Seçki
Şizofrenik İmge – Sanatsal İmge
Şizofreni sözcük anlamı itibariyle “duyguda yarıklık-çatlama”demektir. Yunanca “Schizin” yarılma çatlama, “Phren” duygu anlamına gelmektedir. Bu sözcükle ifade edilmek istenen; şahsiyette, kişinin duygusal bütünlüğünde, devamlılığında bir ayrılma-bölünmedir Günümüzde şizofreni terimi ile adlandırılan olgu, çağlar boyu hekimleri ve düşünürleri ilgilendirmiştir.
M.Ö. 1400 yıllarından kalma bir Hindu yapıtında, şeytanların gazabına uğramış ve “obur, pis, çırılçıplak gezen, belleğini yitirmiş ve tedirgin bir biçimde dolaşan bir hasta”dan söz edilmektedir.
M.S. Birinci yüzyılda ülkemizin Kapadokya yöresinde yaşamış olan Areteus ve M.S. İkinci yüzyılda Soranus, şizofrenik tepkilerden bazılarını ve özellikle paranoid tepkileri, günümüzdekine oldukça yakın bir biçimde tanımlamışlardı. Ne var ki, sonraları ve özellikle Ortaçağ’da şizofreni kavramının üzeri batıl inançlarla örtülmüş ve ancak on dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru bilimsel inceleme konusu durumuna gelebilmiştir
Resim- Metafor
“Eğer iç benliğimi kelimelere dökebilseydim, resim yapamazdım.”
**
“Kendi gerçeğimin resmini yapıyorum” Kahlo
**
“Metafor sayesinde yeni fikirlerle tanışmamız söz konusudur: Sıradan sözlerbsadece bildiğimiz şeyleri bize taşır; yeni şeyleri ise en iyi metafordan alırız.”
Sanatçı-Psikanalist
Freud; yaratıcılığın kökeninin bilinçaltında aranması gerektiğine inançla, ‘bilinçdışı zihin’ kavramının –kendi ifadesiyle– ‘birincil süreç’in, sanat, edebiyat ve bilimde yaratıcılık bakımından önemli olduğunu belirtmiştir. “Bilinçli durumdayken bilince varılamayan şeyler, sanat yoluyla bilinçli hale getirilebilir.” ifadesiyle; sanatçının, diğer insanların da algılamış olduğu, fakat bilincine varamadığı izlenimleri ifade ettiklerini anlatmak istemiştir. Freud; sanat ve sanatçıya ilişkin düşüncelerini ‘Sanatçı, kendi sanatını icra ederken, esasen psikanalistin kendi alanında yaptıklarının aynısını yapmaktadır.’ şeklinde özetlemiştir. Bu noktada; bastırılmış gerçeği ortaya koymak suretiyle bilinçaltını bilinir kılmaktadır.
Fuat Sezgin Hocadan Ne Öğrenmeliyiz?
Doç.Dr.Saim Kayadibi
İslam Bilim Tarihinin babası Fuat Sezgin hocadan öğreneceğimiz çok şeyler var kuşkusuz. Onun yaşam öyküsü davası olan her kişiye nice dersler verecektir.
Neredeyse bir asra merdiven dayayan Prof. Dr. Fuat Sezgin hoca 95 yaşında ebedi yurda Başkan Recep Tayyip Erdoğan, son ve eski Başbakanlar ve milletin omuzlarında uğurlandı.
Bir zamanlar 1960 darbesini yapanlar, Fuat hocayı 147'likler listesine katıp "Zararlı Profesörler" ithamıyla İstanbul Üniversitesi'nden atmışlar. Hazinenin değerini bilen o zamanın Alman hükümeti ülkesine davet ederek Fuat hocaya ilim adamına yakışır iltifatlarda bulunmuştu. Burada yaptığı ciddi çalışmalar sonunda Arap-İslam Bilimleri Tarihi Enstitüsü'nü ve müzesini kurarak bilim dünyasına yön verecek kalıcı eserler ortaya koyacak çalışmalar yaptı...
Bilim ve medeniyet düşmanı darbecilerin zulümlerine, gurbette adeta sürgün bir şekilde yaşamaya mahkum edilmesine rağmen hiçbir zaman vatan ve millet sevdasından vazgeçmemişti...
Nerden nereye, halk düşmanı darbeciler o gün Fuat hocaya üniversitede hizmet etme imkanını vermemişler bir bakıma denk görmemişlerdi kendilerine. Şimdi ise o darbecilerin bu vatana denk olmadıklarını halkın içinden olan gerçek vatan evlatları gösterdi.
Darbeyi yapanlar ve o darbeye adı karışanlar hepsi unutulup gittiler. Hepsi ayrı ayrı hem milletin nezdinde lanetlenmekteler, hem de ahirette cezalarını çekecekler... Onlar yüzünden bilimsel çalışmadan uzaklaştırılmaya çalışılan Fuat hoca yoluna devam etmiş, önüne çıkartılan engelleri birer birer aşmış hem milletin gözünde hayırla yadedilen bir bilim adamı, hem de Allah katında mükafatlandırılacak bir kul oldu...
Kazanan kim? Elbette Fuat hoca.
Medeniyetimizin seçkin şahsiyetleri arasına girebilen bu nadide bilim adamınının yaşamını ve şahsiyetini gelecek nesillere tanıtmalı, ilmi çalışma yöntemini öncelikle kendimize örnek almalıyız.
Günlük yaşamının 17 saatini sürekli ilmi çalışmaya ayıran farklı bir şahsiyet...
Kendisine sormuşlar "hocam günde kaç saat çalışırsınız? Hafta sonu dahil hergün 7.30'da enstitüye giderim. Günde 17 saat çalışırım. Evden getirdiğim bir parça peynir ve ekmekle öğleni yaparım. Ama biraz tembelleştim 14-15 saat anca çalışabiliyorum..."
Yaşının 95 olduğunu yeniden hatırlayalım...
Yine Fuat hocanın talebelerinden birisi şu anekdotu paylaşmış: "Bir gün enstitüye geç vakit gelmiştim. Saat 16 sularında. Kış günüydü. Kocaman enstitüde hocam ve 2 araştırmacı vardı. Işıklar loş bir şekilde yanıyordu. Karanlık bir odada hocam bir kitaba dalmış durumdaydı. Nazikçe kapıyı tıkladım. Hocam bir tepki vermemişti. Sessiz bir şekilde seslendikten sonra da tepki alamamıştım. Bir adım attım masasına doğru ve tekrar seslendim. Hocam kitabı iki avucu arasına almış sanki harfleri teker teker seçercesine gözleri ile satırlar arasında hızlıca akıp duruyordu. Haddimi aşarak biraz daha sesli bir şekilde seslendim. Tepki yoktu. Bu sefer korkmaya başladım. En son yanına yaklaştım ve elimle omzuna dokundum hafifçe. Bir an ürktü ve "Mehmet!" diye seslendi. Çok mahçup olmuştum. "Ne zamandan beri buradasın" dedi sessizce. "Hocam 2-3 dakikadır, kusura bakmayın bir an endişelendim" dedim. "Sen hiç kitap okudun mu?" diye sordu kendisi. "Okudum hocam" dedim, tam okuduğum kitapların bir kaçını sayacaktım ki. "Sen kitap okumadın hayatında Mehmet. Kitap okumak ibadet gibidir. Alla'ın rızasını kazanmak, ilim yapmak için okuduğun zaman okumuş olursun bir kitabı. Tıpkı namaza durduğun gibi kendini etrafında olan bitenlerden arındırır, kitabın ruhuna verirsin. Ve tıpkı namaz kılan insana seslenmediğin gibi kitap okuyan insana da seslenmezsin. Bir kenara geçer onun ibadeti bitene kadar beklersin" dedi. Utancımdan ne yapacağımi şaşırdım. Hafif tebessüm etti, ayağa kalktı ve ensemi şefkatle kavradı. "Nasihat ediyorum. Üzülmüyorsun değil mi? Size kitap okumayı unutturdular. İnşaAllah sizin nesliniz yine kitap okuyan nesil olacak Mehmet. Milletin ve İslam aleminin akibeti buna bağlı" dedi."
Fuat hocadan öğreneceğimiz daha çok şeyler ver.
Mekanı cennet olsun...
Bir Kadının İtirafları:
On yedi yıllık evlilikten sonra bir kadın şunları söylüyor:
Erkek Allah'ın yarattığı en güzel canlıdır. Eşine, kızına, kız kardeşine, annesine, babasına, torununa vermek için sahip olduğu herşeyi feda edip vazgeçer.
Gençliğini ve sağlığını eşi ve çocukları için feda eder. Çünkü sürekli çalışır. Bazen gece geç vakitlere kadar çalışmaya devam eder.
Ailesinin hayatını, çocuklarının geleceğini inşa etmeye çalışır. Birkaç işte çalışmak zorunda kalsa
sağlığına mal olsa dahi…
Sürekli mücadele eder. Annesinden, diğer yakınlarından hatta iş yerinde amirinden işittiği azarlara tahammül eder.
Tüm bunların sonunda yine kabak onun başına patlar.
Biraz eğlenmek için gezmeye çıksa sorumsuz biri oluverir.
Evde kalsa, tembel olur.
Hata ettiklerinde, çocuklarına kızınca vahşi baba olur.
Kızmasa boşverici baba olur.
Karısının çalışmasına izin vermezse geri kafalı, karısının başının belası, izin verse karısının parasını istismar eden bir asalak olur.
Annesinin sözünü dinlerse suçlu karısının sözünü dinlerse yine suçludur.
Tüm bunlara rağmen baba şunları yapar:
Çocuklarının her hususta kendisinden daha iyi olmasını ister.
Çocukları küçükken ayağını büyüyünce yüreğini çiğnediklerinde tahammül eder.
Dünyadakinin en iyisini veremezse dahi sahip olduğunun en iyisini, hatta belki hepsini verir.
Çocukları gökteki yıldızı istese o gücü yetse güneşi getirmeye çalışır.
Eğer anne dokuz ay çocukları karnında taşıdı ise baba da aklında, zihninde, ömrü boyunca taşır.
Aile için babası iyi olduğu sürece tüm dünya iyidir..
Yetim bir çocuğa sorun isterseniz.. Baba kelimesini duyup da "baba" diyecek kimseyi bulamamak ne zor bir şeydir anlatsın size.
(Babalar hep sahipsizdir. Çünkü onlar hep tek başınadır. Şımaracakları kimse yoktur... )
Herhangi bir eylemin pratiği etkili bir biçimde nasıl yapılır?
- Annie Bosler ve Don Greene
Herhangi bir fiziksel beceri, pratik gerektirir. Pratik, bir eylemin gelişim amacıyla tekrar edilmesidir ve eylemi daha kolay, daha hızlı ve daha güvenli yapmamızı sağlar. Peki pratik bizi nasıl daha iyi bir konuma getirir?
Annie Bosler ve Don Greene pratiğin, beynimizin içsel çalışmalarını nasıl etkilediğini açıklıyor.
Yerleştirme kodu
[youtube=https://www.youtube.com/watch?v=f2O6mQkFiiw&w=730&h=411]
Konuşma Annie Bosler ve Don Greene, animasyon ise Martina Meštrović tarafından hazırlanmıştır.
Çeviri: Gözde Zülal Solak
Gözden geçirme: Yunus AŞIK
İster tek ayak üzerinde dönüş, ister bir enstrüman çalmak ya da beyzbol topu atmak olsun; herhangi bir fiziksel beceri, pratik gerektirir.
Pratik, geliştirme amacıyla bir eylemin tekrarlanmasıdır ve eylemi daha kolay, daha hızlı ve daha güvenli yapmamızı sağlar.
Peki pratik bizi daha iyi hâle getirmek için beynimizde ne yapıyor?
Beynimizde iki tür sinir dokusu vardır: Gri madde ve beyaz madde.
Gri madde beyinde bilgiyi işler, sinir hücrelerine sinyalleri ve duyusal uyaranları yönlendirir, beyaz madde ise çoğunlukla yağ dokusu ve sinir liflerinden oluşur.
Vücudumuzun hareket etmesi için bilginin, beynin gri maddesinden, akson adı verilen bir sinir lifi zinciri aracılığıyla omuriliğe, oradan da kaslara yolculuk yapması gerekir.
Peki pratik veya tekrar, beynin içsel çalışmalarını nasıl etkiler?
Beyaz maddede bulunan aksonlar, miyelin adı verilen yağlı bir cisimle sarılıdır.
Pratikle değişen şey de bu miyelin örtüsü ya da kılıfıdır.
Miyelin, elektrik kablolarındaki yalıtıma benzer.
Sinirsel yollarda daha etkili bir biçimde hareket ettirerek, beynin kullandığı elektik sinyallerinde enerji kaybını önler.
Farelerde yapılan bazı çalışmalar, fiziksel bir hareketin tekrarının, aksonları yalıtan miyelin kılıfının katmanlarını da arttırdığını öne sürer.
Ne kadar çok katman olursa, akson zincirleri etrafındaki yalıtım da o kadar güçlü olur ve beyni kaslara bağlayan bilgi için bir tür otoban oluşturur.
Yani çoğu atlet, başarısını kas hafızasına atfetse de, kasların aslında hafızaları yoktur.
Bilakis, atletlere ve sanatçılara daha hızlı ve daha etkili sinirsel yollarla üstünlük sağlayan şey, sinirsel yolların miyelinleşmesi olabilir.
Bir beceride uzmanlaşmanın kaç saat, gün ve hatta yıl pratik gerektirdiğini hesaplamaya kalkışan birçok teori var.
Henüz sihirli bir sayımız olmasa bile, uzmanlığın sadece pratik yapma süresiyle alakalı olmadığını biliyoruz.
Ayrıca pratiğin niteliği ve etkililiği de önemlidir.
Etkili pratik süreklidir, yoğun odak gerektirir ve bir insanın mevcut becerilerinin uçlarında yatan içeriği veya zayıflıkları hedef alır.
Peki eğer etkili pratik anahtarımız ise, pratikten en iyi sonucu nasıl elde ederiz?
Bu ipuçlarını deneyin.
Elinizdeki göreve odaklanın.
Bilgisayarı veya TV'yi kapatarak ve cep telefonunuzu uçuş moduna alarak, dikkatinizi dağıtabilecek şeyleri en aza indirin.
Bir çalışmada araştırmacılar, çalışan 260 öğrenciyi gözlemledi.
Ortalama olarak bu öğrenciler bir kerede yalnızca altı dakika göreve odaklandılar.
En çok dikkat dağıtan şeylerden birkaçı bilgisayar, cep telefonu ve özellikle Facebook idi.
Yavaşça veya yavaş hareketlerle başlayın.
Doğru veya yanlış da olsa, koordinasyon tekrarla oluşturulur.
Eğer nitelik tekrarlarının hızını yavaş yavaş yükseltirseniz, doğru yapma şansınız yükselir.
Dağıtılmış aralarla sık tekrar yapmak, seçkin sanatçıların pratik alışkanlıklarındandır.
Çalışmalar en başarılı atlet, müzisyen ve dansçıların çoğunun beceri aktivitelerine haftada 50-60 saat harcadıklarını gösteriyor.
Çoğu, etkili pratik için kullandığı zamanı, sınırlı olmak üzere günlük pratik vakitlere ayırıyor.
Son olarak, beyninizde canlı detaylarla pratik yapın.
Bu biraz şaşırtıcı, fakat birkaç çalışma, fiziksel bir eylem bir kez yapıldığında, yalnızca hayal edilerek pekişebileceğini öne sürüyor.
Bir çalışmada 144 basketbol oyuncusu iki gruba ayrıldı.
A grubu fiziksel olarak tek elli serbest atış pratiği yaparken, B grubu yalnızca zihinsel pratik yaptı.
İki haftalık deney sonucunda test edildiklerinde, iki gruptaki orta seviyeli ve tecrübeli oyuncuların neredeyse aynı derecede geliştiği görüldü.
Bilim insanları beynimizin sırlarını ortaya çıkarmaya yaklaştıkça, etkili pratik anlayışımız yalnızca gelişecektir.
Bu süreçte bireysel sınırlarımızı zorlamak için sahip olduğumuz en iyi yol etkili pratik yapmak, yeni boyutlar kazanmak ve potansiyelimizi yükseltmek.
Saf Su
Hz. İsa havarilerine şöyle derdi: "Mescidler yuvanız, evleriniz ise konaklayacağınız mekanlar olsun. Yabani otlardan yiyin ve bu dünyadan huzur içinde ayrılın." Şarik şöyle demişti: "Bunu Süleyman'a da anlattım, o da şunu ekledi: 'Ve saf su içiniz ."'
[Şarik (ö. 177 /794) ünlü bir yargıç ve kültür tarihçisidir.]
Konuşmayın
Hz. İsa'ya şöyle dediler: "Bize bir amel göster ki onunla cennete girebilelim." Hz. İsa, "Hiç konuşmayın" dedi. Onlar, "Biz bunu asla yapamayız" dediler. Hz. İsa şöyle cevap verdi: “O zaman, sadece güzel şeyler konuşun."
Sohbeti Huda
Hz. İsa, "Allah'la çok, insanlarla az sohbet edin” derdi. Ona sordular, "Allah'la nasıl çok sohbet ederiz?” Hz. İsa, "Onunla sessiz bir yerde sohbet edin, ona sessiz bir yerde dua edin” diye cevap verdi.
Ahmaklara Cevap
Hz. İsa buyurdu ki: "Bir cüzamlı ile bir körü tedavi edip iyileştirdim. Bir ahmağı da tedavi etmeye çalıştım, ama ondan ümidi kestim. Sessizlik ahmaklara verilecek (en iyi) cevaptır."
Malların Sahibi Kadınlardır
Hz. İsa, yük taşıyan beş eşeğe binmiş bir vaziyette Şeytan'a rastladı. Ona bu yüklerin ne olduğunu sordu. "Alıcısını aradığım satılık mallar." diye cevapladı Şeytan.
“Nedir bu mallar?"
"İlki zulümdür."
“Kim alır bunu?" .
“Hükümdarlar, İkincisi de gururdur."
“Onu kim alır?"
“ Devlet yöneticileri, üçüncüsü de kıskançlıktır."
“Onu kim alır?"
“Din âlimleri, dördüncüsü de sahtekârlıktır."
“Onu kim alır?"
“Tüccarların adamları, beşincisi de kurnazlıktır."
“Onu kim alır?"
“Kadınlar,"
Dünya Bu
Hz. İsa'ya eşlik eden bir adam ona şöyle dedi:
“Seninle, yanında, yoldaşın olmak istiyorum."
Yola koyuldular ve bir nehrin kenarına ulaştılar; yemek yemek için oturdular. Üç somun ekmekleri vardı. İkisini yediler, üçüncüsü kaldı. Hz. İsa kalktı, nehre su içmeye gitti. Döndüğünde üçüncü somunu göremeyince adama sordu,
“Somunu kim aldı?" Adam, “Bilmiyorum" dedi.
Hz. İsa adamla birlikte yine yola koyuldu; iki yavrusuyla gezinen bir dişi geyik gördü. Hz. İsa yavrulardan birini çağırdı, yavru Hz. İsa'nın yanına geldi. Hz. İsa onu kesti, etin bir kısmını pişirip arkadaşıyla birlikte yedi. Sonra da yavru geyiğe dönüp, “Allah'ın izniyle kalk" dedi. Geyik kalkıp gitti. Bunun üzerine Hz. İsa arkadaşına dönüp şöyle sordu: “Sana, bu mucizeyi gösteren Allah adına soruyorum, somunu kim aldı?"
Adam, “Bilmiyorum" dedi.
İkisi bir vadideki bir su birikintisine geldiler. Hz. İsa adamın elini tuttu, suyun üstünde yürüdüler. Suyu geçtiklerinde Hz. İsa adama,
“Sana, bu mucizeyi gösteren Allah adına soruyorum, somunu kim aldı?" diye sordu.
Adam, “Bilmiyorum" dedi.
Sonra susuz bir çöle geldiler, yere oturdular. Hz. İsa bir miktar toprak ve kum topladı ve “Allah'ın izniyle altına dönüş" dedi; yığın altına dönüştü. Hz. İsa altını üç parçaya böldü, "Birisi bana, birisi sana, öteki de somunu alan kişiye" dedi.
Adam, “Somunu ben aldım" dedi. Bunun üzerine Hz. İsa,
“Altınların hepsi senin" dedi.
Sonra Hz. İsa adamın yanından ayrıldı. Çölde adamın yanına onu soyup öldürmek isteyen iki kişi geldi. Adam onlara,
“Altınları üçümüz aramızda paylaşalım, ikinizden biri kasabaya yiyecek bir şeyler almaya gitsin" dedi. İçlerinden biri gönderildi, o kişi kendi kendine
“Altınları ikisiyle neden paylaşayım ki? En iyisi yiyecekleri zehirleyip altınları kendim alayım," dedi. Gitti ve öyle yaptı.
O sırada, geride onu bekleyen iki kişi de aralarında:
“Neden ona üçüncü payı verelim ki? Öyle yapacağımıza döndüğünde onu öldürüp parayı aramızda paylaşalım" diye konuşmuşlardı. Adam döndüğünde onu öldürdüler, yiyecekleri yediler ve onlar da öldüler. Çölde geriye altınlar, altınların yanında da üç ölü adam kaldı. Hz. İsa oradan geçerken onların halini gördü ve ashabına şöyle dedi:
“İşte bu dünya böyledir, ondan sakınınız."
Güzel Konuşur
Hz. İsa, o şekilde hitap edilmeyi hak etmeyen bir adama, "Allah seni korusun" dedi. Bunun üzerine Hz. İsa'ya,
"Onun gibi birisine bunu neden söylüyorsun?" diye sordular. Hz. İsa,
"Güzel konuşmaya alışan bir dil bütün insanlarla güzel konuşur" diye cevap verdi.
Allah Teâlâ Severse
Hz. İsa kafasının altına bir taş koyup yerde uyuyan bir adam gördü, adamın yüzü, sakalları toz içindeydi, bedeni bir örtüye sarınmıştı. Hz. İsa şöyle dedi:
"Ey Allah'ım senin şu kulun bu dünyada unutulup gitmiştir.”
Allah o an Hz. İsa'ya şunu vahyetti:
"Ey İsa, bilmez misin ki, eğer yüzümü bir kuluma dönersem, bütün dünyayı ondan başka bir yöne çeviririm.”
Üzülmemek İçin Bir Şey Edinmemeliyiz
Anlatıldığına göre filozof Sokrat bulundukları kampta kırık bir fıçı içinde barınırmış. Günlerden bir gün yanındaki sanatkârlarla konuşurken:
“Üzülmemek için bir şey edinmemeliyiz” der. Sanatkârlardan biri:
“Fıçı kırılsa da mekân kırılmaz ya” diye cevap verir. Filozofun dediği doğru, çünkü her kaybolanın yerine geçen bir başka şey vardır.
Türkler Dünya Tarihe Nasıl Girdi
Harun Reşid soyundan Mu'tasım, muhafız alayı olarak yanına birkaç yüz Türk çağırmakla, kendisinden sonraki halifeleri çöküntüleri altında ezecek olan binanın ilk taşını koymuştu.
Mu'tasım'ın hizmetinde çalışan bir avuç Türk eri, Viyana kapılarına kadar dayanan Osmanlı İmparatorluğunun temelini atmıştır.
Halifelerin kavgalarından faydalanan Türkler, Mezopotamya, Suriye ve Küçük Asya'da yerleştiler.
Şurasını hatırlatırız ki; bu Türkmenler, tıpkı Franklar, Normandiyalılar ve Gotlar gibi, egemenliklerine giren ülke halklarının din ve geleneklerine uydular. Tatarlar da, Çinli lere karşı aynı davranışta bulundular.
Bu durum, zayıf ama kültürlü ulusların, güçlü ama ilkel saldırıcıları karşısındaki üstünlüğünü gösterir.
Türkler, Arapların dinini ve dilini benimsediler.
Dünyada bir tek yasa kuran veya, ülke açan yoktur ki; hayatı Hazreti Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) inki kadar büyük ayrıntılar ve tüm bir gerçeklikle yazılmış olsun.
Diktatör mü Parababası mı?
Adolf Hitler 1919 yılının sonbaharında Alman İşçi Partisi'ne (DAP) üye olduğunda parti kasasında sadece 7 mark 50 fenik kadar bir para vardı. Hitler'in sonraları sık sık sözünü ettiği gibi, "birkaç zavallı yoksul" partili parababalarının kendilerini destekleyeceğini umut ediyordu. Kendi de yoksul olan Hitler partisine yardım edecek birkaç zengin bulmuştu.
Çamaşırcı bir anneyle yoksul bir kunduracının oğlu olan Josef Vissarinoviç Stalin, Bolşeviklere para sağlamak için (20 takma ad kullanarak) para taşıyan trenlere saldırmış, banka soymuş, ölümle tehdit ettiği zenginlerden para sızdırmış, genelevler açıp çalıştırdığı kadınlardan partisine para toplamıştı.
Burada modern tarihimizin zirvedeki bazı kişilerinden söz ediyoruz, Stalin, Hitler ve Mao aktif politikaya atıldıklarında "yoksul ve meteliksizdiler". Faşist dönemin ilk diktatörleri Vladimir İlyiç Lenin ile Benito Mussolini gerçi Hitler, Stalin, Mao ve Tito kadar parasız sayılmazlardı: ama örneğin ne Franklin Delano Roosevelt, ne de John F. Kennedy kadar maddi güçleri ve toplumsal ilişkileri vardı.
1945-1953 dönemi ABD Başkanı olan Harry S. Truman, baba Kennedy'nin seçimler sırasında oğlu John F. Kennedy'nin adaylığını parayla satın aldığını açıkça söylemişti. Truman şöyle anlatmıştı: "Richmond Hukuk Fakültesi'nde anayasa üzerine bir konferans veriyordum. Salonda bulunanlardan sivri-akıllı biri ayağa kalkarak bana (olay 60 seçimlerinden önceydi) 'Papa Başkan seçilir ve Beyaz Saray'a girerse ne olur?' diye sordu. Ben de 'Papa'nın değil pop'ın Beyaz Saray'a girmesinden korkuyorum' diye yanıt verdim.
(İngilizcede sözcük oyunu: Pope, Papa anlamına geliyor. Pop ise patlama demek. Truman burada pop'dan, silahların patlamasından endişelendiğini ifade etmek istemiş.)
Bugün de değişen bir şey yok. İhtiyar Joe Kennedy bu ülkenin görüp göreceği en büyük hırsızdır. Oğlunun Başkan adaylığını satın alması hoşuma gitmiyor. Bütün Batı Virginia'yı satın aldı. Bunun ona kaça malolduğunu bilmiyorum. Yaşlı, cimri, sahtekârın biridir: eminim ederinden bir sent bile fazla vermemiştir, Ama sonuç olarak Batı Virginia'yı satın aldı, oğlu da rakibi Humphrey'e karşı ön seçimleri kazandı. Baba Kennedy başkanlık koltuğunu değil, elbette adaylığı satın almıştı. Başkanlık koltuğu satın alınamaz tabii ki, en azından bugün böyle bir şey olamaz.. (ama) ya para? Birinde sınırsız para olduğunu bilmek dahi muhalefeti safdışı bırakmaya yetiyor.”
… ACABA DÜNYAYI HAREKETE GEÇİREN GÜÇ PARA MIDIR, YOKSA HALKLARIN ULUSAL ÇIKARLARI YA DA İDEOLOJİLER MİDİR?
Atilla Şaşmadı
Attila’nın gücü artmasına karşın, geldiği mevkiin olanakları onun başını döndürmedi. Ağaçtan oyul muş tabak ve çanaklardan yiyip içen Attila, yine ah şap bir sarayda, ağaçtan oyulmuş bir tahtta oturuyordu. Giysileri Roma imparatorlarınınki gibi süslü değildi; üzerine siyah bir kürk, başına siyah bir şapka giyiyordu.
Liderin Vasıfları
şu niteliklere sahip olmalıdırlar:
Bağlılık:
Her şeyden önce sadık olmalıdır. Başkalarıyla aynı fikirde olmamak sadık olmamak değildir. Genel fikre katılmayan birine, herkesin yararı için kulak verilmelidir. Öte yandan, milletin zararına olacak hareketlere katılan ya da bu hareketleri teşvik eden biri sadık değildir. Böyle birisi savaşçı olsun, komutan olsun ortadan kaldırılmalıdır. Onların sadık insanları etkileme ya da cesaretlerini kırma çabaları, bulaşıcı bir hastalık gibidir. Bu hareketlerin ya da davranışların değiştirilemeyeceği durumlarda, amacımıza uymayan ve onu değerli bulmayan kişilere karşı sert önlemler almalıyız.
Cesaret:
Liderliğin risklerini kabul edecek kadar kahraman olmalıdırlar. Engelleri görünce gerilememeli, bir düşman karşısında şaşırmamalıdırlar. Liderlerin yalnız kaldıkları, aşağılandıkları, çaresiz oldukları ve reddedildikleri dönemler vardır. Liderlik görevi acılarla doludur; liderler, iyi zamanlarda olduğu kadar belirsiz dönemlerde ya da tehlike karşısında da, cesaretle hareket etmesini bilmelidirler.
Arzu:
Güçlü, kişisel arzuları olmaksızın pek az kişi kendilerini lider olarak kabul ettirebilir. Bu arzu, insanları, işlemleri ve sonuçları etkileyebilmek için, içten gelen bir duygudur. Zayıf lider, liderolmak istemeyen kişidir. Savaşçılarımızı, görevlerini yerine getirmeye gönüllü olmadıkları mevkilere getirmemeliyiz.
Duygusal Güç:
Liderlik düzeyi yükseldikçe, liderlerin duyguları üzerindeki baskı da artar. Her konumdaki memurların düş kırıklığından, cesaretsizlikten bir an önce sıyrılıp, görüş açıları değişmeden bulundukları mevkiin sorumluluklarını sürdürmelerini sağlamalıyız. Bu liderler zor koşullarda duygusal güçlerini kaybetmeden görevlerini sürdürmelidirler.
Fiziksel Güç:
Güçlü bir bedene sahip olmalıdırlar.
Sezgi:
Liderler başkalarının değerini de anlayıp takdir edebilmelidirler. Bu, başka kültürlere, inanç ve geleneklere karşı da duyarlı olabilmektir. Yine de, sezgi sempati ile karıştırılmamalıdır. Sempati, ulus çıkarlarının ya da savaştaki hareketin kararlı bir diploması gerektirdiği zamanlarda çok akılsızca olabilir.
Kararlılık:
Genç liderler ne zaman harekete geçeceklerini, ne zaman duracaklarını bilmeli, kararlı olmalıdırlar. İçinde bulundukları durumun tüm soyut ve somut gerçeklerini gözönüne alarak liderlik rolünü oynamalıdırlar. Duraksama, erteleme ve kararsızlık astların, üstlerin cesaretini kırdığı gibi, düşmana da yarar sağlar.
Tahmin:
Gözlem ve önseziler yoluyla öğrenip, deneylerle zekâlarını geliştiren liderler düşünceleri, hareketleri ve sonuçları tahmin edebilmelidirler. Tahmin, güvenliğin rahatlığını tercih edenlere karşı üstünlük sağlamak isteyen mükemmel bir liderin gönüllü olarak kabulleneceği riskleri de içerir.
Zamanlama
Tahminleri ve alınan sonuçlarla karşılaştırarak geliştirir. Karşınızdakinin kim olduğu, amaçları, kişiliği, öncelikleri ve ihtirasları en uygun zamanlama konusunda çok önemlidir.
Rekabetçilik
Liderliğin gerektirdiği bir başka özellik kazanma arzusudur. Her zaman kazanmak gerekli değildir. Ama önemli olan, önemli durumlardan kazançlı çıkmaktır. liderler ulusumuzun içinde ve dışında yoğun bir rekabet olduğunu anlamalı ve bunu hafife almamalıdırlar. Savaş meydanında, anlaşmalarda ve iç kargaşa durumlarında kazananları yönlendiren hep bu rekabetçi öfkedir. Rekabetçi ruhu olmayan lider zayıftır ve en ufak sorun karşısında kolaylıkla pes eder.
Özgüven
Uygun eğitim ve deneyim, bir liderde karşılacağı sorunlarıyla başa çıkabilecek bir kişisel özgüven duygusu yaratır. Sahip oldukları özgüveni aşan bir liderlik görevi üstlenenler, astlarına ve üstlerine bunu hissettirirler. O yüzden zayıf liderler ve yararsız olurlar.
Sorumluluk:
Kendisinin ve emrindekilerin davranışlarının sorumluluğunu üstlenmeyi öğrenmek, liderliğin temelidir. Komutanlar, zafer ya da yenilgi ne kadar büyük olursa olsun, kendi başarılarından ya da hatalarından asla başkalarını sorumlu tutmamalıdırlar.
İnanılırlık:
Liderler inanılır kişiler olmalıdırlar. Sözlerine ve hareketlerine hem düşmanları, hem de dostları inanmalıdır. Doğru bilgi verecek kadar dürüst ve zeki oldukları herkesçe bilinmelidir,
Israrcılık:
Güçlüler, herkes kendilerini bıraksa da, yenilgi ve cesaretim yitirme karşısında da direnir ve ısrar ederler. Zor görevleri başarmanın ve güç hedeflere ulaşmanın anahtarı genellikle ısrardır.
Güvenilirlik:
Bir liderin tüm koşullarda sorumluluklarını yerine getireceğine güvenmiyorsanız, bu sorumlulukları ondan alın.
Koruyuculuk:
Koruyucu özelliği olmalıdır. Bu yüzden liderler, hizmet verdikleri kişilerin ve amaçların çıkarlarını koruyanlardır.
Yapılması Gerekenler
• Yazılı raporlar, ancak hükümdar tarafından okunursa bir amaca hizmet eder.
• Her söylediği komutanlarınca onaylanan bir hükümdar, sıradan öğütler veriyor demektir.
• Akıllı bir lider kötü haber getiren birini asla öldürmez. Akıllı komutan asıl kötü haberi getirmeyen birini öldürür.
• Yanlış soru soran lider, daima yanlış cevaplar alır.
• Bir liderin başarısı arttıkça ona duyulan kıskançlık da artar.
• Zaferin temelinde, ne zaman ve nerede sorularının cevabı yatar.
• Zor günlerde, ulus her zaman en acımasız liderin önderlik etmesini ister.
Peygamberimize Teşekkür Ederiz.
الَر كِتَابٌ أَنزَلْنَاهُ إِلَيْكَ لِتُخْرِجَ النَّاسَ مِنَ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّورِ بِإِذْنِ رَبِّهِمْ إِلَى صِرَاطِ الْعَزِيزِ الْحَمِيدِ
Elif lam ra kitabun enzelnahu iley ke li tuhricen nase minez zulumati ilen nuri bi izni rabbihim ila sıratıl azizil hamid.
“Elif Lam Ra. Bir kitap sana indirdik ki, insanları Rablerinin izni ile karanlıklardan nura sen çıkarasın; doğruca o yüce ve övülmeye layık olanın yoluna ki, bütün izzet ve hamd O'nundur.”
Timus Bezi Ne İşe Yarar?
35 gramlık mucize organ
Yrd. Doç. Dr. Gamze Şenbursa, her ne kadar çok bilinmese de hayati açıdan kendi küçük işlevi büyük organlarımızdan biri olan timüs bezi hakkında önemli bilgiler verdi.
Timüs bezi nerededir?
Vücudumuzun yaşam kaynağı ve yaşam enerjisinin merkezi sizce neresi? Kalp? Beyin? Hayır bilemediniz... Ceviz büyüklüğündeki timüs bezi. Bu bez; iman tahtasının üzerinde, tiroid bezinin altında ve soluk borusunun önünde bulunur. Timüs bezi bir komuta-eğitim merkezidir. Tiroid bezi tarafından salgılanan T hücreleri yani lenfositlerin; vücut hücreleri ile vücuda zararlı olabilecek yabancı hücreleri ayırt etmeyi öğrendikleri yerdir timüs. Yani bağışıklık sisteminin mikroplarla nasıl savaşacağının organize ve koordine edilmesi timüs bezi salgılarıyla olur.
Lenfositler doğumdan önce ve hemen sonra timüs bezi tarafından meydana getirilmeye başlarlar. Bu sayede doğar doğmaz enfeksiyonlara karşı bir koruma kalkanımız olur. Timüs bezi yaşla birlikte küçülmeye ve fonksiyonlarını da kaybetmeye başlar. Doğumda 15 gr kadar olan timüs, ergenlikte testesteron ve östrojen salınımının artmasıyla birlikte 35 gr ağırlığa kadar ulaşır.
Ergenlik döneminde timüs üzerinde testesteron ve östrojenin eğitilebilmesi için 2 kapsül oluşur. Bu da hem işlev hem de ağırlık olarak timüs bezinin büyüklüğünü etkiler. Eğer bu kapsüller gelişmez ise ilerleyen yaşlarda eğitilemeyen östrojen ve testesteron hücreleri işlevsiz hücrelere dönüşerek kansere zemin hazırlar. Erkelerde kısırlık, prostat ya da testis kanseri; kadınlarda kısırlık, meme ya da rahim kanseri görülebilir.
“Timüs bezi kanser riskini ortadan kaldırıyor”
Kanserin kuramının formülü üzerine çalışmalar yapan Nobel ödüllü Mc. Farlane Buruner; timüs bezinin işlevleri artırıldığında bedenin her türlü kanserden korunmak ve kurtulmak için büyük bir yetenek kazandığını ve kanser riskini ortadan kaldırdığını ispatlamıştır.
Hipofizden salınan endorfin ve serotonin seviyesi timüs bezinin işlevsel olarak devamlılığını etkiler. Endorfin ve seroton timüsü uyararak vücut için mutluluk, iç huzur, denge ve sakinlik getirir. Aynı zamanda gülümsemek timüs bezini güçlendirir. Bununla birlikte 2009 yılında yapılan bir çalışmada çinkonun yaşla birlikte vücutta azalmasına bağlı olarak timüs fonksiyonlarını ve timüsten salınan T hücrelerinin bozulmasına neden olduğu bulunmuştur.
Aşırı sinirli, aşırı alıngansanız...
Stres çağımızın hastalığı olarak nitelendirilmeye devam ettikçe serotonin, endorfin salınımı düşecek, gülümseme hayatımızdan silinecek. Böyle durumlarda ilk etkilenen organımız da timüs olacak kuşkusuz. Kaygı seviyesi düşük ve stresten uzak olan yaşlılarda yapılan çalışmalarda timüs büyüklüğünün erişkin dönemdeki boyutunda bulduğu bulunmuş. Hayattan zevk almama, aşırı sinirlilik, duygu durumunda ani değişiklikler, olaylar karşısında aşırı alınganlık ve hasssaiyet timüsün aktivitesindeki bozulmaların habercisidir. Bu nedenle timüs üzerine uygulanabilecek 8 şeklindeki masaj ya da darbeleme, dilin damağa değdirilmesi ile timüsü dışardan uyarmak mümkün.
Refleks terapiyi deneyin
Aynı zamanda Refleks Terapi yöntemi ile timüs üzerine yapılan çalışmalar da timüs fonksiyonları üzerinde olumlu sonuçlar sağlamaktadır. Hatta evde her gün 10 dakika zamanınızı ayırarak yapacağınız basit dokunuşlar ile timüsü uyarıp aktivasyonunu daha uzun süre koruyabilirsiniz. Tabii ki bol bol gülmek en kolay yöntemlerden bir tanesidir.
Cüz İle Kül Bağı
Mevlana bu bağı şöyle tenkit eder:
“Sen cüzün külle bağlı olduğunu zannediyorsan diken yesene. Zira diken de çiçeğe yakındır. Eğer cüz, külle bağlı olursa; peygamberlerin gönderilmesi yanlış olmalıdır.” [Firuzanfer, Şerh-i Mesnevi-yi Şerif, c. III, s.1170.]
Cinneti Durdurmak
Günümüzde psikiyatrisinde cinnet, bireyin kontrol altına alınmamış psikozuna bağlı olarak meydana gelen psişik durumlarla ya da ciddi kişilik hastalıklarıyla ilişkilendirilmektedir. Psişik psikiyatrik sorunlardan muzdarip, duygu-durum ve kişilik bozukluğu olan milyonlarca bireye rağmen, cinnet istatistiksel olarak hala tanımlanmamaktadır. Her ne kadar, cinnet geçiren insanların neden olduğu şiddet sonucu açılan davalarında çıkan sonuç bir kısmının daha önceden psikolojik sorunları olduğunu ortaya koysa da, büyük bir kısmının hala muallakta olduğu bilinmektedir.
Psikiyatrik incelemeler sonucu ortaya çıkan verilere göre cinnet geçirmek için risk faktörleri ise şöyle sıralanmaktadır:
1.Psikotik depresif bozukluk veya duygu durum bozukluğu, özellikle sınırda kişilik bozukluğu.
2. Anti sosyal kişilik veya sınırda kişilik gibi şiddet eğilimli kişilik bozuklukları.
3. Paranoid kişilik bozukluğu ve/veya şiddet eğilimi ile seyreden delüzyon bozukluğu ve zarar görme algısına bağlı şiddet içeren davranış eğilimi.
4. Ciddi kişisel kayıplar veya psikososyal stres tetikleyicileri.
5. Öfkeye bağlı intihar ve cinayet davranış ve düşünceleri, umutsuzluk ve intikam.
6. Şiddet eğilimli psikotik bozukluklar ve bu güdülerle davranma geçmişi.
7. Şiddetli halüsinasyonlarla ilerleyen paranoid şizofreni ve bu güdülere teslim olma geçmişi veya şiddet güdüleri ve psikotik düşünceler ve bunlara göre davranma geçmişi.
Cinnet geçiren insanların genel özellikleri söyle ise sınıflandırılmaktadır:
1. Şiddet içeren davranış ve tutumların tarihi.
2. Başarısız intihar girişimleri.
3. Ciddi boyutta kişilerarası gerilim. Örneğin sevilen birinin ölümü, maddi sıkıntılar
4. Paranoid, anti sosyal, narsist veya sınırda kişilik bozukluğu.
5. Psikoz geçmişi veya duygu durum bozukluğu hallerindeki şiddet içeren davranışlar
6. Şiddet eğilimi içeren psikotik bozukluk ve bu güdülerle davranma geçmişi.
7. Paranoid bozukluk.
8. Şiddet eylemi halüsinasyonları ile seyreden psikotik bozukluk.
9. İşini kaybetmek veya iş arkadaşları ile çatışmalar gibi çalışma hayatı sorunları.
Cinnete neden olan unsurları bu şekilde sınıflandırarak onu sadece psikiyatrik bir durum olarak tanımlamak ve bireyleri tedavi altına alarak ilaçlar ve çeşitli kürler yardımıyla düzeltmeye çalışmak son derece modern bir hamledir. Foucault’nun da bahsettiği kapatılma, düzenleme ve iyileştirme sürecinin bir uzantısıdır. Psikiyatri cinneti durdurulabilir bir durum olarak görmektedir. Bireylerin patolojik durumunun erkenden teşhis edilmesi ve sonrasında yapılacak olan tedavilerin cinneti önleyebileceğini söylemektedir.
Cinnet'e Habitus ile Bakmak
Habitus: Belirli hastalıklara istidat gösteren beden yapısı
Habitus, bireylerin çevrelerindeki sosyal dünyayı algılama ve ona tepki verme biçimlerini düzenleyen bir somutlaştırılmış eğilimler sistemidir.
Habitus kavramı, kültürel sermayenin fiziksel düzenlemesine, yaşam deneyimimiz nedeniyle sahip olduğumuz derin yerleşmiş alışkanlıklara, becerilere ve haklara atıfta bulunmaktadır. Bu haklar genelde benzer nitelikte (sosyal sınıf, din, milliyet, eğitim, meslek vb.), benzer kişilerle paylaşılır ve bireylerin toplumsallaştığı yaşam gerçeklerini, bireysel tecrübelerini ve nesnel imkânlarını yansıtır.
Habitus sabit ya da kalıcı değildir ve beklenmedik durumlarda ya da uzun bir tarihsel dönemde değiştirilebilir.
Dolayısıyla, habitus, kişisel tarihle birlikte grup kültürünü ve bugünkü toplumsal eylemi biçimlendirir. Din, hayatın diğer alanlarını içeren çok yönlü bir kavramdır.
Dini inanç habitusu, kişinin yaşamında karşılaştığı farklı olasılıkların sonsuzluğunu belirleyen ve dört özelliğe sahip olan genel bir terimdir: Temelde öznenin bilinçsizliği, zamanla istikrarlı olması, toplumsal yapıların bir araya getirilmesi ve inanç alanında sürdürülen stratejik eylemlerden oluşur.
Madem cinnet kontrol edilebilir bir durumdur o halde neden durdurulmamaktadır?
Durdurulmaktadır zira cinnete neden olan faktörler sadece bireysel değil, aynı zamanda toplumsaldır da. Bu noktada habitus kavramı devreye girmektedir.
Bunun için öncelikle, bizzat tarihselliğin içinde, üç farklı ilişki grubu bir arada düşünüleşecektir:
1. Habitus'un üstüne kurulduğu, geçmişten miras kalan koşullar göz önüne alınmalı;
2. Eylemin anlık durumu, yani "şimdi" düşünülmeli;
3. Habitus'un ürettiği pratiklere, yani yapılayıcı, yapılanmış ve dönüştürücü ilişkilerine bakılmalıdır.
Allah’ım Bir Sen Varsın
Zemahşerî aynı zamanda görüşüne dayanak olarak “Bir sinek dahi yaratamazlar”
لَن يَخْلُقُوا۟ ذُبَابًا âyet-i kerîmesinde Yüce Allah’ın kendisinden başkasına tapanlara hitap ederek o taptıklarının aczini ortaya koymak için bir sinek dahi yaratamayacaklarını ifade etmektedir. Ona göre Yüce Allah’ın " َلا " yerine "لن " kullanması taptıkları olan varlıkların bu yaratma eylemini hiçbir zaman yapamayacaklarını ifade etmek içindir.
Kalbi Vesveseli Olanlar İçin.
وَأَصْبَحَ فُؤَادُ أُمِّ مُوسَى فَارِغًا âyet-i kerimesinde فَارِغًا kelimesinin müfessirler tarafından iki manaya hamledildiğini ifade eder. Birincisi kalbin derinliklerinin gamdan, kederden, endişeden uzak olup huzur, güven ve sükûnetten kinâyedir. İkincisi ise Hz. Musa’nın annesinin düşünme ve akletme kuvvesini korku, endişe ve kederden kaybetmesidir. فَارِغًا kelimesinin birbirinden farklı iki anlama hamledilmesinin mümkün olması nedeniyle bu kinâyenin anlaşılmasının güç olduğunu düşünmektedir. Ancak o, birinci manayı âyetin siyak ve sibakına daha uygun olduğu gerekçesine dayanarak tercihe daha layık görmektedir. Ancak müellifin tefsirinde âyeti daha farklı yorumladığı görülmüştür. Ona göre Hz. Musa’nın annesi oğlunu sandala bıraktıktan sonra kalbi bir şaşkınlık ve zafiyet içindeydi. Onun kalbinden geçen duyguları kontrol altında tutacak bir mekanizma o anda neredeyse âtıl haldeydi. Bu nedenle hislerine hâkim olamayabilir ve sandalda bulunan çocuğun kendisine ait olduğunu haykırabilirdi. Netice olarak oğlu öldürülmeye maruz kalabilirdi. Ancak Allah onun kalbine sebat vererek ona yardım etmiş ve Hz. Musa bu şekilde ölümden kurtulmuştur. bu açıklamalarından hareketle فَارِغًا kelimesini kalbin şaşkınlık ve zafiyet içinde olması şeklinde takdir edilmiştir.
Bazı tefsirlere bakıldığında فَارِغًا kelimesinin ihtiva ettiği anlamla ilgili birçok ihtimal gözlemlenmektedir. Birinci ihtimale göre فَارِغًا kelimesinin Hz. Musa’nın annesinin çocuğunu sandala bırakmasıyla dalgaların ona zarar vereceği ve daha sonra da çocuğunun Firavun’un eline geçeceği korkusuyla üzüntüsünden her şeyi bir kenara bırakıp sadece çocuğunu düşünmesidir.
İkinci anlama göre de Yüce Allah, Hz. Musa’nın annesine çocuğunu kendisine daha sonra iade edeceğine dair söz vermiştir. Ancak Hz. Musa’nın annesi kendisine verilen bu sözü üzüntü, endişe ve keder nedeniyle unutmuştur.
Üçüncü ihtimal ise Hz. Musa’nın annesinin oğlunu sandala bırakması ve onu Firavun’un bulması neticesinde üzüntüsünden neredeyse aklını kaybedecek düzeye gelmesi halidir.
Dördüncü bir ihtimale göre de Hz. Musa’nın annesinin oğlunun akıbetinden korkarak ve eli kolu bağlı bir şekilde beklemesidir.
Beşinci ihtimale göre ise Hz. Musa’nın annesinin, oğlunun güven ve emniyette olduğunu öğrenmesi neticesinde hüzünden ve kederden emin olmasıdır.
Taberî, bu son ihtimali cumhurun görüşüne aykırı gördüğü için tercih etmezken Zemahşerî’ye göre bu ihtimal kabul edilebilir bir görüştür.
Müfessirler, فَارِغًا kelimesinin anlamıyla ilgili daha çok beş ihtimalden birinci ihtimali tercih etmektedirler.
Ancak âyete lafız olarak bakıldığında her iki anlamın da doğru olduğu düşünülebilir. İlk ihtimale göre düşünüldüğünde âyetin anlamı şöyle olmaktadır:
“Musa’nın annesinin kalbi sadece onu düşünür oldu. Eğer biz (çocuğu ile ilgili sözümüze) inancını koruması için kalbine güç vermeseydik, neredeyse (Musa’nın) oğlu olduğunu açıklayacaktı.”
وَأَصْبَحَ فُؤَادُ أُمِّ مُوسَى فَارِغًا إِن كَادَتْ لَتُبْدِي بِهِ لَوْلَا أَن رَّبَطْنَا عَلَى قَلْبِهَا لِتَكُونَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ
Tercih edilen görüşe göre ise âyetin anlamı
“Musa’nın annesinin gönlü rahatladı. Eğer biz (çocuğu ile ilgili sözümüze) inancını koruması için kalbine güç vermeseydik, neredeyse (Musa’nın) oğlu olduğunu açıklayacaktı” şeklinde olacaktır.
Âyetin bağlamına bakıldığında iki anlam da kabul edilebilir gözükmektedir.
Not: Kalbi meşgul olanlar bu ayetin وَأَصْبَحَ فُؤَادُ أُمِّ مُوسَى فَارِغًا kısmını okusunlar biraz.
Büyü Sestir
Büyü kelime ve isim büyüsü sessiz çığlıktır. Eski Ahit ve Mısır mitolojisi bu türden pek çok örnek ihtiva eder:
“bir tanrının ya da demonun asıl ismini bilen kişi, bundan dolayı onun taşıyıcısının gücünü de mutlak biçimde kendisinin kılan kişidir.”
Mısır mitolojisi, İsis'in, Ra'nın ismini kendi mülkiyetine geçirerek, Ra ve diğer tanrılar üzerinde hâkimiyet kazanışını anlatır. Ayrıca ilkel toplulukların dili kullanımlarına bakılırsa, isim ve ismin gösterdiği şey arasındaki ayrımın henüz söz konusu olmadığı daha iyi anlaşılabilir.
Burada dil, başlangıçta yalnızca düzenlenmemiş sestir, ve onun gücü, korkulan bir durumla başa çıkmak için haykırış ve bağırışlarda ortaya çıkar. Bir deprem, fırtına, güneş ya da ay tutulmasının meydana geldiği durumlarda kabile üyeleri bu olağanüstü hâl ile çığlık atarak ya da haykırarak başa çıkacaklarına, böylece tehlikeli durumu başlarından savacaklarına, onu uzaklaştıracaklarına inanmaktadırlar. Bu sesler bir şeyi temsil etmez, aksine bizzat kendileri bir güce dönüşür. Daha sonra dilin sesleri düzenlenmiş ses formuna dönüştükçe, dilin bu mitik-büyüsel gücü kendini bir başka şekilde yeniden gösterir. Özel isimler şeklinde düzenlenen sesler, bireysel varlığın üzerindeki mutlak bir gücü oluşturur:
Onu [kelimeyi], varlığın özelliğine sır dolu bağlarla bu tarzda bağlayan, bilhassa özel isimdir.
**
Bu bakış noktası altında incelenince mitos da, sanat da, dil ve bilgi de sembollere dönüşür.
« Sembol artık transendental yöntemde bir kendinde-şeyin temsilini değil, “zihnin kendini açışı” nı ifade eder.
Mitos, öyleyse bu gerçekliğe zihinsel açılma yollarından biridir. Mitosun dünyasında gerçekliğe değmek mitosun dille zorunlu ve doğrudan ilişkisini gerektirmektedir.
Burada örneğin bir gölge, bir şeye ait temsildir. O, bir anlama gelmekte, bir şeyin yerine geçmektedir. Oysa sembol kavramının yeni anlamı içinde mitosu kendi özgün içeriğinde değerlendirdiğimizde, gölgenin kendisi bir anlama gelmez, bizzat bir anlam olur; bir şeyin yerine geçmez, bizzat bir karakteristik içerik olur. Bu sayede mitosun dünyasında bir hasmına zarar vermek isteyen biri onun sembolünü ele geçirmeye çalışır. Bu türden sembol büyülerinde bir adamın gölgesi gibi, hasmın balmumundan yapılmış bir modeli veya ona ait dilsel semboller de kullanılır.
Bu büyü araçlarının sembolik nitelikleri, sembolü oldukları unsur ile bir ve aynı olduklarını göstermektedir. Bu nedenle dil ve mitos karşılıklı olarak sürekli temas içinde bulunurlar; birbirlerine dokunurlar, bağlıdırlar Tıpkı diğer semboller gibi kelime ve ismin büyüsü de mevcuttur. Bir isim bir şeyin anlamını dile getiren bir işaret değildir. Kelime ve isim vardır ve etki ederler. Onlar adeta bir ontik görünüme sahip olurlar. İsim insana ait özsel, içsel Olanı dile getirir, o doğrudan doğruya bu içtekidir.
Düşünmenin mi dilden, yoksa dilin mi düşünmeden önce geldiği sorusu, dilin genel olarak bilginin alanıyla ilişkisinde olduğu gibi, mitos ile ilişkisinde de sorulabilecek ortak bir sorudur.
Leyla’m
U geşte çü hâk-ı râh-ı Leyli
Leyli be-sereş keşid zelili
O Leyla‘nın yolunun toprağı olmuş, Leyla başına bu rezilliği getirmiş.
**
Leyli ki be-ışk-ı u esirem
An bih ki ez u kenâre girem
Aşkına esir olduğum Leyla'dan uzak durmam daha iyidir.
**
Ey bâd-ı sabâ eger seher-gâh
Arifi tû be-men zi-bü-yi Leyli
Ey saba rüzgârı eğer seher vakti Leyla'nın kokusunu bana getirirsen
**
Ez-âb-ı dü çeşm-imen Hodâyâ
Pür kon tü şebi şabü-yi Leyli
Ey Allahım iki gözümün suyla, bir gece Leyla'nın testisini doldur.
**
Leyli be-misl-i çü pertev-i mâh
Mecnûn u hezârnâle vü âh
Leyla ışık saçan ayını nur gibi, Mecnun ise binlerce ah çekmekte ve inlemektedir.
**
Ey mâlik-i berr u bahr-i câlem
Leyli tu be-fazl-ı hod nigeh-dâr
Yerlerin ve denizlerin sahibi (Allah) Leyla'yı kendi faziletinle koru.
**
Leyli be-dilem nihâde dâği
Can geşte zaıfu ten çü zâği
Leyla gönlüme bir yanık yarası bıraktı, canım halsiz kaldı ve vücudum kargaya
**
Leyli ki mülk-i ruheş ne-bined
Key ber-ser-i hâk-ı men neşined
Yüzünü padişaha göstermeyen Leyla, benim mezarıma gelir mi?
**
Leyli sünbül eğer tu huri
Hâhem zi-tû men hemişe düri
Leyla! Sen peri kadar bile güzel olsan, benim senden bana uzak olmaktan başka isteğim yok
**
Leyli çü çerâğ-ı hod ber-efrüht
Şad hırmen-i Kakl u dın-i men süht
Leyla kendi ışığını yaktı, benim aklımı ve dinimi benden aldı
**
Leyli zi-cemâl u hüsn u hübi
Men her çe be-küyem ân tü hesti
Leyla sen iyilikten ve güzellikten ben ne diyorsam, o'sun
**
Tâ dûrşodem zi-kü-yi Leyli
Ez-dıde-i men be-refte seyli
Leyla'dan uzaklaştıktan sonra, benim gözlerimden seller akıyor
Kaynak: Ali Geylânî’nin “Kitâb-ı Lü’lü’ül-Meknûn ve Leylî vü Mecnûn”
**
Reklam Büyüdür
Anadolu'da "bir çift söz büyüdür insana" denilir. Günümüzde bunun karşılığı hipnozda kullanılan kelimeler dizisi vardır. Reklam metinlerinde merak uyandıracak satışları arttıracak cümleler kurulur. Kişiyi ikna etmeye çalışmakta bir tür büyü yöntemidir. Pazarlamada kullanılan beden dili, güven kazanmak için giyilen renkler, kıyafetler bunların her biri modern çağın büyüleme biçimidir. Büyülü saçlar, büyüleyen tatlar, rüyada gibi hissettiren mekânlar, bunlar fantastik bir zihnin sanal dokümanlarıdır.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar