Print Friendly and PDF

İnsan Sevdiğini Görmediğinde


Kıskançlıklarla,
kuşkularla, hesaplaşmalarla süren sancılı bir aşkın orta yerindeki bir
sevişmeden sonra adam odadan çıktığında başlayan bir hava bombardımanında ev isabet
alıyor ve adamın biraz önce geçtiği bölüm çöküyor.





 Daha iki dakika önce koynunuzda olan birinin
yok olduğunu görüyorsunuz.





 O korkunç anda kadın, yaşadığı çaresizlik
karşısında, aslında pek de inanmadığı Tanrı'ya sığınıyor.





 Dizlerinin üstüne çöküp yalvarıyor.





 "İnandır beni" diyor, "o
yaşarsa sana inanacağım.





 Ona bir fırsat tanı.





 Bırak mutluluğuna sahip olsun.





 Bunu yap, inanacağım sana.





" Ve
Tanrı'yla bir pazarlığa oturup en çok sevdiğini geri alabilmenin karşılığında
Tanrıya en çok sevdiğini vermeyi öneriyor.





 Eğer biraz önce o kapıdan çıkan erkek yeniden
o kapıdan sağ olarak dönerse, o erkeği bir daha hiç görmeyeceğine söz veriyor
Tanrı'ya.





"insanlar
birbirlerini görmeden de sevebilirler, değil mi" diyor, "seni
hayatlarında bir kere bile görmeden seviyorlar.





" Kapı
açılıyor, kadının öldüğünü sandığı erkek içeri giriyor.





 Graham Greene, Zor Tercih isimli romanında,
erkeğin dönüşünü gören kadının duygularını yalın bir dille anlatıyor.





 "O anda Maurice girdi içeri.





 Yaşıyordu, işte şimdi onsuz olmanın ıstırabı
başlıyor diye düşündüm ve yine kapının ardında ölmüş yatıyor olmasını istedim.





" Kadın,
sevdiği erkeğe kavuşmuş ve onu kaybetmişti.





 Ve onun yaşadığını gördüğü anda, biraz önceki
pazarlığın ağırlığını fark edip, "Keşke ölseydi" diyordu.





 Bundan sonra, bir insanı görmeden de sevmenin
mümkün olup olmadığını öğrenecekti.





 Romandan yapılan filmde, 'Tanrı'yı görmeden
seven insanların' birbirlerini de görmeden sevip sevemeyeceklerini, iki sevgili
unutulması zor cümlelerle tartışıyordu.





 — insan sevdiğini görmediğinde aşk biter mi?





 — Düşünsene, Tanrı'yı bir kez bile görmedik
ama onu seviyoruz.





 — Ama benimki o tür bir sevgi değil, Sarah.





 — Belki de başka bir tür sevgi yok, Maurice.





 Aşk, bir insanı Tanrı'yı sever gibi sevmek mi,
onu görmeden ama onu hissederek onun varlığına bağlı kalmak mı?





 Bir dokunuşa, bir bakışa, bir sese, bir işarete
muhtaç olmadan, onu besleyecek bir bedene, bir vaade, bir ümide ihtiyaç
duymadan, tek başına da sürebilecek kadar güçlü bir sevgi mi aşk?





 'Sevmeye devam edebilmek için onu görmeliyim'
demeyecek kadar büyük bir iman, büyük bir bağlanma mı?





 Bir ruhun bir başka ruha sarılması ve bu sarılışı
bir bedene gerek duymadan da sürdürebilme mi?





 'Tanrı'yı sevdiğim kadar severim
seni'diyebilmek, böylesine korkunç bir bağlılığa rıza göstermek mi aşk?





 Peygamberler bile Tanrı'ya bir kere yüzünü
göstermesi için yalvarırken, hiç görmeden de ruhunu bir başka ruha adamak mı?





 Hayatın içinde, insanların sevmek için görmeye
ihtiyaç duyduğuna şahit oluyoruz; kaybedişler unutuşları da getiriyor; bir bedenin
aracılığı olmadan bir ruha bağlılığımızı çok sürdüremiyoruz, 'Tanrımız' olmuyor
sevdiğimiz; imanımızı çabuk kaybetmeye, bütün inançsızlar gibi sevgimizin
sürmesi için bir kanıt görmek istemeye çok yatkınız.





 Ama bence, sevgiyi ve aşkı hayatımızın bu kadar
önemli bir parçası kılan bu çabuk vazgeçişler değil; Tanrı'ya 'onu yaşatırsan
ben onu bir daha görmemeye bile razıyım, insanlar seni nasıl görmeden
seviyorlarsa ben de onu görmeden sevebilirim' diyebilen birilerinin varlığına inanmamız.





 'Belki de sevmenin başka türü yoktur' diyen
birilerinin romanların, filmlerin arasındadolaşması ve bizim o insanları
hayatta da bulacağımıza dair ümidimiz, bizi aşka doğru çeken.





 Böyle bir ümidimiz olduğu için şiirler, romanlar
yazıyor, böyle bir ümidimiz olduğu için şiirler, romanlar okuyoruz.





 Neredeyse bütün hayatını kendi inancıyla
dövüşerek geçiren Graham Greene'in, 'Tanrı'yı görmeden seviyorlar, ben de
onu görmeden severim' diyen bir satırı yazması, bize aşkın çekiciliğini yaşatan.





 Bu satın okumak, bunun gerçek olabileceğine
inanmak, bu hayali benimsemek, bizim sıradan hayatımızı, bizim yaşadığımızdan daha
renkli, daha çekici, daha heyecanlı kılan.





 Hiç rastlamasanız da 'bir insanı sevmenin bir
Tanrı'yı sevmek gibi bir şey olduğunu' yazan birinin varlığı, sizi, bunu
söyleyebilecek birinin varlığına da inandırır ve o inançtır, bence, sizin hayatınıza
mana katan.





 Aynen, 'Tanrı'yı görmeden sevmek' gibi siz de
bir insanın başka bir insanı hiç görmeden sevebileceğine, o insana hiç
rastlamadan inandığınızda, romanların size vaat ettiği o kutsal topraklara
girmek için, o toprakların sınırlarında içiniz ürpererek dolaşmaya başlarsınız.





 Birisi tarafından öyle sevilmek istersiniz.





 Ve birisini öyle sevmek.





 Ancak o zaman, gerçek bir mümin gibi, çekilecek
olan acıları değil, bir tanrısı olan bir kâinatta yaşamanın mucizesini fark
edersiniz.





 Acı dolu, isyan dolu bir mucize.





 'Keşke inanmasaydım' dedirtecek, 'keşke onu
böyle sevmeseydim' dedirtecek bir mucize.





 Ama bütün acısına, bütün kederine, bütün
yalnızlığına rağmen vazgeçilmeyecek bir mucize.





 O mucizeyi görenlerin ondan kolay kolay
kopabileceklerini sanmam.





 İnsanların bütün nankörlüklerine, alaylarına,
hor görmelerine, inanmamalarına karşın tek başına kendi inancıyla yaşayan,
kendi inancının yüceliğinde diğer insanların zavallılığını, yetersizliğini,
aşksızlığını görüp, onlar için üzülen ve kendi sevgisine sıkı sıkıya tutunan
bir ahir zaman peygamberi gibi, başkalarına bomboş gözüken bir çölde, o çölün
boş olmadığını hissederek yürürsünüz.





 Sizin bu yürüyüşünüz, bir gün bir romanda ya
da bir yazıda bir satıra dönüştüğünde, sizinle alay eden nice insanın çorak ve
loş hayatına sizin hayatınızdan bir ümit ve ışık sızar.





 Büyük bir ödülün ve büyük bir cezanın sahibisinizdir.





 Bir insanı bir Tanrıyı sever gibi sevebilecek
bir güçle ödüllendirilmiş.





Bir insanı bir
Tanrı'yı sever gibi sevebilecek kadar güçlü olduğunuz için de cezalandırılmışsınızdır.





 İnsanlar Tanrı'yı görmeden seviyorlar.





 Ama Tanrı'ya inananların çoğu, bir insanın bir
başka insanı hiç görmeden sevmeyi sürdürebileceğine inanmıyor.





 Ben, Tanrı'ya inanan Graham Greene'e inanıyorum,
'bir insan başka bir insanı hiç görmeden de sevmeyi' sürdürür.





 Benim inancımı paylaşanlar, bir gün öyle
sevmeyi ve öyle sevilmeyi bekleyecekler; buinanç, onların içine kapatıldıkları
küçük hayatların sınırlarını yıkıp onları vaat edilmiş hayallere taşıyacak.





 Bir gün biri onlara diyecek ki:





— Belki de
başka tür bir sevgi yok, Maurice.





 Ahmet
Altan/ KRISTAL DENIZALTI


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar