunda öldürülenleri ölü saymayın, onlar Rablerinin ka­tında rızıklanır158 buyurmuştur. Gerçi ölüm değerli bir iştir, çünkü ölüm, en değerli kimse olan Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in niteliğidir. Ayette ‘Sen öleceksin; onlar da ölecek159 denilir. Binaenaleyh büyükler âdetleri aşarak farklılaşmaz; onlar bütün hallerinde zahirleri ve dış görünüşleri bakı­mından sıradan insanlarla beraber olurlar.’ Şöyle demiştir: ‘Küçüğe ina­yet, zayıflığı nedeniyle, ona merhamet demektir. Büyüdüğünde ise kendi kendini yönetir Hakk gelir. Büyüdüğünde de asıldaki zayıflık ha­linde kalırsa, kendisine merhamet eşlik eder; aslından uzaklaşarak kibre kapılır ve önceki zayıflığının ardından yaratılmış bir güce sahip olduğu­nu iddia ederse, Allah Teâlâ büyüklüğünde onu zayi eder, zayıflığını kendisi­ne döndürür, onu zayıf ve biçare düşürür, küçüklüğünde zayıf iken ar­zuladığı hayattan ayrılmak ister.’

Bunlardan birisi de dört yüz kırk dördüncü bölümden ‘Unutulan­lar nezdinde ecirler zayi olmaz’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Hakim, zen­gin insanı üzerinde bulunan başkasına ait hakları vermesi için icbar eder. Bakınız! Zekâdık malından herhangi bir kısmını inkâr edenin (onu gizleyen) durumu böyledir. Sadaka memuru onun sakladığı malı öğrendiğinde, o kısmı alır, malını bir ceza olarak ikiye taksim eder.’ Şöyle demiştir: ‘Temenni eden, temennisiyle zenginin derecesine ulaşır. Başka bir ifadeyle temenniyle herhangi bir güçlük, zorlanma, istek veya hesap olmaksızın zenginin malıyla yaptığı hayırlara ulaşabilir. Onlar ecirde eşit iken yoksulluk ve iyilik yapma hasretinden kaynaklanan ecir­de temenni sahibi üstün olabilir. Allah Teâlâ ‘İyi amel işleyenlerin ecrini zayi etmez160 Onun temennisi de amelinin parçasıdır.’ Şöyle demiştir: ‘Mal, biriktirilmek maksadıyla talep edilmez. Allah Teâlâ onu infak edilsin diye ya­ratmıştır. Kim malı biriktirip Yaratan’ın belirlemiş olduğu hakkı öde­mezse, Allah Teâlâ onu cehenneme atar, cehennem onun döşeği olur. O kişi­nin malı cehennem ateşindeyken onun üzerinde ısıtılır, sonra da alnına sürülür. Bunun sebebi sadaka isteyenin onun önce alnıyla karşılaşmış olmasıdır. Buna mukabil zengin, dilencinin kendisine yöneldiğini gö­rünce, yüzünü çevirir, sanki onu görmemişçesine kendisinden yüz çevi­rir. Sonra ‘yanlarına’ sürülür. Sonra da ‘sırtlarına’. Çünkü zengin dilen­ciye önce bir yanını, sonra sırtını döner ki isteğine karşılık vermesin. Böylece kızdırılmış mal, (dilenciye gösterdiği) bütün kısımlarına ve mekânlarına sürülür. Bunlar zikredilen üç mekândır (alın, yan ve arka), bir dördüncüsü yoktur.

Bunlardan birisi de dört yüz kırk beşinci bölümden ‘Değirmenin kutbunu onun emiri döndürür’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Değirmen kendi kutbu üzerinde döner ve onun kutbu kendi içindedir. Kutup de­ğirmenin sabit olan kendisidir ve kutup hareket kabul etmediği gibi dönerken yer değiştirmez.’ Şöyle demiştir: ‘Değirmen emirle döner. Kutup olmasaydı değirmen dönmezdi. Bu itibarla kutup emir demek­tir. Kutup değirmenin kendisinden başka ne olabilir ki; hem emir, hem emretmek, hem memur!’ Şöyle demiştir: ‘Kutup gücü bilir, görülmez, kendisi görür. Onu gören nezdinde de farklılaşmaz. Bununla beraber genel itibarıyla onu gördüğünü bilir. Allah Teâlâ’yı bilmek üzerinde varlık de­ğirmeni döner. O bilinir, görülmez, görülür ve temeyyüz etmez.? Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ’yı böyle bir bilgiyle bilmeyen O’nu bilememiş demektir. Binaenaleyh hiç kimse müşahedesinde O’nu bilememiş, O’nu bilirken kendisini müşahede etmemiştir.’

Bunlardan birisi de dört yüz kırk altıncı bölümden ‘Nakiplerden olmaya karşı direnenin durumu’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Nakip Allah Teâlâ hakkında bilgi hâzinesini nefsinden çıkartmak isteyendir. Söz konusu kişi ayette ‘Onlara ayetlerimizi ufuklarda ve nefislerinde göstereceğiz161 ve ‘Nefislerinizde de, görmez misiniz162 denildiğini duymuştur. Bu itibarla Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de ‘kendini bilen Rabbini bilir’ demiştir.’ Şöyle demiş­tir: ‘Böyle bir bilgi sahibi olmaya karşı direnen insan nakiplerden ola­maz.’ Şöyle demiştir: ‘Delil ile medlûl arasında bağlayıcı yön bilindi­ğinde, nazarî yönden delili inceleyerek Allah Teâlâ’ya istidlali değersiz görür. Delil ile medlûl arasındaki bağ insanın nefsinden başkası değildir. So­nuçta nefsini Allah Teâlâ vasıtasıyla tanıyanlardan olur. Ebu Hamid ve benze­ri bazı akılcılar, bu görüşe varmış olsalar bile, bizim bu konudaki me­todumuz onların yönteminden farklıdır. Onların bu hususta vardıkları kanaat doğru değilken bizim vardığımız görüş doğrudur. Bu görüş Allah Teâlâ hakkındaki bilgiyi iman yoluyla almak, sonra Hakk bütün güçlerimiz oluncaya kadar imana göre ameldir. Bu durumda Allah Teâlâ’yı Allah Teâlâ ile bilir, Allah Teâlâ’yı tanımanın ardından da kendi nefsimizi Allah Teâlâ’nın vasıtasıyla biliriz. Allah Teâlâ’yı bilmede Allah Teâlâ ehlinin yöntemi budur.’

Bunlardan birisi de dört yüz kırk yedinci bölümden ‘Halin genel olması imkânsızdır’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Mizaçlar farklı farklıyken varidatı kabul eden nefisler mizaca tabidir. Nefisler mizaca tabiyken va­ridat da hallere göre gelir. Bu itibarla bir halin genel olması mümkün değildir; her varidin kendine mahsus bir hali vardır. Bu nedenle bir ki­şiyi sarhoş eden hal ötekini ayık Hakk getirir; ne sarhoşluk, ne ayıklık genelleşir.’ Şöyle demiştir: ‘Hal, isminin genelliği itibarıyla umumileşir. Söz konusu haller akıl ve duyuyla nefislerde idrak edilen ve farklılaşan hallerdir.’ Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ’nın gazabı ve rızası haller arasındadır. Bu itibarla sadece halle nitelenen vardır; o kişi gazaba duçar olan veya rızaya mazhar olan birisi olabilir. Hadis için onun halin hükmü altına girdiği söylenirken bu hususta ilahi mertebeye dair edebe riayet gere­kir.’ Şöyle demiştir: ‘Hal dili ‘Benim nezdimde söz değişmez163 ayetini indirmişken hakikat dili ‘Ben kullarıma zalim değilim164 der.

Bunlardan birisi de dört yüz kırk sekizinci bölümden ‘İşleri Allah Teâlâ’ya havale bir dilektir’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Şu hususta hiçbir kuşku ve kapalılık yoktur: Birisi gemlerini senin eline verip işini sana havale ederse -diliyle konuşmasa dahien açık beyanla senden kendisini masla­hat, hatta en maslahatlı yola ve işe ulaştırmanı senden talep etmiş de­mektir. Maslahat peşinde olmasının nedeni, nefislerin ‘zararı uzaklaş­tırmak, menfaatleri elde etmek’ özelliğinde yaratılmış olmasıdır.’ Şöyle demiştir: ‘Bir rivayette Allah Teâlâ’ya en sevgili gelen işin övülmek olduğu söylenir. Allah Teâlâ kınamak nedeniyle bir zarar görmez. Sen ise acı duyaca­ğın için zarar görürsün. ‘Onlar sizin acı çektiğiniz gibi acı çekerler, siz Allah Teâlâ’dan onların ummadıklarını umarsınız.’165 Şöyle demiştir: ‘Bir kap dolmamış olsaydı taşmazdı; kap dar geldiği için fazlayı başkasına bo­şaltmıştır. Bu davranış tevfîz, yani işi havale etmek diye isimlendirilir.’ Şöyle demiştir: ‘Adam dediğin kendisine hikmetin verilip de onu içine sığdırabilen kimsedir. Bununla beraber kendisi ve mülkü hakkındaki ta­sarrufu Hakka bırakır. Öyle biri ‘tevfîz ehli’ olmaz.’

Bunlardan birisi de dört yüz kırk dokuzuncu bölümden ‘Yakın ak­rabalar iyiliğe daha layıktır’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ’ya yakın in­sanlar iyilik yaparken öncelikle gözetilenlerdir. O aradaki yakınlık ve nesep nedeniyle Hakk’tır. İnançlar değişik olsa bile, her inançta ve aki­dede bilinen el-Maruf O’dur. Farklılıklara rağmen bütün inançların maksadı birdir. Hakk akideni kendisine bağladığın bütün inançları kabul edicidir ve kıyamette o inançta sana tecelli eder; o inanç seninle Allah Teâlâ arasındaki alamettir.’ Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ’yı tanıyanda şaşılacak bir iş yoktur. Şaşılacak olan orada kendisini inkâr edenin halidir.’ Şöyle de­miştir: ‘Akide sahibi Allah Teâlâ’yı ancak kendi akidesine göre tanıyabilir. İn­sanlara şöyle denilir: ‘Akitlerinize (sözleşmelerinize) uyun.’ Arifin bir akdi olmadığı gibi yerine getireceği bir şey yoktur. Bir arifin Hakkın tecellilerinin sayısınca gözleri vardır. O’nun tecellileri sonsuz olduğuna göre ariflerin gözleri de sonsuzdur. Gözler suretlerin var olmasıyla veya suretlerin var olması gözlerin var olmasıyla meydana gelir.’

Bunlardan birisi de dört yüz ellinci bölümden ‘Adamlar nezdinde kabul bir yönelmedir’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Getirdiğin bir şeyi ka­bul edenin davranışı, sana yönelmenin ve dönmenin ta kendisidir. Yüzü kabul etmekle durmamalısın! Yüze yönelmek seni yok eder ve fani kı­lar. Buna mukabil kabul etmek üzere yönelmek seni baki kılar ve yaklaş­tırır.’ Şöyle demiştir: ‘Söylediğimizi anlamayan, yüzdeki perdelerle ilgili hadis-i şerife bakmalıdır. Allah Teâlâ o perdeleri açmış olsaydı, zatının tecelli­leri yaratılmışın gözünün gördüğü bütün yaratıkları yakar ve yok eder­di. Hâlbuki Hakkın gözü hâlihazırda kendisini idrak ederken yanma gerçekleşmez. Allah Teâlâ sevdiği kulunun gözü olunca kul O’nunla eşyayı id­rak eder. Fakat bu esnada Hakkı görmez. Çünkü Hakkın gözü kendisi­ni idrak ederken yaratılmışın gözündeki Hakk ise Hakkı idrak etmez. Yaratılmış o gözle yaratılmışları idrak edebilir. Tecelliler yakıcıdır, onlar bakma esnasında gözün tecellilerinden ibarettir. Çünkü ışık olmasaydı görme gerçekleşmezdi. ‘Allah Teâlâ göklerin ve yerin nurudur.’166 O’nun zatı ise gözüdür.’ Şöyle demiştir: ‘İş nispettir. Nispetler olmasaydı alaka ve bağ ortaya çıkmazdı.’

Bunlardan birisi de dört yüz elli birinci bölümden ‘Güzel söz kud­retin bir parçasıdır’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘En güzel söz Hakkın ke­lamına benzeyen sözdür. O sözde yaratılmış ve kadim ortaktır. Allah Teâlâ Rauf ve Rahim iken Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem müminlere karşı rauf ve rahimdir.’ Şöyle demiştir: ‘Benzeşme olmasaydı Allah Teâlâ’nın sözünden hiçbir şey an­lamaz, hiçbir manaya ulaşamazdık.’ Şöyle demiştir: ‘Müteşabih içindeki muhkem, bir benzeşme ve teşabühtür. Onu tevil eden hiç kuşkusuz kendisini ortaklık anlamından izale etmiş demektir; hâlbuki ortaktır. Onu tevil eden doğruluk yolundan uzaklaşmış ve sapmıştır.’ Şöyle de­miştir: ‘En güzel sözü bilen kişinin alameti, o sözün gösterdiğine uy­mak ve tâbi olmaktır. Öyle bir insan iyiliğe iyilikle karşılık verir. ‘İyiliğin karşılığı iyilikten başka nedir ki?’167 Şöyle demiştir: ‘Güzel söz Hakka ve doğru yola ulaştırır, derin manalara vâkıf kılar, onları sana açar.’

Bunlardan birisi de dört yüz elli ikinci bölümden ‘İzafe edilmiş ila­ha ibadette insaf bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ kendisini yaratıkların­dan herhangi birisine izafe ederse, izafe edilenin ibadetini derinden dü­şünüp o ibadeti yerine getirmelisin. Çünkü sen toplayıcı ve kuşatıcı bir suretsin ve Allah Teâlâ sana söz konusu özel izafeti bu maksatla bildirmiştir.’ Şöyle demiştir: ‘İzafe edilen İlah’a misal ‘Sizin ilahınız.. .’168, ‘Bize veren Rabbimiz’169, ‘Doğunun ve batının Rabbi’170, ‘Göklerin Rabbi’171, ‘Sizin ve babalarınızın Rabbi’172, ‘İki doğunun ve iki batının Rabbi173 gibi ayetlerde geçen tamlamaları ve izafetleri verebiliriz. Son ayette atıf edatı kulla­nılmış, başka yerlerde olduğu gibi izafeti izhar etmemiştir. Bunun ya­pılması da anlamsız değildir. Her tamlamada söylediğim üzere Rabbine ibadet et ki, yakın mertebesine ulaşabilesin; yakın gelince gerçek senin için belli olur, tamlamanın değerini öğrenirsin. Bu itibarla hiç kimse izafet ve tamlamadan yoksun Mutlak İlah’a ibadet etmemiştir. Öyle bir ilah meçhul ilah olabilir.’

Bunlardan birisi de dört yüz elli üçüncü bölümden ‘Tecelliler lemahat ehline aittir’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Bir şeye o şeyin kendi­sinden daha açık ve daha güçlü delil yoktur. Bu itibarla bir şey ortaya çıkmış olduğu halde kişi için delil sabit değilse, eksiklik o kişidendir; yoksa söz konusu şey görevini yerine getirmiştir. Hakikati acizlik olan biri aciz olduğunda, hiç kuşkusuz, kendi hakkını yerine getirmiş sayılır. Demek ki her iki uçtan (Hakk ve halk) vefa (yani kendi işlerini yerine getirmek) gerçekleşmiştir.’ Şöyle demiştir: ‘Gözün açıp kapanması çar­pan bir şimşeğe benzer. Şimşek ortaya çıkar, görünür ve kaybolur; kal­saydı, yok ederdi.’ Şöyle demiştir: ‘Yüzün tecellileri sahip olduğun ‘se­nin sen olduğun’ hakkındaki bütün iddiaları siler ve yakar. Geride sade­ce Allah Teâlâ kalır ki gerçekte sadece O vardır. Bu yakma değil, açıklama ve beyandır.’ Şöyle demiştir: ‘Bir şeyin yüzü onun hakikatidir. ‘Her şey yok olacak, O’nun vechi (yüzü) müstesna.’174 ‘Şey derken kastedilen zata ilişen şeydir. Ona ilişenin bir yüzü olunca, o şey kendiliğinde helak olmaz, sadece iliştiği şeye nispetle helak olabilir. ‘Onun yüzü’ ifadesindeki za­mir şeye dönerken aynı zamanda Hakka da döner. Sen de yerleştirildi­ğin makama göre hareket edersin, çünkü vakit sahibisin.’

Bunlardan birisi de dört yüz elli dördüncü bölümden ‘Seçilmiş kendisine karşı suç işlenip de bağışlayandır’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Nefsin bir hakkı vardır. Ona karşı suç işlenip suçu bağışladığında ‘se­çilmiş zalim’ kişisin. Söz konusu insan ayette zikredilen üç kişinin ilki­dir. Burada nefsinin hakkını kendisine zulmedenden almamış, sevabı Allah Teâlâ’ya havale etmiştir.’ Şöyle demiştir: ‘Günahı tetkik edersen, hiç kuş­kusuz onun izi silinmiş, varlığı veya eseri geride kalmamıştır. Allah Teâlâ ‘Ga­fur ve Rahim’dir.’175 Af onların talep ettiği bir şeydir.’ Şöyle demiştir: ‘Seçilmiş Hakkın seçtiği kişidir. Fakat o ‘Rabbin yaratır ve seçer176 aye­tinde belirtilenlerdendir. Burada bir kalıntı veya tortu yoktur. Nefisler nefislerdir; Allah Teâlâ değerli ve en değerli olanları seçer.’ Şöyle demiştir: ‘Seçilmişler kitaba varis olanlardır; kitap tahriften ve eklemeden ko­runmuş Kur’an’dır. Diğer kitaplar da korunmuş olsaydı, hiç kuşkusuz, onlara da varis olunurdu. Haktan olduğu hakkında keşif verilen birisi basiret üzere o kitaba varis olur ve ona göre hüküm verir.’ Şöyle demiş­tir: ‘Veraset ölümden sonra gerçekleşir ve kitap da Muhammedi’dir. Alimler peygamberlerin varisleriyken mirasın konusu kitaptır. Ölen ise onun sahibidir ve o ölümle birlikte Allah Teâlâ’ya gitmiştir.’ Şöyle demiştir: ‘Meyleden kişi zalim olmuşken ölçülü giden kanaatkârdır ve yetinmiş­tir; öne geçen, gerçeği elde etmiş ve kazanmıştır. Bunlardan dilediğin birisi ol.’

Bunlardan birisi de dört yüz elli beşinci bölümden ‘Dostun özellik­lerinden birisi düşmanlardan uzak kalmasıdır’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Arif Allah Teâlâ’nın düşmanı olandan yüz çevirirse, yüz çevirmeden de uzaklaşmalıdır. Öyle bir durumda arif kendisine saygı göstermesi zorunlu ilahi bir isimden yüz çevirmiş ve uzaklaşmış olur.’ Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ’nın ‘yüz çevir’ şeklindeki emri nedeniyle düşmandan yüz çeviren ra­hata erer. Böyle bir durumda yüz çeviren -kendisi değilAllah Teâlâ’dır. Nite­kim insan Allah Teâlâ’nın lanetlemesi nedeniyle lanet eder, O’nun gazap etmesi nedeniyle gazap eder, razı olması nedeniyle razı olur. Bütün bu yerlerde insanın kendiliğinden niteliği ve özelliği yoktur. Ebu Yezid el-Bestami şöyle der: ‘Benim hiçbir niteliğim yok!’ Düşmanlardan yüz çevirmek Allah Teâlâ, Peygamberi ve işlerin sonunun gösterildiği kimseler adına müm­kün ve geçerli olabilir. Onların dışındakilerin yüz çevirmesi söz konusu değildir. Onlar sadece Allah Teâlâ düşmanlarını dost edinmez, onlara sevgi gösterisinde bulunmazlar.’ Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ düşmanından yüz çe­virmiş olsaydı ona rızık ve nimetini vermez, ona bakmazdı. Hâlbuki Allah Teâlâ cehennemliklerin zakkum ağacından yiyeceklerini bildirmiştir. On­lar o ağaçtan karınlarını doyurur, susamışlar ise kaynamış su içerler. Allah Teâlâ yüz çevirmiş olsaydı, düşmanının varlığı kalmazdı, çünkü onun var­lığını muhafaza edecek biri olmazdı. Varlığını muhafaza eden olmayın­ca yok olur, varlığı silinirdi. Şu ayeti buyuran Yüce Allah Teâlâ’dır: ‘Allah Teâlâ her şeyi koruyandır.’177 Başka bir ayette ‘O ikisini korumak kendisine ağır gel­mez178 denilir.

Bunlardan birisi de dört yüz elli altıncı bölümden ‘Yarışmadan çe­kinmek’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Himmet sahipleri, ilahi cömertlik ve kerem anlamlı isimlere ulaşmada öne geçmek üzere birbirleriyle yarışır, o isimlerin eserleri kendilerinde bulunsun diye onlarla Allah Teâlâ’ya dua eder­ler.’ Şöyle demiştir: ‘Yarışma güzel işlerde olabilirken nefislerden daha güzeli, enfes olan işler; onlardan daha güzeli daha güzel olanlardır.’ Şöyle demiştir: ‘Yarışılması gereken bir işte yarışmadan uzaklaşan ve geride kalan kişi tembel, gevşek, himmetsiz ve nefsaniyeti olmayan biri­sidir.’ Şöyle demiştir: ‘Güzel koku tohumların nefesleridir. Onların ko­kuları olmasaydı, misk buruna ulaşamaz veya ehli arasında yarışmada mücadele gerçekleşmezdi. Yarışma (iyi şeylerin) kokularının alınmasıyla gerçekleşir.’ Şöyle demiştir: ‘Nefeslerin değerini ve kokularını, onların ortaya çıkarmış olduğu ilahi bilgileri ancak hayvanlar bilebilir. Bakınız! Hayvanlar her şeyi koklar, karşılaştıklarında birbirlerini de koklarlar. Hayvan herhangi bir şeyle karşılaşınca başıyla ona yönelir ve onu kok­lar.’               i

Bunlardan birisi de dört yüz elli yedinci bölümden ‘Hakkı müşa­hedede yaratılmış ne zaman sabit kalır’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Yara­tılmışlar müşahede vaktinde sabit kalmaz. Daha doğrusu Hakk onların gözleri olmadığı sürece, yaratılmış, tecelli esnasında müşahedede sabit kalamaz. Allah Teâlâ nurdur ve idrak nur vasıtasıyla gerçekleşir.’ Şöyle demiş­tir: ‘Arifin tecelli esnasında sabit durup bayılmadığını veya kendinden geçmediğini, beden dağının parçalanmadığını görürsen, onun Hakk ol­duğunu bilmelisin. Bunun da bir alameti vardır: Belirtilen haldeki biri­sini gören insan -kendisi de onun gibi değilseonu görmüş olmakla kendinden geçer ve bayılır.’ Şöyle demiştir: ‘Bulunduğu halde bayılan ve heyeti ve durumu başkalaşan veya kendinden geçen veya çığlık atan veya zorlanan veya fani olan birini görürsen, onun yaratılmış biri oldu­ğunu, Haktan bir özelliğin onda bulunmadığını bilmelisin; hareketi dü­rüst olsa bile, onun nihayetteki durumu Evtad makamında iken Hz. Musa’nın dağı gibi olmaktır veya o Hz. Musa’nın varisidir.’

Bunlardan birisi de dört yüz elli sekizinci bölümden ‘Nefislerin mi­racı ünsiyete aittir’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘İlahi nefeslerin bir takım miraçları vardır ki o miraçlarda nefisler ilahi tuzağa doğru yükselirler. Allah Teâlâ’nın öyle kulları vardır ki, onlara nimetler ayaklarının altından ula­şır. Bu nimeder onların talep ettiği ve bu nedenle kendi kazançları (kesp) olan nimederdir ve bu nedenle ayaklarının altından meydana gelmişlerdir. Onlar yüksekliği talep eden süfli kısımlardır ve bu nedenle de miraç ederler.’ Şöyle demiştir: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in, sarkıtıldığında Allah Teâlâ’nın üzerine düşeceğini buyurduğu ipten nefisler bizi talep etmek üze­re yükselir.’ Şöyle demiştir: ‘Ulvi nefislere beşeri ruhlar yükselir. Bu ruhlar Sidre-i münteha’ya varıncaya kadar ulvi gökleri, oradan en yüce nuru, oradan en tatlı mekânı, oradan en yüce mevkıf ı, oradan en yakın mertebeyi, sonra me’va cennetini, sonra en yüce istiva yerini, sonra en yüce aklı, sonra en korunmuş izzet perdesini, sonra esma-i hüsna mer­tebesini aşarak en yüce mahalle doğru yükselir ve ulaşırlar; en sonunda da yayın iki ucu kadar veya daha da yakın olan yakınlığa ulaşırlar. Bu­rada temennilere ulaşır.’

Bunlardan birisi de dört yüz elli dokuzuncu bölümden ‘Ecirler so­nuçsuzdur’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Âlemin bir cevher ve hakikat için­de her zaman diliminde başından sonuna kadar yenilenip değiştiğini bi­len kişi, geçen zaman ile gelecek zamanı da bilir. Onlar mevcut olma­yan dolayısıyla yok olan şeylerdir. Onlar varlığı zorunlu olmayan veya madum olup var olmayanlardır; bu itibarla onlar göz kendilerini gör­düğünde veya akıl onlara delalet ettiğinde varlığa tâbi olurlar. Öyle bir insan ecirlerin sonuçsuz olduğunu bilir. Fakat bu bilgi her varlıkta ger­çekleşmez, varlıkların çoğunda gerçekleşir. Onlar ‘Yeniden yaratmak hakkında kuşkudadır.’179 Şöyle demiştir: ‘Ecrini Allah Teâlâ’nın vereceği kulun hiçbir ameli sonuçsuz ve verimsiz kalmaz, çünkü Allah Teâlâ ondan başkası değildir. ‘(Kayıp eşya) kimin yükünde bulunursa, Onun cezası (o şahsa el koymak) olacaktır.’180

Bunlardan birisi de dört yüz altmışıncı bölümden ‘Sıfatı terkte ma­rifetin keşfi’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Bir hakikat ve onun farklı nispet­leri vardır. Nispetler bazılarına göre isimler, bazılarına göre nitelik, sıfat ve haller diye isimlendirilir. Onların varlığını kabul eden kişi bilgiden tat almadığı gibi hükümlerini reddeden de yine bilgiden tat almamıştır; onlarla isimlendirilenin yaratılmış olup olmaması durumu değiştirmez. Bu itibarla hâdis olmayanda -hâdistekine görebulunmaları daha da imkânsızdır.’ Şöyle demiştir: ‘Sıfatı terk eder denilemez. Çünkü sıfat yoktur ki, onu terk etsin. Bununla beraber sıfatın hükmü kastedilebilir ve onu sadece Allah Teâlâ’ya bırakabilir. Böyle bir durumda Allah Teâlâ yaratılmışla­ra nispet edilmiş sıfatların ta kendisidir. Seçkin kullar o bilgiyle seçkin olmayanlardan ayrışırlar. Hakk vasıtasıyla duyan kişi ise O’nun duyrrtak ve duyulan/duyan olduğunu, aynı zamanda konuşanda konuşan ve söz olduğunu da öğrenir. Bu itibarla kelam Hakkın kendisinden kendisinedir. Böyleyken sen kimsin?’ Şöyle demiştir: ‘İş söylediğimiz gibi olunca, O’nu bilmeyen kimdir ki? Biz sadece başka bir şeyin zuhur ettiğini gör­dük. Böylece hayret ortaya çıktı. Sabit ise -ki o da âlemdiryoksa daha önce de söylediğimiz gibi Hakk değildir.’

Bunlardan birisi de dört yüz altmış birinci bölümden ‘Anlamayan kişi anlamaz’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Anlamak bilgiden ve ifade gü­cünün ardından gerçekleşebilir. Bilgi -kâbil olmaksızınkâbili bilmektir. Bilgi ise öğrenmek ve bildirmekten sonra gerçekleşebilir. Bazen arif bil­gi öğreteni ve öğreneni bilir, bazen onun anlayan olmadığını da bilir. Bu durumda onun anlamadığını bilir. Bununla beraber Zeyd’in Ömer’e belirli bir şeyi öğrettiğini, onun o bilgiyi öğrendiğini bilir. Başkasına ulaştırmaya gücü olursa öğrendiği bilgiyi başkasına açıklayabilir; gücü yetmezse açıklayamaz. Binaenaleyh bilginin gerçekleşmiş olmasından anlamak ve anlatmak da meydana gelmez.’ Şöyle demiştir: ‘Bu nedenle işin seninle O’nun arasında olduğunu söyledik, iktidar O’ndan ve kabul şendendir; ortaya çıkan her şey her ikisiyle birlikte ortaya çıkar. Demek ki iş bir üretme ve meydana getirmedir. Bu itibarla sadece baba ile oğul vardır. Buradan anlaşılır ki, ‘olsaydı’, ‘olmasaydı’ gibi edadan bir yana bırakmak uygundur.’ Şöyle demiştir: ‘Lev, yani ise edatı bir imkânsızlığa bağlı imkânsızlık ifade eder. Bu yönüyle edat yokluk nedeniyle yoklu­ğun delilidir. Ona la (olumsuzluk) eklendiğinde ise bir olumsuzlama edatı haline gelir ve varlığın imkânsızlığı anlamına dönüşür. Bu da du­yacağın en garip işlerden birisidir. Çünkü birincisi hükmün imkânsız­lıkta olmasıdır. Yokluk ise dahil olan bir olumsuzlama edatı olduğu için daha mübalağalıdır. Olumsuzlamak yokluk demektir. Böylece varlığı verir ve ise edatından bir hükmü ortadan kaldırır. Bu durum imkânsız hakkında söyledikleri sözdür.’ Şöyle demiştir: ‘Bu edadarın yaratılmışla­rın başına gelmesinde şaşılacak bir iş yoktur. Şaşılacak olan edatların Allah Teâlâ’nın kelamına dahil olarak hükümlerinin ve delaletlerinin O’na nü­fuz etmesidir. Bu gerçekten de şaşılacak bir iştir.’ Şöyle demiştir: ‘Ke­lamın Allah Teâlâ’ya nispeti sahihtir. Bazen harflerin terkibinde duymuş oldu­ğumuz özel terkip de sabit olur. Duymuş olduğunuz, onun Allah Teâlâ’nın ke­lamı olmasıdır. Bu araçlar kendisinde meydana gelir ve hükmü O’na iş­ler. Bu durum bizim cihetimizden mi gerçekleşir, yoksa iş ancak böyle midir?’

Bunlardan birisi de dört yüz altmış ikinci bölümden ‘İsimlerim ih­tişamımın ve cemalimin örtüleridir’ bahsidir: ‘İsimler olmasaydı kork­maz veya ummazdık, ibadet etmez, duymaz, itaat etmez, bize hitap edilmez, biz de isimlendirilene hitap etmezdik. İsimlere ait olan ve eser­ler demek olan hükümler olmasaydı, isimler bilinmezdi. Onlar isimlerin üzerindeki örtülerdir ve isimlendirilen üzerindeki güzelliktir.’ Şöyle demiştir: ‘İsimlerin hükümleri isimlerin cemalidir. Onlara bir ihtişam giydirmiştir. İsimler de isimlendirileni güzelleştirmiş, ihtişam kazan­dırmıştır. İsimler bizim vasıtamızla ortaya çıkmıştır. Demek ki biz O’na güzellik ve cemal sureti giydirdik. İsimler O’nda zuhur etmiş, güzellik O’nda var olmuştur, çünkü isimlendirilen O’dur.’ Şöyle demiştir: ‘İsim­lerin isimleri manaları farklılaştığı için farklılaşmıştır. Böyle olmasaydı bizim için ayrışmaz ve farklılaşmazlardı. İsimler Allah Teâlâ’nın katında bir iken bizde çoktur.’

Bunlardan birisi de dört yüz altmış üçüncü bölümden ‘Ariflerin gözü illiyyîn mertebesine bakar’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Gözler kita­bın yerine bakarlar. Kimin kitabı illiyyîn mertebesindeyse, onun gözü illiyyin mertebesine bakar; kimin kitabı siccîn mertebesindeyse onun gözü siccîn’e yönelir. Demek ki kitap kendi özelliğiyle bakışı ve gözü sınırlar.’ Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ ahiret hayatında kitapların okunmasına hükmetmiştir. Bu okunma sayesinde seçilmiş kul O’nun kendisi üzerin­deki nimetinin değerini idrak ederken helak olan kişi de kendisini adına mazeret arar. Görür ki nefsine zalim olan ve ona karşı suç işleyenin biz­zat kendisiymiş!’ Şöyle demiştir: ‘Derilerinin ve organlarının yaptığı şa­hitlikle, insanın kendisi hakkındaki şahitliği olmasaydı ne kitap ne hü­küm sabit olabilirdi. İtiraz, itirafçının helakine yol açacak bir hususta kendi hakkındaki şahidiğidir.’ Şöyle demiştir: ‘Nefisler zadarı gereği onlara zarar veren şeyi uzaklaştırır, menfaatlerini elde etmek üzere de çalışırlar. Bu durum, günahlarını itiraf ederken yok olmalarına şahitlik eder.’ Şöyle demiştir: ‘İtiraf eden kişi azap görmez, çünkü ilahi kerem bunu gerektirmez. Organlar vali değil; yönetilen reayadır. Onlar sadece valiye şikâyette bulunabilirler.’

Bunlardan birisi de dört yüz altmış dördüncü bölümden ‘Sidre-i münteha’ya varış’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Sidre-i münteha’nın kökleri göğün aşağısındayken aslı gökte ve dalları illiyyîn’dir. Kulların salih ve temiz ibadederi o mertebeye ulaşır. İnsan ölüp ruhu kabzedilince, ame­line kavuşur. Başka bir ifadeyle amelinin Sidre’de ulaştığı yere ruhu ula­şır. Göğün kapılarının kendisine açılmadığı birinin ameli Sidre’nin kök­lerindedir. Göğün kapılarının açıldığı kimselerin ameli ise Sidre’nin meyvelerindedir. Bu nedenle saadete ermiş insan acıkmazken dallardaki çiçekler ve yapraklar nedeniyle çıplak kalmaz. Bedbaht ise acıkır ve kök­lerde yapraklar ve meyve bulunmadığı için sıkıntıya düşer. Bu bilgi mi­sal olarak verilmiş bilgidir.’

Bunlardan birisi de ‘Gündüzün uçlarında gece ibadetinin ortaya çı­kardığı marifeder’ bahsidir: ‘Akşam ve sabah günün uçlarıdır. Akşam gecenin başlangıcıyken sabah gecenin sonudur; gün ise başlangıç ile son arasındaki kısım iken gece başlangıç ile son arasındadır. İlahi bilgi­ler Hakkın kullara tecelli ederken verdiği bilgilerdir. Allah Teâlâ bize gecele­yin ve günün uçlarında tespihi emretmiş, bu hükümde gündüz zikredilmemiştir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Gündüz uzun işlerin vardır.’181 Yani boş vaktin vardır. Gün sana, gece ve günün uçları Allah Teâlâ’ya aittir. Geceleyin ve günün uçlarında Allah Teâlâ için hareket edersen gündüz O senin için ta­sarrufta bulunur. Demek ki gecenin ve gündüzün uçlarının ihsanları tespihin karşılığıyken gündüzdeki ihsanlar da meşguliyetin karşılığıdır. Geceleyin ve günün uçlarında yöneliş Hakkadır ve bu esnada Haktan kulu adına meydana gelen ihsanlar sadece bir karşılıktır; başlangıç ve sebep kula aittir. Çünkü nefs kendi kazancından yediğinde nazlanırken ihsanlar karşısında eğilir ve kırılır. Bu nedenle karşılık geneldir. Çünkü insan ilahi surette yaratılmışken ilahi surete kırıklık yakışmaz.’

Bunlardan birisi de ‘Dua kaba göredir’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘İçinde sığdırdığı bir şey yok ise kap ‘kap’ değildir. Kap dolunca içerdi­ğinden başka bir şey onda bulunmaz. Bu nedenle insan dua eder, çünkü o, hakkında dua ettiği şeyle doludur. Dua ettiğinde, kabı boşalır ve Allah Teâlâ onun kabını dua ettiği hususa icabede ve daha da ilaveyle doldurur. Demek ki dua ancak idrak mahallini Hakkın kendisiyle doldurduğu şeyden boşaltmak üzere emredilmiştir. Bu nedenle sadece dua eden ve yakaran vardır.’ Şöyle demiştir: ‘Kâseye bakınız! Suyla dolup boşaldı­ğında veya kendisinden bir miktar eksildiğinde, boşalttığı ve çıktığı kısmı hava doldurur. Bu misal Allah Teâlâ’nın dua edene süratle icabeti hak­kında bir müjdedir.’

Bunlardan birisi de ‘Şeriadarın Hakkın adabına göre inmiş olması’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Yüce emrin değeri bilinmediği gibi ona nasıl ulaşılacağı da bilinmez. Bu nedenle şeriadar Hakka ulaşmiayı temin eden adabı getirmiş, akıl sahipleri onları kabul etmiştir. Çünkü şeriat aklın özü demekken hakikat şeriatın özüdür. Bu itibarla şeriat kabuğun kendisini sakladığı özdeki yağ mesabesindedir. Öyleyse öz yağı saklar­ken kabuk özü saklar. Akıl da şeriatı, şeriat hakikati saklar. Akıl olmak­sızın şeriat iddiasında bulunanın iddiası doğru değildir. Allah Teâlâ aklı sağ-, lam ve derin kişiyi yükümlü tutmuş, deliyi veya çocuğu vey* bunağı so­rumlu tutmamıştır. Şeriat olmaksızın hakikati bildiğini iddia etmek doğru değildir. Bu nedenle Cüneyd şöyle demiştir: ‘Bizim bu ilmimiz’ yani Allah Teâlâ ehlinin getirdiği hakikatler, ‘Kitap ile ve Sünnede sınırlıdır.’ Yani bu hakikatler ancak Allah Teâlâ’nın kitabına, Peygamberin sünnetine göre amel edenlerce elde edilebilir ki o da şeriat demektir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Beni Allah Teâlâ edeplendirmiştir, ne güzel de terbiye etmiş­tir.’ Kastedilen Allah Teâlâ’nın şeriatıdır. Kim Allah Teâlâ’nın şeriatına uyarsa, edepli olur; kim edepli olursa erer.’

Bunlardan birisi de ‘Kalpte kalbin gözü’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ insanın yapısını ters yaratmıştır: Ahireti içindeyken dünyası dı­şında ve zahirindedir. İnsanın zahiri, suretiyle sınırlanmıştır. Böylece Allah Teâlâ kendisini şeriada sınırladığı gibi şeriat değişmediği için insan da değişmez. İnsan içinde halden Hakk girer, düşünceleri de -ahiret yaratılı­şındaki gibiaklına geldiği her şekilde ve tarzda başkalaşır ve değişir. Demek ki insanın dünya hayatındaki bâtını, ahiret yaratılışındaki zahirî sureti gibiyken (zahiri de ahiret yaratılışındaki bâtını gibidir). Bu ne­denle ayette ‘Sizi var ettiğimiz gibi tekrar yaratılacaksınız:’182 denilir. Ahiret hayatı dünya yaratılışının tersiyken dünya hayatı ahiret yaratılı­şının ters çevrilmiş halidir. Bütün bunlarda insan aynı insandır. Dünya hayatındayken düşüncelerinin şeriatın övdüğü düşünceler olması için çalış! Böyle yaparsan ahiretteki suretin güzelleşir. Bunun tersi de doğ­rudur.’

Bunlardan birisi de ‘Yaratılmışların nezdinde Hakkın mertebeleri’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Kul Rabbinin katındaki mertebe, menzil ve değerini öğrenmek isterse, kendi nefsinde Rabbinin değerini, mertebe ve kıymetini düşünmelidir. Bunun yanı sıra dünya hayatında yerine ge­tirdiği itaat, günah, emre uymak veya uymamak, bilgi talebi veya bilgiyi terk etmek gibi davranışlarına bakmalıdır. Binaenaleyh bu konudaki değerine göre Rabbinin katindaki menzili teb.ellür eder. Demek ki tera­zi kendi elindedir; dilersen terazinin kefesini ağır yaparsın, dilersen al­çaltırsın. Sadece kendini kına!’ Şöyle demiştir: ‘Amelin meşru-ilahi bir hükümden meydana gelirse, nefsinin arzusunun dışına çıkmış olursun;

bu amel arzuya uysa bile böyledir. Böyle bir durumda nefsini arzudan uzaklaştıranlardan olursun. Burada şöyle bir sır vardır: ‘Cennet varılacak yerdir (me’va).’183 Cennet örtü demek iken me’va kelimesi de örtü ve perde demektir. Hevadan uzaklaşmak ancak edepli insanın veya Hakkın eşyada kendisinden gizlendiği kimsenin yapabileceği bir iştir. Öyle biri keşif sahibi olsaydı, onun arzusu ve hevası Allah Teâlâ’yı razı eden bir iş olur, o da arzusunu yerine getirmek isterdi. Bu vasıftaki birisine nefsini arzu­sundan uzak tutmak emredilmez.’

Bunlardan birisi de ‘Fezanın fezasının genişlemesi’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Alemin içinde olduğu her yer fezadır. Bu itibarla fezanın fe­zasından daha geniş bir şey yoktur. Geride fezanın kendisinde ortaya çıktığı şeyin mahiyeti kalmıştır; fezayla aynı hükme mi sahiptir, değil midir? Sabit varlıkları bilmeyen insan, fezanın hükümlerinin ortaya çık­tığı hakikati ve varlığı fezanın hükümlerinden biri sayar. Varlıkların ha­kikatlerinin yokluk halinde de sübuta sahip olduklarını bilip onların her birini bulunduğu durumdan ayrıştıran ise fezanın o varlıklar üzerinde hüküm sahibi olduğunu ifade eder. Bu durumda yaratılış onlarda ger­çekleşir, onları var eder. Fezanın hükmü varlıktaki hakikat ve cevherlere bulundukları hal üzere sirayet ettiği gibi aynı şekilde fezanın hükmü de ortaya çıkan varlıklarına göre sabit cevherlere sirayet eder ve onlara nü­fuz eder.’

Bunlardan birisi de ‘Yaratılmışlara ibadet edenden Hakkın yüz çe­virmesi’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘kul, kulu (kölesi) olmayandır5 derken ne güzel buyurmuş ve ne ince sırra işaret etmiştir. Perdeli insan hadisten kölesi olmaiyanın kendi işleriyle ilgileneceğini an­lar. Hâlbuki öyle biri nefsinin kuludur. Hakkın bu ifadedeki maksadı, kulun rablik ve efendiliğe dönük yönünün olmayışıdır. Kul bir şeyin sahibi olduğunda, o şey üzerinde efendiliği vardır. Demek ki gerçekte kul, sahip olmayandır. Köle, sahibinin tasarrufu altında zelildir ve onun kendisindeki tasarrufunu kendinden uzaklaştıramadığı gibi; kölelik an­cak boyna sahip olmakla gerçekleşir. Boyun olmaksızın tasarrufa sahip olmak, boyna sahip olmak değil, tasarrufa sahip olmaktır. Böyle biri yapmış olduğu işe karşılık ücretle birisini kiralayana benzer. Bu durum­da tasarruf kişiyi köleleştirir, yoksa tasarruf sahibi onu köle yapmaz! Söz konusu kişi ‘ücretli’ diye isimlendirilir. Bu itibarla ücretli nefsinin, yani ücretinin hizmetkârıdır. Böyle biri kölesi olmayandır. Kölesi ol­mayan hiç kimse üzerinde efendilik sahibi olmaz. Arif Allah Teâlâ’nın kuludur.

Onu mülk ve köle haline getiren tasarruftur ve bunun böyle olması ka­çınılmazdır. Demek ki kulun efendiliği yoktur, çünkü onun boynu Allah Teâlâ’nın elindeyken kullanım hakkı kula aittir.’

Bunlardan birisi de ‘Görmek perdedir’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Marifetin yegâne kapısı görmektir. Hiçbir şey ondan açık değildir. Bu­nunla beraber o görülenin değeri üzerindeki perdedir ki bunun bir se­bebi vardır, o da benzerliktir. Gören görülende kendi suretini görür; görülen Hakk veya yaratılmış olabilir. Dolayısıyla görülenin değerini gördüğünü bilen bilebilir. Onu ‘görülen’ diye isimlendiren, onda görü­lendir, yoksa görülen değildir. Görülen onun suretidir. Demek ki ken­disine garip ve yabancı birisi gelmemiştir. Burada bir sır vardır: Sureti gördüğü yer ve mahal, görülen surete daha önce sahip olmadığı bir hal kazandırmıştır. Çünkü daha önce tecelligah değildi. Bu hükmün gere­ğine göre gördüğü şeye gerekli şekilde davranmalıdırBunu iyice öğ­renmelisin.’

Bunlardan birisi de ‘Sekineti ancak temkini hakkıyla gerçekleştiren anlar’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘İnsandaki zahiri ve bâtıni güçlerden bi­risiyle idrak edilen her şey tahayyüle bağlıdır; tahayyül edince de onda sükûnet bulur. O sükûnet ancak tahayyül sahibinden ortaya çıkar. Bü­tün inançlar -sahih hadise görebu hükmün kapsamı alandadır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Sanki görürmüşçesine Allah Teâlâ’ya ibadet et5 demiş, bu nedenle mahalleri hayal olan akideler gerçekleşmiştir. Delil ise inanılanın içeride veya dışarıda olmadığını veya yaratılmışlardan herhangi birisine ben­zemediğini gösterir. Çünkü hayal herhangi bir şeyi zapt etmekten uzak kalamaz. İnsan yaratılışı bunu gerektirirken hüküm hükmedenin zatına bağlıdır. Bu durum, hakkında hüküm verilenin ortaya çıkardığı şeyi ka­bul etmek demektir; hakkında hüküm verilen kimse, hayal sahibi, yani akide sahibidir. Hayalin insana ne kadar güçlü ve gizli bir şekilde yayıl­dığına bakınız! Binaenaleyh insan hayal veya vehimden kurtulamaz. Nasıl kurtulsun ki? Akıl insanlığın dışına çıkamaz. Hayal yok olsaydı bu hüküm de yok olurdu. Öyleyse hayal var olanı meydana getirir.’

Bunlardan birisi de ‘Latifin gücü ile kesifin zayıflığı’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Düşünce ve vehimlerden daha latif bir şey yoktur. Onlar kesi­fin zayıflığı, latifin otoritesi ve gücü nedeniyle kesifler üzerinde hüküm sahibidir. Delilimiz korku halinde sararmak, utanırken kızarmak, kor­karken başkalaşmaktır. Bu hallerin gerçekte varlığı yoktur. Korku kor­kanın bedeninde kaçma hareketi ve kendini gizleme ve savunma talebi meydana getirir. Burada gerçekleşen korkunun kendisidir ki, o da latif bir şeydir. Korktuğu şey insana yerleştiğinde, korkunun otoritesinin üzerinde görünmesi gerekir. Latif olduğunda ise iki durumdan birisi gerçekleşir; ya rıza veya sabır ortaya çıkar veya öfke ve kızgınlık gerçek­leşir. Tesir ise sakinlik veya eserin yok olması nedeniyle daralma hali­dir.’

Bunlardan birisi de ‘İkincilerde kulun ikinci yakınlığı’ bahsidir: Şöyle demiştir: “Hakka yakınlık iki türlüdür: Birincisi gerçek yakınlıktır. Bu yakınlık Rabbin merbubla, kulluğun efendilikle, hâdisin kendisini var eden sebeple irtibatı anlamına gelir, ikinci yakınlık ise sorumlu kıla­nın emri nedeniyle itaat etmek ve hükmü altına girmekle gerçekleşen yakınlıktır., Birincisi zatî yakınlıktır ve bütün varlıkları şamil iken İkinci­si inayet ve ihsan yakınlığıdır. Birinci yakınlık rahmet yakınlığı ve nesep yakınlığıdır; onu kaldırmak ve engellemek isteseydi bile güç yetiremezdi, çünkü o zatı gereği gerçekleşen yakınlıktır. Tahsis yakınlığı, hüküm­dara olan mertebe yakınlığı demektir. O dilediğine mülk verir, diledi­ğinden mülkü alır, dilediğini aziz ve dilediğini zelil kılar ve bunların hepsi ona aittir. Ona ‘kölenin efendisi olma’ veya ‘efendinin kölesi ol­ma’ denildiğinde, böyle bir söz çelişik olurdu. Hâlbuki ona ‘efendine itaat et5 veya ‘itaat etme’ denilse, bu söz çelişik bir söz olmazdı. Buna mukabil ‘dilersen efendine itaat et3, ‘dilersen itaat etme’ denilseydi, ha­kikatler bunu reddederdi. Çünkü efendinin iradesinin karşısında köle­nin/kulun iradesi yoktur.’

Bunlardan birisi de ‘Cumartesi, cumartesidedir’ bahsidir. Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ ‘Onlar iyiliklere koşanlardır184 der. Bunlar Allah Teâlâ’nın kul­larına emrettiği itaatlerdir. Ayetin devamında ‘Onlar bu ibadetler için yarışırlar185 denilir. Başka bir ayette ‘Bir kısmı Allah Teâlâ’nın izniyle hayırlara koşar, bu büyük bir ihsandır186 denilir. Hayırlara doğru ve hayırlar için ve onların içerisinde koşmak, meşakkat ve yorgunluğa sebep olur; çün­kü hızlı yürümek, yorucu bir iştir. Allah Teâlâ bu meşakkatin ardından ya in­sanın içinde veya ahirette rahatlık ve rahmet yaratır. İnsanın içindeki rahatlık, Allah Teâlâ’nın kendisine ihsan ettiği itaatlerden haz alma duygusu­dur. Böylece severek ibadet ederken sevgiliyi razı ederken yorulmaz, meşakkat hissetmez. Bu bedenin yapısı bazı yükümlülükleri yerine geti­remeyecek kadar zayıf kalırsa sevgi o işleri kolaylaştırır, onu rahadatır. Ahirette de bir rahatın olması kaçınılmazdır. Cumartesi anlamındaki sebt rahatlık ve dinlenme demek iken aynı zamanda dilde hızla yürümek demektir. Bu rahatlık nedeniyle cumartesi bu ad ile ‘sebt* diye isimlen­dirilmiştir. O güne ancak bu şehirlerin ahalisi böyle muamele edebil­miştir. Batı’da ise Sebte ehli ona gereken şekilde davranabilmiştir, baş­kaları değil!’

Bunlardan birisi de ‘Susan talihsizdir’ bahsidir. Şöyle demiştir: ‘Susmak acizlikten meydana gelir; her kim aciz kalırsa, hakikati üzere bulunmuş demektir. Kim kendi hakikati üzerinde bulunursa, var olanı bilir. Onun idrak mahallinin değeri bilgiye bağlıdır, çünkü ancak bilgiy­le tasarrufta bulunur. Bilginin yönlendirdiği kimse asla benzemiş oldu­ğu için mutludur ki, bu da ‘ahlaklanmak’ demektir.’ Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ Hz. İbrahim’in diliyle Nemrut’a ‘Güneşi batıdan getir demiş, kâfirin dili tutulmuştur187 diye söyletmiştir. Kastedilen birinci meselededir. Dili tutulduktan sonra ise kâfir değildir, çünkü hakikati öğrenmiştir. ‘Allah Teâlâ kâfir bir kavme hidayet etmez188 Yani kendilerini perdelemiş ve örtmüş­ken gerçeği açıklamaz; gerçeği açıklamakla bilgisizlik perdeleri ve örtü­leri kalkar. Örtüler kalktığında, gerçek kendinde bulunduğu hal üzere tezahür eder. Böylece bilgiyi vermiş, tecellisinden önce gerçeğin gizli kaldığı kişi susmuş, telaffuz etmese bile, içinde bir iman meydana gel­miştir ki böyle olması kaçınılmazdır. Onu nasıl telaffuz edebilir ki? Kuşkusuz ki hisle idrak ettiği bir şeyden bu kez habersiz Hakk gelmiştir.’

Bunlardan birisi de ‘Nur evi mamur kalp demektir’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Muttaki, veralı ve temiz bir müminin kalbini sadece Allah Teâlâ doldurabilir. Allah Teâlâ nurdur, çünkü O ‘Göklerin ve yerin nurudur.’189 Kalp kandile benzetilmiştir. ‘Lamba bulunan bir kandillik gibidir.’190 Kastedilen Allah Teâlâ’yı bilmenin nurudur. Onun dışındaki sözler de kendisiyle teşbihin gerçekleştiği nurun kemalini izhar eden sözlerdir, yoksa teşbihin kendisi değillerdir. Hakikati karıştırma, Hakkın ayette açıklamış olduğu şekilde doğru yola yönel! Arif, tilavet ederken lamba (misbah) kelimesi üzerin­de durarak şöyle der: cLamba zücace içindedir.’191 Arif, lamba hakkında konuşur, yoksa kalbinin sığdırdığı ve kandile benzetilen Hakk’tan ibaret olan ilahi nur hakkında konuşmaz. Mişkat ise menfez ve küçük pencere demektir.’

Bunlardan birisi de ‘Sakınılmış kale şeriat ilimleridir’ bahsidir: Şöy­le demiştir: ‘Alemde şeriadarın ve aklî kanunların konuluş hikmetini bi­len insan onlara hakkıyla riayet eden ve onlara göre davranan ve yaşa­yandır. Onlar dünya menfaaderinden olan nesep ilişkilerini, mal ve can güvenliğini sağlayan kanunlardır. Bü hususlar o kanunları uygulayan ve bunun için çalışan kimseler tarafından sağlanır. Sıradan insanların ka­nunlardan ve şeriadardan anladığı budur. Şeriatlara iman edenler ise farklıdır. Kanunlar peygamberlerin getirdiği ilahi hükümler olurlarsa dünyadaki menfaatlerin yanı sıraahirette kendileriyle ilgili sevap ve özellikler ortaya çıkartır. Bu itibarla insan o kanunlara uymaya ahirette bu kanunlarla ilgili sevap ve başka durumları tasdik etmeyi ekler. Bu­nun yanı sıra ilahi hükümleri ihlasla yerine getirenler için ortaya çıkacak keşifler, ilahi bildirimler, ruhani konuşmalar, temizlik ve takdiste unsur âlemini ulvi âleme katmayı sağlayacak münasebeti tasdik ederse, şunu bilmelidir: Hangi şeriat olursa olsun, şeriata göre amelden daha koru­yucu bir silah ve kale yoktur. Bu itibarla senin kanuna uyman bir zo­runluluktur. Öyleyse her halükarda ilahi, pak şeriata uyman gerekir.’ Bunlardan birisi de ‘Her nerede olursan zuhur eden sensin’ bahsi­dir: Şöyle demiştir: ‘Senin ait olduğun kimse ancak kendisinin kabul edeceği şekilde ve üzerinde bulunduğu duruma göre sana ait oluyorsa, o zaman sen ancak kendin için zuhur etmiş olansın ve o sana kendinden bir şey vermiş değildir. Onun sana verdiği, üzerinde bulunduğun du­rumun kendin olduğunu bildirmekten ibarettir. İş böyle olunca, sen kendinden başkasını bilmemiş sayılırsın. Kendisine istinat edip de ese­rini senin üzerinde gördüğün kimseyle ilişkin budur. Demek ki sen kendinden başka birisine dayanmamışsındır, sadece üzerinde bulundu­ğun hal sana dönmüştür. Böyleyken senin durumun nasıl olabilir? Her durumda ve her açıdan onunla (O’nunla) veya kendinle berabersin. Be­ğenmediğin ve istemediğin bir iş gördüğünde, kendinden başkasını kı­nama, her durumda O’na şükret; çünkü sana bilgi veren ve hakikati keşfettiren O’dur. O bilgiyi sana senden göstermiş ve açmıştır. Bu ne­denle O’na şükredilir ve nankörlük edilmesi caiz değildir.’

Bunlardan birisi de ‘Yazı vekâlet sahiplerine aittir’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ kendisine yazdığı şeyi, vekil olduğu işlerde vekâletin hakkını yerine getiren için yazmıştır. Öyle biri ancak kesin inanç sahibi olabilir. Onlar Allah Teâlâ’yı kendisine ve O’ndan meydana gelen her şeye kar­şı perde ve siper edinenlerdir. Allah Teâlâ da onları kendisiyle kınadığı yara­tıkları arasında siper edinmiş, bu sayede kınanmış iş, kendisiyle fiilin gerçekleştiği araca nispet edilmiştir. Yaratılmış, Allah Teâlâ’ya siper olunca, Allah Teâlâ da ona siper olmuş, bu durumda üzerine yazmış olduğu yazı sahih ve geçerli olmuştur.’ Şöyle demiştir: ‘Onların dışındakiler maksatlarına tam olarak ulaşan ihsan sahipleridir. Allah Teâlâ onlara hükmü genel rahme­tini ve mağfiretini ihsan etmiştir.5 Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ’nın vekillerinden bir topluluğu vardır. Allah Teâlâ onların kalplerine iman yazmış, âlemde var­lığı olan herhangi bir şeyi yalanlamamışlar, her şey için bir kullanım ye­ri bulmuşlardır. Bu itibarla onlar bir işi meydana getiren kişi maksadı­nın yalan olduğunu söyleyip onu kendi iddiasında yokluk olarak bildir­se bile, onun bu insanların nezdinde bir varlığı olmuştur. Bu nedenle ayette ‘Onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir192 der. Kendisiyle des­teklendikleri ruh, madum (yok) bir şeye yönelince, onu var ederken düzenlenmiş mutedil bir şeye yönelince ona ruh üfler.5

Bunlardan birisi de ‘Ey hakkı öğreten kişi! Sen öne geçmiş-ezeli ki­tapsın’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Yokluk halinde ayan-ı sabite’nin sabit hükümleri vardır. O hakikat dış varlıkta her ne zaman ortaya çıkarsa bu hüküm zuhur edişte ona tâbidir, Hakkın bilgisi buna göre o şeye ilişir. Demek ki bilginin önceliği olmadığı gibi kitabın da önceliği yoktur. Öncelik sana haber verdiğimizle ilgilidir: Bir şey, yani malum, kendisi hakkında hüküm vermiştir, onun hakkında başkası hüküm vermiş de­ğildir. Hiçbir şeyin başka bir şeye ihsanı ve iyiliği olamaz. Bu durum­larda sende bâtın kalmış bir şey senden ortaya çıkmıştır. Artık başkasmı kınamak yoktur! Allah Teâlâ mutlak anlamda müstağni ve zengindir ve dola­yısıyla yoksulluk ve ihtiyaç söz konusu değildir. Allah Teâlâ bir şeye muhtaç olsaydı, muhtaç olduğunu vermek için yoksulluk O’nun üzerinde hü­kümran olur,, yoksulluğun zorunluluğu altına girer veya seçime bağlı iradenin altına girerdi. Allah Teâlâ bunların altına girmediği gibi ötekinin de altına girmez. İnsafla düşünürsen anlarsın ki Allah Teâlâ âlemlerden müstağ­nidir.’

Bunlardan birisi de ‘Takdisteki nefis cevher’ bahsidir: Şöyle demiş­tir: ‘Zattan kaynaklanan mukaddeslik tenzih edenlerin tenzihinden uzaklığı gerektirir. Çünkü onlar tahayyül ve vehim sahibi olmaksızın tenzih etmezler. Hâlbuki Allah Teâlâ’ya taalluk eden veya edebilecek herhangi bir hayal veya vehim yoktur. Onlar ise böyle bir hayalden Allah Teâlâ’yı tenzih ederler. Gerçekte O zatı gereği el-Kuddüs’tür. Bu itibarla Allah Teâlâ sıfatla­rında tartışma bulunmayan, benzersiz, asıl ve cevherdir. Allah Teâlâ’ya ait olan, sana ait değil iken sana ait olan O’na ait değildir. Sen ‘sen’ olman itibarıyla kendine ait iken O da -kendisi olmak itibarıylakendisine ait­tir. Hakikatler başkalaşmaz ve değişmez, hiç kimse başkasının ahlakıyla ahlaklanmaz; sadece kendi ahlakı -bakanların gözünde değilkendi üze­rinde tezahür etmiştir. Hiçbir kişi başkasmm sınırlarıyla tahakkuk et­mez, çünkü sınır ve had sınırlanandan başkasına ait değildir. Bu durum bilhassa zatî sınırlar için geçerlidir. Demek ki sadece benzersiz olan cevher vardır ve cevher oluşunda şaşılacak bir durum vardır. Kökleri/asıllar gösteren dallardır. Çünkü kökler görünmez; o köklere ait bir dal ve fer yoktur. Görünen ve ortaya çıkan her şey cevherdir. Cevher kendinde bir asildir ve kendisi hakkındaki bilginden başka onun feri yoktur.’

Bunlardan birisi de ‘İzzetli olan zelili oradan çıkartacaktır193 bahsi­dir: Şöyle demiştir: Nefs-i natıka üflemenin kendisiyle gerçekleşmiş ol­duğu nefestedir. Bu itibarla o unsurdan oluşan surete üflenmiş nefsin ta kendisidir. Suret değersiz ve zelil topraktan yaratılmış, ilkesi zelil oldu­ğu için kendisi de zelil olmuş, yaratılış mizacı tesir etmiş, oğul anneden daha zelil olmuştur. Çünkü o annesine hizmetkâr, amade ve onun hak­larını gözetmekle memurdur. İzzet sahibi olan onun yaratıcısı olan Hakk’tır. Allah Teâlâ ‘İzzetli olan zelil olanı çıkartacaktır194 buyurur. Çıkartma­nın maksadı o değersizden daha güzel bir yönetimle kendisini izzet sa­hibi kılmaktır; kastedilen temiz ve temizleyici ahiret yaratılışıdır. O ya­ratılışta dilenilen her surete girmek ve başkalaşmak mümkündür. Bu nedenle ayette şöyle demiştir: ‘İzzet Allah Teâlâ’ya, peygamberine ve müminlere aittir.’195 Mümin olmayanın öyle bir mertebesi yoktur.’

Bunlardan birisi ‘Yapısını sağlam temele dayandıranın rükünleri güçlenir’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Yapının temelini sağlamca kurup duvarlarını düzgün inşa eden, arada gedik ve zayıflık bırakmayan, bina­nın köşelerini dengeli bir şekilde oturtanın binası dengeli ve ölçülü olur. Allah Teâlâ ‘Seni düzenlemiş ve itidal vermiştir196 buyurmuştur. Öyle bir insanın evi yıkılmaktan ve göçmekten kurtulmuştur. Böyle bir ev ‘iman evidir’. Evin toprağı evde dikkate alınan bir unsur değildir; toprak, evin yapısından sayılmaz. Dikkate alınan evin kendisine muhtaç olduğu ça­tıdır. Çatı ilk göze çarpan kısımdır. Bu itibarla ev beşincisi çatı olmak üzere dört duvar üzerine kurulur. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘İslam beş şey üzerinde kurulmuş: Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur demek, namaz kılmak, zekât vermek, ramazan orucu tutmak, güç yetirenlerin de Kâbe’yi ziyaret etmesi’ buyurmuştur. Eve yerleşen kişi, mümin; onun düs­turu, güzel ahlak ve gönüllü ibadetlerdir. Binaenaleyh güzel ahlak evin süsü, işlemesi, onu dolduran ve muhafaza eden şeydir. Onun daha gü­zelleşmesini sağlayan ise gönüllü hayırlar ve ibadetler ile müminin ken­disine (adak olarak) şart kıldığı ibadederdir.’

Bunlardan birisi de ‘Delil getirme yerinde kesin deliller5 bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Bilgi ameli gerektirir. Amel etmeksizin bilgi sahibi ol­duğunu iddia etmek yalan ve kuru bir iddiadır. Bunun ince bir sırrı ve anlamı vardır. Allah Teâlâ’nın sınırlarını muhalefederi nedeniyle ihlal eden müminler Allah Teâlâ5ı bilen alim ve ariflerdendir. Şöyle denilebilir: Onlar alim olsalardı, muhalefet etmezlerdi? Hiç kuşkusuz onlar Allah Teâlâ’nın ken­dileri için belirli sınırlar çizdiğini bilenlerdir. O bilgileri kendilerini ila­veye yöneltmiş ve bunlardan hiçbirini eksiltmemişlerdir. Onlar bilgile­riyle amel etmiş olsalar bile bildikleri hususta Allah Teâlâ’nın cezalandıracağını bilmemişlerdir. Demek ki sadece cezalandırılmayı bilmeyen kimse Allah Teâlâ’ya asi olmuştur. Öyle biri günah işlerken ilahi mertebeye layık davra­nışı bildiği için Allah Teâlâ’nın yasağını ihlal amacı taşımamıştır. Bu itibarla alim hiçbir şekilde bilgisine aykırı davranmamıştır. Binaenaleyh alimler bilgilerinin tesiri altındadır.5

Bunlardan birisi de ‘Nezir bütün mezheplerde zorunludur’ bahsi­dir: Şöyle demiştir: ‘Kulun kendisine şart koştuğu işlerden herhangi bi­risini Allah Teâlâ’nın onaylayıp vacip kılması nezir diye ifade edilir. Bunun böyle olmasının nedeni kulun O’nun suretinde yaratıldığını hakka’lyakîn olarak öğrenmesini temindir. Kul bir şeyi kendisine vacip kılmış Allah Teâlâ ise vacip kılınan o işi yerine getirenin ödülünü vereceğini bildir­miştir ki, Allah Teâlâ doğru sözlüdür. Benzer bir şekilde Allah Teâlâ kendine vacip kıldığın işleri yerine getirmeyi sana vacip kılmıştır. Çünkü ‘mümin ken­disi için istediğini kardeşi için de isteyendir’. Mümin kendisi için eziyet görmemeyi dilemiş, kardeşi olan müminin de eziyet görmemesini iste­miştir. Kendisi bunu isteyince, olabildiğince ondan eziyeti uzaklaştırmış ve kaldırmıştır. Mümin günah nedeniyle eziyet görmez, çünkü günah ona şehveti veya ondan haz alması nedeniyle gelir. Onun eziyet görme­si, ahirette günahı nedeniyle verilecek cezaya bağlıdır. Mümin ahirette kendisinden eziyeti kaldırdığı gibi Hakk da kendisinden ahiret hayatında eziyeti uzaklaştırır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ey kendilerine haksızlık eden kullarım, Allah Teâlâ’nın rahmetinden umut kesmeyin. O bütün günahları bağışla­yandır.’197 Buna mukabil dünyada kendini eziyete maruz bırakmış, hak­kında söylenenler nedeniyle O’na eziyet edilmiştir. Mümin günahlara karşı ortaya konulmuş cezaların uygulanmasıyla aynı ölçüde cezaya ma­ruz kalır.’

Bunlardan birisi de ‘İzafederdeki afederden kurtulmak’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ hakkında en çetin bilgi kendisini bilmede -yoksa ilah oluşu itibarıyla değilmutlaklığı ispattır. Zat veya kendisi olması bakımından O’nun hakkında mutlaklık kendisini bilmekten acizliktir. Bu yönüyle Hakk ne bilinir, ne bilinmez; insan O’nun karşısında aciz ka­lır. İlah olması itibarıyla ise en güzel isimler O’nu sınırlarken mertebe de O’nu sınırlar. O’nun sınırlanmasının anlamı ise kendisine layık ten­zihle birlikte ona ait meluh’u talep etmesidir; tenzih ise sınırlamak de­mektir. İlah olması itibarıyla Allah Teâlâ’yı bilmek, şeriata ve akla göre sabittir. Akıl özel olarak Allah Teâlâ’yı tenzih eder ve dolayısıyla tenzih ile O’nu sınır­larken şeriat tenzih ile teşbih yapar. Şeriat Allah Teâlâ hakkında akıldan daha çok mutlaklığa yakındır. Arif ise izafetlere bakar ve izafe edildiği şeye göre hüküm verir.’         >

Bunlardan birisi de ‘Hakkı gören kendini görmüştür’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Hakkı görmek isteyen kendini görmelidir. Nitekim kendini bilen Rabbini bilir, kendini gören Rabbini görür veya Rabbini gören hiç kuşkusuz kendini de görmüş demektir. Ariflere göre, şeriat bu ifadeyle Allah Teâlâ’yı bilmenin kapısını kapatmıştır. Çünkü onlar kimsenin nefsini bilemeyeceğini bilirler. Nefis bedenle ilgisinden soyut bir halde bilinemez; nefis bedeni karanlık veya nurani bir durumda yönetirken bilinir. Bununla beraber onun mahiyeti bedenle arasındaki bu alakadan soyut ve mücerret iken bilinemez ve görülemez. Bu nedenle Allah Teâlâ an­cak ‘ilah’ olarak bilinebilir, ilahtan başka bir şey olarak bilinemez. Allah Teâlâ’yı bilirken merbub-âlemden soyutlanmak mümkün değildir. Âlem­den soyut iken bilinmediğinde, O’nun zatı bilinemez ve mahiyeti bakı­mından görülemez olmuştur. Bu itibarla Allah Teâlâ hakkındaki bilgi nefs hakkındaki bilgiye benzemişken ortak özellik soyutlamanın olmayışıdır. Allah Teâlâ ile âlem arasındaki alakadan O’nun zatı uzaktır; söz konusu alaka hakikatinle bedenin arasındaki alaka gibidir. Nefsin herhangi bir be­denden soyutlanabileceğini ileri süren kişinin nefsin mahiyetinden hiç­bir haberi yoktur.’

Bunlardan birisi de ‘İcabet eden duyar, duyan itaat eder’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Kendi başlarına var olan mümkünlerin hakikatleri yok­luk hallerinde sabit olduğu gibi onlarda bulunan veya kendileriyle nite­lendikleri güçler de yokluk hallerinde sabittir. Onlar bulundukları var­lıkların hakikatlerinde sabit bir halde bulunurlar. Nitekim var oldukla­rında da dışta aynı şekilde var olurlar. Mümkün yokluk halinde kendi­sini var etmeyi irade eden Hakkın ‘ol’ sözünü duymamış olsaydı, var olmaz, O’nun mümküne ‘oP demesi de geçerli ve sadık olmazdı. ‘Ol’ sözünün Hakk’ta sonradan meydana geldiğini (hudûs) söylemeye imkân yoktur. O söz, Hakkın zorunlu varlığı nedeniyle var etmek istediği mümkünde gerçekleşen özel bir idraktir. Bu sözü idrak etmekle müm­kün var olmuş, Hakk’tan idrak ettiği şey, o sözün ta kendisi olmuş, o sözle boyanmış ve var olmuştur. Tahsis ise iradeyi ve özel teveccühü meydana getirir. Bu, nazarı aşmayan aklî bir hükümdür, bunu hakkıyla anlamalısın!’

Bunlardan birisi de ‘Bâtının elbisesi gıda, zahirin elbisesi ise eziyeti uzaklaştıran şeydir5 bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Yaratılmış yoksul olduğu için eziyet onun ayrılmaz özelliğidir. Yaratılmış zatı gereği kendinden acıları uzaklaştırmaya çalışır. Bu itibarla açlık yemek vesilesiyle uzaklaş­tırılan bir acıyken susamak içerek uzaklaştırılan bir acıdır. Sıcaklık ve soğukluk ise giyinmekle uzaklaştırılan acılardır. Diğer acılar da Allah Teâlâ’nın her birisi için yaratmış olduğu sebeplerle ve çarelerle uzaklaştırılır. Be­lirtilen acıları uzaklaştırmanın ötesinde (uzaklaştırıcı vesileleri kullan­mada) ya süslenme veya şehvet amacı bulunur. Bunların da nefiste bir acısı vardır ve ancak arzulanan şeyin elde edilmesiyle ortadan kalkarlar. Bu durum arzulanan bütün işlerde nefisten kaynaklanan bir haldir. Ba­zen acı hissedilirken uzaklaşır, bazen gelişinden önce hazırlanılır. Kısaca nefis herhangi bir şeyi ancak acıyı uzaklaştırmak ve defetmek maksadıy­la kullanabilir. Hakk ile yaratılmışlar arasındaki fark da budur. Hakk için yaratma O’nun zatından kaynaklanmamış olsaydı, O’nun var ederkenki hükmü kendinden acıyı uzaklaştırmadaki hükümde (yaratılmışla) bir olurdu. Çünkü Hakkın iradesi bizdeki şehvet mesabesindedir. Arzu du­yulanı elde etmekle acı kalkar. O ‘her gün bir iştedir.5198 Bunu iyice öğ­renmelisin!5

Bunlardan birisi de ‘Kim dünyada âmâ ise ahirette de âmâdır5199 bah­sidir: Şöyle demiştir: ‘Bugün nasıl isen, yarın öyle olacaksın. Sen dün­yada varlıkları bulundukları halde görenlerden olmak üzere çalış! Bu konudaki delilin Allah Teâlâ’nın âmâ -ki ‘ekmeh’ diye isimlendirilirolarak ya­rattığı kimsenin uyurken âmâ olduğu gibi uyanıkken de âmâ olmasıdır. Bu itibarla uyku küçük ölüm, hatta ölümün ta kendisidir. Çünkü uyu­yanın intikal ettiği mertebe ölünün intikal ettiği mertebenin aynıdır. Uykudan sonra uyanmak, ölümden sonra dirilişe benzer. ‘Bu dünyada âmâ olan ahirette de âmâdır ye yolunu daha çok şaşırmıştır.,20° Yani onun körlüğü daha şiddedidir. Arife göre bu ayet son derece korkutucu bir ayettir. Bununla birlikte burada dikkatini çekeceğim bir mesele vardır.

Şöyle ki, dünyada âmâ olup âmâ ölen kişi ahirette de âmâ olacaktır! Fa­kat dünyadan ayrılmazdan bir nefes bile önce herkesin gözü açılacaktır. Kastettiğim âmâ olarak yaratılandır, görmenin ardından âmâ olan kişi değildir. Ölüm vaktinde perdenin açılmış olması gerekir ve bu durum­da görür. Binaenaleyh her ölen basiredi bir şekilde varacağı yeri görerek ve bilerek ölür, bu hali üzere diriltilir. Bunu anlamalısın!’

Bunlardan birisi de ‘Emre bağlanmak ve yasaktan kaçınmak’ bahsi­dir: Şöyle demiştir: ‘Kul bütün hareket ve duruşlarında itaatkârdır, çünkü o, Hakkın zahirinde ve bâtınında yaratmış olduğu hareket ve du­ruşları kabul edicidir. Onda yaratan kendisinde tekvini, yani var olmayı emrederse, Rabbinin emrine uyar, kendisinden olan ve istediği bir şeyi yaparken onu bırakır, Hakkın onda yarattığı işe yönelir. Hükmü Şâri’nin emrine ve yasağına aykırı olan bir şeyi yaratırsa, bu işe uyma esnasında kendisine muhalefet nispet edilir. Bu konu farkına varılmayan ince bir meseledir. Çünkü (şeriata göre, hükmü) muhalefet olan bir işi (Hakkın yaratması nedeniyle) kabul etmek de bir uyum ve muvafakat­tir. Dünya hayaunda bu hali müşahede eden ne dünyada, ne ahirette bedbaht olmaz. Böyle biri Hakkın emirlerine uymada, daha doğrusu Hakkın kendilerinde yarattığı işleri kabul etmede yaratıklardan daha gönüllü değildir, onlar bunun farkında değillerdir. Allah Teâlâ’nın itaat etme­mizi emrettiği emirler, ilahi emirlerdir, peygamberlerin dilinde gelen emirler değildir. Çünkü yaratıklardan emir verenler, emir verdikleri hu­suslarda itaatkârdır; emretmesi emredilmemiş olsaydı, zaten emir ver­mezdi. Emir verdiği kişi o emri vermekle memur olan kişinin emrini dinlerse ona itaat eder. Allah Teâlâ’nın emri vasıtalar olmaksızın doğrudan gel­diğinde ona karşı konulamaz ve kendisine itaatsizlik edilemez.’

Bunlardan birisi de ‘Çıkmaktan emin olan yükselmeyi talep etmez’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ’ya dönmek kaçınılmazdır. Bilmelisin ki, attığın ilk ayağından itibaren Allah Teâlâ’nın katında bulunursun. Bu itibarla ilk ayak ilk nefestir. Allah Teâlâ’ya yükselmeyi taleple kendini yorma. ‘Allah Teâlâ’ya yükselmek’ ile kastedilen, iradenden çıkmandır. Onu görmemen gere­kir. Çünkü bulunduğun her yerde Allah Teâlâ seninle beraberdir. Senin gö­zün sadece O’nu görür; geride tanıyıp tanımamak kalır. O’nu temyiz edip tamsan O’na yükselmek istemezsin, çünkü O’nu yitirmemişsindir. O’nu arayan birini görürsen, bil ki, o kişi sülük yolunda kendi saadetini talep etmektedir. Onun saadeti ise acıları kendisinden uzaklaştırmaktır, bundan gayrı bir saadeti yoktur. O halde en cahil kişi eldekini talep eden ve arayandır. Demek ki Allah Teâlâ’yı talep edenden daha cahili yoktur. İnsan ‘Bulunduğunuz her yerde Allah Teâlâ sizinle beraberdir201 ve ‘Her nereye dönerseniz Allah Teâlâ’nın yüzü oradadır202 ayetlerinin anlamını bilseydi, hiç kuşkusuz, kimsenin O’nu aramayacağını, sadece nahoş işlerden kaçın­mak üzere herkesin kendi saadetini talep edeceğini bilirdi.’

Bunlardan birisi de ‘Kitabın ehli olan varislerinden bir kısmı olan sevilenler için azabın zevki’ bahsidir:

Azabın tadı sevenlerin görülmesi Onların gözleri bendekini görür

Azap sevgiliden ayrılmak demek Haz da sevgiliyi görmek

Şöyle demiştir: ‘Kitaba varis olanlardan birisi de mücahede ederek nefsine zulmedendir. Öyle biri nefsinin hakları hususunda nefsine zul­mederken aynı zamanda azap ve acı çeken biridir. Bu acıyı kendinden uzaklaştırmak istemez; ondan haz alır ve aradığının karşısında kendisini taşımak ona hafif gelir. O I'endi saadetini arayan biridir. Bu itibarla ki­tap bir anlamın diğerine eklenmesi demektir. Anlamlar harflere ve ke­limelere yüklenmeden anlamlara eklenmeyi kabul etmezler; kelimeler ve harfler anlamları içerdiğinde birbirlerine eklenebilirler. Başka bir ifadey­le harfler birbirlerine eklenmiş olduğu için dolaylı olarak anlamlar da birbirlerine eklenir. Harflerin birbirine eklenmesi ‘yazı’ diye isimlendiri­lir. İki çiftin eklemlenmesi olmasaydı cinsel ilişki olmazdı ki, o da bir yazı türüdür (ayette yazı ile nikâha telmih vardır). Bütün âlem yazılı bir kitaptır, çünkü âlemin bir kısmı diğer kısmına eklenmiştir. Bununla be­raber her durumda üretir ve ortaya çıkartır. Öyleyse sadece sürekli bir şekilde tebarüz eden varlıklar söz konusudur; hiç kimse var ettiğini sevmeksizin bir şeyi meydana getirmez. Demek ki varlıktaki her şey se­vimlidir ve sevilenlerden başka bir şey de yoktur.’

Bunlardan birisi de ‘Ehil olanlardan gizlenmek cehalettir’ bahsidir: Şöyle demiştir:

Cehalet Allah Teâlâ’nın ehlinden gizli

Allah Teâlâ ne getirdiğini ve ne bıraktığını bilir

Allah Teâlâ ehli Rahman’ın ne yaptığını bilir                              .

Veya bir kısmını; kendisinden sakının, tehlikedir Failinden başkasında emelim bulunsaydı Korkutmak ve sakındırma fayda vermezdi

Bizim akidemiz ve emelimiz O’nda

Bilgime göre hiçbir beşer bana katılmaz

O’nunla beni birler veya sınırlar

Bunun için izhar eder ve gizlenir                                         '

Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ’nın gördüğünü bilmez mi?’203 Allah Teâlâ ile âlem ara­sında bir bağın olduğu sabittir. Akıllı herkesin -ehliyet sahih olup miras gerçekleşsin diyekendi nesebini ve bağını araması gerekir. Allah Teâlâ ‘Sonra kitaba seçtiğimiz kulları varis kılarız204 der. Yazıyla manaların var oldu­ğunu açıklamışür. Bunlar kendilerini gösteren delalede harflerin birbir­lerine eklenmesiyle oluşur. Allah Teâlâ âlemi var etmiştir. Bu yönüyle âlem, sanatçının eliyle araçların birbirini meydana getirmesi gibi, birbirini meydana getirir. Bir araçla iş yapan, araçlar olmaksızın işini yapamaya­cağı gibi kullananın tahriki olmaksızın da aracın yapılan işte tesiri ger­çekleşmez. Bu itibarla sanatkârın araçla ilişkisi onu kullanmasıdır, bir şeyi irade edene kadar ona ‘ol’ demez.

Bunlardan birisi de ‘şe’nin şe’n içinde olması’ bahsidir:

Şe’n içinde bulunduğumuz iş, Allah Teâlâ yaratır onu

Bilmediği bir şey yaratmaz O .

Kitabı bize bildirmek üzere geldi                                   .

Üzerinde düşünen kişi anlar bunu

Allah Teâlâ dilediğini kitaba tahsis etti

Halde kendi hükmüyle izhar eder onu ,

Allah Teâlâ yüce kitabında ‘Yaratan bilmez mi’205 der. Şöyle demiştir: ‘Şe’n kelimesi ‘O her gün bir iştedir (şe’n)’206 ayetinde ifade edilir: Şe’n .fiil demektir. Başka bir ifadeyle kastedilen günün en küçük biriminde Allah Teâlâ’nın var ettiği her şeydir; günün en küçük birimi bölünmeyen an de­mektir. Fiil, failin zatı gereği yapmadığı bir şey ise -yani eşya zatı gereği failden meydana gelmemiş ve münfail olmazsakendisinin edilgeni ve mefulü olan şey o esnada üzerinde bulunduğu bir yapıya ve duruma sa­hip olmalıdır. İşte o yapı fiilin ta kendisidir. Fail zatı gereği fail olunca, âlemin bir defada kendisinden meydana gelmesi zorunlu değildir, çün­kü mümkünler, sonsuzdur ve sonsuz olanlar varlığa ancak sıralı bir şe­kilde girebilir. Bir anda varlığa girmeleri ise imkânsızdır. Zatı gereği imkânsız olan bir şey hakkında bir tertibe göre fail olan, bütünü izhar etmedi diye, eksiklikle nitelenemez. Çünkü fail için bütün yoktur. Öyle bir şey zatı gereği imkânsızdır ve hakikatler değişmez. Binaenaleyh mümkün zatı gereği gerçekleşen tertibi izhar ederken Allah Teâlâ zatı gereği varlığı verir. Bu durum tecelli nurunun mümkünün gözünün üzerine düşmesidir. O nur sayesinde mümkün kendini ve o nurun yayıldığı şey­leri görür. O varlık diye isimlendirilir ve bu konuda aklî düşüncenin hükmü yoktur. Evet! zikrettiğimiz bazı hususlarda aklın hükmü varken bazı işlerde ise teslimiyetle kabul eder. Hakk zatı gereği kendi şe’nlerinde yaratırken tertip şe’nlere aittir.’

Bunlardan birisi de ‘İktisap meselesinde kapının kapanması’ bahsi­dir:

İktisap kapıların kapanmasıdır

Umduğumuz kazançlar hakkında kapanır kapılar

Benim adıma kesb sahih olursa şu da olur:

O’nun ehli olurum ve aradaki bağ sabit olur Ben ve O, varlığın hükmüne bağlıyız O’nun katındaki zanlarım buna şahit Ben işlerimizi bilen ve görenim Gözlerden kayıp değiliz Allah Teâlâ bilir ki benim katımda olan,

O’nun da dediği gibi ilimde bana verilen, haşviyyattır

Celalini ve cemalini öğrenince İşin bir serap olduğunu öğrendim

Şöyle demiştir: ‘İktisap (kesbetmek) kazanmak üzere çalışmak de­mektir. Var eden de kazanandır, çünkü kazandığıyla nitelenmiştir. Ka­zanılan mevcut olmadığı için bazen kazandığıyla nitelenmez. Bu neden­le ‘Allah Teâlâ vardı, O’nunla beraber başka bir şey yoktu’ denilmiştir. Hadisi aktaran kişiden şekilci âlimlerin zikretmiş olduğu ifade aktarılmamıştır. Onlar bu ifadeyi habere dâhil etmiştir. Söz konusu ifade ‘O şimdi de olduğu hal üzeredir’ ifadesidir. Böyle bir ifade haberi yalanlamak anla­mına gelir, çünkü ilahi habere göre Allah Teâlâ ‘Her gün bir iştedir.’207 Hâlbu­ki Allah Teâlâ vardı ve o günler olmadığı gibi o günlerdeki fiiller de yoktu. Hal böyleyken nasıl olur da ‘Allah Teâlâ bulunduğu hal üzeredir’ ifadesi doğ­ru olabilir. Allah Teâlâ ‘Bir şeyi irade ettiğimizde ona ol deriz208 der. Sen bu sö­ze iman ediyorsun; ya buna veya ötekine inanacaksın!’

Bunlardan birisi de ‘Ancak korkan insan gerçekte korkabilir’ bahsi­dir:

Allah Teâlâ kendisinden korkulmaya en layık olan Hiçbir yaratılmış korkulmaya layık değil

Allah Teâlâ’dan korktuğunda sakınırsın O’ndan korkandan korkunca da sakınırsın

Allah Teâlâ’dan korkan kişi emrini tutar              .

Yasaklarından da inanarak uzak durur

Allah Teâlâ inanmış kulunun sırrını muhafaza eder Onu ifşa ettiğini bilirse

Ona kendisinden bir eksiklik gösterir Yeryüzünde; seyrinde onu temizler

Şöyle demiştir: ‘Korku kendisinden korkulanın tesirini kabul ede­bilecek birinden meydana gelebilir. Bu tesiri o kişi zevk bilgisiyle bilir. Bununla beraber onun zatında -rablik iddiası nedeniyletesir talebi bu­lunur. Bu iddianın nedeni ise insanın ilahi surette yaratılmış olmasıdır. Öyleyse onun da korkması gerekir. Başka bir ifadeyle biz bize tesir edenden korktuğumuz gibi başkasına tesir etme talebi nedeniyle de korkmamız gerekir. Arif bazen kendisinden korku duyulmayacak bir Hakk yerleştirilirken kendisinin korkmayacağı Hakk yerleşmesine imkân yoktur. Böyle bir hal ona ait değildir. Bazen içinde hali hakkında bir şahit bulunabilir ve o şahit şöyle der: ‘Allah Teâlâ hakkında müşaheden ol­saydı kimse O’ndan korkmazdı.’ Böyle bir ifade doğru değildir. Bu ifa­de ancak kendi zatını ve zatının gereğini bilmeyenden meydana gelebi­lir. Av bir insanı gördüğünde kendisinden kaçar. Bu itibarla insanın içinde avı yakalamak duygusu bulunmasaydı, av ondan korkmayacaktı. Bazen av insanı görmez ve sırtı kendisine dönük olabilir. Binaenaleyh yaratılmışın korkmaması mümkün değildir. Bazen korkmayacak bir makama ulaşabilir, fakat bu hal, -gafil olmadığı sürecesüreklilik ka­zanmaz.’

Bunlardan birisi de ‘Besin veren vakti düzenlemek ister’ bahsidir:

Allah Teâlâ besinleri belirlemiş ve takdir etmiş Besinleri yaratan O’dur, ed-Dehr ismiyle perdeleyen Akıl gizler O’nu, nefs izhar eder Ruh gizler, duyu murakabe eder

Nur yakar, sır çevreler kendisini

Arzu vecdiyle telef eder ve götürür

Vecd ciğerde özlem ateşini tutuşturur

Ateşin harareti artar, rüzgâr alevlendirirken onu

Şöyle demiştir: ‘Yaratma, tertibi; vakit, tayinini bildirir. Bu tayini ancak el-Mukît ismi üstlenebilir, Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onu belli bir ölçüyle indiririz.’209 Başka bir ayette ‘Her şeyi bir ölçüyle yaptık’210, ‘Fakat dilediği şeyi dilediği ölçüde indirir211 denilir. Kastedilen gerçekleşen ve sabit olandır. Burada ‘lev (ise)’ edatının hükmü yoktur, çünkü o edat ekilmiş olsaydı, kendisinden hiçbir bitki çıkmaz, tohum çürümüş olurdu. Her­hangi bir yerde ‘lev (ise)’ edatının geçtiğini duyarsan, onun altında ne­yin bulunduğuna bakma! Onun altında var olan bir şey yoktur. Bu edattan veya onun delaletinden korkma! Sen bilhassa vukua geleni mü­şahede et. Çünkü madumun âlemin nefislerindeki etkisinden daha bü­yük bir etki görmedim. Bunun sebebi imkândır. İnsan belirli bir işten korkar. Fakat o iş yoktur ve var olmamıştır. Bazen korku kendisine etki eder. O korkuyu var olmayanın tesiri takip eder. Hal böyleyken mev­cudun tesiri hakkında ne düşünülür?’

Bunlardan birisi de ‘Sevgili yakındır’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Sevgili sevgiye yakındır, çünkü sevgiyle ilgilidir, fakat sevene yakın ol­mayabilir. Sevgi uzak mesafeleri katettirmez veya kıymedi emekleri harcatmaz. Bunların hükümleri sevgiliye taalluk eden sevgi yakınlığın­dan kalkmaz. Seven ise bazen sevgiliye yakındır, bazen değildir. Bu iti­barla sevgi kendisinde bilfiil bulunduğu için sevene yakınken kendisine iliştiği için de sevilene yalandır. Çünkü sevenin sevgiliden başka ilgisi veya yöneldiği bir şey yoktur; bazen de yalnızca ona yönelir. Seven ise bilfiil kendisinde bulunduğu için sevgiye tâbiyken sevilen (mahbûb) se­venin sevgisine tâbi değildir. Bununla beraber o sevgi kendisiyle ilgili­dir. Sevilen kendisinde bilfiil bulunanla beraberdir. Sevgilinin sevgisi kendisinde bulunursa, onu sever. Bu durumda seven sevgili haline gelir ve iki tarafta da talep gerçek ve sahih olur, ortada engel kalmaz. Bunun­la beraber dıştan veya imkânsızdan kaynaklanan bir engel olabilir. Baş­ka bir ifadeyle hakikatler kavuşmaya imkân vermeyebilir. Sevgiyi bilen nasıl seveceğini de bilir. Şeyhimiz sevgiyi değil, sevgi özlemini ve şeh­vetini talep ederdi. Bunun sebebi, sevginin şehvetinin -sevilenden daha çoksevene yakın olmasıdır.’

Bunlardan birisi de ‘Hayırdan muduluk veren şey başkasını sev­mektir’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Seven başkasında kendini sever. Baş­kasını sevmek söz konusu olmadığı gibi hiçbir şekilde başkası sevilemez, çünkü başkasını sevmede hayır yoktur. Onda bir hayır varsa, hayır sevene döner. Demek ki insan ancak kendini sevmiştir, çünkü sevgide insan hayrın ve iyiliğin kendisine dönmesini talep eder.’

Bilmelisin ki, bu başka, bir varlığa sahip olmalıdır ve onun varlığı ötekinin aynı değildir. Sevilen her zaman madum, yani yoktur. Başka bir ifadeyle o ya mevcutta veya mevcut olmayanda ‘bulunmayan’ bir şeydir. Çünkü mevcudun zatı gereği sevmesi mümkün değildir; o var olmayan bir şey nedeniyle sever. Var olmayan ise var olmasını istediği sevilen şeydir. Bu itibarla yokluk seven için başka bir şey değildir. Yok olan sevgili ise -sevgi bilfiil kendisinde bulunduğu içinsevende bir ni­telik olarak kalmayı sürdürür. Onun sevgisi bu sevgiliye ilişmiştir ve sü­rekli ona bağlıdır; duyuda var olana kadar böyle devam eder. Sevginin yaratılmıştaki durumu bu iken Hakk’taki durumu yaratma ve var etme­dir.

Bunlardan birisi de ‘Genişliğin nihayetine ulaşan daralır’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Boşluktan daha geniş bir şey yoktur ve genişlikle boş­luk nitelenebilir. Boşluk dolduğunda hiç kuşkusuz daralır, çünkü müm­künlerin nihayeti yoktur. Bazen boşluk onun karşısında daralır, çünkü o dolmuş, geniş ise daralmıştır. Allah Teâlâ boşlukta yaratmış olduğu dolulukta başkalaşmalar yaratmıştır; bir suret boşalır ve onu sübût ve yokluğa ka­tar; yokluktan o dolulukta başka bir suret var eder. Bu itibarla dünya ve ahirette tekvin ve başkalaşma sürekli değişmelerle sürer. Hatta bütün varlıkta böyle devam eder. Bunlar Hakkın dünya ve ahiret, hatta varlık günlerinin her birisinde kendinde bulunduğu ‘şe'nler’ demektir. Başka­laşmalar karşısında daralanın durumu, boşalma ve yeni bir meşguliyet­tir. O boşalma ise boşluğun dolması demektir; boşluk daha önce da­ralmış ve içinde bulunan onu doldurmuştu. Öyleyse boşluk sürekli do­lar; doluluğun bulunmadığı boşluk düşünülemez.’

Bunlardan birisi de ‘Gayede bir gaye yoktur’ bahsidir: Şöyle demiş­tir: ‘Gayede bir gaye olsaydı ‘gaye’ olmazdı. Alemin gayesi Hakkı talep iken Hakkın gayesi yaratılmışlardır. Çünkü O’nun gayesi mertebedir ve o da ilah olmaktan ibarettir. Demek ki Allah Teâlâ zatı gereği meluhu talep eder. ‘Bütün iş Allah Teâlâ’ya döner.’212 Allah Teâlâ gaye olduğu kadar bütün iş O’ndan başlamıştır. Bu nedenle dönüş zikredilmiştir, çünkü dönüş ön­ceki bir çıkıştan sonra gerçekleşebilir. Bütün yaratılmış varlıklar Allah Teâlâ’dan çıkarak varlığa gelmişlerdir ve bu nedenle de onların hükümleri Allah Teâlâ’ya döner, sürekli O’nun katında bulunurlar. Onların ‘dönen’ diye isimlendirilmelerinin nedeni, yaratılmışların sebepleri görmek özelliğiy­le sınırlanmalarıdır. Onlar bakanların gözlerindeki perdelerdir. Yaratıl­mışlar sürekli onlara bakar ve bir sebepten başka bir sebebe geçerek en sonunda birinci sebebe ulaşırlar. Birinci sebep Hakk’tır. İşte dönüş bu demektir.’

Bunlardan birisi de ‘Sâfiyane bir iş meydana getirenin adı yâd edi­lir’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Şaşırmaya yol açan her işin sahibi -ki o bu işi şaşkınlığa yol açsın diye meydana getirmiştiro işi sadece kendisin­den söz edilsin diye bu nitelikte meydana getirmiştir. Başka bir ifadeyle şaşılsın ve onun adı zikredilsin diye böyle var etmiştir. Aceleci olmama­lısın! O şeyi var eden kendisinden söz ederek haber verecektir. Bununla beraber insan aceleci yaratılmıştır. Onun tabiatında hareket ve yer de­ğiştirme vardır, çünkü hareket, insanın aslında vardır. Onun yokluktan varlığa çıkışı bir intikaldir. Bu itibarla insan asıldaki yaratılışında ve var­lığında hareket edicidir. Bu nedenle ayette ‘insan aceleden yaratıldı5213 denilir. İnsan aceleci yaratılmıştır, aceleden başka bir şey isteseydi başa­ramazdı. Alemde şaşılmayacak hiçbir şey yoktur ve varlık bütünüyle şaşkınlık sebebidir. O halde Allah Teâlâ şaşkın kimseler için varlıkta kendi zikrini ve yâdını meydana getirir. Arifler için Allah Teâlâ bu diyarda kendi­sinden bir zikir meydana getirir. Onlar o işin niçin yaratıldığını anlar ve kendileri adına yaratılan şeyleri öğrenirler. Sıradan insanlar ise o işlerin gerçeklerini ahiret yurdunda öğrenirler. Her halükarda bir bilgi kaçı­nılmazdır ve o bilgi yâd edilmeyi meydana getiren şeydir.’

Bunlardan birisi de ‘Yönelmek aldanan için meydana gelir5 bahsi­dir:

Allah Teâlâ’dan başkasına yönelme sakın O’nu bilmeyen başkasına yönelir zira

Allah Teâlâ münezzeh ve mütealdir

Mahrum kişi, mülkünde bir ortağı vardır der O’nun

Eşi ve ortağı olduğunu söyleyen kişi Cehalet kılıcıyla kesilmiştir

Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki güneş ne doğdu, ne battı Sevenler mutlaka vasıl oldu O’na Allah Teâlâ münezzehtir, hiçbir şey ihata edemez O’nu Ne şiire gelir, ne nesre gelir

Başkasına yönelme, hüsrana uğrarsın! Kur’an-ı Kerim’e de Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e indirilmiş olarak bakmalısın, yoksa Araplara indirilmiş bir kitap olarak ona bakma! Öyle bakarsan anlamlarını kavrayamazsın. Çünkü Kur’an-ı Kerim Allah Teâlâ’nın peygamberinin diliyle açık Arapça ola­rak inmiştir. O kitabı Cebrail demek olan Ruhu’l-emin Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in kalbine indirmiş, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem onunla korkutucu, yani öğre­tenlerden birisi olmuştur. Kur’an-ı Kerim hakkında Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in söylediği şekilde konuştuğunda, bu idrak düzeyinden peygamberden dinleyen düzeyine çıkarsın. Çünkü hitap -konuşanın değildinleyenin değerine göre ortaya çıkar. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin Kur’an-ı Kerim’den duy­duğu ve anladığı şey, ümmetinden duyup kendilerine okuduğunda işi­tenlerin anladığıyla bir değildir. Bu ince bir meseledir ve ben onu ken­dimden önce kimseden duymamıştım. Bu mesele bilinmeyen bir konu­dur, bir takım kapalılıklar içerir.

Bunlardan birisi de ‘Yaratıklarına karşı kibirlenmeyen hiç kuşkusuz zorunlu hakkı yerine getirmiş demektir’ bahsidir:

İhmal ve tekebbür benim düsturum değil Benim düsturum tevazu ve bağışlama

Ben birine ibadet ediyorum ki kahreder ve bağışlar O kerem ve bağışlamanın Rabbi el-Müheymindir

Şöyle demiştir: ‘Benzerlerine karşı kibirlenen kişi, onların kendi benzeri ve hemcinsi olduğunu anlamayandır. Bir şey kendi kendine kar­şı büyüklenemeyeceği gibi benzerine karşı da büyüklenemez. Yaratıkla­ra karşı büyüklenmeyen onlar adına Allah Teâlâ’nın vacip kıldığı hakları yerine getirmiştir. Nitekim Allah Teâlâ da ancak O’nun vasıtasıyla gerçekleşecek olan yaratmaya hakkını vermiştir. Böyle olmasaydı Hakk ‘Hakk’ olmazdı. Aynı şekilde insan düşünen bir canlı (hayvan-ı nâtık) olmasaydı, insan olmazdı. Allah Teâlâ her şeye yaratılışını vermiş, sana da hakları yerine getir­meni zorunlu kılmıştır. O halde âlemdeki her şeyin senden talep etti­ğinde yerine getirmen gereken bir hakkı vardır; haliyle veya diliyle talep etmediği sürece o Hakk senin üzerinde ortaya çıkmaz. Yaratmada olduğu kadar bu konuda da vakitlerin bulunması kaçınılmazdır. Vakit geldi­ğinde Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ecelleri geldiğinde bir an onu geciktiremez veya öne alamazlar.’21* Kıyametin durumu hakkında da şöyle der: ‘Onun vaktini kendinden başka bilen yoktur.’215 Böylece ona da yaratılışını verir. Bir hakkı eda etmenin vakti geldiğinde, onu yerine getirmen gerekir; bunu yapmazsan zalim olursun. Hakkı yerine getirmek, onu yerine getirecek kişin kudrete sahip olmasına bağlıyken o kişide kudretin gerçekleşmesi de o işin vakti demektir.’

Bunlardan birisi de ‘Maksat bütün gayreti harcamakla birlikte ek­sikliği görmektir’ bahsidir:

Eksiklik derken benim maksadım ne?

Gayret harcamada karşılaştığım eksiklik Adi! olanlar beni görür ki, bana inayet etmiş Ortaya çıkan nefesiyle var oldum O’nun Sahifemle sınırladığımı görürüm O’nun geniş ilminden satırlarda olanı O’nun kitabını okudum ve anladım Zebur’da onu izhar ettiği gibi anladım Sabah ve gecenin ışığı onu getirdi Deyhur diye bilinen vaktinde

Varlığını sınırladım, benim için Hakk oldu Sınırlıyı bildiğim için varlıklar sınırlandı

Şöyle demiştir: ‘Kuruntular aldanış demektir ve Allah Teâlâ’ya karşı ku­runtu içerisinde olmayınız. Kuruntuya kapılırsan onu elde edeceğin yoldan başka bir yola yönelmiş olursun. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ’dan sakı­nırsanız sizin' adınıza furkan yaratır.’116 Allah Teâlâ kuluna indirmiş olduğu furkanı elde etme yolunun takva yolu olduğunu beyan etmiştir. Furkanı kullanan ise iki âlem içinde korkutucu, yani öğretici haline gelir. Bakı­nız! Allah Teâlâ bilinmek istediğinde âlemi yaratmış, âlemdekilere tanınmış, kendi değerlerine göre âlemdekiler de O’nu tanımışlar, Allah Teâlâ onları yoklukta bırakmamıştır. Kutsi bir hadiste şöyle denilir: ‘Bilinmez bir hâzineydim, âlemi yarattım, onlara tanındım, onlar da beni bildi.’ Bir ayette ‘Onları kim yarattı diye sorsan hiç kuşkusuz Allah Teâlâ derler217 denilir. Her talibin üzerinde yürüdüğü ve maksadını elde etmek istediği bir yo­lu vardır. Çünkü talip için yol, zatî bir gerekliliktir ve ancak onunla meydana gelebilir. Fakat insanların çoğu bunun farkında değillerdir.’ Bunlardan birisi de ‘Nefsini arzusundan uzaklaştıran kişi me’va cennetine ulaşır’ bahsidir:

Nefsi arzusundan uzaklaştırırsan Onun cenneti Me’va cenneti olur

Allah Teâlâ onu oraya yerleştirir ve örter Onun varacağı yer Firdevs cennetidir

Onu yürüten güneşe yemin etmiştir Onu takip eden dolunay üzerine de Onu örttüğünde karanlığa yemin etmiş Ortaya çıkardığında gündüze  *

Allah Teâlâ’nın bir hikmeti var gizler onu Gözlerden izhar ederken kendisini

Göklere ve onları bina edene yemin etmiş Arzın üzerinde ferşini yükseltmiş ve demiş ki:

Mutlaka nihayetine ereceksiniz

Ta ki görecek nefis arzularına ulaştığını

Ellerinin önceden hazırladığını görmek üzere Her türlü hayrı, getirilecek ortaya

Ulaştığı besinler ve yiyecekler En tatlı ve en hoş besinler getirilecek

Şöyle demiştir: TSTefsi arzusundan uzaklaştırmak arzunun kendi ar­zusu olması itibarıyla ona gelmemesi demektir; artık arzular Hakkın iradesi olması itibarıyla nefse gelebilir ve insan bunun farkında olmaz, insan kınanan bir şey olması itibarıyla nefsi arzularından uzaklaştırır, yoksa işaret ettiğimiz bakımdan uzak tutmaz. Allah Teâlâ bu konuda sahih bilgiyi gizlemiş, onu ‘me'va cenneti’ yani gölgesine doğru giden örtü ve perde diye ifade etmiştir. Övülen bir şey olsa bile, kınamayı arzuya bağ­laması bakımından bir övgüdür. Kişi hevanın ancak heva vasıtasıyla (yani başka bir arzuyla) defedileceğim, hevanın iradeden başka bir şey olmadığını anlasaydı, irade edilen her şeyin gerçekleşmesi durumunda nefsinin haz alacağını öğrenirdi. Her irade bir hevadır ve heva nefse haz verir. Lezzetin bulunmadığı bir şey arzu edilmez. Heva (düşmek anla­mındaki heviye ile ilişkisi nedeniyle) nefse düştüğü için böyle isimlendi­rilmiştir. Onun nefse düşmesi ise Rabbinin iradesiyle senden gerçek­leşmiştir. Binaenaleyh hevadan daha üstün bir şey yoktur, çünkü heva seni Hakka yönlendirir, sen de O’nunla haz alırken artık başkasını gör­mezsin. Bununla beraber yaratılmışlar böyle bir idrakten perdelenmişlerdir. Onlar kendilerindeki iradeyle hareket eder, onu -heva olmadığı haldeheva diye isimlendirirler. Bu itibarla heva ariflere ait iken irade sıradan insanlara aittir. Onlar bir yandan hevayı kınarlarken aynı za­manda onun için çalışırlar.’

Bunlardan birisi de ‘Hakk batılı yok eder, kendisine bakmak bayıltır5 bahsidir:

Hakkı batıl üzerine saldığında

Yok eder onu, bir de bakarsın batıl gitmiş

Söylediğimi kim bilir ki?

Bütün hallerinde dürüst olan bilir '

O zalimdir (nefsine karşı), heva ise yok edici Diğeri ölçülü ve öne geçmiş Geçer onu; gelen her şey Onun izindedir ve ardından gelir

Dersem ki arif bize rehber oldu Veya biri bize engel oldu

Kendi gözümden, ben bakarken Ve dilimden, ben konuşurken

Haberlerimiz sırrımızdan haber verir O’nun kendi zatında âşık olduğum

Şöyle demiştir: ‘Kendini hataya düşürme, Hakk ile yaratılmış bir araya gelmez. Neyi müşahede ettiğini düşünmelisin; Hakk ise, O’na an­cak O’nun gözüyle bakabilirsin. Çünkü O’nu kendisinin gözünden baş­ka bir şeyle idrak edemezsin. İçinde bulunduğun vakit Hakk olduğunda, senin için halk yani yaratılmış söz konusu değildir. İçinde bulunduğun vaktin halk (yaratılmış) ise O’na yaratılmış gözüyle bakamazsın. Hü­küm bakmaya tâbiyken bakış da bakılanın zatından verdiğine göre hü­küm verir. Bakılan ayakta olduğu halde senin onu oturarak görmen mümkün değildir veya belirli bir renge sahip iken onu sahip olduğun­dan başka bir renkte görmen de mümkün değildir. Algıda gerçekleşen böyle bir yanılma, acı safranın baskın geldiği tat alma duyusunda mümkün olabilir. Böyle bir halde insan tattığı balın acı olduğunu söy­leyebilir; çünkü bal, tatma duyusuna değmemiş, acı safra ona temas etmiştir. Demek ki acılıktan söz ederken insan doğru söylemiş, acılığı bala nispet ederken yanlış hüküm vermiştir. Bunu bilmelisin!’

Bunlardan birisi de ‘İcabet edene icabet edilir, niçin edilmesin ki?’ bahsidir:

Hakka çağıranlara icabet edersen onlara yardımcı olursun Onlara yardım edersin kendileriyle

Onlar benim aynım ve inancımdır dersem Terk ettiğimde bunu söylerim Hakk bilinmez veya her arzuya gelmez Duyu Hakkın zuhur ettiğini görürse

Onun bir sınırı yok ki idrak edilsin Her konuda bir hükmü var

Böyle hüküm verdin, şaşılacak bir iş yok                               '

Her hüküm onda böyle                                                                ,

Ne bilgi, ne marifet ihata eder kendisini Hiçbir şeyle nitelenmez

Şöyle demiştir: ‘Sen nasıl davranırsan sana da öyle davranılır. De­mek ki sana dönen senin amelindir. Allah Teâlâ ve peygamberi ‘sana hayat ve­recek bir işe’ seni çağırırlarsa, onlara icabet etmelisin. Sen icabet eder­sen, Allah Teâlâ da kendisine dua edince sana icabet eder. Şöyle buyurur: ‘Kullarım beni sana sorarlar; de ki, ben yakınım, dua edenin duasına karşı­lık veririm, bana icabet etsinler.’218 Ben onları peygamberlerimin dilleri vasıtasıyla davet ederim. Allah Teâlâ karşılık verdiği gibi kulunun da kendisi­ne karşılık vermesini talep etmiştir. Bu itibarla Allah Teâlâ var olmak üzere kendisini çağırınca, mümkün icabet etmiş ve var olmuştur. Ardından yaratıcısına zatının kendisiyle bilfiil var olup varlığını sürdürmesini sağ­layan nitelikleri talep etmiş, Allah Teâlâ da ona yardım etmek üzere icabet etmiştir. Böylece (iki tarafta da) ceza, yani karşılık gerçekleşmiştir. Allah Teâlâ ‘dileseydi’ yok ederdi, fakat duaya icabet etmiş, Hakk da onun talebi­ne karşılık vermiştir. Bu durum Hakkın bize bir uyarısı ve talimidir. Hakkın görülmesi için ortaya koyduğu bu durumları görmemezlik et­meyesin! Onlara Hakkın kendilerindeki maksadına göre muamele edin. Alemdeki icabetin esası ve ilkesi budur ki o da kuvvetli bir asildir. Bu nedenle bir insan Allah Teâlâ’ya dua ederse Allah Teâlâ kendisine icabet eder. Bu­nunla beraber işler vakidere bağlanmıştır ve her şeyin bir vakt-i merhûnu vardır. Bunu bilen bilir. İcabette gecikme olmaz, çünkü yola çıkmıştır; bazen de daha sonra gelecektir bu da sonraya bırakmak de­mektir.’

Bunlardan birisi de ‘Güzel koku güzel ahlaka delalet eder’ bahsidir:

Böyle bir konu hakkında şöyle denilir:

Torunlar dedelerinin izlerinden gider

Kimde efendinin ahlakı varsa                                                           .

Güzeli ve iyi olmayanı yerli yerine koyar Söylediğim sözü tevhid getirmiştir Kadir gecesi, bir Perşembe gecesi

           Bir güçlük ve yorgunluk olmaksızın yanımızdaydı Gecenin başından fecrin doğumuna kadar

Şöyle demiştir: ‘Kökler anlamındaki damarlar uygunluk ve kuvve itibarıyla temiz ve iyi olunca, dallardaki meyveler varlık ve fiil itibarıyla hoş ve güzel olur. Meyveler köklerden beslenir, yoksa kendi kendilerine ortaya çıkamazlar. Âlemin varlığında asıl ilke Haktır ve Hakk temizdir. Demek ki varlıktaki her şey temizdir. Çünkü varlıktaki her şey Hakkın ahlakı, yani isimlerinin meyveleridir. Hakk için O’nun isimleri, ağacın dalları ve yaprakları mesabesindedir. Bu nedenle aradaki girişiklik ve tedahül nedeniyle dalların ve yaprakların farklı olduğunu görürüz. Bun­lar, âlemdeki hükümlerinde ilahi isimler tedahül ettiği gibi, birbirlerine girerler. Nitekim Allah Teâlâ ‘Şunlara da ve bunlara da (dünyayı isteyenlere de ahir eti isteyenlere de) Rabbinin ihsanından yardım ederiz, Rabbinin ihsanı sınırlı değildir219 der. Hal böyleyken âlemde herhangi bir işte ve şeyde güzellik görülmezse, bunun nedeni, o bakışta kişinin Hakkı görmekten habersiz kalmasıdır.’

Bunlardan birisi de ‘Yanları üzerinde zikretmek gaybe yakınlıktır’ bahsidir:

Kim Allah Teâlâ’yı zikrederse O’nun zikretmesini umar ister ayakta, ister oturarak zikretsin

Allah Teâlâ da kendini zikredeni zikreder Güçlük ve yorgunluk olmaksızın her durumda Kendisinde nimet umulan bu hayat Ciddiyet veya oyun halinde, zikrederken Bir insan Rahman’ı zikrederse

Kuşku ve tereddüdü ortadan kaldıran bir iş yapmıştır        .

Allah Teâlâ onun kalbini kuşkudan korur 0 bizi yoran kuşkulardan

Şöyle demiştir: ‘Zikredenler üç kısma ayrılır: Birinci kısım ayakta zikredendir. Ayakta zikreden Hakkın her şeyi ayakta tuttuğunu müşa­hede edendir. Böylece Allah Teâlâ’nın, kazandığı işler hakkında ‘her nefs üze­rinde kaim’ olduğunu müşahede eder. Başka bir ifadeyle zikrederken Hakkı ancak böyle müşahede eder. İkincisi oturarak zikredendir. Otu­rarak zikreden Hakkın Arş üzerine istiva ettiğini müşahede eder. Böyle dememizin sebebi, âlemin Hakkın aynası, Hakkın ise insan-ı kâmilin aynası olmasıdır. Aynaya bakmak aynada yansır ve böylece bir aynada öteki aynada bulunan ortaya çıkar ve gözükür. Bunun değerini ise gö­ren bilebilir. Öyle bir insan ‘Hakkı kaim kılıcı’ olarak yaratıklarında müşahede eder. Hakk kazandıklarıyla her varlığın üzerinde kaim olarak bulunur. Bu itibarla Hakk yaratılmışın aynasıdır ve yaratıklarında ancak kendisini görmüştür. Yaratılmışların Hakkın aynasında görülmesi ise Haktan yaratılmışın aynasında tecelli eden suretin görülmesidir. Böylece insanlar Hakkı yaratılmış aynanın vasıtasıyla Hakta idrak ederler. Hakkı, yani O’nun bir sıfatını gördüklerinde kul O’ndan bizzat bu sure­ti söylediğimiz şekilde görür. ‘Uzaklık gayblere yalcındır’ dedik, çünkü bu hal uyuyanın veya hastanın halidir. Bu hal hayal mertebesine yakın­dır ve hayal gayb mahallidir.’

Bunlardan birisi de ‘Vefada yeterlilik’ bahsidir:

Yeterli gören kendinde bulunanı ifa etmiş Ve onun için var olanı; iktifa vefa demek              ,

Bazıları Hakkın yolu derindir zanneder O’nun yolu bunu getirmiştir; zikir ona zor gelir

Şöyle demiştir: ‘Bir şeyi yerine getirmekten kaynaklanan iktifa, ya­ni yetinme ancak vaktin sahibi olan hâlihazırdaki mevcuda yetinmek demektir, içinde bulunduğu vakitte onun sahibi kendisiyle yetinir, faz­layı talebe ihtiyaç kalmaz. Böyle olması kaçınılmazdır. Fazla senin tale­bin olmaksızın sana gelecektir, çünkü bir durumda iki zamanda kala­bilmek imkânsızdır. Allah Teâlâ peygamberine emrederken ‘Rabbim bilgimi arttır de220 diye buyurmuştuı. Burada Allah Teâlâ peygamberinin ve bizim dikkatimizi -içinde bulunulan vakitte mevcut olana ilave olarakbaşka bir şeyin varlığına çeker ve biz de onun gelişi için hazırlık yaparız. Kul o fazlalığı elde etmek üzere dua ederek Allah Teâlâ’ya muhtaçlığını izhar eder. Fazlanın zaten geleceğini bilen ve onun gelişi için hazırlananın onu elde etmek üzere duaya ihtiyacı olmayabilir. Bununla beraber ilave senin nezdinde tam olarak belirlenmemişken onu belirleyen duadır. Hakk ise duaya karşılık verir. Bazen dua ettiğin şey senin nezdinde belirlenir ve ortaya çıkar. Allah Teâlâ’nın verdiği her şey hakkında daha fazlayı talebi pey­gamberine emrettiği husus budur. Daha fazla, Hakkın her şeydeki vechi ve yüzüdür.’

Bunlardan birisi de ‘Seherlerde istiğfar’ bahsidir:

Secde ettiğim Allah Teâlâ’dan mağfiret isterim Geceler boyu ve seher vakitlerinde alınlarla İçlerinden biri çıkıp bana dedi ki:

Nağmeyi dinlerken onları kendilerinden geçiren sırları varmış

Şöyle demiştir: ‘Seher vakti şüphe ve benzerlik mahallidir. Bu iti­barla seher vakti mutlak karanlık olup bilgisizlik olmadığı kadar mutlak ışık olup bilgi şeklinde de tezahür etmez. Seher bir belirsizlik olduğu gibi aynı zamanda ışığın karanlıkla karışımıdır; bir yerde karışım oldu­ğunda benzeşme ortaya çıkar. Bu nedenle ‘müteşabih’, yani benzeşenle­re uymak bize yasaklandı. Allah Teâlâ müteşabih olana ancak kalbinde eğrilik bulunanların uyacağını beyan buyurmuştur. Yani açık Haktan uzaklaşanlar müteşabih olana uyar. Hâlbuki talep edilen saflık ve duruluktur. Bu nedenle de seher vakitlerinde ‘istiğfar (gizlenmek, örtü istemek) em­redilmiştir. Başka bir ifadeyle müteşabihe meyilden korunmak istenmiş­tir. Bununla beraber onun müteşabih olduğunu bilmemek gerekir. Müteşabih olduğunu bilip sınırı aşmayan veya onu kendi bağlamından çıkarmayan kişi ona yönelebilir. Öyle birinin sorumluluğu yoktur. Kor­kutma ve sakındırma, hakikati böyle değilken, onu iki yönden birisine katmakla ilgilidir. Müteşabihin hakikati iki yönünün olmasıdır; bir yö­nü birine öteki de diğerine bakar. Başka bir ifadeyle bir yönü helale ba­karken bir yönü de harama bakar. İkisini ayrıştırmak imkânsız olduğu gibi bir yöne tahsis etmek de imkânsızdır. Bu itibarla arife göre müteşabih iki yönün her birisinden ayrıştığı için muhkemdir. Ona uy­duğunda ise müteşabihi hakikatinin dışına çıkartmayan birisi olarak uyar. Bu esnada ortada bir sapma ve meyil yoktur.’

Bunlardan birisi de ‘İbadetteki inayet emrin iradeye uygunluğudur’ bahsidir:

Emir iradeye muvafık olursa Müşahede edilirken sürekli Mabud’dur O’nun nuru kullarına tecelli eder Onlar da hemen secdeye kapanırlar

Şöyle demiştir: ‘İlahi emir ilahi iradeyle çelişmez, çünkü ilahi emir, onun tanımına ve hakikatine dâhildir; sadece emir kipi diye isimlen­dirmeleri nedeniyle karışıklık ortaya çıkmıştır ki aslında emir o değildir. Emir kipi hiç kuşkusuz irade edilmiştir. Hakkın emirleri peygamber olan tebliğcilerin dilleri vasıtasıyla gelirse, onlar -emirlerin kendileri de­ğilemir kipidir ve bu durumda böyle emirlere karşı gelinebilir. Bazen emreden gerçekleşmesini irade etmediği bir şeyi emredebilir, başka bir ifadeyle, emredilenin gerçekleşmesini irade etmemiş olabilir. Binaena­leyh hiç kimse Allah Teâlâ’nın emrine karşı asi olmamıştır. Buradan Hz.

Âdem’in ağaca yaklaşmakla ilgili muhatap olduğu yasaklamanın mele­ğin diliyle söylendiğini anladık. Yasaklama kendisine vahyi ulaştıran melek veya onun suretiyle söylenmiş, bunun üzerine Âdem Rabbine asi olmuştur221 denilmiştir.’

Bunlardan birisi de cO'na ancak kendinden kendisine kaçan ululuk taslar’ bahsidir:

Kimin ellerinin önündeysen                                                   ' .

O’ndan O’na kaçarsın                                              .

O’ndan zuhur bulamam                                                           .

Bu nedenle O’na itimat ettim

Şöyle demiştir: ‘Kaçanlar kime kaçtıklarına göre tasnif edilir. Onla­rın kaçması zorunlu olmasaydı kaçmazlardı. Onları kaçmaya zorlayan, kaçtıkları kimsedir. Çünkü kaçacak kimse olmadığını bilselerdi hareket etmez ve kaçmazlardı. Kaçarken Hz. Musa meşrebinde mi veya Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem meşrebinde mi olduğunu öğrenmek istersen, gayenin baş­langıcını -başlangıç edatı ‘den (min)’ve bitişteki edatı düşünmelisin; bi­tişteki edat ise ‘e/a’ edatıdır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Allah Teâlâ’ya kaçınız, O’ndan size gelen bir elçiyim.’222 Kendi sığınışı hakkında ‘Sana sığınırım’ der ki bu da onun emri ve duasıdır. Hz. Musa’nın kaçmasını bize akta­rırken (Hz. Musa). ‘Korktuğumda ondan kaçtım223 der. Hâlbuki Mu­hammedi’ye şöyle denilir: ‘Onlardan korkmayın, benden korkun.’224 Mu­hammedi nezdinde hüküm gayenin bitişine ait iken Musevî nezdinde başlangıcına aittir. Gerçekte gaye başlangıçta onun tarafından tasavvur edilmiştir. O gaye harekete geçirten şeydir. İşler gayelerine göre anlam kazanırlar ve bu nedenle var olmuşlardır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Cinleri ve in­sanları bana ibadet etsinler diye yarattım.’225 Sen de gayeyi dikkate alma­lısın! Bununla beraber gaye varlıkta daha sonra ortaya çıkar. Bu dürüm çatının altında gölgelenmeyi istemeye (bunun için bina yapmaya) ben­zer. Böyle bir gaye insanı çatıyı yapmak için harekete geçirir. İbadet ya­ratmadan sonra gerçekleşirken gaye onları varlığa çıkartan, izhar eden şeydir. Bu itibarla gaye başlangıç ve ilkedir, varlıkta daha sonra tezahür etse bile tesir ve hüküm ona aittir. Bu nedenle şöyle dedik: ‘Varlıkta te­sir ancak madum, yani yok olana aittir.’ Gaye de yoktur ve talep eden onu talep edebilir. Mevcut olan bir şey irade edilemez. Demek ki henüz yok olan gaye, yaratmayı meydana getiren şeydir veya Hakkın yaratık­larını izhar etmesinin sebebidir. O, eser olmaksızın onu dışta var et­memişti. Bazı bilginler onu ‘illet5 diye isimlendirirken bazıları ‘hikmet5 diye isimlendirmişlerdir. Manayı anladıktan sonra verilen isimde tar­tışmanın gereği yoktur.5

Bunlardan birisi de ‘Açık konuşmak ve fısıltı nefsin lafzıdır5 bahsi­dir:

Emir akılda ve nefiste Açık sözde ve fısıltıda yerleşik

Gözümün gördüğü her şey Akıl ve duyuyla idrak edilir Onu sevk eden manayı görürüm Bu konuda tereddüde de düşmem

Şöyle demiştir: ‘Kelam nefisteki tesiri nedeniyle ‘yaralamak5 anla­mındaki kelem’den türetilerek böyle isimlendirilmiştir. Kelem duyuyla algılanan yara demektir. Kelam aynı gerekçeyle lafız diye isimlendiril­miştir; ‘lafız5 ise atmak demektir. Lafız nefste bulunan gizli manayı iba­re vasıtasıyla dinleyicinin kulağına ulaştırır ve ‘atar5. Bu esnada konuşa­nın söylediği söz hakkında gayreti ve kıskançlığı olmamalıdır; gayret söz konusu olursa içindeki manayı izhar etmez ve fısıltıyla söyler. Fısıl­tıyı ise ancak duyması amaçlanan duyabilir. Bir şey hakkındaki böyle bir gayret, dinleyenlerin -veya her kim olursa olsunbir kısmının ona karşı hürmet duymamaları nedeniyle ortaya çıkar. Herkesin var olan her şeye saygısı tam olsaydı, hiç kuşkusuz, gerçek tamamen açık olurdu. Aynı şey yaratıklara merhamette geçerlidir. Onlardan merhamet gizlenince, duymadıkları bir şeye karşı saygı göstermemişlerdir.5

Bunlardan birisi de ‘Varlık secdededir5 bahsidir:

Hakka tam olarak uyunca biz bir olduk İnayet ile varlığı elde ettik hepimiz

Ortaya çıkan her ikrama nail olduk Secde halinde ulaştı bunlar bize

Şöyle demiştir: ‘Yüzler secdede Rablerini görmek isterler. Yüzler gözlerin bulunduğu mahal iken gözler görmenin gerçekleştiği idrak araçlarıdır. Böylece secdesinde 05nu talep ederler ki, kendi hakikati ba­kımından 05nu görebilsinler. Çünkü kul süfli ve aşağı olduğu için aşağı yön kendisine mahsustur. Bazen kul Hakkı aşağı yön nispetinden ten­zih eder. Buna mukabil Allah Teâlâ secdeyi farz kılmış, onu yakınlık vesilesi yapmış, şeriat ipin sarkıtılmasıyla ilgili hadiste buna dikkat çekmiştir.

Hadis, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Bir ip sarkıtsaydımz Aİlah’ın üzerine düşerdi’ anlamındaki ifadesidir. Bu ifade ipine bağlanmanın insanı Allah Teâlâ’ya ulaştı­racağına dair nefis bir işarettir. Bu nedenle İbn Ata devenin ayağı (bir secde eylemi tarzında) kuma gömülünce ‘Şanı büyük Allah Teâlâ’ demiş, deve de ‘Şanı büyük Allah Teâlâ’ diye karşılık vermiştir: Devenin ayağı toprağı eşe­lerken Rabbini aramak üzere secde etmişti. Herkes kendi hakikati ve kendi cihetinden sadece Rabbini arar. Bu itibarla aşağı ve yukarı yönün Allah Teâlâ’ya nispeüeri eşit ve birdir, çünkü ciheder O’nu sınırlamadığı gibi aynı zamanda kuşatamazlar da! Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onlar Tevrat’ı yerine getirselerdi226 Kastedilenler Hz. Musa’nın ümmetidir. ‘Ve Incil’i.’227 On­lar da Hz. İsa’nın ümmetidir. ‘Onlara Rablerinden indirilenleri.. ,’228 Bunlar Kur’an ve daha önce indirilmiş sayfaların sahipleri olan ümmet­lerdir. ‘Üzerlerinden yerlerdi.’229 Allah Teâlâ’nın arş ve gök üzerine istivası kas­tedildiği kadar aynı zamanda ulvi her şey kastedilir. ‘Ayaklarının altın­dan da...’230 Bu da devenin toprağı eşelerken aradığı kısımdır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Bir ip sarkıtsaydımz Allah Teâlâ’nın üzerine düşerdi’ demiş olsa bile ‘O’nun benzeri bir şey yoktur231 buyrulmuştur. Bütün yönler Allah Teâlâ için birdir ve İbn Ata bundan bihaberdi ve deve bu hususta onun üstadıydı. O halde üst ve alt Allah Teâlâ’ya ait iken işin başında ve sonrasında emir Allah Teâlâ’ya aittir. Bu yönüyle mekân ve mesafe nispetleri O’na (eşit olarak) ait olduğu gibi zaman nispederi de O’na aittir. Gözün en hızlı hareketi gö­zün açıp kapanmasıdır. Bu esnada gözün sabit yıldızlara ilişme vaktiyle gözün açılma vakti birdir. Hâlbuki bunların arasında binlerce senede katedilemeyecek kadar mesafe vardır. Başka bir ifadeyle yaya yürüyerek binlerce senede katedemeyeceğimiz bir mesafeyi gözümüzle bir anda idrak ederiz.’

Bunlardan birisi de ‘(Karşılık vermek anlamındaki) ceza adalete ve ihsanı terke şahidik eder’ bahsidir:

Adaleti zulümle bir sayarsan

Faziletin bizdeki hükmünü adalete bırakırsın

Bilirsin iş ve emir Hakka bağlı Hakkın dili ihsanın kubbesinde

Şöyle demiştir: ‘Cezada ve karşılıkta fazilet ve ihsan bulunmaz ve zaten (karşılık olmadığı için) ihsan olmuştur. Allah Teâlâ’nın bütün vergileri ihsandır, çünkü O’nun kulu muvaffak kılması ihsan olduğu kadar amel de ona aittir ve o amel edendir. Amele yönelik karşılık bir karşılık ve ceza olsa bile asıl itibariyle lütuf ve ihsandır. Demek ki verilen karşılık amele denktir. Yoksa o karşılık amel edene veya amelde vasıta olana ait değildir. Bu itibarla gerçekte amel eden (âmil) Hakk’tır. Ona verdiğin­den dönen ise bu verginin kendisi için var olduğu şeydir. Amel zatı ge­reği ihsanı kabul etmez, hâlbuki onu kabul eden biri olmalıdır. Allah Teâlâ ameli onun kendisinde ortaya çıktığı kimseye vermiştir ki o da ilahi amelin kendisinde zuhur edeceği kimse demek olan kuldur. O da ilahi verginin mahallidir, çünkü kul onunla haz alır veya bir ceza olduğunda acı duyar. Böylece karşılık ve cezanın mahiyeti ile onu verenin kim ve verilenin ne olduğunu öğrenmiş oldun.’

Bunlardan birisi de ‘Asıllardaki kerem ihsanın olmayışına delildir5 bahsidir:

Asüdaki kerem açık bir delil

Âlemin Yaratıcı’dan (var oluşunda) baki olduğuna

Yaratan onu belirlerse

Tam olarak müşahede edilen olur

Şöyle demiştir: ‘Akıllı ve bilgili kişi sadece kendisini ilgilendiren iş­le meşgul olan, kişidir. Bu itibarla sadece onu ilgilendiren şeyler vardır. Başka bir ifadeyle amel Allah Teâlâ’ya izafe edildiğinde durum öyleyken yara­tılmışa izafe edildiğinde ya amelde meşru yükümlülük dikkate alınır ve­ya alınmaz. Dikkate alınmazsa herkes ancak kendisini ilgilendiren bir işle veya inayete mazhar olacağı bir işle ilgilenir. Böyle bir durumda in­san elde etmek veya kaçınmak üzere maksadı olan bir işle ilgilenir. Yü­kümlülüğü dikkate alıp yükümlü/mükellef vaktin onun için belirlediği meşguliyetin dışına çıktığında, hiç kuşkusuz, kendisini ilgilendirmeyen bir işle ilgilenmiş demektir. Başka bir ifadeyle şerî bir inayetin bulun­madığı işle meşgul olmuştur. Bu nedenle rivayette ‘Kişinin Müslüman­lığının iyi (ihsan, yani Allah Teâlâ’yı görür gibi olan bir Müslümanlık) olması, kendisini ilgilendirmeyen işleri terk etmesine bağlıdır’ denilir. İslam ve­ya Müslümanlık dinî bir hükümdür. Burada kişinin fiilinin güzelliğin­den söz edilmemiştir, çünkü o, sadece terk etmenin kendisini ilgilen­dirdiği bir işi terk etmiş, yapmanın kendisini ilgilendirdiği bir işi yapmışar.5

Bunlardan birisi de ‘Sadece rıza ehli razı olur5 bahsidir:

Razı olan kimdir dersen:

Halden Hakk geçerken Haktan razı olan kişi

Haddi aşar ve kendi menzilinde kalmazsa '

Besinleri kendisine haram olmuş biridir

Şöyle demiştir: ‘Her kimden meydana gelirse gelsin, rıza, içinde bulunduğu anda mevcut olandan daha fazlasının da olduğunu bilen için azla yetinmekle gerçekleşir. Her iki uçta da rızanın bulunması gerekir; çünkü geride kalan nihayetsizdir. Sonsuza ulaşmak mümkün olmadığı kadar onun varlığa girmesi de mümkün değildir. Hatta mevcut olsaydı, onu elde etmek umudu olmazdı. Binaenaleyh razı olmak şarttır. ‘Allah Teâlâ onlardan razıdır.’232 Allah Teâlâ onların gayreüerini harcayarak veya gayretle­rini harcamadan verdikleri işlerden razıdır. ‘Onlar da Allah Teâlâ’dan razı­dır.’233 O da Allah Teâlâ’nın onlara vermiş olduğu ve varlığın gerektirdiği şey­lerdir. Bununla birlikte varlık bundan daha çoktur, fakat bilgi ve hikmet galiptir. Bu nedenle ‘Dilediği miktarda indirir, O kullarını gören ve onlar­dan haberdar olandır234 buyrulmuştur. Mükellefiyet ahiret hayatında kalksa bile gerekli olan şey kalkmaz, ki o da mevcut olandır. İnsanlar ahirette Rableri karşısında zatî olarak ibadet ediciyken dünya hayatında şeriata göre ibadet ederler. Allah Teâlâ’nın özel kulları bunun dışındadır. Allah Teâlâ onlara dünya hayatında ahiret hayatının halini vermiştir. Rabia elAdeviyye onlardan biridir.’

Bunlardan birisi de ‘Yaratılmışı bilmeyen Yaratanı tanımaz’ bahsi­dir:

Allah Teâlâ’yı tanıyamayız biz Neyi yüklendiğimizi bilmeden Hakkı onunla bir kez tanırsak Bilmediğimizi de öğreniriz

Şöyle demiştir: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Kendini bilen Rabbini bilmiştir.’ Kendini bilmekten aciz kişi Rabbini bilmekten de acizdir. Bununla beraber bir şeyi bilmek onu bilmekten acizlik anlamına gelebilir ve bu durumda arif talep edilenin bilinemeyecek bir şey oldu­ğunu anlar. Bir şeyi bilmenin maksadı kendisini başkasından ayrıştır-i maktır. Bilinemez olmakla bilinen bir şey bilinenden ayrışmış ve farklı­laşmış, bu durumda maksat gerçekleşmiştir. Geride bu iki şey hakkındaki ayrımı bilmek kalmıştır: Bilinmesi mümkün olmayan iki şeyden birisi ötekinden nasıl farklılaşır? Kendimizi bilmekten aciz isek Rabbimizi bilmekten de aciziz. Peki iki acizlik arasındaki fark nedir? Yoksa nefs Rabbinin kendisi midir? Nitekim kutsi hadiste ‘Ben kulumun

görmesi ve duymasıyım’ denilmiş, ardından bütün güçler zikredilmiş, bu durum bir karışıklığa yol açmıştır. Burada yegâne ayırıcı özellik, muhtaçlık olabilir. Allah Teâlâ seriden talep ettiği işi senin vesilenle yerine ge­tirir ve var eder. Muhtaçlık da seni O’ndan talebe icbar eder. Geride de -mümkünlerden biri iseayırıcı farkı Allah Teâlâ’nın bildirmesi kalmıştır.’ Bunlardan birisi de Tuzak belirsizdir’ bahsidir:

Allah Teâlâ bize ‘tuzak kuranların en hayırlısı’

İnancım o ki, tuzak bizim içindir Farkına varırsan benimle tuzak olmaz Bilgisizliğimiz nedeniyle bize gelen gelmiş

Şöyle demiştir: ‘Belirsiz bir şey getirdin235 ayetinde tuzak ve mekr kokusu bulunur. İnkâr edilen ve yadırganan, inkâr edilmesi emredilen bir iştir. Fakat arkadaşının inkâr etmesi sebebiyle, Allah Teâlâ’nın o şey hakkındaki tezkiyesinden bihaber olmuştur. Bu ifade zahirde tezkiye edilen hakkındaki bir kınamadır. Unutan hatırlayıncaya, gafil uyanana ve cahil öğreninceye kadar işler yürür, bilgiler gider, sırlar kaybolur. Demek ki inkârdan daha büyük tuzak ne olabilir ki? Allah Teâlâ’dan başka fail yoktur. Hal böyleyken kimin karşısında ona karşı inkâr yapılacaktır? Zannetti­ğin üzere, Allah Teâlâ vasıtasıyla inkâr edersen, mazeret beyan ederken, istiğ­far ederken veya bir şey talep ederken ancak O konuşur. Allah Teâlâ vasıtasıy­la konuşan ise doğru yoldan uzaklaşmaz. Böyle biri hikmetin ve sözü ayrıştırma gücünün verildiği kimsedir.’

Bunlardan birisi de ‘Aynalar birbirlerini görür’ bahsidir:

Ayna bize bizdekini gösterir Suretlerin taşıdığı başkalaşmayı

Yaratılış sebebim hakkmda hayrete düştüm:

Bir menzilimiz yok bizim fakat surumuz var

Şöyle demiştir: ‘Görürken tecelli suretleri varlıkların suretlerinde korunur. Çünkü Allah Teâlâ sana dünya hayatında sureüerin aynadaki yansı­ması misalini boş yere vermemiştir. Allah Teâlâ’nın verdiği misal, bakan kişi­den aynaya yansıyan suretler ile başka bir aynadaki suretlerin o aynaya yansımasıdır; söz konusu suretlerin az veya çok olması durumu değiş­tirmez. Bir aynada suret gördüğünde, onun başka bir aynanın sureti mi, yoksa -bir aynadan olmaksızınkendinden bir suret midir, bunu bilmen gerekir. Sonra aynalara, onların itidal ve sağlamlıklarına bakma­lısın. Ardından kendi varlık aynana bakman lazımdır. O aynaların en düzgünü olamaz, çünkü peygamberler senden daha düzgün ve mutedil aynadırlar. Bunun yanı sıra peygamberler birbirlerine göre de derece dereceyken onların aynalarının da derece derece olması gerekir. En üs­tün ve düzgün ayna Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in aynasıdır. Allah Teâlâ onun aynasına olabilecek en mükemmel surette tecelli etmiştir. Sen de Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in aynasına tecelli eden Hakkı görmeye çalış ki belki o tecelli senin aynana da yansır, O’nu Muhammed’in gözüyle ve Muhammedi surette görebilirsin. O’nu kendi suretinde görme! Bir adam ‘Ben Allah Teâlâ’yı gör­düm, bu görmek Ebu Yezid’i görmemi manasız kıldı’ dediğinde, diğeri şöyle demiştir: ‘Ebu Yezid’i bir kere görmek Allah Teâlâ’yı bin kere görmekten hayırlıdır.’ Müstağnilikten söz eden adam Ebu Yezid’i gördüğünde öl­müş. Onun durumu Ebu Yezid’e bildirilince şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ ona kendi ölçüşünce tecelli eder. Bizi gördüğünde Hakk ona bize göre tecelli etmiş, buna güç yetirememiş, hemen ölmüştür.’ Bu hikâye meşhurdur ve bu durum işaret ettiğimizin aynıdır.’

Bunlardan birisi de ‘Çiçekler bakanlara aittir’ bahsidir:

Yeryüzünün çiçeği bir fitne Yeryüzü ahalisini hükümleri kuşatır

           Onu idrak etmek de fitne İdrak edilen O’nun alameti

Şöyle demiştir: ‘Gözlerin en güzel nimeti bahçedeki çiçeklerdir. Ayette ‘Yeryüzündeki her şeyi onun süsü yaptık236 denilir. Yeryüzündeki en güzel ziynet ve süs Allah Teâlâ adamlarıdır (ricalullah). Sen de kendilerin­den olabilmek üzere, Allah Teâlâ adamlarını kılavuz edinmelisin. Arz/toprak olduğun sürece, çiçeklerin ziynetinin bulunduğu bir mahalsin. Onlar maksadı teşkil eden meyvenin delilleridir ve bu sayede hayat ona yayılır. Meyve hayvani ve duyusal besin demektir. Arz oluşun kendi makamın­da ve yerinde bulunurken, bir de gök haline gelirsen, bu durum kemal demektir. Allah Teâlâ adamlarının bir kısmı kendi arzının varlığını ifna eder. Bu durum ‘Yeryüzünün üzerindeki herkes fanidir237 ayetinde belirtilir. Böylelikle arif insan yeryüzünün zahirinden/sırtından batmna/bâtınına ve içine intikal eder, yoksa ondan tamamen uzaklaşmaz. Aksine onun manasını hakka’l-yakîn bir şekilde idrak eder. Zaten de böyle olmalıdır. Bir gök haline geldiğinde ise bu kez nurların, yani yıldızların ışıklarının çiçeklerinin bulunduğu mahal olursun. Onlar bilgi hayatı anlamındaki manevi hayatı gösteren şeylerdir.’

Bunlardan birisi de ‘Bazen fitne gizlenmedir’ bahsidir:

.. Korunmuş kişi kendi fitnesinde gizlenir Onu koruyan cennetinde saklar Düşman okları sakınır ondan Arif de cennette böyledir

Şöyle demiştir: ‘Hiç kuşkusuz fime cennet, yani örtü demektir. Fitne bulunduğunda zatının kendisine döneceği işten ve şeyden seni perdeler ve örter. Çünkü fime vaktinde senden neyin geleceği hususun­da Hakkın gözü sana yönelmiştir. Nefsine tam hakim oluncaya kadar, imtihan etme ve sınama! Güçlerini kendine ait kılıp işin kendinde bu­lunduğu durum ile arana perde çekme ki, bu fitnenin senden çıkardığı şeyi görebilesin. Bir insan böyle bir açmazdan kurtulmak isterse, fitne­den önce üzerinde bulunduğu asla bakmalıdır. Allah Teâlâ seni o asla çevir­miştir. Bu durum ‘insan daha önce bir şey değilken kendisini yarattığımızı hatırlamaz mı?’238 ayetinde belirtilir. Allah Teâlâ’nın karşısındaki haline bakma­lısın! Hakk karşısında bulunurken var olan bir şey değilsin. Varlık şeyli­ğinde de O’nun karşısında bu hükümde bulunmalısın. Buna sadece ilahi hitabın gerektirdiği şeyleri ekleyebilirsin, öyleyse hitabın sınırında dur.’

Bunlardan birisi de ‘Hıyanete hainlik eden emanete de hainlik eder5 bahsidir:

Ey izzetinde perdelenmiş olan!

Hain kişiye kisvesinden bakma Sırrın tuzağı onun yaratılışında İzzeti hakkında bir hainlik

Şöyle demiştir : ‘Bu sır Allah Teâlâ ehli olan temyiz ve muhasebe ehlinin gafil kaldığı bir sır iken bu makama ulaşmayan Allah Teâlâ ehlinin durumu ne olabilir ki? Şöyle ki, hainliğe ancak emaneti yerine getirmekle hıyanet edebilirsin. Başka bir ifadeyle emaneti ehline verirken -hain olmadığını zannederkenhain olursun. Çünkü hainlik de kendi hükmünü senden talep eder ve onun hükmü herkese işler. Kur’an’ın ifadesine göre, insan hiç kuşkusuz emanetin taşıyıcısıdır. Onu yerine getirirse hainliğe hain­lik ederken yerine getirmezse emanete hainlik etmiş olur. Hainlik bir emanettir, sen de onu ehline ulaştır, gerçek bir ehli varsa o emanetten kurtul; ehli yoksa emanet değildir. Bilmelisin ki, bu işten kurtulmak Hakkı müşahede etmekle mümkündür. Yani O’nun senin duyman, görmen ve diğer bütün güçlerin olduğunu müşahede etmen lazımdır.

Bu durumda verilecek bir emanet yoktur. Çünkü sen bütün olursun. Demek ki hainlik olmadığı gibi hainlik edilecek veya emanetin verilece­ği biri de yoktur.’

Bunlardan birisi de ‘Uzaklaşmak, uzaklaşmaktır’ bahsidir:

Uzaklaşmaya meyleden kimsenin düsturu ihsandır Bize meyleden bizim kıymetimiz Nereye dönersen O’na bak Korkuyla ve sevgiyle O’nu bulursun

Şöyle demiştir: ‘Konuşanlar arasında uzlaşmayla tespit edilmiş la­fızlardaki farklılık nedeniyle hükümler değişmiş, farklılaşmıştır. Bunun­la birlikte mana bir iken fail tek değildir. Haksızlık meyil olduğu kadar adalet de meyil demektir. Bâtıla meyletmek zulüm iken Hakka yönel­mek adalettir. Fakat her ikisi de meyildir. Öte yandan hanif dini Hakka yönelmek demekken zulüm de Hakkın olmayışına yönelmektir. Meyil olması itibarıyla her ikisi de birdir, aralarındaki yegâne fark yoldur. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘iki yol’ tabirini kullanmıştır. Bunlardan her birisi bir me­yil olunca haksızlık ve zulüm şeytâna yönelmek olmuştur. Aynı şey ada­let, eğrilik ve uzaklaşmak gibi kelimelerde de geçerlidir. Her meyil şey­tana yönelmektir. Bilindiği gibi bâtıl yokluktur ve o yokluk varlığın mukabilidir. O halde Hakk ile didişen ve çekişen sadece bâtıldır. Fakat ilahi gayret bunu ikrar etmemiş, hüküm vererek şöyle buyurmuştur: ‘Bütün iş O’na döner239 Burada Allah Teâlâ bâtıla meyli kendisine döndürmüş, meyli bâtıldan alarak onu hakka çevirmiştir.’

Bunlardan birisi de ‘Güneşin batışında nefsin ölümü vardır’ bahsi­dir:            -

Güneşin batışı nefsin ölümüdür Toprağa girmiş ışığa bakınız O ruh Allah Teâlâ’nın bizdeki ruhudur Üfleme esnasında geri dönmeye başlar

Kendisinden çıktığı ecele doğru döner Dönerken ve giderken acele eder

Şöyle demiştir: ‘Nefs tıpkı güneş gibi Allah Teâlâ’ya izafe edilen ruhtan üfleme yoluyla doğar ve bedende batar. Böylece havayı karartır ve şöyle denilir: ‘Gece geldi, gün döndü.’ Nefsin ölümü onun bedende bulunmasıyken bedenin hayatı nefsin onda bulunmasıdır. O güneşin battığı yerden doğması kaçınılmazdır. O gün ‘Kişiye imanı fayda vermez.  -’240 denilen gündür. Çünkü yükümlülük zamanı gitmiş, o kişi için ortadan kalkmıştır. Bu itibarla güneşin battığı yerden doğması nefsin hayatı demekken, bu, bedenin ölümü demektir. Bu nedenle insan ölünce ame­li kesilir, çünkü hitap bu bütüne ve toplama (beden ile ruha) yöneliktir. Onun ölümünde hayatı varken hayatında da ölümü vardır. Böylece onun işi ve durumu birbirine girer, karışır. Çünkü kendisini yaratanın suretindedir. el-Kebir nerede, el-Mütekebbir nerede! el-Ali nerede, elMüteali nerede! Hâlbuki Hakk Haktır. Mertebeler O’nun hakkında hü­küm vermiş, Allah Teâlâ hükme konu olmuştur. Bu durum yeterli bir açıkla­madır (fıhi-ma-fıh).’

Bunlardan birisi de ‘Dünyanın süsü rüyadır’ bahsidir:

İnsanlar değersiz uyku içindedir Öldüklerinde kalkarlar o rüyadan

Gözlerimiz gördüğünde Uykumuzda ortaya çıkan rüyadır

Şöyle demiştir: ‘İnsan dünya hayatında bir rüyadadır ve bu nedenle rüyanın tabir edilmesi emredilmiştir. Rüya bazen insanlar uykudayken de uykuda tabir edilebilir. Öldüklerinde uyanırlar. Peygamberin diliyle duyu ‘hayal’ olarak ifade edilmişken duyulur olan tahayyül edilen diye ifade edilmiştir. Böyleyken neye güvenilecek? Kesin hüküm veren akıl ve bilgi sahibi, uyanıkken duyu ve duyuluru idrak ettiğini söyler; uyu­duğunda ise hayal ve tahayyül sahibi olduğunu belirtir. Kendisinden saadet yolunu öğrendiğin kimse, yani Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise uyanık ve şu­urlu zannettiğin esnada da uyuduğunu beyan buyurdu. Dünyada uya­nıkken de uyku halindeysen, o zaman içinde bulunduğun her şey ha­yaldir. Başka bir ifadeyle her durumun başka bir manaya sahiptir ve (tabir ile bu anlamın bulunması gerekir). Her şey gördüğünden başka­dır. Sahih uyanıklığın ile hayalin bulunmadığı sahih duyu ancak ahiret hayatında olabilir. Bunu öğrendiğinde, kerametlerin bakanların gözün­deki hayaller olduklarını ileri sürme, sakın! Bilmelisin ki, iş gözle gör­düğün şekildedir. Bu itibarla gözün gördüğünün bir bâtını yoktur, gördüğündür. Bunu anlamalısın! Doğru yol Allah Teâlâ’ya ulaşır.’

Bunlardan birisi de ‘Topal üzerinde sorumluluk yoktur’ bahsidir:

Dilersen baki olanın sırlarını öğrenirsin Onu kabul eden dercedilmiş

Vahyinde bildirdiği üzere davranman gerekir Topalın ve bîçarenin bir sorumluluğu yok

İrade edilen sadece kendisinde bulunan afettir Yoksa topallığı irade etmemiştir

Şöyle demiştir: ‘Biçare üzerinde sorumluluk olmadığına göre, bu itibarla bütün âlem çaresizdir. Basiret gözünü Allah Teâlâ’nın açtığı biri için hiçbir şey üzerinde sorumluluk yoktur. Bu nedenle ‘Alem rahmete va­racaktır’ dedik. Bununla beraber âlemdekiler ateşte kalabilir, onun ehli olabilirler. ‘Kör üzerinde sorumluluk yoktur, hasta üzerinde sorumluluk yoktur.’241 Alemde bunlar vardır ve sadece çaresiz olan vardır. Allah Teâlâ o kişilerden sorumluluğu başka bir güçlükle kaldırmıştır, çünkü kendisin­den başka bir şey yoktur. Sen de yoksun. Hasta ise O’na yönelen de­mektir. O’ndan başka kendisine yönelmenin mümkün olacağı varlık yoktur. Ayette geçen ‘âmâ’ -Allah Teâlâ’dan değilbaşkalarını görmeyecek şe­kilde körleşmiş kişidir. O’na karşı kör olmak mümkün değildir, sadece Allah Teâlâ vardır. Bu nitelikteki kimselerden yükümlülük, üzerinde bulun­dukları zorluk nedeniyle kalkmıştır. Çünkü onlardan her birisini ‘zorda kalan’ diye isimlendirdik. Onun hali kendisinden ayrılmayı talep eder. Bu talep bir açıdan imkânsızdır. Demek ki bütün âlem âmâ, topal ve hastadır.’

Bunlardan birisi de‘Gölgedeki benzer’bahsidir:

Benzer gölgede, ışıklar izhar eder onu

Karşısında bulunan şeyle aydınlatır                                             .

Yandan kendisine gelince kuşatır onu Bazen yok eder, bazen tasvir eder

Şöyle demiştir: ‘Şahısların gölgeleri onların şekilleridir, dolayısıyla benzerleridir. Onlar -şahısları secde ettiği içinsecde ederler. Şahısların karşısında bulunan ışık olmasaydı, gölgeler ortaya çıkmazdı. Bir ışıkla şahıstan gölgenin ortaya çıkması, ışığın belirli bir yerde sınırlı kalmasını gerektirir. Şahıs ışığa göre başka bir yerdedir ve bu durumda gölge or­taya çıkar. Allah Teâlâ gölgeleri şahıslardan ışıklar vasıtasıyla çıkartır. Bu du­rum sınırlı inanç ışıkları hakkında verilmiş misaldir. Her inanç sahibi kendi deliliyle sınırlıdır. Allah Teâlâ senden O’nun karşısında bir gölge gibi olmanı irade etti. Senin gölgen icra ettiğin işlerde sana itiraz etmez, sen de Allah Teâlâ’nın senin hakkındaki tasarruflarını teslimiyet ve kabulle karşıla­maksın. Bu benzetmeyle Allah Teâlâ senin hareketinin O’nun seni hareket et­tirmesinden kaynaklandığına dikkatini çektiği kadar duruşun da öyledir. Gölge hiçbir kişiyi hareket ettiremeyeceği gibi sen de Allah Teâlâ’nın karşısın­da öyle olmalısın. Gerçek gördüğün gibidir, sana tesir eden Allah Teâlâ’dır. Bu delil gerçeği keşfedip zevk yoluyla öğrenen adına delilin ta kendisi­dir.’

Bunlardan birisi de ‘Bir şeyi kendi tavrına ilhak eden kimse onu hakkıyla takdir etmiştir’ bahsidir:

Varlıkların hizmet ettiği hakîm Eşyayı yerli yerine yerleştirendir

Suretiyle her göz sahibine görünür Onları indiren Haktır deme!

Şöyle demiştir: ‘Bir şey kendi hakikatinin dışına çıkmaz. Böyle bir şey mümkün değildir. Bunu istersen, bilgisizlikle ve cehaletle nitelenmiş olursun.’ Şöyle demiştir: ‘Menziline yerleştirdiğin birisinin değerini hakkıyla öğrenmiş olursun. Onun ardında hiç kimse için amaç ve gaye yoktur.’ Şöyle demiştir: ‘Bir şeyin cinsi varsa, onun hakkında cinsiyle hüküm verirsin; türü olursa cinsinin hükmüyle birlikte ayrışmasını sağ­layan tür hükmüyle onun hakkında hüküm verirsin ve bu durumda bir şey iki hüküm sahibidir. Şahıs olduğunda ise hem içerdiği cins hük­müyle, hem içerdiği türün hükmüyle, hem de özel şahsiyetinin hakika­tine göre hüküm vermelisin. Bu durumda o şey üç hüküm sahibidir. İş tekliğe doğru yaklaştıkça, hükümler çoğalır. Hakk birdir, O’nun isimleri sayısızdır. Çok olsaydı, zatî isimleri kendi aralarında bölünmüş olurdu. Hâlbuki cins çok, hükmü birdir’

Bunlardan birisi de şudur:

İyi düşünürse, tayinde ve haberde,

Aklı taklit eden ortak hiç kuşkusuz ki mevcut Hakim her hadisede bunu bildirmiş İş az veya çok olsun, bütün hadiselerde

Açık ve Gizli Şirk

Şirkin bir kısmı açık, kapalılık yok onda Bir kısmı gizli, bilirsin onu

Gizlenir sonra ortaya çıkar Onu gizleyen de izhar eder

Şöyle demiştir: ‘Açık şirk, filinin bir araçla meydana getirdiği şirk iken gizli şirk alede yapılabilecek bir konuda alete ve araca güvenmek demektir. Bu itibarla herkes müşriktir. Çünkü herkes bilgi sahibidir ve şirki ancak bilgi meydana getirir, bilgiyi ise Hakk talep eder. Bu yönüyle bilgi Hakk’tır. Kastedilen bilgidir. Onların çoğu Allah Teâlâ’ya şirk koşarak iman ederler. Allah Teâlâ’yı bilenler çok olsa bile, müminlerden bir grubu şirk­te bırakmıştır. Fakat şirkin içinde bulunduklarını bilmezler. İçinde bu­lundukları şirke dair bilgileri olmadığı için Allah Teâlâ onları şirke nispet et­memiştir. Onlar bunun farkında değillerdir. Bu da gizli-ilahi tuzağın parçasıdır. Bu durum ‘Biz bir tuzak kurduk, onlar farkında değildir.’242 ayetinde belirtilir.’ Şöyle demiştir: ‘Burada şirk derken kastedilen Allah Teâlâ karşısında ikinci ilahı kabuldür. Öyle bir davranış tam cehalettir, çünkü başka ilah yoktur; ister müşrik olsun ister olmasın, herkese göre tek ilah vardır.’

Bunlardan birisi de ‘Ayederden yüz çevirmek en büyük afettir’ bah­sidir:

Acizlik düşünürken ayetlerden yüz çevirmek Ayet ve surelerdeki mucizeler gibi

Onları düşün, belki hakikatlerini anlarsın İnsanlar dünyada büyük bir tehlike üzerinde

Şöyle demiştir: ‘Sen nefislerini ayeder nedeniyle (günahlardan) çe­virenlerden ol, ayederden yüz çeviren olma! Onlardan yüz çevirenler nefisleriyle perdelenmiş, nefislerine sahip olmadıkları özellikleri nispet etmiş kimselerdir. Öyle insanlar ayederi görmekten körleşmiş, afeüer kendilerine yerleşmiş, kuruntular ortaya çıkmıştır. Nefsi nedeniyle ayet­ten yüz çeviren kişi, delilin medlulden farklı olduğunu bilir. Öyle biri zıt ve mukabil olandan kaçmıştır. Delili inceleyen kişi onu inceler, ken­dinde elde ettiği şeyden kaçar. Keşif ve vecd ehli medlulü inceler. Fakat bu inceleme -medlul olması itibarıyla değilmeşhud, yani görülen ol­ması itibarıyla yapılır. Onlar eşyaya Allah Teâlâ’nın emriyle kendisinden var olmaları bakımından bakarlar. Bütün eşya Allah Teâlâ’dan O’nun emriyle var olmuştur. O halde emir zatî varlığa bitişmemiştir. Keşif bilgisi olmayan veya düşüncesi karışıklıktan kurtulmamış kimse için durum farklıdır. Emir gelmiştir. Emir O’nun kelamı, kelamı ise zatıdır.’

Bunlardan birisi de ‘Ölmezden önce ölen yükselir5 bahsidir:

Vikaye nurı’u himaye eder, her daim kendi fiilini Başkalaşmadan, afetten ve zararlardan

Onu değiştirme veya eksiltme Bulunduğu suret ortadan kalkmasın

Şöyle demiştir: ‘Vikaye, yani koruyucular, korudukları ile kendi­sinden konman arasında perde olunca, korudukları şeye etkilenecek bir dereceden yükselmeyi, uzaklaşmayı ve tesirin hükmünden korunmayı vermişlerdir. Böylece âlemlerden müstağnilik özelliğine yükselir, başka bir şeye değil! Çünkü bazı yerlerde -tesir etmek üzerebizimle Allah Teâlâ arasında ortaklık gerçekleşmiştir. Bu durum ‘Bana dua ettiğinde, duasına karşılık veririm243 ayetinde belirtilir. Allah Teâlâ’nın istek nedeniyle kullarına karşılık vermesi, (kulun kendisinde) bir tesiri ve etkisi demektir. Hâl­buki âlemlerden müstağniyken böyle bir durum söz konusu değildir. Vikaye nun’u ile konman (ben zamiri) buradan zenginlik, yani ‘müstağnilikten müstağnilik’ makamına ulaşır. Bu durum, Hakk kendisine nispet edilen sıfadarın aynısı olunca gerçekleşebilir. Allah Teâlâ’nın sıfadarından birisi de herhangi bir şeyden müstağniliktir. Allah Teâlâ -kendinden de­ğilâlemlerden müstağnidir. Bu tanıma göre yükselme ve terakki ger­çekleşir.’

Bunlardan birisi de ‘Organlarının aleyhinde şahitlik ettiği birinin kabahatleri çoğalır* bahsidir:

Kişi kendiyle sınırlı Hiçbir şey gizli kalmaz ona Bazen izhar eder, bazen gizler onu Bu kadarı da yeter ona

Şöyle demiştir: ‘En çok hüsrana uğrayan kişi, hakkında şahit bulu­nan kimseyken en Mutlu insan kendi lehinde şahidik eden biridir. Öyle biri iki tarafta da muduluk ve bedbahtlıkta öne geçmiştir. ‘Onlar kendi­leri hakkında kâfir olmaları hususunda şahitlik etmişlerdir.’244 Onlar şahit­likleriyle kendilerini bedbaht edenlerdir. Hakkında organlarının şahit olduğu kimseye gelirsek, onun kabahati, organlarının şahitliği nedeniy­le çoğalmaz. Onun kabahati acizliği ve şahitlik esnasında kendini nasıl savunacağını bilemeyişinden kaynaklanır. Bu konuşma sadece bir yo­rum ve imkân olarak şahidik diye isimlendirilmiştir. Çünkü organlar bilfiil şahidik ederler, yoksa hüküm itibarıyla şahitlik etmezler. Onlar şeriatta belirlenmiş itaat ile günahı tefrik edemezler ki! Onlar zatı gere­ği -emirle değilitaat edenlerdir. Bu durumda hüküm Allah Teâlâ’ya aittir. Allah Teâlâ ise -organların konuşması olmaksızınkendiliğinden hükmü verir. İşte burada alim olan başkasından ayrışır.’

Bunlardan birisi de ‘Gizli rahmette emniyetin ortaya çıkması’ bah­sidir:

Kulun temenni ettiği ona ait değil Onu yaratmış Allah Teâlâ’ya aittir

Bu nitelikteki kişiye jetâ denilir

Onun değeri benzerlerinden kat be kat üstün

Şöyle demiştir: ‘insanın en haz aldığı şey, ortağın bulunmadığı nimettir. Filozoflar -kendisinde ortak bulunmadığı içinkemalle sevinip mutlu olmanın hazzını sadece Allah Teâlâ’ya nispet etmişlerdir. Herhangi bir işte ortağın bulunmayışından daha büyük ve değerli bir haz olamaz. En büyük haz kendine mahsus olmaktır. Allah Teâlâ ‘O’nun benzeri bir şey yok­tur245 der. Bu, gizli rahmet demektir. Onun ‘gizli’ diye isimlendirilmesinin nedeni ortağının bulunmayışıdır; onu sahibi ile gizliyi ve daha gizliyi bilen bilebilir. Allah Teâlâ’nın böyle bir rahmeti bilmesi onun gizli ol­masını engellemez. Çünkü burada gizlilik -Allah Teâlâ’dan değilvarlıklardan gizliliktir. Allah Teâlâ’ya yeryüzünde veya gökte hiçbir şey gizli kalmaz. O’na kendisi de gizli kalmaz. İnsanın kendini bilmeyişi şaşılacak bir iştir. Arif kendini nasıl bilmez ki? Üstelik onu bilmediğini de bilir.’

Bunlardan birisi de ‘Korkan alim karanlığın bürüdüğü gecedir5 bahsidir:

Korku alimlerin niteliği Onlar Allah Teâlâ’nın katındaki hakimler

Söylediğim şeyi bilmeyen                                                       ,

Alimler hakkında söylediğim bu sözü .

Doğru yolu bulamaz hiçbir zaman

Körlük içinde kalır durur                                . .

Şöyle demiştir: ‘Karanlık (bâtını anlamında) cinsel ilişki, o da örtü ve gizlenmek demektir. Bu nedenle nikâh ve cinsel ilişki sır diye ifade edilmiştir. Onu örtündüğünde zatı gereği kendisini örtüp nefsiyle onu perdelediği için, yük yüklenmiş, bu durumda erkek kadının kadın da erkeğin elbisesi haline gelmiştir. ‘Kadınlar sizin için elbise, siz de onlar için elbisesiniz246 Alim bilgisi her şeye nüfuz eden demektir. Bilginin her şeye nüfuz etmesiyle de onları kuşatır, ana konulardan hiçbiri bilgi­sinin dışına çıkmaz. Böyle bir durumda her şey, alimin elbisesi haline gelirken o da her şeyin elbisesi haline gelir, insanın böyle bir Hakk ulaş­ması kalbinin Hakkın evi olmasına bağlıdır. Varlığıyla Hakkı kalbine yerleştirdiğinde kul bütün güçleriyle O’nu giyinmiş ve kuşanmıştır. Hakk cami, yani (bütün isimleri kendinde) toplayıcı varlık iken O’nun bilgisi de Haktan başka değildir. Bu durumda Hakk her şeyi bilir. Bildi­ğinde kuşatmış, kuşattığında giyinmiş, giydiğinden her şey O’ndan et­kilenmiş olurken O’ndan etkilenen de kendisini kuşatan ve örten bir ‘eş’ ve ‘ehil’ haline gelir.’

Bunlardan birisi de ‘Dinden çıkmak mülhiderin düsturudur’ bahsi­dir:

Zannetme ki dinden çıkan kişi

Bildiğini gerçekte biliyor

O toplayıcı olan Hakk                     .

Duyduğu her sözle hüküm verir

Söylediği sözü doğru söyler

Aklettiğini doğru düşünür

Şöyle demiştir: ‘Din karşılık ve ceza demektir. Kişi ceza, yani karşı­lık (anlamındaki dinden) ayrılarak zorunlu kulluk demek olan ubûdet üzere amele yönelmez. Zorunlu kullukta ibadet -ahiretteki ibadet gibiHakkın zatı için yapılır. Mülhit (bu anlamıyla) insanların arasında mülhit iken rabbinin katında muvahhid, yani birleyendir. Öyle biri Rabbine ibadet ederken illet, sebep ve amillerden kendini kurtarmıştır. Böyle bir ilhad övülen ilhaddır. Onun ilhad diye isimlendirilmesinin sebebi, ‘amelden emre yönelmek’ anlamına sahip olmasıdır. Bu haldeki birinin, ibadetinde Hakkın amelleri kendisinde yaratma emrini duyup müşahe­de etmesi gerekir. Bunlar Allah Teâlâ’nın yapmasını emrettiği emir ve işlerdir. Kişi amellerin şeriatta belirlenmiş emir ve yasaklara muvafık bir tarzda ve Allah Teâlâ’nın emriyle kendisinde oluştuklarını görür, Hakkın ‘var etme’ emrini işitir. Bu niteliğe sahip olmazsa bölüme başlık yaptığımız ve ‘dinden çıkmak (ilhad) mülhidin düsturudur5 dediklerimizden biri de­ğildir. Bü makam sahibi kendini böyle tanır, onu bilkuvve olarak al­maz.’

Bunlardan birisi de ‘Sadece kendini mertebeye tahsis eden kişi yo­kuşu çıkabilir5 bahsidir:

Çetin iş arama, bu iş kolay Hakk her şeyi kolaylaştırmış

İnsan karşısında varlık hayır ve iyilik Emirde serbest kaldıktan sonra hayrete düşer Allah Teâlâ onu öldürür, sonra kabre yerleştirir Sonra dilediği bir vakit ortaya çıkartır

Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ olmaksızın ‘ben ilahım’ diyen biri, hiç kuşku­suz ‘Allah Teâlâ olmaksızın’ demekle cahil olmuştur, yoksa sadece ‘ben ila­hım’ demekle cahil olmamıştır. Daha doğrusu her iki söz nedeniyle bir­den cahil olmuştur. Burada ‘Allah Teâlâ olmaksızın’ diyerek başkasının varlı­ğını ispat etmiştir. Kul Hakk vasıtasıyla konuştuğunda ve Hakk onun ko­nuşma (gücüyken) ‘ben ilahım’ diyen kul değil, O’dur. Hakk vasıtasıyla konuşurken kul ‘Allah Teâlâ olmaksızın’ demeye ihtiyaç duymaz. Kul hiçbir zaman Rab olmayacağı gibi bilhassa böyle bir zevkte Rablik kokusu onda bulunmaz. ‘Allah Teâlâ Meryemoğlu Mesih’tir diyenler kâfirdir.’247 Onlar ‘Meryemoğlu’ demiş, onu oğul olmakla nitelemişlerdir. ‘Allah Teâlâ’nın oğlu’ deselerdi bu de söz bütünüyle yanlış olacağı gibi sözü söyleyenler de kâfir olacaktı. Buna mukabil ‘Allah Teâlâ (veya) Mesih; hangisiyle dua eder­seniz’ diyerek -ayette Rahman ismi hakkında geçtiği üzeresadece bu ismi mertebeye tahsis etmemiş, bu nedenle de şirk de koşmamış olur­lardı. Allah Teâlâ bir ilahtır.’

Bunlardan birisi de ‘Babasından başkasına ait olduğunu iddia eden veya efendisinden başkasına bağlanan köle’ bahsidir:

Kuşkusuz yalanla övünen bulunduğu her yerde kınanmış

Yanlış bile olsa yalanla izzete erer

Allah Teâlâ güzelleştirmiş, itidal vermiş ona

Bütün yaratıklardan ayrı, insan diye düzenlemiş onu

Allah Teâlâ onu kudretinden izhar etmiş

Böyle olmasaydı var olan hiçbir şey olmazdı                        ,

Nefsimin yaratılış gayesinden başka arzum olsaydı                      :

Yaratıklar içinde iyi biri olmazdım

Şöyle demiştir: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Babasından başka­sının babası olduğunu iddia eden veya efendisinden başkasına sığınan köleye Allah Teâlâ lanet etsin. Yani Allah Teâlâ’dan uzak olsun. İnsanın yegâne efendisi Allah Teâlâ’dır ve bunun için Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem herhangi birimize köle­sine hitap ederken ‘kulum’ veya ‘kölem’ demeyi yasaklamıştır; bunun

yerine ‘cariyem’ veya ‘guiam’ diyebilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bize efendimiz olan birisine ‘rabbimiz’ diye hitabı da yasaklamıştır. Buradaki ilahi gay­rete ve bunu ortaya çıkartan hakikatlere bakmalısın. Babasından başka­sının babası olduğunu iddia eden lanetlenmiştir. Yani doğmuş olduğu asıldan onu uzakiaştırmıştır. Oğul kan bağı yoluyla doğana verilen bir isim iken evlat edinme yoluyla olana da denilebilse bile, hiç kuşkusuz Allah Teâlâ’nın sözü daha uygundur. ‘Onları babalarına nispet ediniz, böyle yapmak Allah Teâlâ katında daha doğrudur.’2*8 İlahi gayretin hüküm vererek ‘çocuk yatağa aittir’ dediğinden tereddüde kapılmayız. Başka bir ifadey­le yatak sahibi reddetmediği sürece, çocuk yatağa aittir. Binaenaleyh ev­latlık yoluyla oğulluk seçim ve mertebeyle ilgilidir ve (bunun için Allah Teâlâ hakkında kullanırken) ‘oğul’ lafzı yasaklanmış bir sözdür. Bununla be­raber şu ayette ‘evlat edinme’ kokusu ve izi yer alır. ‘Allah Teâlâ çocuk edinmiş olsaydı, yarattıklarından dilediğini seçerdi.’249 Ayetin devamında ‘Allah Teâlâ bir : ve kahhardır250 denilir ki, seçimde bir belirsizlik vardır. Seçilen kimdir? Bazen seçilme derken ilahi teveccühün -görenin gözündebeşeri surette ortaya çıkmasıyla, çocuğun meydana geldiği mahal kastedilebilir. Misal olarak Hz. Meryem’e yakışıklı bir erkek suretinde gözüken Cebrail’i ve­rebiliriz. Hz. Meryem Cebrail’e ‘Senden Rahman’a sığınırım251 demişti. Burada bir sır vardır ki onu araştırmalısın: Cebrail kendisine ‘Ben Rabbinin elçisiyim’252, yani sana geldim demiş ve eklemiştir: ‘Temiz bir oğlan vereyim diye...’253 Hz. Meryem iffetini korumuş olduğu için Cebrail ona Allah Teâlâ’nın emrinden bir ruh üflemiş ve bu çocuk kendisine nispet edilmiş­tir. Bu nedenle Hıristiyanlar ‘Mesih Allah Teâlâ’nın oğludur’ demişlerdir. Allah Teâlâ canlarını alsın! Ne kötü de hüküm veriyorlar. Bazen de ‘seçim’ derken evlatlık kastedilir. Ayette Allah Teâlâ’nın neyi kastettiğini en iyi kendisi bilir. Hepsini mi kastetmiştir veya onlardan birisini mi kastetmiştir?’

Bunlardan birisi de şu bahistir:

Sağlam ipe sarılan kişi                                                           ,

Takva sahibi imam ve efendidir Vahiy getirirken Ruh haber verdi ondan:

Saadete ermiş, artık bedbaht olmaz

Şöyle demiştir: ‘İp mevhum bir çizginin ikiye ayırdığı iki farazi iki ucu olan bir dairedir. Bu itibarla sağlam ip iki ucu itibarıyla sen ve O’sun. Varlık senin ile Allah Teâlâ arasında taksim edilmiş, çünkü varlık, Rab ile kul arasında taksim edilmiştir. Kadim Rab iken, hâdis ve zamanlı

kuldur; varlık bizi birlqtiren bir durumdur. ‘Namazı kendimle kulum arasında ikiye böldüm, yarısı benim, yarısı kulumundur.’ Bu bir açıdan kopabilecek iptir, çünkü yükümlülük nizamının bozulması ve yapı üze­rinde inşa edilmiş namazın ortadan kalkması gerekir. Onun kalkmasıy­la, geride yokluğun ve varlığın halinde bağlanmış olduğun ‘zatî yaratılış namazı’ kalır. O hiçbir zaman kopmayacak ‘sağlam ip’ demektir. O ipe sarılmalısın, O’nu kendinle tek veya çift yapmamalısın: Sen sensin, O daO’dur.’

Bunlardan birisi de şu bahistir:

Her nerede olursa zekât bereket demek İzzet kazandıran akıl ve zekâ gibi Her halde görürsün onu /

Dilediğini süslemiş ve güzelleştirmiş iken

Şöyle demiştir: ‘Zekât gelişmek ve çoğalmak anlamındaki zekâyezku’dan türetilmiştir. Faiz anlamındaki riba haram iken zekât da bir tür ‘riba’dır (berekedenmek). Zekât bereket ve çoğalmanın el değiştir­diği durumlarda ortaya çıkar. Ölü eti haramdır, çünkü temiz bir şekilde kesilmemiştir. Bununla beraber riba karşısında zekât ne ise ölü eti karşı­sında besmeleyle kesilmiş mısmıl hayvan eti de öyledir: Zekât ile mısmil olarak kesilen hayvanın ortak paydası temizliktir. Zekât malların bir kısmının temizlenmesiyken mısmıl etmek de hayvanların bir kısmının temizlenmesidir. Aralarındaki uzak payda da kendisini alan için meyda­na gelen fazlalık ve berekettir. ‘Onu tezkiye eden felaha ermiştir.’254 Yani onu berekedendirmiş, temizlemiştir. Allah Teâlâ nefsin gücü olmaksızın be­reket tezahür etmez. Sehl b. Abdullah şöyle demiştir: ‘Besin ve gıda Allah Teâlâ’dır.’ Sehl bu sözünü ‘besin nedir’ diye sorulunca söylemiştir. Ardın­dan ‘biz bedenlerin besininden soruyoruz’ denilince, şöyle demiş: ‘Be­denlerden size ne? Evi sahibine bırakın, dilerse imar eder, dilerse tahrip eder.’ Bir rivayette şöyle denilir: ‘iman müminin kalbinde berekedenirken mümin ancak bir müminle bereketlenir.’ Çünkü mümin için diğer mümin birbirini tutaıi binanın tuğlaları mesabesindedir. Duvar tuğlala­rın birbirine eklenmesiyle güçlenip inşa edilirken mümin de diğer mü­minlerin vasıtasıyla yücelir. Bu itibarla el-Mü’min Allah Teâlâ’nın isimlerindendir.’

Bunlardan birisi de şu bahistir:

Her işe dalmak Varlıkta bir körlük

İçinde bulunduğunda

İzzet ve inayetle basiretli olursun

Allah Teâlâ’nın Nimetlerine Dalmak Körlüktür

Şöyle demiştir: ‘Sen ayetin kendisi olunca, delili olduğun kimseye en yakın şey bizzat kendin olursun. Ayete daldığında ise -delil değilde­lilden hareket eden kişi olur, (Allah Teâlâ’ya) ayet olmaktan uzaklaşırsın. Başka bir ifadeyle maksattan uzaklaşmış, perdelenmiş olur, körlükte kalırsın. Kendine derin bir şekilde dalmamalısın, keşif üzere zatına bakıp kimin­le irtibadı olduğunu görmelisin. Irtibadı olduğun ayetin medlulüdür! O seni inceleyen yabancı için kendisine ayet ve delildir, yoksa kendine bir ayet olsan bile (gerçekte) kendin için ayet ve delil değilsin. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ayetlerimize dalanları gördüğünde onlardan yüz çevir.’255 Bu ifade güzel bir işaret, yeterli bir öğüttür. Onlar başka bir söze geçinceye kadar kendilerinden yüz çevirmek gerekir. Allah Teâlâ ayederi kendisine izafe etmiştir. O ayedere dalarsan kendinden başka bir cihete geçmiş olur­sun. Hâlbuki işin doğrusu senin de O’nun da bulunmasıdır: sen O’na, O da sana aittir. Yoksa O kendisi için değildir. Öyle olsaydı seni niçin yaratmış olsun ki? Ya da sen kendin için yaratılmış değilsin ki? Bunu bilmelisin.’

Bunlardan birisi de şu bahistir:

Kaza ve kader altında sakin kalan kişi Rıza mertebesine ulaşmış kişidir Her şeyi güzellik olarak kuşatmış İşin sırrı kendisinden gizi değil, yoksa Kaza altında sakin olmak Bazen rızadan kaynaklanmazdı

Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ’nın kazası altında sakin ve dingin duran' her­kes, hakkındaki kaderden razı olmaz. Bazen sakin kalan, gafleti veya ha­riçten başka bir nedenle ezilmiş ve mecbur olmuşken sakin durabilir; ezilme ve zorlanma kalktığında, daha önce rızadan olduğunu iddia etti­ği hal de kalkar. Allah Teâlâ kendisini doğru sözlüye benzetirken mecbur iken yalan söyleyenin yalanını gizlemiştir. Dışardan bakılınca her iki şahsın razı olduğu görülür: Birincisi gönüllü, diğeri isteksizce razı olmuştur. ‘Göklerde ve yerde bulunan her şey isteyerek veya zorla Allah Teâlâ’ya secde eder.’256 ‘Gök’ derken bilinen ve görülen göğü kastetmiyorum. .Gök yükseğe ve yer aşağıya işaret eder. Göktekiler zorla secde ederken yerdekiler ehil olmaları itibarıyla isteyerek ve gönüllü olarak secde ederler. Gökte yer ehli olanlardan da bulunabilir. Öyle biri gönüllü olarak secde eder. Bazen yerde gök ehli olan birisi bulunabilir ki, o da zorla ve istek­sizce secde eder. Bu bilgi bir zevk bilgisidir; secde eden herkes hangi nitelikle secde ettiğini de bilir. O bu niteliğin verdiği duruma göre ehildir. Şöyle demiştir: ‘Kul kazadan razı olmak zorundadır, yoksa hü­küm verilen her işten razı olmak zorunda değildir. Bunu bilmelisin! Bu konu ince bir meseledir.’            '

Bunlardan birisi de şu bahistir:

Sürekli dalalet ve körlükte Rabbine asi olan alimler Söylediğim söze iyi bakın Hikmet olarak bulursunuz onu ..

Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ’ya ve peygamberine asi olan dalalettedir. Bu itibarla sadece Bir var iken Peygamber perdedir. Peygamberin arzusun­dan konuşmadığını ve onun yaratılmış suretinde tezahür eden Hakkın dili olduğunu biliyorsun. Yükseltirse Allah Teâlâ kendisini kınar, terk ederse sıkıntı üzere bırakır. Allah Teâlâ bu illet için kendisine ilaç vermiştir. Bu du­rum ‘Peygambere itaat eden Allah Teâlâ’ya itaat etmiştir257 ayetinde ifade edilir. İlaç ‘Sana biat edenler Allah Teâlâ’ya biat etmiştir258 ayetinde pekiştirilmiştir. Cem’ mertebesinde iş tek yapılmıştır; hatta ilaç hastalığın kendindendir. Hz. İbrahim ‘Hasta olduğumda bana şifa verir259 der. Çünkü kulun yara­tılışının ve yapısının gerektirdiği düşünceleri vardır ki onların bir kısmı hastalık verip ilaca muhtaç bırakırken bir kısmı hastalık içermez. Bunlar selim-sağhkh düşüncelerdir.’

Bunlardan birisi de şu bahistir:

Vaktin lezzeti derleyene ait:

Yakınlık meyvesini derleyene

‘Nasıl dedin’ deyince Kastettiğim âlem bilseydi

Vecdden kendisinden geçerdi? Ben de kimim?

Bu nedenle kendimden perdeledim O’nu


Şair ‘korkmuş ve ürpermiş kişinin emniyetten aldığı hazdan daha tadı’ tabirini kullanır. Çünkü korkan kişiye gelen güven duygusu sürekli güvendekinin aldığından daha büyük ve güçlü bir hazdır. Bunun sebebi korkunun ardından güven duygusunun yenilenmesidir. Daha önce arzu ettiği ve gerçekleşmesini beklediği halden zıt bir durum meydana gelir. Böylece kendisinden daha hazlı durumun olmadığı bir hazzı elde etmiş olur. Allah Teâlâ basiret gözünü açmış olup da her nefeste yenilendiğini görmüş olsaydı -bununla beraber yenilenmeksizin yokluğa katılmak ih­timal dahilindedirsürekli haz içinde olurdu. Fakat bu mertebe herkese verilmemiştir. İnsan Allah Teâlâ’nın hakkında söylediği gibi ‘Yeniden yaratma hakkında kuşkudadır.’260 Bu durum ahiretin yaratılışının genel anlamıyla ilgilidir. Derleyen, akıbetini bekleyendir. Mümin ya derlediği hakkında Allah Teâlâ’dan karşılık ve ceza bekler veya mağfiret ve bağışlama bekler. Mağfiret geldiğinde, değerini tadanın bilebileceği haz ve zevki bulur.

Bunlardan birisi de şu bahistir:

Nur içinde olana nur eşlik eder

Bilgisizlik karanlığı kuşatır onu

Sen O’nurila ol,

Dayanma başkasına                            .

Şöyle demiştir: ‘Nurun velayeti ve idaresiyle zuhur gerçekleşir, bu durumda eşyanın hakikati görünür, gamlar ve endişeler parçalanır, ba­kılan her yerde Allah Teâlâ’ya ait bilgi ve fetih ortaya çıkar; aynı bilgi başka bir şeyde yoktur. Ona öyle bir haz ve muduluk bitişiktir ki bu haz ancak aradığını gören susamışta bulunabilir. Bununla beraber aradığı bilkuvve halinde onun tarafından biliniyordur. Veya bakılanın güzellik ve tadı­nın değerine göre bir haz ortaya çıkabilir. Karanlığın velayetiyle karan­lığın örttüğü her şey onun için ortadan kalkar, gamlar kendisinde top­lanır. Her nefes bir karanlıkta olması kaçınılmazdır ve böylece onun hazları azalır. Bu karanlıkta fetih ortaya çıkarsa karanlık nedeniyle mut­lu olması daha tam ve yetkin olur.’

Bunlardan birisi de şu bahistir:

Senden bir şey gidince onun yerine yenisini isteme

Çünkü senden gidenin ecri yenisi gelse tükenir

Hep sırların ihata ettiği kimseye de ki:

Benim ümit beslediğim makam telefte

Bazen Telef, Halefte Olabilir

Şöyle demiştir: ‘Kendisine emanet verilip onun hakkında Allah Teâlâ’ya karşı sözünü bozanın perdeleri artar. Öyle birinin güçlükleri de artar. Allah Teâlâ ona bir şey vermiş, yerdiğini de korumayı emretmiştir. Allah Teâlâ’dan sakınmak bu davranışta tezahür eder. Özellikle yükümlülük yurdunda böyledir. Onu böyle sınırladık, çünkü Allah Teâlâ Hz. Süleyman’a ‘Bu sana olan vergimizdir, ister ihsan et ve ister tut, hesap yoktur261 demiştir. Gerçi Allah Teâlâ bu nimeti ona Hz. Süleyman’ın duasıyla ihsan etmişti: ‘Bana ben­den sonra kimseye yaraşmayan bir mülk ver.’262 Onun istediği bütündür. Bu itibarla ciddiyet sahiplerinin hapsedilmiş oldukları söylenir, bunun nedeni asıllarının dışına -ki asılları fakirliktirçıkmış olmalarıdır. Allah Teâlâ ise kendilerini zillet ve yoksulluktan başka bir şeyle övmemiştir. Onlar Hakkın verdiklerine muhtaç olmasalardı, onları kendisiyle perdelemez, verdiği hakkında onları yormaz, kendi hakkının veya başkasının hakkı­nın bulunduğu işleri yerine getirmeyi onlara emretmezdi. Bu haklara misal olarak zekât ve benzeri hakları verebiliriz. Onlar asılla, yani fakir­likleriyle kalmamışlar, mallarına zekâtı emrettiğinde şöyle demişlerdir: Bu zekât cizyenin kardeşidir. Allah Teâlâ bize ihsanından verseydi, sadaka ve­rir, iyi kişilerden olurduk.’ Onlar söylediğimiz sözü söylemişler, ‘Kıya­met gününe kadar kalplerinde nifak bulunmuştur.’263 Hâlbuki Hakkın on­lara verdiği halde sabit olup fazlayı talep etmeselerdi, onların üzerinde her şeye yaratılışlarını verirken onlara da verdiği yaratılışlarını muhafaza etmekten başka bir şey vermezdi. Aynı zamanda Allah Teâlâ her şeyin yaratı­lışını onun adına muhafaza eder. Muhtaçlıktan sakınmalısın! Zenginler sahip olduklarına muhtaç oldukları için Allah Teâlâ’dan başkasıyla perdelenmişlerdir. Onlar ellerindekinden fazlasını istemiş, tatmin olmamışlar­dır.’            .

Bunlardan birisi de şu bahistir:

Ceza vakte bağlı, ikisi de giderse Gittikleri için Allah Teâlâ’ya hamdetmelisin

Bil ki senin üzerinde hakkı vardır Cezalandırmazdan önce ödersen ceza olmaz

Şöyle demiştir: ‘Vakit sahibi vaktine gereği üzere muamele edip hakkını ödediğinde, vakti hakkında cezalandırılmaktan korunur, içinde bulunduğu vakit ve halde himmetini vaktinin dışında kalan işlere verdi­ğinde, mevcudu bırakıp madumla meşgul olduğu için, vakti hakkında cezalandırılır. Edep hazır olana karşı olabilir. Öyle ki, gaib olana, orta­da bulunmayana edep gösterilirken, hazır olmayışı bakımından edep gösterilmemiştir; böyle bir durumda edep, zikredilen adı karşısında ya­pılmıştır. Gaip olan biri zikredildiğinde, hiç kuşkusuz, onun yâdı ismi­nin lafzında hazırdır. Demek ki edep ancak hazır olan karşısında yerine getirilebilir. Çünkü zikredilen, kendisini zikredenle beraber oturur. Vaktinin dışında kalan bir şeyle nefsini meşgul etme ki, vaktin cezalan­dırdığı birisi olma! Vakit bir insanı cezalandırırsa, o ceza Allah Teâlâ’nın ver­diği cezadır, bundan sakınmalısın!’

Bunlardan birisi de şu bahistir:

Kendisinden sonra sıkıntı olmayan rahatlık yok , Onu böyle bilen kişi rahatlar

Allah Teâlâ bize böyle haber verdi                                .

Eziyetin takip ettiği rahatlık dedi

Şöyle demiştir: ‘Nefsin Mutlu olacağı bir işle rahadamak Allah Teâlâ’nın sevmeyeceği bir rahatlamaktır. Bunu bilmelisin! Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ çok sevinenleri sevmez.’264 Buradan belirli bir sevinme tarzını kastettiğini anladık. O sevinme rahatlığa dönüşür, sonra kişi, sevindiği ölçüde hüz­ne ve üzüntüye duçar olur. Sevinci büyük ise hüznü de büyüktür. Kısa­ca sevinç ne kadar olursa hüzün ve üzüntü ona göre ortaya çıkar. Allah Teâlâ kullarına O’nun ihsanı ve rahmetiyle sevinmelerini emretmiştir, yoksa toplanılan malla sevinmek doğru değildir. Çünkü insan ölünce malı dünyaya bırakır, onu ahirete taşıyamaz. Demek ki Allah Teâlâ insana kendi ihsan ve lütfuyla sevinmesini emretmiştir. Burada lütuf ilave edilen bir şeydir, fakat o da Allah Teâlâ’nın yarattığı ihsandır. Allah Teâlâ ihsana da yaratılışım vermiş, onun zuhuru sende ortaya çıkmıştır. Sen de seni ihsan ve rah­metinin mahalli yaptığı için Allah Teâlâ’ya hamd etmelisin! Sonra sevinmeyi emrettiği için sevinmeli, sevinçte zorunlu olan Hakkın meyvesini devşirmelisin.’

Bunlardan birisi de şu bahistir:

Hakk beni hasta eder yüz çevirince

Kimdir beni böyle hasta etmiş keşke bilseydim

Belki bana gelir bir şekilde

Onun gelişi bana rıza verir                    .

En Büyük Hastalık Yüz Çevirmektir

Mutlak anlamda yüz çevirmek, olabilecek bir şey değildir; çünkü mudaka bir yöne yönelmek gerekir. Demek ki sadece özel bir yüz çe­virme halinden söz edilebilir. Yüz çevirmenin bir kısmı kınanmış, bir kısmı da kalplerdeki en çetin ve şiddedi hastalıktır. Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ’nın kendisine delil olarak âleme yerleştirmiş olduğu ayetlerinden yüz çevirmek, insafsızlığa ve değersiz arzulara uymuş olmanın delilidir. Bu davranış, -Allah Teâlâ’dan hesap etmediği bir ihsan ve fazilet ortaya çıkmadık­çainsanda kökleşmesinin ardından sahibinin iyileşemeyeceği bir hasta­lıktır. Hesapsız ihsan ortaya çıktığında ise kişi bir ilaç kullanmak arzu eder, artık ilaç fayda vermez. Bu Hakk misal olarak güneşin battığı yer­den doğmasının ardından tövbe etmeyi verebiliriz. ‘Daha önce iman et­memiş veya imanında bir hayır kazanmamış kimseye imanı fayda ver­mez265 Ayette zikredilen iman umutsuzluk, can çekişme ve ölümü görme vaktinde gerçekleşen imandır.’ Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ’dan yüz çe­virmek düşünülemeyeceği gibi mutlak anlamda yaratılmışlardan da yüz çevirmek söz konusu değildir. Hal böyleyken aradaki fark nedir?’

Bunlardan birisi de şu bahistir:

Gayeler nefiste bulununca

Nefs sahibi ise hastalıklar takip eder kendilerini

Hiçbir kerim insana ulaşamaz onlar

Çünkü kutsiyet mertebesinden elemler yerleşir ona

Kuşkusuz ki onların yaratılmış âlemde sadmeleri var Gayret edene ve bıkkına yerleştiklerinde

Gayelerin övülmüş kısımlarından birisi yüz çevirmektir. Şöyle de­miştir: ‘Allah Teâlâ’nın zikrinden yüz çevirenden sen de yüz çevirmelisin. Bu durum ‘Cahillerden yüz çevir266 ayetinde ifade edilir. Allah Teâlâ’nın zikrinden yüz çeviren ‘yüz çevirmiş’ biridir. Sen de kendisinden yüz çevirirken gerçekte onun niteliğini kendisine izhar etmelisin. Belki bu sayede yap­tığı işin farkına varır. Çünkü bir insandan yüz çevirmek onu küçümse­mek ve ona değer vermemek anlamı taşır. Hâlbuki insan sahip olduğu izzet duygusu nedeniyle birinin kendisinden yüz çevirmesine tepki gös­terebilir. Böyle bir durumda sana tepki gösteren, ona karşı koyduğun için sana tepki göstermiş ve karşı çıkmıştır, ondan yüz çevirdiğin için değil! Senden yüz çevirenin ardından gitmek, onun daha uzaklaşmasını ve sana iltifat etmemesini sağlar. Buna mukabil sen de yüz çevirir, sırtı­nı dönersen ve ardında senin adımlarını hissetmez ve onu takip etmedi­ğini anlarsa, kendi başına kalır ve niçin yüz çevirip iltifat etmediğini, senin de niçin ardından gitmediğini düşünmeye başlar. Bu düşünmenin ardından, sen bir nur sahibi olduğun halde, dikkatle senin hakkında da düşünür. Sen bir nur sahibisin ve dolayısıyla nurundan ona vermen ge­rekir. O da seni kendi işinde sabit durmaya çağırır. Bu da Allah Teâlâ’ya çağı­ran kişilerin yüz çevirmesi demektir.’ '

Bunlardan birisi de şu bahistir:

Zikrin zikri tuzaktan emin

Benden o zikir zikredilmek üzere olunca

Delilin ihsanından söz ettiği kimseye söyle Zikrin zikri tuzaktan emin

Zikrin zikri tuzak ve mekirden emindir. Şöyle demiştir: ‘Zikrin zikri ‘hamdin hamdi’ gibidir. Hiç kuşkusuz hamdin hamdi en doğru ve dürüst hamd olduğu gibi zikrin zikri de en faydalı ve en doğru zikirdir. Çünkü zikir seni zikrettiğinde, makamından seni zikreder. Onun ma­kamı yüce ve azizdir. Sen de o esnada onu zikredersin. Bu durumda zi­kir -Hakkı mülkün mülkü diye isimlendirdiğimiz gibimeydana gelir. Bu hal, senin bu ilahi isme varis olmandır.’ Şöyle demiştir: ‘Sıfatlar bedenlenip suretlerde ortaya çıktıklarında, zikir en güzel suretli ve en ulvi mertebeye sahip olan olarak tezahür eder. Çünkü ondan daha üs­tün bir şey yoktur. Bunun nedeni Hakk’tan elimizde sadece zikrin bu­lunmasıdır. Allah Teâlâ ‘Ben beni zikredenle beraberim’ demiş, O’nun zatı zikre dönmüştür.’

Bunlardan birisi de şu bahistir:

Dikkat edin! Hakkın niteliği yaratılmışta zuhur eder

Önceliği elde etmek söylediğim sözde ortaya çıkar                  r

, Kulun hali böyle olunca Fani olur baki kalmaz

Hakkın niteliğinin öne çıktığını gören kişi, haddini aşmaz ve ileri geçmez. Şöyle demiştir: ‘Arif Hakkın niteliklerinin zuhur ettiği bir yer olması itibarıyla baktığı şeye bakar, o niteliğin tezahür ettiği yeri yücel­tir. Bununla beraber mahal, yüceltmenin kendisine ait olduğunu zan­nedebilir. Bilgili insan bir de hikmet sahibiyse, mahalle gelip onu yok edebilecek böyle bir davranış nedeniyle sıfatı orada yüceltmemelidir. Aksi halde kınanması gerekir, yoksa azaba maruz kalır. İnsan ya sıfatı

mahalle veya mahalli sıfata katar. Mahalli ve yeri sıfata katarsa, mahal belirli bir vakitte yücelir. Onun azabı da o vakitte Allah Teâlâ’nın azabıdır. Mi­sal olarak Allah Teâlâ’nın kendilerini kınadığı zorbaları ve kibirlileri verebiliriz. Sıfatı mahalle katarsa, onun değerini takdir edemez ve yerli yerine indiremez. Öyle biri cahillerdendir. Sıfatı müşahede ederse Hakk onun bu­lunduğu mahalle değer vermez veya onu mahalle katar. Yüceltme on­dan meydana gelmiş ve ona eşlik etmiştir. Bu durumda içinde bulun-/ duğu duruma göre mahalle bakarken aynı zamanda şeriatın o konudaki hükmüne ve mertebeye bakar. Böyle bir duruma misal olarak (savaşta tefahür sahibi olan) Ebu Dücane’yi ve benzerlerini verebiliriz.’ Bunlardan birisi de şu bahistir:

Deliller perde, çekilmiş perdeler

İlahi gayretle, harem üzerine çekilmiş                        .

Kim onları tavaf ederse hali onu müstağni bırakır Harem’de Allah Teâlâ’nın evini tavaftan

Delil ile kalan, medlulden mahrumdur. Şöyle demiştir: ‘Bir şey nezdinde duran, o şeye aittir. Sen Hakk ile dur ki, -halk olmaksızınHakka ait olabilesin, yaratılmışla kalma! Kendine delil olması bakımın­dan Hakk ile beraber olmaktan sakınmalısın. Böyle bir şekilde O’nunla kalırsan seni mahrum bırakır, delil ile medlul, hiçbir zaman bir araya gelmez. Bir şey olması bakımından bir şeye ‘nazar’ eden, -ona kendisi olması bakımından değilonun hükmüne bakar ve onun kendisinden mahrum kalır. O’na senin kendisini müşahede ediyor olman itibarıyla da bakmamaksın. Bu durumda O’nu sadece ‘müşahede edilen’ olması itibarıyla görürsün, kendisini görmezsin. O’nu kendinle veya O’nunla müşahede etmen bakımından da Hakka bakma! Bütün bunlar kendisini müşahede ederken görme gözünün üzerinde bulunan perdelerdir. Allah Teâlâ’nın karşısında bilhassa O’na göre bulunmalısın ki O’nu bilmede en üstün mertebeyi elde edebileşin.’

Bunlardan birisi de ‘Amelinin görüldüğünü bilen yaratılmışa ibadet etmemiştir’ bahsidir:

İzhar ettiğin amel hakkında Rabbine karşı ihlas sahibi ol O amel hakkında korkuya kapılmaksın Mesul ve rehin olduğunu da bil                           '

Yaptığın işlerde utanmaktan sakın

Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ’nın seni razı olduğu işlere muvaffak kılıp bü­tün amellerini sana somut bir şekilde göstermesi lazımdır. Allah Teâlâ sana bir ameli emredip, sonra da emrettiği ameli yapıp yapmadığına bakar. Bazen sana bir işi emreder, bazen yaratılmışlar sana bir şeyi emreder, bu durumda üç tür amelin vardır. Onların hâzineleri sana yükseltilir. Allah Teâlâ’ya ait olan sadece Allah Teâlâ’ya aittir, öyle bir amel sana izafe edilmez. Aynı şey insanlar için yapılan amellerde geçerlidir. Geride sana ait olan amel kalmıştır. Bu durumda sana şöyle denilir: ‘Bütün bu amellere Hakkın hükmünü giydirdin mi? Onlara Hakkın hükmüne göre davran­dın mı?’ Öyle yaparsan, bir mümin olursun. Aynı zamanda amelini iş­lerken kendini bir araç ve alet gibi müşahede etmelisin; senin vesilenle o işin faili Yaratıcındır. Senden ortaya çıkan veya -emreden kim olursa olsunişlediğin amelle amelin zatından başka bir şeye yönelmediğinde, bu durumda sen, emrin gerçekte olduğu Hakk göre kalırsın ve elçi de se­ninle beraberdir. Sana emir veren herkes orada hazırdır; çünkü sana yapmanı emrederken, sana hizmet etmiştir. Sen de her işinde sana hiz­met edene aitsin. Başka bir ifadeyle tek bir vakit içinde farklı hallerde bulunursun.’

Bunlardan birisi de ‘Günahı nedeniyle istiğfar eden bilgisiyle amel etmiştir’ bahsidir:

Zulmüm ve hatalarım nedeniyle bağışlanma dilerim Her ikisinden de Allah Teâlâ karşısında utanırım Ben razı edeyim diye Rabbime yöneldim Allah Teâlâ‘insan aceleden yaratıldı’buyurdu

Şöyle demiştir: ‘İki tür zalim vardır, birisi kendisi nedeniyle zalim; diğeri, kendine zalim! Kendine zalim olan, Haktan mağfiret talep eder. Kendisi istiğfar etmezse bile, ona mağfiret edilir. Bununla beraber Allah Teâlâ ona istiğfarı emretmiştir. Onun gayesi istiğfar nedeniyle ortaya çı­kacak meyveyi devşirmesini sağlamaktır. Çünkü hibe yoluyla alınacak olanlar sınırlıyken insanın kendi kazancıyla elde edeceği geniş ve çokıur. Bu durumda o Hakk sahibi ve Hakk edendir. Adam zillet halinde kendi ka­zancını alandır. Onun eli dünya hayatında bulunduğu sürece kısadır. Böyle biri kazancın karanlığında parlak; ve güçlü bir nurla olmaksızın vehbi olana uJ 'şamaz. O nur hiçbir illeti, olmayan veya varlıkların tesi­rinin bulunmadığı sahih marifetten ortaya çıkar. Bir karışma olur -ki karışma mertebelerin yol açtığı bir şeydirve başka şeyler ona katılırsa, durum değişir. Allah Teâlâ ise onda bulunanları bilir.’    /

Bunlardan birisi de ‘Yaygıyı gören kimsenin ihata ettiği şey5 bahsi­dir:

Kim yaygıyı görürse onu görürsün;

Yaygı içinde hayret ve dalalet sahibi

Ona soru sorarsan doğru söyler sana;

‘Benim naz halimdir’ derken

Şöyle demiştir: ‘Yaygıda oturanlar gözlerini yaygı sahibinden bir an bile ayırmazlar. Bununla beraber yaygılar çoktur; bu itibarla amel yaygısı, bilgi yaygısı, tecelli ve murakabe yaygılarından söz edilir. Amel yaygısında olduğunda, sorun yok! Bilgi yaygısında ise kimin hakkında olduğu önemlidir. Tecellide de ‘tecelli eden kimdir?’ Murakabede kim için murakabe ettiğin mühimdir. Bütün bunlar, yaygılarda meydana ge­lir. Bu yönüyle amelde sana ‘maksadın nedir?’ diye sorulurken, bilgide ‘kimi bildin?’, tecellide ‘kimi gördün?’, murakabede ‘kim için murakabe ettin?’ diye sorulur. Bütün bu sorulara durumuna göre cevap verirsin. Bu esnada hitapla sınırlanmış olduğun gibi cevabın da sınırlanmıştır. Yaygıda olduğun sürece, sana mahsus halden başka bir şeyi görmezsin. Halin iktiza ettiği üzere, cevap verirsen hikmet sahibi olursun. Kendine göre değil, Hakka göre cevap verirsen O’na dair inancına göre cevap vermiş olursun; kendi nefsinle cevap verirsen, bir kul gibi cevap vermiş olursun. Her durumda mertebeler derece derecedir.’

Bunlardan birisi de ‘Husûsî hatemliğe tahsis bilgisi’ bahsidir:

Ben cömert bir asıldan meydana geldim Onlardan hiçbirisi bozgunculuk için çalışmaz . Onların cömertliği Sonsuza kadar gitmez

Şöyle demiştir: ‘Özel-husûsî hatem, Muhammedi’dir. Allah Teâlâ onunla Muhammedi velilerin velayetini sona erdirmiştir. Onlar Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e varis olanlardır. Onun kendindeki alameti varis olduğu şeyin de­ğerini bilmektir. Her veli Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’den velayetini alır. Bu du­rumda o Muhammedi olan bütün velilerin bilgilerini kendinde toplar. Bu bilgiye sahip olmazsa hatem değildir. Bakınız! Allah Teâlâ peygamberler silsilesini Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem ile sona erdirdiği için, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e cevamiu’l-kelim verilmiş, yıldızların ışıklarının güneşin ışığına dahil ol­ması gibi bütün şeriatlar onun ışığına dahil olmuştur. Yıldızlar ışıklarını yeryüzüne ulaştırırken güneşin onları engellediği malumdur. Bunu iyice öğrenmeli ve ışığı güneşe tahsis etmelisin.’

Bunlardan birisi de ‘Güçlü ışığın bir engel olması’ bahsidir:

Uzak menzile ulaşınca adamlar Onlar için bir engel kalmaz Onları zaviyelerinde görürsün ibadet halinde, onun hali toplayıcı

Onlara bir elem ulaşmaz Uzaklık onlardan kesilmiş

Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ insanı aceleci yarattığı gibi kendisinde talep duygusu da yaratmıştır. Bununla beraber insanın talep ettiği şey ilk ara­yışında ve teşebbüsünde meydana gelmez, aceleciliği sebebiyle menzil uzaklaşır. Bu uzun mesafeye rağmen insan maksadını elde etmek üzere bekler, bir fayda elde etmekten mahrum kalır. Çünkü Allah Teâlâ’ya taleple ulaşılamaz. Arif kendi saadetini Allah Teâlâ’nın talebi kılar, çünkü var ve hâsıl olan, arzulanmaz. Allah Teâlâ, mesafeler yürüyerek veya çetin işlere girişerek veya düşüncelerle varılamayacak kadar münezzehtir. O bir mekânda bu­lunmadığı gibi aynı zamanda (belirli bir yerde bulunup diğerinde bu­lunmamakla) temeyyüz de etmez. Bu itibarla Allah Teâlâ her bir varlıkta o şeyin aynı olarak bizce bilinirken -suretlerdeki farklılığı görmemiz ne­deniyleonlardan ayrışması ise bilinemez. Bu nedenle herhangi bir su­ret için ‘Haktır’ demeyiz. Böyle dersek, başka bir suret bizi perdeler. Başka bir ifadeyle bir suret için ‘Haktır’ dediğimizde, Hakk olduğunu söyleyeceğimiz öteki bir suretten bizi perdeler. Bu itibarla kaybolan su­retin gizlenmesiyle, Hakkın hüviyeti gaip ve gizli kalır. Bu durumda fikrî düşüncesiyle hayrete düşen biri gibineye itaat edeceğini bilemez­sin. Fikir sahibi de neye inanacağını bilemez. Her delil ortaya çıktıkça, bu delille ilgili bir kuşku da ortaya çıkar ve bu nedenle hiçbir zaman de­lili kuşkudan uzak kalamaz. Çünkü Allah Teâlâ en büyük delil iken biz O’nun şüphesiyiz (burada şüphe aynı zamanda benzer anlamına da gelmektedir)’ Bunlardan birisi de ‘Yaratıklar içinde imamın mertebesi’ bahsidir:

Yaratıklar karşısında imamın menzilleri Çocuğu öldürmeye varır

Münkirlere de ki: Sözüm doğru                                   ,

Örtüyü kaldırmaktan gafil kaldınız

Şöyle demiştir: ‘Malik, yani hükümdar, hiç kuşkusuz memlûk, yani köledir. Binaenaleyh onun mülkü kendi ihtiyaçlarıyla maliki mülk hali­ne getirmiştir. Mülk pek çok şeye muhtaçtır ve bunlar ancak hükümdar olan malik tarafından karşılanabilir. Bu durumda malik, mülkü olsun istiyorsa, (mülkün ihtiyaçları tarafından) sınırlanır ve mülkün mülkü veya memluku haline gelir. İhtiyaçları karşılamadığı takdirde, hüküm­darlık mertebesi onu azleder ve görevinden düşer. Bu itibarla herhangi bir malikin Hakk’tan büyük olması mümkün değildir. Hakk ise ‘Her gün bir iştedir267 Başka bir ayette ‘Sizin için fariğ kalacağız*26* denilir. Gökten ve yerden başka bir şey yoktur. Bu itibarla gök yağdırır, yer (bitkilerini) bitirir. Bu durum Hakkın el-Malik olmasından kaynaklanır. Allah Teâlâ bizi korumamış olsaydı, kendi hükümdarlığını korumamış, el-Malik ismi de ortadan kalkmış olurdu.’

Bunlardan birisi de ‘Mesih ile mesih arasındaki fark’ bahsidir:

İsa’ya şaşılır, nasıl öldü ki?

Bizi kabirlerimizden çıkartıyordu hâlbuki Onun ölümü ise bir uzaklaşma ve teberi Yaratıkların kendisine dönük iftirasından

Şöyle demiştir: ‘Hz. İsa Mesih’tir. Gördüğü işlerde rabbinin izleri­ni takip etmek maksadıyla üzerinde yürüyerek veya çeşitli yönlerinde ve bölgelerinde dolaşarak yeryüzüne temas eden ve el süren herkes (itibarî anlamıyla) Mesih’tir. Bu durum ‘Yeryüzünde yürümezler mi?’269 ayetinde ifade edilir. Kastedilen ayaklarla ve düşüncelerle yürümektir. Aynı za­manda (ayette geçen) yeryüzü, (itibarî yorumda) kullukları ve ubudi­yetleridir. Çünkü o da içerdiği tafsil/fasıl sebebiyle genişlik ve mesafeyi kabul eder. Bununla beraber her bir ayrımı ve faslında Hakka vuslat da içerir. Öyleyse her fasılda ve ayrımda Allah Teâlâ’nın kendisi vardır. Mesih aynı zamanda kendi gözünü mesheden kimsedir. O göz ile kendisini gördü­ğü kadar bulunduğu hal üzere rabbini de görür. Allah Teâlâ’dan başkasını görmeyince, ‘ben Allah Teâlâ’m’ der ve bu sözü doğru olur. Çünkü kendisiy­le nefsini görmüş olduğu gözü kalkmıştır. O yaratılışı bakımından Deccal’dir ve yaratılış kendisini yalanlar. Başka bir ifadeyle Mesih doğru sözlü Deccal’dir ve doğruluk ile yalanı bir araya getirmiştir; ‘gören’ ol­ması itibarıyla doğru söylemiş, kaçırdıkları bakımından yalan söylemiş­tir. Gözünün meshedilmiş olduğunu bilseydi, hiç kuşkusuz, neyi kaçır­dığını öğrenir, aynı zamanda Hakkı Hakk vasıtasıyla bilirdi. Fakat iş böyle gerçekleşmiştir. Binaenaleyh Hz. İsa (Deccal’in aksine) ölümle­rinde katkısının ve gayretinin bulunmadığı ölülere hayat verir. Bu yö­nüyle o daha tamdır, çünkü o, ancak ölmüş birine hayat vermiş, ölünün kemiklerinin nereden yenildiğini öğrenmiştir. Deccal ise özel olarak öl­dürdüğü birisine hayat vermiştir.’

Bunlardan birisi de ‘İsimlerin isimlerini bilenin özelliği’ bahsidir:

Bizim bildiğimiz isimler neyi gösterir:

llah’ın kendi varlığını isimlendirdiği şeye

Bizde O’nun tahakkuk eden isimlerinden başka bir şey yok

Biz bir açıdan O’nun kulları olsak bile

Gerçekte kendisini bizim için bizimle isimlendirdi Söylediğimizi bilen kişi müşahedesine de ulaşır Anladım ki O’nun bizimle bir sözleşmesi var:

Nefislerimiz riayet edince O’nunla yapılan sözleşmeye

Korktuğum şeyden uzaklaştım

Bugünden önce tehdidinden korkardım O’nun

Ortaya çıkan sadece hüsran olur (korku giderse)

Avuçları dolduran bir başarısızlık; O’nun cömertliğini iyi anla!

O’nun benzeri bir şey yok, O’nu misilden tenzih et Vaadine uy, tehdidinden kork

Bunlardan birisi de ‘Sırların ve nurların bilgisi’ bahsidir:

Dileyen ruhu nurlara katar Sırlara yükselen bir merdiven edinir

Bildiği hakkında güvenmelisin ona Onun perdesi ise gözlerdedir

Şöyle demiştir: ‘Nurlar şehadet iken Hakk nurdur, bu nedenle de müşahede edilir ve görülür. Sırlar gaybdir ve hüviyet onlara aittir. Bu nedenle hüviyet hiçbir zaman tezahür etmez. Hakk hüviyeti bakımından görülmezken O’nun hüviyeti hakikatidir. Allah Teâlâ suretlerde tecelli edişi itibarıyla müşahede edilir, görülür. O ancak görenin mertebesinde gö­rülebilir. Bu görme görenin istidadının verdiği şeydir. Hakkı görenin istidadı iki türdür: Birincisi zatî istidattır; bu istidat ile genel görme gerçekleşir. İkincisi ise arızî istidattır. O da insanın Allah Teâlâ hakkındaki bilgiden kazandığı kısımdır. Allah Teâlâ hakkındaki bilgi nazari düşüncesin­den onun nefsine yerleşirken tecelli de o özel istidada tâbi olarak mey­dana gelir; bu tecellide derecelenme gerçekleşir.’

Bunlardan birisi de ‘Peygamberlerin dini tektir, ilave bir durum yoktur, bununla beraber şeriadar birbirinden farklıdır, ortak bir payda vardır’ bahsidir:

Din peygamberler nezdinde bir Yaratıklar arasında onun makamı pek çetin

Adamlar onun kendilerinden ayrılışını iyice düşününce Onlar için bir şahit ortaya çıktığında .

Koşarak gelirler kendisine, belki bir gün Kendi yönelmelerine karşılık onlara döner diye

Şöyle demiştir: ‘Kastedilen dini ikame etmek ve onda tefrikaya düşmemektir. Allah Teâlâ boşanmadan daha nahoş bir helal yaratmamıştır. O da gücü elinde tutanın yetkisi dahilindedir. Böyle bir ara bilgi varken insan niçin sevimsiz bir işe yönelir ki? Böylece nikâh akdedilmiş, düğün yapılmış, karanlık bir yerde bir araya gelinmiş, nefisler kendi bedenle­riyle çift olmuştur. Onlarla birleşen kendilerinden başkası değildir. Son­ra kirlenme ve eksilmeden sonra, ‘artık kaçmak için çok geç’. Buna rağmen çağrılır ve icabet eder. ‘Bu garip b;r iştir.’ Bundan daha garibi ise ‘yürütülmüş dağlardır’. Böylece bir serap haline gelmişlerdir. ‘Gök açılmış, yörünge ve büruc sahibi olmuştur.’ Ruhlar onlara inmiş ve yükselmiştir. Hâlbuki onlarda bir gedik ve yarıklık bulunmamıştır. Hal böyle iken çıkış nereye, girme nereye olmuştur? İniş nereye, yükselme (miraç) nereye olmuştur? Burası itibar, yani zahiriyle bâtını düşünme­nin yeridir. ‘Ey derin akıl sahipleri! İbret alınız.’ VAllah Teâlâi! Biz bir işte ka­rıştık. Hoş bir eşle çift olduk; yükseltilmiş bir çatı, yere açılmış bir dö­şek, ayrılmış direkler, bir araya gelmiş direkler, karanlık ile ışık, beyt-i mamur, tutuşmuş derya, yere batmış sular, kaynayan kazanlar! Tandır tutuştu. İşler açığa çıktı, ışık saçan yıldızlar, yanan taşlar, ateş topu ol­muş kayan yıldızlar, kuyruklu ışıklar, her parıldadığında kayıp giden ışıklar (birbirleriyle çift olmuştur). Keşke bilseydim! Bütün bunları ay­dınlatan nedir? Onların tutuşmalarını sağlayan nedir? Onların kardeşleri sabittir, sürekli doğma ve batma halindedirler. Gece kararmış ve bu ka­rarmayla yıldızlar ortaya çıkmış. Sabah aydınlığı ortaya çıkmış, böylece bineği kendisinde ortaya çıkmıştır. Hunnes kendi yörüngelerinde yüz­müş, kendilerinde bulunanları saklamak ve korumak üzere künnes orta­ya çıkmıştır. Gece gündüz, tepeler ve kuyular, ayın aydınlığı ve dolunay ortaya çıkmıştır. Ey fikir sahipleri! Sizin kurtuluşunuz için yemin edi­yorum ki, bu yeminde hiçbir yalan ve yanlış yoktur; bütün bu haberleri getiren kişi, doğru sözlüdür ve ona iman edilmelidir. Hatta nefsine kar­şı zalim olan, ölçülü giden ve öne geçen kişi bunu bilir. O insanlardan biridir, Ruhu’l-kuds ile desteklenmiştir. Ona ‘tebliğ et’ denilmiş, o da tebliğ etmiştir. ‘Hatırlat’ denilmiş, hakkıyla hatırlatmıştır. ‘Hakkı bâtıl üzerine sal’ denilmiş, o da salmıştır. Böylece bâtıl ortadan kalkmış, bâtıl olan silinmiştir. Kabirde ahiret yaratılışı olacak, bu sınırlanmayla birlik­te bedenlenme nasıl olacaktır ki? Gerçekte hakikatin başkalaşmasından söz edilse, böyle bir görüş var oluşu bilmemektir. Gözde gerçekleşecek­se, o da gözün hatalarından ve yanılgılarından biridir. İş bu şekilde be­lirsizleşip müphem olduğunda, tevekkül etmekten başka yapabileceğin ne var ki? Kendisini görür gibi iken, yüzünü Allah Teâlâ’ya çevir ki, urve-i vüska, yani sağlam ipe sarılanlardan olabilesin. O ip senden daha hayırlı ve bakidir. ‘Allah Teâlâ daha hayırlı ve bakidir270 ayetiyle muhatap olan kimse­lerden ol. Böyle olunca bedbaht olmayacak saidlerden (Mutlu) olursun. Bu dereceden daha aşağı inersen, ahirette ‘daha hayırlı ve baki’ olarak yerleşir ve inersin. Çünkü ahiretteki kimseler -kendileri de saidler olsa bilemesela, yatağında ölen müminler ile şehider bir ve eşit değillerdir. Her ilmin adamları (rical), her makamın hali, her evin bir ehli, her güç­lükle beraber bir kolaylık vardır. Bu bölümle ilgili bu kadar açıklama bi­lip de kendisine hikmetin ve açıklama gücünün verildiği kimseler için yeterlidir.

Bölüm, kitabın otuz beşinci sifrinin sona ermesiyle, yazarın eliyle tamamlanmıştır. Hamd Allah Teâlâ’ya mahsustur. Salât ve selam O’nun pey­gamberine olsun.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar