Hadi Gel
Pan-enteizm kavramı XIX. Yüzyılın başlarında Alman düşünür Karl Kraus’e (1874-1936) tarafından deizm ile panteizmin aşırılıklarına karşı orta bir yol bulmak amacı ile ortaya atılmıştır. Pan-enteizm kavramındaki “Pan” her şey “En” içinde “Teos” Tanrı anlamındadır. Bu anlayışa göre
“Her şey Tanrı’dadır ama Tanrı ile evren aynı değildir.
Bu anlayışa Çift kutuplu Tanrı anlayışı da denir.
Tanrı’yı soyut, mutlak ve değişmez gibi yönleriyle evrenin üstünde aşkın bir varlık olarak nitelerken; somut, göreli ve değişen yönleriyle de evrenin içinde içkin bir varlık olarak niteler. Tanrı evrenin dışında, onunla birlikte olmasına rağmen aşkınlığa sahiptir. Hem zamanın içindedir hem dışında; hem değişendir hem de değişmeyendir. Bu akımın Temsilcileri White Head, Hegel, Spinoza, İbn- ül Arabî gibi birtakım felsefecileri sayabiliriz”. [Aydın, Din Felsefesi, 195; Mohapatra A.R, Tanrı ve Evren, Çev. Metin Yasa, Tabula rasa, Isparta,2001, yıl:1 sayı:3,212; Kılıç ve Reçber, Din Felsefesi, 73]
Paganizm inanç biçiminin Mekke toplumunda ne zaman ortaya çıktığı hakkında kesin bilgiye sahip olmamakla birlikte Huzaa kabilesinin lideri Amr b. Luhay ile başladığı söylenebilir. Amr b. Luhay tamamen şahsi ve bölgesel kaygıları dikkate alarak Mekke’nin sarsılan imajını da düzeltmek maksadı ile çevre bölgede ibadet edilen tüm inançlara ait putların Kâbe’ye konulmasını teklif etmesi üzerine pagan inancının temeli atılmıştır. [Cevad Ali, el-Mufassal: Târihu’l-arap Kable’l-İslâm, Bağdat, trs, 7,126]
Dikkat edilirse paganizm kültürünün Mekke’de şekillenmesinde yer alan esas kaygı dini olmayıp Mekke’nin ticari yapısı ve onu geliştirmekle alakalıdır. Yani zannedildiği gibi çok masum sapmalardan değildir. Amr b. Luhay her kabilenin Tanrısına ait putu Kâbe’ye getirmek sureti ile her kabileye değer vermek ve onların önemli olduğunu hissettirmekle kalmamış, böylece hem kabile savaşlarının önüne geçmiş hem de Mekke’nin önemli bir ticaret merkezi olmasını sağlamıştır. [Ezraki Ahbâru Mekke ve mea câe fîha mine’l- âsar, 1:165]
“Kimdir Allah'a güzel bir borç verecek o kimse ki, Allah da o borcu kendisine kat kat ödesin. (Rızkı) Allah daraltır ve genişletir. Ancak ona döndürüleceksiniz” [Bakara 2/245]
İnsanın benliğinin gayrısı Allah’ı temsil eder. Buradaki teşbih kendine gurur verme, verdiğin aslında Allah Teâlâ’nın kendisidir.
“Allah'ın kendilerine lütfundan verdiği nimetlerde cimrilik edenler, bunun, kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Hayır! O kendileri için bir şerdir. Cimrilik ettikleri şey kıyamet gününde boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır. Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır ” [Âl-i İmrân 3 / 180]
“Küfre saplananlara gelince, onları uyarsan da, uyarmasan da, onlar için birdir, inanmazlar. Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözleri üzerinde de bir perde vardır. Onlar için büyük bir azap vardır.” “İnsanlardan, inanmadıkları halde, Allah'a ve ahiret gününe inandık diyenler de vardır. Bunlar Allah'ı ve mü'minleri aldatmaya çalışırlar. Oysa sadece kendilerini aldatırlar da farkında değillerdir.” [Bakara 2/6-9]
İnanç Değişmedi, İnsanlar Sürekli Bozdu
Zerdüştlük dininin doktrini ile Tevrat ve Kur’an’ın öğretileri arasında benzerlik bulunduğu gibi, bu metinlerde yer alan pasajlar arasında da anlam ve üslup benzerliklerine rastlanabilmektedir. Örnek olarak Zerdüşt: ” Ben sana senden daha yakınım”( Desâtir,122) derken, Kur’an’da Kaf suresinin 16. Ayetinde “ Biz ona şah damarından daha yakınız” denilerek aynı şey söylenmiş olmaktadır.[ Yavuz, ”Metni Dili ve Tefsiri Açısından Kur ’ân Metni”. 110]
Richard Dawkins’in İnkâr Ettiği Tanrı
Richard Dawkins’in : "Tüm kurgular içinde en nahoş karakter. Kıskanç ve bununla gurur duyuyor, bir dar kafalı, adaletsiz, merhametsiz kontrol manyağı, bir kin dolu kana susamış soykırımcı, bir kadın düşmanı, homofobik, ırkçı, çocuk katili, soykırımcı, evlat katili, öldürücü (veba getiren), megalo.., sadomazoşist, kaprisli hain zorba" [Richard Dawkins, Tanrı Yanılgısı, Çev. Tunç Tuncay Bilgin, , Kuzey Yay, 2012, 22]
Ben kulumun düşündüğü gibiyim, diye bir kelamı varsa Allah Teâlâ’nın, dili kötü olana kim yardım eder, katında…
Peygamberimize iftira edenler bu ayeti okumadılar mı?
Rasülüllâh salla'llâhü aleyhi ve sellem’in Kurân-ı Kerim’i tahrif ettiği, uydurduğu, kafasına hevasına göre yazdığını veya başka başka hezeyanları ileri sürenler bu ayeti okumalılar.
İnsan tabiatı kendini ezen ve küçülten hususları saklamakta mahirdir. Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem onların bahsettiği gibi olsaydı, bu ayeti saklar kimseye söylemezdi. Kurân-ı Kerim’de adı geçen bir sahabi vardır. O da Zeyd b. Hârise (ö.8/m.629) radiyallâhü anh dır.
Bilindiği gibi Zeyd o günkü toplumsal anlayışın çarpıklığı nedeniyle köle olan, Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem tarafından özgürlüğüne kavuşturulan, bu arada peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’e evlatlık olma şerefine ulaşmış bir sahabedir.
Zeynep Binti Cahş ise Hz Peygamberin halası Ümeyye’nin kızıdır.
Medine’ye hicret eden ilk muhacirlerden biridir. Medine’de Zeynep ile evlenmek isteyenler bir hayli fazla olmasına rağmen Hz Peygamber O’nun Zeyd ile evlenmesini uygun gördü. Zeynep binti Cahş bu evliliğe gönlü olmamasına rağmen Rasülüllâh salla'llâhü aleyhi ve sellemin kararına rıza göstererek istemeye istemeye Zeyd ile hicretin ikinci senesinde 624 yılında evlendi.
Zeynep binti Cahş bu sıralarda 30 küsur yaşlarında, Zeyd ise hem Peygamberimiz’in sütannesi Ümmü eymen ile evli, hem de elli yaşlarında idi. Ayrıca Zeyd Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellemin evlatlığı olması da bilinen bir durumdur.
Peygamberimizden beş yaş daha küçük olan Zeyd, Allah Rasulu’nun en çok sevdiği dostları arasında idi. Zeyd Peygamberimize ilk iman eden sahabilerin arasında yer alırken, askeri ve idari kabiliyetleri ile sahabe arasında saygın bir kişiliğe sahipti. Zeyd İmam Zührî (ö. 50-124/670-742)’nin : “ Zeyd’den önce Müslüman olmuş kimse bilmiyoruz.”dediği kimsedir.
Müfteriler Rasülüllâh salla'llâhü aleyhi ve selleme bakarken birde bu açıdan baksalar, aile içi bir sorun olduğu halde ifşa edilmesi de kolaydı.
[Ahzap suresi 37]
“Hani sen Allah'ın kendisine nimet verdiği, senin de (azat etmek suretiyle) iyilikte bulunduğun kimseye, "Eşini nikahında tut (onu boşama) ve Allah'tan sakın" diyordun. İçinde, Allah'ın ortaya çıkaracağı bir şeyi gizliyor ve insanlardan çekiniyordun. Oysa kendisinden çekinmene Allah daha layıktı. Zeyd eşinden yana isteğini yerine getirince (eşini boşayınca), onu seninle evlendirdik ki, eşlerinden yana isteklerini yerine getirdiklerinde (onları boşadıklarında), evlatlıklarının eşleriyle evlenmeleri konusunda mü'minlere bir zorluk olmasın. Allah'ın emri mutlaka yerine getirilmiştir”
19. yüzyılın sonlarıyla 20. yüzyılın başlarında yaşayan Abdüllatif Harputi, Batıda Aristo felsefesinin ve klasik kelâmla iç içe geçmiş olan eski Yunan düşüncesinin geçerliliğini yitirdiğini, bunun yerine, ilimde artık deney ve tecrübenin hâkim olduğunu savunmuştur. Batıda varlık felsefesinde, artık materyalist ve pozitivist inkârcı akımların hakim olduğunu belirtmiştir. Kendi ifadeleri şöyle: “Dinin esas inançlarını içeren, asrımızda ortaya çıkan birçok bid’at ve çağdaş dinsizlere karşı koyan, dini korumak için kesin bir şekilde ortadan kaldırılması gereken, modern doyumcu felsefenin sapkınlıklarını reddetmeye yönelik, Ehli Sünnet kelamcılarına ait, bir şey bulunmamaktadır. Kitap, Hak olan dinimizi ve doğru olan kitabımızı, hile ve saptırma yoluyla savaşanların saldırısına karşı savunmak için, akıl sahiplerine örnek olabilecek bir şekle geldi.”
[Harputi, Abdüllatif, Tenkihu ’l Kelâm Fi Akâid-i Ehli’l İslam, Çev: İbrahim Özdemir, Fikret Karaman, T.D.V Yay., Elazığ, 2000, 20-22.]
Dil ve Düşünce Sistemindeki Değişiklik
Dil ve düşünce sistemindeki değişikliği Michel Foucaoult ise, şöyle ifade etmektedir: Klasik çağda varlığın işaret ettiği şeye nasıl delalet ettiği sorulmaktaydı, modern çağda varlığın işaret ettiği şeye nasıl bağlandığı sorulmaktadır. Yani klasik çağ bu soruya temsil çözümlemesi ile modern çağ ise anlama ve anlam verme aracılığı ile cevap vermiştir.
[Foucaoult, Michel, Kelimeler ve Şeyler, Çev: Mehmet Ali Kılıçbay, İmge Kitapevi, İstanbul, 2001, 82.]
Muhammed Esed’in Yahudi Damarı
“Dönselerde bir damar kalıyor, geçmişin derinliklerine itiyor insanı.”
Günümüzde daha bir ivme kazanan din konusundaki tartışmalarda, üzerinde en çok durulan konu, dînî ya da teolojik ifadelerin tahlili olmaktadır. Özellikle sembolik ve antropomorfik/insanbiçimci ifadelerin delalet ettikleri şeyi ne oranda karşılayabilecekleri konusu, gündemi sürekli meşgul etmektedir.
Bu alanda, “Sembolizm” veya “Sembolik Dil Anlayışı”, din dilinin mahiyetini anlamaya yönelik olarak ileri sürülen iddialı bir görüştür.
Sembolik dili savunanların kalkış noktası, genel olarak bazı konularda dille tecrübe arasında tam bir örtüşmenin olmadığı gerçeğine dayanır, yani “dilin sınırları tecrübenin son sınırları demek değildir.
Dolayısıyla dille ifade edilmesi zor olan veya dilin erişemediği hakikatlerin, başka türlü anlaşılma ve kavranma şekilleri bulunabilir. Sanat ve edebiyatta olduğu gibi, din alanında da nesnel ve katı gerçekliğe dayanan veya onu çağrıştıran bir dil yerine, bireye hakkını veren sezgiye dayalı esnek bir yapı arz eden Sembolik Dil Anlayışı, bu anlama ve kavrama imkânını bize verebilir.
Birçok yazar için fark gözetilmeksizin birbirlerinin yerine kullanılan ‘imge’, ‘işaret’, ‘allegori’, ‘sembol’, ‘mecaz’, ‘mesel-temsil’, ‘tesbih’, ‘mütesabih’ vb. farklı kelime ve kavramlarla da ifade edilebilen bu anlayışa yani sembolizme olan yöneliş, tarihî süreçte, kimi zaman mantıksal deneyciliğin tehditlerini hissetmekten kaynaklanmış, kimi zaman da dini söylem ve terminolojinin çağdaş bilgi ve tecrübeler ışığında yeniden gözden geçirilmesi ve ayıklanması ihtiyacından doğmuştur.
Örneğin, tabiatı salt katı gerçeklik olarak algılamamızı telkin eden tabiatçılar, sembolizm konusunda tefrite düşmüşlerdir.
Bu görüş sahiplerine göre kâinat ve ondaki herhangi bir şey, kendinden başka bir şeye delalet eden bir işaret ya da sembol değil, kendisi bizzat nihai gerçekliktir.
Sembolizmin diğer bir aşırı şekli ise, dini sembolleri bağlamından koparıp, olağan ve tabii dünyadan tamamen tecrit ederek soyut bir dünya takdim etmeye çalışan görüştür ki, bu da sembolizmin ifrata vardırılmış halidir.
Muhammed Esed’in “Kur’an Mesajı” ismiyle Türkçeye çevrilen meal-tefsir çalışmasında, Allah’ın sıfatları, ahiret, cennet cehennem, melek, cin, şeytan ve mucizeler konusundaki birtakım görüşleri, bazı hüküm ayetleri hakkındaki yorumları bu anlamda sembolizmin ifrata vardırılmış halidir ve hatalı görüşlerdir.
Tekrar vurgulamak gerekirse, dil kurallarına ve sahih naklî kaynaklara uygun olarak kullanılan sembolik dilin din açısından önemli yararları olmakla beraber, söz konusu bu kuram, salt kendi sembolik fonksiyonlarına ağırlık verdiği sürece, dini ifadelerin anlamı ve nesnel karşılığı ile ilgili güvenilir bir dayanak ortaya koymaktan uzak kalacaktır.
Martha C. Nussbaum bu konuda şöyle demektedir.
Duyguların en önemli özelliklerinden biri, ona göre bir nesne hakkında olmalarıdır. Kıskançlığımız bir kişi hakkındadır, neşemiz değer verdiğimiz bir kişi veya bir şey hakkındadır, üzüntümüz yine değer verdiğimiz bir kişi veya bir şey hakkındadır.
Nussbaum ile beraber birçok filozof duyguların bu “hakkındalığını” vurgulamıştır. İşte bu noktada Nussbaum duygunun önemli bir özelliğini daha ortaya koyar. Yaşanan duygular her zaman kişinin kendi yaşamıyla ilişkili birilerine veya bir şeylere değer vermeyi içerir.
Örneğin hayatımızla hiç ilgisi olmayan hiç tanımadığımız bir kişinin başka bir şehre taşınacağını düşünerek üzüntü yaşamayız. Aynı sebeple hayatımızda çok değer verdiğimiz bir kişinin cesedine bakmak bize duygusal olarak dayanılmaz gelir.
Ayrıca Nussbaum’a göre, duygunun temelinde yatan değer verişin derecesi ne kadar yüksekse, yaşanan duygunun kuvveti de o kadar fazla olacaktır. Çok yakın bir kişi hastalandığında çok üzülür, daha az yakın olduğumuz daha az sevdiğimiz birisi hastalandığında daha az üzülürüz. Çok yakınımızın bize yaptığı bir sadakatsizlik bizi çok kızdırır, daha az sevdiğimiz bir kişinin sadakatsizliği bizi daha az kızdırır vb.
Elbette hayatımızın parçası olan kişilere veya şeylere değer vermemiz herhangi bir duyguya sahip olmamız için gerekli fakat yeterli değildir.
Nussbaum’un teorisine göre, değer verdiğimiz kişi veya şeyle ilgili bir yargıda bulunmamız gerekir. Nussbaum, bu yargıyı iki basamaklı düşünebileceğimizi söyler: Değer verdiğimiz nesne ile ilgili bir görüngüye sahip oluruz. Bu görüngüyü gerçeği yansıtan bir görüngü olarak kabul ederiz.
Önce görüngüyü açıklayalım.
Korktuğumuzda değer verdiğimiz birini veya bir şeyi bir çeşit tehdit altındaymış gibi görürüz/algılarız. Umutlandığımızda değer verdiğimiz birini veya bir şeyi belirsiz durumundan iyi bir yöne doğru gidecekmiş gibi görürüz/algılarız. Yastayken değer verdiğimiz birini veya bir şeyi kaybetmişiz gibi algılarız. İşte değer verdiğimiz kişileri ve şeyleri böyle algılamaya Nussbaum yargının birincibasamağı olan ‘görüngü’ der.
Bazen görüngülere sahip olduğumuz halde onları gerçeği yansıtan görüngüler olarak kabul etmeyiz. Nussbaum görme ile ilgili bir örnek verir. Güneşi gözlerimiz ufak görür oysa gördüğümüzü gerçekleri yansıtan bir görüngü olarak kabul etmeyiz. Yani bir görüngüyü kabul edebiliriz veya reddedebiliriz. Kabul ettiğimizde bir inanç oluşturmuş oluruz. Güneşle ilgili görüngüsünü kabul eden bir çocuk güneşin ufacık olduğuna inanır. Bizler, görüngümüzün gerçeği yansıtmadığı düşüncesiyle görüngümüzü reddederek böyle bir inanç oluşturmayız.
Duyguların içeriğini oluşturan yargıların ikinci basamağı da görüngülerin kabul edilmesi ile tamamlanır. Değer verdiğimiz birini veya bir şeyi bir çeşit tehdit altındaymış gibi gördükten sonra bu görüngüyü kabul edersek korkarız. Değer verdiğimiz birini veya bir şeyi belirsiz durumundan iyi bir yöne doğru gidecekmiş gibi görüp bu görüngümüzü kabul edersek umuda sahip oluruz. Değer verdiğimiz birini veya bir şeyi kaybetmişiz gibi algılayıp bu görüngümüzü kabul edersek de yas yaşarız.
Stoikler bu kabul etmenin veya reddin her zaman bizim seçerek yaptığımızı düşünmüşlerdir. Nussbaum’a göre ise bu kabul her zaman seçerek yapılmaz.
Söz konusu görüngü kabulünün her zaman o kadar da “seçerek” yapılmayabilişi, Nussbaum’un kendisine yöneltilen önemli bir eleştiriye yanıt vermesini sağlar. Bu eleştiriye göre yargılarımızı değiştirdiğimiz halde bazen duygularımız değişmeyebilir.
Sandra adlı kişi küçükken köpekten çok korkar fakat gün geçtikçe büyür ve köpeklerin zararsız olduklarını ve onların kendisine bir şey yapmayacağını öğrenir ve buna olan inancı her geçen gün artar. Sandra’nın yargısı ne denli değişmiş olsa bile korkusu değişmez. Hala küçüklüğünde olduğu gibi köpeklerden korkmaya devam eder. Bu ve bunun gibi örnekler gündelik yaşamımızda sıkça karşılaştığımız ve başımıza gelen olaylardır. Dolayısıyla bu örnek yargının değişmesine rağmen duygunun değişmediğine bir destek olarak gösterilebilir.
Fakat Nussbaum bu örneğin çürütülebileceğini iddia eder ve bunun da insanların çelişen inançlarıyla açıklanabileceğini dile getirir. Nussbaum, insanların çelişen hisleri olarak ifade ettiği durumu şöyle açıklar.
Örneğin; bir kişi yaşadığı yerdeki mahkemeyi yanlış yerde biliyordur, fakat kişi, mahkemenin doğru adresini öğrense bile aynı yerinde düşünmeye devam eder ve her defasında aynı hatayı tekrarlar. Çoğu insan hayatı boyunca bu şekilde hatalarla karşı karşıya kalmaktadır. Bunları değiştirmek çok zordur ve kişinin bütün hayatını bir incelemeye almasını gerektirir. Dolayısıyla bu gibi yanılgılar insanların hayatında yer almaya devam edecektir. Yani Nussbaum’a göre bu kişinin çatışan iki inancı vardır. Ona göre, aynı durumu duygularla ilgili de düşünebiliriz.
Örneğin; Seneca onurun çok önemli olmadığına inanan bir kişidir fakat önemli bir davete gittiğinde özel kişilerin oturduğu masaya değil de farklı bir yere oturtulduğunda kendini kötü hisseder. Her ne kadar onurun önemli olmadığına inansa da bunu bile bile aşağılanma hissetmektedir. Çünkü Seneca’nın onurun önemli olmadığına dair inancı vardır fakat davet sırasında onur ona önemliymiş gibi görünür ve bu görüngüyü o anda kabul ederek önceki inancı ile çatışan bir yargı oluşturur.
Nussbaum’a göre farklı duygular aynı kişi veya şey hakkında olabilirler.
Örneğin aynı kişi hakkında hem üzüntü duyabilir hem gurur duyabiliriz. Değer verdiğimiz bir kişinin bir iş görüşmesinin kötü gittiği yargısına varırsak üzülür, önemli bir ödüle layık görüldüğü yargısına varırsak onunla gurur duyarız. Yani üzüntüyü gururdan ayıran hangi nesne hakkında oldukları değil, o nesne ile ilgili nasıl bir yargıya vardığımızdır.
Değer verdiğimiz, önemli bulduğumuz şeylerin kötü yönde etkilere tabi olduğu yargısına vardığımızda üzüntü, korku, kıskançlık gibi yaşaması tatsız duygular hissederiz. Öte yandan değer verdiğimiz, önemli bulduğumuz şeylerin iyi yönde etkilere tabi olduğu yargısına vardığımızda da neşe, umut, gurur gibi yaşaması hoşumuza giden duygular hissederiz. Örneğin; değer verdiğimiz bir kişinin şanslı olması ve bu şansının hayatta ona çok şey kazandırmasını yaşaması hoşumuza giden bir “neşe” duygusu ile karşılarız. Değer verdiğimiz bir kişi şansı nedeniyle bize göre iyi yönde etkileniyordur. Diğer yandan, değer verdiğimiz bir kişiyi kaybettiğimizde uzun süren bir “yas” dönemine gireriz. Değer verdiğimiz bir kişi ölüm nedeniyle artık yoktur.
Duygular, onları yaşayanların algılarını içerdiğinden, hatalı olabilme özelliğine de sahiptir. Örneğin değer verdiğimiz bir kişinin hayatının tehlike altında olduğu algısına sahipken aslında hayatı tehlike altında değilse, onunla ilgili korkumuz hatalı olmuş olur. Aynı şekilde değer verdiğimiz bir kişinin durumunun iyiye gideceği algısına sahipsek ve dolayısıyla umutlu isek fakat aslında durumu kötüye gidiyorsa umudumuz yersizdir. İşte bu şekilde Nussbaum’a göre duygular hata içerebilirler.
Tekrar edecek olursak; Nussbaum’a göre, yaşanan duygular her zaman kişinin kendi yaşamıyla ilişkili birilerine veya bir şeylere değer vermeyi içerir. Duygunun temelinde yatan değer verişin derecesi ne kadar yüksekse, yaşanan duygunun kuvveti de o kadar fazla olacaktır. Nussbaum’un teorisine göre, bir duygu yaşamamız için, değer verdiğimiz kişi veya şeyle ilgili bir yargıda bulunmamız gerekir.
Duygunun kendisi olan bu değer yargısı ise iki basamaklıdır.
(1) Değer verdiğimiz nesne ile ilgili bir görüngüye sahip oluruz
(2) Bu görüngüyü gerçeği yansıtan bir görüngü olarak kabul ederiz.
Örneğin; değer verdiğimiz birini veya bir şeyi bir çeşit tehdit altındaymış gibi gördükten sonra bu görüngüyü kabul edersek korkarız. Duygular, onları yaşayanların algılarını içerdiğinden, hatalı olabilme özelliğine de sahiptir. Örneğin değer verdiğimiz bir kişinin hayatının tehlike altında olduğu algısına sahipken aslında hayatı tehlike altında değilse, onunla ilgili korkumuz hatalı olmuş olur.
Ebû Hüreyreden gelen başka bir rivâyete göre Rasülüllâh salla'llâhü aleyhi ve sellem
:'Kıyamet günü kul, ilk önce namazdan hesaba çekilecektir. Eğer namazı iyi çıkarsa, bütün amelleri de iyi çıkar. Eğer namazı bozuk çıkarsa, bütün amelleri de bozuk çıkar.” demiştir.[ Ali el-Kârî, Mirkât, II, 194.]
Annesine İyi Davranmayanın Vay Haline
Hz. İsa aleyhisselâmın beşikte iken kavmine verdiği cevap zikredilirken: “Sen şüphesiz Allah’ın kuluyum. Bana kitab verdi ve beni peygamber yaptı; nerede olursam olayım beni mübarek kıldı. Yaşadığım müddetçe namaz kılmamı ve anneme iyi davranmamı emretti” [Meryem (19), 31.]
Câbir b. Abdullah’tan (v. 77/696) gelen rivâyette: “Bir adam sabah namazının sünnetinde, birinci rekatta “Kul ya eyyühe'l- kâfirun” sûresini okudu. Bitirince Rasülüllâh salla'llâhü aleyhi ve sellem: “Bu kul, Rabbini tanıdı.” dedi. İkinci rekatta “Kul huvallahu ahad” okudu. Rasülüllâh salla'llâhü aleyhi ve sellem: "Bu kul, Rabbine iman etti" dedi. [İbn Hibbân, Sahih, IV,79.]Aişe’den gelen rivâyette (v. 58/677): “Nebi (sallallâhü aleyhi ve sellem): “Sabahın iki rekat sünnetinde “Kâfirûn” ve “ İhlâs’ı” okumak ne güzeldir” dedi. [îbn Huzeyme, Sahih, 11,163; İbn Hibbân, Sahih, IV,79.]
Şarap, Arapça شرب kökünden türetilen kelime olarak her türlü içilecek sıvı, üzüm şarabı her türlü sarhoşluk verici İçecek anlamlarına gelmektedir.
Önce maddi bir anlamda kullanılan bu kelime mecazi bir anlam kazanmış ve tasavvufi terim olarak aşk coşkunluğu sâlikin gönlünde oluşan ve onu huzurlu yapan his ve zevk anlamlarında kullanılmıştır.
Sakî, Arapçaسقى kökünden türetilen kelime olarak su, şarap ve benzerlerini sunan kişi
anlamındadır. Ancak yaygın olarak işi şarap sunmak olan şahıslar için kullanılmıştır. Bu kelime tasavufi terim olarak ise şu anlamları taşımaktadır ;(1) Feyyaz-ı mutlak,feyiz veren ,
teşvik eden; sırları açıklayarak, hakikatleri anlatarak ariflerin gönlünü imar eden kişi (2) mâlikin, Allaha yönelen kişinin kendilerine bakarak hak sarhoşu olduğu güzelliğe örnek teşkil eden görüntüler (3) Mürşid-i kâmil (4) Allah Taâla; Aşk ve muhabbet şarabını aşıklara vererek onları fanileştiren Allah Teâlâ.
Sâkı-i ruhaniyân, mecazî olarak insanlarım atası Hz. Adem ve Cebrail anlamlarındadır.Sakî-i Kevser, Hz. Ali kerremallâhü aleyhi vechenin lakabıdır.
Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellemin torunu ve Hz. Fatıma annem ile Hz. Ali kerremallâhü aleyhi vechenin küçük oğlu olan Hüseyin aleyhisselâm, H. 4’te dünyaya gelmiştir. İlk üç halife devrinde çocukluk ve gençlik dönemini geçiren Hz. Hüseyin, bu sıralarda önemli bir rol üstlenmemiştir. Babasının halifeliği sırasında Kûfe’ye giderek babasının bütün seferlerine katılmıştır. Hz. Ali’nin ölümünden sonra ağabeyi Hz. Hasan’a bey’at etmiştir. Hz. Hasan aleyhisselâm hilâfeti Muaviye’ye bırakmaya karar verdiğinde Hz. Hüseyin, ağabeyine itiraz etmiş ancak bu, sonucu değiştirmemiştir. Bunun üzerine ağabeyiyle Medine’ye giden Hz. Hüseyin, Muaviye döneminde Yezid’in veliahtlığına itiraz dışında sessiz kalmış, herhangi bir siyasî faaliyette bulunmamıştır.
Muaviye’nin vefatının ardından Şam’da ve diğer bölgelerde Yezid’e beyat edilmiştir. Ancak o sırada Medine’de bulunan Hz. Hüseyin ve Abdullah b. Zübeyr, kendilerinden zorla bey’at almakla görevlendirilen valinin takibatından kurtularak Mekke’ye gittiler. Onların bu davranışıyla birlikte Muaviye zamanında kontrol altında tutulan muhalefet harekete geçti. Bu işin başını da Kûfeliler çekiyordu. Bunlar Mekke’ye sığınan Hz. Hüseyin’e elçi ve mektuplar göndererek kendisini Kûfe’ye davet ettiler. Davetlerini kabul edip şehirlerine geldiği taktirde kendisini halife ilan edeceklerini ve bayrağı altında Yezid’e karşı savaşacaklarını bildirdiler. Hüseyin’in durumu araştırmak üzere gönderdiği amcasının oğlu Müslim b. Akîl, Kûfe’de çok müsait bir zemin buldu. Emevî valisi Numan b. Beşir’in gevşekliğinden de faydalanarak Hüseyin adına halktan bey’at aldı. Ardından da Hz. Hüseyin’i Kûfe’ye çağırdı.
Gelişmelerden haberdar olan Yezid, Basra Valisi Ubeydullah b. Ziyad’ı Küfe valiliğine tayin ederek isyanı önlemekle görevlendirdi. Göreve başladıktan hemen sonra Müslim b. Akîl ve arkadaşlarım öldürten Ubeydullah, gönderdiği kuvvetlerle Kûfe’deki yeni gelişmelerden habersiz olarak Kûfe’ye gelmekte olan Hz. Hüseyin’in yolunu kestirdi. 10 Muharrem 61 (10 Ekim 680) Cuma günü Kerbelâ’da cereyan eden çarpışmalarda Hüseyin ve beraberindekilerin tamamına yakınını susuzluk ve canice şehit ettiler.
[Yiğit, XI, s. 90. Hz. Hüseyin ve Kerbelâ olayı hakkında şuralara bakılabilir: Ethem Ruhi Fığlalı, “Hüseyin”, DÎA, XVIII, s. 518-521. Ahmet Ağırakça, Emevîler Döneminde Kıyamlar, Şafak Yayınları, İstanbul, 1994, s. 73-120. İbrahim Sançam, Emevî-Hâşimî İlişkileri, TDV Yayınları, Ankara, 1997, s. 307-334. Ahmet Turan Yüksel, İhtirastan İktidara Kerbelâ, Yediveren Yayınları, Konya 2001, s. 71-106. M. Asım Koksal, İslâm Tarihi (Hz. Hüseyin ve Kerbelâ Faciası) Akçağ Yayınları, Ankara 1984.]
(Muharrem ve Ekim ayının acılarını çok iyi bilirim.)
Ehl-i Sünnetin Siyasal Paradigması
Abdullah b. Ömer, Hasan-ı Basrî, Kabisa b. Züeyb ve İbn Şihâb ez-Zührî’nin siyasî tutumları devlet yöneticilerine zalim ve günahkâr da olsalar itaat etme görüşünde olup, toplumda kargaşa çıkaracağı endişesiyle isyanlara karışmamak gerektiğini savunmuşlardır. Anlaşılacağı gibi bu, Ehl-i Sünnet düşüncesinin siyasal paradigmasının temelidir. Bu paradigma, Ehl-i Sünnet’in iktidara her zaman itaat etme şeklindeki siyasal zihniyetini oluşturmuş ve tarihten günümüze kadar bütün Ehl-i Sünnet topluluklarının siyasal tutumu bu şekilde gerçekleşmiştir.
Herkes Seçildi Seçilmeyenler Kim
Günümüzde dinler arası diyalog, hoşgörü kavramlarının sıkça kullanılmaya başlamasıyla dinlerin birbirlerine bakışı da önem kazanmıştır. Ancak, hemen hemen bütün din mensuplarının bir taraftan diğer dinlerdeki kişilere diyalog çağrısı yaparken diğer taraftan da kendi üstünlüklerini ispatlama çabası içinde oldukları görülmektedir.
Bu meyanda dinlerin kendilerini üstün gördüklerinin en açık ifadesi olan seçilmişlik anlayışının hepsinde bulunuşudur.
Gnostikler, kendilerinin doğru inanclı, gerçeği temsil eden ve kurtuluş yoluna giren “seçilmişler” olarak tanımladıkları görülmektedir.
Gnostik dinlerden Maniheizm’de din mensupları kendi içlerinde bile “seçkinler” ve “dinleyiciler” olarak ikiye ayrılmışlardır.
Seçilmişliğin kişilerin kendi iradelerine bağlı olmadığını düşünen Sabiiler ise, dışarıdan bir kişinin Sabiiliğe girişini kabul etmemekte, ancak Sabii anne-babadan doğanların Sabii olabileceğine inanmaktadırlar.
Özellikle modern dönemde kendilerini evrensel din veya din ötesi bir sistem olarak tanımlayan Hindularda, diğer dinleri kendi dinlerinin içerisinde yer alan bir mezhep olarak görürler. Hinduizm’den ayrılan Şıhızm’e göre de, bir Şıh olarak dünyaya gelmek, Tanrı’nın insana bahşettiği en büyük nimettir. Kurtuluş için kişinin özel bir gayret göstermesine gerek yoktur.
İlahi dinlerden İslam’da ise seçilmişlik, Allah’ın kendisine inananlarla, peygamberleri aracılığıyla ahitleşmesi ve onlara bazı vaatlerde bulunması şeklinde anlaşılmıştır. Kur’an’da, peygamberlerin ve bazı ailelerin seçilmişliğinden bahsedilmektedir. Ancak bu seçim sebepsiz ve şartsız değildir. Allah, kendisine inanarak emirlerini yerine getirecek kişilere yardım edeceğini ve onları ödüllendireceğini bildirmektedir. Bu seçimde, Yahudilerde olduğu gibi, ırkî mensubiyet şartı aranmamaktadır. Kur’an’da, Yahudilerin ve Hıristiyanların seçilmişlik anlayışlarından da bahsedildiği görülmektedir.
Yahudilerin bir zamanlar âlemlere üstün kılındıklarına vurgu yapılarak, itaatsızlıkleri sebebiyle bu ayrıcalıklarını kaybettikleri açıkça bildirilir. Hıristiyanların da Allah’ın emirlerine uyacaklarına dair verdikleri sözleri tutmamaları sebebiyle üstünlüklerini kaybettiklerinden bahsedilir.
Kur’an’da, Yahudi ve Hıristiyanların seçilmişlik anlayışlarına benzeyen bir seçilmişlik iddiasına rastlanmazken, Müslümanların, özellikle hadislere dayanarak İslam’ın ve Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin üstünlüğünü ispat etmeye çalışır.
Tanrı ile ahitleşerek üstün bir millet olduklarına inanan Yahudilerin bütün inanç sistemleri bu düşünce üzerine kurulmuştur. Yahudiler, kutsal kitaplarında yer alan ifadelere dayanarak, kendilerini diğer milletler arasından seçilmiş ve onlara üstün kılınmış olarak görürler.
Tanah’ta verilen bilgiler doğrultusunda Tanrı’nın insanlık tarihinde ilk defa Nuh ile ahitleştiği görülmektedir. Ancak Yahudilerin seçilmişliği Tanrı’nın İbrahim ile yaptığı ahde dayanmaktadır. Tanrı, İbrahim’e soyunu çoğaltmayı, onu milletlerin babası yapmayı ve Kenan toprağını vermeyi vaat ederek Yahudilerin seçilmişlik süreçlerini başlatmıştır.
Tanrı vaatlerini İbrahim’den sonra İshak ve Yakup ile de tekrarlamıştır. Özellikle Yakup ile yapılan ahit, Yahudi ırkının seçilmişliğinin işareti olarak görülmüştür. Atalar döneminden sonra, yerleştikleri Mısır’da sıkıntıya düşen bu kavmi Tanrı’nın olağanüstü olaylarla kurtarması, onların Tanrı katında ayrıcalıklı bir yere sahip oldukları düşüncesini kuvvetlendirmiştir.
Tanah’ta Tanrı’nın, İsrail’in atalarını ve bu halkı niçin seçtiği hakkında bilgi verilmemektedir. Yahudi düşüncesinde, İbrahim’in iyi işleri ve imanı sebebiyle seçildiği düşüncesine rastlanmakla birlikte, Tanah’ta bu konuda bir açıklama yapılmamaktadır. Tanah’ın genelinde görülen bu sebepsiz seçilmişlik anlayışı Yakub’un seçimiyle iyice netleşmektedir. Ayrıca, Tanrı’nın, İshak’ı İsmail’e, Yakub’ü Esav’a tercih etmesi de, İbrahim soyu içinde de bir ayrımın yapıldığını göstermektedir.
Mısır’dan çıkışta Tanrı’nın, vaat edilen topraklara ulaşmaya çalışan halkına Musa aracılığıyla uymaları gereken emirlerini bildirmesi, seçilmişliği korumak için Tanrı’ya sadık kalmaları gerektiğine işaret etmektedir.
Sonuç olarak, bu emirlere uymamaları sebebiyle Tanrı’nın seçtiği kavmini sürgüne göndermesi de, Tanrı’nın nimetlerinin tamamen şartsız olmadığını göstermektedir. Ancak, Yahudilerin bütün itaatsızlıklerine ve asiliklerine rağmen Tanrı’nın onları bırakmaması da, bu halkın sonsuza kadar süreceğine inandıkları seçilmişlik iddialarını doğrulamaktadır.
Yahudilerin seçilmişlik anlayışları özellikle sürgün dönemlerinde daha sık dile getirilmiştir. Yahudiler bu inançları sayesinde dinlerine ve kimliklerine daha çok bağlanarak diğer milletler içinde kaybolmamışlardır.
Tanah’ın geneline hakim olan seçilmişlik anlayışı, Yahudi düşünürlerinin de bu konu üzerinde ısrarla durmalarına sebep olmuştur. Özellikle sürgün dönemlerinde ve sonrasında yaşayan Yahudi alimleri bu konuya çok önem vermişlerdir. Tanrı ile yapılan ahdin sonsuz olduğunu düşünen Rabbiler, bu seçimin sebepleri hakkında farklı fikirler ortaya koymuşlardır. Rabbilerin bir kısmı seçilmişliğin sebebini İsrail halkının Sina Dağı’nda Tanah’ı kabul etmelerine bağlarken, bir kısmı da Tanrı’nın onlara duyduğu sevgi sebebiyle seçildiklerini iddia etmişlerdir. Rabbi Akiba başta olmak üzere Tanrı’nın bu halkı koşulsuz olarak dünyanın yaratılmasından önce seçtiğini dile getiren âlimler de vardır.
Rabbiler, seçimin Yahudi halkına sorumluluklar yüklediği düşüncesinde ise mutabıktırlar. Ortaçağ din adamlarından Judah Halevi bu konudaki düşünceleriyle dikkat çekmektedir. Ona göre, Yahudi halkına verilen özel bir dini özellik sebebiyle bu halk Tanrı ile ilişkiye girebilmiştir. Yahudilerin en önemli din alimlerinden Maimonides ise, seçilmişliğin onların meziyetleri sebebiyle değil, Tanrı’nın İbrahim ile yaptığı ahitle kazanıldığını ifade etmiştir. 18. yüzyılda başlayan aydınlanma hareketleriyle Yahudilerin seçilmişlik düşüncelerinde de bazı değişiklikler olmuştur. Yahudilerin kendilerini diğer toplumlara kabul ettirme çabası, seçilmişliğin bir ayrıcalıktan daha ziyade sorumluluk olduğu şeklinde anlaşılmasına sebep olmuştur. Moses Mendelsshon başta olmak üzere Reformist Yahudiler tarafından dile getirilen bu düşünceye göre, Yahudiler, ilahi ve ahlaki emirleri diğer milletlere ulaştırmak için seçilmişlerdir. Modern dönemde bu konu ile ilgili en çok dikkat çeken isim Mordecai Menahem Kaplan’dır. Yahudilerin diğer milletlerden bir üstünlüğü olmadığına inanan Kaplan’a göre, Tanrı Yahudileri değil, Yahudiler Tanrı’yı seçtikleri için seçilmişlik inancının bir anlamı yoktur. Seçilmişlik anlayışı, birçok Yahudinin Nazi kamplarında öldürülmesiyle de farklı anlamlar kazanmaya başlamıştır. Yahudilerin, yalnızca kendi ırklarının Tanrı tarafından sonsuza kadar sürecek bir ahıtle seçildiklerini düşünmeleri, seçilmişliği elde etmede insanların iradelerinin etkili olmadığına inandıklarını göstermektedir. Bu konuda ortak fikre sahip olan Yahudi alimleri, seçilmiş olmada insan iradesinin etkisinden daha ziyade insanların kötülüğe yada iyiliğe meyletme konusunda özgür olup olmadıklarını tartışmışlardır.
Tanrı’nın Yahudileri seçerek onları diğer milletlerden ayırması ve onlara birçok ayrıcalık tanıması, Yahudi – Yahudi olmayan ayrımının ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
Yahudilerin diğer milletlerle münasebetleri de yine Tanrı’nın bu konudaki emirleri doğrultusunda gelişmiştir. Halkının diğer milletler içerisinde kaybolmasını istemeyen Tanrı, yabancılarla antlaşma yapmayı, evlilikleri kesinlikle yasaklamıştır.
Tanah’ın diğer milletlere bakışı, Yahudilerin kendileri dışındaki halklar hakkındaki düşüncelerini ve davranışlarını etkilemiştir. Özellikle Rabbinik literatürde ve Kabbalist gelenekte yabancılar için ağır ifadeler kullanılmıştır. Elbette bütün Yahudiler, Yahudi olmayanlara karşı sert ve dışlayıcı bir tavır takınmamışlardır. Özellikle, seçilmişliği takva açısından bir seçim olarak yorumlayanlar, Yahudi olmayanlardan “Nuh Kanunları” olarak adlandırılan kurallara uyanların erdemli olduğunu ve gelecek dünyada paylarının olabileceğini söylemişlerdir.
Tanrı’nın, ilk doğan erkek çocuklarına tanıdığı ayrıcalıklar ve İsrail kavmi içerisinden Levilileri seçmesi, Yahudilerin kendi içlerinde de bir seçime tâbi tutuldukları düşüncesini akla getirmektedir.
Ayrıca, Yahudi tarihinde Esseniler ve Sefaradlar gibi bazı grupların kendilerinin seçilmiş olduğunu iddia ettikleri de görülmektedir. Hz. İsa’nın, Yahudileri uyarmak ve onları hatalarından döndürmek amacıyla gönderilmesine rağmen, Yahudilerin Hz.İsa’ya karşı takındıkları olumsuz tavır Hıristiyanlığın oluşumuna zemin hazırlamıştır. Yahudilerden birçok konuda ayrılan ve Hz.İsa’nın takipçileri olarak bilinen kişilerin Hz.İsa’nın öğretileri doğrultusunda yeni bir inanç sistemi geliştirmeleriyle, seçilmişlik konusunda da farklı bir anlayış ortaya konulmuştur.
Hıristiyanlar, Hz.İsa’nın gelişiyle Yahudilerin seçilmişlik statülerinin kendilerine geçtiğini düşünmekle birlikte, eski ahdi inançlarının bir parçası olarak görmüşler ve İsrail atalarını da kendi ataları olarak kabul etmişlerdir.
Ayrıca Hıristiyanlar, İsrail’in seçilmişliğini, Hz.İsa’nın gelişinde ve Tanrı’nın Krallığı’nın kurulmasında bir hazırlık evresi olarak görmüşlerdir. Hıristiyanlara göre, Hz.İsa’nın çarmıhta ölmesiyle yeni bir ahit yapılmıştır. Bu yeni ahit ile birlikte, Hz.İsa’ya iman eden herkes Tanrı’nın seçilmiş kulu haline gelmiştir. Böylece seçilmişlik, İsrail ırkına ait bir özellik olmaktan çıkmıştır. Özellikle Pavlus’un, İbrahim’in soyundan olan herkesin gerçek İsrailli olmadığı yönündeki sözleri, seçilmişliği elde etmek için iman etmenin şart olduğu düşüncesinin kabul edilmesini sağlamıştır. Yeni ahitle birlikte Kilise’nin kendini “Gerçek İsrail” olarak tanımlamasıyla da İsrail’e ait bütün özelliklerin Kilise’ye geçtiğine inanılmaktadır. Hıristiyanlara göre, seçilmişliğin en önemli göstergesi imanlı olmaktır. Hıristiyanlığın oluşumunda büyük rol oynayan Pavlus, imanı, seçilmişliğin bir işareti olarak görmekle birlikte, bu imanı elde etmede iyi işlerin bir etkisi olmadığı inancındadır. Çünkü ona göre, iman Tanrı’nın önceden belirlediği kişilere sunduğu bir armağandır. Pavlus’un seçilmişlik hakkındaki bu düşünceleri Hıristiyanlık tarihindeki birçok kişinin seçilmişlik anlayışını etkilemiştir.
Katolik Kilisesi’nin önemli isimlerinden Aziz Augustinüs, aslı günah inancı doğrultusunda, Tanrı’nın günahkar insanlardan bazılarının alnına kurtuluşu yazarken diğerlerini günahın azabı ile baş başa bıraktığını iddia etmiştir. Augustinüs’ün görüşlerini benimseyen Martin Luther’de, insanların yalnızca imanla kurtuluşa ulaşacağı, imanında kişisel çabalarla değil Tanrı’nın lütfüyle elde edilebileceği inancındadır. Hıristiyan düşüncesinde seçilmişlikle ilgili en çok fikir beyan eden isimlerden biri de John Calvin’dir. Tanrı’nın insanları ezelde “seçilmişler” ve “reddedilmişler” olarak ikiye ayırdığına inanan Calvin, kurtuluşun tamamen Tanrı’ya bağlandığını, bu seçimde insanların iyi işlerinin bir etkisinin olmadığını ve insana hiçbir sorumluluk yüklemediğini iddia etmiştir.
Hıristiyan Kutsal Kitabı’nda verilen bilgiler doğrultusunda seçimin Tanrı’nın bir lütfü olduğu inancı, insan iradesinin bu seçimde etkisinin olup olmadığı tartışmalarına sebep olmuştur. Seçilmişlerden olmada insan iradesinin hiçbir etkisinin olmadığını düşünen Augustinüs’ün bu konuda Pelagius ile yaptığı tartışmalar dikkat çekmektedir. Martin Luther’in insanın iradesini işlevsizleştiren görüşleri de dönemin hümanistleri tarafından eleştirilmiştir. Calvin’in Tanrı’nın iman edeceklerin hiçbir şarta bağlı olmaksızın kendi iradesiyle önceden belirlediği görüşüne de Jacobüs Armınıus karşı çıkmıştır. Armınıus, Tanrı’nın iman edeceğini önceden bildiği kişilerin alnına kurtuluşu yazdığını iddia ederek, kurtuluşu elde etmede insanın hür iradeye sahip olduğunu dile getirmiştir. Hz.İsa’nın, Havarilerine dünyanın bütün milletlerine giderek öğretilerini yaymayı emretmesi ve Havarilerin de bu konuda hassasiyet göstermeleri, Hz.İsa’ya iman ederek seçilmişler arasına girecek kişilerde herhangi bir ırka mensubiyet şartı aranmadığını göstermektedir. Bu sebeple, Hıristiyanların diğerlerine bakışlarını belirleyen tek unsurun Hz.İsa’ya iman olduğu söylenebilir. Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde, Hz.İsa’dan sonra yaşayanlar için Kilise’ye tâbi olmaktan başka kurtuluş yolunun olmadığı düşüncesi kabul edilmiştir. İlk dönem Kilise Babalarından Aziz gnatıus, Aziz renaeus ve Origen kurtuluşun Kiliseye katılmakla mümkün olacağını iddia etmişlerdir. Hıristiyanlık dışındaki dinlerin ve mensuplarının Hıristiyanlık karşısındaki konumu ilk defa gündeme getiren Aziz Justın ise, Hz.İsa’dan önce yaşayan Yahudilerin kurtuluşa ulaşabileceklerini söylemiştir. Hz.İsa’dan önce yaşayanlar için kurtuluş ümidinin olabileceğinden bahseden Kilise Babaları, Hz.İsa’dan sonra yaşayanlar için Kilise’ye tabi olmaktan başka bir kurtuluş yolunun olmadığı düşüncesinde ısrar etmişlerdir. Kartaca piskoposu Aziz Cyprian’ın bu iddiayı “Kilise dışında kurtuluş yoktur.” şeklinde bir doktrin haline getirmesiyle de bu düşünce Kilise’nin temel ilkelerinden biri haline gelmiştir. Kilisenin bu sert tavrının 15. yüzyıldan itibaren değişmeye başladığı görülmektedir. II.Vatikan Konsili’nde Kilise ilk defa diğer dinlerden bahsetmiştir. Konsil’de, Yahudilerin Tanrı ile ahitleşen ilk kavim olduklarına dikkat çekilerek, Yahudilerin, Tanrı için hala önemli bir millet olduklarına vurgu yapılmıştır.
İbrahim’e bağlılıkları ve tek tanrı inancına sahip olmaları sebebiyle Konsil’de Müslümanlar hakkında da olumlu ifadeler kullanılmıştır. Hinduizm ve Budizm’deki doğru davranışlar övülerek, hayatında kilise’yi duymamış ancak, Tanrı’ya ulaşma çabası içinde olan kişilerin de kurtulabileceklerinden bahsedilmiştir. Kilisenin bu konuda ortaya koyduğu fikirler doğrultusunda Hıristiyan düşüncesinde üç farklı yaklaşımın ortaya çıktığı görülmektedir. Bunlar; dişlayıcı (exclusıvist) yaklaşım, kapsayıcı (inclusıvist) yaklaşım ve çoğulcu (plüralist) yaklaşımdır.
Sonuç itibariyle, hemen hemen bütün din ve inançların üstünlüklerini ortaya koymak amacıyla seçilmişlik iddiasında bulundukları söylenebilir. Bu seçilmişlik iddiası; Yahudilik’te ırkî bir seçilmişlik düşüncesiyle kendini gösterirken, Hıristiyanlık’ta, Tanrı’nın kurtuluşa ulaştırmak istediği kullarına verdiği iman lütfü olarak ifade edilmiştir. (Alıntı)
Tanrı’nın güzelliği ise, Tanrı gibi başlangıçsız onunla var olan ve onunla devam edecek güzelliktir. Augustine bunu şöyle ifade eder:
“Seni geç sevdim. Çok eski ve çok yeni güzellik. Sen benim içimdeydin ben ise kendimin dışında seni arıyordum…” [Ausgutine, The Confessions of Saint Augustine, (Trans. Edward B. Pusey), The Modern Library, New York 1949, s. 221]
“Tanrım, mutlak gerçek, gerçek olan bütün şeylerin en gerçeği... Tanrım, bilge olan şeylerin en bilgesi... mutlak yaşam, mutlak mutluluk, mutlak iyi, iyi olan şeylerin en iyisi ve güzel olan şeylerin en güzeli…” [ Augustine, The Divine Providence and the Problem of Evil, (trans. Robert P. Russel), Cima Publishing Co. U.S.A, New York 1948, s. 344.]
“Ey benim Tanrım, hayatım, Ey benim tatlı mutluluğum, seninle ilgili insan ne söyleyebilir ki….Senden hiç söz etmeyenler daha zavallıdırlar. Tanrım, senden söz edenlerde ne kadar konuşursa konuşsunlar zavallıdırlar.” [Augustine, Confessions, s. 5, Augustine’nin Türkçeye “İtiraflar” adıyla çevrilen bu kitabın Türkçe çevirisinden de yararlanılmıştır. S.t. Augustine, İtiraflar, çev. Dominik Pamir, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2010.]
“Sen güzelsin. Çünkü yarattıkların güzel; sen iyisin, çünkü yarattıkların iyi. Ancak onlar yaratıcısı olan senin kadar ne güzel, ne iyi, ne de gerçek. Seninle kıyaslandıklarında ne güzellikleri, ne iyilikleri, ne de varlıkları kalır.” [Augustine, Confessions, s. 247.]
Peki öyleyse Tanrı nedir? Dünya sen Tanrı mısın diye sordum, o da bana: “Ben Tanrı değilim dedi.” Dünyada bulunan her varlık bana aynı karşılığı verdi. Denize ve derinliklerine ve içinde yaşayan yaratıklara sordum, bana “Biz senin Tanrı’n değiliz, onu bizim üstümüzde arayacaksın.” dediler. Esen yele, dünyayı çeviren atmosfere ve içinde yaşayanlara sordum. “Biz senin Tanrı’n değiliz.” dediler. Göğe, güneşe, aya, yıldızlara sordum: “Senin aradığın Tanrı biz değiliz.” dediler. Algılama alanıma giren her yaratığa: “Tanrı olmadığınıza göre hiç olmasa onun hakkında bana bir fikir veremez misiniz?” diye sordum. Yüksek sesle hep bir ağızdan, “Bizleri o yarattı.” diye haykırdılar. [Augustine, Confessions, s. 222. ]
Mescidlerin yapıldığı yerde bulunması gereken özellik
Allah kendisi için tahsis ettiği Beyt-i Haramı, ziraata elverişsiz yeri seçmesi, bitki dahi olsa hiçbir cana dokunulmayan yeri tercih etmeyi bize işaret etmiştir.
Feyizli camilerin evveliyatlarına bakmak gereklidir. Oralarda bu bahsedilen özellik muhakkak mevcuttur.
Kur’ân- ı Kerîm’de Hz. İbrahim’in duası zikredilir.“ رَّبَّنَا إِنِّي أَسْكَنتُ مِن ذُرِّيَّتِي بِوَادٍ غَيْرِ ذِي زَرْعٍ عِندَ بَيْتِكَ الْمُحَرَّمِ رَبَّنَا لِيُقِيمُواْ الصَّلاَةَ فَاجْعَلْ أَفْئِدَةً مِّنَ النَّاسِ تَهْوِي إِلَيْهِمْ وَارْزُقْهُم مِّنَ الثَّمَرَاتِ لَعَلَّهُمْ يَشْكُرُونَ ” / Ey Rabbimiz! Ey sahibimiz! Namazı dosdoğru kılmaları için ben, neslimden bir kısmını senin Beyt-i Harem'inin (Kâbe'nin) yanında, ziraat yapılmayan bir vâdiye yerleştirdim. Artık sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meyledici kıl ve meyvelerden bunlara rızık ver! Umulur ki bu nimetlere Şükrederler.“(İbrahim,37)
Hz. İbrahim’in duasından anladığımız kadarıyla bölge İbrahim Peygamber döneminde ziraata elverişli olmayan dağlık taşlık kurak bir bölgedir. Ancak zemzem suyunun var olması ve Kâbe’nin bölgede dini bir merkez durumuna gelmesi bölgenin canlılığını ve insanların bölgeye yerleşmesini sağlamıştır.
Yunan coğrafyacısı Batlamyus, Miladi ikinci yüzyılda, Mekke şehrinden (Makoraba) diye bahseder. Bu isim, Sabiî lehçesinde “mabed” anlamına gelen (mukarrib) kelimesinden türemiştır.
Çelikkol eserinde bu konuya şu cümlelerle değinir: “Mekke Batlamyus’tan önce vardı. Batlamyus’un Mekke’den bahsetmiş olması, onun zamanında Mekke’nin biliniyor olmasının göstergesidir. Mekke mukaddes olduğu için insanlar her taraftan ziyarete geliyorlardı. Yoksa bölge ile hiç bağı olmayan insanların Mekke’den bahsetmeleri mümkün olamazdı. Bu, Mekke’nin ilk zamanlardan beri biliniyor olmasının delilidir.”
Her ne kadar bugün için Mekke, beş yıldızlı otellerin inşa edildiği zengin bir görüntü arz ediyor olsa da, geçmişte dağların ortasında yer alan şu kaynakları ve ekim alanları son derece sınırlı olan bir şehir konumundaydı. “O sizi onlara karşı muzaffer kıldıktan sonra, Mekke'nin içinde onların ellerini sizden, sizin ellerinizi de onlardan çekendir. Allah, yaptıklarınızı görendir.“ [Fetih 48/24]
Kurân’da, Mekke’ye verilen farklı isimler vardır. ”İslâm tarihçileri ve dilcilerin, tartışmalarını ”Mekke” ve “Bekke” kelimeleri üzerinde, yoğunlaştırdıkları görülmektedir. Mekke ile Bekke’nin aynı kelimeler olduğunu savunanlar olduğu gibi, bu iki kelimenin farklı anlam ve fonksiyonlarda kullanıldığını iddia edenler de vardır.
1950 sonrası dönemde Fransızca geçerliliği olan bir dildi, sonrasında bu durum Almancanın lehine değişti. Günümüzde İngilizce dünya üzerinde yaygın olarak kullanılmaktadır. Yakın bir gelecekte ise Çince’nin dünya üzerinde etkin bir dil haline geleceğinden bahsedilmektedir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar